15 Haziran 2009 Pazartesi
İsrail Bölge Barışını Tehdit Etmeye Devam Ediyor
Netanyahu’nun söylevi (14 Haziran 2009)
barış umutlarını ırkçı önermelerle bir daha katletmiştir.
Mihrac Ural
15 Haziran 2009
***
Benyamin Netanyahu son İsrail seçimlerinden başbakan olarak çıktı (11 Şubat 2009). Bölgenin çok yakından tanıdığı bir savaş telalının İsrail başbakanlığına gelmesi bölge için talihsiz bir durumdur. Bu gelişme bölgede tedirginlik yarattı. Bunun üzerine ırkçı ve yayılmacı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigador Lieberman İsrail dışişleri bakanı olunca, bu tedirginlik katbekat arttı. Bölgemiz Obama’nın ABD başkanlığıyla girdiği yumuşama havalarından hızla sıyrılmaya yöneldi.
Bölgede ABD ciddi bir gerilimi içinde Büyük Ortadoğu Projesinin çöküşüyle elini eteğini çekme çabasındayken İsrail’de böylesini ırkçı ve savaş kışkırtıcısı bir yönetimin gelmesi, bir kez dana dengeleri sarsıcı provokasyonlara açık kapı aralandığı algısı yaygınlaştı.
ABD’de Obama yönetimi, Bush yönetiminin dünya ölçeğinde ABD’nin prestijini sıfıra indiren saldırgan tutumlarından sıyrılmak üzere geliştirdiği açılımlar, İsrail’e uyarı biçimde yansımaya başlamıştı; İsrail’in daha yumuşak bir siyaset izlemesi, alınan kararlara uyum yönünde çaba göstermesi ve barış sürecini aksatacak bir girişime yönelmemesini duyurulmuştu.
İsrail bu serzenişlere karşı bile, gergince tepkiler sergiledi. “Dünyanın bütün Musa evlatlarını bir olmaya, ABD tehdit edecek olsa da ona karşı durmaya” çağırdı. Boyun eğemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, bölgede barışı yalnızca kendi çizdiği doğrultuda kabul edeceğini belirtti. Bu açıdan büyük umutlarla bağlanan birçok konferans ve kararı bir kenara itmiş oldu. Son olarak ABD’nin Annapolis kasabasında 40 tan fazla ülkenin toplandığı Ortadoğu barış konferansı’nda ( Annapolis Konferansı 27 Kasım 2007), alınan karaları tanımadığını açıklayan Netanyahu hükümeti, bölge barışına bağlanan umutlarını da ilk elden yerle bir etmekte sakınca görmedi. Bu kararların Bush yönetimi döneminde alındığı göz önüne alınırsa, İsrail dostlarının lehine aldıkları kararları bile tanımayacağını gösteriyor. Bu davranış, ABD yönetimini de mihenk taşına vuruyor.
ABD’de Obama yumuşama sinyalleri verirken ortaya koyduğu tutumların pratikte sınanacağı alan orta-doğuda, İsrail başbakanı olarak Netanyahu’nun, Obama’yla görüşme sonrasına denk gelen söylevi beklenen yumuşamayla hiçbir ilgiye sahip değildi. Bu söylev, Annapolis konferansından da çok gerilerde seyretti. Bu söylev, ABD’nin Obama başkanlığında da olsa malum İsrail yanlısı tutumunu değiştirmeyeceğini gösteriyordu. “ABD aynı, ABD’dir. İsrail yanlısıdır ve Arap sorununda siyonizmden yanadır. ABD, İsrail lehine bir barış istemekte ve bu konuda da Siyonistleri desteklemektedir. ABD haklıdan yana değil çıkarlarından yana İsrail’le birliktedir.” Diye tepkili olan geniş bir kamuoyu yeniden tepki koymaya hazırlanmaktadır.
Netanyahu’nun kimileri için beklenen söylevi, büyük bir çoğunluk için denenmişin yeniden denenmesiydi. Söylevine “Barış söylevi” adını takması ise traji-komikti; Siyonistlerin en sağında duran Netanyahu’nun barış diye bir duyarlılığı yoktu.
Dün (14 Haziran 2009) Arap TVlerinden de naklen yayınlanan bu söylev, barış değil galiplerin mağluplara dayattığı şartnameler listesi gibiydi. Netanyahu söylevinde, en ılımlı ve en teslimiyetçi bilinen Filistinli liderleri çileden çıkran yaklaşımlar sergiledi; bölgemizde uzun bir süre daha savaş tamtamlarının duyulacağını hatırlattı, barış umutlarının ruhuna fatiha okudu…
Netanyahu, bölge barışının kaderini, İsrail çıkarlarına Arapların gösterecekleri uyum belirler diye özetlenebilecek bir yaklaşım ortaya koydu.
Söylevi Filistin davasının bitip tükenmeyen temel taleplerine karşı kayıtsız şartsız ret cevabı vermekten ibaretti. Dile getirdiği konular arasında üç konu Filistin davasının temeli olan konulardı.
Birincisi; Filistinli göçmenlerin sorunu
İkincisi; İsrail’in Araplardan arındırılarak ırki bir devlet, Yahudi halkına ait bir devlet olarak saflaştırılması
Üçüncüsü : Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahlandırılması.
Konuşmasında Kudüs’ün İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, Arap barış girişiminin (Beyrut Arap zirvesinde karar bağlanan (27 Mart 2002) o zamanın prensi bu günün kralı Abdullah’ın barış planı) ölü doğduğu ve gömüldüğünün belirtilmesi gibi önemli başlıklarda bu söylevde bölge barışının olası ihtimallerine son veriyordu.
Bu üç temel konu okurlar tarafında önemle bilinmesi gerekmektedir. Zira Arap-İsrail sorununun temelinde bu konular yatmakta ve diğer konular buradan kaynaklanan çözümsüzlüklerin eseri olmaktadır.
Birincisi; Filistinli mülteciler sorunu
İsrail’i bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren savaş onun var oluş nedeni ve koşuludur. Savaş politikası İsrail için çoğu kez toprak kazanmanın, su kaynaklarına ulaşmanın, askeri açıdan stratejik yükseltilerin tepelerin ele geçirilmesi için bir araç olmuştur. Var oluşu sürekli düşmanlık üzerine kurgulanmış stratejilere oturtulan İsrail devleti, askeri toplum örgütlenmesiyle tipik bir Nazı projesidir. Toplum olarak silahlanmış ve her an silahlı çatışma psikolojisi içinde yaşamını düzenlemiş olarak savaş kışkırtıcısıdır da. Bu süreç, savaşlarda sürekli galip gelmenin etkisiyle de kışkırtılmış, dünyanın dördüncü en büyük askeri tersanesine sahiptir. Nükleer güç olarak da dünyanın en ileri ülkeleri arasındadır. Bölgede kurduğu askeri üstünlük hegemonyası 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyle dengelerini yitirmiş olsa da bu psikolojisini sürdürmektedir.
Bu kurgular üzerine kurulmuş olan İsrail devleti önündeki tüm siyasal sorunlara da bu açıdan bakar. Güçler dengesi, askeri üstünlük, sayısal üstünlük, demografik üstünlük gibi tamamen askeri kıstaslarla yorumlar. İsrail, Filistinli mültecilerin insan hakları kapsamında olan ve BM’de 1948 de kabul edilen 194 nolu kararla hüküm altına alınan Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmesini kayıtsız şartsız reddeder ve bunu var oluşuna yönelik en büyük tehlike olarak algılar.
Bu karar İsrail’in rüyalarını kaçıran bir karardır. İsrail devleti sınırları içinde kalan ve 48 Arapları olarak isimlendirilen Arapların yıllık nüfus artış ivmeleri 25 yıl içinde ciddi demografik değişimler yaratacak ölçektedir. Arapların, Yahudilere oranla gelişen bu nüfus artışına mültecilerin katılması İsrail’i derin derin düşündürmektedir. Barış içinde bir arada yaşama gibi bir insan toplumuna özgü kaygılar taşımayan böylesi bir askeri savaş toplumunun refleksleri de ırki temelde yükselmektedir: Nazi suçlamasını hak eden bu duruş İsrail’in bölgede her türden barış girişimine bir olumsuzluk kattığını gözlemlemesi güç değildir.
Zaman zaman bu gözlemlere bakarak, her türden barışın İsrail’i zaman tüneli içinde eriteceği varsayımını yaparak direnmeye karşı çıkanların olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında teslimiyete kadar uzanan uyumlaşmacılar, Ilımlılar gibi siyasi çevrelerin ABD güdümünde Filistin halkının çektiği acıları uzatan önermeler bulunmaktadır.
İsrail devleti bölgenin tarih, kültür, toplumsal yaşam, komşuluk ilişkisi gibi yüzlerce unsur karşısında yabancı bir varlıktır. Yerli Yahudi halkı bölgenin ne kadar bir parçası ise İsrail devleti o kadar yabancısıdır. İsrail devleti, emperyalist gelişme sürecinin19 yy kalıplarına uygun yayılmacı Siyonist bir devlettir ve Yahudi halkının çıkarlarına asla temsil etmemektedir. Bölgemizde kendini kolonileştirmiş adada yaşayan bir yalıtık var oluş olarak ancak savaş temeli üzerindeki dengelerin sonucu yaşam sürdürmektedir. Bu açıdan bakınca Filistinli mülteciler sorunu İsrail için bir kabustur.
Filistin halkı binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşadığı, yaşama, tarıma ilk kez açarak anavatan yaptığı ve bunu kesilmeden sürdürdüğü bu topraklardan askeri zorla yabancı bir güç olan İsrail devletinin, Siyonist politikalarınca kovulmuştur. Dünyanın her alanının yayılmış bu mülteciler özelikle Filistin topraklarına sınır olan Arap ülkeleri içinde bitip tükenmez bir sorun olarak gündeme gelmişlerdir: Filistin davasını daha çok bir Arap davası haline dönüştüren dinamikler arasında en temel olgu da budur.
BM İsrail devletinin toplu kıyım ve yıkımlarla mülteci durumuna düşürdüğü milyonlarca Filistinlinin ülkelerine, evlerine, tarımsal alanlarına, kaynaklarına dönmeleri için aldığı 194 nolu karar aynı zamanda dünya kamuoyunun desteklediği İnsan hakları kapsamında bir karardır. Hiçbir güç kimseyi toprağından kopararak onu mülteci yapamaz ve toprağına dönüşünü engelleyemezdi.
İsrail bu karaları ve bu insani talebi kendi stratejik var oluşuna yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır.
Dünya kamuoyunun arkasında durduğu aynı kararlara ise Filistin halkı bir ulus olarak var oluşun en önemli talebi olarak bakmaktadır. Bu haklı ve bir o kadar insani talep, İsrail’in yayılmacı Siyonist politikasının ateş çemberi altında, katliamla sindirilmek istenmiştir. Bu süreç hala devam etmektedir. Bölge barışının fay hattı da budur. Bu konuda alınacak tavır ve davranış Filistin davası konusundaki tutumlarını belirlemektedir.
Üçüncü kuşak, dördüncü kuşak nüfusu kabardıkça kabaran, mülteci koşullarındaki yaşamları insanca olmaktan çok uzak bulunan, vatandaş bile kabul edilmeyen bu insan topluluğunun dönüş hakları için ABD engeli var oldukça kimse bir sonuç üretememektedir. Kaç kuşak geçerse geçsin, mültecilerin gerçekçi çıkarları, tek arzuları kendi öz topraklarına dönmeleridir. Bu aynı zamanda bulundukları ülkelerde oluşan sorunlarında çözümü demektir. Bunun için İsrail lehine yapılan “ bulundukları ülkelerde yarlaşsınlar” önermesi ise bölgemizi barut fıçısı haline getiren sorunlara ateşle gitmek demektir. Kendi topraklarında, kendi devletlerinin siyasal egemenliği altında, kendi seçtiği temsilcilerin idaresinde gerçek bir vatandaş olarak yaşamak Filistinlilerin en doğal hakkıdır. İşte İsrail buna karşı durmakta ve bu hakkın kullanılmasını engellemek için, gerekirse bininci kez bölgeyi ve dünyayı savaş ortamına sürüklemekten çekinmemektedir.
Netanyahu’nun söylevi bu gerçeği bir kez daha tüm acımasızlığıyla bölge halklarının üzerine yıkmıştır. Obama’nın bu savaş kışkırtıcısı söyleve gösterdiği alkışçı tutum, ABD’nin değişmeyen bölge politikalarına olduğu gibi yakın dönemde sorunlarımızın nasıl bir sathı mail içinde savaş tamtamlarına tanık olacağını da göstermektedir.
Mülteciler sorunun Filistin davasının temel sorunudur. Bu sorun çözülmeden hiçbir sorun çözülemez. Bölgede barış olamaz. Bu sorunla birlikte Filistin davası, Filistin-İsrail sorunu olarak mütalaa edilmeyecek ölçekte bir Arap-İsrail sorunu ve dünya sorunu olmaktadır.
İsrail siyonistlerinin ger-gevşet denklemi içinde insanlığa dayattığı tehlikeler bu sorunda İsrail’in haksız taraf olduğuna açık bir belirtidir.
Natanyahu’nun söylevinde mülteciler konusu, geçmiş tüm İsrail liderlerince de tekrara ede duran ırkçı yaklaşımını seslendirmiştir. Söylev bu konudaki tutumuyla bölgede bu akıllarla barışın ikamesinin mümkün olamayacağına işarettir.
İkincisi; İsrail’in ırkçı arındırma siyasetiyle bir Yahudi devleti olarak saflaştırılması.
Bu olay birincisine (mülteci konusuna) bağlı olduğu kadar bu gün İsrail devleti vatandaşı olarak yaşamakta olan 48 Araplarını da tenkil etmeye, tehcir edip Filistin toprakları üzerinde kurulu İsrail devletini saf Yahudi devleti haline getirmek istemektedir. Bu bir ırkçı yaklaşımdır. Filistin’i bölmeye çalışan “ırkçı duvar” inşası da bu aklın ürünüdür. Bu ise saf Yahudi ırkı devletine dönüşme stratejisi olan Nazi palanıdır.
Bu yaklaşım Bush döneminde belirginleşen bir yaklaşımdır. Önceleri çok açık tarzda dile gelmeyen bu söylem Bush yönetimiyle birlikte ortaya atılan iki devletli barış çözümünün bir unsuru olarak seslendirilmeye başlandı. İki devlet ama İsrail devleti bir Yahudi devleti olarak Filistinlilerden ve mültecilerinden arındırılmış olacaktır.
Protestan din algılarıyla, pragmatik saplantılarını uhrevi Katolik eğilimler yerine dayatmaya çalışan malum Amerikan talan felsefesinin evlatları olarak Neo-conlar (Yeni mahfazakarlar) gerçekte çökmekte olan Amerikan rüyasını siyasal bir küresel egemenlikle onarma çabası içindeydiler. Tüm insanlığa karşı olan bu çabanın kutsal yönelimlerinde İsrail ve oğullarının korunması bir refleks olarak işledikleri her konuda ve kirli işte kendine kabaca ortaya koyar. 21. yy için ABD öngörüleri oluşturulurken doğuya karşı (Anti-Oryantalist) duruşlarını İsrail’e tehlike oluşturan her var oluşu yeryüzünden silmekle özdeşleşmiştir. Irak savaşının bu akıllarca, tarihin en büyük yalanıyla tezgahlanması ise tesadüf değildir.
Neo-Conların başında Karanlıklar prensi Richard Perle (Price Of Darkness) ABD Yahudi lobisinin en ünlü isimlerinden, Irak savaşının tezgahçısı, dünyanın insan kıyımına dayanan kirli işleri İsrail lehine organize eden ekibiyle şöhret sahibidir. Eski Pentegon görevlisi bu karanlık Prens, Hani Bush, Dick Cheney, Wolfowitz gibi bildik isimlerle bölgemiz üzerinde işlemedikleri cinayet, yapmadıkları provokasyon, toplu kıyım kalmamıştır (Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katli dahil 2006 Lübnan savaşı vb).
Bu ekip saf ırk Yahudi devleti tezini geliştiren ekiptir aynı zamanda. Kimseyle birlikte yaşamak istemiyorlar. Yerli Filistin halkını, İsrail devlet hükmü altında vatandaş olanları bile, babalarına dedelerine yaptıkları gibi kıyım ve yıkımı dahil her yolla söküp atarak, saf ırk bir devlet oluşturma projesini pazarladılar. Bush yönetiminin lanse etmeye çalıştığı “Filistinlilere devlet, Yahudi halkından oluşan İsrail devleti” söylencesi akılların ürünüdür.
Bu söylence ısrarla eski yeni tüm ABD yönetim çevrelerince de onaylanıp söylenmektedir. Filistin devleti kuruluşuna onay, bu tezin kabulü şartına bağlanmış olarak öne sürülmekte. Böylece bir arındırma hareketiyle İsrail’i içte etnik bir sorun olmayan devlet haline getirerek, zaman içinde olası demografik değişim tehlikelerinden koruma altına alınmasını sağlayacaklardır.
Bu amaçla Filistin ile İsrail arasına örülen beton duvar gündeme gelmiş ve bu projenin açık bir belirtisi olarak kesintisizce inşa edilmiştir. BM karalarına, uluslar arası insan hakları mahkemesi kararlarına rağmen de inşaatı sürdürülmektedir. Kurulan bu ırkçı duvar, Filistin halkını kendi topraklarından ötelemekle kalmıyor, adacıklar içinde birbirinden kopuk yaşamı dayatıyor.
Saf ırk Yahudi devleti bir Nazi stratejisidir. Bu gün Siyonizm’i Nazizmle eşitleyen bu tür verilerdir. Filistinlilere yaptığı kıyım ve yıkım, toplu katliamlar ise Nazi yöntemlerin çoktan geçmiştir.
Bölgemizin hiçbir devleti böylesine ırkçı bir politika gütmemiştir. En azılı haliyle Fars, Arap, Türk ırkçılığı bile, halkın desteğini bir yerden sonra alamamıştır, geçici destek kalıcı olamamıştır, sürdürülememiştir.
Bölgemizin her metre karesinde farklı etnik dokular bir arada yaşamaktadır. Her etnik topluluğun ağırlıklı olduğu alanlar yanı sıra en ücra köşelerde oluşan bu ortak coğrafi yaşam İsrail’in Siyonist-Nazi karması yönelimlerinin akıl dışı dayatmalarını yadsıyan bin nesnel veridir. İsrail ırkçılığı, bölgemize kaba bir yabancılık içindedir. Bölgemizin tarihsel ortak yaşam süreçleri, kültürel doku verileri bu türden bir ırkçılığı asla kaldıramaz; milliyetçilik bile bir noktadan itibaren bölgemizde tutunamaz konumdadır.
Saf Yahudi ırkından bir devlet oluşturma tezi, Filistinli mülteci sorunuyla çok ilgilidir. Mültecilerin geri dönüş hakkına karşı bir refleks gibi ayakları üzerine dikelmeye çalışmaktadır.
Bu tezin tek amacı Filistin halkının kendi toprağına dönüş hakkını engellemektir. Bölge barışı ise Filistin halkının tehcir edildikleri kendi anavatan topraklarına dönüşü gerçekleşmeksizin sadece bir hayaldir.
Üçüncüsü: Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahsızlandırılması.
Filistin halkına devlet kurma hakkını, Filistin halkının silahsızlandırılmasına bağlamak çok komik bir taleptir. Silahsızlanmak tüm insanlığın en öncelikli arzusudur, bu doğru. Bunu söyleyenlerin silahlanmada öncelikli adımları atmaları koşulunda tüm insanlık kısa sürede silahsızlandırılabilir. Ancak gerçekler tam aksini söylüyor silahsızlandırmak isteyen en çok silahlanandır. Konu İsrail olunca ise, çok daha inanılmaz bir durum haline gelmektedir. Bölgemizin nükleer silah tekeli ve tek sahibinin İsrail olması bunu anlatmaya yeterlidir.
İsrail’in Uluslar arası atom ajansının kontrolünden bile muaftır. Bu ise İsrail’in nükleer silah tekeline, komşular üzerinde ve dünya güçler dengesi içinde baskı yapma olanağı sağlayan bir kanunsuz fiili durumdur.
Bu gün İsrail dünyanın en etkin silahlarına sahip 4. ülkedir. Büyük emperyalist ülkeleri bile çok geride bırakan nötron bomba stokuna sahiptir; İran’a barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına gösterilen tepki, Kuzey Kore’nin uzay çalışmaları yönündeki füze programlarına takınılan tutum karşısında İsrail’e verilen bu taviz akıllara ziyan bir durumdur. İnsanlık adına işlenmekte olan bu ayıp aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin adaletsizliğine ve tarihini doldurmuşluğuna önemli bir göstergedir.
Böylesine adaletsiz bir ortamda, Filistin halkının ferdi silahlar dışında bir silaha sahip olmamasına karşın silahsızlandırılmak istenmesi, gerçek anlamıyla bir insanlık ayıbıdır.
İsrail, insanlık suçları irtikap eden, çirkin bir demagoji imparatorluğudur. İnsan hakları şampiyonu olan nükleer bir devlettir. Bölgemizin tek nükleer silah etkinliği elinde olan bir devlet olmanın Nazi baskılarını Filistin halkına dayatmaktadır. Bu devlet, bölgemize yabancıdır. Bölgemizin tarihi ilişki türlerine, kültürel dokusuna ve algılarına tamamen aykırı bir devlettir. Uyumlaşma için de hiçbir çabası yoktur, elindeki etkin silah tersanesiyle kendine uyumlu ikili kölelik ilişkileri istemektedir. Bu devlet Yahudi halkının çıkarları asla temsil etmeyen tehlikeli bir virüstür.
Yahudiler tarihleri boyunca bölgemizde barışık olarak yaşamış bir halktır. Değişik etnik ve inanç kökenlilerle binlerce yıl içinde kurulu olarak süren bu yaşam dengesi, 1948 den itibaren İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte bozulmuştur. Bu kırılma, derinleşerek toplu kıyım-yıkım hareketi haline gelmiştir. Bir Nazı hareketi olarak Siyonizm, silahların her türü kullanırken Filistinlilerin yaşamda kalmak için kendilerini savunacakları silahları bile ellerinden almak istemektedir. Son Gazze savaşının (27 Aralık 2008) gösterdiği gerçekler, fosfor bombaları altında bir insanlık katliamı gerçekleşmesine seyirci kalınmıştır.
İsrail bölgemizin Nazi devletidir.
Bu devletin insanlık adına öncelikle silahsızlandırılması, bölge ve dünya barışı için en gerekli adımdır. Bölge barışını sağlayacak en kestirme yol da budur.
Netanyahu’nun söylevinde ırkçılığın bu boyuta uzanması gerçekte İsrail siyonizminin pervasızlıkta sınırsız olduğuna işarettir. Bu silah tehdididir. Bölge barışını İsrail silahları gölgesi altında bir teslimiyet ilişkisine dönüştürmektir: böylesi bir yaklaşım ise savcaşları ebede kadar sürdürme amacını taşır.
Sonuç:
Natanyahu’nun bu üç temel noktada gösterdiği yaklaşımlar, bölgemizde barışı umutlarını bir kez daha katletmiştir.
Bu ırkçı söylevle birlikte, taraflarını arayan barış savaşla yüz yüzedir.
Kimse kimseyi aldatmasın bölgemizde yakın döneme ait bir barış yoktur. Savaş ise küçümsenmeyecek bir tehlike olarak kapımızın eşiğindedir.
ABD de yeni yönetimin bölgemizde belli bir gevşeklik yaratan havası, uzun bir sessizlik getireceği sanısını güçlendirmiş gibi dursa da gerçekçi değildir. Bölgemiz her an patlayabilir bir volkan ağzı üzerindedir. Bin bir çıkar dengesiyle örülü dünya ve bölge güçler dengesi her an belli ölçeklerde, kabul edilebilir sınırlarda bir savaşa yönele bilecek hassasiyetedir.
İsrail, savaş üzerine kurulmuş, silahsız yerleşim birimi olmayan, savaşla yaşayan bir askeri kamp toplumudur. İsrail bir talan devletidir; toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlik, su kaynakları gibi talanlarla, doğa tahripleriyle ve en önemlisi insan katliyle yaşam sürdürmektedir. Yaşamı da buna bağlıdır.
Bu açıdan bakınca bölge halklarının haklarını elde etmek için olduğu kadar, yaşam için direnmekten başka yolları bulunmamaktadır. Bu duruş, barışı kazanmak için her türden barışçıl girişimi de içeren bir çabayı gerektirmektedir.
İsrail her zaman olduğu gibi, denenmişlerini bir kez daha deneyerek bu gün de Başbakanı Netanyahu’nun söyleviyle bölge barışına kurşun sıkmıştır.
barış umutlarını ırkçı önermelerle bir daha katletmiştir.
Mihrac Ural
15 Haziran 2009
***
Benyamin Netanyahu son İsrail seçimlerinden başbakan olarak çıktı (11 Şubat 2009). Bölgenin çok yakından tanıdığı bir savaş telalının İsrail başbakanlığına gelmesi bölge için talihsiz bir durumdur. Bu gelişme bölgede tedirginlik yarattı. Bunun üzerine ırkçı ve yayılmacı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigador Lieberman İsrail dışişleri bakanı olunca, bu tedirginlik katbekat arttı. Bölgemiz Obama’nın ABD başkanlığıyla girdiği yumuşama havalarından hızla sıyrılmaya yöneldi.
Bölgede ABD ciddi bir gerilimi içinde Büyük Ortadoğu Projesinin çöküşüyle elini eteğini çekme çabasındayken İsrail’de böylesini ırkçı ve savaş kışkırtıcısı bir yönetimin gelmesi, bir kez dana dengeleri sarsıcı provokasyonlara açık kapı aralandığı algısı yaygınlaştı.
ABD’de Obama yönetimi, Bush yönetiminin dünya ölçeğinde ABD’nin prestijini sıfıra indiren saldırgan tutumlarından sıyrılmak üzere geliştirdiği açılımlar, İsrail’e uyarı biçimde yansımaya başlamıştı; İsrail’in daha yumuşak bir siyaset izlemesi, alınan kararlara uyum yönünde çaba göstermesi ve barış sürecini aksatacak bir girişime yönelmemesini duyurulmuştu.
İsrail bu serzenişlere karşı bile, gergince tepkiler sergiledi. “Dünyanın bütün Musa evlatlarını bir olmaya, ABD tehdit edecek olsa da ona karşı durmaya” çağırdı. Boyun eğemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, bölgede barışı yalnızca kendi çizdiği doğrultuda kabul edeceğini belirtti. Bu açıdan büyük umutlarla bağlanan birçok konferans ve kararı bir kenara itmiş oldu. Son olarak ABD’nin Annapolis kasabasında 40 tan fazla ülkenin toplandığı Ortadoğu barış konferansı’nda ( Annapolis Konferansı 27 Kasım 2007), alınan karaları tanımadığını açıklayan Netanyahu hükümeti, bölge barışına bağlanan umutlarını da ilk elden yerle bir etmekte sakınca görmedi. Bu kararların Bush yönetimi döneminde alındığı göz önüne alınırsa, İsrail dostlarının lehine aldıkları kararları bile tanımayacağını gösteriyor. Bu davranış, ABD yönetimini de mihenk taşına vuruyor.
ABD’de Obama yumuşama sinyalleri verirken ortaya koyduğu tutumların pratikte sınanacağı alan orta-doğuda, İsrail başbakanı olarak Netanyahu’nun, Obama’yla görüşme sonrasına denk gelen söylevi beklenen yumuşamayla hiçbir ilgiye sahip değildi. Bu söylev, Annapolis konferansından da çok gerilerde seyretti. Bu söylev, ABD’nin Obama başkanlığında da olsa malum İsrail yanlısı tutumunu değiştirmeyeceğini gösteriyordu. “ABD aynı, ABD’dir. İsrail yanlısıdır ve Arap sorununda siyonizmden yanadır. ABD, İsrail lehine bir barış istemekte ve bu konuda da Siyonistleri desteklemektedir. ABD haklıdan yana değil çıkarlarından yana İsrail’le birliktedir.” Diye tepkili olan geniş bir kamuoyu yeniden tepki koymaya hazırlanmaktadır.
Netanyahu’nun kimileri için beklenen söylevi, büyük bir çoğunluk için denenmişin yeniden denenmesiydi. Söylevine “Barış söylevi” adını takması ise traji-komikti; Siyonistlerin en sağında duran Netanyahu’nun barış diye bir duyarlılığı yoktu.
Dün (14 Haziran 2009) Arap TVlerinden de naklen yayınlanan bu söylev, barış değil galiplerin mağluplara dayattığı şartnameler listesi gibiydi. Netanyahu söylevinde, en ılımlı ve en teslimiyetçi bilinen Filistinli liderleri çileden çıkran yaklaşımlar sergiledi; bölgemizde uzun bir süre daha savaş tamtamlarının duyulacağını hatırlattı, barış umutlarının ruhuna fatiha okudu…
Netanyahu, bölge barışının kaderini, İsrail çıkarlarına Arapların gösterecekleri uyum belirler diye özetlenebilecek bir yaklaşım ortaya koydu.
Söylevi Filistin davasının bitip tükenmeyen temel taleplerine karşı kayıtsız şartsız ret cevabı vermekten ibaretti. Dile getirdiği konular arasında üç konu Filistin davasının temeli olan konulardı.
Birincisi; Filistinli göçmenlerin sorunu
İkincisi; İsrail’in Araplardan arındırılarak ırki bir devlet, Yahudi halkına ait bir devlet olarak saflaştırılması
Üçüncüsü : Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahlandırılması.
Konuşmasında Kudüs’ün İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, Arap barış girişiminin (Beyrut Arap zirvesinde karar bağlanan (27 Mart 2002) o zamanın prensi bu günün kralı Abdullah’ın barış planı) ölü doğduğu ve gömüldüğünün belirtilmesi gibi önemli başlıklarda bu söylevde bölge barışının olası ihtimallerine son veriyordu.
Bu üç temel konu okurlar tarafında önemle bilinmesi gerekmektedir. Zira Arap-İsrail sorununun temelinde bu konular yatmakta ve diğer konular buradan kaynaklanan çözümsüzlüklerin eseri olmaktadır.
Birincisi; Filistinli mülteciler sorunu
İsrail’i bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren savaş onun var oluş nedeni ve koşuludur. Savaş politikası İsrail için çoğu kez toprak kazanmanın, su kaynaklarına ulaşmanın, askeri açıdan stratejik yükseltilerin tepelerin ele geçirilmesi için bir araç olmuştur. Var oluşu sürekli düşmanlık üzerine kurgulanmış stratejilere oturtulan İsrail devleti, askeri toplum örgütlenmesiyle tipik bir Nazı projesidir. Toplum olarak silahlanmış ve her an silahlı çatışma psikolojisi içinde yaşamını düzenlemiş olarak savaş kışkırtıcısıdır da. Bu süreç, savaşlarda sürekli galip gelmenin etkisiyle de kışkırtılmış, dünyanın dördüncü en büyük askeri tersanesine sahiptir. Nükleer güç olarak da dünyanın en ileri ülkeleri arasındadır. Bölgede kurduğu askeri üstünlük hegemonyası 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyle dengelerini yitirmiş olsa da bu psikolojisini sürdürmektedir.
Bu kurgular üzerine kurulmuş olan İsrail devleti önündeki tüm siyasal sorunlara da bu açıdan bakar. Güçler dengesi, askeri üstünlük, sayısal üstünlük, demografik üstünlük gibi tamamen askeri kıstaslarla yorumlar. İsrail, Filistinli mültecilerin insan hakları kapsamında olan ve BM’de 1948 de kabul edilen 194 nolu kararla hüküm altına alınan Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmesini kayıtsız şartsız reddeder ve bunu var oluşuna yönelik en büyük tehlike olarak algılar.
Bu karar İsrail’in rüyalarını kaçıran bir karardır. İsrail devleti sınırları içinde kalan ve 48 Arapları olarak isimlendirilen Arapların yıllık nüfus artış ivmeleri 25 yıl içinde ciddi demografik değişimler yaratacak ölçektedir. Arapların, Yahudilere oranla gelişen bu nüfus artışına mültecilerin katılması İsrail’i derin derin düşündürmektedir. Barış içinde bir arada yaşama gibi bir insan toplumuna özgü kaygılar taşımayan böylesi bir askeri savaş toplumunun refleksleri de ırki temelde yükselmektedir: Nazi suçlamasını hak eden bu duruş İsrail’in bölgede her türden barış girişimine bir olumsuzluk kattığını gözlemlemesi güç değildir.
Zaman zaman bu gözlemlere bakarak, her türden barışın İsrail’i zaman tüneli içinde eriteceği varsayımını yaparak direnmeye karşı çıkanların olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında teslimiyete kadar uzanan uyumlaşmacılar, Ilımlılar gibi siyasi çevrelerin ABD güdümünde Filistin halkının çektiği acıları uzatan önermeler bulunmaktadır.
İsrail devleti bölgenin tarih, kültür, toplumsal yaşam, komşuluk ilişkisi gibi yüzlerce unsur karşısında yabancı bir varlıktır. Yerli Yahudi halkı bölgenin ne kadar bir parçası ise İsrail devleti o kadar yabancısıdır. İsrail devleti, emperyalist gelişme sürecinin19 yy kalıplarına uygun yayılmacı Siyonist bir devlettir ve Yahudi halkının çıkarlarına asla temsil etmemektedir. Bölgemizde kendini kolonileştirmiş adada yaşayan bir yalıtık var oluş olarak ancak savaş temeli üzerindeki dengelerin sonucu yaşam sürdürmektedir. Bu açıdan bakınca Filistinli mülteciler sorunu İsrail için bir kabustur.
Filistin halkı binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşadığı, yaşama, tarıma ilk kez açarak anavatan yaptığı ve bunu kesilmeden sürdürdüğü bu topraklardan askeri zorla yabancı bir güç olan İsrail devletinin, Siyonist politikalarınca kovulmuştur. Dünyanın her alanının yayılmış bu mülteciler özelikle Filistin topraklarına sınır olan Arap ülkeleri içinde bitip tükenmez bir sorun olarak gündeme gelmişlerdir: Filistin davasını daha çok bir Arap davası haline dönüştüren dinamikler arasında en temel olgu da budur.
BM İsrail devletinin toplu kıyım ve yıkımlarla mülteci durumuna düşürdüğü milyonlarca Filistinlinin ülkelerine, evlerine, tarımsal alanlarına, kaynaklarına dönmeleri için aldığı 194 nolu karar aynı zamanda dünya kamuoyunun desteklediği İnsan hakları kapsamında bir karardır. Hiçbir güç kimseyi toprağından kopararak onu mülteci yapamaz ve toprağına dönüşünü engelleyemezdi.
İsrail bu karaları ve bu insani talebi kendi stratejik var oluşuna yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır.
Dünya kamuoyunun arkasında durduğu aynı kararlara ise Filistin halkı bir ulus olarak var oluşun en önemli talebi olarak bakmaktadır. Bu haklı ve bir o kadar insani talep, İsrail’in yayılmacı Siyonist politikasının ateş çemberi altında, katliamla sindirilmek istenmiştir. Bu süreç hala devam etmektedir. Bölge barışının fay hattı da budur. Bu konuda alınacak tavır ve davranış Filistin davası konusundaki tutumlarını belirlemektedir.
Üçüncü kuşak, dördüncü kuşak nüfusu kabardıkça kabaran, mülteci koşullarındaki yaşamları insanca olmaktan çok uzak bulunan, vatandaş bile kabul edilmeyen bu insan topluluğunun dönüş hakları için ABD engeli var oldukça kimse bir sonuç üretememektedir. Kaç kuşak geçerse geçsin, mültecilerin gerçekçi çıkarları, tek arzuları kendi öz topraklarına dönmeleridir. Bu aynı zamanda bulundukları ülkelerde oluşan sorunlarında çözümü demektir. Bunun için İsrail lehine yapılan “ bulundukları ülkelerde yarlaşsınlar” önermesi ise bölgemizi barut fıçısı haline getiren sorunlara ateşle gitmek demektir. Kendi topraklarında, kendi devletlerinin siyasal egemenliği altında, kendi seçtiği temsilcilerin idaresinde gerçek bir vatandaş olarak yaşamak Filistinlilerin en doğal hakkıdır. İşte İsrail buna karşı durmakta ve bu hakkın kullanılmasını engellemek için, gerekirse bininci kez bölgeyi ve dünyayı savaş ortamına sürüklemekten çekinmemektedir.
Netanyahu’nun söylevi bu gerçeği bir kez daha tüm acımasızlığıyla bölge halklarının üzerine yıkmıştır. Obama’nın bu savaş kışkırtıcısı söyleve gösterdiği alkışçı tutum, ABD’nin değişmeyen bölge politikalarına olduğu gibi yakın dönemde sorunlarımızın nasıl bir sathı mail içinde savaş tamtamlarına tanık olacağını da göstermektedir.
Mülteciler sorunun Filistin davasının temel sorunudur. Bu sorun çözülmeden hiçbir sorun çözülemez. Bölgede barış olamaz. Bu sorunla birlikte Filistin davası, Filistin-İsrail sorunu olarak mütalaa edilmeyecek ölçekte bir Arap-İsrail sorunu ve dünya sorunu olmaktadır.
İsrail siyonistlerinin ger-gevşet denklemi içinde insanlığa dayattığı tehlikeler bu sorunda İsrail’in haksız taraf olduğuna açık bir belirtidir.
Natanyahu’nun söylevinde mülteciler konusu, geçmiş tüm İsrail liderlerince de tekrara ede duran ırkçı yaklaşımını seslendirmiştir. Söylev bu konudaki tutumuyla bölgede bu akıllarla barışın ikamesinin mümkün olamayacağına işarettir.
İkincisi; İsrail’in ırkçı arındırma siyasetiyle bir Yahudi devleti olarak saflaştırılması.
Bu olay birincisine (mülteci konusuna) bağlı olduğu kadar bu gün İsrail devleti vatandaşı olarak yaşamakta olan 48 Araplarını da tenkil etmeye, tehcir edip Filistin toprakları üzerinde kurulu İsrail devletini saf Yahudi devleti haline getirmek istemektedir. Bu bir ırkçı yaklaşımdır. Filistin’i bölmeye çalışan “ırkçı duvar” inşası da bu aklın ürünüdür. Bu ise saf Yahudi ırkı devletine dönüşme stratejisi olan Nazi palanıdır.
Bu yaklaşım Bush döneminde belirginleşen bir yaklaşımdır. Önceleri çok açık tarzda dile gelmeyen bu söylem Bush yönetimiyle birlikte ortaya atılan iki devletli barış çözümünün bir unsuru olarak seslendirilmeye başlandı. İki devlet ama İsrail devleti bir Yahudi devleti olarak Filistinlilerden ve mültecilerinden arındırılmış olacaktır.
Protestan din algılarıyla, pragmatik saplantılarını uhrevi Katolik eğilimler yerine dayatmaya çalışan malum Amerikan talan felsefesinin evlatları olarak Neo-conlar (Yeni mahfazakarlar) gerçekte çökmekte olan Amerikan rüyasını siyasal bir küresel egemenlikle onarma çabası içindeydiler. Tüm insanlığa karşı olan bu çabanın kutsal yönelimlerinde İsrail ve oğullarının korunması bir refleks olarak işledikleri her konuda ve kirli işte kendine kabaca ortaya koyar. 21. yy için ABD öngörüleri oluşturulurken doğuya karşı (Anti-Oryantalist) duruşlarını İsrail’e tehlike oluşturan her var oluşu yeryüzünden silmekle özdeşleşmiştir. Irak savaşının bu akıllarca, tarihin en büyük yalanıyla tezgahlanması ise tesadüf değildir.
Neo-Conların başında Karanlıklar prensi Richard Perle (Price Of Darkness) ABD Yahudi lobisinin en ünlü isimlerinden, Irak savaşının tezgahçısı, dünyanın insan kıyımına dayanan kirli işleri İsrail lehine organize eden ekibiyle şöhret sahibidir. Eski Pentegon görevlisi bu karanlık Prens, Hani Bush, Dick Cheney, Wolfowitz gibi bildik isimlerle bölgemiz üzerinde işlemedikleri cinayet, yapmadıkları provokasyon, toplu kıyım kalmamıştır (Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katli dahil 2006 Lübnan savaşı vb).
Bu ekip saf ırk Yahudi devleti tezini geliştiren ekiptir aynı zamanda. Kimseyle birlikte yaşamak istemiyorlar. Yerli Filistin halkını, İsrail devlet hükmü altında vatandaş olanları bile, babalarına dedelerine yaptıkları gibi kıyım ve yıkımı dahil her yolla söküp atarak, saf ırk bir devlet oluşturma projesini pazarladılar. Bush yönetiminin lanse etmeye çalıştığı “Filistinlilere devlet, Yahudi halkından oluşan İsrail devleti” söylencesi akılların ürünüdür.
Bu söylence ısrarla eski yeni tüm ABD yönetim çevrelerince de onaylanıp söylenmektedir. Filistin devleti kuruluşuna onay, bu tezin kabulü şartına bağlanmış olarak öne sürülmekte. Böylece bir arındırma hareketiyle İsrail’i içte etnik bir sorun olmayan devlet haline getirerek, zaman içinde olası demografik değişim tehlikelerinden koruma altına alınmasını sağlayacaklardır.
Bu amaçla Filistin ile İsrail arasına örülen beton duvar gündeme gelmiş ve bu projenin açık bir belirtisi olarak kesintisizce inşa edilmiştir. BM karalarına, uluslar arası insan hakları mahkemesi kararlarına rağmen de inşaatı sürdürülmektedir. Kurulan bu ırkçı duvar, Filistin halkını kendi topraklarından ötelemekle kalmıyor, adacıklar içinde birbirinden kopuk yaşamı dayatıyor.
Saf ırk Yahudi devleti bir Nazi stratejisidir. Bu gün Siyonizm’i Nazizmle eşitleyen bu tür verilerdir. Filistinlilere yaptığı kıyım ve yıkım, toplu katliamlar ise Nazi yöntemlerin çoktan geçmiştir.
Bölgemizin hiçbir devleti böylesine ırkçı bir politika gütmemiştir. En azılı haliyle Fars, Arap, Türk ırkçılığı bile, halkın desteğini bir yerden sonra alamamıştır, geçici destek kalıcı olamamıştır, sürdürülememiştir.
Bölgemizin her metre karesinde farklı etnik dokular bir arada yaşamaktadır. Her etnik topluluğun ağırlıklı olduğu alanlar yanı sıra en ücra köşelerde oluşan bu ortak coğrafi yaşam İsrail’in Siyonist-Nazi karması yönelimlerinin akıl dışı dayatmalarını yadsıyan bin nesnel veridir. İsrail ırkçılığı, bölgemize kaba bir yabancılık içindedir. Bölgemizin tarihsel ortak yaşam süreçleri, kültürel doku verileri bu türden bir ırkçılığı asla kaldıramaz; milliyetçilik bile bir noktadan itibaren bölgemizde tutunamaz konumdadır.
Saf Yahudi ırkından bir devlet oluşturma tezi, Filistinli mülteci sorunuyla çok ilgilidir. Mültecilerin geri dönüş hakkına karşı bir refleks gibi ayakları üzerine dikelmeye çalışmaktadır.
Bu tezin tek amacı Filistin halkının kendi toprağına dönüş hakkını engellemektir. Bölge barışı ise Filistin halkının tehcir edildikleri kendi anavatan topraklarına dönüşü gerçekleşmeksizin sadece bir hayaldir.
Üçüncüsü: Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahsızlandırılması.
Filistin halkına devlet kurma hakkını, Filistin halkının silahsızlandırılmasına bağlamak çok komik bir taleptir. Silahsızlanmak tüm insanlığın en öncelikli arzusudur, bu doğru. Bunu söyleyenlerin silahlanmada öncelikli adımları atmaları koşulunda tüm insanlık kısa sürede silahsızlandırılabilir. Ancak gerçekler tam aksini söylüyor silahsızlandırmak isteyen en çok silahlanandır. Konu İsrail olunca ise, çok daha inanılmaz bir durum haline gelmektedir. Bölgemizin nükleer silah tekeli ve tek sahibinin İsrail olması bunu anlatmaya yeterlidir.
İsrail’in Uluslar arası atom ajansının kontrolünden bile muaftır. Bu ise İsrail’in nükleer silah tekeline, komşular üzerinde ve dünya güçler dengesi içinde baskı yapma olanağı sağlayan bir kanunsuz fiili durumdur.
Bu gün İsrail dünyanın en etkin silahlarına sahip 4. ülkedir. Büyük emperyalist ülkeleri bile çok geride bırakan nötron bomba stokuna sahiptir; İran’a barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına gösterilen tepki, Kuzey Kore’nin uzay çalışmaları yönündeki füze programlarına takınılan tutum karşısında İsrail’e verilen bu taviz akıllara ziyan bir durumdur. İnsanlık adına işlenmekte olan bu ayıp aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin adaletsizliğine ve tarihini doldurmuşluğuna önemli bir göstergedir.
Böylesine adaletsiz bir ortamda, Filistin halkının ferdi silahlar dışında bir silaha sahip olmamasına karşın silahsızlandırılmak istenmesi, gerçek anlamıyla bir insanlık ayıbıdır.
İsrail, insanlık suçları irtikap eden, çirkin bir demagoji imparatorluğudur. İnsan hakları şampiyonu olan nükleer bir devlettir. Bölgemizin tek nükleer silah etkinliği elinde olan bir devlet olmanın Nazi baskılarını Filistin halkına dayatmaktadır. Bu devlet, bölgemize yabancıdır. Bölgemizin tarihi ilişki türlerine, kültürel dokusuna ve algılarına tamamen aykırı bir devlettir. Uyumlaşma için de hiçbir çabası yoktur, elindeki etkin silah tersanesiyle kendine uyumlu ikili kölelik ilişkileri istemektedir. Bu devlet Yahudi halkının çıkarları asla temsil etmeyen tehlikeli bir virüstür.
Yahudiler tarihleri boyunca bölgemizde barışık olarak yaşamış bir halktır. Değişik etnik ve inanç kökenlilerle binlerce yıl içinde kurulu olarak süren bu yaşam dengesi, 1948 den itibaren İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte bozulmuştur. Bu kırılma, derinleşerek toplu kıyım-yıkım hareketi haline gelmiştir. Bir Nazı hareketi olarak Siyonizm, silahların her türü kullanırken Filistinlilerin yaşamda kalmak için kendilerini savunacakları silahları bile ellerinden almak istemektedir. Son Gazze savaşının (27 Aralık 2008) gösterdiği gerçekler, fosfor bombaları altında bir insanlık katliamı gerçekleşmesine seyirci kalınmıştır.
İsrail bölgemizin Nazi devletidir.
Bu devletin insanlık adına öncelikle silahsızlandırılması, bölge ve dünya barışı için en gerekli adımdır. Bölge barışını sağlayacak en kestirme yol da budur.
Netanyahu’nun söylevinde ırkçılığın bu boyuta uzanması gerçekte İsrail siyonizminin pervasızlıkta sınırsız olduğuna işarettir. Bu silah tehdididir. Bölge barışını İsrail silahları gölgesi altında bir teslimiyet ilişkisine dönüştürmektir: böylesi bir yaklaşım ise savcaşları ebede kadar sürdürme amacını taşır.
Sonuç:
Natanyahu’nun bu üç temel noktada gösterdiği yaklaşımlar, bölgemizde barışı umutlarını bir kez daha katletmiştir.
Bu ırkçı söylevle birlikte, taraflarını arayan barış savaşla yüz yüzedir.
Kimse kimseyi aldatmasın bölgemizde yakın döneme ait bir barış yoktur. Savaş ise küçümsenmeyecek bir tehlike olarak kapımızın eşiğindedir.
ABD de yeni yönetimin bölgemizde belli bir gevşeklik yaratan havası, uzun bir sessizlik getireceği sanısını güçlendirmiş gibi dursa da gerçekçi değildir. Bölgemiz her an patlayabilir bir volkan ağzı üzerindedir. Bin bir çıkar dengesiyle örülü dünya ve bölge güçler dengesi her an belli ölçeklerde, kabul edilebilir sınırlarda bir savaşa yönele bilecek hassasiyetedir.
İsrail, savaş üzerine kurulmuş, silahsız yerleşim birimi olmayan, savaşla yaşayan bir askeri kamp toplumudur. İsrail bir talan devletidir; toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlik, su kaynakları gibi talanlarla, doğa tahripleriyle ve en önemlisi insan katliyle yaşam sürdürmektedir. Yaşamı da buna bağlıdır.
Bu açıdan bakınca bölge halklarının haklarını elde etmek için olduğu kadar, yaşam için direnmekten başka yolları bulunmamaktadır. Bu duruş, barışı kazanmak için her türden barışçıl girişimi de içeren bir çabayı gerektirmektedir.
İsrail her zaman olduğu gibi, denenmişlerini bir kez daha deneyerek bu gün de Başbakanı Netanyahu’nun söyleviyle bölge barışına kurşun sıkmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder