28 Haziran 2009 Pazar
BÖLGEMİZİN ÖNEMLİ İKİ GELİŞMESİ
Mihrac Ural
29 Haziran 2009
BUSH YÖNETİMİ
KAPANIRKEN BÖLGEMİZDE DURUM
ABD, Bush yönetiminin ağır yenilgisiyle bölgemizde kolu kanadı kırıldı. Nereyi kapatmak istedilerse, başka bir yerden açılan yamalı bohça haline geldi. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) İsrail’in, Lübnan’a saldırısıyla, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında ağır bir yenilgi alışı, bölgemizin direnen halklar lehine önemli bir fırsat yakalamasına yol açtı. Bu, bölgemize enjekte edilmek istenen yeni düzenin Gerici Araplar önderliğinde (ılımlılar), ABD-İngiliz desteğinde, İsrail değnekçiliği altında yapılanmasına son verdi. İsrail artık yenilmez bir güç değildi ve ABD’nin istediği hizmeti göremezdi. Bir örgüt karşısında dahi tutunamayacak kadar yıpranmış, köksüz bir durumda olduğunu açığa çıkmıştı; İsrail’in belgemizdeki varlığının kalıcı olmayacağı düşüncesi yeniden gündem konusuna yükselmesi bunu gösteren önemli bir belirtiydi.
Bu gelişmeler bölgemiz de özgü değildi. ABD dünyanın her alanında Bush yönetiminin çılgın siyasetlerinin darbeleri altında tecrit olmuştu.
ABD’nin iflas süreci dünyanın her alanında kendini gösterdi. Buna dünya çapında patlak veren mali krizi de eklendiğinde, yer küremizin çok kritik bir kırılma noktasına doğru eğrilmeye başladığından söz etmek yanlış değildi. Bu sürecin son halkalarında suratına atılan ayakkabının iziyle giden Bush yönetimi yerine Obama yönetimi geliyordu.
Obama, ne siyahi renginden ne de demokratların geleneksel politikasından yola çıkarak özgün bir siyasal yönelim sergilemeyecekti. ABD’nin yüksel çıkarları siyasetinin temeli olacaktı. Bu “Obama’cı Umut Tacirleri” başlıklı makalemde özetle şöyle dile getirdim:
“Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.” ( Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Obama yönetimi, ABD’nin yeryüzünde kirlenmiş suretini aklamak amacıyla geliştirdiği yeni politikalar için attığı turlarda, yaptığı açıklamalarda bu kaygıları giderici olmaktan çok uzaktı. Buna rağmen, dünya dengesi öyle kolay kırılacak bir denge değildi. Kendini bir biçimde toparlama dinamiklerini de ihtiyatlarını da içinde barındıran bir dengeydi. Özellikle bölge halkları, Obama’nın latif sözlere toktu ve pratik açısından hiçbir değer taşımadığını on yılların tecrübesi içinde görmüştü. Bölge halkları tarihlerinin hiçbir kesitinde, sorunlarını ciddi bir biçimde aşacak kararlı tarafları bulamadı; çözüm ortakları ortalıkta yoktu. Ortak diye ortaya çıkanların yaptığı tek şey kendi iç politikalarına mesaj için sürecin gerekli söylemlerini dile getirmekten ibarettir. Çoğu kes ise İsrail Başbakanı Netanyahu tantanalı ilanlarla yaptığı basın toplantısındaki (14 Haziran 2009) hayal kırıma oyununu tekrar etti.
Netanyahu, barış için olmazsa olmaz koşul olan Filistinlilerin topraklarına dönme hakkını tanımayacağını, nükleer tersaneleri dururken Filistin devleti için silahlarından arındırılmış bir Filistin istediğini, İsrail devleti hükmü altındaki Filistin Arap halkını tasfiye ederek ırki bir devlet kurmak istediğini açıkladı. Bu savaş kışkırtıcısı, çağdışı saçmalıklara, Beyaz sarayın efendisi Obama da alkış tuttu.
Bölgemizin siyasal denklemlerinde, her şey bir oyun ve aldatma üzerine kurulu gibi ortaya serilmektedir. Özellikle bölge halkalarını hiçe sayan, küçümseyen edaların hükmü siyasi önerme olarak pişirilip ortaya sürülüyor. ABD dış politikasında bölgemizin kaderi böylesi yaklaşımların ağına takılışı, bir kader gibi değişmeden sürüp gidiyor.
Bu kaderde tek başına dış güçleri sorumlu görmek ise gerçekçi değildir. Buna yol açan bölgenin teslimiyetçi, “ılımlı” yönetimleri kendi halkının çıkarlarına aykırı duruşlarını da hesaba katmak gerek. Dış güç iç güçlerin verimli bataklıklarında kendi çıkarlarına köleler oluşturur. Bölgemiz tarihi boylunca bin bir zayıflığın ortamında buna açık olmuştur. Kendi yöntemleriyle hesaplaşmayan halkların bu süreçte paylarını da unutmamak gerek.
Buna rağmen, resmi bir ittifak anlamında olmasa da bölgemize dayatılan bu kadere karşı bir cephenin olduğundan söz etmek yanlış olmayacaktır.
On yıllardır direnenlerin temsil ettiği bir cephe. Bu cephede Direnen Lübnan halkı ve siyasal önderliği, Suriye’nin anti-emperyalist duruşları, özgürlükçü Kürt hareketi, Filistin direnme hareketleri ve İran’ın duruşu sayılabilir. Bu çevre birbiriyle çok yakın ilişki içinde kendi alanlarında mücadeleyi anti-emperyalist çizgide sürdüreme çabasında olmuşlardır. Eski kıstasların çok ötesinde bir biçimlenişe sahip direnme hattında laikler yanı sıra ağırlıklı olarak İslami hareketlerin olması bu kesitin mantığıyla örtüşen bir durumdur.
Irak savaşı ardından, tüm güçleriyle Suriye’yi işgal edeceklerini açıklayan ABD’nin başındaki emperyalist güçler, bu ülkeye akıl almaz baskı ve dayatmalar yaptı. Kırılma noktasına kadar getirdi. İçten ve dıştan bin bir sürtüşme yaratarak provokasyonlar üretti. Yaratıcı anarşinin her aleti kullanıldı; 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik el Hariri’nin katledilmesi örülen uluslar arası komplo sahnelendi. Bu süreç Lübnan iç savaşının körüklenmesiydi, İsrail ise uzun zamandır saldırı için uygun zamanı gözleyerek bekliyordu.
Bu süreçte, Suriye uluslar arası ortamda ambargolara muhatap oldu. Diplomatik tecrit, ekonomik tecrit, askeri baskı ve gerici Arapların kışkırtmasıyla oluşan tabloda kolu kanadı kırılarak can çekişir hale getirilmek istendi. Darbe girişimleri, Kürtlerin haklı istekleri alet edilerek ABD bayraklarıyla kitlesel gösteriler bile organize edildi, Dürzüler Lübnan kaynaklı kışkırtıldı, Müslüman Kardeşler döneminden kalma Alevi Sünni çatışmaları yeniden körüklendi. Ama hiçbir tutmadı.
Suriye, tüm eksikleriyle halkı ve ilerici yönetimi bu baskılara karşı durdu. Emperyalist boyun eğdirme dayatmalarını ret etti. Arap gericiliğinin ilişkilerini kesmesine karşı bu ülke başarıyla Arap zirvesini Şam’da bağladı (29-30 Mart 2008. 20. Arap zirvesi). Dönem başkanlığını bir yıl boyunca yaptı ve bu sıkıştırmalara karşı direndi. Suriye çok zor olanı başardı. Bu gün ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler bölgede “Suriyesiz hiçbir sorun çözülemez” olduğu gerçeğini teslim ederek, gerisin geriye Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeye yöneldi. Suriye mısırla hala gergin olan ilişkilerine karşı, Suudi Arabistan’la geliştirdiği dengeli yaklaşımlarla Lübnan’daki gelişmeleri dizginleme olanağı da yakalamış oldu.
Suriye bölgemizde ne içten ne de dıştan kırılmayan duruşuyla bölgemizin en istikrarlı ülkesi olmaya devem ediyor. Türkiye Suriye ilişkileri bu sürece çok önemli bir dinamik kattığını burada ayrıca belirlemek gerek. İki halk, yönetimlerini de aşan yakınlaşmayı başarabilirlerse (ekonomik, sosyal, kültürel, sivil toplum süreçleri açısından), bu ilişki uzun erimli ve halkların yararını bir ilişki haline gelebilir.
Lübnan’da Hizbullah ve muhalefet güçlerinin 12 Temmuz 2006 savaşındaki başarıları, hak kazanımlarının ve kazanılmış hakların korunmasının tek yolunun direnmek olduğunu göstermişti. Lübnan’da ABD’nin Bush yönetimi her türden devlet protokolünü aşarak yaptıkları müdahale iç savaşı kapılara dayandıran bir hal almıştı. Bu sürecin haklı siyasal kazanımları için Lübnan seçimlerine gidilecekti. Seçim öncesi istikrar Katar’ın başkenti Doha toplantısında ve alınan karalarda bulundu (16 Mayıs 2008). Bush dönemi geride kalıp, Obama dönemine girişle birlikte Lübnan yeni dengelerini seçim sonrasına ertelemiş oldu (seçimler 7 Haziran 2009).
İran ise tüm baskılara karşın, nükleer haklarını koruma kararlılığı gösteriyordu. Baskılara direniyor, nükleer haklarından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Çevresi nükleer silahlarla kuşatılmış İran, tarihi kimliğiyle baskıları ülke birliği ve kitlesel duruşuyla karşılıyordu. Ülke bütünlüğünü önderliğiyle koruyan bu ülke bölgemizin dev bir gücü olarak duruyordu. Ardı arına yaptığı buluşlarla, silah teknolojisinde gösterdiği atakla bu bölgede bende varım diyordu. Bush yönetimi kapanırken İran bir dev olarak yıldızı parlıyordu.
Filistin hareketi Gazze’de direnmiş savaştan alın akıyla çıkmıştı. Filistin halkı özgür olduğu sınırlı alanda tüm zorluklara karşın, İsrail’in istediği gibi girip çıkacağı bir alan değildi. 29 Aralık 2008 de başlayan İsrail saldırısı, 18 Ocak 2009’da, 410 çocuk, 103 kadın toplam 1300’ü aşkın (bilinmeyenler hariç) şehitle kapanıyordu. Öldürmek, İsrail’in işiydi ama bu ona hiçbir şey kazandıramadı hiçbir siyasi hedefi gerçekleşmedi. Tersine bir kez daha “direnmek yaşamaktır” tezini güçlendirdi. Bölgemiz halkları etkin olarak dünya halklarıyla birlikte Filistin halkının yanında yer aldı. Halklar bu barbar devlete karşı duruşunu açıkça ilan etti. Filistin halkının direnmesi, Bush yönetimi göçüp giderken Obama’yı bu etkinlikle karşılıyordu. Haklarının ikamesi için masajını yeterince vermişti.
Bu dönem, tüm soru işaretlerine karşın, tarihi Kürt hareketi Irakta çok önemli mesafeler kat ederek bağımsız bir devlet sürecini yükseltiyordu. Merkezi idareye rağmen kendi kaynakları üzerinde, özel, ikili anlaşmalar yapabilecek bir etkinlikteydi. Türkiye katı tutumlarına karşın, Kürdistan diye bir komşusu olduğu gerçeğini hazmetmesi, bu sürecin ekonomik ganimetinden yararlanmanın tek yoluydu. Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, ABD desteğini mutlak olarak almış haliyle de olsa, Kürt özgürlük hareketi için önemli bir unsurdu. Bu yanıyla direnen halklar kategorisinde yer alan (tüm ihtiyatları göz önüne alarak) bir konum sahipti.
Bu noktada Kürt hareketinin Türkiye boyutunda çok önemli mesafeler kat edildi. Bu mesafeler Türkiye’nin Osmanlı artığı akıl yöntemleriyle, sınır dışı operasyonlara kadar uzanan askeri saldırılanın fiyaskosu ve Kürt halkının Başkanı ve siyasal temsilcileri ardından dik duruşu gibi önemli gelişmeleri gündeme getirdi.
Bir düello gibi sürdürülen 29 Mart 2009 yerel seçimleri, öyle bir zaferle sonuçlandı ki, Kürdistan haritasının sınırları böylece çizilmiş oldu. Kürt halkı, tüm dayatmalara, zorlamalara, rüşvetlere karşın kendi çıkarlarını, siyasi temsilcilerinde gördü. Seçimler böyle sonuçlandı. Herkes boyunun ölçüsünü aldı. Bu süreç devletin Kürt politikasında yeni balans ayarlarını zorladı. Genel Kurmay Başkanı Türk ordusunun kanını donduracak söylemlere zorladı. Türkiye’de halklar vardı, Kürtler ayrı bir halktı ve bunların da hakları vardı…
Bölgemizin direnen halkları Bush yönetimini bu durumda kapatırken, Obama döneminin ABD çıkarlarınca belirlenecek yeni düellolarına hazırlanma sorunuyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu düellonun hazırlıklarıyla ilgili ilk belirtileri Lübnan ve İran’da açığa çıkıyor.
ABD, Obama yönetimiyle birlikte bölgeye farklı bir tarzda gireceği açıktı. Ayın amacın farklı araçlarla ikamesine uğraşılıyordu. Bunun için savaş maliyesinden daha az bir maliyeti harekete geçirmek yetecek gibiydi. Dünyaya yayılmış ve bütçesini heder eden askeri girişimlerden uzak bir perspektifle dış politikasını belirlemek isteyen yeni yönetim, yine her şeyiyle Amerikan çıkarları için insanlığı bir biçimde köleleştirme amacını öne koymuştur. Bunun ilk ipuçları bölgemizde belirmeye başladı bile.
Bölgemizde iki önemli gelişme oldu. Birincisinden kimsenin haberi yok. İkincisinde algılar karmakarışık. Soğuk savaş dönemi kıstaslarıyla mı? Yeni dönemin özgünlüğüyle mi? hangi açıdan bakılarak tutum takınılacaktı. Bu sınav bu gün bölge halkalarını meşgul edecektir.
Birinci gelişme; Lübnan seçimleri.
İkincisi; İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
LÜBNAN SEÇİMLERİ
Lübnan’da 7 Haziran 2009 seçimlerine giderken muhalefet güçleri kesin zafer kazanarak çıkacaklarından emindi. Bölgenin ABD aleyhine dönen kaderinin ilk siyasal zaferinin Lübnan’da tescil edileceği bekleniyordu.
Yaratıcı anarşinin ilk uygulandığı yer olan Lübnan ( Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesi), İsrail’in saldırısıyla da karşı kayrıla kalmış, her alanda yıkıma uğramıştır. Buna rağmen halkı direnmiş, etkinlik göstermiş, İsrail hezimete uğrayarak, ABD’nin tüm planları yıkılmıştı. Arap halkaların umudu olan direnme hareketi arkasında bu dev dalgayı alarak iktidar kapılarına haklı olarak dayanmıştı. Ancak siyasetin kuralları bu bölgede çok farklı oynuyordu.
Lübnan’da seçim sistemi çok karmaşık. Seçmen oyunu genel olarak kullanır ama seçilecek olanlar belli bir din ya da mezhebe ya da Ermeniler gibi azılıkların kotasına mensup olması gereklidir. Böylece genel seçimlerde %50 Hıristiyan ( bunun içinde tüm Hıristiyan mezhepleri dahildir; Maruniler, Ortodokslar, Rum Katolikler, Latinler, Protestanlar vb.) ve Müslümanlar %50 (Bunun içinde Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Aleviler) bulunur. Ayrıca seçim sisteminde, kendi mezhep ve dininden rakipsiz olan aday, seçimsiz seçilmiş olur (tezkiye, zekat olarak). Bu nedenle Nispi sistemin hak dağılımındaki nispi adaleti bu seçimlerde sağlanamaz. Binlerce unsur işin içine girer. Bir taraf halkın çoğunluğunu alsa da azınlığa düşebilir.
Nitekim, seçimlerde direnme güçlerinin siyasal örgütleri, kesinlikle zafer beklerken yeniden muhalefette kalma durumunda oldular. Seçimin kaderini değiştiren, Zahle bölgesi, Eliya Skaf önderliğindeki “Halk Kitlesi” grubu ve Metin bölgesinin Teyyar el Vatani el Hür listesinin kaybetmesidir. Bu listelerde 12 milletvekili kaybedildi. Şii listesi tüm adayları kendi bölgelerinde seçimleri kazandı. Muhalefetin temel direği olarak kendi bölgelerinde eksiksiz kazanmalarına ve ülkede halkın çoğunluğunu almalarına karşın seçim sonucunu değiştiremediler.
Seçimleri, Sünni Refik el Hariri’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Saad El Hariri başkanlığındaki Müstakbel hareketi “öncelikle Lübnan” gurubu kazandı. Bu kazanç halkın azınlığını temsil etmesine karşın seçim sisteminin fırsatını, Suudi Arabistan’ın su gibi akıttığı dolarlarla kazanıldı. 1 milyar doların dağıtıldığı bu küçük ülkede, oy başına 500 dolar fiyat biçildiği tespit edilmiştir. Bu seçimler, ABD için olduğu kadar, Arap gericiliği için yaşamsal önemde bir rekabetin alanıydı. Suudili karlık ailesi tüm ağırlığını koyarak buradan sonuç almak istedi. Bölgemizde gerici Arap yönetimlerinin ağırlıkla üzerinde durduğu bu seçimlerde ayrıca, 160 000 seçmen yurt dışından binlerce uçakla, Lübnan’a taşınıp seçimin kaderini değiştirdiği tespit edildi (Brezilya’dan, Arjantin’den, Avustralya’dan ve Afrika’nın değişik bölgelerinden seçmenler, ABD yanlısı grupların lehine taşınmıştır. 15 günlük bedava tatil ve masraflar da karşılanmıştır). Dünyada eşi almayan bir seçim transferi yaşanmıştır.
ABD, Suudi Arabistan ve Mısır tüm ağırlığıyla, Lübnan’ın direnen güçlerin denetimine girmemesi için her şeylerin ortaya koydular. Bu tıpkı 29 Mart 2009 ülkemiz yerel seçimlerinde Kürt oylarını bölmek için dağıtılan beyaz eşya, mobilya ve rüşvet hamlesi gibi olmuştur. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük talebi karşısında başarısız kalan böylesi bir hamle, Lübnan da sonuç alıyordu.
Seçim sonucu 71 milletvekili ABD ve Arap gericiliği yanlısı kesimlere, 57 millet vekili direnen güçlerin payına düştü. Toplam 128 milletvekilinden oluşan Lübnan parlamentosu, Şiilerin payına düşen Meclis Başkanlığını 25 Aralık 2009 (Perşembe oturumunda 90 oyla yeniden Şii Emel hareketi lideri Nebih Berri’yi seçti. 5. kez meclis başkanı olan Nebih Berri, 1992’den beri meclis başkanıdır).
Seçimler bu haliyle de Lübnan’a nispi bir istikrar getirdi gibidir. Ancak öyle değil. Halk çoğunluğunun muhalefette olması, iktidarın ABD yanlılarınca alınması kaos için kritik bir denge anlamına da geldiği göz önüne alınmalıdır. Bunun ne anlama geleceği ise açıktır. ABD yeni Lübnan yönetimine BM güvenlik konseyinin haksız ve zalim kararları dayatacak, bununla direnen güçlerin silahsızlanması için zorlamada bulunacak, İsrail’i rahatlatacak sınır güvenliklerinin oluşturması yönünde baskı yapacaktır. Bölgemizin Ak denize sınır olan bu küçük ülkenin yeniden bölgeye sıçrama tahtası olarak kullanılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.
Bölgenin enerji kaynaklarının korunması için uzun zamandır Lübnan sahasında konumlanmak isteyen ABD ve diğer emperyalist güçler yeni yönetimi bir kukla olarak kullanıp bu süreçten sonuç almaya çalışacaktır. Sorunlarda bu noktadan itibaren taşıp dökülme durumuna gelecek sorunlar böyle başlayacaktır. İstikrarsızlık, bu küçük ülkenin kaderi olmaya devam edecek bir sonuçla seçimlerini kapatırken, ABD yeni yönetimi kendi çıkarlarına uygun senaryolara muhatap olacaktır.
Lübnan seçimleri, ABD’nin yeni politikası lehine bir sonuç olarak belirdi denebilir. Savaşla başaramadıklarını mal, rüşvet, pay, baskı ve satın alarak başarmış görünüyorlar. Bunu ileriki günlerde doğacak kaosların da habercisi olarak görmek yanlış değildir.
ABD bölgemizde Bush yönetimi sonrası politikaları için açmaya çalıştığı yolu asfaltlama çalışmalarının ilk işareti buradan verilmiş oldu.
Bunu İsrail seçimleri takip etti. Kötünün en kötüsü seçimleri kazanarak bölgede değişmeyen savaş kaderini yenileyen bir bekleyişe sevk etti.
İRAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
İran’da 6. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı (12 Haziran 2009) Bu seçimlere giderken önceki seçimlerin kendine özgü parlamenter yapısıyla kendi kabul sınırları içinde bir demokratik sistem kurduğu varsayımı üzerinde duruluyordu ve bölgedeki İslami gerici Arap yönetimlerinin ebedi iktidar tutkularına karşı bir alternatif gibi duruyordu. Değişen yönetimler başkanlar ve parlamenter dengeler, buna işaret sayılıyordu. Bu seçimlere 4 ayrı adayın katılması da önemli bir veri olarak algılanıyor (Muhmud Ahmedi Nejat, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi, Muhsin Rezai) Başta ölene kadar kalan Velayet el Faqih ( İslam hukuku koruyucusu) dini bir mertebe olarak bunun dışında bir olgu olarak görünüyordu. Şii mezhebine özgü bir yönlendirici, kavuz merkeziydi
İran 2528 yıllık bir devlet geleneğine sahiptir (15 Ekim1971’de yapılan 2500. yıl kuruluş kutlamaları esas alınarak). Bu gelenek kararlı bir devlet yapılanmasının, ezici çoğunluğu Şii olmaktan gelen inanç birliğiyle destekleniyor. İran devrimi bölgemizin en acımasız diktatörlüğü olan şahlığı tarihe gömmüş bölgenin en önemli gericilik gücünü yıkmıştı. Filistin davası başta olmak üzere emperyalistlere karşı sert duruşlarıyla bölge halkaları için önemli bir gelişmeydi.
İran devrimi halkın ezici çoğunluğunca onaylanan İslami cumhuriyetiyle büyük bir kalkınma hamlesi yapmış, teknoloji ve üretim atağına girişmişti. Devrim ardında dayatılan Irak saldırısı, ABD ve dünya emperyalizmiyle el ele veren gerici Arap iktidarlarınca kışkırtılıp desteklendi. Bu savaşın 1,5 milyonluk insan kaybı, Emperyalist çıkarlar için önemsiz bir sayıdan ibaretti. Irak yıkılırken, İran devrimine karşı desteklenen Saddam iktidarının bir önemi kalmamıştı.
İran devrimi düşünce tazeliği içinde ihraç edilebilir bir sunumla dünyaya yayılmak istenince, önemli oranda tepki görüp törpülendi. Bu durumu içe dönük çabaların yoğunluğuna aktarabilen İran, bölgenin en güçlü devleti olacak bir atak geliştirdi. Bölgemizin her köşesinde belli bir etkinlik kazandı. Siyasi ve inanç birliği içinde olanları bir araya toplayabilecek bir çevre oluşturdu. ABD karşısında özellikle de Nükleer araştırma ve bunu barışçıl amaçlarla kullanma hakkını ısrarla savunabilecek bir güç konumuna ulaşmıştı.
İran mazlumdan yana gerek çıkarları gereği gerek, Kerbeladan bu yana gelen inanç geleneklerince yer alışı bölgemizde onu belli bir konuma getirmişti. Direnen örgütlerin yolları Tahranda böylece kesişmeye başladı. Soğuk savaş kıstasları içinde farklı değerlendirilebilecek bu buluşma 21. yy verilerinde anti-emperyalist anlamlar kazanıyordu.
İran bölgenin parlayan bir yıldızıydı. Sünni direniş güçlerine bile karşılıksız uzattığı yardım eli Arap aleminde Şiiliğe karşı İsrail’i tercih edecek kadar aşırı tutumlara da yol açtı.
İlk kez Ürdün’ün seslendirdiği, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı “Şii atom bombası tehlikesi” söylemi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla, İsrail’in Araplardan beklediği teslimiyete kadar bir dizi olguyu birleştiriyordu. Şii Sünni çatışmasını körükleyecek kışkırtmalar bölgeyi ortaçağ mezhep çatışmalarına sürükleyecek bir aymazlık içindeydi. Böylece, “Şii İran” olayı gündeme sokulmuş ve Sünni Arap düşmanlığı için kitlesel taban yaratılmaya çalışılmıştır. Bu koşullar içinde Suriye ile stratejik ittifak yapabilen, Filistin’in direnen örgütleriyle sıkı bağlar kurabilen, Lübnan direnme güçleriyle her türden yardımı sunan önemli bir güç yok edilmek istendi.
Bu dengeler içinde, İran’ın İslami yönelimi anti-emperyalist tutum içinde halklar lehine bir duruş sergiliyordu. İran’a karşı tutum ise ABD yanlısı tutumlarla kesişme halindeydi.
Emperyalist güçlerin bölgemizde, Hindistan’dan Pakistan’a, oradan İsrail’e kadar her yerde inanılmaz nükleer tersanelere dolu olmasına karşın, İran’ın henüz tamamlanmamış ve “barışçıl amaçlarla, enerji ihtiyaçlarına yönelik” nükleer araştırmasına bile yasak koyma girişimleri bitip tükenmez bir tehdit süreci olarak beliriyordu. Savaş tehdidini de içeren bu süreç bölgenin, Irak savaşı sonrası yeniden ağır bir gerginliğe sürüklenmesine yol açtı. Her an bir bölge savaşı çıkar kaygısıyla bölge halkları tehdit altında tutuldu. İran, bu dayatmalara kararlı tutumuyla direndi. Bu dik duruş İran’ın içse bütünlüğünün bir sonucu olarak belirmişti.
Dünyanın en büyük nükleer tersanelerinden birine sahip olan İsrail bile, İran’ın nükleer araştırmalarını kendine “tehdit oluşturuyor” diye bombalayabileceğini açıklayıp duruyordu. Kendi nükleer ve nötron bomba üretimlerine toz kondurmayanların bu ikircimli tutumları bölgemizde ne türden bir bıçak sırtında yaşam olduğunu anlatmaya yeterli olmaktaydı.
İran’ın kararlı duruşu dünya gericiliğine meydan okuyordu. Bu duruş gericiliği sıkıntıya sokan önemli bir engeldi. Bu engeli aşmak için Lübnan seçimlerini ardından gelen İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine yoğun hazırlıklar yapıldı. Özellikle İngilizler tüm imkanlarıyla bunun üzerinde çalıştı. Savaşın, milyarlarca dolarlık bombaların, can kayıplarının yerine, “temiz bir yol” seçiliyordu. Sihirli parola demokrasiydi. Demokrasi adı altında bütün, bin bir parçaya bölünüp birbirine kırdırmakla sonuç alınabilirdi. “Yaratıcı anarşi” tezi tam burada anlamını buluyordu.
Demokrasi, emperyalist çıkarların rahmeti altında çağın en ahlaksız yalanıdır. Bu yalan Irak devletini yerle bir etti; çatışmalı üç ayrı devlet yarattı. Bu güne kadar süren kaosa yol açtı. Sıra İran’daydı. Demokrasi bu ülkeler için bölünmektir, kardeşin kardeşe saldırmasıdır, çatışmalı ortamda kaosun özgürlüğüdür. Savaşla kolay kolay baş edemeyecekleri İran’ı çökertmek için, demokrasi yalanına sarılmayı tercih ettiler.
İran’da demokrasi dedikleri şey bölünmeyi, kaosu, haklarından vazgeçmenin kod adıdır. İran’a önerilen demokrasinin anlamı, bölünüp ufalan, birbiriyle çatışarak takatsiz düşen ve sonunda emperyalistlere yem olmanın yoludur. Arkasında durdukları kesimlerin iktidarda olanlarla ilkesel açıdan hiçbir fark taşımamaları bunun bir göstergesidir. Demokrasi adlı yalan bir USE- GB üretimidir.
Savaş tehditleriyle başaramadıklarını, demokrasi söylemleriyle başarılmaya çalışıyorlar. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki sonuçları dillerine doladılar. 13 milyon oy farkını, sahte oylarla, seçim kalpazanlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Lübnan’da yaptıkları açık sahtekarlığı, seçim demokrasisi olarak yüceltenler, İran’da sahtekarlık çerçevesine asla sığmayacak ölçekteki bu büyük oy farkını, seçim kalpazanlığı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu ikircimli tutum Obama yönetimiyle ABD’nin bölgemizde neler yapmaya hazırlandığına önemli bir işaret gibi duruyor.
İran, artık seçim öncesi İran değildir. Bu sonuç, İran’daki baskı rejimine, İslam’ın uhrevi ilkelerini dünyevi dayatmalar haline getiren bağnazlığına karşı demokrasi adına başarılmış bir sonuç değildir. Ortaya çıkan tabloda kaybeden İran’dır, bölge halklarıdır. Bütünlüklü bir ülke iç çatışmalara sürüklenmiş, direnme takati kırılmıştır. Tartışmasız, maliyetsiz, kazanan tek taraf emperyalistlerdir. Hiç kimse sokaklara dökülenlerin özgürlük için, demokrasi için bir kazanım refleksiyle davrandığını iddia etmesin.
Muhalefetin siyasal programında İran İslam devrim ilkelerinin hiç birine karşı bir duruş yoktur. Velayet el faqih’in (İslam hukuku koruyucusu) siyasal yaptırım gücüne karşı bir siyasal duruş değildir. İran’da kurulu bulunan molla rejimine karşı da bir duruş değildir. Muhalefette önemli oranda molla olduğu ve sık sık fetva verdikleri de bilinmektedir. Şiilikte önemli bir kurum olan Havzeler ve dini mercilerin dünyevi işlerdeki etkinlikleri bir siyasal sistem olarak muhalefetin de tutunduğu bir gelenektir.
ABD için ne İran’ın Molla rejimi ne de Taliban rejimi önemlidir. Önemli olan ABD çıkarlarına teslimiyettir. Bu olunca şeytan bile demokrasi meleği olur; işte Suudi, işte Mısır, işte Ürdün gericiliği, bunlar ABD’nin ve tüm emperyalistlerin göz bebeği yönetimlerdir.
İran iç karışıklıkları, Lübnan ardından gelen bir yarma hareketi oldu. ABD, Bush yönetimiyle kaybettiği mevzileri yaratıcı anarşinin sihirli değneğiyle kazanmaya eğilim gösterdi. Açık savaş yerine, hedef ülkeleri içe taşımalara boğarak, içten birbirine kırdırarak çökertmeyi esas alınmaya başlandı. Gerisi uluslararası insan hakları telalığı, uluslararası demokrasi koruyucularının rahmetine kalmıştı. Bu gün oyun bu sahnelenmektedir.
Bu noktada kimse kimseye İran’da kimden yanasın diye sormasın. Soru İran’la emperyalistler arasındaki mücadelede kimden yanasın olmaktadır. Ne Ahmedi Nejat ne de Mir Hüseyin Musevi sorunun tarafları değildir.
Bölgemizdeki bu gelişmeler, etkisi on yıllar sürecek süreçlerin ana verilerini bağrında taşımaktadır. Süreç bu gelişmelerin temel algılarınca çözümlenmeli ve bölgemizde kesilmeden devam eden tarihi dış müdahalelerin yaratacağı tehlikelere dikkat edilmelidir. Bir ölüm denklemi kurulmaktadır. Kendi kendine harakiri yöntemidir bu gelişmeler. Emperyalist çıkarlara engel teşkil eden her ülke içten vurulacak. İntihara sürüklenecektir.
Bu yaman çelişkiyi durdurmak için, her ülke daha çok özgürlükle kendini yeniden yapılandırmanın yollarını bulmalı, iç sorunlarını çatışmaya ulaştırmadan çözüm için kapalı kanalları açmalı statülerde takılı kalmayı terk etmelidir.
Ortak ülkemiz bu gerçeğin muhasebesiyle karşı karşı bulunmaktadır. Bölge sorunlarından bağımsız olmayan sorunlarımızı aşmak için daha çok özgürlük, daha çok demokrasiyi kalıcı bir yapılanmaya dönüştürmek gereklidir.
29 Haziran 2009
BUSH YÖNETİMİ
KAPANIRKEN BÖLGEMİZDE DURUM
ABD, Bush yönetiminin ağır yenilgisiyle bölgemizde kolu kanadı kırıldı. Nereyi kapatmak istedilerse, başka bir yerden açılan yamalı bohça haline geldi. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) İsrail’in, Lübnan’a saldırısıyla, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında ağır bir yenilgi alışı, bölgemizin direnen halklar lehine önemli bir fırsat yakalamasına yol açtı. Bu, bölgemize enjekte edilmek istenen yeni düzenin Gerici Araplar önderliğinde (ılımlılar), ABD-İngiliz desteğinde, İsrail değnekçiliği altında yapılanmasına son verdi. İsrail artık yenilmez bir güç değildi ve ABD’nin istediği hizmeti göremezdi. Bir örgüt karşısında dahi tutunamayacak kadar yıpranmış, köksüz bir durumda olduğunu açığa çıkmıştı; İsrail’in belgemizdeki varlığının kalıcı olmayacağı düşüncesi yeniden gündem konusuna yükselmesi bunu gösteren önemli bir belirtiydi.
Bu gelişmeler bölgemiz de özgü değildi. ABD dünyanın her alanında Bush yönetiminin çılgın siyasetlerinin darbeleri altında tecrit olmuştu.
ABD’nin iflas süreci dünyanın her alanında kendini gösterdi. Buna dünya çapında patlak veren mali krizi de eklendiğinde, yer küremizin çok kritik bir kırılma noktasına doğru eğrilmeye başladığından söz etmek yanlış değildi. Bu sürecin son halkalarında suratına atılan ayakkabının iziyle giden Bush yönetimi yerine Obama yönetimi geliyordu.
Obama, ne siyahi renginden ne de demokratların geleneksel politikasından yola çıkarak özgün bir siyasal yönelim sergilemeyecekti. ABD’nin yüksel çıkarları siyasetinin temeli olacaktı. Bu “Obama’cı Umut Tacirleri” başlıklı makalemde özetle şöyle dile getirdim:
“Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.” ( Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Obama yönetimi, ABD’nin yeryüzünde kirlenmiş suretini aklamak amacıyla geliştirdiği yeni politikalar için attığı turlarda, yaptığı açıklamalarda bu kaygıları giderici olmaktan çok uzaktı. Buna rağmen, dünya dengesi öyle kolay kırılacak bir denge değildi. Kendini bir biçimde toparlama dinamiklerini de ihtiyatlarını da içinde barındıran bir dengeydi. Özellikle bölge halkları, Obama’nın latif sözlere toktu ve pratik açısından hiçbir değer taşımadığını on yılların tecrübesi içinde görmüştü. Bölge halkları tarihlerinin hiçbir kesitinde, sorunlarını ciddi bir biçimde aşacak kararlı tarafları bulamadı; çözüm ortakları ortalıkta yoktu. Ortak diye ortaya çıkanların yaptığı tek şey kendi iç politikalarına mesaj için sürecin gerekli söylemlerini dile getirmekten ibarettir. Çoğu kes ise İsrail Başbakanı Netanyahu tantanalı ilanlarla yaptığı basın toplantısındaki (14 Haziran 2009) hayal kırıma oyununu tekrar etti.
Netanyahu, barış için olmazsa olmaz koşul olan Filistinlilerin topraklarına dönme hakkını tanımayacağını, nükleer tersaneleri dururken Filistin devleti için silahlarından arındırılmış bir Filistin istediğini, İsrail devleti hükmü altındaki Filistin Arap halkını tasfiye ederek ırki bir devlet kurmak istediğini açıkladı. Bu savaş kışkırtıcısı, çağdışı saçmalıklara, Beyaz sarayın efendisi Obama da alkış tuttu.
Bölgemizin siyasal denklemlerinde, her şey bir oyun ve aldatma üzerine kurulu gibi ortaya serilmektedir. Özellikle bölge halkalarını hiçe sayan, küçümseyen edaların hükmü siyasi önerme olarak pişirilip ortaya sürülüyor. ABD dış politikasında bölgemizin kaderi böylesi yaklaşımların ağına takılışı, bir kader gibi değişmeden sürüp gidiyor.
Bu kaderde tek başına dış güçleri sorumlu görmek ise gerçekçi değildir. Buna yol açan bölgenin teslimiyetçi, “ılımlı” yönetimleri kendi halkının çıkarlarına aykırı duruşlarını da hesaba katmak gerek. Dış güç iç güçlerin verimli bataklıklarında kendi çıkarlarına köleler oluşturur. Bölgemiz tarihi boylunca bin bir zayıflığın ortamında buna açık olmuştur. Kendi yöntemleriyle hesaplaşmayan halkların bu süreçte paylarını da unutmamak gerek.
Buna rağmen, resmi bir ittifak anlamında olmasa da bölgemize dayatılan bu kadere karşı bir cephenin olduğundan söz etmek yanlış olmayacaktır.
On yıllardır direnenlerin temsil ettiği bir cephe. Bu cephede Direnen Lübnan halkı ve siyasal önderliği, Suriye’nin anti-emperyalist duruşları, özgürlükçü Kürt hareketi, Filistin direnme hareketleri ve İran’ın duruşu sayılabilir. Bu çevre birbiriyle çok yakın ilişki içinde kendi alanlarında mücadeleyi anti-emperyalist çizgide sürdüreme çabasında olmuşlardır. Eski kıstasların çok ötesinde bir biçimlenişe sahip direnme hattında laikler yanı sıra ağırlıklı olarak İslami hareketlerin olması bu kesitin mantığıyla örtüşen bir durumdur.
Irak savaşı ardından, tüm güçleriyle Suriye’yi işgal edeceklerini açıklayan ABD’nin başındaki emperyalist güçler, bu ülkeye akıl almaz baskı ve dayatmalar yaptı. Kırılma noktasına kadar getirdi. İçten ve dıştan bin bir sürtüşme yaratarak provokasyonlar üretti. Yaratıcı anarşinin her aleti kullanıldı; 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik el Hariri’nin katledilmesi örülen uluslar arası komplo sahnelendi. Bu süreç Lübnan iç savaşının körüklenmesiydi, İsrail ise uzun zamandır saldırı için uygun zamanı gözleyerek bekliyordu.
Bu süreçte, Suriye uluslar arası ortamda ambargolara muhatap oldu. Diplomatik tecrit, ekonomik tecrit, askeri baskı ve gerici Arapların kışkırtmasıyla oluşan tabloda kolu kanadı kırılarak can çekişir hale getirilmek istendi. Darbe girişimleri, Kürtlerin haklı istekleri alet edilerek ABD bayraklarıyla kitlesel gösteriler bile organize edildi, Dürzüler Lübnan kaynaklı kışkırtıldı, Müslüman Kardeşler döneminden kalma Alevi Sünni çatışmaları yeniden körüklendi. Ama hiçbir tutmadı.
Suriye, tüm eksikleriyle halkı ve ilerici yönetimi bu baskılara karşı durdu. Emperyalist boyun eğdirme dayatmalarını ret etti. Arap gericiliğinin ilişkilerini kesmesine karşı bu ülke başarıyla Arap zirvesini Şam’da bağladı (29-30 Mart 2008. 20. Arap zirvesi). Dönem başkanlığını bir yıl boyunca yaptı ve bu sıkıştırmalara karşı direndi. Suriye çok zor olanı başardı. Bu gün ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler bölgede “Suriyesiz hiçbir sorun çözülemez” olduğu gerçeğini teslim ederek, gerisin geriye Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeye yöneldi. Suriye mısırla hala gergin olan ilişkilerine karşı, Suudi Arabistan’la geliştirdiği dengeli yaklaşımlarla Lübnan’daki gelişmeleri dizginleme olanağı da yakalamış oldu.
Suriye bölgemizde ne içten ne de dıştan kırılmayan duruşuyla bölgemizin en istikrarlı ülkesi olmaya devem ediyor. Türkiye Suriye ilişkileri bu sürece çok önemli bir dinamik kattığını burada ayrıca belirlemek gerek. İki halk, yönetimlerini de aşan yakınlaşmayı başarabilirlerse (ekonomik, sosyal, kültürel, sivil toplum süreçleri açısından), bu ilişki uzun erimli ve halkların yararını bir ilişki haline gelebilir.
Lübnan’da Hizbullah ve muhalefet güçlerinin 12 Temmuz 2006 savaşındaki başarıları, hak kazanımlarının ve kazanılmış hakların korunmasının tek yolunun direnmek olduğunu göstermişti. Lübnan’da ABD’nin Bush yönetimi her türden devlet protokolünü aşarak yaptıkları müdahale iç savaşı kapılara dayandıran bir hal almıştı. Bu sürecin haklı siyasal kazanımları için Lübnan seçimlerine gidilecekti. Seçim öncesi istikrar Katar’ın başkenti Doha toplantısında ve alınan karalarda bulundu (16 Mayıs 2008). Bush dönemi geride kalıp, Obama dönemine girişle birlikte Lübnan yeni dengelerini seçim sonrasına ertelemiş oldu (seçimler 7 Haziran 2009).
İran ise tüm baskılara karşın, nükleer haklarını koruma kararlılığı gösteriyordu. Baskılara direniyor, nükleer haklarından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Çevresi nükleer silahlarla kuşatılmış İran, tarihi kimliğiyle baskıları ülke birliği ve kitlesel duruşuyla karşılıyordu. Ülke bütünlüğünü önderliğiyle koruyan bu ülke bölgemizin dev bir gücü olarak duruyordu. Ardı arına yaptığı buluşlarla, silah teknolojisinde gösterdiği atakla bu bölgede bende varım diyordu. Bush yönetimi kapanırken İran bir dev olarak yıldızı parlıyordu.
Filistin hareketi Gazze’de direnmiş savaştan alın akıyla çıkmıştı. Filistin halkı özgür olduğu sınırlı alanda tüm zorluklara karşın, İsrail’in istediği gibi girip çıkacağı bir alan değildi. 29 Aralık 2008 de başlayan İsrail saldırısı, 18 Ocak 2009’da, 410 çocuk, 103 kadın toplam 1300’ü aşkın (bilinmeyenler hariç) şehitle kapanıyordu. Öldürmek, İsrail’in işiydi ama bu ona hiçbir şey kazandıramadı hiçbir siyasi hedefi gerçekleşmedi. Tersine bir kez daha “direnmek yaşamaktır” tezini güçlendirdi. Bölgemiz halkları etkin olarak dünya halklarıyla birlikte Filistin halkının yanında yer aldı. Halklar bu barbar devlete karşı duruşunu açıkça ilan etti. Filistin halkının direnmesi, Bush yönetimi göçüp giderken Obama’yı bu etkinlikle karşılıyordu. Haklarının ikamesi için masajını yeterince vermişti.
Bu dönem, tüm soru işaretlerine karşın, tarihi Kürt hareketi Irakta çok önemli mesafeler kat ederek bağımsız bir devlet sürecini yükseltiyordu. Merkezi idareye rağmen kendi kaynakları üzerinde, özel, ikili anlaşmalar yapabilecek bir etkinlikteydi. Türkiye katı tutumlarına karşın, Kürdistan diye bir komşusu olduğu gerçeğini hazmetmesi, bu sürecin ekonomik ganimetinden yararlanmanın tek yoluydu. Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, ABD desteğini mutlak olarak almış haliyle de olsa, Kürt özgürlük hareketi için önemli bir unsurdu. Bu yanıyla direnen halklar kategorisinde yer alan (tüm ihtiyatları göz önüne alarak) bir konum sahipti.
Bu noktada Kürt hareketinin Türkiye boyutunda çok önemli mesafeler kat edildi. Bu mesafeler Türkiye’nin Osmanlı artığı akıl yöntemleriyle, sınır dışı operasyonlara kadar uzanan askeri saldırılanın fiyaskosu ve Kürt halkının Başkanı ve siyasal temsilcileri ardından dik duruşu gibi önemli gelişmeleri gündeme getirdi.
Bir düello gibi sürdürülen 29 Mart 2009 yerel seçimleri, öyle bir zaferle sonuçlandı ki, Kürdistan haritasının sınırları böylece çizilmiş oldu. Kürt halkı, tüm dayatmalara, zorlamalara, rüşvetlere karşın kendi çıkarlarını, siyasi temsilcilerinde gördü. Seçimler böyle sonuçlandı. Herkes boyunun ölçüsünü aldı. Bu süreç devletin Kürt politikasında yeni balans ayarlarını zorladı. Genel Kurmay Başkanı Türk ordusunun kanını donduracak söylemlere zorladı. Türkiye’de halklar vardı, Kürtler ayrı bir halktı ve bunların da hakları vardı…
Bölgemizin direnen halkları Bush yönetimini bu durumda kapatırken, Obama döneminin ABD çıkarlarınca belirlenecek yeni düellolarına hazırlanma sorunuyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu düellonun hazırlıklarıyla ilgili ilk belirtileri Lübnan ve İran’da açığa çıkıyor.
ABD, Obama yönetimiyle birlikte bölgeye farklı bir tarzda gireceği açıktı. Ayın amacın farklı araçlarla ikamesine uğraşılıyordu. Bunun için savaş maliyesinden daha az bir maliyeti harekete geçirmek yetecek gibiydi. Dünyaya yayılmış ve bütçesini heder eden askeri girişimlerden uzak bir perspektifle dış politikasını belirlemek isteyen yeni yönetim, yine her şeyiyle Amerikan çıkarları için insanlığı bir biçimde köleleştirme amacını öne koymuştur. Bunun ilk ipuçları bölgemizde belirmeye başladı bile.
Bölgemizde iki önemli gelişme oldu. Birincisinden kimsenin haberi yok. İkincisinde algılar karmakarışık. Soğuk savaş dönemi kıstaslarıyla mı? Yeni dönemin özgünlüğüyle mi? hangi açıdan bakılarak tutum takınılacaktı. Bu sınav bu gün bölge halkalarını meşgul edecektir.
Birinci gelişme; Lübnan seçimleri.
İkincisi; İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
LÜBNAN SEÇİMLERİ
Lübnan’da 7 Haziran 2009 seçimlerine giderken muhalefet güçleri kesin zafer kazanarak çıkacaklarından emindi. Bölgenin ABD aleyhine dönen kaderinin ilk siyasal zaferinin Lübnan’da tescil edileceği bekleniyordu.
Yaratıcı anarşinin ilk uygulandığı yer olan Lübnan ( Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesi), İsrail’in saldırısıyla da karşı kayrıla kalmış, her alanda yıkıma uğramıştır. Buna rağmen halkı direnmiş, etkinlik göstermiş, İsrail hezimete uğrayarak, ABD’nin tüm planları yıkılmıştı. Arap halkaların umudu olan direnme hareketi arkasında bu dev dalgayı alarak iktidar kapılarına haklı olarak dayanmıştı. Ancak siyasetin kuralları bu bölgede çok farklı oynuyordu.
Lübnan’da seçim sistemi çok karmaşık. Seçmen oyunu genel olarak kullanır ama seçilecek olanlar belli bir din ya da mezhebe ya da Ermeniler gibi azılıkların kotasına mensup olması gereklidir. Böylece genel seçimlerde %50 Hıristiyan ( bunun içinde tüm Hıristiyan mezhepleri dahildir; Maruniler, Ortodokslar, Rum Katolikler, Latinler, Protestanlar vb.) ve Müslümanlar %50 (Bunun içinde Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Aleviler) bulunur. Ayrıca seçim sisteminde, kendi mezhep ve dininden rakipsiz olan aday, seçimsiz seçilmiş olur (tezkiye, zekat olarak). Bu nedenle Nispi sistemin hak dağılımındaki nispi adaleti bu seçimlerde sağlanamaz. Binlerce unsur işin içine girer. Bir taraf halkın çoğunluğunu alsa da azınlığa düşebilir.
Nitekim, seçimlerde direnme güçlerinin siyasal örgütleri, kesinlikle zafer beklerken yeniden muhalefette kalma durumunda oldular. Seçimin kaderini değiştiren, Zahle bölgesi, Eliya Skaf önderliğindeki “Halk Kitlesi” grubu ve Metin bölgesinin Teyyar el Vatani el Hür listesinin kaybetmesidir. Bu listelerde 12 milletvekili kaybedildi. Şii listesi tüm adayları kendi bölgelerinde seçimleri kazandı. Muhalefetin temel direği olarak kendi bölgelerinde eksiksiz kazanmalarına ve ülkede halkın çoğunluğunu almalarına karşın seçim sonucunu değiştiremediler.
Seçimleri, Sünni Refik el Hariri’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Saad El Hariri başkanlığındaki Müstakbel hareketi “öncelikle Lübnan” gurubu kazandı. Bu kazanç halkın azınlığını temsil etmesine karşın seçim sisteminin fırsatını, Suudi Arabistan’ın su gibi akıttığı dolarlarla kazanıldı. 1 milyar doların dağıtıldığı bu küçük ülkede, oy başına 500 dolar fiyat biçildiği tespit edilmiştir. Bu seçimler, ABD için olduğu kadar, Arap gericiliği için yaşamsal önemde bir rekabetin alanıydı. Suudili karlık ailesi tüm ağırlığını koyarak buradan sonuç almak istedi. Bölgemizde gerici Arap yönetimlerinin ağırlıkla üzerinde durduğu bu seçimlerde ayrıca, 160 000 seçmen yurt dışından binlerce uçakla, Lübnan’a taşınıp seçimin kaderini değiştirdiği tespit edildi (Brezilya’dan, Arjantin’den, Avustralya’dan ve Afrika’nın değişik bölgelerinden seçmenler, ABD yanlısı grupların lehine taşınmıştır. 15 günlük bedava tatil ve masraflar da karşılanmıştır). Dünyada eşi almayan bir seçim transferi yaşanmıştır.
ABD, Suudi Arabistan ve Mısır tüm ağırlığıyla, Lübnan’ın direnen güçlerin denetimine girmemesi için her şeylerin ortaya koydular. Bu tıpkı 29 Mart 2009 ülkemiz yerel seçimlerinde Kürt oylarını bölmek için dağıtılan beyaz eşya, mobilya ve rüşvet hamlesi gibi olmuştur. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük talebi karşısında başarısız kalan böylesi bir hamle, Lübnan da sonuç alıyordu.
Seçim sonucu 71 milletvekili ABD ve Arap gericiliği yanlısı kesimlere, 57 millet vekili direnen güçlerin payına düştü. Toplam 128 milletvekilinden oluşan Lübnan parlamentosu, Şiilerin payına düşen Meclis Başkanlığını 25 Aralık 2009 (Perşembe oturumunda 90 oyla yeniden Şii Emel hareketi lideri Nebih Berri’yi seçti. 5. kez meclis başkanı olan Nebih Berri, 1992’den beri meclis başkanıdır).
Seçimler bu haliyle de Lübnan’a nispi bir istikrar getirdi gibidir. Ancak öyle değil. Halk çoğunluğunun muhalefette olması, iktidarın ABD yanlılarınca alınması kaos için kritik bir denge anlamına da geldiği göz önüne alınmalıdır. Bunun ne anlama geleceği ise açıktır. ABD yeni Lübnan yönetimine BM güvenlik konseyinin haksız ve zalim kararları dayatacak, bununla direnen güçlerin silahsızlanması için zorlamada bulunacak, İsrail’i rahatlatacak sınır güvenliklerinin oluşturması yönünde baskı yapacaktır. Bölgemizin Ak denize sınır olan bu küçük ülkenin yeniden bölgeye sıçrama tahtası olarak kullanılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.
Bölgenin enerji kaynaklarının korunması için uzun zamandır Lübnan sahasında konumlanmak isteyen ABD ve diğer emperyalist güçler yeni yönetimi bir kukla olarak kullanıp bu süreçten sonuç almaya çalışacaktır. Sorunlarda bu noktadan itibaren taşıp dökülme durumuna gelecek sorunlar böyle başlayacaktır. İstikrarsızlık, bu küçük ülkenin kaderi olmaya devam edecek bir sonuçla seçimlerini kapatırken, ABD yeni yönetimi kendi çıkarlarına uygun senaryolara muhatap olacaktır.
Lübnan seçimleri, ABD’nin yeni politikası lehine bir sonuç olarak belirdi denebilir. Savaşla başaramadıklarını mal, rüşvet, pay, baskı ve satın alarak başarmış görünüyorlar. Bunu ileriki günlerde doğacak kaosların da habercisi olarak görmek yanlış değildir.
ABD bölgemizde Bush yönetimi sonrası politikaları için açmaya çalıştığı yolu asfaltlama çalışmalarının ilk işareti buradan verilmiş oldu.
Bunu İsrail seçimleri takip etti. Kötünün en kötüsü seçimleri kazanarak bölgede değişmeyen savaş kaderini yenileyen bir bekleyişe sevk etti.
İRAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
İran’da 6. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı (12 Haziran 2009) Bu seçimlere giderken önceki seçimlerin kendine özgü parlamenter yapısıyla kendi kabul sınırları içinde bir demokratik sistem kurduğu varsayımı üzerinde duruluyordu ve bölgedeki İslami gerici Arap yönetimlerinin ebedi iktidar tutkularına karşı bir alternatif gibi duruyordu. Değişen yönetimler başkanlar ve parlamenter dengeler, buna işaret sayılıyordu. Bu seçimlere 4 ayrı adayın katılması da önemli bir veri olarak algılanıyor (Muhmud Ahmedi Nejat, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi, Muhsin Rezai) Başta ölene kadar kalan Velayet el Faqih ( İslam hukuku koruyucusu) dini bir mertebe olarak bunun dışında bir olgu olarak görünüyordu. Şii mezhebine özgü bir yönlendirici, kavuz merkeziydi
İran 2528 yıllık bir devlet geleneğine sahiptir (15 Ekim1971’de yapılan 2500. yıl kuruluş kutlamaları esas alınarak). Bu gelenek kararlı bir devlet yapılanmasının, ezici çoğunluğu Şii olmaktan gelen inanç birliğiyle destekleniyor. İran devrimi bölgemizin en acımasız diktatörlüğü olan şahlığı tarihe gömmüş bölgenin en önemli gericilik gücünü yıkmıştı. Filistin davası başta olmak üzere emperyalistlere karşı sert duruşlarıyla bölge halkaları için önemli bir gelişmeydi.
İran devrimi halkın ezici çoğunluğunca onaylanan İslami cumhuriyetiyle büyük bir kalkınma hamlesi yapmış, teknoloji ve üretim atağına girişmişti. Devrim ardında dayatılan Irak saldırısı, ABD ve dünya emperyalizmiyle el ele veren gerici Arap iktidarlarınca kışkırtılıp desteklendi. Bu savaşın 1,5 milyonluk insan kaybı, Emperyalist çıkarlar için önemsiz bir sayıdan ibaretti. Irak yıkılırken, İran devrimine karşı desteklenen Saddam iktidarının bir önemi kalmamıştı.
İran devrimi düşünce tazeliği içinde ihraç edilebilir bir sunumla dünyaya yayılmak istenince, önemli oranda tepki görüp törpülendi. Bu durumu içe dönük çabaların yoğunluğuna aktarabilen İran, bölgenin en güçlü devleti olacak bir atak geliştirdi. Bölgemizin her köşesinde belli bir etkinlik kazandı. Siyasi ve inanç birliği içinde olanları bir araya toplayabilecek bir çevre oluşturdu. ABD karşısında özellikle de Nükleer araştırma ve bunu barışçıl amaçlarla kullanma hakkını ısrarla savunabilecek bir güç konumuna ulaşmıştı.
İran mazlumdan yana gerek çıkarları gereği gerek, Kerbeladan bu yana gelen inanç geleneklerince yer alışı bölgemizde onu belli bir konuma getirmişti. Direnen örgütlerin yolları Tahranda böylece kesişmeye başladı. Soğuk savaş kıstasları içinde farklı değerlendirilebilecek bu buluşma 21. yy verilerinde anti-emperyalist anlamlar kazanıyordu.
İran bölgenin parlayan bir yıldızıydı. Sünni direniş güçlerine bile karşılıksız uzattığı yardım eli Arap aleminde Şiiliğe karşı İsrail’i tercih edecek kadar aşırı tutumlara da yol açtı.
İlk kez Ürdün’ün seslendirdiği, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı “Şii atom bombası tehlikesi” söylemi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla, İsrail’in Araplardan beklediği teslimiyete kadar bir dizi olguyu birleştiriyordu. Şii Sünni çatışmasını körükleyecek kışkırtmalar bölgeyi ortaçağ mezhep çatışmalarına sürükleyecek bir aymazlık içindeydi. Böylece, “Şii İran” olayı gündeme sokulmuş ve Sünni Arap düşmanlığı için kitlesel taban yaratılmaya çalışılmıştır. Bu koşullar içinde Suriye ile stratejik ittifak yapabilen, Filistin’in direnen örgütleriyle sıkı bağlar kurabilen, Lübnan direnme güçleriyle her türden yardımı sunan önemli bir güç yok edilmek istendi.
Bu dengeler içinde, İran’ın İslami yönelimi anti-emperyalist tutum içinde halklar lehine bir duruş sergiliyordu. İran’a karşı tutum ise ABD yanlısı tutumlarla kesişme halindeydi.
Emperyalist güçlerin bölgemizde, Hindistan’dan Pakistan’a, oradan İsrail’e kadar her yerde inanılmaz nükleer tersanelere dolu olmasına karşın, İran’ın henüz tamamlanmamış ve “barışçıl amaçlarla, enerji ihtiyaçlarına yönelik” nükleer araştırmasına bile yasak koyma girişimleri bitip tükenmez bir tehdit süreci olarak beliriyordu. Savaş tehdidini de içeren bu süreç bölgenin, Irak savaşı sonrası yeniden ağır bir gerginliğe sürüklenmesine yol açtı. Her an bir bölge savaşı çıkar kaygısıyla bölge halkları tehdit altında tutuldu. İran, bu dayatmalara kararlı tutumuyla direndi. Bu dik duruş İran’ın içse bütünlüğünün bir sonucu olarak belirmişti.
Dünyanın en büyük nükleer tersanelerinden birine sahip olan İsrail bile, İran’ın nükleer araştırmalarını kendine “tehdit oluşturuyor” diye bombalayabileceğini açıklayıp duruyordu. Kendi nükleer ve nötron bomba üretimlerine toz kondurmayanların bu ikircimli tutumları bölgemizde ne türden bir bıçak sırtında yaşam olduğunu anlatmaya yeterli olmaktaydı.
İran’ın kararlı duruşu dünya gericiliğine meydan okuyordu. Bu duruş gericiliği sıkıntıya sokan önemli bir engeldi. Bu engeli aşmak için Lübnan seçimlerini ardından gelen İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine yoğun hazırlıklar yapıldı. Özellikle İngilizler tüm imkanlarıyla bunun üzerinde çalıştı. Savaşın, milyarlarca dolarlık bombaların, can kayıplarının yerine, “temiz bir yol” seçiliyordu. Sihirli parola demokrasiydi. Demokrasi adı altında bütün, bin bir parçaya bölünüp birbirine kırdırmakla sonuç alınabilirdi. “Yaratıcı anarşi” tezi tam burada anlamını buluyordu.
Demokrasi, emperyalist çıkarların rahmeti altında çağın en ahlaksız yalanıdır. Bu yalan Irak devletini yerle bir etti; çatışmalı üç ayrı devlet yarattı. Bu güne kadar süren kaosa yol açtı. Sıra İran’daydı. Demokrasi bu ülkeler için bölünmektir, kardeşin kardeşe saldırmasıdır, çatışmalı ortamda kaosun özgürlüğüdür. Savaşla kolay kolay baş edemeyecekleri İran’ı çökertmek için, demokrasi yalanına sarılmayı tercih ettiler.
İran’da demokrasi dedikleri şey bölünmeyi, kaosu, haklarından vazgeçmenin kod adıdır. İran’a önerilen demokrasinin anlamı, bölünüp ufalan, birbiriyle çatışarak takatsiz düşen ve sonunda emperyalistlere yem olmanın yoludur. Arkasında durdukları kesimlerin iktidarda olanlarla ilkesel açıdan hiçbir fark taşımamaları bunun bir göstergesidir. Demokrasi adlı yalan bir USE- GB üretimidir.
Savaş tehditleriyle başaramadıklarını, demokrasi söylemleriyle başarılmaya çalışıyorlar. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki sonuçları dillerine doladılar. 13 milyon oy farkını, sahte oylarla, seçim kalpazanlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Lübnan’da yaptıkları açık sahtekarlığı, seçim demokrasisi olarak yüceltenler, İran’da sahtekarlık çerçevesine asla sığmayacak ölçekteki bu büyük oy farkını, seçim kalpazanlığı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu ikircimli tutum Obama yönetimiyle ABD’nin bölgemizde neler yapmaya hazırlandığına önemli bir işaret gibi duruyor.
İran, artık seçim öncesi İran değildir. Bu sonuç, İran’daki baskı rejimine, İslam’ın uhrevi ilkelerini dünyevi dayatmalar haline getiren bağnazlığına karşı demokrasi adına başarılmış bir sonuç değildir. Ortaya çıkan tabloda kaybeden İran’dır, bölge halklarıdır. Bütünlüklü bir ülke iç çatışmalara sürüklenmiş, direnme takati kırılmıştır. Tartışmasız, maliyetsiz, kazanan tek taraf emperyalistlerdir. Hiç kimse sokaklara dökülenlerin özgürlük için, demokrasi için bir kazanım refleksiyle davrandığını iddia etmesin.
Muhalefetin siyasal programında İran İslam devrim ilkelerinin hiç birine karşı bir duruş yoktur. Velayet el faqih’in (İslam hukuku koruyucusu) siyasal yaptırım gücüne karşı bir siyasal duruş değildir. İran’da kurulu bulunan molla rejimine karşı da bir duruş değildir. Muhalefette önemli oranda molla olduğu ve sık sık fetva verdikleri de bilinmektedir. Şiilikte önemli bir kurum olan Havzeler ve dini mercilerin dünyevi işlerdeki etkinlikleri bir siyasal sistem olarak muhalefetin de tutunduğu bir gelenektir.
ABD için ne İran’ın Molla rejimi ne de Taliban rejimi önemlidir. Önemli olan ABD çıkarlarına teslimiyettir. Bu olunca şeytan bile demokrasi meleği olur; işte Suudi, işte Mısır, işte Ürdün gericiliği, bunlar ABD’nin ve tüm emperyalistlerin göz bebeği yönetimlerdir.
İran iç karışıklıkları, Lübnan ardından gelen bir yarma hareketi oldu. ABD, Bush yönetimiyle kaybettiği mevzileri yaratıcı anarşinin sihirli değneğiyle kazanmaya eğilim gösterdi. Açık savaş yerine, hedef ülkeleri içe taşımalara boğarak, içten birbirine kırdırarak çökertmeyi esas alınmaya başlandı. Gerisi uluslararası insan hakları telalığı, uluslararası demokrasi koruyucularının rahmetine kalmıştı. Bu gün oyun bu sahnelenmektedir.
Bu noktada kimse kimseye İran’da kimden yanasın diye sormasın. Soru İran’la emperyalistler arasındaki mücadelede kimden yanasın olmaktadır. Ne Ahmedi Nejat ne de Mir Hüseyin Musevi sorunun tarafları değildir.
Bölgemizdeki bu gelişmeler, etkisi on yıllar sürecek süreçlerin ana verilerini bağrında taşımaktadır. Süreç bu gelişmelerin temel algılarınca çözümlenmeli ve bölgemizde kesilmeden devam eden tarihi dış müdahalelerin yaratacağı tehlikelere dikkat edilmelidir. Bir ölüm denklemi kurulmaktadır. Kendi kendine harakiri yöntemidir bu gelişmeler. Emperyalist çıkarlara engel teşkil eden her ülke içten vurulacak. İntihara sürüklenecektir.
Bu yaman çelişkiyi durdurmak için, her ülke daha çok özgürlükle kendini yeniden yapılandırmanın yollarını bulmalı, iç sorunlarını çatışmaya ulaştırmadan çözüm için kapalı kanalları açmalı statülerde takılı kalmayı terk etmelidir.
Ortak ülkemiz bu gerçeğin muhasebesiyle karşı karşı bulunmaktadır. Bölge sorunlarından bağımsız olmayan sorunlarımızı aşmak için daha çok özgürlük, daha çok demokrasiyi kalıcı bir yapılanmaya dönüştürmek gereklidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder