HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

15 Haziran 2009 Pazartesi

İsrail Bölge Barışını Tehdit Etmeye Devam Ediyor

Netanyahu’nun söylevi (14 Haziran 2009)
barış umutlarını ırkçı önermelerle bir daha katletmiştir.



Mihrac Ural


15 Haziran 2009

***

Benyamin Netanyahu son İsrail seçimlerinden başbakan olarak çıktı (11 Şubat 2009). Bölgenin çok yakından tanıdığı bir savaş telalının İsrail başbakanlığına gelmesi bölge için talihsiz bir durumdur. Bu gelişme bölgede tedirginlik yarattı. Bunun üzerine ırkçı ve yayılmacı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigador Lieberman İsrail dışişleri bakanı olunca, bu tedirginlik katbekat arttı. Bölgemiz Obama’nın ABD başkanlığıyla girdiği yumuşama havalarından hızla sıyrılmaya yöneldi.

Bölgede ABD ciddi bir gerilimi içinde Büyük Ortadoğu Projesinin çöküşüyle elini eteğini çekme çabasındayken İsrail’de böylesini ırkçı ve savaş kışkırtıcısı bir yönetimin gelmesi, bir kez dana dengeleri sarsıcı provokasyonlara açık kapı aralandığı algısı yaygınlaştı.

ABD’de Obama yönetimi, Bush yönetiminin dünya ölçeğinde ABD’nin prestijini sıfıra indiren saldırgan tutumlarından sıyrılmak üzere geliştirdiği açılımlar, İsrail’e uyarı biçimde yansımaya başlamıştı; İsrail’in daha yumuşak bir siyaset izlemesi, alınan kararlara uyum yönünde çaba göstermesi ve barış sürecini aksatacak bir girişime yönelmemesini duyurulmuştu.

İsrail bu serzenişlere karşı bile, gergince tepkiler sergiledi. “Dünyanın bütün Musa evlatlarını bir olmaya, ABD tehdit edecek olsa da ona karşı durmaya” çağırdı. Boyun eğemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, bölgede barışı yalnızca kendi çizdiği doğrultuda kabul edeceğini belirtti. Bu açıdan büyük umutlarla bağlanan birçok konferans ve kararı bir kenara itmiş oldu. Son olarak ABD’nin Annapolis kasabasında 40 tan fazla ülkenin toplandığı Ortadoğu barış konferansı’nda ( Annapolis Konferansı 27 Kasım 2007), alınan karaları tanımadığını açıklayan Netanyahu hükümeti, bölge barışına bağlanan umutlarını da ilk elden yerle bir etmekte sakınca görmedi. Bu kararların Bush yönetimi döneminde alındığı göz önüne alınırsa, İsrail dostlarının lehine aldıkları kararları bile tanımayacağını gösteriyor. Bu davranış, ABD yönetimini de mihenk taşına vuruyor.

ABD’de Obama yumuşama sinyalleri verirken ortaya koyduğu tutumların pratikte sınanacağı alan orta-doğuda, İsrail başbakanı olarak Netanyahu’nun, Obama’yla görüşme sonrasına denk gelen söylevi beklenen yumuşamayla hiçbir ilgiye sahip değildi. Bu söylev, Annapolis konferansından da çok gerilerde seyretti. Bu söylev, ABD’nin Obama başkanlığında da olsa malum İsrail yanlısı tutumunu değiştirmeyeceğini gösteriyordu. “ABD aynı, ABD’dir. İsrail yanlısıdır ve Arap sorununda siyonizmden yanadır. ABD, İsrail lehine bir barış istemekte ve bu konuda da Siyonistleri desteklemektedir. ABD haklıdan yana değil çıkarlarından yana İsrail’le birliktedir.” Diye tepkili olan geniş bir kamuoyu yeniden tepki koymaya hazırlanmaktadır.

Netanyahu’nun kimileri için beklenen söylevi, büyük bir çoğunluk için denenmişin yeniden denenmesiydi. Söylevine “Barış söylevi” adını takması ise traji-komikti; Siyonistlerin en sağında duran Netanyahu’nun barış diye bir duyarlılığı yoktu.

Dün (14 Haziran 2009) Arap TVlerinden de naklen yayınlanan bu söylev, barış değil galiplerin mağluplara dayattığı şartnameler listesi gibiydi. Netanyahu söylevinde, en ılımlı ve en teslimiyetçi bilinen Filistinli liderleri çileden çıkran yaklaşımlar sergiledi; bölgemizde uzun bir süre daha savaş tamtamlarının duyulacağını hatırlattı, barış umutlarının ruhuna fatiha okudu…

Netanyahu, bölge barışının kaderini, İsrail çıkarlarına Arapların gösterecekleri uyum belirler diye özetlenebilecek bir yaklaşım ortaya koydu.

Söylevi Filistin davasının bitip tükenmeyen temel taleplerine karşı kayıtsız şartsız ret cevabı vermekten ibaretti. Dile getirdiği konular arasında üç konu Filistin davasının temeli olan konulardı.

Birincisi; Filistinli göçmenlerin sorunu

İkincisi; İsrail’in Araplardan arındırılarak ırki bir devlet, Yahudi halkına ait bir devlet olarak saflaştırılması

Üçüncüsü : Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahlandırılması.


Konuşmasında Kudüs’ün İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, Arap barış girişiminin (Beyrut Arap zirvesinde karar bağlanan (27 Mart 2002) o zamanın prensi bu günün kralı Abdullah’ın barış planı) ölü doğduğu ve gömüldüğünün belirtilmesi gibi önemli başlıklarda bu söylevde bölge barışının olası ihtimallerine son veriyordu.

Bu üç temel konu okurlar tarafında önemle bilinmesi gerekmektedir. Zira Arap-İsrail sorununun temelinde bu konular yatmakta ve diğer konular buradan kaynaklanan çözümsüzlüklerin eseri olmaktadır.


Birincisi; Filistinli mülteciler sorunu
İsrail’i bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren savaş onun var oluş nedeni ve koşuludur. Savaş politikası İsrail için çoğu kez toprak kazanmanın, su kaynaklarına ulaşmanın, askeri açıdan stratejik yükseltilerin tepelerin ele geçirilmesi için bir araç olmuştur. Var oluşu sürekli düşmanlık üzerine kurgulanmış stratejilere oturtulan İsrail devleti, askeri toplum örgütlenmesiyle tipik bir Nazı projesidir. Toplum olarak silahlanmış ve her an silahlı çatışma psikolojisi içinde yaşamını düzenlemiş olarak savaş kışkırtıcısıdır da. Bu süreç, savaşlarda sürekli galip gelmenin etkisiyle de kışkırtılmış, dünyanın dördüncü en büyük askeri tersanesine sahiptir. Nükleer güç olarak da dünyanın en ileri ülkeleri arasındadır. Bölgede kurduğu askeri üstünlük hegemonyası 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyle dengelerini yitirmiş olsa da bu psikolojisini sürdürmektedir.

Bu kurgular üzerine kurulmuş olan İsrail devleti önündeki tüm siyasal sorunlara da bu açıdan bakar. Güçler dengesi, askeri üstünlük, sayısal üstünlük, demografik üstünlük gibi tamamen askeri kıstaslarla yorumlar. İsrail, Filistinli mültecilerin insan hakları kapsamında olan ve BM’de 1948 de kabul edilen 194 nolu kararla hüküm altına alınan Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmesini kayıtsız şartsız reddeder ve bunu var oluşuna yönelik en büyük tehlike olarak algılar.

Bu karar İsrail’in rüyalarını kaçıran bir karardır. İsrail devleti sınırları içinde kalan ve 48 Arapları olarak isimlendirilen Arapların yıllık nüfus artış ivmeleri 25 yıl içinde ciddi demografik değişimler yaratacak ölçektedir. Arapların, Yahudilere oranla gelişen bu nüfus artışına mültecilerin katılması İsrail’i derin derin düşündürmektedir. Barış içinde bir arada yaşama gibi bir insan toplumuna özgü kaygılar taşımayan böylesi bir askeri savaş toplumunun refleksleri de ırki temelde yükselmektedir: Nazi suçlamasını hak eden bu duruş İsrail’in bölgede her türden barış girişimine bir olumsuzluk kattığını gözlemlemesi güç değildir.

Zaman zaman bu gözlemlere bakarak, her türden barışın İsrail’i zaman tüneli içinde eriteceği varsayımını yaparak direnmeye karşı çıkanların olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında teslimiyete kadar uzanan uyumlaşmacılar, Ilımlılar gibi siyasi çevrelerin ABD güdümünde Filistin halkının çektiği acıları uzatan önermeler bulunmaktadır.

İsrail devleti bölgenin tarih, kültür, toplumsal yaşam, komşuluk ilişkisi gibi yüzlerce unsur karşısında yabancı bir varlıktır. Yerli Yahudi halkı bölgenin ne kadar bir parçası ise İsrail devleti o kadar yabancısıdır. İsrail devleti, emperyalist gelişme sürecinin19 yy kalıplarına uygun yayılmacı Siyonist bir devlettir ve Yahudi halkının çıkarlarına asla temsil etmemektedir. Bölgemizde kendini kolonileştirmiş adada yaşayan bir yalıtık var oluş olarak ancak savaş temeli üzerindeki dengelerin sonucu yaşam sürdürmektedir. Bu açıdan bakınca Filistinli mülteciler sorunu İsrail için bir kabustur.

Filistin halkı binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşadığı, yaşama, tarıma ilk kez açarak anavatan yaptığı ve bunu kesilmeden sürdürdüğü bu topraklardan askeri zorla yabancı bir güç olan İsrail devletinin, Siyonist politikalarınca kovulmuştur. Dünyanın her alanının yayılmış bu mülteciler özelikle Filistin topraklarına sınır olan Arap ülkeleri içinde bitip tükenmez bir sorun olarak gündeme gelmişlerdir: Filistin davasını daha çok bir Arap davası haline dönüştüren dinamikler arasında en temel olgu da budur.

BM İsrail devletinin toplu kıyım ve yıkımlarla mülteci durumuna düşürdüğü milyonlarca Filistinlinin ülkelerine, evlerine, tarımsal alanlarına, kaynaklarına dönmeleri için aldığı 194 nolu karar aynı zamanda dünya kamuoyunun desteklediği İnsan hakları kapsamında bir karardır. Hiçbir güç kimseyi toprağından kopararak onu mülteci yapamaz ve toprağına dönüşünü engelleyemezdi.

İsrail bu karaları ve bu insani talebi kendi stratejik var oluşuna yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır.

Dünya kamuoyunun arkasında durduğu aynı kararlara ise Filistin halkı bir ulus olarak var oluşun en önemli talebi olarak bakmaktadır. Bu haklı ve bir o kadar insani talep, İsrail’in yayılmacı Siyonist politikasının ateş çemberi altında, katliamla sindirilmek istenmiştir. Bu süreç hala devam etmektedir. Bölge barışının fay hattı da budur. Bu konuda alınacak tavır ve davranış Filistin davası konusundaki tutumlarını belirlemektedir.

Üçüncü kuşak, dördüncü kuşak nüfusu kabardıkça kabaran, mülteci koşullarındaki yaşamları insanca olmaktan çok uzak bulunan, vatandaş bile kabul edilmeyen bu insan topluluğunun dönüş hakları için ABD engeli var oldukça kimse bir sonuç üretememektedir. Kaç kuşak geçerse geçsin, mültecilerin gerçekçi çıkarları, tek arzuları kendi öz topraklarına dönmeleridir. Bu aynı zamanda bulundukları ülkelerde oluşan sorunlarında çözümü demektir. Bunun için İsrail lehine yapılan “ bulundukları ülkelerde yarlaşsınlar” önermesi ise bölgemizi barut fıçısı haline getiren sorunlara ateşle gitmek demektir. Kendi topraklarında, kendi devletlerinin siyasal egemenliği altında, kendi seçtiği temsilcilerin idaresinde gerçek bir vatandaş olarak yaşamak Filistinlilerin en doğal hakkıdır. İşte İsrail buna karşı durmakta ve bu hakkın kullanılmasını engellemek için, gerekirse bininci kez bölgeyi ve dünyayı savaş ortamına sürüklemekten çekinmemektedir.

Netanyahu’nun söylevi bu gerçeği bir kez daha tüm acımasızlığıyla bölge halklarının üzerine yıkmıştır. Obama’nın bu savaş kışkırtıcısı söyleve gösterdiği alkışçı tutum, ABD’nin değişmeyen bölge politikalarına olduğu gibi yakın dönemde sorunlarımızın nasıl bir sathı mail içinde savaş tamtamlarına tanık olacağını da göstermektedir.

Mülteciler sorunun Filistin davasının temel sorunudur. Bu sorun çözülmeden hiçbir sorun çözülemez. Bölgede barış olamaz. Bu sorunla birlikte Filistin davası, Filistin-İsrail sorunu olarak mütalaa edilmeyecek ölçekte bir Arap-İsrail sorunu ve dünya sorunu olmaktadır.

İsrail siyonistlerinin ger-gevşet denklemi içinde insanlığa dayattığı tehlikeler bu sorunda İsrail’in haksız taraf olduğuna açık bir belirtidir.

Natanyahu’nun söylevinde mülteciler konusu, geçmiş tüm İsrail liderlerince de tekrara ede duran ırkçı yaklaşımını seslendirmiştir. Söylev bu konudaki tutumuyla bölgede bu akıllarla barışın ikamesinin mümkün olamayacağına işarettir.


İkincisi; İsrail’in ırkçı arındırma siyasetiyle bir Yahudi devleti olarak saflaştırılması.

Bu olay birincisine (mülteci konusuna) bağlı olduğu kadar bu gün İsrail devleti vatandaşı olarak yaşamakta olan 48 Araplarını da tenkil etmeye, tehcir edip Filistin toprakları üzerinde kurulu İsrail devletini saf Yahudi devleti haline getirmek istemektedir. Bu bir ırkçı yaklaşımdır. Filistin’i bölmeye çalışan “ırkçı duvar” inşası da bu aklın ürünüdür. Bu ise saf Yahudi ırkı devletine dönüşme stratejisi olan Nazi palanıdır.

Bu yaklaşım Bush döneminde belirginleşen bir yaklaşımdır. Önceleri çok açık tarzda dile gelmeyen bu söylem Bush yönetimiyle birlikte ortaya atılan iki devletli barış çözümünün bir unsuru olarak seslendirilmeye başlandı. İki devlet ama İsrail devleti bir Yahudi devleti olarak Filistinlilerden ve mültecilerinden arındırılmış olacaktır.

Protestan din algılarıyla, pragmatik saplantılarını uhrevi Katolik eğilimler yerine dayatmaya çalışan malum Amerikan talan felsefesinin evlatları olarak Neo-conlar (Yeni mahfazakarlar) gerçekte çökmekte olan Amerikan rüyasını siyasal bir küresel egemenlikle onarma çabası içindeydiler. Tüm insanlığa karşı olan bu çabanın kutsal yönelimlerinde İsrail ve oğullarının korunması bir refleks olarak işledikleri her konuda ve kirli işte kendine kabaca ortaya koyar. 21. yy için ABD öngörüleri oluşturulurken doğuya karşı (Anti-Oryantalist) duruşlarını İsrail’e tehlike oluşturan her var oluşu yeryüzünden silmekle özdeşleşmiştir. Irak savaşının bu akıllarca, tarihin en büyük yalanıyla tezgahlanması ise tesadüf değildir.

Neo-Conların başında Karanlıklar prensi Richard Perle (Price Of Darkness) ABD Yahudi lobisinin en ünlü isimlerinden, Irak savaşının tezgahçısı, dünyanın insan kıyımına dayanan kirli işleri İsrail lehine organize eden ekibiyle şöhret sahibidir. Eski Pentegon görevlisi bu karanlık Prens, Hani Bush, Dick Cheney, Wolfowitz gibi bildik isimlerle bölgemiz üzerinde işlemedikleri cinayet, yapmadıkları provokasyon, toplu kıyım kalmamıştır (Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katli dahil 2006 Lübnan savaşı vb).

Bu ekip saf ırk Yahudi devleti tezini geliştiren ekiptir aynı zamanda. Kimseyle birlikte yaşamak istemiyorlar. Yerli Filistin halkını, İsrail devlet hükmü altında vatandaş olanları bile, babalarına dedelerine yaptıkları gibi kıyım ve yıkımı dahil her yolla söküp atarak, saf ırk bir devlet oluşturma projesini pazarladılar. Bush yönetiminin lanse etmeye çalıştığı “Filistinlilere devlet, Yahudi halkından oluşan İsrail devleti” söylencesi akılların ürünüdür.

Bu söylence ısrarla eski yeni tüm ABD yönetim çevrelerince de onaylanıp söylenmektedir. Filistin devleti kuruluşuna onay, bu tezin kabulü şartına bağlanmış olarak öne sürülmekte. Böylece bir arındırma hareketiyle İsrail’i içte etnik bir sorun olmayan devlet haline getirerek, zaman içinde olası demografik değişim tehlikelerinden koruma altına alınmasını sağlayacaklardır.

Bu amaçla Filistin ile İsrail arasına örülen beton duvar gündeme gelmiş ve bu projenin açık bir belirtisi olarak kesintisizce inşa edilmiştir. BM karalarına, uluslar arası insan hakları mahkemesi kararlarına rağmen de inşaatı sürdürülmektedir. Kurulan bu ırkçı duvar, Filistin halkını kendi topraklarından ötelemekle kalmıyor, adacıklar içinde birbirinden kopuk yaşamı dayatıyor.

Saf ırk Yahudi devleti bir Nazi stratejisidir. Bu gün Siyonizm’i Nazizmle eşitleyen bu tür verilerdir. Filistinlilere yaptığı kıyım ve yıkım, toplu katliamlar ise Nazi yöntemlerin çoktan geçmiştir.

Bölgemizin hiçbir devleti böylesine ırkçı bir politika gütmemiştir. En azılı haliyle Fars, Arap, Türk ırkçılığı bile, halkın desteğini bir yerden sonra alamamıştır, geçici destek kalıcı olamamıştır, sürdürülememiştir.

Bölgemizin her metre karesinde farklı etnik dokular bir arada yaşamaktadır. Her etnik topluluğun ağırlıklı olduğu alanlar yanı sıra en ücra köşelerde oluşan bu ortak coğrafi yaşam İsrail’in Siyonist-Nazi karması yönelimlerinin akıl dışı dayatmalarını yadsıyan bin nesnel veridir. İsrail ırkçılığı, bölgemize kaba bir yabancılık içindedir. Bölgemizin tarihsel ortak yaşam süreçleri, kültürel doku verileri bu türden bir ırkçılığı asla kaldıramaz; milliyetçilik bile bir noktadan itibaren bölgemizde tutunamaz konumdadır.


Saf Yahudi ırkından bir devlet oluşturma tezi, Filistinli mülteci sorunuyla çok ilgilidir. Mültecilerin geri dönüş hakkına karşı bir refleks gibi ayakları üzerine dikelmeye çalışmaktadır.

Bu tezin tek amacı Filistin halkının kendi toprağına dönüş hakkını engellemektir. Bölge barışı ise Filistin halkının tehcir edildikleri kendi anavatan topraklarına dönüşü gerçekleşmeksizin sadece bir hayaldir.

Üçüncüsü: Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahsızlandırılması.
Filistin halkına devlet kurma hakkını, Filistin halkının silahsızlandırılmasına bağlamak çok komik bir taleptir. Silahsızlanmak tüm insanlığın en öncelikli arzusudur, bu doğru. Bunu söyleyenlerin silahlanmada öncelikli adımları atmaları koşulunda tüm insanlık kısa sürede silahsızlandırılabilir. Ancak gerçekler tam aksini söylüyor silahsızlandırmak isteyen en çok silahlanandır. Konu İsrail olunca ise, çok daha inanılmaz bir durum haline gelmektedir. Bölgemizin nükleer silah tekeli ve tek sahibinin İsrail olması bunu anlatmaya yeterlidir.

İsrail’in Uluslar arası atom ajansının kontrolünden bile muaftır. Bu ise İsrail’in nükleer silah tekeline, komşular üzerinde ve dünya güçler dengesi içinde baskı yapma olanağı sağlayan bir kanunsuz fiili durumdur.

Bu gün İsrail dünyanın en etkin silahlarına sahip 4. ülkedir. Büyük emperyalist ülkeleri bile çok geride bırakan nötron bomba stokuna sahiptir; İran’a barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına gösterilen tepki, Kuzey Kore’nin uzay çalışmaları yönündeki füze programlarına takınılan tutum karşısında İsrail’e verilen bu taviz akıllara ziyan bir durumdur. İnsanlık adına işlenmekte olan bu ayıp aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin adaletsizliğine ve tarihini doldurmuşluğuna önemli bir göstergedir.

Böylesine adaletsiz bir ortamda, Filistin halkının ferdi silahlar dışında bir silaha sahip olmamasına karşın silahsızlandırılmak istenmesi, gerçek anlamıyla bir insanlık ayıbıdır.

İsrail, insanlık suçları irtikap eden, çirkin bir demagoji imparatorluğudur. İnsan hakları şampiyonu olan nükleer bir devlettir. Bölgemizin tek nükleer silah etkinliği elinde olan bir devlet olmanın Nazi baskılarını Filistin halkına dayatmaktadır. Bu devlet, bölgemize yabancıdır. Bölgemizin tarihi ilişki türlerine, kültürel dokusuna ve algılarına tamamen aykırı bir devlettir. Uyumlaşma için de hiçbir çabası yoktur, elindeki etkin silah tersanesiyle kendine uyumlu ikili kölelik ilişkileri istemektedir. Bu devlet Yahudi halkının çıkarları asla temsil etmeyen tehlikeli bir virüstür.

Yahudiler tarihleri boyunca bölgemizde barışık olarak yaşamış bir halktır. Değişik etnik ve inanç kökenlilerle binlerce yıl içinde kurulu olarak süren bu yaşam dengesi, 1948 den itibaren İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte bozulmuştur. Bu kırılma, derinleşerek toplu kıyım-yıkım hareketi haline gelmiştir. Bir Nazı hareketi olarak Siyonizm, silahların her türü kullanırken Filistinlilerin yaşamda kalmak için kendilerini savunacakları silahları bile ellerinden almak istemektedir. Son Gazze savaşının (27 Aralık 2008) gösterdiği gerçekler, fosfor bombaları altında bir insanlık katliamı gerçekleşmesine seyirci kalınmıştır.

İsrail bölgemizin Nazi devletidir.

Bu devletin insanlık adına öncelikle silahsızlandırılması, bölge ve dünya barışı için en gerekli adımdır. Bölge barışını sağlayacak en kestirme yol da budur.

Netanyahu’nun söylevinde ırkçılığın bu boyuta uzanması gerçekte İsrail siyonizminin pervasızlıkta sınırsız olduğuna işarettir. Bu silah tehdididir. Bölge barışını İsrail silahları gölgesi altında bir teslimiyet ilişkisine dönüştürmektir: böylesi bir yaklaşım ise savcaşları ebede kadar sürdürme amacını taşır.

Sonuç:

Natanyahu’nun bu üç temel noktada gösterdiği yaklaşımlar, bölgemizde barışı umutlarını bir kez daha katletmiştir.

Bu ırkçı söylevle birlikte, taraflarını arayan barış savaşla yüz yüzedir.
Kimse kimseyi aldatmasın bölgemizde yakın döneme ait bir barış yoktur. Savaş ise küçümsenmeyecek bir tehlike olarak kapımızın eşiğindedir.

ABD de yeni yönetimin bölgemizde belli bir gevşeklik yaratan havası, uzun bir sessizlik getireceği sanısını güçlendirmiş gibi dursa da gerçekçi değildir. Bölgemiz her an patlayabilir bir volkan ağzı üzerindedir. Bin bir çıkar dengesiyle örülü dünya ve bölge güçler dengesi her an belli ölçeklerde, kabul edilebilir sınırlarda bir savaşa yönele bilecek hassasiyetedir.

İsrail, savaş üzerine kurulmuş, silahsız yerleşim birimi olmayan, savaşla yaşayan bir askeri kamp toplumudur. İsrail bir talan devletidir; toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlik, su kaynakları gibi talanlarla, doğa tahripleriyle ve en önemlisi insan katliyle yaşam sürdürmektedir. Yaşamı da buna bağlıdır.

Bu açıdan bakınca bölge halklarının haklarını elde etmek için olduğu kadar, yaşam için direnmekten başka yolları bulunmamaktadır. Bu duruş, barışı kazanmak için her türden barışçıl girişimi de içeren bir çabayı gerektirmektedir.

İsrail her zaman olduğu gibi, denenmişlerini bir kez daha deneyerek bu gün de Başbakanı Netanyahu’nun söyleviyle bölge barışına kurşun sıkmıştır.

Hiç yorum yok: