HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

28 Haziran 2009 Pazar

BÖLGEMİZİN ÖNEMLİ İKİ GELİŞMESİ

Mihrac Ural
29 Haziran 2009


BUSH YÖNETİMİ
KAPANIRKEN BÖLGEMİZDE DURUM


ABD, Bush yönetiminin ağır yenilgisiyle bölgemizde kolu kanadı kırıldı. Nereyi kapatmak istedilerse, başka bir yerden açılan yamalı bohça haline geldi. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) İsrail’in, Lübnan’a saldırısıyla, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında ağır bir yenilgi alışı, bölgemizin direnen halklar lehine önemli bir fırsat yakalamasına yol açtı. Bu, bölgemize enjekte edilmek istenen yeni düzenin Gerici Araplar önderliğinde (ılımlılar), ABD-İngiliz desteğinde, İsrail değnekçiliği altında yapılanmasına son verdi. İsrail artık yenilmez bir güç değildi ve ABD’nin istediği hizmeti göremezdi. Bir örgüt karşısında dahi tutunamayacak kadar yıpranmış, köksüz bir durumda olduğunu açığa çıkmıştı; İsrail’in belgemizdeki varlığının kalıcı olmayacağı düşüncesi yeniden gündem konusuna yükselmesi bunu gösteren önemli bir belirtiydi.

Bu gelişmeler bölgemiz de özgü değildi. ABD dünyanın her alanında Bush yönetiminin çılgın siyasetlerinin darbeleri altında tecrit olmuştu.

ABD’nin iflas süreci dünyanın her alanında kendini gösterdi. Buna dünya çapında patlak veren mali krizi de eklendiğinde, yer küremizin çok kritik bir kırılma noktasına doğru eğrilmeye başladığından söz etmek yanlış değildi. Bu sürecin son halkalarında suratına atılan ayakkabının iziyle giden Bush yönetimi yerine Obama yönetimi geliyordu.

Obama, ne siyahi renginden ne de demokratların geleneksel politikasından yola çıkarak özgün bir siyasal yönelim sergilemeyecekti. ABD’nin yüksel çıkarları siyasetinin temeli olacaktı. Bu “Obama’cı Umut Tacirleri” başlıklı makalemde özetle şöyle dile getirdim:

“Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?

Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?

Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.”
( Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )

Obama yönetimi, ABD’nin yeryüzünde kirlenmiş suretini aklamak amacıyla geliştirdiği yeni politikalar için attığı turlarda, yaptığı açıklamalarda bu kaygıları giderici olmaktan çok uzaktı. Buna rağmen, dünya dengesi öyle kolay kırılacak bir denge değildi. Kendini bir biçimde toparlama dinamiklerini de ihtiyatlarını da içinde barındıran bir dengeydi. Özellikle bölge halkları, Obama’nın latif sözlere toktu ve pratik açısından hiçbir değer taşımadığını on yılların tecrübesi içinde görmüştü. Bölge halkları tarihlerinin hiçbir kesitinde, sorunlarını ciddi bir biçimde aşacak kararlı tarafları bulamadı; çözüm ortakları ortalıkta yoktu. Ortak diye ortaya çıkanların yaptığı tek şey kendi iç politikalarına mesaj için sürecin gerekli söylemlerini dile getirmekten ibarettir. Çoğu kes ise İsrail Başbakanı Netanyahu tantanalı ilanlarla yaptığı basın toplantısındaki (14 Haziran 2009) hayal kırıma oyununu tekrar etti.

Netanyahu, barış için olmazsa olmaz koşul olan Filistinlilerin topraklarına dönme hakkını tanımayacağını, nükleer tersaneleri dururken Filistin devleti için silahlarından arındırılmış bir Filistin istediğini, İsrail devleti hükmü altındaki Filistin Arap halkını tasfiye ederek ırki bir devlet kurmak istediğini açıkladı. Bu savaş kışkırtıcısı, çağdışı saçmalıklara, Beyaz sarayın efendisi Obama da alkış tuttu.

Bölgemizin siyasal denklemlerinde, her şey bir oyun ve aldatma üzerine kurulu gibi ortaya serilmektedir. Özellikle bölge halkalarını hiçe sayan, küçümseyen edaların hükmü siyasi önerme olarak pişirilip ortaya sürülüyor. ABD dış politikasında bölgemizin kaderi böylesi yaklaşımların ağına takılışı, bir kader gibi değişmeden sürüp gidiyor.

Bu kaderde tek başına dış güçleri sorumlu görmek ise gerçekçi değildir. Buna yol açan bölgenin teslimiyetçi, “ılımlı” yönetimleri kendi halkının çıkarlarına aykırı duruşlarını da hesaba katmak gerek. Dış güç iç güçlerin verimli bataklıklarında kendi çıkarlarına köleler oluşturur. Bölgemiz tarihi boylunca bin bir zayıflığın ortamında buna açık olmuştur. Kendi yöntemleriyle hesaplaşmayan halkların bu süreçte paylarını da unutmamak gerek.

Buna rağmen, resmi bir ittifak anlamında olmasa da bölgemize dayatılan bu kadere karşı bir cephenin olduğundan söz etmek yanlış olmayacaktır.

On yıllardır direnenlerin temsil ettiği bir cephe. Bu cephede Direnen Lübnan halkı ve siyasal önderliği, Suriye’nin anti-emperyalist duruşları, özgürlükçü Kürt hareketi, Filistin direnme hareketleri ve İran’ın duruşu sayılabilir. Bu çevre birbiriyle çok yakın ilişki içinde kendi alanlarında mücadeleyi anti-emperyalist çizgide sürdüreme çabasında olmuşlardır. Eski kıstasların çok ötesinde bir biçimlenişe sahip direnme hattında laikler yanı sıra ağırlıklı olarak İslami hareketlerin olması bu kesitin mantığıyla örtüşen bir durumdur.

Irak savaşı ardından, tüm güçleriyle Suriye’yi işgal edeceklerini açıklayan ABD’nin başındaki emperyalist güçler, bu ülkeye akıl almaz baskı ve dayatmalar yaptı. Kırılma noktasına kadar getirdi. İçten ve dıştan bin bir sürtüşme yaratarak provokasyonlar üretti. Yaratıcı anarşinin her aleti kullanıldı; 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik el Hariri’nin katledilmesi örülen uluslar arası komplo sahnelendi. Bu süreç Lübnan iç savaşının körüklenmesiydi, İsrail ise uzun zamandır saldırı için uygun zamanı gözleyerek bekliyordu.

Bu süreçte, Suriye uluslar arası ortamda ambargolara muhatap oldu. Diplomatik tecrit, ekonomik tecrit, askeri baskı ve gerici Arapların kışkırtmasıyla oluşan tabloda kolu kanadı kırılarak can çekişir hale getirilmek istendi. Darbe girişimleri, Kürtlerin haklı istekleri alet edilerek ABD bayraklarıyla kitlesel gösteriler bile organize edildi, Dürzüler Lübnan kaynaklı kışkırtıldı, Müslüman Kardeşler döneminden kalma Alevi Sünni çatışmaları yeniden körüklendi. Ama hiçbir tutmadı.

Suriye, tüm eksikleriyle halkı ve ilerici yönetimi bu baskılara karşı durdu. Emperyalist boyun eğdirme dayatmalarını ret etti. Arap gericiliğinin ilişkilerini kesmesine karşı bu ülke başarıyla Arap zirvesini Şam’da bağladı (29-30 Mart 2008. 20. Arap zirvesi). Dönem başkanlığını bir yıl boyunca yaptı ve bu sıkıştırmalara karşı direndi. Suriye çok zor olanı başardı. Bu gün ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler bölgede “Suriyesiz hiçbir sorun çözülemez” olduğu gerçeğini teslim ederek, gerisin geriye Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeye yöneldi. Suriye mısırla hala gergin olan ilişkilerine karşı, Suudi Arabistan’la geliştirdiği dengeli yaklaşımlarla Lübnan’daki gelişmeleri dizginleme olanağı da yakalamış oldu.

Suriye bölgemizde ne içten ne de dıştan kırılmayan duruşuyla bölgemizin en istikrarlı ülkesi olmaya devem ediyor. Türkiye Suriye ilişkileri bu sürece çok önemli bir dinamik kattığını burada ayrıca belirlemek gerek. İki halk, yönetimlerini de aşan yakınlaşmayı başarabilirlerse (ekonomik, sosyal, kültürel, sivil toplum süreçleri açısından), bu ilişki uzun erimli ve halkların yararını bir ilişki haline gelebilir.

Lübnan’da Hizbullah ve muhalefet güçlerinin 12 Temmuz 2006 savaşındaki başarıları, hak kazanımlarının ve kazanılmış hakların korunmasının tek yolunun direnmek olduğunu göstermişti. Lübnan’da ABD’nin Bush yönetimi her türden devlet protokolünü aşarak yaptıkları müdahale iç savaşı kapılara dayandıran bir hal almıştı. Bu sürecin haklı siyasal kazanımları için Lübnan seçimlerine gidilecekti. Seçim öncesi istikrar Katar’ın başkenti Doha toplantısında ve alınan karalarda bulundu (16 Mayıs 2008). Bush dönemi geride kalıp, Obama dönemine girişle birlikte Lübnan yeni dengelerini seçim sonrasına ertelemiş oldu (seçimler 7 Haziran 2009).

İran ise tüm baskılara karşın, nükleer haklarını koruma kararlılığı gösteriyordu. Baskılara direniyor, nükleer haklarından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Çevresi nükleer silahlarla kuşatılmış İran, tarihi kimliğiyle baskıları ülke birliği ve kitlesel duruşuyla karşılıyordu. Ülke bütünlüğünü önderliğiyle koruyan bu ülke bölgemizin dev bir gücü olarak duruyordu. Ardı arına yaptığı buluşlarla, silah teknolojisinde gösterdiği atakla bu bölgede bende varım diyordu. Bush yönetimi kapanırken İran bir dev olarak yıldızı parlıyordu.

Filistin hareketi Gazze’de direnmiş savaştan alın akıyla çıkmıştı. Filistin halkı özgür olduğu sınırlı alanda tüm zorluklara karşın, İsrail’in istediği gibi girip çıkacağı bir alan değildi. 29 Aralık 2008 de başlayan İsrail saldırısı, 18 Ocak 2009’da, 410 çocuk, 103 kadın toplam 1300’ü aşkın (bilinmeyenler hariç) şehitle kapanıyordu. Öldürmek, İsrail’in işiydi ama bu ona hiçbir şey kazandıramadı hiçbir siyasi hedefi gerçekleşmedi. Tersine bir kez daha “direnmek yaşamaktır” tezini güçlendirdi. Bölgemiz halkları etkin olarak dünya halklarıyla birlikte Filistin halkının yanında yer aldı. Halklar bu barbar devlete karşı duruşunu açıkça ilan etti. Filistin halkının direnmesi, Bush yönetimi göçüp giderken Obama’yı bu etkinlikle karşılıyordu. Haklarının ikamesi için masajını yeterince vermişti.

Bu dönem, tüm soru işaretlerine karşın, tarihi Kürt hareketi Irakta çok önemli mesafeler kat ederek bağımsız bir devlet sürecini yükseltiyordu. Merkezi idareye rağmen kendi kaynakları üzerinde, özel, ikili anlaşmalar yapabilecek bir etkinlikteydi. Türkiye katı tutumlarına karşın, Kürdistan diye bir komşusu olduğu gerçeğini hazmetmesi, bu sürecin ekonomik ganimetinden yararlanmanın tek yoluydu. Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, ABD desteğini mutlak olarak almış haliyle de olsa, Kürt özgürlük hareketi için önemli bir unsurdu. Bu yanıyla direnen halklar kategorisinde yer alan (tüm ihtiyatları göz önüne alarak) bir konum sahipti.

Bu noktada Kürt hareketinin Türkiye boyutunda çok önemli mesafeler kat edildi. Bu mesafeler Türkiye’nin Osmanlı artığı akıl yöntemleriyle, sınır dışı operasyonlara kadar uzanan askeri saldırılanın fiyaskosu ve Kürt halkının Başkanı ve siyasal temsilcileri ardından dik duruşu gibi önemli gelişmeleri gündeme getirdi.

Bir düello gibi sürdürülen 29 Mart 2009 yerel seçimleri, öyle bir zaferle sonuçlandı ki, Kürdistan haritasının sınırları böylece çizilmiş oldu. Kürt halkı, tüm dayatmalara, zorlamalara, rüşvetlere karşın kendi çıkarlarını, siyasi temsilcilerinde gördü. Seçimler böyle sonuçlandı. Herkes boyunun ölçüsünü aldı. Bu süreç devletin Kürt politikasında yeni balans ayarlarını zorladı. Genel Kurmay Başkanı Türk ordusunun kanını donduracak söylemlere zorladı. Türkiye’de halklar vardı, Kürtler ayrı bir halktı ve bunların da hakları vardı…

Bölgemizin direnen halkları Bush yönetimini bu durumda kapatırken, Obama döneminin ABD çıkarlarınca belirlenecek yeni düellolarına hazırlanma sorunuyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu düellonun hazırlıklarıyla ilgili ilk belirtileri Lübnan ve İran’da açığa çıkıyor.

ABD, Obama yönetimiyle birlikte bölgeye farklı bir tarzda gireceği açıktı. Ayın amacın farklı araçlarla ikamesine uğraşılıyordu. Bunun için savaş maliyesinden daha az bir maliyeti harekete geçirmek yetecek gibiydi. Dünyaya yayılmış ve bütçesini heder eden askeri girişimlerden uzak bir perspektifle dış politikasını belirlemek isteyen yeni yönetim, yine her şeyiyle Amerikan çıkarları için insanlığı bir biçimde köleleştirme amacını öne koymuştur. Bunun ilk ipuçları bölgemizde belirmeye başladı bile.

Bölgemizde iki önemli gelişme oldu. Birincisinden kimsenin haberi yok. İkincisinde algılar karmakarışık. Soğuk savaş dönemi kıstaslarıyla mı? Yeni dönemin özgünlüğüyle mi? hangi açıdan bakılarak tutum takınılacaktı. Bu sınav bu gün bölge halkalarını meşgul edecektir.

Birinci gelişme; Lübnan seçimleri.
İkincisi; İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri.


LÜBNAN SEÇİMLERİ


Lübnan’da 7 Haziran 2009 seçimlerine giderken muhalefet güçleri kesin zafer kazanarak çıkacaklarından emindi. Bölgenin ABD aleyhine dönen kaderinin ilk siyasal zaferinin Lübnan’da tescil edileceği bekleniyordu.

Yaratıcı anarşinin ilk uygulandığı yer olan Lübnan ( Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesi), İsrail’in saldırısıyla da karşı kayrıla kalmış, her alanda yıkıma uğramıştır. Buna rağmen halkı direnmiş, etkinlik göstermiş, İsrail hezimete uğrayarak, ABD’nin tüm planları yıkılmıştı. Arap halkaların umudu olan direnme hareketi arkasında bu dev dalgayı alarak iktidar kapılarına haklı olarak dayanmıştı. Ancak siyasetin kuralları bu bölgede çok farklı oynuyordu.

Lübnan’da seçim sistemi çok karmaşık. Seçmen oyunu genel olarak kullanır ama seçilecek olanlar belli bir din ya da mezhebe ya da Ermeniler gibi azılıkların kotasına mensup olması gereklidir. Böylece genel seçimlerde %50 Hıristiyan ( bunun içinde tüm Hıristiyan mezhepleri dahildir; Maruniler, Ortodokslar, Rum Katolikler, Latinler, Protestanlar vb.) ve Müslümanlar %50 (Bunun içinde Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Aleviler) bulunur. Ayrıca seçim sisteminde, kendi mezhep ve dininden rakipsiz olan aday, seçimsiz seçilmiş olur (tezkiye, zekat olarak). Bu nedenle Nispi sistemin hak dağılımındaki nispi adaleti bu seçimlerde sağlanamaz. Binlerce unsur işin içine girer. Bir taraf halkın çoğunluğunu alsa da azınlığa düşebilir.

Nitekim, seçimlerde direnme güçlerinin siyasal örgütleri, kesinlikle zafer beklerken yeniden muhalefette kalma durumunda oldular. Seçimin kaderini değiştiren, Zahle bölgesi, Eliya Skaf önderliğindeki “Halk Kitlesi” grubu ve Metin bölgesinin Teyyar el Vatani el Hür listesinin kaybetmesidir. Bu listelerde 12 milletvekili kaybedildi. Şii listesi tüm adayları kendi bölgelerinde seçimleri kazandı. Muhalefetin temel direği olarak kendi bölgelerinde eksiksiz kazanmalarına ve ülkede halkın çoğunluğunu almalarına karşın seçim sonucunu değiştiremediler.

Seçimleri, Sünni Refik el Hariri’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Saad El Hariri başkanlığındaki Müstakbel hareketi “öncelikle Lübnan” gurubu kazandı. Bu kazanç halkın azınlığını temsil etmesine karşın seçim sisteminin fırsatını, Suudi Arabistan’ın su gibi akıttığı dolarlarla kazanıldı. 1 milyar doların dağıtıldığı bu küçük ülkede, oy başına 500 dolar fiyat biçildiği tespit edilmiştir. Bu seçimler, ABD için olduğu kadar, Arap gericiliği için yaşamsal önemde bir rekabetin alanıydı. Suudili karlık ailesi tüm ağırlığını koyarak buradan sonuç almak istedi. Bölgemizde gerici Arap yönetimlerinin ağırlıkla üzerinde durduğu bu seçimlerde ayrıca, 160 000 seçmen yurt dışından binlerce uçakla, Lübnan’a taşınıp seçimin kaderini değiştirdiği tespit edildi (Brezilya’dan, Arjantin’den, Avustralya’dan ve Afrika’nın değişik bölgelerinden seçmenler, ABD yanlısı grupların lehine taşınmıştır. 15 günlük bedava tatil ve masraflar da karşılanmıştır). Dünyada eşi almayan bir seçim transferi yaşanmıştır.

ABD, Suudi Arabistan ve Mısır tüm ağırlığıyla, Lübnan’ın direnen güçlerin denetimine girmemesi için her şeylerin ortaya koydular. Bu tıpkı 29 Mart 2009 ülkemiz yerel seçimlerinde Kürt oylarını bölmek için dağıtılan beyaz eşya, mobilya ve rüşvet hamlesi gibi olmuştur. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük talebi karşısında başarısız kalan böylesi bir hamle, Lübnan da sonuç alıyordu.

Seçim sonucu 71 milletvekili ABD ve Arap gericiliği yanlısı kesimlere, 57 millet vekili direnen güçlerin payına düştü. Toplam 128 milletvekilinden oluşan Lübnan parlamentosu, Şiilerin payına düşen Meclis Başkanlığını 25 Aralık 2009 (Perşembe oturumunda 90 oyla yeniden Şii Emel hareketi lideri Nebih Berri’yi seçti. 5. kez meclis başkanı olan Nebih Berri, 1992’den beri meclis başkanıdır).

Seçimler bu haliyle de Lübnan’a nispi bir istikrar getirdi gibidir. Ancak öyle değil. Halk çoğunluğunun muhalefette olması, iktidarın ABD yanlılarınca alınması kaos için kritik bir denge anlamına da geldiği göz önüne alınmalıdır. Bunun ne anlama geleceği ise açıktır. ABD yeni Lübnan yönetimine BM güvenlik konseyinin haksız ve zalim kararları dayatacak, bununla direnen güçlerin silahsızlanması için zorlamada bulunacak, İsrail’i rahatlatacak sınır güvenliklerinin oluşturması yönünde baskı yapacaktır. Bölgemizin Ak denize sınır olan bu küçük ülkenin yeniden bölgeye sıçrama tahtası olarak kullanılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.

Bölgenin enerji kaynaklarının korunması için uzun zamandır Lübnan sahasında konumlanmak isteyen ABD ve diğer emperyalist güçler yeni yönetimi bir kukla olarak kullanıp bu süreçten sonuç almaya çalışacaktır. Sorunlarda bu noktadan itibaren taşıp dökülme durumuna gelecek sorunlar böyle başlayacaktır. İstikrarsızlık, bu küçük ülkenin kaderi olmaya devam edecek bir sonuçla seçimlerini kapatırken, ABD yeni yönetimi kendi çıkarlarına uygun senaryolara muhatap olacaktır.

Lübnan seçimleri, ABD’nin yeni politikası lehine bir sonuç olarak belirdi denebilir. Savaşla başaramadıklarını mal, rüşvet, pay, baskı ve satın alarak başarmış görünüyorlar. Bunu ileriki günlerde doğacak kaosların da habercisi olarak görmek yanlış değildir.

ABD bölgemizde Bush yönetimi sonrası politikaları için açmaya çalıştığı yolu asfaltlama çalışmalarının ilk işareti buradan verilmiş oldu.

Bunu İsrail seçimleri takip etti. Kötünün en kötüsü seçimleri kazanarak bölgede değişmeyen savaş kaderini yenileyen bir bekleyişe sevk etti.


İRAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ

İran’da 6. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı (12 Haziran 2009) Bu seçimlere giderken önceki seçimlerin kendine özgü parlamenter yapısıyla kendi kabul sınırları içinde bir demokratik sistem kurduğu varsayımı üzerinde duruluyordu ve bölgedeki İslami gerici Arap yönetimlerinin ebedi iktidar tutkularına karşı bir alternatif gibi duruyordu. Değişen yönetimler başkanlar ve parlamenter dengeler, buna işaret sayılıyordu. Bu seçimlere 4 ayrı adayın katılması da önemli bir veri olarak algılanıyor (Muhmud Ahmedi Nejat, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi, Muhsin Rezai) Başta ölene kadar kalan Velayet el Faqih ( İslam hukuku koruyucusu) dini bir mertebe olarak bunun dışında bir olgu olarak görünüyordu. Şii mezhebine özgü bir yönlendirici, kavuz merkeziydi

İran 2528 yıllık bir devlet geleneğine sahiptir (15 Ekim1971’de yapılan 2500. yıl kuruluş kutlamaları esas alınarak). Bu gelenek kararlı bir devlet yapılanmasının, ezici çoğunluğu Şii olmaktan gelen inanç birliğiyle destekleniyor. İran devrimi bölgemizin en acımasız diktatörlüğü olan şahlığı tarihe gömmüş bölgenin en önemli gericilik gücünü yıkmıştı. Filistin davası başta olmak üzere emperyalistlere karşı sert duruşlarıyla bölge halkaları için önemli bir gelişmeydi.

İran devrimi halkın ezici çoğunluğunca onaylanan İslami cumhuriyetiyle büyük bir kalkınma hamlesi yapmış, teknoloji ve üretim atağına girişmişti. Devrim ardında dayatılan Irak saldırısı, ABD ve dünya emperyalizmiyle el ele veren gerici Arap iktidarlarınca kışkırtılıp desteklendi. Bu savaşın 1,5 milyonluk insan kaybı, Emperyalist çıkarlar için önemsiz bir sayıdan ibaretti. Irak yıkılırken, İran devrimine karşı desteklenen Saddam iktidarının bir önemi kalmamıştı.

İran devrimi düşünce tazeliği içinde ihraç edilebilir bir sunumla dünyaya yayılmak istenince, önemli oranda tepki görüp törpülendi. Bu durumu içe dönük çabaların yoğunluğuna aktarabilen İran, bölgenin en güçlü devleti olacak bir atak geliştirdi. Bölgemizin her köşesinde belli bir etkinlik kazandı. Siyasi ve inanç birliği içinde olanları bir araya toplayabilecek bir çevre oluşturdu. ABD karşısında özellikle de Nükleer araştırma ve bunu barışçıl amaçlarla kullanma hakkını ısrarla savunabilecek bir güç konumuna ulaşmıştı.

İran mazlumdan yana gerek çıkarları gereği gerek, Kerbeladan bu yana gelen inanç geleneklerince yer alışı bölgemizde onu belli bir konuma getirmişti. Direnen örgütlerin yolları Tahranda böylece kesişmeye başladı. Soğuk savaş kıstasları içinde farklı değerlendirilebilecek bu buluşma 21. yy verilerinde anti-emperyalist anlamlar kazanıyordu.

İran bölgenin parlayan bir yıldızıydı. Sünni direniş güçlerine bile karşılıksız uzattığı yardım eli Arap aleminde Şiiliğe karşı İsrail’i tercih edecek kadar aşırı tutumlara da yol açtı.

İlk kez Ürdün’ün seslendirdiği, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı “Şii atom bombası tehlikesi” söylemi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla, İsrail’in Araplardan beklediği teslimiyete kadar bir dizi olguyu birleştiriyordu. Şii Sünni çatışmasını körükleyecek kışkırtmalar bölgeyi ortaçağ mezhep çatışmalarına sürükleyecek bir aymazlık içindeydi. Böylece, “Şii İran” olayı gündeme sokulmuş ve Sünni Arap düşmanlığı için kitlesel taban yaratılmaya çalışılmıştır. Bu koşullar içinde Suriye ile stratejik ittifak yapabilen, Filistin’in direnen örgütleriyle sıkı bağlar kurabilen, Lübnan direnme güçleriyle her türden yardımı sunan önemli bir güç yok edilmek istendi.

Bu dengeler içinde, İran’ın İslami yönelimi anti-emperyalist tutum içinde halklar lehine bir duruş sergiliyordu. İran’a karşı tutum ise ABD yanlısı tutumlarla kesişme halindeydi.

Emperyalist güçlerin bölgemizde, Hindistan’dan Pakistan’a, oradan İsrail’e kadar her yerde inanılmaz nükleer tersanelere dolu olmasına karşın, İran’ın henüz tamamlanmamış ve “barışçıl amaçlarla, enerji ihtiyaçlarına yönelik” nükleer araştırmasına bile yasak koyma girişimleri bitip tükenmez bir tehdit süreci olarak beliriyordu. Savaş tehdidini de içeren bu süreç bölgenin, Irak savaşı sonrası yeniden ağır bir gerginliğe sürüklenmesine yol açtı. Her an bir bölge savaşı çıkar kaygısıyla bölge halkları tehdit altında tutuldu. İran, bu dayatmalara kararlı tutumuyla direndi. Bu dik duruş İran’ın içse bütünlüğünün bir sonucu olarak belirmişti.

Dünyanın en büyük nükleer tersanelerinden birine sahip olan İsrail bile, İran’ın nükleer araştırmalarını kendine “tehdit oluşturuyor” diye bombalayabileceğini açıklayıp duruyordu. Kendi nükleer ve nötron bomba üretimlerine toz kondurmayanların bu ikircimli tutumları bölgemizde ne türden bir bıçak sırtında yaşam olduğunu anlatmaya yeterli olmaktaydı.

İran’ın kararlı duruşu dünya gericiliğine meydan okuyordu. Bu duruş gericiliği sıkıntıya sokan önemli bir engeldi. Bu engeli aşmak için Lübnan seçimlerini ardından gelen İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine yoğun hazırlıklar yapıldı. Özellikle İngilizler tüm imkanlarıyla bunun üzerinde çalıştı. Savaşın, milyarlarca dolarlık bombaların, can kayıplarının yerine, “temiz bir yol” seçiliyordu. Sihirli parola demokrasiydi. Demokrasi adı altında bütün, bin bir parçaya bölünüp birbirine kırdırmakla sonuç alınabilirdi. “Yaratıcı anarşi” tezi tam burada anlamını buluyordu.

Demokrasi, emperyalist çıkarların rahmeti altında çağın en ahlaksız yalanıdır. Bu yalan Irak devletini yerle bir etti; çatışmalı üç ayrı devlet yarattı. Bu güne kadar süren kaosa yol açtı. Sıra İran’daydı. Demokrasi bu ülkeler için bölünmektir, kardeşin kardeşe saldırmasıdır, çatışmalı ortamda kaosun özgürlüğüdür. Savaşla kolay kolay baş edemeyecekleri İran’ı çökertmek için, demokrasi yalanına sarılmayı tercih ettiler.

İran’da demokrasi dedikleri şey bölünmeyi, kaosu, haklarından vazgeçmenin kod adıdır. İran’a önerilen demokrasinin anlamı, bölünüp ufalan, birbiriyle çatışarak takatsiz düşen ve sonunda emperyalistlere yem olmanın yoludur. Arkasında durdukları kesimlerin iktidarda olanlarla ilkesel açıdan hiçbir fark taşımamaları bunun bir göstergesidir. Demokrasi adlı yalan bir USE- GB üretimidir.

Savaş tehditleriyle başaramadıklarını, demokrasi söylemleriyle başarılmaya çalışıyorlar. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki sonuçları dillerine doladılar. 13 milyon oy farkını, sahte oylarla, seçim kalpazanlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Lübnan’da yaptıkları açık sahtekarlığı, seçim demokrasisi olarak yüceltenler, İran’da sahtekarlık çerçevesine asla sığmayacak ölçekteki bu büyük oy farkını, seçim kalpazanlığı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu ikircimli tutum Obama yönetimiyle ABD’nin bölgemizde neler yapmaya hazırlandığına önemli bir işaret gibi duruyor.

İran, artık seçim öncesi İran değildir. Bu sonuç, İran’daki baskı rejimine, İslam’ın uhrevi ilkelerini dünyevi dayatmalar haline getiren bağnazlığına karşı demokrasi adına başarılmış bir sonuç değildir. Ortaya çıkan tabloda kaybeden İran’dır, bölge halklarıdır. Bütünlüklü bir ülke iç çatışmalara sürüklenmiş, direnme takati kırılmıştır. Tartışmasız, maliyetsiz, kazanan tek taraf emperyalistlerdir. Hiç kimse sokaklara dökülenlerin özgürlük için, demokrasi için bir kazanım refleksiyle davrandığını iddia etmesin.

Muhalefetin siyasal programında İran İslam devrim ilkelerinin hiç birine karşı bir duruş yoktur. Velayet el faqih’in (İslam hukuku koruyucusu) siyasal yaptırım gücüne karşı bir siyasal duruş değildir. İran’da kurulu bulunan molla rejimine karşı da bir duruş değildir. Muhalefette önemli oranda molla olduğu ve sık sık fetva verdikleri de bilinmektedir. Şiilikte önemli bir kurum olan Havzeler ve dini mercilerin dünyevi işlerdeki etkinlikleri bir siyasal sistem olarak muhalefetin de tutunduğu bir gelenektir.

ABD için ne İran’ın Molla rejimi ne de Taliban rejimi önemlidir. Önemli olan ABD çıkarlarına teslimiyettir. Bu olunca şeytan bile demokrasi meleği olur; işte Suudi, işte Mısır, işte Ürdün gericiliği, bunlar ABD’nin ve tüm emperyalistlerin göz bebeği yönetimlerdir.


İran iç karışıklıkları, Lübnan ardından gelen bir yarma hareketi oldu. ABD, Bush yönetimiyle kaybettiği mevzileri yaratıcı anarşinin sihirli değneğiyle kazanmaya eğilim gösterdi. Açık savaş yerine, hedef ülkeleri içe taşımalara boğarak, içten birbirine kırdırarak çökertmeyi esas alınmaya başlandı. Gerisi uluslararası insan hakları telalığı, uluslararası demokrasi koruyucularının rahmetine kalmıştı. Bu gün oyun bu sahnelenmektedir.

Bu noktada kimse kimseye İran’da kimden yanasın diye sormasın. Soru İran’la emperyalistler arasındaki mücadelede kimden yanasın olmaktadır. Ne Ahmedi Nejat ne de Mir Hüseyin Musevi sorunun tarafları değildir.

Bölgemizdeki bu gelişmeler, etkisi on yıllar sürecek süreçlerin ana verilerini bağrında taşımaktadır. Süreç bu gelişmelerin temel algılarınca çözümlenmeli ve bölgemizde kesilmeden devam eden tarihi dış müdahalelerin yaratacağı tehlikelere dikkat edilmelidir. Bir ölüm denklemi kurulmaktadır. Kendi kendine harakiri yöntemidir bu gelişmeler. Emperyalist çıkarlara engel teşkil eden her ülke içten vurulacak. İntihara sürüklenecektir.

Bu yaman çelişkiyi durdurmak için, her ülke daha çok özgürlükle kendini yeniden yapılandırmanın yollarını bulmalı, iç sorunlarını çatışmaya ulaştırmadan çözüm için kapalı kanalları açmalı statülerde takılı kalmayı terk etmelidir.

Ortak ülkemiz bu gerçeğin muhasebesiyle karşı karşı bulunmaktadır. Bölge sorunlarından bağımsız olmayan sorunlarımızı aşmak için daha çok özgürlük, daha çok demokrasiyi kalıcı bir yapılanmaya dönüştürmek gereklidir.

Hiç yorum yok: