28 Haziran 2009 Pazar
BÖLGEMİZİN ÖNEMLİ İKİ GELİŞMESİ
Mihrac Ural
29 Haziran 2009
BUSH YÖNETİMİ
KAPANIRKEN BÖLGEMİZDE DURUM
ABD, Bush yönetiminin ağır yenilgisiyle bölgemizde kolu kanadı kırıldı. Nereyi kapatmak istedilerse, başka bir yerden açılan yamalı bohça haline geldi. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) İsrail’in, Lübnan’a saldırısıyla, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında ağır bir yenilgi alışı, bölgemizin direnen halklar lehine önemli bir fırsat yakalamasına yol açtı. Bu, bölgemize enjekte edilmek istenen yeni düzenin Gerici Araplar önderliğinde (ılımlılar), ABD-İngiliz desteğinde, İsrail değnekçiliği altında yapılanmasına son verdi. İsrail artık yenilmez bir güç değildi ve ABD’nin istediği hizmeti göremezdi. Bir örgüt karşısında dahi tutunamayacak kadar yıpranmış, köksüz bir durumda olduğunu açığa çıkmıştı; İsrail’in belgemizdeki varlığının kalıcı olmayacağı düşüncesi yeniden gündem konusuna yükselmesi bunu gösteren önemli bir belirtiydi.
Bu gelişmeler bölgemiz de özgü değildi. ABD dünyanın her alanında Bush yönetiminin çılgın siyasetlerinin darbeleri altında tecrit olmuştu.
ABD’nin iflas süreci dünyanın her alanında kendini gösterdi. Buna dünya çapında patlak veren mali krizi de eklendiğinde, yer küremizin çok kritik bir kırılma noktasına doğru eğrilmeye başladığından söz etmek yanlış değildi. Bu sürecin son halkalarında suratına atılan ayakkabının iziyle giden Bush yönetimi yerine Obama yönetimi geliyordu.
Obama, ne siyahi renginden ne de demokratların geleneksel politikasından yola çıkarak özgün bir siyasal yönelim sergilemeyecekti. ABD’nin yüksel çıkarları siyasetinin temeli olacaktı. Bu “Obama’cı Umut Tacirleri” başlıklı makalemde özetle şöyle dile getirdim:
“Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.” ( Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Obama yönetimi, ABD’nin yeryüzünde kirlenmiş suretini aklamak amacıyla geliştirdiği yeni politikalar için attığı turlarda, yaptığı açıklamalarda bu kaygıları giderici olmaktan çok uzaktı. Buna rağmen, dünya dengesi öyle kolay kırılacak bir denge değildi. Kendini bir biçimde toparlama dinamiklerini de ihtiyatlarını da içinde barındıran bir dengeydi. Özellikle bölge halkları, Obama’nın latif sözlere toktu ve pratik açısından hiçbir değer taşımadığını on yılların tecrübesi içinde görmüştü. Bölge halkları tarihlerinin hiçbir kesitinde, sorunlarını ciddi bir biçimde aşacak kararlı tarafları bulamadı; çözüm ortakları ortalıkta yoktu. Ortak diye ortaya çıkanların yaptığı tek şey kendi iç politikalarına mesaj için sürecin gerekli söylemlerini dile getirmekten ibarettir. Çoğu kes ise İsrail Başbakanı Netanyahu tantanalı ilanlarla yaptığı basın toplantısındaki (14 Haziran 2009) hayal kırıma oyununu tekrar etti.
Netanyahu, barış için olmazsa olmaz koşul olan Filistinlilerin topraklarına dönme hakkını tanımayacağını, nükleer tersaneleri dururken Filistin devleti için silahlarından arındırılmış bir Filistin istediğini, İsrail devleti hükmü altındaki Filistin Arap halkını tasfiye ederek ırki bir devlet kurmak istediğini açıkladı. Bu savaş kışkırtıcısı, çağdışı saçmalıklara, Beyaz sarayın efendisi Obama da alkış tuttu.
Bölgemizin siyasal denklemlerinde, her şey bir oyun ve aldatma üzerine kurulu gibi ortaya serilmektedir. Özellikle bölge halkalarını hiçe sayan, küçümseyen edaların hükmü siyasi önerme olarak pişirilip ortaya sürülüyor. ABD dış politikasında bölgemizin kaderi böylesi yaklaşımların ağına takılışı, bir kader gibi değişmeden sürüp gidiyor.
Bu kaderde tek başına dış güçleri sorumlu görmek ise gerçekçi değildir. Buna yol açan bölgenin teslimiyetçi, “ılımlı” yönetimleri kendi halkının çıkarlarına aykırı duruşlarını da hesaba katmak gerek. Dış güç iç güçlerin verimli bataklıklarında kendi çıkarlarına köleler oluşturur. Bölgemiz tarihi boylunca bin bir zayıflığın ortamında buna açık olmuştur. Kendi yöntemleriyle hesaplaşmayan halkların bu süreçte paylarını da unutmamak gerek.
Buna rağmen, resmi bir ittifak anlamında olmasa da bölgemize dayatılan bu kadere karşı bir cephenin olduğundan söz etmek yanlış olmayacaktır.
On yıllardır direnenlerin temsil ettiği bir cephe. Bu cephede Direnen Lübnan halkı ve siyasal önderliği, Suriye’nin anti-emperyalist duruşları, özgürlükçü Kürt hareketi, Filistin direnme hareketleri ve İran’ın duruşu sayılabilir. Bu çevre birbiriyle çok yakın ilişki içinde kendi alanlarında mücadeleyi anti-emperyalist çizgide sürdüreme çabasında olmuşlardır. Eski kıstasların çok ötesinde bir biçimlenişe sahip direnme hattında laikler yanı sıra ağırlıklı olarak İslami hareketlerin olması bu kesitin mantığıyla örtüşen bir durumdur.
Irak savaşı ardından, tüm güçleriyle Suriye’yi işgal edeceklerini açıklayan ABD’nin başındaki emperyalist güçler, bu ülkeye akıl almaz baskı ve dayatmalar yaptı. Kırılma noktasına kadar getirdi. İçten ve dıştan bin bir sürtüşme yaratarak provokasyonlar üretti. Yaratıcı anarşinin her aleti kullanıldı; 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik el Hariri’nin katledilmesi örülen uluslar arası komplo sahnelendi. Bu süreç Lübnan iç savaşının körüklenmesiydi, İsrail ise uzun zamandır saldırı için uygun zamanı gözleyerek bekliyordu.
Bu süreçte, Suriye uluslar arası ortamda ambargolara muhatap oldu. Diplomatik tecrit, ekonomik tecrit, askeri baskı ve gerici Arapların kışkırtmasıyla oluşan tabloda kolu kanadı kırılarak can çekişir hale getirilmek istendi. Darbe girişimleri, Kürtlerin haklı istekleri alet edilerek ABD bayraklarıyla kitlesel gösteriler bile organize edildi, Dürzüler Lübnan kaynaklı kışkırtıldı, Müslüman Kardeşler döneminden kalma Alevi Sünni çatışmaları yeniden körüklendi. Ama hiçbir tutmadı.
Suriye, tüm eksikleriyle halkı ve ilerici yönetimi bu baskılara karşı durdu. Emperyalist boyun eğdirme dayatmalarını ret etti. Arap gericiliğinin ilişkilerini kesmesine karşı bu ülke başarıyla Arap zirvesini Şam’da bağladı (29-30 Mart 2008. 20. Arap zirvesi). Dönem başkanlığını bir yıl boyunca yaptı ve bu sıkıştırmalara karşı direndi. Suriye çok zor olanı başardı. Bu gün ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler bölgede “Suriyesiz hiçbir sorun çözülemez” olduğu gerçeğini teslim ederek, gerisin geriye Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeye yöneldi. Suriye mısırla hala gergin olan ilişkilerine karşı, Suudi Arabistan’la geliştirdiği dengeli yaklaşımlarla Lübnan’daki gelişmeleri dizginleme olanağı da yakalamış oldu.
Suriye bölgemizde ne içten ne de dıştan kırılmayan duruşuyla bölgemizin en istikrarlı ülkesi olmaya devem ediyor. Türkiye Suriye ilişkileri bu sürece çok önemli bir dinamik kattığını burada ayrıca belirlemek gerek. İki halk, yönetimlerini de aşan yakınlaşmayı başarabilirlerse (ekonomik, sosyal, kültürel, sivil toplum süreçleri açısından), bu ilişki uzun erimli ve halkların yararını bir ilişki haline gelebilir.
Lübnan’da Hizbullah ve muhalefet güçlerinin 12 Temmuz 2006 savaşındaki başarıları, hak kazanımlarının ve kazanılmış hakların korunmasının tek yolunun direnmek olduğunu göstermişti. Lübnan’da ABD’nin Bush yönetimi her türden devlet protokolünü aşarak yaptıkları müdahale iç savaşı kapılara dayandıran bir hal almıştı. Bu sürecin haklı siyasal kazanımları için Lübnan seçimlerine gidilecekti. Seçim öncesi istikrar Katar’ın başkenti Doha toplantısında ve alınan karalarda bulundu (16 Mayıs 2008). Bush dönemi geride kalıp, Obama dönemine girişle birlikte Lübnan yeni dengelerini seçim sonrasına ertelemiş oldu (seçimler 7 Haziran 2009).
İran ise tüm baskılara karşın, nükleer haklarını koruma kararlılığı gösteriyordu. Baskılara direniyor, nükleer haklarından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Çevresi nükleer silahlarla kuşatılmış İran, tarihi kimliğiyle baskıları ülke birliği ve kitlesel duruşuyla karşılıyordu. Ülke bütünlüğünü önderliğiyle koruyan bu ülke bölgemizin dev bir gücü olarak duruyordu. Ardı arına yaptığı buluşlarla, silah teknolojisinde gösterdiği atakla bu bölgede bende varım diyordu. Bush yönetimi kapanırken İran bir dev olarak yıldızı parlıyordu.
Filistin hareketi Gazze’de direnmiş savaştan alın akıyla çıkmıştı. Filistin halkı özgür olduğu sınırlı alanda tüm zorluklara karşın, İsrail’in istediği gibi girip çıkacağı bir alan değildi. 29 Aralık 2008 de başlayan İsrail saldırısı, 18 Ocak 2009’da, 410 çocuk, 103 kadın toplam 1300’ü aşkın (bilinmeyenler hariç) şehitle kapanıyordu. Öldürmek, İsrail’in işiydi ama bu ona hiçbir şey kazandıramadı hiçbir siyasi hedefi gerçekleşmedi. Tersine bir kez daha “direnmek yaşamaktır” tezini güçlendirdi. Bölgemiz halkları etkin olarak dünya halklarıyla birlikte Filistin halkının yanında yer aldı. Halklar bu barbar devlete karşı duruşunu açıkça ilan etti. Filistin halkının direnmesi, Bush yönetimi göçüp giderken Obama’yı bu etkinlikle karşılıyordu. Haklarının ikamesi için masajını yeterince vermişti.
Bu dönem, tüm soru işaretlerine karşın, tarihi Kürt hareketi Irakta çok önemli mesafeler kat ederek bağımsız bir devlet sürecini yükseltiyordu. Merkezi idareye rağmen kendi kaynakları üzerinde, özel, ikili anlaşmalar yapabilecek bir etkinlikteydi. Türkiye katı tutumlarına karşın, Kürdistan diye bir komşusu olduğu gerçeğini hazmetmesi, bu sürecin ekonomik ganimetinden yararlanmanın tek yoluydu. Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, ABD desteğini mutlak olarak almış haliyle de olsa, Kürt özgürlük hareketi için önemli bir unsurdu. Bu yanıyla direnen halklar kategorisinde yer alan (tüm ihtiyatları göz önüne alarak) bir konum sahipti.
Bu noktada Kürt hareketinin Türkiye boyutunda çok önemli mesafeler kat edildi. Bu mesafeler Türkiye’nin Osmanlı artığı akıl yöntemleriyle, sınır dışı operasyonlara kadar uzanan askeri saldırılanın fiyaskosu ve Kürt halkının Başkanı ve siyasal temsilcileri ardından dik duruşu gibi önemli gelişmeleri gündeme getirdi.
Bir düello gibi sürdürülen 29 Mart 2009 yerel seçimleri, öyle bir zaferle sonuçlandı ki, Kürdistan haritasının sınırları böylece çizilmiş oldu. Kürt halkı, tüm dayatmalara, zorlamalara, rüşvetlere karşın kendi çıkarlarını, siyasi temsilcilerinde gördü. Seçimler böyle sonuçlandı. Herkes boyunun ölçüsünü aldı. Bu süreç devletin Kürt politikasında yeni balans ayarlarını zorladı. Genel Kurmay Başkanı Türk ordusunun kanını donduracak söylemlere zorladı. Türkiye’de halklar vardı, Kürtler ayrı bir halktı ve bunların da hakları vardı…
Bölgemizin direnen halkları Bush yönetimini bu durumda kapatırken, Obama döneminin ABD çıkarlarınca belirlenecek yeni düellolarına hazırlanma sorunuyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu düellonun hazırlıklarıyla ilgili ilk belirtileri Lübnan ve İran’da açığa çıkıyor.
ABD, Obama yönetimiyle birlikte bölgeye farklı bir tarzda gireceği açıktı. Ayın amacın farklı araçlarla ikamesine uğraşılıyordu. Bunun için savaş maliyesinden daha az bir maliyeti harekete geçirmek yetecek gibiydi. Dünyaya yayılmış ve bütçesini heder eden askeri girişimlerden uzak bir perspektifle dış politikasını belirlemek isteyen yeni yönetim, yine her şeyiyle Amerikan çıkarları için insanlığı bir biçimde köleleştirme amacını öne koymuştur. Bunun ilk ipuçları bölgemizde belirmeye başladı bile.
Bölgemizde iki önemli gelişme oldu. Birincisinden kimsenin haberi yok. İkincisinde algılar karmakarışık. Soğuk savaş dönemi kıstaslarıyla mı? Yeni dönemin özgünlüğüyle mi? hangi açıdan bakılarak tutum takınılacaktı. Bu sınav bu gün bölge halkalarını meşgul edecektir.
Birinci gelişme; Lübnan seçimleri.
İkincisi; İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
LÜBNAN SEÇİMLERİ
Lübnan’da 7 Haziran 2009 seçimlerine giderken muhalefet güçleri kesin zafer kazanarak çıkacaklarından emindi. Bölgenin ABD aleyhine dönen kaderinin ilk siyasal zaferinin Lübnan’da tescil edileceği bekleniyordu.
Yaratıcı anarşinin ilk uygulandığı yer olan Lübnan ( Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesi), İsrail’in saldırısıyla da karşı kayrıla kalmış, her alanda yıkıma uğramıştır. Buna rağmen halkı direnmiş, etkinlik göstermiş, İsrail hezimete uğrayarak, ABD’nin tüm planları yıkılmıştı. Arap halkaların umudu olan direnme hareketi arkasında bu dev dalgayı alarak iktidar kapılarına haklı olarak dayanmıştı. Ancak siyasetin kuralları bu bölgede çok farklı oynuyordu.
Lübnan’da seçim sistemi çok karmaşık. Seçmen oyunu genel olarak kullanır ama seçilecek olanlar belli bir din ya da mezhebe ya da Ermeniler gibi azılıkların kotasına mensup olması gereklidir. Böylece genel seçimlerde %50 Hıristiyan ( bunun içinde tüm Hıristiyan mezhepleri dahildir; Maruniler, Ortodokslar, Rum Katolikler, Latinler, Protestanlar vb.) ve Müslümanlar %50 (Bunun içinde Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Aleviler) bulunur. Ayrıca seçim sisteminde, kendi mezhep ve dininden rakipsiz olan aday, seçimsiz seçilmiş olur (tezkiye, zekat olarak). Bu nedenle Nispi sistemin hak dağılımındaki nispi adaleti bu seçimlerde sağlanamaz. Binlerce unsur işin içine girer. Bir taraf halkın çoğunluğunu alsa da azınlığa düşebilir.
Nitekim, seçimlerde direnme güçlerinin siyasal örgütleri, kesinlikle zafer beklerken yeniden muhalefette kalma durumunda oldular. Seçimin kaderini değiştiren, Zahle bölgesi, Eliya Skaf önderliğindeki “Halk Kitlesi” grubu ve Metin bölgesinin Teyyar el Vatani el Hür listesinin kaybetmesidir. Bu listelerde 12 milletvekili kaybedildi. Şii listesi tüm adayları kendi bölgelerinde seçimleri kazandı. Muhalefetin temel direği olarak kendi bölgelerinde eksiksiz kazanmalarına ve ülkede halkın çoğunluğunu almalarına karşın seçim sonucunu değiştiremediler.
Seçimleri, Sünni Refik el Hariri’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Saad El Hariri başkanlığındaki Müstakbel hareketi “öncelikle Lübnan” gurubu kazandı. Bu kazanç halkın azınlığını temsil etmesine karşın seçim sisteminin fırsatını, Suudi Arabistan’ın su gibi akıttığı dolarlarla kazanıldı. 1 milyar doların dağıtıldığı bu küçük ülkede, oy başına 500 dolar fiyat biçildiği tespit edilmiştir. Bu seçimler, ABD için olduğu kadar, Arap gericiliği için yaşamsal önemde bir rekabetin alanıydı. Suudili karlık ailesi tüm ağırlığını koyarak buradan sonuç almak istedi. Bölgemizde gerici Arap yönetimlerinin ağırlıkla üzerinde durduğu bu seçimlerde ayrıca, 160 000 seçmen yurt dışından binlerce uçakla, Lübnan’a taşınıp seçimin kaderini değiştirdiği tespit edildi (Brezilya’dan, Arjantin’den, Avustralya’dan ve Afrika’nın değişik bölgelerinden seçmenler, ABD yanlısı grupların lehine taşınmıştır. 15 günlük bedava tatil ve masraflar da karşılanmıştır). Dünyada eşi almayan bir seçim transferi yaşanmıştır.
ABD, Suudi Arabistan ve Mısır tüm ağırlığıyla, Lübnan’ın direnen güçlerin denetimine girmemesi için her şeylerin ortaya koydular. Bu tıpkı 29 Mart 2009 ülkemiz yerel seçimlerinde Kürt oylarını bölmek için dağıtılan beyaz eşya, mobilya ve rüşvet hamlesi gibi olmuştur. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük talebi karşısında başarısız kalan böylesi bir hamle, Lübnan da sonuç alıyordu.
Seçim sonucu 71 milletvekili ABD ve Arap gericiliği yanlısı kesimlere, 57 millet vekili direnen güçlerin payına düştü. Toplam 128 milletvekilinden oluşan Lübnan parlamentosu, Şiilerin payına düşen Meclis Başkanlığını 25 Aralık 2009 (Perşembe oturumunda 90 oyla yeniden Şii Emel hareketi lideri Nebih Berri’yi seçti. 5. kez meclis başkanı olan Nebih Berri, 1992’den beri meclis başkanıdır).
Seçimler bu haliyle de Lübnan’a nispi bir istikrar getirdi gibidir. Ancak öyle değil. Halk çoğunluğunun muhalefette olması, iktidarın ABD yanlılarınca alınması kaos için kritik bir denge anlamına da geldiği göz önüne alınmalıdır. Bunun ne anlama geleceği ise açıktır. ABD yeni Lübnan yönetimine BM güvenlik konseyinin haksız ve zalim kararları dayatacak, bununla direnen güçlerin silahsızlanması için zorlamada bulunacak, İsrail’i rahatlatacak sınır güvenliklerinin oluşturması yönünde baskı yapacaktır. Bölgemizin Ak denize sınır olan bu küçük ülkenin yeniden bölgeye sıçrama tahtası olarak kullanılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.
Bölgenin enerji kaynaklarının korunması için uzun zamandır Lübnan sahasında konumlanmak isteyen ABD ve diğer emperyalist güçler yeni yönetimi bir kukla olarak kullanıp bu süreçten sonuç almaya çalışacaktır. Sorunlarda bu noktadan itibaren taşıp dökülme durumuna gelecek sorunlar böyle başlayacaktır. İstikrarsızlık, bu küçük ülkenin kaderi olmaya devam edecek bir sonuçla seçimlerini kapatırken, ABD yeni yönetimi kendi çıkarlarına uygun senaryolara muhatap olacaktır.
Lübnan seçimleri, ABD’nin yeni politikası lehine bir sonuç olarak belirdi denebilir. Savaşla başaramadıklarını mal, rüşvet, pay, baskı ve satın alarak başarmış görünüyorlar. Bunu ileriki günlerde doğacak kaosların da habercisi olarak görmek yanlış değildir.
ABD bölgemizde Bush yönetimi sonrası politikaları için açmaya çalıştığı yolu asfaltlama çalışmalarının ilk işareti buradan verilmiş oldu.
Bunu İsrail seçimleri takip etti. Kötünün en kötüsü seçimleri kazanarak bölgede değişmeyen savaş kaderini yenileyen bir bekleyişe sevk etti.
İRAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
İran’da 6. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı (12 Haziran 2009) Bu seçimlere giderken önceki seçimlerin kendine özgü parlamenter yapısıyla kendi kabul sınırları içinde bir demokratik sistem kurduğu varsayımı üzerinde duruluyordu ve bölgedeki İslami gerici Arap yönetimlerinin ebedi iktidar tutkularına karşı bir alternatif gibi duruyordu. Değişen yönetimler başkanlar ve parlamenter dengeler, buna işaret sayılıyordu. Bu seçimlere 4 ayrı adayın katılması da önemli bir veri olarak algılanıyor (Muhmud Ahmedi Nejat, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi, Muhsin Rezai) Başta ölene kadar kalan Velayet el Faqih ( İslam hukuku koruyucusu) dini bir mertebe olarak bunun dışında bir olgu olarak görünüyordu. Şii mezhebine özgü bir yönlendirici, kavuz merkeziydi
İran 2528 yıllık bir devlet geleneğine sahiptir (15 Ekim1971’de yapılan 2500. yıl kuruluş kutlamaları esas alınarak). Bu gelenek kararlı bir devlet yapılanmasının, ezici çoğunluğu Şii olmaktan gelen inanç birliğiyle destekleniyor. İran devrimi bölgemizin en acımasız diktatörlüğü olan şahlığı tarihe gömmüş bölgenin en önemli gericilik gücünü yıkmıştı. Filistin davası başta olmak üzere emperyalistlere karşı sert duruşlarıyla bölge halkaları için önemli bir gelişmeydi.
İran devrimi halkın ezici çoğunluğunca onaylanan İslami cumhuriyetiyle büyük bir kalkınma hamlesi yapmış, teknoloji ve üretim atağına girişmişti. Devrim ardında dayatılan Irak saldırısı, ABD ve dünya emperyalizmiyle el ele veren gerici Arap iktidarlarınca kışkırtılıp desteklendi. Bu savaşın 1,5 milyonluk insan kaybı, Emperyalist çıkarlar için önemsiz bir sayıdan ibaretti. Irak yıkılırken, İran devrimine karşı desteklenen Saddam iktidarının bir önemi kalmamıştı.
İran devrimi düşünce tazeliği içinde ihraç edilebilir bir sunumla dünyaya yayılmak istenince, önemli oranda tepki görüp törpülendi. Bu durumu içe dönük çabaların yoğunluğuna aktarabilen İran, bölgenin en güçlü devleti olacak bir atak geliştirdi. Bölgemizin her köşesinde belli bir etkinlik kazandı. Siyasi ve inanç birliği içinde olanları bir araya toplayabilecek bir çevre oluşturdu. ABD karşısında özellikle de Nükleer araştırma ve bunu barışçıl amaçlarla kullanma hakkını ısrarla savunabilecek bir güç konumuna ulaşmıştı.
İran mazlumdan yana gerek çıkarları gereği gerek, Kerbeladan bu yana gelen inanç geleneklerince yer alışı bölgemizde onu belli bir konuma getirmişti. Direnen örgütlerin yolları Tahranda böylece kesişmeye başladı. Soğuk savaş kıstasları içinde farklı değerlendirilebilecek bu buluşma 21. yy verilerinde anti-emperyalist anlamlar kazanıyordu.
İran bölgenin parlayan bir yıldızıydı. Sünni direniş güçlerine bile karşılıksız uzattığı yardım eli Arap aleminde Şiiliğe karşı İsrail’i tercih edecek kadar aşırı tutumlara da yol açtı.
İlk kez Ürdün’ün seslendirdiği, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı “Şii atom bombası tehlikesi” söylemi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla, İsrail’in Araplardan beklediği teslimiyete kadar bir dizi olguyu birleştiriyordu. Şii Sünni çatışmasını körükleyecek kışkırtmalar bölgeyi ortaçağ mezhep çatışmalarına sürükleyecek bir aymazlık içindeydi. Böylece, “Şii İran” olayı gündeme sokulmuş ve Sünni Arap düşmanlığı için kitlesel taban yaratılmaya çalışılmıştır. Bu koşullar içinde Suriye ile stratejik ittifak yapabilen, Filistin’in direnen örgütleriyle sıkı bağlar kurabilen, Lübnan direnme güçleriyle her türden yardımı sunan önemli bir güç yok edilmek istendi.
Bu dengeler içinde, İran’ın İslami yönelimi anti-emperyalist tutum içinde halklar lehine bir duruş sergiliyordu. İran’a karşı tutum ise ABD yanlısı tutumlarla kesişme halindeydi.
Emperyalist güçlerin bölgemizde, Hindistan’dan Pakistan’a, oradan İsrail’e kadar her yerde inanılmaz nükleer tersanelere dolu olmasına karşın, İran’ın henüz tamamlanmamış ve “barışçıl amaçlarla, enerji ihtiyaçlarına yönelik” nükleer araştırmasına bile yasak koyma girişimleri bitip tükenmez bir tehdit süreci olarak beliriyordu. Savaş tehdidini de içeren bu süreç bölgenin, Irak savaşı sonrası yeniden ağır bir gerginliğe sürüklenmesine yol açtı. Her an bir bölge savaşı çıkar kaygısıyla bölge halkları tehdit altında tutuldu. İran, bu dayatmalara kararlı tutumuyla direndi. Bu dik duruş İran’ın içse bütünlüğünün bir sonucu olarak belirmişti.
Dünyanın en büyük nükleer tersanelerinden birine sahip olan İsrail bile, İran’ın nükleer araştırmalarını kendine “tehdit oluşturuyor” diye bombalayabileceğini açıklayıp duruyordu. Kendi nükleer ve nötron bomba üretimlerine toz kondurmayanların bu ikircimli tutumları bölgemizde ne türden bir bıçak sırtında yaşam olduğunu anlatmaya yeterli olmaktaydı.
İran’ın kararlı duruşu dünya gericiliğine meydan okuyordu. Bu duruş gericiliği sıkıntıya sokan önemli bir engeldi. Bu engeli aşmak için Lübnan seçimlerini ardından gelen İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine yoğun hazırlıklar yapıldı. Özellikle İngilizler tüm imkanlarıyla bunun üzerinde çalıştı. Savaşın, milyarlarca dolarlık bombaların, can kayıplarının yerine, “temiz bir yol” seçiliyordu. Sihirli parola demokrasiydi. Demokrasi adı altında bütün, bin bir parçaya bölünüp birbirine kırdırmakla sonuç alınabilirdi. “Yaratıcı anarşi” tezi tam burada anlamını buluyordu.
Demokrasi, emperyalist çıkarların rahmeti altında çağın en ahlaksız yalanıdır. Bu yalan Irak devletini yerle bir etti; çatışmalı üç ayrı devlet yarattı. Bu güne kadar süren kaosa yol açtı. Sıra İran’daydı. Demokrasi bu ülkeler için bölünmektir, kardeşin kardeşe saldırmasıdır, çatışmalı ortamda kaosun özgürlüğüdür. Savaşla kolay kolay baş edemeyecekleri İran’ı çökertmek için, demokrasi yalanına sarılmayı tercih ettiler.
İran’da demokrasi dedikleri şey bölünmeyi, kaosu, haklarından vazgeçmenin kod adıdır. İran’a önerilen demokrasinin anlamı, bölünüp ufalan, birbiriyle çatışarak takatsiz düşen ve sonunda emperyalistlere yem olmanın yoludur. Arkasında durdukları kesimlerin iktidarda olanlarla ilkesel açıdan hiçbir fark taşımamaları bunun bir göstergesidir. Demokrasi adlı yalan bir USE- GB üretimidir.
Savaş tehditleriyle başaramadıklarını, demokrasi söylemleriyle başarılmaya çalışıyorlar. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki sonuçları dillerine doladılar. 13 milyon oy farkını, sahte oylarla, seçim kalpazanlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Lübnan’da yaptıkları açık sahtekarlığı, seçim demokrasisi olarak yüceltenler, İran’da sahtekarlık çerçevesine asla sığmayacak ölçekteki bu büyük oy farkını, seçim kalpazanlığı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu ikircimli tutum Obama yönetimiyle ABD’nin bölgemizde neler yapmaya hazırlandığına önemli bir işaret gibi duruyor.
İran, artık seçim öncesi İran değildir. Bu sonuç, İran’daki baskı rejimine, İslam’ın uhrevi ilkelerini dünyevi dayatmalar haline getiren bağnazlığına karşı demokrasi adına başarılmış bir sonuç değildir. Ortaya çıkan tabloda kaybeden İran’dır, bölge halklarıdır. Bütünlüklü bir ülke iç çatışmalara sürüklenmiş, direnme takati kırılmıştır. Tartışmasız, maliyetsiz, kazanan tek taraf emperyalistlerdir. Hiç kimse sokaklara dökülenlerin özgürlük için, demokrasi için bir kazanım refleksiyle davrandığını iddia etmesin.
Muhalefetin siyasal programında İran İslam devrim ilkelerinin hiç birine karşı bir duruş yoktur. Velayet el faqih’in (İslam hukuku koruyucusu) siyasal yaptırım gücüne karşı bir siyasal duruş değildir. İran’da kurulu bulunan molla rejimine karşı da bir duruş değildir. Muhalefette önemli oranda molla olduğu ve sık sık fetva verdikleri de bilinmektedir. Şiilikte önemli bir kurum olan Havzeler ve dini mercilerin dünyevi işlerdeki etkinlikleri bir siyasal sistem olarak muhalefetin de tutunduğu bir gelenektir.
ABD için ne İran’ın Molla rejimi ne de Taliban rejimi önemlidir. Önemli olan ABD çıkarlarına teslimiyettir. Bu olunca şeytan bile demokrasi meleği olur; işte Suudi, işte Mısır, işte Ürdün gericiliği, bunlar ABD’nin ve tüm emperyalistlerin göz bebeği yönetimlerdir.
İran iç karışıklıkları, Lübnan ardından gelen bir yarma hareketi oldu. ABD, Bush yönetimiyle kaybettiği mevzileri yaratıcı anarşinin sihirli değneğiyle kazanmaya eğilim gösterdi. Açık savaş yerine, hedef ülkeleri içe taşımalara boğarak, içten birbirine kırdırarak çökertmeyi esas alınmaya başlandı. Gerisi uluslararası insan hakları telalığı, uluslararası demokrasi koruyucularının rahmetine kalmıştı. Bu gün oyun bu sahnelenmektedir.
Bu noktada kimse kimseye İran’da kimden yanasın diye sormasın. Soru İran’la emperyalistler arasındaki mücadelede kimden yanasın olmaktadır. Ne Ahmedi Nejat ne de Mir Hüseyin Musevi sorunun tarafları değildir.
Bölgemizdeki bu gelişmeler, etkisi on yıllar sürecek süreçlerin ana verilerini bağrında taşımaktadır. Süreç bu gelişmelerin temel algılarınca çözümlenmeli ve bölgemizde kesilmeden devam eden tarihi dış müdahalelerin yaratacağı tehlikelere dikkat edilmelidir. Bir ölüm denklemi kurulmaktadır. Kendi kendine harakiri yöntemidir bu gelişmeler. Emperyalist çıkarlara engel teşkil eden her ülke içten vurulacak. İntihara sürüklenecektir.
Bu yaman çelişkiyi durdurmak için, her ülke daha çok özgürlükle kendini yeniden yapılandırmanın yollarını bulmalı, iç sorunlarını çatışmaya ulaştırmadan çözüm için kapalı kanalları açmalı statülerde takılı kalmayı terk etmelidir.
Ortak ülkemiz bu gerçeğin muhasebesiyle karşı karşı bulunmaktadır. Bölge sorunlarından bağımsız olmayan sorunlarımızı aşmak için daha çok özgürlük, daha çok demokrasiyi kalıcı bir yapılanmaya dönüştürmek gereklidir.
29 Haziran 2009
BUSH YÖNETİMİ
KAPANIRKEN BÖLGEMİZDE DURUM
ABD, Bush yönetiminin ağır yenilgisiyle bölgemizde kolu kanadı kırıldı. Nereyi kapatmak istedilerse, başka bir yerden açılan yamalı bohça haline geldi. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) İsrail’in, Lübnan’a saldırısıyla, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında ağır bir yenilgi alışı, bölgemizin direnen halklar lehine önemli bir fırsat yakalamasına yol açtı. Bu, bölgemize enjekte edilmek istenen yeni düzenin Gerici Araplar önderliğinde (ılımlılar), ABD-İngiliz desteğinde, İsrail değnekçiliği altında yapılanmasına son verdi. İsrail artık yenilmez bir güç değildi ve ABD’nin istediği hizmeti göremezdi. Bir örgüt karşısında dahi tutunamayacak kadar yıpranmış, köksüz bir durumda olduğunu açığa çıkmıştı; İsrail’in belgemizdeki varlığının kalıcı olmayacağı düşüncesi yeniden gündem konusuna yükselmesi bunu gösteren önemli bir belirtiydi.
Bu gelişmeler bölgemiz de özgü değildi. ABD dünyanın her alanında Bush yönetiminin çılgın siyasetlerinin darbeleri altında tecrit olmuştu.
ABD’nin iflas süreci dünyanın her alanında kendini gösterdi. Buna dünya çapında patlak veren mali krizi de eklendiğinde, yer küremizin çok kritik bir kırılma noktasına doğru eğrilmeye başladığından söz etmek yanlış değildi. Bu sürecin son halkalarında suratına atılan ayakkabının iziyle giden Bush yönetimi yerine Obama yönetimi geliyordu.
Obama, ne siyahi renginden ne de demokratların geleneksel politikasından yola çıkarak özgün bir siyasal yönelim sergilemeyecekti. ABD’nin yüksel çıkarları siyasetinin temeli olacaktı. Bu “Obama’cı Umut Tacirleri” başlıklı makalemde özetle şöyle dile getirdim:
“Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.” ( Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Obama yönetimi, ABD’nin yeryüzünde kirlenmiş suretini aklamak amacıyla geliştirdiği yeni politikalar için attığı turlarda, yaptığı açıklamalarda bu kaygıları giderici olmaktan çok uzaktı. Buna rağmen, dünya dengesi öyle kolay kırılacak bir denge değildi. Kendini bir biçimde toparlama dinamiklerini de ihtiyatlarını da içinde barındıran bir dengeydi. Özellikle bölge halkları, Obama’nın latif sözlere toktu ve pratik açısından hiçbir değer taşımadığını on yılların tecrübesi içinde görmüştü. Bölge halkları tarihlerinin hiçbir kesitinde, sorunlarını ciddi bir biçimde aşacak kararlı tarafları bulamadı; çözüm ortakları ortalıkta yoktu. Ortak diye ortaya çıkanların yaptığı tek şey kendi iç politikalarına mesaj için sürecin gerekli söylemlerini dile getirmekten ibarettir. Çoğu kes ise İsrail Başbakanı Netanyahu tantanalı ilanlarla yaptığı basın toplantısındaki (14 Haziran 2009) hayal kırıma oyununu tekrar etti.
Netanyahu, barış için olmazsa olmaz koşul olan Filistinlilerin topraklarına dönme hakkını tanımayacağını, nükleer tersaneleri dururken Filistin devleti için silahlarından arındırılmış bir Filistin istediğini, İsrail devleti hükmü altındaki Filistin Arap halkını tasfiye ederek ırki bir devlet kurmak istediğini açıkladı. Bu savaş kışkırtıcısı, çağdışı saçmalıklara, Beyaz sarayın efendisi Obama da alkış tuttu.
Bölgemizin siyasal denklemlerinde, her şey bir oyun ve aldatma üzerine kurulu gibi ortaya serilmektedir. Özellikle bölge halkalarını hiçe sayan, küçümseyen edaların hükmü siyasi önerme olarak pişirilip ortaya sürülüyor. ABD dış politikasında bölgemizin kaderi böylesi yaklaşımların ağına takılışı, bir kader gibi değişmeden sürüp gidiyor.
Bu kaderde tek başına dış güçleri sorumlu görmek ise gerçekçi değildir. Buna yol açan bölgenin teslimiyetçi, “ılımlı” yönetimleri kendi halkının çıkarlarına aykırı duruşlarını da hesaba katmak gerek. Dış güç iç güçlerin verimli bataklıklarında kendi çıkarlarına köleler oluşturur. Bölgemiz tarihi boylunca bin bir zayıflığın ortamında buna açık olmuştur. Kendi yöntemleriyle hesaplaşmayan halkların bu süreçte paylarını da unutmamak gerek.
Buna rağmen, resmi bir ittifak anlamında olmasa da bölgemize dayatılan bu kadere karşı bir cephenin olduğundan söz etmek yanlış olmayacaktır.
On yıllardır direnenlerin temsil ettiği bir cephe. Bu cephede Direnen Lübnan halkı ve siyasal önderliği, Suriye’nin anti-emperyalist duruşları, özgürlükçü Kürt hareketi, Filistin direnme hareketleri ve İran’ın duruşu sayılabilir. Bu çevre birbiriyle çok yakın ilişki içinde kendi alanlarında mücadeleyi anti-emperyalist çizgide sürdüreme çabasında olmuşlardır. Eski kıstasların çok ötesinde bir biçimlenişe sahip direnme hattında laikler yanı sıra ağırlıklı olarak İslami hareketlerin olması bu kesitin mantığıyla örtüşen bir durumdur.
Irak savaşı ardından, tüm güçleriyle Suriye’yi işgal edeceklerini açıklayan ABD’nin başındaki emperyalist güçler, bu ülkeye akıl almaz baskı ve dayatmalar yaptı. Kırılma noktasına kadar getirdi. İçten ve dıştan bin bir sürtüşme yaratarak provokasyonlar üretti. Yaratıcı anarşinin her aleti kullanıldı; 14 Şubat 2005’te Lübnan’ın Sünni Başbakanı Refik el Hariri’nin katledilmesi örülen uluslar arası komplo sahnelendi. Bu süreç Lübnan iç savaşının körüklenmesiydi, İsrail ise uzun zamandır saldırı için uygun zamanı gözleyerek bekliyordu.
Bu süreçte, Suriye uluslar arası ortamda ambargolara muhatap oldu. Diplomatik tecrit, ekonomik tecrit, askeri baskı ve gerici Arapların kışkırtmasıyla oluşan tabloda kolu kanadı kırılarak can çekişir hale getirilmek istendi. Darbe girişimleri, Kürtlerin haklı istekleri alet edilerek ABD bayraklarıyla kitlesel gösteriler bile organize edildi, Dürzüler Lübnan kaynaklı kışkırtıldı, Müslüman Kardeşler döneminden kalma Alevi Sünni çatışmaları yeniden körüklendi. Ama hiçbir tutmadı.
Suriye, tüm eksikleriyle halkı ve ilerici yönetimi bu baskılara karşı durdu. Emperyalist boyun eğdirme dayatmalarını ret etti. Arap gericiliğinin ilişkilerini kesmesine karşı bu ülke başarıyla Arap zirvesini Şam’da bağladı (29-30 Mart 2008. 20. Arap zirvesi). Dönem başkanlığını bir yıl boyunca yaptı ve bu sıkıştırmalara karşı direndi. Suriye çok zor olanı başardı. Bu gün ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler bölgede “Suriyesiz hiçbir sorun çözülemez” olduğu gerçeğini teslim ederek, gerisin geriye Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeye yöneldi. Suriye mısırla hala gergin olan ilişkilerine karşı, Suudi Arabistan’la geliştirdiği dengeli yaklaşımlarla Lübnan’daki gelişmeleri dizginleme olanağı da yakalamış oldu.
Suriye bölgemizde ne içten ne de dıştan kırılmayan duruşuyla bölgemizin en istikrarlı ülkesi olmaya devem ediyor. Türkiye Suriye ilişkileri bu sürece çok önemli bir dinamik kattığını burada ayrıca belirlemek gerek. İki halk, yönetimlerini de aşan yakınlaşmayı başarabilirlerse (ekonomik, sosyal, kültürel, sivil toplum süreçleri açısından), bu ilişki uzun erimli ve halkların yararını bir ilişki haline gelebilir.
Lübnan’da Hizbullah ve muhalefet güçlerinin 12 Temmuz 2006 savaşındaki başarıları, hak kazanımlarının ve kazanılmış hakların korunmasının tek yolunun direnmek olduğunu göstermişti. Lübnan’da ABD’nin Bush yönetimi her türden devlet protokolünü aşarak yaptıkları müdahale iç savaşı kapılara dayandıran bir hal almıştı. Bu sürecin haklı siyasal kazanımları için Lübnan seçimlerine gidilecekti. Seçim öncesi istikrar Katar’ın başkenti Doha toplantısında ve alınan karalarda bulundu (16 Mayıs 2008). Bush dönemi geride kalıp, Obama dönemine girişle birlikte Lübnan yeni dengelerini seçim sonrasına ertelemiş oldu (seçimler 7 Haziran 2009).
İran ise tüm baskılara karşın, nükleer haklarını koruma kararlılığı gösteriyordu. Baskılara direniyor, nükleer haklarından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Çevresi nükleer silahlarla kuşatılmış İran, tarihi kimliğiyle baskıları ülke birliği ve kitlesel duruşuyla karşılıyordu. Ülke bütünlüğünü önderliğiyle koruyan bu ülke bölgemizin dev bir gücü olarak duruyordu. Ardı arına yaptığı buluşlarla, silah teknolojisinde gösterdiği atakla bu bölgede bende varım diyordu. Bush yönetimi kapanırken İran bir dev olarak yıldızı parlıyordu.
Filistin hareketi Gazze’de direnmiş savaştan alın akıyla çıkmıştı. Filistin halkı özgür olduğu sınırlı alanda tüm zorluklara karşın, İsrail’in istediği gibi girip çıkacağı bir alan değildi. 29 Aralık 2008 de başlayan İsrail saldırısı, 18 Ocak 2009’da, 410 çocuk, 103 kadın toplam 1300’ü aşkın (bilinmeyenler hariç) şehitle kapanıyordu. Öldürmek, İsrail’in işiydi ama bu ona hiçbir şey kazandıramadı hiçbir siyasi hedefi gerçekleşmedi. Tersine bir kez daha “direnmek yaşamaktır” tezini güçlendirdi. Bölgemiz halkları etkin olarak dünya halklarıyla birlikte Filistin halkının yanında yer aldı. Halklar bu barbar devlete karşı duruşunu açıkça ilan etti. Filistin halkının direnmesi, Bush yönetimi göçüp giderken Obama’yı bu etkinlikle karşılıyordu. Haklarının ikamesi için masajını yeterince vermişti.
Bu dönem, tüm soru işaretlerine karşın, tarihi Kürt hareketi Irakta çok önemli mesafeler kat ederek bağımsız bir devlet sürecini yükseltiyordu. Merkezi idareye rağmen kendi kaynakları üzerinde, özel, ikili anlaşmalar yapabilecek bir etkinlikteydi. Türkiye katı tutumlarına karşın, Kürdistan diye bir komşusu olduğu gerçeğini hazmetmesi, bu sürecin ekonomik ganimetinden yararlanmanın tek yoluydu. Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, ABD desteğini mutlak olarak almış haliyle de olsa, Kürt özgürlük hareketi için önemli bir unsurdu. Bu yanıyla direnen halklar kategorisinde yer alan (tüm ihtiyatları göz önüne alarak) bir konum sahipti.
Bu noktada Kürt hareketinin Türkiye boyutunda çok önemli mesafeler kat edildi. Bu mesafeler Türkiye’nin Osmanlı artığı akıl yöntemleriyle, sınır dışı operasyonlara kadar uzanan askeri saldırılanın fiyaskosu ve Kürt halkının Başkanı ve siyasal temsilcileri ardından dik duruşu gibi önemli gelişmeleri gündeme getirdi.
Bir düello gibi sürdürülen 29 Mart 2009 yerel seçimleri, öyle bir zaferle sonuçlandı ki, Kürdistan haritasının sınırları böylece çizilmiş oldu. Kürt halkı, tüm dayatmalara, zorlamalara, rüşvetlere karşın kendi çıkarlarını, siyasi temsilcilerinde gördü. Seçimler böyle sonuçlandı. Herkes boyunun ölçüsünü aldı. Bu süreç devletin Kürt politikasında yeni balans ayarlarını zorladı. Genel Kurmay Başkanı Türk ordusunun kanını donduracak söylemlere zorladı. Türkiye’de halklar vardı, Kürtler ayrı bir halktı ve bunların da hakları vardı…
Bölgemizin direnen halkları Bush yönetimini bu durumda kapatırken, Obama döneminin ABD çıkarlarınca belirlenecek yeni düellolarına hazırlanma sorunuyla karşı karşıya kalacaklardı. Bu düellonun hazırlıklarıyla ilgili ilk belirtileri Lübnan ve İran’da açığa çıkıyor.
ABD, Obama yönetimiyle birlikte bölgeye farklı bir tarzda gireceği açıktı. Ayın amacın farklı araçlarla ikamesine uğraşılıyordu. Bunun için savaş maliyesinden daha az bir maliyeti harekete geçirmek yetecek gibiydi. Dünyaya yayılmış ve bütçesini heder eden askeri girişimlerden uzak bir perspektifle dış politikasını belirlemek isteyen yeni yönetim, yine her şeyiyle Amerikan çıkarları için insanlığı bir biçimde köleleştirme amacını öne koymuştur. Bunun ilk ipuçları bölgemizde belirmeye başladı bile.
Bölgemizde iki önemli gelişme oldu. Birincisinden kimsenin haberi yok. İkincisinde algılar karmakarışık. Soğuk savaş dönemi kıstaslarıyla mı? Yeni dönemin özgünlüğüyle mi? hangi açıdan bakılarak tutum takınılacaktı. Bu sınav bu gün bölge halkalarını meşgul edecektir.
Birinci gelişme; Lübnan seçimleri.
İkincisi; İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
LÜBNAN SEÇİMLERİ
Lübnan’da 7 Haziran 2009 seçimlerine giderken muhalefet güçleri kesin zafer kazanarak çıkacaklarından emindi. Bölgenin ABD aleyhine dönen kaderinin ilk siyasal zaferinin Lübnan’da tescil edileceği bekleniyordu.
Yaratıcı anarşinin ilk uygulandığı yer olan Lübnan ( Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesi), İsrail’in saldırısıyla da karşı kayrıla kalmış, her alanda yıkıma uğramıştır. Buna rağmen halkı direnmiş, etkinlik göstermiş, İsrail hezimete uğrayarak, ABD’nin tüm planları yıkılmıştı. Arap halkaların umudu olan direnme hareketi arkasında bu dev dalgayı alarak iktidar kapılarına haklı olarak dayanmıştı. Ancak siyasetin kuralları bu bölgede çok farklı oynuyordu.
Lübnan’da seçim sistemi çok karmaşık. Seçmen oyunu genel olarak kullanır ama seçilecek olanlar belli bir din ya da mezhebe ya da Ermeniler gibi azılıkların kotasına mensup olması gereklidir. Böylece genel seçimlerde %50 Hıristiyan ( bunun içinde tüm Hıristiyan mezhepleri dahildir; Maruniler, Ortodokslar, Rum Katolikler, Latinler, Protestanlar vb.) ve Müslümanlar %50 (Bunun içinde Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Aleviler) bulunur. Ayrıca seçim sisteminde, kendi mezhep ve dininden rakipsiz olan aday, seçimsiz seçilmiş olur (tezkiye, zekat olarak). Bu nedenle Nispi sistemin hak dağılımındaki nispi adaleti bu seçimlerde sağlanamaz. Binlerce unsur işin içine girer. Bir taraf halkın çoğunluğunu alsa da azınlığa düşebilir.
Nitekim, seçimlerde direnme güçlerinin siyasal örgütleri, kesinlikle zafer beklerken yeniden muhalefette kalma durumunda oldular. Seçimin kaderini değiştiren, Zahle bölgesi, Eliya Skaf önderliğindeki “Halk Kitlesi” grubu ve Metin bölgesinin Teyyar el Vatani el Hür listesinin kaybetmesidir. Bu listelerde 12 milletvekili kaybedildi. Şii listesi tüm adayları kendi bölgelerinde seçimleri kazandı. Muhalefetin temel direği olarak kendi bölgelerinde eksiksiz kazanmalarına ve ülkede halkın çoğunluğunu almalarına karşın seçim sonucunu değiştiremediler.
Seçimleri, Sünni Refik el Hariri’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Saad El Hariri başkanlığındaki Müstakbel hareketi “öncelikle Lübnan” gurubu kazandı. Bu kazanç halkın azınlığını temsil etmesine karşın seçim sisteminin fırsatını, Suudi Arabistan’ın su gibi akıttığı dolarlarla kazanıldı. 1 milyar doların dağıtıldığı bu küçük ülkede, oy başına 500 dolar fiyat biçildiği tespit edilmiştir. Bu seçimler, ABD için olduğu kadar, Arap gericiliği için yaşamsal önemde bir rekabetin alanıydı. Suudili karlık ailesi tüm ağırlığını koyarak buradan sonuç almak istedi. Bölgemizde gerici Arap yönetimlerinin ağırlıkla üzerinde durduğu bu seçimlerde ayrıca, 160 000 seçmen yurt dışından binlerce uçakla, Lübnan’a taşınıp seçimin kaderini değiştirdiği tespit edildi (Brezilya’dan, Arjantin’den, Avustralya’dan ve Afrika’nın değişik bölgelerinden seçmenler, ABD yanlısı grupların lehine taşınmıştır. 15 günlük bedava tatil ve masraflar da karşılanmıştır). Dünyada eşi almayan bir seçim transferi yaşanmıştır.
ABD, Suudi Arabistan ve Mısır tüm ağırlığıyla, Lübnan’ın direnen güçlerin denetimine girmemesi için her şeylerin ortaya koydular. Bu tıpkı 29 Mart 2009 ülkemiz yerel seçimlerinde Kürt oylarını bölmek için dağıtılan beyaz eşya, mobilya ve rüşvet hamlesi gibi olmuştur. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük talebi karşısında başarısız kalan böylesi bir hamle, Lübnan da sonuç alıyordu.
Seçim sonucu 71 milletvekili ABD ve Arap gericiliği yanlısı kesimlere, 57 millet vekili direnen güçlerin payına düştü. Toplam 128 milletvekilinden oluşan Lübnan parlamentosu, Şiilerin payına düşen Meclis Başkanlığını 25 Aralık 2009 (Perşembe oturumunda 90 oyla yeniden Şii Emel hareketi lideri Nebih Berri’yi seçti. 5. kez meclis başkanı olan Nebih Berri, 1992’den beri meclis başkanıdır).
Seçimler bu haliyle de Lübnan’a nispi bir istikrar getirdi gibidir. Ancak öyle değil. Halk çoğunluğunun muhalefette olması, iktidarın ABD yanlılarınca alınması kaos için kritik bir denge anlamına da geldiği göz önüne alınmalıdır. Bunun ne anlama geleceği ise açıktır. ABD yeni Lübnan yönetimine BM güvenlik konseyinin haksız ve zalim kararları dayatacak, bununla direnen güçlerin silahsızlanması için zorlamada bulunacak, İsrail’i rahatlatacak sınır güvenliklerinin oluşturması yönünde baskı yapacaktır. Bölgemizin Ak denize sınır olan bu küçük ülkenin yeniden bölgeye sıçrama tahtası olarak kullanılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.
Bölgenin enerji kaynaklarının korunması için uzun zamandır Lübnan sahasında konumlanmak isteyen ABD ve diğer emperyalist güçler yeni yönetimi bir kukla olarak kullanıp bu süreçten sonuç almaya çalışacaktır. Sorunlarda bu noktadan itibaren taşıp dökülme durumuna gelecek sorunlar böyle başlayacaktır. İstikrarsızlık, bu küçük ülkenin kaderi olmaya devam edecek bir sonuçla seçimlerini kapatırken, ABD yeni yönetimi kendi çıkarlarına uygun senaryolara muhatap olacaktır.
Lübnan seçimleri, ABD’nin yeni politikası lehine bir sonuç olarak belirdi denebilir. Savaşla başaramadıklarını mal, rüşvet, pay, baskı ve satın alarak başarmış görünüyorlar. Bunu ileriki günlerde doğacak kaosların da habercisi olarak görmek yanlış değildir.
ABD bölgemizde Bush yönetimi sonrası politikaları için açmaya çalıştığı yolu asfaltlama çalışmalarının ilk işareti buradan verilmiş oldu.
Bunu İsrail seçimleri takip etti. Kötünün en kötüsü seçimleri kazanarak bölgede değişmeyen savaş kaderini yenileyen bir bekleyişe sevk etti.
İRAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
İran’da 6. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı (12 Haziran 2009) Bu seçimlere giderken önceki seçimlerin kendine özgü parlamenter yapısıyla kendi kabul sınırları içinde bir demokratik sistem kurduğu varsayımı üzerinde duruluyordu ve bölgedeki İslami gerici Arap yönetimlerinin ebedi iktidar tutkularına karşı bir alternatif gibi duruyordu. Değişen yönetimler başkanlar ve parlamenter dengeler, buna işaret sayılıyordu. Bu seçimlere 4 ayrı adayın katılması da önemli bir veri olarak algılanıyor (Muhmud Ahmedi Nejat, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi, Muhsin Rezai) Başta ölene kadar kalan Velayet el Faqih ( İslam hukuku koruyucusu) dini bir mertebe olarak bunun dışında bir olgu olarak görünüyordu. Şii mezhebine özgü bir yönlendirici, kavuz merkeziydi
İran 2528 yıllık bir devlet geleneğine sahiptir (15 Ekim1971’de yapılan 2500. yıl kuruluş kutlamaları esas alınarak). Bu gelenek kararlı bir devlet yapılanmasının, ezici çoğunluğu Şii olmaktan gelen inanç birliğiyle destekleniyor. İran devrimi bölgemizin en acımasız diktatörlüğü olan şahlığı tarihe gömmüş bölgenin en önemli gericilik gücünü yıkmıştı. Filistin davası başta olmak üzere emperyalistlere karşı sert duruşlarıyla bölge halkaları için önemli bir gelişmeydi.
İran devrimi halkın ezici çoğunluğunca onaylanan İslami cumhuriyetiyle büyük bir kalkınma hamlesi yapmış, teknoloji ve üretim atağına girişmişti. Devrim ardında dayatılan Irak saldırısı, ABD ve dünya emperyalizmiyle el ele veren gerici Arap iktidarlarınca kışkırtılıp desteklendi. Bu savaşın 1,5 milyonluk insan kaybı, Emperyalist çıkarlar için önemsiz bir sayıdan ibaretti. Irak yıkılırken, İran devrimine karşı desteklenen Saddam iktidarının bir önemi kalmamıştı.
İran devrimi düşünce tazeliği içinde ihraç edilebilir bir sunumla dünyaya yayılmak istenince, önemli oranda tepki görüp törpülendi. Bu durumu içe dönük çabaların yoğunluğuna aktarabilen İran, bölgenin en güçlü devleti olacak bir atak geliştirdi. Bölgemizin her köşesinde belli bir etkinlik kazandı. Siyasi ve inanç birliği içinde olanları bir araya toplayabilecek bir çevre oluşturdu. ABD karşısında özellikle de Nükleer araştırma ve bunu barışçıl amaçlarla kullanma hakkını ısrarla savunabilecek bir güç konumuna ulaşmıştı.
İran mazlumdan yana gerek çıkarları gereği gerek, Kerbeladan bu yana gelen inanç geleneklerince yer alışı bölgemizde onu belli bir konuma getirmişti. Direnen örgütlerin yolları Tahranda böylece kesişmeye başladı. Soğuk savaş kıstasları içinde farklı değerlendirilebilecek bu buluşma 21. yy verilerinde anti-emperyalist anlamlar kazanıyordu.
İran bölgenin parlayan bir yıldızıydı. Sünni direniş güçlerine bile karşılıksız uzattığı yardım eli Arap aleminde Şiiliğe karşı İsrail’i tercih edecek kadar aşırı tutumlara da yol açtı.
İlk kez Ürdün’ün seslendirdiği, Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı “Şii atom bombası tehlikesi” söylemi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla, İsrail’in Araplardan beklediği teslimiyete kadar bir dizi olguyu birleştiriyordu. Şii Sünni çatışmasını körükleyecek kışkırtmalar bölgeyi ortaçağ mezhep çatışmalarına sürükleyecek bir aymazlık içindeydi. Böylece, “Şii İran” olayı gündeme sokulmuş ve Sünni Arap düşmanlığı için kitlesel taban yaratılmaya çalışılmıştır. Bu koşullar içinde Suriye ile stratejik ittifak yapabilen, Filistin’in direnen örgütleriyle sıkı bağlar kurabilen, Lübnan direnme güçleriyle her türden yardımı sunan önemli bir güç yok edilmek istendi.
Bu dengeler içinde, İran’ın İslami yönelimi anti-emperyalist tutum içinde halklar lehine bir duruş sergiliyordu. İran’a karşı tutum ise ABD yanlısı tutumlarla kesişme halindeydi.
Emperyalist güçlerin bölgemizde, Hindistan’dan Pakistan’a, oradan İsrail’e kadar her yerde inanılmaz nükleer tersanelere dolu olmasına karşın, İran’ın henüz tamamlanmamış ve “barışçıl amaçlarla, enerji ihtiyaçlarına yönelik” nükleer araştırmasına bile yasak koyma girişimleri bitip tükenmez bir tehdit süreci olarak beliriyordu. Savaş tehdidini de içeren bu süreç bölgenin, Irak savaşı sonrası yeniden ağır bir gerginliğe sürüklenmesine yol açtı. Her an bir bölge savaşı çıkar kaygısıyla bölge halkları tehdit altında tutuldu. İran, bu dayatmalara kararlı tutumuyla direndi. Bu dik duruş İran’ın içse bütünlüğünün bir sonucu olarak belirmişti.
Dünyanın en büyük nükleer tersanelerinden birine sahip olan İsrail bile, İran’ın nükleer araştırmalarını kendine “tehdit oluşturuyor” diye bombalayabileceğini açıklayıp duruyordu. Kendi nükleer ve nötron bomba üretimlerine toz kondurmayanların bu ikircimli tutumları bölgemizde ne türden bir bıçak sırtında yaşam olduğunu anlatmaya yeterli olmaktaydı.
İran’ın kararlı duruşu dünya gericiliğine meydan okuyordu. Bu duruş gericiliği sıkıntıya sokan önemli bir engeldi. Bu engeli aşmak için Lübnan seçimlerini ardından gelen İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine yoğun hazırlıklar yapıldı. Özellikle İngilizler tüm imkanlarıyla bunun üzerinde çalıştı. Savaşın, milyarlarca dolarlık bombaların, can kayıplarının yerine, “temiz bir yol” seçiliyordu. Sihirli parola demokrasiydi. Demokrasi adı altında bütün, bin bir parçaya bölünüp birbirine kırdırmakla sonuç alınabilirdi. “Yaratıcı anarşi” tezi tam burada anlamını buluyordu.
Demokrasi, emperyalist çıkarların rahmeti altında çağın en ahlaksız yalanıdır. Bu yalan Irak devletini yerle bir etti; çatışmalı üç ayrı devlet yarattı. Bu güne kadar süren kaosa yol açtı. Sıra İran’daydı. Demokrasi bu ülkeler için bölünmektir, kardeşin kardeşe saldırmasıdır, çatışmalı ortamda kaosun özgürlüğüdür. Savaşla kolay kolay baş edemeyecekleri İran’ı çökertmek için, demokrasi yalanına sarılmayı tercih ettiler.
İran’da demokrasi dedikleri şey bölünmeyi, kaosu, haklarından vazgeçmenin kod adıdır. İran’a önerilen demokrasinin anlamı, bölünüp ufalan, birbiriyle çatışarak takatsiz düşen ve sonunda emperyalistlere yem olmanın yoludur. Arkasında durdukları kesimlerin iktidarda olanlarla ilkesel açıdan hiçbir fark taşımamaları bunun bir göstergesidir. Demokrasi adlı yalan bir USE- GB üretimidir.
Savaş tehditleriyle başaramadıklarını, demokrasi söylemleriyle başarılmaya çalışıyorlar. Bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki sonuçları dillerine doladılar. 13 milyon oy farkını, sahte oylarla, seçim kalpazanlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Lübnan’da yaptıkları açık sahtekarlığı, seçim demokrasisi olarak yüceltenler, İran’da sahtekarlık çerçevesine asla sığmayacak ölçekteki bu büyük oy farkını, seçim kalpazanlığı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu ikircimli tutum Obama yönetimiyle ABD’nin bölgemizde neler yapmaya hazırlandığına önemli bir işaret gibi duruyor.
İran, artık seçim öncesi İran değildir. Bu sonuç, İran’daki baskı rejimine, İslam’ın uhrevi ilkelerini dünyevi dayatmalar haline getiren bağnazlığına karşı demokrasi adına başarılmış bir sonuç değildir. Ortaya çıkan tabloda kaybeden İran’dır, bölge halklarıdır. Bütünlüklü bir ülke iç çatışmalara sürüklenmiş, direnme takati kırılmıştır. Tartışmasız, maliyetsiz, kazanan tek taraf emperyalistlerdir. Hiç kimse sokaklara dökülenlerin özgürlük için, demokrasi için bir kazanım refleksiyle davrandığını iddia etmesin.
Muhalefetin siyasal programında İran İslam devrim ilkelerinin hiç birine karşı bir duruş yoktur. Velayet el faqih’in (İslam hukuku koruyucusu) siyasal yaptırım gücüne karşı bir siyasal duruş değildir. İran’da kurulu bulunan molla rejimine karşı da bir duruş değildir. Muhalefette önemli oranda molla olduğu ve sık sık fetva verdikleri de bilinmektedir. Şiilikte önemli bir kurum olan Havzeler ve dini mercilerin dünyevi işlerdeki etkinlikleri bir siyasal sistem olarak muhalefetin de tutunduğu bir gelenektir.
ABD için ne İran’ın Molla rejimi ne de Taliban rejimi önemlidir. Önemli olan ABD çıkarlarına teslimiyettir. Bu olunca şeytan bile demokrasi meleği olur; işte Suudi, işte Mısır, işte Ürdün gericiliği, bunlar ABD’nin ve tüm emperyalistlerin göz bebeği yönetimlerdir.
İran iç karışıklıkları, Lübnan ardından gelen bir yarma hareketi oldu. ABD, Bush yönetimiyle kaybettiği mevzileri yaratıcı anarşinin sihirli değneğiyle kazanmaya eğilim gösterdi. Açık savaş yerine, hedef ülkeleri içe taşımalara boğarak, içten birbirine kırdırarak çökertmeyi esas alınmaya başlandı. Gerisi uluslararası insan hakları telalığı, uluslararası demokrasi koruyucularının rahmetine kalmıştı. Bu gün oyun bu sahnelenmektedir.
Bu noktada kimse kimseye İran’da kimden yanasın diye sormasın. Soru İran’la emperyalistler arasındaki mücadelede kimden yanasın olmaktadır. Ne Ahmedi Nejat ne de Mir Hüseyin Musevi sorunun tarafları değildir.
Bölgemizdeki bu gelişmeler, etkisi on yıllar sürecek süreçlerin ana verilerini bağrında taşımaktadır. Süreç bu gelişmelerin temel algılarınca çözümlenmeli ve bölgemizde kesilmeden devam eden tarihi dış müdahalelerin yaratacağı tehlikelere dikkat edilmelidir. Bir ölüm denklemi kurulmaktadır. Kendi kendine harakiri yöntemidir bu gelişmeler. Emperyalist çıkarlara engel teşkil eden her ülke içten vurulacak. İntihara sürüklenecektir.
Bu yaman çelişkiyi durdurmak için, her ülke daha çok özgürlükle kendini yeniden yapılandırmanın yollarını bulmalı, iç sorunlarını çatışmaya ulaştırmadan çözüm için kapalı kanalları açmalı statülerde takılı kalmayı terk etmelidir.
Ortak ülkemiz bu gerçeğin muhasebesiyle karşı karşı bulunmaktadır. Bölge sorunlarından bağımsız olmayan sorunlarımızı aşmak için daha çok özgürlük, daha çok demokrasiyi kalıcı bir yapılanmaya dönüştürmek gereklidir.
17 Haziran 2009 Çarşamba
DARBECİ AKIL, OSMANLI ARTIĞI BİR AKILDIR.
Mihrac Ural
17 Haziran 2009
Darbecilik topluma dayatılmış bir kırılma girişimidir. Hiç bir zaman ilerlemeyi sağlamaz. Evrimi kırar, gelişmenin dinamiklerini parçalar, kurduğu satülerle toplumsal yaşamı dondurur anti-demokratik yapar. Bu yanıyla darbecilğin her türü bir çeşit gericiliktir.
Bu aklın yeşerdiği bataklık ordudur. Asker olgular bir bütün olarak bu akılın ikamesi için yeterli araçlara sahiptir. Bunlar da zor araçlarıdır. Zor araçlarının toplumdaki tekeli olan ordu darbeciler için her yerde aynı olanakları sunar.
Yerleşmiş, tarihi süreç içinhde kendi dokularını oluşturmuş bir akıl sistematiğini mahkeme kararlarıyla sonlandırmak, susturmak, yok etmek mümkün olamaz. Bu nokta önemle kavranmaya muhtaçtır.
Basit bir doğa yasasını düşünceye uygulayınız. Düşünce yoktan var olamaz, var ise yok edilemez, ancak dönüştürülebilir. Osmanlı aklını yaratan nesnel koşullar ve tarih evrimi nasılki ittihatçılıkta en yüksek ifade tarzıyla kendini tecelli ettiyse, bu aklın tasfiyesi, tarihin çöp tenekesine atılması için de belli bir tarih evrimini gerekli kılar. Bu tarih son yüz yıldır yaşanmaktadır da.
Düşünceyi yok edemeyeceğimiz gerçeği onu başka bir düşünceyle dönüştürmemiz gerektiğini gösterir. Bu dönüşüm bir devrimdir, bir mücadele sürecidir. Demokrasi mücadelesinin on yıllardır süren kararlılığı ve ödediği bedeller, gerçekte darbeci aklın gelip sıkıştığı, güçsüzleştiği yerde artık ayakları üzerinde duramayacağı bir konuma getirmiştir. Bu başarı bu yoda bedel ödeyen demokrasi güçlerinin başarısıdır.
Darbecilikle mücadele bir süreç işidir, kararlı duruştur. Demokrasi güçleri bunu yapmıştır. Darbeciliğe karşı direnmiştir. En az üç kuşaktır bunun bedelleri ödenmektedir. İşkenceler, sürgünler zindanlar bunun için yatılmıştır. Bu gün darbecilerin zayıflıkları, tedirginlikleri, masa altından korkakça senaryolara sığınmaları, e-muhtırala gösterdikleri geri çekilme tamamıyla demokrasi güçlerinin mücadelesinin bir sonucudur. Bu mücadelenin toplumda oluşturduğu irade Ergenekon davalarında görüldüğü gibi darbecileri tutsak almaya kadar yükselmiştir.
AKP hükümeti sorunun bir tarafıdır, çözümün değil. Ülkemizin çok boyutlu kaoslarını, kimlik bunalımlarını her tarihsel kesitte yeniden üreten bu darbeci algılara karşı duruş tarihle yüzlemeyi gerektiriyor. Savcılığa verilecek bir dilekçeyle yapılan hukuk sığınması ülkemizin tarihiyle cesaretle yüzleşmeyip hesaplaşmasını sağlayamaz.
Demokrasi tutarlı siyasal duruşlarla genişler ve büyür. Bu nedenle, darbeci kime karşı olursa olsun, ona karşı durmak gerekir. Demokrasiyi kendi doğrusu olarak kabul edenler onun arkasında durmayı da bilmelidirler.
***
Yüz yıllık bir sorun tarihin derinliğinden gelen veriler üzerinde kendi akıl sistemiyle karşımıza dikilip duryor. Her on yılda bir darbe beklentisini kader haline getiren bu akıl türü Osmanlıdır. Kılıç darbeleriyle vurularak elde edilen, at nalları altında ezerek teslim alınan ganimet algısının, siyasal iktidarda İttihatçılıkta en özgün ifadesini bulan akıl sistemidir. 1908 den bu güne bellirgin peryotlarla süre gelen darbecilik, Osmanlı aklının siyasal abesi olarak toplumsal yaşantımıza yön verme dayatmaları ve müdahaleleriyle tecelli ede gelmiştir. Bu akıl cumhuriyet iniforması giymiş bir Osmanlı aklıdır.
Bu akıl, farklılığı kabullenmez, ayrı var oluşu hazmetmez, güçsüzdür, yetmezdir gafil avlamayı, bir gece ansızın darbeyle yaşamı gasp etmeyi kurgular. Şiddet ve zor araçları bu akılın siyasal mücadelede bildiği tek araçtır. Darbecilik bu günün verisi değildir. Bu gün darbeciliğin son demlerinin yaşandığı kesitlerdir. Bu akıl Osmanlının 500 yıllık evriminin ürünüdür. Bu nokta kavranmadan, tarihle yüzleşmenin cesurca olması mümkün değildir. Bu akıl belli nesnel verilerin ürünü olarak doğmuş olgunlaşmış doruğuna vararak gerisin geriye düşüşe geçmiştir.
Yaşadığımız coğrafyanın son bin yıllık tarihine göz attığımızda bu gerçeğin acımasız sonuçlarıyla yüz yüze kalırız. Anadolu bir uygarlıklar beşiği olduğu gerçeğini bu akıl, kılıç darbeleriyle katletmiştir, at nalları altında da ezmiştir; Orta-Asya’dan Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanmanın anlamı da budur. Tek boyutlu kılınmak istenen Anadolu, uygar bir çok halklarını, inanç türlerini, kültürel farklılık zenginliğini bedel ödeyerek bu güne gelmiştir. Geride kalmayı becerenler direnenler ve ulaşılması güç olanlardı. Bu coğrafyayı %99 tek inanç türü ve tek etnik egemenlik altına getirmekle öğünenler, bunu ikna yoluyla yaptıklarını anlatırken düştükleri taji-komik haller, tarihin tanıklığıyla iflas etmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete geçerken bu malzemeyle geçildi, bu akıl etkinlikleriyle ve sistemleriyle geçilmişti.
Cumhuriyet’in ayrı bir planla kurulduğu söylendi. "Talancılık ve fetihler ardından serserice sürükleniş" çağının kapandığı dile getirildi. Kendi üretecek kendi tüketecek, “yurtta sulh cihanda sulh” halinde yaşanacaktı. Cumhuriyet henüz cenin halindeyken, hasta adam Osmanlı’nın ölmediğini ispatlarcasına kurtuluş savaşını omuz omuza verdiği Kürt halkına kırmaya kıymaya yakıp yıkmaya tehcir ve tenkile yöneldi. "İsyan" adı altında, 1925'te Kürt halkı hunharca katledildi. Bu sürecin arkası bu güne dek hiç kesilmedi. 19 Kürt "isyanı" denilen şey, askerin toplumun siyasal kaderi üzerindeki hükümranlığının darbeci algılarınca yaratılan düşmandı. Düşmansız yaşamayan bir akıl olarak darbecilik, siyasal iktidar üzerindeki ipoteklerini bu yollarla güçlendiriyordu.
Bu aklın yeşerdiği bataklık ordudur. Asker olgular bir bütün olarak bu akılın ikamesi için yeterli araçlara sahiptir. Bunlar da zor araçlarıdır. Zor araçlarının toplumdaki tekeli olan ordu darbeciler için her yerde aynı olanakları sunar. Bu davranış zaman zaman İzmir suikastında görüldüğü gibi kendi içinde çoğunlukla da dışa karşı her farklılığa her ayrı varlığı bir ölüm denklemi kurgular. Bunlar bir geleneğin devamıydı; darbecilik genetik bir vaka, akıl türü olduğunu ittihatçı reflekslerin içsel dokularda yer edindiğini yansıtıyordu.
1938 Hatay ilhakı, varlık vergisi olayı, DP'nin seçimle iktidar olmasına karşı ordunun İnönü'ye "engelleyelim" önerisi, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıklara reva görülen faşizanlık, en iyimser deyişle, Cumhuriyetin ayrı bir kuruluş planını beceremediğine bir işaretti. Cumhuriyet, Osmanlı aklı sisteminin tarihsel bir uzantısıydı. Darbecilik, bu sürecin her bir anında keskin izlere sahipti.
Darbeci akıl osmanlı aklıdır ve ittihatçılıkta en doruk noktasını bulmuştur. Öyle ki 400 yıl Osmanlı istilası altında bulunan ortadoğuda II. Dünya savaşı sonrası kurulan devletlerdeki darbeci sürecin de mimarıdır. Osmanlı artığı subayların Suriye, Irak, hatta Mısır da, "erken uyanan darbeyi yapar" söylencesini üretecek kadar etkin olmuştur. Bu akıl Osmanlının komşularımıza bıraktığı kirliğin ifadesiydi. Bölgemizin her bir ülkesi bu aklın çılgınlığından kurtulmak için daha uzun bir süreç demokrasi mücadelesi vermek zorundadır. Ülkemizde durum daha vahim.
27 Mayıs 1960 darbesi,12 Mart 1971 darbesi, 12 Eylül 1980 darbesi, lavlardan oluşmum birer boncuk gibi bu coğrafyada yaşayan halkların boynuna asılmıştır; İşkence etmiş, zindana atmış tenkil ve tehcirle tehdit ederek göçe, ölüme ve idamlara mahkum etmiştir.
1990 ve sonrası olanları arka arkaya sıralacyacak olursak bu boncuk taneleri küçülmesine rağmen, aynı akıl ürünü birer cehennem denklemi olarak dayatılmaktadır. Bu senaryolar, girişimler toplumu kaygan bir zemine, yarını belirsiz sürüklenişlere itmektedir. Kaygılı ve gergin bir toplum geleceğin kurma yönelimleri olmayan bir topluma dönüşülmektedir. Geleceği anlamsızlaştıran bu dayatmaların her türden rantını yine aynı egemen kesimler toplamaktadır. Şu “egemen kesim” kavramının muğlaklığını giderme adına, şunu belirtmek gerek, verili sistemden siyasi ve ekonomik, toplumsal ve kültürel, mevki, pazar, ilişki ve her türüyle kredi etkinliği kazanan kesimlerdir. Bu kemsi sınıfsal tanımlamalarla ifade etmek her zaman doğru bir belirleme değildir. Bezen sınıfsal belirlemeler daraltmayı, her şeyi ak ve kara boyamayı getirir ki, bu da egemenler içinde yer alan bir dizi unsurun gözden kaçıp gitmesini kolaylaştırır; darbelerin ordu üst kademelerine, geniş bürokratik kesimlere, birçok rantiyeci kesime sunduğu ganimet sınıf tanımlamaları içinde gözden kaybolacak çevrelerdir.
1980 askeri faşist darbesi üzerinden uzun zaman geçmiş gibi görünür. Bu süreç, darbeciler açısından soluk almaksızın, doludizgin dayatmaların süreci olmuştur. 28 Şubat 1997'de yapalan balans ayarı (fine turning), 27 Nisan 20077de yapılan e-muhtıra, Ergenekon davalarında ortaya çıkan darbe hazırlıklarının Pandora kutusu ve en son Taraf gazetesinin ifşa ettiği "tasfiye operasyonu" darbe hazırlığı bu sürecin nasıl ilerlemekte olduğunu gösteriyor.
Bu akıl, her daim tetiktedir. Subaylar, darbeyle sıçramalı yükseliş rütbelerini alır, darbe ile son rütbelerine ulaşırlar. Ancak bu süreç bir kırılmaylea karşı karşıya kaldı. Siyasal gerici sistemin kırılışını ifade eden ve ülkemizdeki siyasal kombinezonu değiştiren 22 temuz 2007 genel seçimleri bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Ardından gelen Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan gelişmeler darbeci akılın artık tek başına ayakta durabileceği tüm dinamikleri tükettiğini gösteriyordu.
Bu süreç, ortak tehlike adı altında Kürt özgürlük hareketine karşı yeni bir bileşkeyi doğurdu. Milliyetçilik temelinde gelişen bu bileşke, AKP de dile gelen gerici güçleri Orduyla ortak bir çizgiye taşıdı. Darbeci akıl sistemi son nefeslerine doğru gittiği bir sathı maildeydi. 29 Mart 2009 yerel seçimlerine "son düello" olarak girildi. Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo ise, hiç bir ittifak kurtuluş olamazdı.
Kürt halkı bu seçimlerde siyasal temsilcilerinin arkasında tek yürek olarak durduğunu gösterdi. "Kürdistan sınırlarının çizildiği" bir seçim sonucu ortaya çıkmıştı. Bu ortamda darbeci akılların son bir refleksle varoluxşlarını onarmak istemeleri beklenen bir duruştu. Nitekim gün be gün basına sızmaya başlayan belgeler buna işaret etmekedir.
"Üç beş çapulcu" diye küçümseyerek üzerine yürüdükleri Kürt özgürlük hareketinden, ağır yenilgeler alması bu süreci derinleştiriyordu. Kürt özgürlük hareketinin bu anlamda ortak ülkemiz demokrasi mücadelesine oluşturduğu manivela görevi, aynı zamanda milliyetçi etkilerin gerilemesini de beraberinde getirmiştir. Genel Kurmay Başkanı Başbuğ'un yaptığı 29 Nisan 2009'da yaptığı "II. İletişim toplantısı" adı altındaki basın toplantısında, Türk ordusu ilk kez bu ülkede farklı halkların olduğunu açıkça ilan ediyordu; Kürt halkı deyimi ilk kez Türk ordusu jargonunda yerini alıyordu. Darbeci algılar arka arkaya ağır yaralar alarak bu güne geldiler.
Gündeme Taraf Gazetesi aracılığıyla oturan belgeler, yeni bir darbe girişimine işaret ediyor. Ancak bu ifşaata karşı hukuki süreçlerin başlatılması, iktidarın hızla savcılığa suç duyurusu yapma cüreti ülkemizde darbecilik aleyhine çok önemli gelişmelerin olduğuna bir işaretti. Bu girişmler, darbecilere kolay kolay teslim olunmayacağı duyarlılığı gibi görünse de yeterli değildir. Bu aklların tedip edilmesi bu yöntemlerle gerçekleşmez. Yerleşmiş, tarihi süreç içinde kendi dokularını oluşturmuş bir akıl sistematiğini mahkeme kararlarıyla sonlandırmak, susturmak, yok etmek mümkün değildir. Bu noktanın önemle kavranması gerek.
Basit bir doğa yasasını düşünceye uygulayınız. Düşünce yoktan var olamaz, var ise yok edilemez, ancak dönüştürülebilir. Osmanlı aklını yaratan nesnel koşullar ve tarih evrimi nasılki ittihatçılıkta en yüksek ifade tarzıyla kendini tecelli ettiyse, bu aklın tasfiyesi, tarihin çöp tenekesine atılması için de belli bir tarih evrimini gerekli kılar. Bu tarih son yüz yıldır yaşanmaktadır da.
Düşünceyi yok edemeyeceğimiz gerçeği onu başka bir düşünceyle dönüştürülmesi gerektiğini gösterir. Bu dönüşüm, mücadele sürecinin devrimidir. Yapmamız gereken dönüştürmektir. Gerçek devrimcilik, tarihsel süreç içinde dengeli ve geri dönüşü olmayan bir dönüşüm anlamına gelir. Kalıcı olan geri dönüşü olmayan çözüm de budur. Darbecileri tarihe gömecek olan da budur. Demokrasi mücadelesi bunu yapma çabasındadır.
Demokrasi mücadelesinin on yıllardır süren kararlılığı ve ödediği bedeller, gerçekte darbeci aklın gelip sıkıştığı, güçsüzleştiği yerde ayakları üzerinde duramayacağı bir konuma sıkıştırmıştır. Bu başarı, bu yolda bedel ödeyenlerin başarısıdır.
Darbecilikle mücadele bir süreç işidir, kararlılık gerektirir. Demokrasi güçleri bunu yapmıştır. Darbeciliğe karşı direnmiştir. En az üç kuşaktır bunun bedelleri ödenmektedir. İşkenceler, sürgünler yaşanmış, zindanlar bunun için yatılmıştır. Bu gün darbecilerin zayıflıkları, tedirginlikleri, masa altından korkakça senaryolara sığınmaları, e-muhtıralarla gösterdikleri geri çekilme, tamamıyla demokrasi güçlerinin mücadelesinin bir sonucudur. Bu mücadelenin toplumda oluşturduğu irade Ergenekon davalarında görüldüğü gibi darbecileri tutsak almaya kadar yükselmiştir. Bu noktada demokrasi güçlerini de sınıfsal kalıplara sokup tanımlamak kısırlıktır. Bu güçlerin içinde ülkemizin burjuava demokratik devrim sürecini yaşamamış olmasının yarattığı geniş yelpazede bir katılım olduğunu söylemek yanlış değildir.
Bu gelişmelerde hiç bir iktidar aslan payına sahip değildir, olamaz da. Bu gelişmelerde darbecilik ne kadar gerilemişse demokrasi güçleri o kadar bedel ödemiş ve ilerlemiştir.
Bu tarihsel dönüşümün bilinçlerde yarattığı yıkım her türlü çılgınlığa açık kapı bırakabileceği unutlmamalıdır. Geçiş döneminin en tehlikeli anı da budur.
Can çekişmenin son bir refleksi vardır. Ölürken, öldürebilir de. Ortak ülkemiz, darbeci aklın tarihe intikalı kesitinde ciddi bir askeri ve siyasi çalkalanmayla yüz yüze kalması zayıf bir ihtimal değildir. Bu noktada ortaya konulacak tutum, savcılara, hakim ya da mahkemelere dayanarak alınmaz. Dayanılacak tek güvenli yer, halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin aktivitesi, dinamiği darbeci aklın her refleksini nötürülize edebilecek tek güçtür.
Bu coğrafyada yaşayan halkların özgün ve özgür örgütlenmelerinin mücadeleye daha etkin olarakkatılımı başarı şansını güçlendiren bir yoldar. Tersi durumda tehlikeyi aşmak mümkün değildir.
Bu koşullarda demokrasiyi savunma kararılılığı gösterecek bir hükümetin yapması gerekenler öncelikle, halkın iradesini meydanlara yansıtacak aktif eylem çarısıdır. Gericilğin bir başka boyutu olan AKP hükümeti, bunu yapamaz. Onlar bu tehliklereri, gerçekleşmemeleri halinde birer siyasal rant kapısı olarak görmekte ve ona göre işlemektedirler. Bu tiyatral oyunda kazanan gerici güçlerken kaybeden halktır.
AKP hükümeti sornunun bir yanıdır, çözümün değil. Ülkemizin çok boyutlu kaoslarını, kimlik bunalımlarını her tarihsel kesitte yeniden üreten bu darbeci algılara karşı duruş tarihle yüzlemeyi gerektiriyor. Savcılığa verilecek bir dilekçeyle yapılan hukuk sığınması ülkemizin tarihiyle cesaretle yüzleşmeyip hesaplaşmasını sağlayamaz.
Demokrasi tutarlı siyasal duruşlarla genişler ve büyür. Bu nedenle darbeci kime karşı olursa olsun, ona karşı durmak gerekir. Demokrasiyi kendi doğrusu olarak kabul edenler onun arkasında durmayı da bilmelidirler.
Darbecilik topluma dayatılmış bir kırılma girişimidir. Hiç bir zaman ilerlemeyi sağlamaz. Evrimi kırar, gelişmenin dinamiklerini parçalar, kurduğu satülerle toplumsal yaşamı dondurur anti-demokratik yapar. Bu yanıyla darbecilğin her türü bir çeşit gericiliktir.
Darbecilik bir akıl türüdür, mahkeme kararlarıyla değiştirilemez. Halkımızın tarihle yüzleşmesi gerçekleşmeden bu akıl sistemini tarihe gömmek mümkün değlidir. Sancılarımızın büyük bir kısmı da buradan gelmektedir.
Osmanlı aklının bu güne uzanan genetik mirasçıları olan darbeci akıllarla tarihsel hesaplaşmamız için kitlesel etkinliklerimizi güçlendirmeliyiz. Bu aklın, yıkım ve kıyım üzerine oturan yenilemlerini coğrafyamızın her alanında sonuna kadar kovalamamız gerekmektedir.
Fıratın ötesi, berisi kadar, Torosların kuzeyi, güneyi kadar bu sorumluluk altadadır.
17 Haziran 2009
Darbecilik topluma dayatılmış bir kırılma girişimidir. Hiç bir zaman ilerlemeyi sağlamaz. Evrimi kırar, gelişmenin dinamiklerini parçalar, kurduğu satülerle toplumsal yaşamı dondurur anti-demokratik yapar. Bu yanıyla darbecilğin her türü bir çeşit gericiliktir.
Bu aklın yeşerdiği bataklık ordudur. Asker olgular bir bütün olarak bu akılın ikamesi için yeterli araçlara sahiptir. Bunlar da zor araçlarıdır. Zor araçlarının toplumdaki tekeli olan ordu darbeciler için her yerde aynı olanakları sunar.
Yerleşmiş, tarihi süreç içinhde kendi dokularını oluşturmuş bir akıl sistematiğini mahkeme kararlarıyla sonlandırmak, susturmak, yok etmek mümkün olamaz. Bu nokta önemle kavranmaya muhtaçtır.
Basit bir doğa yasasını düşünceye uygulayınız. Düşünce yoktan var olamaz, var ise yok edilemez, ancak dönüştürülebilir. Osmanlı aklını yaratan nesnel koşullar ve tarih evrimi nasılki ittihatçılıkta en yüksek ifade tarzıyla kendini tecelli ettiyse, bu aklın tasfiyesi, tarihin çöp tenekesine atılması için de belli bir tarih evrimini gerekli kılar. Bu tarih son yüz yıldır yaşanmaktadır da.
Düşünceyi yok edemeyeceğimiz gerçeği onu başka bir düşünceyle dönüştürmemiz gerektiğini gösterir. Bu dönüşüm bir devrimdir, bir mücadele sürecidir. Demokrasi mücadelesinin on yıllardır süren kararlılığı ve ödediği bedeller, gerçekte darbeci aklın gelip sıkıştığı, güçsüzleştiği yerde artık ayakları üzerinde duramayacağı bir konuma getirmiştir. Bu başarı bu yoda bedel ödeyen demokrasi güçlerinin başarısıdır.
Darbecilikle mücadele bir süreç işidir, kararlı duruştur. Demokrasi güçleri bunu yapmıştır. Darbeciliğe karşı direnmiştir. En az üç kuşaktır bunun bedelleri ödenmektedir. İşkenceler, sürgünler zindanlar bunun için yatılmıştır. Bu gün darbecilerin zayıflıkları, tedirginlikleri, masa altından korkakça senaryolara sığınmaları, e-muhtırala gösterdikleri geri çekilme tamamıyla demokrasi güçlerinin mücadelesinin bir sonucudur. Bu mücadelenin toplumda oluşturduğu irade Ergenekon davalarında görüldüğü gibi darbecileri tutsak almaya kadar yükselmiştir.
AKP hükümeti sorunun bir tarafıdır, çözümün değil. Ülkemizin çok boyutlu kaoslarını, kimlik bunalımlarını her tarihsel kesitte yeniden üreten bu darbeci algılara karşı duruş tarihle yüzlemeyi gerektiriyor. Savcılığa verilecek bir dilekçeyle yapılan hukuk sığınması ülkemizin tarihiyle cesaretle yüzleşmeyip hesaplaşmasını sağlayamaz.
Demokrasi tutarlı siyasal duruşlarla genişler ve büyür. Bu nedenle, darbeci kime karşı olursa olsun, ona karşı durmak gerekir. Demokrasiyi kendi doğrusu olarak kabul edenler onun arkasında durmayı da bilmelidirler.
***
Yüz yıllık bir sorun tarihin derinliğinden gelen veriler üzerinde kendi akıl sistemiyle karşımıza dikilip duryor. Her on yılda bir darbe beklentisini kader haline getiren bu akıl türü Osmanlıdır. Kılıç darbeleriyle vurularak elde edilen, at nalları altında ezerek teslim alınan ganimet algısının, siyasal iktidarda İttihatçılıkta en özgün ifadesini bulan akıl sistemidir. 1908 den bu güne bellirgin peryotlarla süre gelen darbecilik, Osmanlı aklının siyasal abesi olarak toplumsal yaşantımıza yön verme dayatmaları ve müdahaleleriyle tecelli ede gelmiştir. Bu akıl cumhuriyet iniforması giymiş bir Osmanlı aklıdır.
Bu akıl, farklılığı kabullenmez, ayrı var oluşu hazmetmez, güçsüzdür, yetmezdir gafil avlamayı, bir gece ansızın darbeyle yaşamı gasp etmeyi kurgular. Şiddet ve zor araçları bu akılın siyasal mücadelede bildiği tek araçtır. Darbecilik bu günün verisi değildir. Bu gün darbeciliğin son demlerinin yaşandığı kesitlerdir. Bu akıl Osmanlının 500 yıllık evriminin ürünüdür. Bu nokta kavranmadan, tarihle yüzleşmenin cesurca olması mümkün değildir. Bu akıl belli nesnel verilerin ürünü olarak doğmuş olgunlaşmış doruğuna vararak gerisin geriye düşüşe geçmiştir.
Yaşadığımız coğrafyanın son bin yıllık tarihine göz attığımızda bu gerçeğin acımasız sonuçlarıyla yüz yüze kalırız. Anadolu bir uygarlıklar beşiği olduğu gerçeğini bu akıl, kılıç darbeleriyle katletmiştir, at nalları altında da ezmiştir; Orta-Asya’dan Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanmanın anlamı da budur. Tek boyutlu kılınmak istenen Anadolu, uygar bir çok halklarını, inanç türlerini, kültürel farklılık zenginliğini bedel ödeyerek bu güne gelmiştir. Geride kalmayı becerenler direnenler ve ulaşılması güç olanlardı. Bu coğrafyayı %99 tek inanç türü ve tek etnik egemenlik altına getirmekle öğünenler, bunu ikna yoluyla yaptıklarını anlatırken düştükleri taji-komik haller, tarihin tanıklığıyla iflas etmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete geçerken bu malzemeyle geçildi, bu akıl etkinlikleriyle ve sistemleriyle geçilmişti.
Cumhuriyet’in ayrı bir planla kurulduğu söylendi. "Talancılık ve fetihler ardından serserice sürükleniş" çağının kapandığı dile getirildi. Kendi üretecek kendi tüketecek, “yurtta sulh cihanda sulh” halinde yaşanacaktı. Cumhuriyet henüz cenin halindeyken, hasta adam Osmanlı’nın ölmediğini ispatlarcasına kurtuluş savaşını omuz omuza verdiği Kürt halkına kırmaya kıymaya yakıp yıkmaya tehcir ve tenkile yöneldi. "İsyan" adı altında, 1925'te Kürt halkı hunharca katledildi. Bu sürecin arkası bu güne dek hiç kesilmedi. 19 Kürt "isyanı" denilen şey, askerin toplumun siyasal kaderi üzerindeki hükümranlığının darbeci algılarınca yaratılan düşmandı. Düşmansız yaşamayan bir akıl olarak darbecilik, siyasal iktidar üzerindeki ipoteklerini bu yollarla güçlendiriyordu.
Bu aklın yeşerdiği bataklık ordudur. Asker olgular bir bütün olarak bu akılın ikamesi için yeterli araçlara sahiptir. Bunlar da zor araçlarıdır. Zor araçlarının toplumdaki tekeli olan ordu darbeciler için her yerde aynı olanakları sunar. Bu davranış zaman zaman İzmir suikastında görüldüğü gibi kendi içinde çoğunlukla da dışa karşı her farklılığa her ayrı varlığı bir ölüm denklemi kurgular. Bunlar bir geleneğin devamıydı; darbecilik genetik bir vaka, akıl türü olduğunu ittihatçı reflekslerin içsel dokularda yer edindiğini yansıtıyordu.
1938 Hatay ilhakı, varlık vergisi olayı, DP'nin seçimle iktidar olmasına karşı ordunun İnönü'ye "engelleyelim" önerisi, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıklara reva görülen faşizanlık, en iyimser deyişle, Cumhuriyetin ayrı bir kuruluş planını beceremediğine bir işaretti. Cumhuriyet, Osmanlı aklı sisteminin tarihsel bir uzantısıydı. Darbecilik, bu sürecin her bir anında keskin izlere sahipti.
Darbeci akıl osmanlı aklıdır ve ittihatçılıkta en doruk noktasını bulmuştur. Öyle ki 400 yıl Osmanlı istilası altında bulunan ortadoğuda II. Dünya savaşı sonrası kurulan devletlerdeki darbeci sürecin de mimarıdır. Osmanlı artığı subayların Suriye, Irak, hatta Mısır da, "erken uyanan darbeyi yapar" söylencesini üretecek kadar etkin olmuştur. Bu akıl Osmanlının komşularımıza bıraktığı kirliğin ifadesiydi. Bölgemizin her bir ülkesi bu aklın çılgınlığından kurtulmak için daha uzun bir süreç demokrasi mücadelesi vermek zorundadır. Ülkemizde durum daha vahim.
27 Mayıs 1960 darbesi,12 Mart 1971 darbesi, 12 Eylül 1980 darbesi, lavlardan oluşmum birer boncuk gibi bu coğrafyada yaşayan halkların boynuna asılmıştır; İşkence etmiş, zindana atmış tenkil ve tehcirle tehdit ederek göçe, ölüme ve idamlara mahkum etmiştir.
1990 ve sonrası olanları arka arkaya sıralacyacak olursak bu boncuk taneleri küçülmesine rağmen, aynı akıl ürünü birer cehennem denklemi olarak dayatılmaktadır. Bu senaryolar, girişimler toplumu kaygan bir zemine, yarını belirsiz sürüklenişlere itmektedir. Kaygılı ve gergin bir toplum geleceğin kurma yönelimleri olmayan bir topluma dönüşülmektedir. Geleceği anlamsızlaştıran bu dayatmaların her türden rantını yine aynı egemen kesimler toplamaktadır. Şu “egemen kesim” kavramının muğlaklığını giderme adına, şunu belirtmek gerek, verili sistemden siyasi ve ekonomik, toplumsal ve kültürel, mevki, pazar, ilişki ve her türüyle kredi etkinliği kazanan kesimlerdir. Bu kemsi sınıfsal tanımlamalarla ifade etmek her zaman doğru bir belirleme değildir. Bezen sınıfsal belirlemeler daraltmayı, her şeyi ak ve kara boyamayı getirir ki, bu da egemenler içinde yer alan bir dizi unsurun gözden kaçıp gitmesini kolaylaştırır; darbelerin ordu üst kademelerine, geniş bürokratik kesimlere, birçok rantiyeci kesime sunduğu ganimet sınıf tanımlamaları içinde gözden kaybolacak çevrelerdir.
1980 askeri faşist darbesi üzerinden uzun zaman geçmiş gibi görünür. Bu süreç, darbeciler açısından soluk almaksızın, doludizgin dayatmaların süreci olmuştur. 28 Şubat 1997'de yapalan balans ayarı (fine turning), 27 Nisan 20077de yapılan e-muhtıra, Ergenekon davalarında ortaya çıkan darbe hazırlıklarının Pandora kutusu ve en son Taraf gazetesinin ifşa ettiği "tasfiye operasyonu" darbe hazırlığı bu sürecin nasıl ilerlemekte olduğunu gösteriyor.
Bu akıl, her daim tetiktedir. Subaylar, darbeyle sıçramalı yükseliş rütbelerini alır, darbe ile son rütbelerine ulaşırlar. Ancak bu süreç bir kırılmaylea karşı karşıya kaldı. Siyasal gerici sistemin kırılışını ifade eden ve ülkemizdeki siyasal kombinezonu değiştiren 22 temuz 2007 genel seçimleri bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Ardından gelen Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan gelişmeler darbeci akılın artık tek başına ayakta durabileceği tüm dinamikleri tükettiğini gösteriyordu.
Bu süreç, ortak tehlike adı altında Kürt özgürlük hareketine karşı yeni bir bileşkeyi doğurdu. Milliyetçilik temelinde gelişen bu bileşke, AKP de dile gelen gerici güçleri Orduyla ortak bir çizgiye taşıdı. Darbeci akıl sistemi son nefeslerine doğru gittiği bir sathı maildeydi. 29 Mart 2009 yerel seçimlerine "son düello" olarak girildi. Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo ise, hiç bir ittifak kurtuluş olamazdı.
Kürt halkı bu seçimlerde siyasal temsilcilerinin arkasında tek yürek olarak durduğunu gösterdi. "Kürdistan sınırlarının çizildiği" bir seçim sonucu ortaya çıkmıştı. Bu ortamda darbeci akılların son bir refleksle varoluxşlarını onarmak istemeleri beklenen bir duruştu. Nitekim gün be gün basına sızmaya başlayan belgeler buna işaret etmekedir.
"Üç beş çapulcu" diye küçümseyerek üzerine yürüdükleri Kürt özgürlük hareketinden, ağır yenilgeler alması bu süreci derinleştiriyordu. Kürt özgürlük hareketinin bu anlamda ortak ülkemiz demokrasi mücadelesine oluşturduğu manivela görevi, aynı zamanda milliyetçi etkilerin gerilemesini de beraberinde getirmiştir. Genel Kurmay Başkanı Başbuğ'un yaptığı 29 Nisan 2009'da yaptığı "II. İletişim toplantısı" adı altındaki basın toplantısında, Türk ordusu ilk kez bu ülkede farklı halkların olduğunu açıkça ilan ediyordu; Kürt halkı deyimi ilk kez Türk ordusu jargonunda yerini alıyordu. Darbeci algılar arka arkaya ağır yaralar alarak bu güne geldiler.
Gündeme Taraf Gazetesi aracılığıyla oturan belgeler, yeni bir darbe girişimine işaret ediyor. Ancak bu ifşaata karşı hukuki süreçlerin başlatılması, iktidarın hızla savcılığa suç duyurusu yapma cüreti ülkemizde darbecilik aleyhine çok önemli gelişmelerin olduğuna bir işaretti. Bu girişmler, darbecilere kolay kolay teslim olunmayacağı duyarlılığı gibi görünse de yeterli değildir. Bu aklların tedip edilmesi bu yöntemlerle gerçekleşmez. Yerleşmiş, tarihi süreç içinde kendi dokularını oluşturmuş bir akıl sistematiğini mahkeme kararlarıyla sonlandırmak, susturmak, yok etmek mümkün değildir. Bu noktanın önemle kavranması gerek.
Basit bir doğa yasasını düşünceye uygulayınız. Düşünce yoktan var olamaz, var ise yok edilemez, ancak dönüştürülebilir. Osmanlı aklını yaratan nesnel koşullar ve tarih evrimi nasılki ittihatçılıkta en yüksek ifade tarzıyla kendini tecelli ettiyse, bu aklın tasfiyesi, tarihin çöp tenekesine atılması için de belli bir tarih evrimini gerekli kılar. Bu tarih son yüz yıldır yaşanmaktadır da.
Düşünceyi yok edemeyeceğimiz gerçeği onu başka bir düşünceyle dönüştürülmesi gerektiğini gösterir. Bu dönüşüm, mücadele sürecinin devrimidir. Yapmamız gereken dönüştürmektir. Gerçek devrimcilik, tarihsel süreç içinde dengeli ve geri dönüşü olmayan bir dönüşüm anlamına gelir. Kalıcı olan geri dönüşü olmayan çözüm de budur. Darbecileri tarihe gömecek olan da budur. Demokrasi mücadelesi bunu yapma çabasındadır.
Demokrasi mücadelesinin on yıllardır süren kararlılığı ve ödediği bedeller, gerçekte darbeci aklın gelip sıkıştığı, güçsüzleştiği yerde ayakları üzerinde duramayacağı bir konuma sıkıştırmıştır. Bu başarı, bu yolda bedel ödeyenlerin başarısıdır.
Darbecilikle mücadele bir süreç işidir, kararlılık gerektirir. Demokrasi güçleri bunu yapmıştır. Darbeciliğe karşı direnmiştir. En az üç kuşaktır bunun bedelleri ödenmektedir. İşkenceler, sürgünler yaşanmış, zindanlar bunun için yatılmıştır. Bu gün darbecilerin zayıflıkları, tedirginlikleri, masa altından korkakça senaryolara sığınmaları, e-muhtıralarla gösterdikleri geri çekilme, tamamıyla demokrasi güçlerinin mücadelesinin bir sonucudur. Bu mücadelenin toplumda oluşturduğu irade Ergenekon davalarında görüldüğü gibi darbecileri tutsak almaya kadar yükselmiştir. Bu noktada demokrasi güçlerini de sınıfsal kalıplara sokup tanımlamak kısırlıktır. Bu güçlerin içinde ülkemizin burjuava demokratik devrim sürecini yaşamamış olmasının yarattığı geniş yelpazede bir katılım olduğunu söylemek yanlış değildir.
Bu gelişmelerde hiç bir iktidar aslan payına sahip değildir, olamaz da. Bu gelişmelerde darbecilik ne kadar gerilemişse demokrasi güçleri o kadar bedel ödemiş ve ilerlemiştir.
Bu tarihsel dönüşümün bilinçlerde yarattığı yıkım her türlü çılgınlığa açık kapı bırakabileceği unutlmamalıdır. Geçiş döneminin en tehlikeli anı da budur.
Can çekişmenin son bir refleksi vardır. Ölürken, öldürebilir de. Ortak ülkemiz, darbeci aklın tarihe intikalı kesitinde ciddi bir askeri ve siyasi çalkalanmayla yüz yüze kalması zayıf bir ihtimal değildir. Bu noktada ortaya konulacak tutum, savcılara, hakim ya da mahkemelere dayanarak alınmaz. Dayanılacak tek güvenli yer, halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin aktivitesi, dinamiği darbeci aklın her refleksini nötürülize edebilecek tek güçtür.
Bu coğrafyada yaşayan halkların özgün ve özgür örgütlenmelerinin mücadeleye daha etkin olarakkatılımı başarı şansını güçlendiren bir yoldar. Tersi durumda tehlikeyi aşmak mümkün değildir.
Bu koşullarda demokrasiyi savunma kararılılığı gösterecek bir hükümetin yapması gerekenler öncelikle, halkın iradesini meydanlara yansıtacak aktif eylem çarısıdır. Gericilğin bir başka boyutu olan AKP hükümeti, bunu yapamaz. Onlar bu tehliklereri, gerçekleşmemeleri halinde birer siyasal rant kapısı olarak görmekte ve ona göre işlemektedirler. Bu tiyatral oyunda kazanan gerici güçlerken kaybeden halktır.
AKP hükümeti sornunun bir yanıdır, çözümün değil. Ülkemizin çok boyutlu kaoslarını, kimlik bunalımlarını her tarihsel kesitte yeniden üreten bu darbeci algılara karşı duruş tarihle yüzlemeyi gerektiriyor. Savcılığa verilecek bir dilekçeyle yapılan hukuk sığınması ülkemizin tarihiyle cesaretle yüzleşmeyip hesaplaşmasını sağlayamaz.
Demokrasi tutarlı siyasal duruşlarla genişler ve büyür. Bu nedenle darbeci kime karşı olursa olsun, ona karşı durmak gerekir. Demokrasiyi kendi doğrusu olarak kabul edenler onun arkasında durmayı da bilmelidirler.
Darbecilik topluma dayatılmış bir kırılma girişimidir. Hiç bir zaman ilerlemeyi sağlamaz. Evrimi kırar, gelişmenin dinamiklerini parçalar, kurduğu satülerle toplumsal yaşamı dondurur anti-demokratik yapar. Bu yanıyla darbecilğin her türü bir çeşit gericiliktir.
Darbecilik bir akıl türüdür, mahkeme kararlarıyla değiştirilemez. Halkımızın tarihle yüzleşmesi gerçekleşmeden bu akıl sistemini tarihe gömmek mümkün değlidir. Sancılarımızın büyük bir kısmı da buradan gelmektedir.
Osmanlı aklının bu güne uzanan genetik mirasçıları olan darbeci akıllarla tarihsel hesaplaşmamız için kitlesel etkinliklerimizi güçlendirmeliyiz. Bu aklın, yıkım ve kıyım üzerine oturan yenilemlerini coğrafyamızın her alanında sonuna kadar kovalamamız gerekmektedir.
Fıratın ötesi, berisi kadar, Torosların kuzeyi, güneyi kadar bu sorumluluk altadadır.
15 Haziran 2009 Pazartesi
İsrail Bölge Barışını Tehdit Etmeye Devam Ediyor
Netanyahu’nun söylevi (14 Haziran 2009)
barış umutlarını ırkçı önermelerle bir daha katletmiştir.
Mihrac Ural
15 Haziran 2009
***
Benyamin Netanyahu son İsrail seçimlerinden başbakan olarak çıktı (11 Şubat 2009). Bölgenin çok yakından tanıdığı bir savaş telalının İsrail başbakanlığına gelmesi bölge için talihsiz bir durumdur. Bu gelişme bölgede tedirginlik yarattı. Bunun üzerine ırkçı ve yayılmacı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigador Lieberman İsrail dışişleri bakanı olunca, bu tedirginlik katbekat arttı. Bölgemiz Obama’nın ABD başkanlığıyla girdiği yumuşama havalarından hızla sıyrılmaya yöneldi.
Bölgede ABD ciddi bir gerilimi içinde Büyük Ortadoğu Projesinin çöküşüyle elini eteğini çekme çabasındayken İsrail’de böylesini ırkçı ve savaş kışkırtıcısı bir yönetimin gelmesi, bir kez dana dengeleri sarsıcı provokasyonlara açık kapı aralandığı algısı yaygınlaştı.
ABD’de Obama yönetimi, Bush yönetiminin dünya ölçeğinde ABD’nin prestijini sıfıra indiren saldırgan tutumlarından sıyrılmak üzere geliştirdiği açılımlar, İsrail’e uyarı biçimde yansımaya başlamıştı; İsrail’in daha yumuşak bir siyaset izlemesi, alınan kararlara uyum yönünde çaba göstermesi ve barış sürecini aksatacak bir girişime yönelmemesini duyurulmuştu.
İsrail bu serzenişlere karşı bile, gergince tepkiler sergiledi. “Dünyanın bütün Musa evlatlarını bir olmaya, ABD tehdit edecek olsa da ona karşı durmaya” çağırdı. Boyun eğemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, bölgede barışı yalnızca kendi çizdiği doğrultuda kabul edeceğini belirtti. Bu açıdan büyük umutlarla bağlanan birçok konferans ve kararı bir kenara itmiş oldu. Son olarak ABD’nin Annapolis kasabasında 40 tan fazla ülkenin toplandığı Ortadoğu barış konferansı’nda ( Annapolis Konferansı 27 Kasım 2007), alınan karaları tanımadığını açıklayan Netanyahu hükümeti, bölge barışına bağlanan umutlarını da ilk elden yerle bir etmekte sakınca görmedi. Bu kararların Bush yönetimi döneminde alındığı göz önüne alınırsa, İsrail dostlarının lehine aldıkları kararları bile tanımayacağını gösteriyor. Bu davranış, ABD yönetimini de mihenk taşına vuruyor.
ABD’de Obama yumuşama sinyalleri verirken ortaya koyduğu tutumların pratikte sınanacağı alan orta-doğuda, İsrail başbakanı olarak Netanyahu’nun, Obama’yla görüşme sonrasına denk gelen söylevi beklenen yumuşamayla hiçbir ilgiye sahip değildi. Bu söylev, Annapolis konferansından da çok gerilerde seyretti. Bu söylev, ABD’nin Obama başkanlığında da olsa malum İsrail yanlısı tutumunu değiştirmeyeceğini gösteriyordu. “ABD aynı, ABD’dir. İsrail yanlısıdır ve Arap sorununda siyonizmden yanadır. ABD, İsrail lehine bir barış istemekte ve bu konuda da Siyonistleri desteklemektedir. ABD haklıdan yana değil çıkarlarından yana İsrail’le birliktedir.” Diye tepkili olan geniş bir kamuoyu yeniden tepki koymaya hazırlanmaktadır.
Netanyahu’nun kimileri için beklenen söylevi, büyük bir çoğunluk için denenmişin yeniden denenmesiydi. Söylevine “Barış söylevi” adını takması ise traji-komikti; Siyonistlerin en sağında duran Netanyahu’nun barış diye bir duyarlılığı yoktu.
Dün (14 Haziran 2009) Arap TVlerinden de naklen yayınlanan bu söylev, barış değil galiplerin mağluplara dayattığı şartnameler listesi gibiydi. Netanyahu söylevinde, en ılımlı ve en teslimiyetçi bilinen Filistinli liderleri çileden çıkran yaklaşımlar sergiledi; bölgemizde uzun bir süre daha savaş tamtamlarının duyulacağını hatırlattı, barış umutlarının ruhuna fatiha okudu…
Netanyahu, bölge barışının kaderini, İsrail çıkarlarına Arapların gösterecekleri uyum belirler diye özetlenebilecek bir yaklaşım ortaya koydu.
Söylevi Filistin davasının bitip tükenmeyen temel taleplerine karşı kayıtsız şartsız ret cevabı vermekten ibaretti. Dile getirdiği konular arasında üç konu Filistin davasının temeli olan konulardı.
Birincisi; Filistinli göçmenlerin sorunu
İkincisi; İsrail’in Araplardan arındırılarak ırki bir devlet, Yahudi halkına ait bir devlet olarak saflaştırılması
Üçüncüsü : Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahlandırılması.
Konuşmasında Kudüs’ün İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, Arap barış girişiminin (Beyrut Arap zirvesinde karar bağlanan (27 Mart 2002) o zamanın prensi bu günün kralı Abdullah’ın barış planı) ölü doğduğu ve gömüldüğünün belirtilmesi gibi önemli başlıklarda bu söylevde bölge barışının olası ihtimallerine son veriyordu.
Bu üç temel konu okurlar tarafında önemle bilinmesi gerekmektedir. Zira Arap-İsrail sorununun temelinde bu konular yatmakta ve diğer konular buradan kaynaklanan çözümsüzlüklerin eseri olmaktadır.
Birincisi; Filistinli mülteciler sorunu
İsrail’i bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren savaş onun var oluş nedeni ve koşuludur. Savaş politikası İsrail için çoğu kez toprak kazanmanın, su kaynaklarına ulaşmanın, askeri açıdan stratejik yükseltilerin tepelerin ele geçirilmesi için bir araç olmuştur. Var oluşu sürekli düşmanlık üzerine kurgulanmış stratejilere oturtulan İsrail devleti, askeri toplum örgütlenmesiyle tipik bir Nazı projesidir. Toplum olarak silahlanmış ve her an silahlı çatışma psikolojisi içinde yaşamını düzenlemiş olarak savaş kışkırtıcısıdır da. Bu süreç, savaşlarda sürekli galip gelmenin etkisiyle de kışkırtılmış, dünyanın dördüncü en büyük askeri tersanesine sahiptir. Nükleer güç olarak da dünyanın en ileri ülkeleri arasındadır. Bölgede kurduğu askeri üstünlük hegemonyası 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyle dengelerini yitirmiş olsa da bu psikolojisini sürdürmektedir.
Bu kurgular üzerine kurulmuş olan İsrail devleti önündeki tüm siyasal sorunlara da bu açıdan bakar. Güçler dengesi, askeri üstünlük, sayısal üstünlük, demografik üstünlük gibi tamamen askeri kıstaslarla yorumlar. İsrail, Filistinli mültecilerin insan hakları kapsamında olan ve BM’de 1948 de kabul edilen 194 nolu kararla hüküm altına alınan Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmesini kayıtsız şartsız reddeder ve bunu var oluşuna yönelik en büyük tehlike olarak algılar.
Bu karar İsrail’in rüyalarını kaçıran bir karardır. İsrail devleti sınırları içinde kalan ve 48 Arapları olarak isimlendirilen Arapların yıllık nüfus artış ivmeleri 25 yıl içinde ciddi demografik değişimler yaratacak ölçektedir. Arapların, Yahudilere oranla gelişen bu nüfus artışına mültecilerin katılması İsrail’i derin derin düşündürmektedir. Barış içinde bir arada yaşama gibi bir insan toplumuna özgü kaygılar taşımayan böylesi bir askeri savaş toplumunun refleksleri de ırki temelde yükselmektedir: Nazi suçlamasını hak eden bu duruş İsrail’in bölgede her türden barış girişimine bir olumsuzluk kattığını gözlemlemesi güç değildir.
Zaman zaman bu gözlemlere bakarak, her türden barışın İsrail’i zaman tüneli içinde eriteceği varsayımını yaparak direnmeye karşı çıkanların olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında teslimiyete kadar uzanan uyumlaşmacılar, Ilımlılar gibi siyasi çevrelerin ABD güdümünde Filistin halkının çektiği acıları uzatan önermeler bulunmaktadır.
İsrail devleti bölgenin tarih, kültür, toplumsal yaşam, komşuluk ilişkisi gibi yüzlerce unsur karşısında yabancı bir varlıktır. Yerli Yahudi halkı bölgenin ne kadar bir parçası ise İsrail devleti o kadar yabancısıdır. İsrail devleti, emperyalist gelişme sürecinin19 yy kalıplarına uygun yayılmacı Siyonist bir devlettir ve Yahudi halkının çıkarlarına asla temsil etmemektedir. Bölgemizde kendini kolonileştirmiş adada yaşayan bir yalıtık var oluş olarak ancak savaş temeli üzerindeki dengelerin sonucu yaşam sürdürmektedir. Bu açıdan bakınca Filistinli mülteciler sorunu İsrail için bir kabustur.
Filistin halkı binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşadığı, yaşama, tarıma ilk kez açarak anavatan yaptığı ve bunu kesilmeden sürdürdüğü bu topraklardan askeri zorla yabancı bir güç olan İsrail devletinin, Siyonist politikalarınca kovulmuştur. Dünyanın her alanının yayılmış bu mülteciler özelikle Filistin topraklarına sınır olan Arap ülkeleri içinde bitip tükenmez bir sorun olarak gündeme gelmişlerdir: Filistin davasını daha çok bir Arap davası haline dönüştüren dinamikler arasında en temel olgu da budur.
BM İsrail devletinin toplu kıyım ve yıkımlarla mülteci durumuna düşürdüğü milyonlarca Filistinlinin ülkelerine, evlerine, tarımsal alanlarına, kaynaklarına dönmeleri için aldığı 194 nolu karar aynı zamanda dünya kamuoyunun desteklediği İnsan hakları kapsamında bir karardır. Hiçbir güç kimseyi toprağından kopararak onu mülteci yapamaz ve toprağına dönüşünü engelleyemezdi.
İsrail bu karaları ve bu insani talebi kendi stratejik var oluşuna yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır.
Dünya kamuoyunun arkasında durduğu aynı kararlara ise Filistin halkı bir ulus olarak var oluşun en önemli talebi olarak bakmaktadır. Bu haklı ve bir o kadar insani talep, İsrail’in yayılmacı Siyonist politikasının ateş çemberi altında, katliamla sindirilmek istenmiştir. Bu süreç hala devam etmektedir. Bölge barışının fay hattı da budur. Bu konuda alınacak tavır ve davranış Filistin davası konusundaki tutumlarını belirlemektedir.
Üçüncü kuşak, dördüncü kuşak nüfusu kabardıkça kabaran, mülteci koşullarındaki yaşamları insanca olmaktan çok uzak bulunan, vatandaş bile kabul edilmeyen bu insan topluluğunun dönüş hakları için ABD engeli var oldukça kimse bir sonuç üretememektedir. Kaç kuşak geçerse geçsin, mültecilerin gerçekçi çıkarları, tek arzuları kendi öz topraklarına dönmeleridir. Bu aynı zamanda bulundukları ülkelerde oluşan sorunlarında çözümü demektir. Bunun için İsrail lehine yapılan “ bulundukları ülkelerde yarlaşsınlar” önermesi ise bölgemizi barut fıçısı haline getiren sorunlara ateşle gitmek demektir. Kendi topraklarında, kendi devletlerinin siyasal egemenliği altında, kendi seçtiği temsilcilerin idaresinde gerçek bir vatandaş olarak yaşamak Filistinlilerin en doğal hakkıdır. İşte İsrail buna karşı durmakta ve bu hakkın kullanılmasını engellemek için, gerekirse bininci kez bölgeyi ve dünyayı savaş ortamına sürüklemekten çekinmemektedir.
Netanyahu’nun söylevi bu gerçeği bir kez daha tüm acımasızlığıyla bölge halklarının üzerine yıkmıştır. Obama’nın bu savaş kışkırtıcısı söyleve gösterdiği alkışçı tutum, ABD’nin değişmeyen bölge politikalarına olduğu gibi yakın dönemde sorunlarımızın nasıl bir sathı mail içinde savaş tamtamlarına tanık olacağını da göstermektedir.
Mülteciler sorunun Filistin davasının temel sorunudur. Bu sorun çözülmeden hiçbir sorun çözülemez. Bölgede barış olamaz. Bu sorunla birlikte Filistin davası, Filistin-İsrail sorunu olarak mütalaa edilmeyecek ölçekte bir Arap-İsrail sorunu ve dünya sorunu olmaktadır.
İsrail siyonistlerinin ger-gevşet denklemi içinde insanlığa dayattığı tehlikeler bu sorunda İsrail’in haksız taraf olduğuna açık bir belirtidir.
Natanyahu’nun söylevinde mülteciler konusu, geçmiş tüm İsrail liderlerince de tekrara ede duran ırkçı yaklaşımını seslendirmiştir. Söylev bu konudaki tutumuyla bölgede bu akıllarla barışın ikamesinin mümkün olamayacağına işarettir.
İkincisi; İsrail’in ırkçı arındırma siyasetiyle bir Yahudi devleti olarak saflaştırılması.
Bu olay birincisine (mülteci konusuna) bağlı olduğu kadar bu gün İsrail devleti vatandaşı olarak yaşamakta olan 48 Araplarını da tenkil etmeye, tehcir edip Filistin toprakları üzerinde kurulu İsrail devletini saf Yahudi devleti haline getirmek istemektedir. Bu bir ırkçı yaklaşımdır. Filistin’i bölmeye çalışan “ırkçı duvar” inşası da bu aklın ürünüdür. Bu ise saf Yahudi ırkı devletine dönüşme stratejisi olan Nazi palanıdır.
Bu yaklaşım Bush döneminde belirginleşen bir yaklaşımdır. Önceleri çok açık tarzda dile gelmeyen bu söylem Bush yönetimiyle birlikte ortaya atılan iki devletli barış çözümünün bir unsuru olarak seslendirilmeye başlandı. İki devlet ama İsrail devleti bir Yahudi devleti olarak Filistinlilerden ve mültecilerinden arındırılmış olacaktır.
Protestan din algılarıyla, pragmatik saplantılarını uhrevi Katolik eğilimler yerine dayatmaya çalışan malum Amerikan talan felsefesinin evlatları olarak Neo-conlar (Yeni mahfazakarlar) gerçekte çökmekte olan Amerikan rüyasını siyasal bir küresel egemenlikle onarma çabası içindeydiler. Tüm insanlığa karşı olan bu çabanın kutsal yönelimlerinde İsrail ve oğullarının korunması bir refleks olarak işledikleri her konuda ve kirli işte kendine kabaca ortaya koyar. 21. yy için ABD öngörüleri oluşturulurken doğuya karşı (Anti-Oryantalist) duruşlarını İsrail’e tehlike oluşturan her var oluşu yeryüzünden silmekle özdeşleşmiştir. Irak savaşının bu akıllarca, tarihin en büyük yalanıyla tezgahlanması ise tesadüf değildir.
Neo-Conların başında Karanlıklar prensi Richard Perle (Price Of Darkness) ABD Yahudi lobisinin en ünlü isimlerinden, Irak savaşının tezgahçısı, dünyanın insan kıyımına dayanan kirli işleri İsrail lehine organize eden ekibiyle şöhret sahibidir. Eski Pentegon görevlisi bu karanlık Prens, Hani Bush, Dick Cheney, Wolfowitz gibi bildik isimlerle bölgemiz üzerinde işlemedikleri cinayet, yapmadıkları provokasyon, toplu kıyım kalmamıştır (Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katli dahil 2006 Lübnan savaşı vb).
Bu ekip saf ırk Yahudi devleti tezini geliştiren ekiptir aynı zamanda. Kimseyle birlikte yaşamak istemiyorlar. Yerli Filistin halkını, İsrail devlet hükmü altında vatandaş olanları bile, babalarına dedelerine yaptıkları gibi kıyım ve yıkımı dahil her yolla söküp atarak, saf ırk bir devlet oluşturma projesini pazarladılar. Bush yönetiminin lanse etmeye çalıştığı “Filistinlilere devlet, Yahudi halkından oluşan İsrail devleti” söylencesi akılların ürünüdür.
Bu söylence ısrarla eski yeni tüm ABD yönetim çevrelerince de onaylanıp söylenmektedir. Filistin devleti kuruluşuna onay, bu tezin kabulü şartına bağlanmış olarak öne sürülmekte. Böylece bir arındırma hareketiyle İsrail’i içte etnik bir sorun olmayan devlet haline getirerek, zaman içinde olası demografik değişim tehlikelerinden koruma altına alınmasını sağlayacaklardır.
Bu amaçla Filistin ile İsrail arasına örülen beton duvar gündeme gelmiş ve bu projenin açık bir belirtisi olarak kesintisizce inşa edilmiştir. BM karalarına, uluslar arası insan hakları mahkemesi kararlarına rağmen de inşaatı sürdürülmektedir. Kurulan bu ırkçı duvar, Filistin halkını kendi topraklarından ötelemekle kalmıyor, adacıklar içinde birbirinden kopuk yaşamı dayatıyor.
Saf ırk Yahudi devleti bir Nazi stratejisidir. Bu gün Siyonizm’i Nazizmle eşitleyen bu tür verilerdir. Filistinlilere yaptığı kıyım ve yıkım, toplu katliamlar ise Nazi yöntemlerin çoktan geçmiştir.
Bölgemizin hiçbir devleti böylesine ırkçı bir politika gütmemiştir. En azılı haliyle Fars, Arap, Türk ırkçılığı bile, halkın desteğini bir yerden sonra alamamıştır, geçici destek kalıcı olamamıştır, sürdürülememiştir.
Bölgemizin her metre karesinde farklı etnik dokular bir arada yaşamaktadır. Her etnik topluluğun ağırlıklı olduğu alanlar yanı sıra en ücra köşelerde oluşan bu ortak coğrafi yaşam İsrail’in Siyonist-Nazi karması yönelimlerinin akıl dışı dayatmalarını yadsıyan bin nesnel veridir. İsrail ırkçılığı, bölgemize kaba bir yabancılık içindedir. Bölgemizin tarihsel ortak yaşam süreçleri, kültürel doku verileri bu türden bir ırkçılığı asla kaldıramaz; milliyetçilik bile bir noktadan itibaren bölgemizde tutunamaz konumdadır.
Saf Yahudi ırkından bir devlet oluşturma tezi, Filistinli mülteci sorunuyla çok ilgilidir. Mültecilerin geri dönüş hakkına karşı bir refleks gibi ayakları üzerine dikelmeye çalışmaktadır.
Bu tezin tek amacı Filistin halkının kendi toprağına dönüş hakkını engellemektir. Bölge barışı ise Filistin halkının tehcir edildikleri kendi anavatan topraklarına dönüşü gerçekleşmeksizin sadece bir hayaldir.
Üçüncüsü: Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahsızlandırılması.
Filistin halkına devlet kurma hakkını, Filistin halkının silahsızlandırılmasına bağlamak çok komik bir taleptir. Silahsızlanmak tüm insanlığın en öncelikli arzusudur, bu doğru. Bunu söyleyenlerin silahlanmada öncelikli adımları atmaları koşulunda tüm insanlık kısa sürede silahsızlandırılabilir. Ancak gerçekler tam aksini söylüyor silahsızlandırmak isteyen en çok silahlanandır. Konu İsrail olunca ise, çok daha inanılmaz bir durum haline gelmektedir. Bölgemizin nükleer silah tekeli ve tek sahibinin İsrail olması bunu anlatmaya yeterlidir.
İsrail’in Uluslar arası atom ajansının kontrolünden bile muaftır. Bu ise İsrail’in nükleer silah tekeline, komşular üzerinde ve dünya güçler dengesi içinde baskı yapma olanağı sağlayan bir kanunsuz fiili durumdur.
Bu gün İsrail dünyanın en etkin silahlarına sahip 4. ülkedir. Büyük emperyalist ülkeleri bile çok geride bırakan nötron bomba stokuna sahiptir; İran’a barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına gösterilen tepki, Kuzey Kore’nin uzay çalışmaları yönündeki füze programlarına takınılan tutum karşısında İsrail’e verilen bu taviz akıllara ziyan bir durumdur. İnsanlık adına işlenmekte olan bu ayıp aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin adaletsizliğine ve tarihini doldurmuşluğuna önemli bir göstergedir.
Böylesine adaletsiz bir ortamda, Filistin halkının ferdi silahlar dışında bir silaha sahip olmamasına karşın silahsızlandırılmak istenmesi, gerçek anlamıyla bir insanlık ayıbıdır.
İsrail, insanlık suçları irtikap eden, çirkin bir demagoji imparatorluğudur. İnsan hakları şampiyonu olan nükleer bir devlettir. Bölgemizin tek nükleer silah etkinliği elinde olan bir devlet olmanın Nazi baskılarını Filistin halkına dayatmaktadır. Bu devlet, bölgemize yabancıdır. Bölgemizin tarihi ilişki türlerine, kültürel dokusuna ve algılarına tamamen aykırı bir devlettir. Uyumlaşma için de hiçbir çabası yoktur, elindeki etkin silah tersanesiyle kendine uyumlu ikili kölelik ilişkileri istemektedir. Bu devlet Yahudi halkının çıkarları asla temsil etmeyen tehlikeli bir virüstür.
Yahudiler tarihleri boyunca bölgemizde barışık olarak yaşamış bir halktır. Değişik etnik ve inanç kökenlilerle binlerce yıl içinde kurulu olarak süren bu yaşam dengesi, 1948 den itibaren İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte bozulmuştur. Bu kırılma, derinleşerek toplu kıyım-yıkım hareketi haline gelmiştir. Bir Nazı hareketi olarak Siyonizm, silahların her türü kullanırken Filistinlilerin yaşamda kalmak için kendilerini savunacakları silahları bile ellerinden almak istemektedir. Son Gazze savaşının (27 Aralık 2008) gösterdiği gerçekler, fosfor bombaları altında bir insanlık katliamı gerçekleşmesine seyirci kalınmıştır.
İsrail bölgemizin Nazi devletidir.
Bu devletin insanlık adına öncelikle silahsızlandırılması, bölge ve dünya barışı için en gerekli adımdır. Bölge barışını sağlayacak en kestirme yol da budur.
Netanyahu’nun söylevinde ırkçılığın bu boyuta uzanması gerçekte İsrail siyonizminin pervasızlıkta sınırsız olduğuna işarettir. Bu silah tehdididir. Bölge barışını İsrail silahları gölgesi altında bir teslimiyet ilişkisine dönüştürmektir: böylesi bir yaklaşım ise savcaşları ebede kadar sürdürme amacını taşır.
Sonuç:
Natanyahu’nun bu üç temel noktada gösterdiği yaklaşımlar, bölgemizde barışı umutlarını bir kez daha katletmiştir.
Bu ırkçı söylevle birlikte, taraflarını arayan barış savaşla yüz yüzedir.
Kimse kimseyi aldatmasın bölgemizde yakın döneme ait bir barış yoktur. Savaş ise küçümsenmeyecek bir tehlike olarak kapımızın eşiğindedir.
ABD de yeni yönetimin bölgemizde belli bir gevşeklik yaratan havası, uzun bir sessizlik getireceği sanısını güçlendirmiş gibi dursa da gerçekçi değildir. Bölgemiz her an patlayabilir bir volkan ağzı üzerindedir. Bin bir çıkar dengesiyle örülü dünya ve bölge güçler dengesi her an belli ölçeklerde, kabul edilebilir sınırlarda bir savaşa yönele bilecek hassasiyetedir.
İsrail, savaş üzerine kurulmuş, silahsız yerleşim birimi olmayan, savaşla yaşayan bir askeri kamp toplumudur. İsrail bir talan devletidir; toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlik, su kaynakları gibi talanlarla, doğa tahripleriyle ve en önemlisi insan katliyle yaşam sürdürmektedir. Yaşamı da buna bağlıdır.
Bu açıdan bakınca bölge halklarının haklarını elde etmek için olduğu kadar, yaşam için direnmekten başka yolları bulunmamaktadır. Bu duruş, barışı kazanmak için her türden barışçıl girişimi de içeren bir çabayı gerektirmektedir.
İsrail her zaman olduğu gibi, denenmişlerini bir kez daha deneyerek bu gün de Başbakanı Netanyahu’nun söyleviyle bölge barışına kurşun sıkmıştır.
barış umutlarını ırkçı önermelerle bir daha katletmiştir.
Mihrac Ural
15 Haziran 2009
***
Benyamin Netanyahu son İsrail seçimlerinden başbakan olarak çıktı (11 Şubat 2009). Bölgenin çok yakından tanıdığı bir savaş telalının İsrail başbakanlığına gelmesi bölge için talihsiz bir durumdur. Bu gelişme bölgede tedirginlik yarattı. Bunun üzerine ırkçı ve yayılmacı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigador Lieberman İsrail dışişleri bakanı olunca, bu tedirginlik katbekat arttı. Bölgemiz Obama’nın ABD başkanlığıyla girdiği yumuşama havalarından hızla sıyrılmaya yöneldi.
Bölgede ABD ciddi bir gerilimi içinde Büyük Ortadoğu Projesinin çöküşüyle elini eteğini çekme çabasındayken İsrail’de böylesini ırkçı ve savaş kışkırtıcısı bir yönetimin gelmesi, bir kez dana dengeleri sarsıcı provokasyonlara açık kapı aralandığı algısı yaygınlaştı.
ABD’de Obama yönetimi, Bush yönetiminin dünya ölçeğinde ABD’nin prestijini sıfıra indiren saldırgan tutumlarından sıyrılmak üzere geliştirdiği açılımlar, İsrail’e uyarı biçimde yansımaya başlamıştı; İsrail’in daha yumuşak bir siyaset izlemesi, alınan kararlara uyum yönünde çaba göstermesi ve barış sürecini aksatacak bir girişime yönelmemesini duyurulmuştu.
İsrail bu serzenişlere karşı bile, gergince tepkiler sergiledi. “Dünyanın bütün Musa evlatlarını bir olmaya, ABD tehdit edecek olsa da ona karşı durmaya” çağırdı. Boyun eğemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, bölgede barışı yalnızca kendi çizdiği doğrultuda kabul edeceğini belirtti. Bu açıdan büyük umutlarla bağlanan birçok konferans ve kararı bir kenara itmiş oldu. Son olarak ABD’nin Annapolis kasabasında 40 tan fazla ülkenin toplandığı Ortadoğu barış konferansı’nda ( Annapolis Konferansı 27 Kasım 2007), alınan karaları tanımadığını açıklayan Netanyahu hükümeti, bölge barışına bağlanan umutlarını da ilk elden yerle bir etmekte sakınca görmedi. Bu kararların Bush yönetimi döneminde alındığı göz önüne alınırsa, İsrail dostlarının lehine aldıkları kararları bile tanımayacağını gösteriyor. Bu davranış, ABD yönetimini de mihenk taşına vuruyor.
ABD’de Obama yumuşama sinyalleri verirken ortaya koyduğu tutumların pratikte sınanacağı alan orta-doğuda, İsrail başbakanı olarak Netanyahu’nun, Obama’yla görüşme sonrasına denk gelen söylevi beklenen yumuşamayla hiçbir ilgiye sahip değildi. Bu söylev, Annapolis konferansından da çok gerilerde seyretti. Bu söylev, ABD’nin Obama başkanlığında da olsa malum İsrail yanlısı tutumunu değiştirmeyeceğini gösteriyordu. “ABD aynı, ABD’dir. İsrail yanlısıdır ve Arap sorununda siyonizmden yanadır. ABD, İsrail lehine bir barış istemekte ve bu konuda da Siyonistleri desteklemektedir. ABD haklıdan yana değil çıkarlarından yana İsrail’le birliktedir.” Diye tepkili olan geniş bir kamuoyu yeniden tepki koymaya hazırlanmaktadır.
Netanyahu’nun kimileri için beklenen söylevi, büyük bir çoğunluk için denenmişin yeniden denenmesiydi. Söylevine “Barış söylevi” adını takması ise traji-komikti; Siyonistlerin en sağında duran Netanyahu’nun barış diye bir duyarlılığı yoktu.
Dün (14 Haziran 2009) Arap TVlerinden de naklen yayınlanan bu söylev, barış değil galiplerin mağluplara dayattığı şartnameler listesi gibiydi. Netanyahu söylevinde, en ılımlı ve en teslimiyetçi bilinen Filistinli liderleri çileden çıkran yaklaşımlar sergiledi; bölgemizde uzun bir süre daha savaş tamtamlarının duyulacağını hatırlattı, barış umutlarının ruhuna fatiha okudu…
Netanyahu, bölge barışının kaderini, İsrail çıkarlarına Arapların gösterecekleri uyum belirler diye özetlenebilecek bir yaklaşım ortaya koydu.
Söylevi Filistin davasının bitip tükenmeyen temel taleplerine karşı kayıtsız şartsız ret cevabı vermekten ibaretti. Dile getirdiği konular arasında üç konu Filistin davasının temeli olan konulardı.
Birincisi; Filistinli göçmenlerin sorunu
İkincisi; İsrail’in Araplardan arındırılarak ırki bir devlet, Yahudi halkına ait bir devlet olarak saflaştırılması
Üçüncüsü : Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahlandırılması.
Konuşmasında Kudüs’ün İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, Arap barış girişiminin (Beyrut Arap zirvesinde karar bağlanan (27 Mart 2002) o zamanın prensi bu günün kralı Abdullah’ın barış planı) ölü doğduğu ve gömüldüğünün belirtilmesi gibi önemli başlıklarda bu söylevde bölge barışının olası ihtimallerine son veriyordu.
Bu üç temel konu okurlar tarafında önemle bilinmesi gerekmektedir. Zira Arap-İsrail sorununun temelinde bu konular yatmakta ve diğer konular buradan kaynaklanan çözümsüzlüklerin eseri olmaktadır.
Birincisi; Filistinli mülteciler sorunu
İsrail’i bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren savaş onun var oluş nedeni ve koşuludur. Savaş politikası İsrail için çoğu kez toprak kazanmanın, su kaynaklarına ulaşmanın, askeri açıdan stratejik yükseltilerin tepelerin ele geçirilmesi için bir araç olmuştur. Var oluşu sürekli düşmanlık üzerine kurgulanmış stratejilere oturtulan İsrail devleti, askeri toplum örgütlenmesiyle tipik bir Nazı projesidir. Toplum olarak silahlanmış ve her an silahlı çatışma psikolojisi içinde yaşamını düzenlemiş olarak savaş kışkırtıcısıdır da. Bu süreç, savaşlarda sürekli galip gelmenin etkisiyle de kışkırtılmış, dünyanın dördüncü en büyük askeri tersanesine sahiptir. Nükleer güç olarak da dünyanın en ileri ülkeleri arasındadır. Bölgede kurduğu askeri üstünlük hegemonyası 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyle dengelerini yitirmiş olsa da bu psikolojisini sürdürmektedir.
Bu kurgular üzerine kurulmuş olan İsrail devleti önündeki tüm siyasal sorunlara da bu açıdan bakar. Güçler dengesi, askeri üstünlük, sayısal üstünlük, demografik üstünlük gibi tamamen askeri kıstaslarla yorumlar. İsrail, Filistinli mültecilerin insan hakları kapsamında olan ve BM’de 1948 de kabul edilen 194 nolu kararla hüküm altına alınan Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmesini kayıtsız şartsız reddeder ve bunu var oluşuna yönelik en büyük tehlike olarak algılar.
Bu karar İsrail’in rüyalarını kaçıran bir karardır. İsrail devleti sınırları içinde kalan ve 48 Arapları olarak isimlendirilen Arapların yıllık nüfus artış ivmeleri 25 yıl içinde ciddi demografik değişimler yaratacak ölçektedir. Arapların, Yahudilere oranla gelişen bu nüfus artışına mültecilerin katılması İsrail’i derin derin düşündürmektedir. Barış içinde bir arada yaşama gibi bir insan toplumuna özgü kaygılar taşımayan böylesi bir askeri savaş toplumunun refleksleri de ırki temelde yükselmektedir: Nazi suçlamasını hak eden bu duruş İsrail’in bölgede her türden barış girişimine bir olumsuzluk kattığını gözlemlemesi güç değildir.
Zaman zaman bu gözlemlere bakarak, her türden barışın İsrail’i zaman tüneli içinde eriteceği varsayımını yaparak direnmeye karşı çıkanların olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında teslimiyete kadar uzanan uyumlaşmacılar, Ilımlılar gibi siyasi çevrelerin ABD güdümünde Filistin halkının çektiği acıları uzatan önermeler bulunmaktadır.
İsrail devleti bölgenin tarih, kültür, toplumsal yaşam, komşuluk ilişkisi gibi yüzlerce unsur karşısında yabancı bir varlıktır. Yerli Yahudi halkı bölgenin ne kadar bir parçası ise İsrail devleti o kadar yabancısıdır. İsrail devleti, emperyalist gelişme sürecinin19 yy kalıplarına uygun yayılmacı Siyonist bir devlettir ve Yahudi halkının çıkarlarına asla temsil etmemektedir. Bölgemizde kendini kolonileştirmiş adada yaşayan bir yalıtık var oluş olarak ancak savaş temeli üzerindeki dengelerin sonucu yaşam sürdürmektedir. Bu açıdan bakınca Filistinli mülteciler sorunu İsrail için bir kabustur.
Filistin halkı binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşadığı, yaşama, tarıma ilk kez açarak anavatan yaptığı ve bunu kesilmeden sürdürdüğü bu topraklardan askeri zorla yabancı bir güç olan İsrail devletinin, Siyonist politikalarınca kovulmuştur. Dünyanın her alanının yayılmış bu mülteciler özelikle Filistin topraklarına sınır olan Arap ülkeleri içinde bitip tükenmez bir sorun olarak gündeme gelmişlerdir: Filistin davasını daha çok bir Arap davası haline dönüştüren dinamikler arasında en temel olgu da budur.
BM İsrail devletinin toplu kıyım ve yıkımlarla mülteci durumuna düşürdüğü milyonlarca Filistinlinin ülkelerine, evlerine, tarımsal alanlarına, kaynaklarına dönmeleri için aldığı 194 nolu karar aynı zamanda dünya kamuoyunun desteklediği İnsan hakları kapsamında bir karardır. Hiçbir güç kimseyi toprağından kopararak onu mülteci yapamaz ve toprağına dönüşünü engelleyemezdi.
İsrail bu karaları ve bu insani talebi kendi stratejik var oluşuna yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır.
Dünya kamuoyunun arkasında durduğu aynı kararlara ise Filistin halkı bir ulus olarak var oluşun en önemli talebi olarak bakmaktadır. Bu haklı ve bir o kadar insani talep, İsrail’in yayılmacı Siyonist politikasının ateş çemberi altında, katliamla sindirilmek istenmiştir. Bu süreç hala devam etmektedir. Bölge barışının fay hattı da budur. Bu konuda alınacak tavır ve davranış Filistin davası konusundaki tutumlarını belirlemektedir.
Üçüncü kuşak, dördüncü kuşak nüfusu kabardıkça kabaran, mülteci koşullarındaki yaşamları insanca olmaktan çok uzak bulunan, vatandaş bile kabul edilmeyen bu insan topluluğunun dönüş hakları için ABD engeli var oldukça kimse bir sonuç üretememektedir. Kaç kuşak geçerse geçsin, mültecilerin gerçekçi çıkarları, tek arzuları kendi öz topraklarına dönmeleridir. Bu aynı zamanda bulundukları ülkelerde oluşan sorunlarında çözümü demektir. Bunun için İsrail lehine yapılan “ bulundukları ülkelerde yarlaşsınlar” önermesi ise bölgemizi barut fıçısı haline getiren sorunlara ateşle gitmek demektir. Kendi topraklarında, kendi devletlerinin siyasal egemenliği altında, kendi seçtiği temsilcilerin idaresinde gerçek bir vatandaş olarak yaşamak Filistinlilerin en doğal hakkıdır. İşte İsrail buna karşı durmakta ve bu hakkın kullanılmasını engellemek için, gerekirse bininci kez bölgeyi ve dünyayı savaş ortamına sürüklemekten çekinmemektedir.
Netanyahu’nun söylevi bu gerçeği bir kez daha tüm acımasızlığıyla bölge halklarının üzerine yıkmıştır. Obama’nın bu savaş kışkırtıcısı söyleve gösterdiği alkışçı tutum, ABD’nin değişmeyen bölge politikalarına olduğu gibi yakın dönemde sorunlarımızın nasıl bir sathı mail içinde savaş tamtamlarına tanık olacağını da göstermektedir.
Mülteciler sorunun Filistin davasının temel sorunudur. Bu sorun çözülmeden hiçbir sorun çözülemez. Bölgede barış olamaz. Bu sorunla birlikte Filistin davası, Filistin-İsrail sorunu olarak mütalaa edilmeyecek ölçekte bir Arap-İsrail sorunu ve dünya sorunu olmaktadır.
İsrail siyonistlerinin ger-gevşet denklemi içinde insanlığa dayattığı tehlikeler bu sorunda İsrail’in haksız taraf olduğuna açık bir belirtidir.
Natanyahu’nun söylevinde mülteciler konusu, geçmiş tüm İsrail liderlerince de tekrara ede duran ırkçı yaklaşımını seslendirmiştir. Söylev bu konudaki tutumuyla bölgede bu akıllarla barışın ikamesinin mümkün olamayacağına işarettir.
İkincisi; İsrail’in ırkçı arındırma siyasetiyle bir Yahudi devleti olarak saflaştırılması.
Bu olay birincisine (mülteci konusuna) bağlı olduğu kadar bu gün İsrail devleti vatandaşı olarak yaşamakta olan 48 Araplarını da tenkil etmeye, tehcir edip Filistin toprakları üzerinde kurulu İsrail devletini saf Yahudi devleti haline getirmek istemektedir. Bu bir ırkçı yaklaşımdır. Filistin’i bölmeye çalışan “ırkçı duvar” inşası da bu aklın ürünüdür. Bu ise saf Yahudi ırkı devletine dönüşme stratejisi olan Nazi palanıdır.
Bu yaklaşım Bush döneminde belirginleşen bir yaklaşımdır. Önceleri çok açık tarzda dile gelmeyen bu söylem Bush yönetimiyle birlikte ortaya atılan iki devletli barış çözümünün bir unsuru olarak seslendirilmeye başlandı. İki devlet ama İsrail devleti bir Yahudi devleti olarak Filistinlilerden ve mültecilerinden arındırılmış olacaktır.
Protestan din algılarıyla, pragmatik saplantılarını uhrevi Katolik eğilimler yerine dayatmaya çalışan malum Amerikan talan felsefesinin evlatları olarak Neo-conlar (Yeni mahfazakarlar) gerçekte çökmekte olan Amerikan rüyasını siyasal bir küresel egemenlikle onarma çabası içindeydiler. Tüm insanlığa karşı olan bu çabanın kutsal yönelimlerinde İsrail ve oğullarının korunması bir refleks olarak işledikleri her konuda ve kirli işte kendine kabaca ortaya koyar. 21. yy için ABD öngörüleri oluşturulurken doğuya karşı (Anti-Oryantalist) duruşlarını İsrail’e tehlike oluşturan her var oluşu yeryüzünden silmekle özdeşleşmiştir. Irak savaşının bu akıllarca, tarihin en büyük yalanıyla tezgahlanması ise tesadüf değildir.
Neo-Conların başında Karanlıklar prensi Richard Perle (Price Of Darkness) ABD Yahudi lobisinin en ünlü isimlerinden, Irak savaşının tezgahçısı, dünyanın insan kıyımına dayanan kirli işleri İsrail lehine organize eden ekibiyle şöhret sahibidir. Eski Pentegon görevlisi bu karanlık Prens, Hani Bush, Dick Cheney, Wolfowitz gibi bildik isimlerle bölgemiz üzerinde işlemedikleri cinayet, yapmadıkları provokasyon, toplu kıyım kalmamıştır (Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katli dahil 2006 Lübnan savaşı vb).
Bu ekip saf ırk Yahudi devleti tezini geliştiren ekiptir aynı zamanda. Kimseyle birlikte yaşamak istemiyorlar. Yerli Filistin halkını, İsrail devlet hükmü altında vatandaş olanları bile, babalarına dedelerine yaptıkları gibi kıyım ve yıkımı dahil her yolla söküp atarak, saf ırk bir devlet oluşturma projesini pazarladılar. Bush yönetiminin lanse etmeye çalıştığı “Filistinlilere devlet, Yahudi halkından oluşan İsrail devleti” söylencesi akılların ürünüdür.
Bu söylence ısrarla eski yeni tüm ABD yönetim çevrelerince de onaylanıp söylenmektedir. Filistin devleti kuruluşuna onay, bu tezin kabulü şartına bağlanmış olarak öne sürülmekte. Böylece bir arındırma hareketiyle İsrail’i içte etnik bir sorun olmayan devlet haline getirerek, zaman içinde olası demografik değişim tehlikelerinden koruma altına alınmasını sağlayacaklardır.
Bu amaçla Filistin ile İsrail arasına örülen beton duvar gündeme gelmiş ve bu projenin açık bir belirtisi olarak kesintisizce inşa edilmiştir. BM karalarına, uluslar arası insan hakları mahkemesi kararlarına rağmen de inşaatı sürdürülmektedir. Kurulan bu ırkçı duvar, Filistin halkını kendi topraklarından ötelemekle kalmıyor, adacıklar içinde birbirinden kopuk yaşamı dayatıyor.
Saf ırk Yahudi devleti bir Nazi stratejisidir. Bu gün Siyonizm’i Nazizmle eşitleyen bu tür verilerdir. Filistinlilere yaptığı kıyım ve yıkım, toplu katliamlar ise Nazi yöntemlerin çoktan geçmiştir.
Bölgemizin hiçbir devleti böylesine ırkçı bir politika gütmemiştir. En azılı haliyle Fars, Arap, Türk ırkçılığı bile, halkın desteğini bir yerden sonra alamamıştır, geçici destek kalıcı olamamıştır, sürdürülememiştir.
Bölgemizin her metre karesinde farklı etnik dokular bir arada yaşamaktadır. Her etnik topluluğun ağırlıklı olduğu alanlar yanı sıra en ücra köşelerde oluşan bu ortak coğrafi yaşam İsrail’in Siyonist-Nazi karması yönelimlerinin akıl dışı dayatmalarını yadsıyan bin nesnel veridir. İsrail ırkçılığı, bölgemize kaba bir yabancılık içindedir. Bölgemizin tarihsel ortak yaşam süreçleri, kültürel doku verileri bu türden bir ırkçılığı asla kaldıramaz; milliyetçilik bile bir noktadan itibaren bölgemizde tutunamaz konumdadır.
Saf Yahudi ırkından bir devlet oluşturma tezi, Filistinli mülteci sorunuyla çok ilgilidir. Mültecilerin geri dönüş hakkına karşı bir refleks gibi ayakları üzerine dikelmeye çalışmaktadır.
Bu tezin tek amacı Filistin halkının kendi toprağına dönüş hakkını engellemektir. Bölge barışı ise Filistin halkının tehcir edildikleri kendi anavatan topraklarına dönüşü gerçekleşmeksizin sadece bir hayaldir.
Üçüncüsü: Filistin devletinin kuruluşu için Filistinlilerin silahsızlandırılması.
Filistin halkına devlet kurma hakkını, Filistin halkının silahsızlandırılmasına bağlamak çok komik bir taleptir. Silahsızlanmak tüm insanlığın en öncelikli arzusudur, bu doğru. Bunu söyleyenlerin silahlanmada öncelikli adımları atmaları koşulunda tüm insanlık kısa sürede silahsızlandırılabilir. Ancak gerçekler tam aksini söylüyor silahsızlandırmak isteyen en çok silahlanandır. Konu İsrail olunca ise, çok daha inanılmaz bir durum haline gelmektedir. Bölgemizin nükleer silah tekeli ve tek sahibinin İsrail olması bunu anlatmaya yeterlidir.
İsrail’in Uluslar arası atom ajansının kontrolünden bile muaftır. Bu ise İsrail’in nükleer silah tekeline, komşular üzerinde ve dünya güçler dengesi içinde baskı yapma olanağı sağlayan bir kanunsuz fiili durumdur.
Bu gün İsrail dünyanın en etkin silahlarına sahip 4. ülkedir. Büyük emperyalist ülkeleri bile çok geride bırakan nötron bomba stokuna sahiptir; İran’a barışçıl amaçlı nükleer çalışmalarına gösterilen tepki, Kuzey Kore’nin uzay çalışmaları yönündeki füze programlarına takınılan tutum karşısında İsrail’e verilen bu taviz akıllara ziyan bir durumdur. İnsanlık adına işlenmekte olan bu ayıp aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin adaletsizliğine ve tarihini doldurmuşluğuna önemli bir göstergedir.
Böylesine adaletsiz bir ortamda, Filistin halkının ferdi silahlar dışında bir silaha sahip olmamasına karşın silahsızlandırılmak istenmesi, gerçek anlamıyla bir insanlık ayıbıdır.
İsrail, insanlık suçları irtikap eden, çirkin bir demagoji imparatorluğudur. İnsan hakları şampiyonu olan nükleer bir devlettir. Bölgemizin tek nükleer silah etkinliği elinde olan bir devlet olmanın Nazi baskılarını Filistin halkına dayatmaktadır. Bu devlet, bölgemize yabancıdır. Bölgemizin tarihi ilişki türlerine, kültürel dokusuna ve algılarına tamamen aykırı bir devlettir. Uyumlaşma için de hiçbir çabası yoktur, elindeki etkin silah tersanesiyle kendine uyumlu ikili kölelik ilişkileri istemektedir. Bu devlet Yahudi halkının çıkarları asla temsil etmeyen tehlikeli bir virüstür.
Yahudiler tarihleri boyunca bölgemizde barışık olarak yaşamış bir halktır. Değişik etnik ve inanç kökenlilerle binlerce yıl içinde kurulu olarak süren bu yaşam dengesi, 1948 den itibaren İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte bozulmuştur. Bu kırılma, derinleşerek toplu kıyım-yıkım hareketi haline gelmiştir. Bir Nazı hareketi olarak Siyonizm, silahların her türü kullanırken Filistinlilerin yaşamda kalmak için kendilerini savunacakları silahları bile ellerinden almak istemektedir. Son Gazze savaşının (27 Aralık 2008) gösterdiği gerçekler, fosfor bombaları altında bir insanlık katliamı gerçekleşmesine seyirci kalınmıştır.
İsrail bölgemizin Nazi devletidir.
Bu devletin insanlık adına öncelikle silahsızlandırılması, bölge ve dünya barışı için en gerekli adımdır. Bölge barışını sağlayacak en kestirme yol da budur.
Netanyahu’nun söylevinde ırkçılığın bu boyuta uzanması gerçekte İsrail siyonizminin pervasızlıkta sınırsız olduğuna işarettir. Bu silah tehdididir. Bölge barışını İsrail silahları gölgesi altında bir teslimiyet ilişkisine dönüştürmektir: böylesi bir yaklaşım ise savcaşları ebede kadar sürdürme amacını taşır.
Sonuç:
Natanyahu’nun bu üç temel noktada gösterdiği yaklaşımlar, bölgemizde barışı umutlarını bir kez daha katletmiştir.
Bu ırkçı söylevle birlikte, taraflarını arayan barış savaşla yüz yüzedir.
Kimse kimseyi aldatmasın bölgemizde yakın döneme ait bir barış yoktur. Savaş ise küçümsenmeyecek bir tehlike olarak kapımızın eşiğindedir.
ABD de yeni yönetimin bölgemizde belli bir gevşeklik yaratan havası, uzun bir sessizlik getireceği sanısını güçlendirmiş gibi dursa da gerçekçi değildir. Bölgemiz her an patlayabilir bir volkan ağzı üzerindedir. Bin bir çıkar dengesiyle örülü dünya ve bölge güçler dengesi her an belli ölçeklerde, kabul edilebilir sınırlarda bir savaşa yönele bilecek hassasiyetedir.
İsrail, savaş üzerine kurulmuş, silahsız yerleşim birimi olmayan, savaşla yaşayan bir askeri kamp toplumudur. İsrail bir talan devletidir; toprak, yeraltı ve yerüstü zenginlik, su kaynakları gibi talanlarla, doğa tahripleriyle ve en önemlisi insan katliyle yaşam sürdürmektedir. Yaşamı da buna bağlıdır.
Bu açıdan bakınca bölge halklarının haklarını elde etmek için olduğu kadar, yaşam için direnmekten başka yolları bulunmamaktadır. Bu duruş, barışı kazanmak için her türden barışçıl girişimi de içeren bir çabayı gerektirmektedir.
İsrail her zaman olduğu gibi, denenmişlerini bir kez daha deneyerek bu gün de Başbakanı Netanyahu’nun söyleviyle bölge barışına kurşun sıkmıştır.
10 Haziran 2009 Çarşamba
SİYASİ BİR DİYALOG
HİKMET ÖZTÜRK – MİHRAC URAL
YAZIŞMALARI
Blogumda ve değişik sitelerde yayınlanan makalelerime yorum yapan ve yaptıkları yorumlarla bana zenginlik katan geniş bir çevre bulunmaktadır. Bunlardan biri de Sn.Hikmet Öztürk’tür.
Sn. Öztürk’le, farklı zamanlarda yaptığımız kimi tartışmalar ve son makalelerimden biri olan “KARARLI İRADE” başlığını taşıyan yazıma yaptığı yorumla, olgun ve saygınca süren bir tartışma süreci yakalamış olduk. Farklı siyasal algıların insanları olarak tartışabileceğimiz ve okura görüşlerimizi böylesi tarzda iletebileceğimiz bir ortam doğmuş oldu. Bunların yayınlanması için kendisinden izin istedim. Olumlu karşılayınca da siz okurlarımla bu yazışmaları paylaşmak istedim.
Diyalog evrimin yarattığı en önemli ve en insanca ilişki türüdür. Düşünceyi var eden nesnel koşullar diyalogla bunu ifade etme şansını da yakalar. Diyalogu yadsıyan ya güçsüzdür ya da yanlışına örtü arayışı içindedir. En olumsuz kanaatlerin b.ile karşılıklı diyalogla çözülmese bile tarafların birbirini anlamalarına olanak açar. Bu satırların yazarı diyalog kurma yeteneğini bilmeyenlerden çok çekmiş biri olarak, düşünen her insanın diyaloga yönelmeyi bir ilerleme gelişme verisi olarak algılaması gerektiğine inanırım. Geviş getirir gibi kendi içinde dönüp dolaşan kısır tartışmalar diyalog noktasını kaybettiği andan itibaren kirlilik yaymaya başladığını ve bundan her kesin zarar gördüğünü biliyorum. Bazen bu tür akıntıların kışkırtıcı cazibesi insanı sürüklese de durması gerektiğini ve diyalogun olmadığı sağırlar diyalogunu elinin tersiyle itmesi gerektiğini belirtirim.
Sn. Öztürk’le çok farklı siyasal duruşlara sahibiz. Ama diyalogumuz önemli ortak paydalar oluşturulabileceğini gösteren verilere sahip olduğunu görüyorum. Bu tartışmalarla siz okurlara bildiğinizin tekrarı da olsa, bilmediğiniz az de olsa diyalogumuzu paylaşmak istedim.
***
1.Mir
(Mihrac Ural’ın bu iletisi ilk sohbet konularından biri olan halk algısı üzerine yapılandır b.n)
Değerli Hikmet Öztürk,
İletinizi aldım ellerinize sağlık.
Yazımdaki “halk” kavramını yanlış algıladığınız için bu ölçüde tepkilisiniz gibi geliyor bana. Her ne kadar halka karşı öfkenizin kaynaklarını bilimsel bir yere oturmamış verdiğiniz birkaç örnekle yetinmişseniz de. Tarihte olan tüm olumlu ve olumsuzlukların konusu insandır, bunları da yapan insandır. Olumlu ve olumsuzu bağrında taşımayan bir varlık olamaz ve hiçbir topluluk oluşamaz.
Kendi adıma yazılarımdaki hak kavramıyla, sizin üzerine olumsuz görüşlerinizi belirttiğiniz halkın aynı şey olmadığı düşüncesindeyim.
Önce, kaynağından halk kelimesiyle kastedileni bilmelisiniz. Yazılarımda halk, tarihin ilerlemesine uygun yönelimleri, karar ve eylemleri alan bir siyasi irade olarak yer alır. Bu zaman zaman küçük bir azınlık zaman zaman dev kitleler olabilir. Tarihin ilerleme yönündeki siyasi iradenin etrafında bulunan, ona katkı yapan, sonuna kadar, kefaretleri ödeye ödeye yürüye ilen kitlelere halk diyorum. Bu yanıyla halk sadece bir irade de değil fili insan topluluğu olarak, ayakları yere basar oluyor. Sanırım siz, halk oldukları için bunlara da karşı değilsiniz.
Sonra,
Yazılarımda halk somut bireyler ya da onların aritmetiksel toplamı olan yığınlar olarak ancak beli bir siyasi iradeyi temsil ettikleri ölçüde belirirler. Öyle sırdan bir halktan söz etmediğim ise yazılarımı takip ediyorsanız kendi kendinize bileceksiniz. Nazım bunu çok güzel ifade etmiş "en cesur ve en korkak olanlardır" diye...
Sanki Nietzche'nin “yığınlar”a karşı tepkisini seziyorum ifadelerinizden. Ama o konuda da yazdım. Kitleler olmadan “üstün insan” asla olmayacaktır diye. Biri diğerinin içinde vardır. Bu görüşümü de şöyle formülü ettim "nitelikler her zaman sayıları yaratmayabilirler, ama sayılar mutlaka nitelikleri yaratır." (Bkz. http://mirural.blogspot.com “Mir-Yener Orkunoğulu siyasal sohbetleri”)
Son paragrafınız sanırım gergince yazılmış.. Haçlılar, Moğollar, Osmanlılar, Fransızlar nerede derken, umarım genetik bir şeyden bahsettiğimi sanmamışsınız.
Ben siyasi yazılar yazıyorum, haçlılar nerede derken arkasında papanın da iradesi olan siyasal yönelimleriyle haçlı orduları ve onların algılarını kastettim. Bununla iki farklı iradenin çatışmasından, emperyalistler ve bölgedeki kuklalarıyla, bölge halklarımızın ilerleme, haklılık ve gerçekçilik temelinde halkı temsil ederek yükselen siyasal iradenin başarısından söz ettim.
Genetik olarak Bizanslılar, Haçlılar, Fransızlar nerededir diye soruyorsanız bununla ilgili bölgemizde ciddi bir antropolojik çalışma olmadığından söz edebilirim: Dolaysıyla bu konunu uzmanları bile net bir şey söylemiyorlar. Ancak genetik geçmişimizi bu günkü kültürel ve ulusal tanımlanmamızın karşısında bir unsur olarak görüyorsanız tartışacağımız çok şey var demektir.
Sonuç olarak, bu gün insanlığın bilgi birikimleriyle varmış olduğu yerde, demokrasiyi tercih edişi, zorunlu bir halk onayına dayanıyor. Halk onayı seçimle gerçekleşen bir olaydır. Her ne kadar halkın her seçtiği, onun çıkarlarını ve gereklerini yerine getirmese de. Ama son tahlilde, yanlışlar içinde bocalaya bocalaya, aynı halk bir yandan tarihin ilerlemesine katkı sunuyor, denetliyor onaylıyor ve her defasında yeninin oluşmasında temel harç oluyor. Bu noktada aydınların, öncülerin, özverileri ilk sunanların (Galile gibi) açtıkları ufukları er yada geç aynı halk sahiplenip yaşamın bir parçası yaparak anlamlı hale getiriyor.
Dolaysıyla, siyasal irade anlamında da olsa, sayılar anlamında da olsa her konunun merkezinde bu insan bulunuyor.
Yazışmalarımız devam etmesi durumunda, size bir kaç yazı göndermem gerekecek. İçlerinde özel mektuplarımda olabilir. Bu yazılarda bu konularla ilgi (genetik kültürel boyutuyla bu günümüz üzerine) sohbetlerimi ve belirlememi de takip edebilirsiniz.
Umarım yanlış anlamanıza yol açan noktalara yeterli cevap vermiş oldum.
Başarı dileklerimle baki selamlar diyorum. Mihrac Ural
*********
2. Sn. Hikmet Öztürk’ten
(“KARARLI İRADE” başlıklı makaleme yapılan yorumdur b.n)
Mihrac bey.
Kusura bakmayın kimseye karşı önyargılı davranmak istemem. Uzun uzun yazıp, birşey söylememek böyle mi oluyor bilmiyorum. Bana göre kurt meselesi, ırkçı, milliyetçi bir yaklaşımın türevi olup, emperyalist bir projenin bölgeye yönelik bir operasyonudur.
Uzun uzun felsefe yapmaya da gerek yoktur.
insanları, birbirine düşman yapmak için bazen ırka dayalı ayrıştırmalar bazen dine dayalı ayrıştırmalar, bazen feodal ayrıştırmalar basarili olabilmektedir.
Niyete bakarak yapılmak istenen anlaşabilir.
Atatürk'e bile sayın demeyen insanların Öcalan'a saygıyla sayın demesi, derin, derin felsefe yapmaya çalışır gözüken insanların ağzındaki baklayı ortaya dokuyor.
Bense her defasında vah Türkiye’m vah diyorum.
Batılılara Fransa yetmiyor, Almanya yetmiyor, Birleşik bir Avrupa kurmaya çalışıyorlar, bizler ise bölüne bölüne parçalana parçalana, süpermarketlere karşı bakkalların duştuğü duruma düşmeye çalışıyoruz.
İşimiz yine Allaha kalıyor.
Allah tüm Müslümanlara akil ihsan eylesin.
Çözüm taraflarca olur diyorsunuz, lütfen şu tarafları açıklayın da öğrenelim, taraflardan biri TC tamam öteki taraf kim, hangi kurum, hangi devlet, ne ?
herkese saygılar
hikmet
********
3. Mir
Sayın Hikmet Öztürk,
iletinizi aldım teşekkür ederim. Kısaca aktarayım.
1.
Atatürk'e sayın deme konusunda ısrarcı olmayın. Böylesi tarihi kişiliklere ne sağ ne de ölü iken sayın denilmez. İsimleri büyüklükleriyle birlikte var olur. Sezar, Fatih, Napolyon, Bismark gibi. Atatürk’e saygıyı ben de ısrarla tasvip ederim. O bir ulusun tarihinde yarattığı en önemli değerdir; her ne kadar Arapça alfabeyi yasak ederek kendi ulusunun tarih bilincini bir gecede sıfırlamış olsa da.
2.
Uzun yazıyorum bu doğru ama net yazıyorum sanırım. Taraflar açık, bir yanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ( içinde illegal derin devleti, Özel Harp dairesi, Mit'i, JİTEM'i, Polisi, Ordusu ki bunların her b.irinin ayrı ayrı iş icraları yaparak çalıştığına dikkat çekeceğim) diğer yandan Kürt Halkı ( siyasi partileriyle, hak arayışı için dağa zorlanmış silahlı güçleriyle, sivil toplumlarıyla, belediye başkanlıklarıyla ki, bunlar halkın oylarıyla, sistemin istediği ortamda bu resmi mevkilerde bulunan etkinliklerdir)
Sanırım taraflar çok açık. Unutmayın Osmanlı çökünce ve işgale uğrayınca Kuvaiye milliye güçleri yasa dışı güçlerdi, mücadeleleri Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Türk milletine hak olan bu gün neden daha azı da olsa Kürtlere hak olmasın. Arap kökenli olduğumu dile getirmiştim. bu açıdan beni Kürtçülükle suçlamayacağınızı umarım.
3.
En az sizin kadar ah Türkiye’m ah ortak vatanımız ah renkleriyle mozaik dokusu, farklılıkları ayrı varlığı etnik inançsal türleriyle zengin ülkem ırkçılığın bölücü zorlamalarıyla ne hala geldin diyorum. Bu gün tek bölücülük milliyetçi virüsle kirlenmiş algılardır; tek bayrak tek dil tek tek tek... diyerek amip gibi bölünmeyle yüz yüze geldik. Bu mantık Osmanlıyı da böyle yok etti; Lozan o dev yapıdan arta kalan ama içinde hala iradesi dışında tutulanlarla birlikte olan bir sonuçtur.
Artık Osmanlı mantığını terk etmek gerek diyorum. Avrupa'nın birleşme çabalarına yaptığınız göndermeyi çok önemsiyorum. Evet tüm dünya en azından bölgemiz bir araya gelsin diyorum. Bu da beni milliyetçi Komünistlerden ayırıyor. Devrimciyim ama bölgemde tüm halkların omuz omuza dayanışma içinde çok şeyi başaracaklarına ve emperyalizme karşı direnebileceklerine inanıyorum.
İşimizi Allaha bırakmamak içinde hepimiz üzerine düşün yapmalıyız derim.
4.
“Allah tüm Müslümanlara akıl ihsan eylesin” diyorsun. Üzdün beni. Allah algıların iyice yerine oturmamış gibi. Allah bunu vermiştir ama kullanmasını bilmiyorlar. Demeni tercih ederdim.
Allahın sırtına kulun yıktıklarını gördükçe de Allah’ı Allah kurtarsın dileğinde bulunmak zorunda kalıyorum, özürlerimle.
Hikmet kardeşim şu milliyetçi tek boyutlu virüsten kurtulmanın yoluna bakmalıyız hep birlikte. Bunu başarırsak, Allahın geniş topraklarında her birimiz bir eşit olarak her güzeli yeniden yapılandırabiliriz: demokratik bir cumhuriyette birimize ait olmayan hepimizin olan şu güzelim ülkeyi tüm insanlıkla ve komşularımızla barış içinde kazanan bir ülke haline getirebiliriz.
Selamlarımla.
Mihrac Ural
31 Mayıs 2009
********
4. Sn. Hikmet Öztürk’ten
Mihrac bey
Uzun ve derin tartışmalara girmeden görüşlerinize cevap vereceğim.
“1.Atatürk'e sayın deme konusunda ısrarcı olmayın. Böylesi tarihi kişiliklere ne sağ ne de ölü iken sayın denilmez. İsimleri büyüklükleriyle birlikte var olur. Sezar, Fatih, Napolyon, Bismark gibi. Atatürk’e saygıyı bende ısrarla tasvip ederim. O bir ulusun tarihinde yarattığı en önemli değerdir; her ne kadar Arapça alfabeyi yasak ederek kendi ulusunun tarih bilincini bir gecede sıfırlamış olsa da.
Atatürke sayın deme konusunda ısrarcı olmayın.........Atatürk’e saygıyı bende ısrarla tasvip ederim”
bu iki ifadeniz arasında bir çelişki yok mudur ?
Ayrıca, Yeni bir anlayışa, yeni bir felsefeye dayanan yeni bir millet yaratmak istiyorsanız onu geçmiş bağlarından koparma kararının bilinçli olmadığını kim söyleyebilir ki. Tarih bilincini sıfırlamak isteyen kişiye bakın ki ilk kurduğu kurumlardan biri Türk Tarih Kurumu, ikincisi Türk Dil Kurumu. Türk'ü tarif ederken ise, Türkiye’yi kuran halka Türk milleti denir diye de bir tarif koymuş. Bu ulusun tarih bilinci mi vardı da Atatürk sıfırladı. Atatürk'ün türk tarihini araştırma yönünde, çevresindeki yetkilileri yönlendirmesi bir sürü araştırma kitabının konusu olmuştur.
“2.Uzun yazıyorum bu doğru ama net yazıyorum sanırım. Taraflar açık, bir yanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ( içinde illegal derin devleti, Özel Harp dairesi, Mit'i, JİTEM'i, Polisi, Ordusu ki bunların her b.irinin ayrı ayrı iş icraları yaparak çalıştığına dikkat çekeceğim) diğer yandan Kürt Halkı ( siyasi partileriyle, hak arayışı için dağa zorlanmış silahlı güçleriyle, sivil toplumlarıyla, belediye başkanlıklarıyla ki, bunlar halkın oylarıyla, sistemin istediği ortamda bu resmi mevkilerde bulunan etkinliklerdir)”
Mihraç bey. Bir aydının yapacağı en büyük hata halk dalkavukluğudur. Halklar öyle yüce değerler falan değildir. İnsanlar tek tek iyi veya kötü olabilirler ancak tek tek cahil, oportunist, ahlaksız olan insanlar bir araya gelip halk olunca, erdemli, bilgili, ahlaklı, akıllı bir halkı oluşturmazlar.
Bir milletin içinde, jitemi, illegal derin devleti, özel harp dairesi, MİT'i o halkın evlatları kurarlar. Nasıl ki, Orman köylerinde ki muhtarlıklar o köyleri soyan çetelerse, nasıl ki, belediye de zabıtalar ayrı çeteyse, nasıl ki karakollarda ayrı çeteler kurulmuşsa, Tapu daireleri ayrı ayrı birer çeteyse, Devlet hastanelerinde doktorlar kendi çetelerini kurup bıçak parası alabiliyorlarsa, nasıl ki belediyede fen işleri müdürlüklerinde mühendisler kendi çetelerini kurmuşsa, nasıl ki partiler aslında toplumu soymak için sıraya girmiş çete örgütlenmeleriyse, MİT'in içinde de, JİTEM de de, çeteler olur. Maalesef bu toplumun örgütlendiği her kurum aslında bir çete kurumudur. Böyle olmasının sebebi de bizatihi halkın kültüründen ve kalitesinden kaynaklanmaktadır.
Halk tarafından denetlenebilecek ve hesabı sorulacak devlet kurumlarını rezil sayıp, halkın denetleme imkanının olmadığı, nasıl kurulup nasıl işlediği, hangi dış güçlerin oyuncağı olduğu belli olmayan çete örgütlenmelerini meşru görmenin aydın düşünceyle bir ilgisi olabilir mi ?
Sanırım taraflar çok açık. Unutmayın Osmanlı çökünce ve işgale uğrayınca Kuvaiye milliye güçleri yasa dışı güçlerdi, mücadeleleri Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Türk milletine hak olan bu gün neden daha azı da olsa Kürtlere hak olmasın. Arap kökenli olduğumu dile getirmiştim. bu açıdan beni Kürtçülükle suçlamayacağınızı umarım.
Mihraç bey, Atatürk, Osmanlıyı yıkarken milliyetçilik güdüsüyle yıkmadı. Yok olmakta ve parçalanmakta olan bir toplumu yeni ve çağdaş değerlerle bir araya getirdi. Ümmet den, ulus fikrine geçti, Halifeliği kaldırıp batı medeniyetini hedef gösterdi, tekke ve zaviyeleri kaldırıp eğitimde birliği sağladı, üniversiteleri kurdu, ticaret ve sanayii de bağımsızlık için mücadele başlattı, arap kültüründen batı kültürüne geçişi sağladı. Kadınları ikinci sınıf varlık olmaktan çıkardı. (Bu gün üniversitelerde ve yargıda kadın oranı en yüksek bir ulus olmamızı Atatürk'e borçluyuz).
Bu çağda insanlığın sorunu, kürtlük, Türklük, Çerkezlik, Araplık mı olmalı yoksa demokrasi, bağımsız yargı, fırsat eşitliği, kadınların ezilmesinin önüne geçilmesi, Sendikaların güçlendirilmesi, sivil örgütlenmelerin güçlendirilmesi, Eğitimin kalitesinin arttırılması, etik değerlerin güçlendirilmesi, dini taassuba karşı mücadele verilmesi, şeffaflığın sağlanması, emeklilik kurumlarının güçlendirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi konular mı olmalı.
“3.En az sizin kadar ah Türkiye’m ah ortak vatanımız ah renkleriyle mozaik dokusu, farklılıkları ayrı varlığı etnik inançsal türleriyle zengin ülkem ırkçılığın bölücü zorlamalarıyla ne hala geldin diyorum. Bu gün tek bölücülük milliyetçi virüsle kirlenmiş algılardır; tek bayrak tek dil tek tek tek... diyerek amip gibi bölünmeyle yüz yüze geldik. Bu mantık Osmanlıyı da böyle yok etti; Lozan o dev yapıdan arta kalan ama içinde hala iradesi dışında tutulanlarla birlikte olan bir sonuçtur.
Bu gün tek bölücülük milliyetçi virüsle kirlenmiş algılardır; tek bayrak tek dil tek tek tek... diyerek amip gibi bölünmeyle yüz yüze geldik.”
Mihrac bey, ne diyeyim. Etnik milliyetçilik evet insanlık için yüzkarasıdır. Kürtçülük te, Türkçülükte, Arapçılıkta. Ancak, maalesef, bölgecilik anlamında milliyetçilik tüm dünyada var ve daha insani ve anlaşılabilir bir fenomen.
Artık Osmanlı mantığını terk etmek gerek diyorum. Avrupa'nın birleşme çabalarına yaptığınız göndermeyi çok önemsiyorum. Evet tüm dünya en azından bölgemiz bir araya gelsin diyorum. Bu da beni milliyetçi Komünistlerden ayırıyor. Devrimciyim ama bölgemde tüm halkların omuz omuza dayanışma içinde çok şeyi başaracaklarına ve emperyalizme karşı direnebileceklerine inanıyorum.
İşimizi Allaha bırakmamak içinde hepimiz üzerine düşün yapmalıyız derim.
Osmanlı mantığını terk edelim, kim savunuyor Osmanlı mantığını, Atatürkçüler mi. Atatürk Osmanlı için '' O bir tiran Yönetimidir'' demiş ve tüm kurum ve kurallarıyla Osmanlıya karşı mücadele vermiştir. Atatürkçüler mi (Gerçek Atatürkçüler) Osmanlıcı ?
Allah ile ilgili görüşlerimi anlatmam da çok uzun sürer, ancak şunu söyleyebilirim ki, bilinen Allah inancıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Cenneti, cehennemi, hurileri falan da yoktur.
“4. “Allah tüm Müslümanlara akıl ihsan eylesin” diyorsun. Üzdün beni. Allah algıların iyice yerine oturmamış gibi. Allah bunu vermiştir ama kullanmasını bilmiyorlar. Demeni tercih ederdim.
Allahın sırtına kulun yıktıklarını gördükçe de Allah’ı Allah kurtarsın dileğinde bulunmak zorunda kalıyorum, özürlerimle.”
Mihrac bey, “Allah tüm Müslümanlara akıl ihsan eylesin” sözü, bir kültüre dayanan bir sözdür, dini inancı ifade etmez. Allah kahretsin, Allah belanı versin, Allah allah, allaha ısmarladık, Allaha emanet, maşallah vs gibi hepsi kültüre dayanan ifadelerdir. Allah algım yerli yerindedir ama kesinlikle yaygın olan inanca uygun değildir.
Hikmet kardeşim şu milliyetçi tek boyutlu virüsten kurtulmanın yoluna bakmalıyız hep birlikte. Bunu başarırsak, Allahın geniş topraklarında her birimiz bir eşit olarak her güzeli yeniden yapılandırabiliriz: demokratik bir cumhuriyette birimize ait olmayan hepimizin olan şu güzelim ülkeyi tüm insanlıkla ve komşularımızla barış içinde kazanan bir ülke haline getirebiliriz.
Milliyetçi virüsten kurtulmak için halk dalkavukluğundan da kurtulmak gerekiyor, ha Türk halkı ha Türk milleti, ha Kürt halkı ha Kürt milleti. Hep birlikte, bilime inanır, bilime sarılır, çağdaş uygarlık yolunda, sivil güçlerle birlikte etik değerlerimizi güçlendirirsek bir yere varabiliriz. hamasi, halk, millet edebiyatlarıyla bir yere varamayız.
Saygılar
hikmet
*******
5. Mir
Değerli Hikmet bey,
Arşivime baktım sizinle daha önce de öyle sohbetlerimiz vaki olmuş. Benim açımdan bu diyaloglar saygı temelinde çok olumludur. Karşılıklı olarak en azından bu bir kaç maddede fikirlerimizi iletmiş bulunduk.
Bu diyalogları çok önemsiyorum. Ne dediğini bilen insanlarla olunca da çok önemlidir diyorum.
Kısır bir döngüye düşmemek için Konuları bu ölçüde tartışmak yeterli gibi geliyor bana. İkimizde ne dediğini bilen insanlarız birbirimize bu noktalarda daha çok şey katma durumumuz olmayacak. Ancak sizin şu halk algınız dikkatimi çekiyor ikinci kez.
Halkı önemsemek onların dile getirdiklerini dikkate almak ve bunların belli bir nesnel verinin sonuçları olarak bilinmesi, programlanması gibi unsurlar benim için halk dalkavukçuluğu hiç değildir.
Kürt halkı da Türk halkı kadar bir gerçektir. Birini siyasal bir yapılanması var diğerinin yok. Birinin devleti bayrağı dili resmi olarak var diğerinin yok. İkisi de halk.
Atatürk saygıya değer olması ile "sayın hitabı"na mazhar olmaması çelişkili değildir. Atatürk gibi tarihi kişiliklere ve ayrıca vefat etmiş olanlara edebi metin açısından “sayın” denilmez anlamında söyledim. Adının anılması saygısını içerir. Bu açıdan sözlerim arasında bir çelişki yoktur.
Aynı Atatürk’ün tarih çalışmasına gelecek olursak, Anadolu’nun tarihinde hiçbir yerli verisi olmayan, Anadolu topraklarını tarihte yaşama ilk açan olmayan ve bundan dolayı anavatan olarak oluşturmayan Türk etnik topluluğuna bu topraklarda suni şekilde tarih oluşturmak bir komik durumdur, bakir bir toprağı ilk kez yaşama ziraata açın ve bunu sürekli tekrar eden o topluluk toprağı anavatan edinmiş sayılır. Atatürk bunu çok güzel özetlemiştir: “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Tarihin çok iyi bir anlatımı olan bu belirleme bu gün ülkemizdeki durum içinde çok önem taşımaktadır. Bu topraklarda Türklerden çok önce yerleşik ve bu bakir toprakları anavatana dönüştürmüş milletler, at nalı altında ezilip kılıçla katledilerek toprakları ellerinden alınmıştır.
Ama bu süreç artık aşılarak buraya gelinmiş, eşitler olarak geleceğe bakmanın yollarını aramak gerek. Türk milleti üst bir uygarlıkla bu toprakları ele alamamıştır. Tersine var olan uygarlıkların etkisi altında kalmıştır. Dolaysıyla ne Almanya ne Fransa ya da İngiltere gibi egemenlik altındaki toprakları özümseme başarısı gösterememiştir. Bu dinamiklerin olmaması, Osmanlı padişahlarının iyi niyetiyle ilgili değil milli kültürün yetmezliğiyle ilgilidir ki göçebe toplumların bu durumda olması gayet normaldir. Bu yüzden de ortak ülkemiz hala kimlik bunalımı yaşamaktadır, ortak bir üst kimlik oluşturma şansımızda tarihi açıdan kaybedilmiştir. Bu noktada geriye kalan her farklılığımızın bir eşit olarak katılacağı cumhuriyetin demokratik yeniden kuruluşu olmalıdır. Buna karşı gelen her ulusalcı milliyetçi tutum daha çok bölücülüğü körükleyecektir.
Atatürk’ün Türk tarihini çok ilkel bir milliyetçilik türüyle yeniden kurgulama çabası işte bu yetmezliği giderme çabasıdır. Sümer Türkleri, Hitit Türkleri, Güneş Dil Teorisi ve Adana'da Hatay’ın ilhak çabaları sürecinde söylediği ”40 asırlık Türk yurdu …”söylencesi, tarih için ajitasyondan başka bir öneme sahip olamaz. Bu gün bu türden saçma tezlere önem verilmiyor olması, önemsenmelidir. Buna rağmen Atatürk kendi ulusu açısından önemli bir değer olduğu gerçeğine aynı ulustan olmayanlarında saygı göstermesini yok etmez.
Atatürk’ün Osmanlıya yaklaşımı çok iyi bilirim. Bu iletiyle size “7 ordu ve HATAY DAVASI” adlı çalışmamı ileteceğim. Beğenmeyebilirsizin ama bu konuya ilişkin resmi tarih dışında ilkyazı olduğunu önemsediğim bir yakın dönem tarihçisi bu bilgiyi verdi. Orada çok şey bulacaksınız. Atatürklü ilgili olarak da.
Ben burada Osmanlı’nın Cumhuriyet içinde ne ölçüde genetik bir devamlılığa sahip olduğunu uzun uzun anlatabilirim: Ama siz benim makalemi okuyun orda çok şey bulacaksınız. Bölgemiz açısından dile getirdiğim şey şudur, bu bölgenin tüm halkları (Kürtler de olmak üzere) önemli bir açılım ve dayanışma sürecine girmelidir. Bu süreç ne yeni Osmanlıcılık nede Hz. Muhammed’den bu yana tutmayan ve tutması mümkün olmayan İslamcılık temeli üzerinde yükselemez. Atatürkçülük ise bu sürece çok terstir; batıcılık (kopicilik), milliyetçi kapalılık orta-doğunun en tehlikeli düşmanıdır. Yeni önermeler yapmalıyız bu bölgenin, emperyalist çıkar çevrelerine karşı direnişi ve bu direnişin siyasal sonuç kazanımları için farklı şeyler söylemeliyiz; söylemlerimizin başında sınırların hızla aşılmasına yol yöntem bulmalıyız. Kimlikle gidiş geliş birçok komşu ülke arasında uygulanan bir yöntem, kültürel iktisadi ve daha çok sosyal kaynaşma için süreci yükseltmeliyiz. Herkesin kazanacağı stratejiler bulmalı, bir taraf kazanırken diğer taraf kaybediyorsa bu yöntemden uzak kalmalıyız.
Bak yine uzun oldu. Özür.
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural.
31 Mayıs 2009
*********
6. Sn. Hikmet öztürk’ten
Atatürk'e sayın deyip dememeniz beni yaralamaz. Ben hiç bir kimsyi putlaştırmam. Ancak Öcalan'a sayın derseniz adalet duygunuzun olmadığını ve atatürke yaklaşımınızın adil olmadığını düşünürüm.
bir yandan geçmişi göçebe olan bir toplumun geçmişini göçebelikten dolayı küçümsüyorsunuz (Ben de küçümsüyorum ancak ben böyle bir toplumdan medeni bir toplum yaratma gayretini alkışlıyorum) diğer yandan müslüman dünyasında başarılı olmuş tek lideri, tarih süreç içindeki fikir yürütmeleri, ifadelerini cımbızla çekerek onu eleştiriyorsunuz.
O kadar derinlere gitmeye gerek yok o bir osmanlı zabitanı idi ve saraya bağlılık yemini etmişti, demekki daha sonra bu yemine ihanet etti. O bir müslüman dı, imamları, camileri düşüncesini gerçekleştirmede kullandı, demekki takiyyeci idi, Ruslarla işbirliğiyaptı ancak batı klübüne üye oldu demekki güvenilmez bir müttefik ti. Yani, onu eleştirmek için 1 dakikada size onlarca gerekçe gösterebilirim.
ben şuna bakarım. Orta asyadan kopup gelmiş, müslüman arap kültürüyle zehirlenmiş, oryantal bir toplumdan batılı bir toplum yaratmak için apoletlerini sökmüş, belli bir mücadeleye girmiş ve araplardan farklı olan tek laik müslüman devleti kurmuş.
Annelerimiz, bacılarımız, kızlarımız ona çok şey borçlu. Sadece bu bile onu ilahlaştırmak için yeter.
oda bir insan dı, elbette doğduğu günden öldüğü güne kadar yaptıkları ve söyledikleri arasında çelişkiler olacak. lenin çelişkisiz mi yaşadı, stalin çelişkisiz mi yaşadı, kim çelişkisiz yaşadı ?
Türkiyede, aydınım diyen herkesin sarılması gereken tek bir lider var onu da bu kadar hırpalarsak sarılacak neyimiz kalır.
Yeni önermeler yapmalıyız bu bölgenin, emperyalist çıkar çevrelerine karşı direnişi ve bu direnişin siyasal sonuç kazanımları için farklı şeyler söylemeliyiz; söylemlerimizin başında sınırların hızla aşılmasına yol yöntem bulmalıyız. Kimlikle gidiş geliş bir çok komşu ülke arasında uygulanan bir yöntem, kültürel iktisadi ve daha çok sosyal kaynaşma için süreci yükseltmeliyiz. Herkesin kazanacağı stratejiler bulmalı, bir taraf kazanırken diğer taraf kaybediyorsa bu yöntemden uzak kalmalıyız.
yukarıdaki fikirlerinize ne diyebilirim ki. Emperyalistlerin tuzağına düşmeden, ırkçı milliyetçi söylemleri benimsemeden, sivil, bilimi rehber alan, ancak batının ikiyüzlü siyasetinin de farkında olarak onlara rağmen onlarla kaynaşacak bir yol bulabilirsek neden itiraz edeyim.
ben halkımızı iyi tanıyan, 37 kişiyi yakan 10.000 lerin meydanda tezahürat yaptığı o halkı çok iyi tanıyan biriyim. Batı medeniyetine karşı olacak halim yok. Ancak batının AKP ye açık olarak verdiği desteğin bizi AB den uzaklaştırmak için bilinçle verildiğine inanıyorum. Batı bizi içine almaz, almamak için AKP ye açık destek veriyor. Şeriatı ve türbanı bir özgürlük mücadelesi gibi görüyor.
saygılar
hikmet
********
7. Mir
Hikmet bey,
Sonuçta bölgemizle ilgili iyi niyet ve çabalarımız için bir ortak payda bulabiliriz ihtimali belirdi. Bunun için saygı zemininde diyalog her zaman olumlu sonuçlar yaratır diyorum.
Belki okuyucularımız da bu tartışmada olumlu görecekleri bu sonuçlara katılabilir.
Ben göçebe bir toplumu asla küçümsemem o da insan topluluğudur ve saygıya layıktır. Daha da ötesi egemen ulus olsa da zülüm yapan devleti olsa da uluslara ve tüm simgelerine saygılıyım. Çünkü ben kendi ulusuma saygıyı arıyorum başkasına asla küçümseyici olamam. Milliyetçilerle aramızda böyle bir sorun var her zaman.
Sivas’ta 2 Temmuz olaylarını hatırlatarak halka bir gönderme yapmışsın yine. Bunlara halk diyorsan sorun var demektir halk kavramı tüm elastikiliğine karşı bu güruha halk denemez. Konu bu gün için çok açıktır. Orada toplananlar bir cinayet için amaçlı bir araya gelmiş ilkel düşünceleriyle terör estirenlerdir. Bu güruh cami cemaatinin halkıyla da uzak yakın bir ilgisi yoktur.
Bu yazışmamızda dikkatimi çeken bir belirlemen oldu. İletinizde yer alan " müslüman arap kültürüyle zehirlenmiş" tabiriniz maksadını aşan bir tabir olarak duruyor gibi.
Arap-İslam kültürüne ne olmuş anlamadım. Tarihte büyük bir uygarlık kuran, insanlığa sıfırı armağan eden, cebir, simya ve kimya, felek ilmi, posta teşkilatı, müzik notasını oluşturan, bitip tükenmez diyaloglarla, felsefi yorumlarla farklı etnik yapıdan olmasına karşın aynı uygarlığın bir parçası olarak Arapçayla insanlığa ışık saçan, üniversite (el hamra tüm ortaçağ Avrupa prenslerinin bile eğitildiği bir yerdi), devlet yapılanması imparatorluk işleyişiyle, kurumları, istişare kurumları, eski yunan ve felsefi tercümeler ve tartışmalarını insanlığa iletin bir uygarlık( biz Türkçe olarak Aristo'yu ancak 1975’lerde sol yayınları vasıtasıyla okuyabildik, Araplar ise 1200 yıl öncemizden bunu hazmetmiş bir kenara koymuştu). Bu uygarlığı karanlığa gömen, Atatürk’ün reddettiği Osmanlıdan başkası değildi.
400 yıllık bir karanlık dönem. Batının reform ve rönesansının bu bölgelerden yükselişini engelleyen bir fetih hareketi olduğunu unutmamak gerek. İpek yoluna giden kara yolunu kesen İstanbul fethi, Atatürk'ün bir önceki iletide aktardığım fetihlerin arkasında serserilik etme halleri bunu anlatır. "Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayıbir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Atatürk’ün takdir edileceği bir tarih tezidir bu, ortaçağı da iyi anlatıyor ve İstanbul fethiyle bir çağın açılması değil Anadolu ve bölge uygarlıkların serserilerin peşine talan için takılmasıyla sonuçlandığını dile getiriyor.
Biraz hatırlatma yeter. İpek yolları kapanınca, dünya birden iç bağını yitirmiş oluyor. İstanbul’dan olduğu kadar Suriye üzerinden geçen tüm ipek yolları kapanmıştı; Akdeniz’de Osmanlı korsanlarının talanları vardı. Böylece Avrupa'nın bu gün de belirgin olan Kuzeyinin gelişmişliği güneye göre daha ilerde oluşu, Kafkaslar üzerinden yeni yolların bulunması, Ümit Burnu keşfi ve Amerikanın bulunması olayı. Avrupa, bir fetih hareketinin bölgemize kaybettirdiği değerleri kazanarak bu güne gelmiştir. Tarih yüzleşirken geçmişimizin bu unsurlarını hiç unutmamamız ve bize yutturulmak istenen Osmanlı arbedesinin gerçekçi biçimde ayakları üzerine oturtulmasını da hatırlamamız gerek.
Uzatmayacağım. Arapları zehirleyen Osmanlının 400 yıllık hükmüdür.
Buna rağmen bu hüküm onun kültürü karşısında çok cüce kalmış, bir kaç başkent ve bir kaç resmi dil değiştiren, kendine alfabe bile yaratamayan bir karmaşanın Atatürük tarafından ( tabi ki I. dünya savaşına doğru ilerleyen bin bir nesnel koşul tarafından) haklı tasfiyesi, zehirli olan kültürü kimin temsil ettiğini de yeterince yansıtmaktadır..
Bu kısa uyarıdan sonra demem gereken şey, bir yeni uygarlığa giden bilişim çağının insanları olarak, emperyalist siyasal dayatmaların küreselliğine karşı insan ortak aklının geliştirdiği bilim ve sonuçlarının fiili olarak kurmaya yöneldiği küreselliğe sahip çıkmalıyız derim. Bu amaçla önce yerelden, ülkemiz içindeki farklılıkların ortak çıkarlarından sonra bölgemizin farklılıklarının ortak çıkarlarından tüm insanlığın ortak çıkarları için çalışmalıyız derim.
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural.
31 Mayıs 2009
6 Haziran 2009 Cumartesi
ACİLCİLERE SALDIRILAR VE SON NOKTA
CEPHE YAYIN GİRİŞİMİ
24–30 Kasım 2008 tarihleri arasında “Şehitler Haftası” düzenlemeye karar verdiğimiz Eylül 2008’den bu yana devam eden bir saldırı ile karşı karşıyayız. Bu saldırı Mihrac Ural yoldaş nezdinde tüm değerlerimize yöneldiği gibi, doğrudan geçmişimize ve bugünkü değerlerimize yöneltilmektedir.
Bu saldırılar ile ortaya çıkan “polemik”, izleyen muhataplar açısından çok çirkin görünse de bu çirkinlik, saldırıyı yapanlar tarafından zaten amaçlanan bir şeydir. Bu çirkin saldırılar karşısında yanıtsız kalınamazdı. Ancak yanıt verilse de verilmese de böylesi saldırıların yaratacakları çirkinliklerin önüne geçilmesi mümkün değildir. Saldırıların sahiplerinin hedefi tam da budur. Amaç şüphe yaratmak, devrimci değerlere yönelik iticilik oluşturmak ve devrimci safları zayıflatmaktır. Böylece mücadelemizin önüne setler çekmektir. Hedef bu olunca onlar açısından yol ve yöntemin etik kurallarının önemi kalmamaktadır.
Devam eden saldırılara karşı Mihrac Ural yoldaşımız bütün hareketimiz ve tüm değerlerimiz adına gerekli yanıtları vermiştir. Verilen yanıtlar, devrimci değerler kaygısı gözetilerek, belgelere ve kanıtlara dayanarak verilmiştir. Gerek Mihrac Ural yoldaşımızın, gerekse de başka yoldaşlarımızın verdikleri yanıtlar, devrimci değerlerimize sahip çıkmanın, onurlu değerlerimizin-tarihimizin sahiplenilmesinin ve doğrularımızın arkasında duruşumuzun ifadesidir. Bu yanıtlar, geçmişten bu yana bu değerlerin oluşumunda pay sahibi olan, bu onurlu tarihin içinde yer almış olan ve bu tarihin değerlerini korumakta olan herkes adına verilmiştir. Kendi değerlerine yabancılaşıp o değerleri çiğner duruma düşmüş, hatta geçmişine küfür eden zavallılar için ise nedamet bataklığında çırpınmak dışında bir şey kalmamaktadır.
Demokrasi mücadelesi tarihimizde her zaman doğrularımızın arkasında durduk. Mücadele seyrimizde ilerlemeler ve gerilemeler olmuştur. Ancak her dönemde doğrularımızın yaşama geçmesi doğrultusunda zindanlar, işkenceler, sürgünler, şehitler ve her türden özverili çalışmalar pahasına mücadeledeki yerimizi aldık. Bu tarih tüm Acilcilerin onurlu tarihidir. Her onurlu Acilci nerede ve hangi konumda olursa olsun bu onurlu tarihini korur. Bir zamanlar hasbelkader içimizde yer almış olup şu anda onurlu tarihimize saldırır konumda olanların ne Acil ile ne de bu onurlu tarih ile bağları yoktur. Onlar bu onurlu tarihin karşısında, bizlere ve tüm devrimci değerlere alçakça saldıran, devletin uzantısı konuma düşmüş zavallılardır. Saldırılarını da “devrimci” görüntüsü ile yapmaktan çekinmemektedirler. Oysa “devrimcilikleri”, iradelerini devlete teslim ettikleri tarihin çok gerisinde kalmıştır.
“Acilciler” tarihi süreci içinde bize yönelik her türden saldırı yaşanmıştır. Bizleri yok etmek için, bölmek ve yoldaşı yoldaşa vuruşturmak için, sonuçta bizi tasfiye etmek için devletin derin-açık faaliyetleri sürmüştür. Ajanlarıyla, itirafçılarıyla, işbirlikçileriyle, genç ve dinamik olan yapımıza karşı karalamalar, yalan kurgularla dün olduğu gibi bu günde saldırılar devam etmektedir.
Acil’in etkinliği, evirilerek bugüne gelen ve yoğunlaşan çabaları bu saldırıları gündeme getirmektedir. Etkin olma, mücadeleye ısrarla devam etme kararlılığımız bu saldırılara neden olmaktadır. Bu durum ülkemiz devrimci hareketinde dinamik tüm örgütlerin karşı karşıya kaldığı bir durumdur. Özellikle ülkemiz farklılıklarının özgün örgütlenmelerine, kimlik ve hak taleplerinde ısrarlı olanlara karşı Özel Harp Dairesi’nin bitip tükenmez saldırıları gündeme gelmektedir.
Tarihimizde bu süreç çeşitli saldırılarla sürmüştür. Şu an üzerimize yönelen yeni saldırıyla birlikte IV. Tasfiye saldırısı gündeme gelmektedir. Örgüt tarihimizin yazım çalışmalarının başladığı bu kesitte bu evreleri ve birbiriyle bağlantıları eski yeni tüm yoldaşların ve kamuoyunun bilgisine sunmayı görev sayıyoruz.
Bu açıklamalarla birlikte bu sayfayı kapatmış, son noktayı koymuş olacağız. Değerlerimize, tarihimize saldıranlar söyleyebilecekleri her şeyi söylemiş oldular. Her türlü çarpıtmayı yapmaya çalıştılar. Her türlü yalana başvurdular. Bu uğurda herkesten yardım talep ettiler. Şu veya bu şekilde örgütle sorun yaşamış olanların çelişkilerinden yararlanıp bunları silah olarak kullanmaya çalıştılar. Hepsine de sorumluluk duyarlılığı ile değerlerimizin, doğrularımızın, onurlu tarihimizin savunucuları olarak hepimiz adına yanıtlar verildi. Doğrular anlatıldı. Belgelere, tanıklara dayanarak gerçekler ilgili herkese anlatıldı. Sabır, genişlik ve devrimci sorumluluk ile her saldırıya gerekli yanıtlar verildi. Saldırıların dipsiz çirkinliklerine karşın devrimci üslubun ve ilkeli değerlerin dışına çıkılmadı.
Saldırılar, başından beri çok ağır tahriklerle devam etti. Canlarını, emeklerini, bedenlerini, ideallerini, umutlarını bu mücadeleye ve tarihe yatırmış olan yoldaşlarımızın bu onurlu geçmişlerine yapılan küfürler doğaldır ki duygusal birçok tepki de yaratıyordu. Ancak mücadelemizde duygusal tepkilerle örülü adımlar yoktur. Bu doğrultuda tüm tepkisel kalkışmalar frenlenmiştir.
1.TASFİYE GİRİŞİMİ
(1977 AĞUSTOS İSTANBUL YAKALANMASI)
Birinci tasfiye 1977 Ağustos İstanbul yakalanmalarıyla gündeme gelmiştir. Bu yakalanmaların öncesinde Ankara’da gündeme gelen yakalanmalar ve örgütün Ankara birimi üst yöneticilerinin ölü ya da diri tasfiyesinden sonra İstanbul’a geçen Engin Erkiner, bu kez İstanbul dâhil ülkedeki tüm örgüt birimlerine ve olanaklarına yönelik tasfiyeye girişmiştir. Bu tasfiyede temel rol oynamıştır. Ankara tasfiyesinde bu itirafçının rolü nedir? Bunun sorgulanması yapılacaktır. Bu satırlarda açık ve net belge, kanıt ve tanık olmadan hiç kimseye bir suçlama yöneltilmeyecektir. Örgüte yönelik I. Tasfiye girişiminin resmi belgeleri üzerinden edinilen bilgilerle Ankara’da yürütülen tasfiyenin dikkate alınması gerektiğine işaretle yetinilecektir.
Engin Erkiner, İstanbul’da polisin eline düştüğü an, örgütü ülke çapında tasfiye etmek üzere polisle anlaşmaya oturmuştur. 20 sayfalık polis ifadesinde sadece İstanbul’da bildikleriyle değil, ülkenin en ücra köşesinde bildiklerini ev ev, adres adres, isim isim, yetki ve sorumluluklarıyla, örgütsel ilişkide yer alan ve olası eylemlerle bunları kimin yapabileceğini de içeren “kronolojik sıra içinde” (Polis İfadesi s:12) örgütü polise vermiştir.
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Bu tabloyu daha iyi kavramak için yorumsuz olarak İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak yeterlidir. Bir hasım iddiası, bir duyum, bir karalama ve suçlama için bunların söylenmediğini anlamak açısından bu ifadeyi yorumsuz okumak yeterli olacaktır. (Bkz. http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Tarihi yazarken belgelere-kanıtlara dayanmak, dedikodu, duyum, hikâye- kurgudan uzak olmanın sorumluluğuyla yoldaşlar, İtirafçı Engin’in polis ifadesini yayınladılar. Resmi belge ortaya koydular. İtirafçının örgüte karşı bu güne kadar süren tasfiye çabalarının altında nelerin yattığını, kimlerle hangi zeminde, ne tür anlaşmaların yapıldığını, ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’la bu son buluşmasının gerekçelerini düşünerek bu tasfiye sürecinin iç bağlantılarını belirginleştirmek zor olmayacaktır.
1977 Ağustos yakalanmaları öncesinde Engin Erkiner Ankara’dan gelmişti, orada örgüt üst komitesinde (Ömür Karamollaoğlu’nun o dönemde yoldaşlara aktardığı çok önemli bilgiler ışığında) sürtüşmelerin ve çelişkilerin olduğu gerçeğini burada hatırlatmak gerekmektedir. Silik kişiliğiyle, aktif yöneticiler karşısında sürekli ikinci sırada yer alan bu itirafçının taşıdığı kin ve bireyci hırs davranışlarıyla da uyumluydu. Siyaseti kin üzerinde yürüten bu kişinin, zayıf düştüğü an polisle her türden çirkin işbirliğine girmesi gündeme geliyordu. Tecrübesi olan her devrimcinin bildiği bu durum, itirafçının polis ifadesinde anlamını buluyordu.
Örgütümüz ülke çapında deşifre olmuştu. Aranmayan bir sorumlu ve kadro bırakılmamıştı. Firari koşullarda kalan militanlar, kadrolar, ağır kovuşturma koşullarına rağmen örgütü yeniden ayağa kaldırmaya yöneldiler. Bu adımda örgüt ülke çapında yeniden oluşturulmaya, kurum ve kuruluşlarıyla ayakları üzerine yükselmeye başlamıştı. Bu konuda güçlü bölgelerden kadro transferleriyle bu sürece kaynak yaratılıyordu. Ankara, Adana, İstanbul Samsun, Kayseri, Niğde, İzmir, Balıkesir yeniden toparlanıp merkezi bir işleyişe yöneliyordu.
Örgüt ayağa kalktıkça eylemleriyle de genişliyor, yeni katılımlarla siyasal hedeflerine o günün verileriyle yöneliyordu. Yayın faaliyeti ilk kez legal alanda yürütülmeye başlanmıştı, kitlesel eylemler, sendikal çalışmalar, sivil toplum kuruluşları içinde etkin olma çabaları gündeme gelmişti.
İtirafçı tasfiye etmişti, ancak bu örgüte gönül verenler deşifre edilmelerine rağmen örgütlerine sahip çıkarak yıkılanı yeniden kuruyordu. Bu süreçte öncü rol oynayanlar kadar, tüm militan, kadro ve sempatizanların katkısıyla örgütümüz yükselişe geçmişti. Her birinin diğeriyle yarış içinde örgüte katkı sağladığı bu yükselme sürecinde, ülkemizde yükselen devrimci hareketin ivmesine uygun bir performans sergilenmekteydi.
1978 Mart ayından itibaren gündeme gelen yakalanmalar ise bu süreci etkilememişti. Önemli kadronun ve militanın yakalanması bile örgütün çalışma ivmesini geriletmemişti. Bu yakalanmalarda ser verip sır vermeyen önder yoldaşların örgütsel gelişmelere zindandan yaptığı katkılar, yönlendirmeler, örgüte daha dinamik bir etkinlik sağlamıştı. ‘Yakalanma değil, yakalananların teslimiyeti tasfiye yaratır’ gerçeği bu olayda kanıtlanıyordu.
‘78–‘80 yılları örgütümüzün en aktif faaliyetlilik ve en güçlü duruş dönemi olması da bunu göstermeye yeterlidir. İtirafçının örgütümüze yönelik I. Tasfiye girişimi böylece aşılmış oluyordu.
Zindanda da etkisizleştirilen, örgütsel çalışmanın tüm karar etkinliklerinden uzak tutulan itirafçı Engin Erkiner için verilen cevaz örgütümüzün her zamanki akılla uyumlu işleyişine bir veriydi. İtirafçı itiraflarını üstlenecekti, yoldaşlara yönelttiği suçlamaları reddedecekti. Ona siyasi savunma hakkı verilmedi ve bunu zaten hiç yapmadı. O sadece ifşaatlarının ceremesini çekmek üzere, itiraflarını üstlenmekle görevlendirildi. İlk toplu mahkeme duruşmasında, bayrak açılması ve sloganların atılması sırasında gösterdiği teslimiyetçi, mahkemeye iyi halli görünme mesajı veren, sessiz kalışında ortaya çıkan tutumu, bu itirafçının iflah olmaz şüpheli davranışını dile getiriyordu.
II. TASFİYE GİRİŞİMİ
(1982–1986)
Örgüt 1. Tasfiye girişiminden başarıyla çıkmıştı. Ülke çapında eylem ve etkinlikleriyle mücadelesine devam etmişti. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi gelip çattığında, örgütümüz gücü oranında demokrasi mücadelesinde ısrar edecek etkinlikteydi. 12 Eylül rejimine karşı dağıtılan ilk bildiri ve bunu dağıtmakta olan Hasan İnci yoldaşımız da, çatışmada ölen ilk şehit olmuştur (19 Eylül 1980. İskenderun). Örgütümüz siyasi iradesini direnmeden yana belirlemiş ve bunun için tüm çabasını sürdürmüştür. Ortadoğu sahasında mevzilenme bu amaç için en uygun karardı. Tam bu noktada itirafçı Engin, yine sahneye çıkıyor ve örgütsel çalışmanın yurt dışı alanında temel olarak Avrupa’da olması gerektiğini ilan ediyordu. Bu anlayış, örgütümüzü mücadeleden uzak tutma yönündeki, tasfiye amacıyla ortaya atılmış bir yaklaşımdı. Oysa 12 Eylül rejimine karşı direnmemiz gerekiyordu. Halkımızın her türden haklarını gasp eden bu faşist rejim ülkemizi büyük bir zindana dönüştürmüş “balyoz” harekâtlarıyla devrimci güçleri sindirmekteydi.
Örgütümüz yurt dışı alanında çalışma merkezinin Ortadoğu olduğunu ilan etti. Bu yönde parti okulu ve kamp çalışmalarını yoğunlaştırdı.12 Eylül darbesinin yıkıcı etkilerinden korunmak üzere güvenli bir liman olarak Ortadoğu’da mevzilerimizi genişletmeye koyulduk. Bölge demokrasi güçleri ve Filistin örgütleriyle kurulan ilişkiler, sosyalist ülkelerle geliştirilen diyaloglarla at başı yürüyordu. Kadrolar, çok yönlü eğitim süreçlerinden geçirilmeye başlanmıştı. Merkez yayın organı CEPHE, 12 Eylül 1981 tarihinde yeniden yayın faaliyetlerine başladı, bu süreç örgüt tarihinde ilk kez yapılan Genişletilmiş Merkez Komite toplantısıyla doruk noktasına ulaştı (1 Mayıs 1982). İç sürecimizde devam eden bu olumlu gelişmelere, Komünistlerin Birliği ittifak girişimi ve kurucu üye olduğumuz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin (FKBDC) kuruluş çalışmaları eşlik etti. Mücadele 12 Eylül faşist rejimine karşı, imkânlarımız ölçeğinde en etkin şekilde katılımla devam etmişti.
Bu çabalar içinde tüm devrimci hareketlere sunduğumuz imkânlarımızı, yardımları ve güvenlik konusunda yaptığımız katkıları, ülkeye giriş çıkışta değerlendirdiğimiz değişik kanallarımızın sunumlarını burada ayrıntılarıyla aktarmayacağız. Her Acilcinin Acilciliği ile övünebileceği, gurur ve onur duyacağı olumluluklar, bu uzun yıllar içinde durmadan, aksamadan devam etmiştir. Bu onurlu çabaları yok sayanlar, bunları önemsizleştirmek için kurguladıkları yalanlarla örgütümüzün emeklerine yönelik saldırıları gerçekte bir tasfiye girişimi olarak belirmekte gecikmiyordu. Olayın perde arkasında gizli olan sır, burada da çirkin yüzünü gösteriyordu. Merhametsiz bir inkârcılıkla Acilcilerin tüm devrimcilere kattığı değerler ayaklar altına alınarak, II. Tasfiye hareketi İtirafçı Engin’in girişimiyle bir kez daha sahneleniyordu.
II. Tasfiye hareketi, yurtdışında merkez tartışmalarıyla başlamıştı. Örgüt kararımız her alanda en etkin çalışmayı yürütmek olarak belirlemiş, Ortadoğu’nun ülkemize yakınlığı itibariyle bu sahada etkin bir yoğunlaşmayla ülkeye dönüş ve mücadeleye taze kaynak aktarımı temel alınmıştı. İtirafçı Engin Erkiner, bu süreci çelmeleme çabalarına ilişkin, o dönem alttan alta sürdürdüğü ve bugün tümü örgüt arşivinde olan el yazılı mektuplarında kendini ifade ediyordu.
Ne hikmetse bu gün Acilcilikten bahseden bu itirafçı, o gün yoldaşların kafasını bulandırmak üzere TKEP övgüleri yapmakta, Avrupa’nın rahatlığını pazarlayarak yoldaşların ülke dönüşü ve mücadeleye aktif katılımlarını engellemeye çalışmaktaydı. Aynı dönemde PKK içinde çıkan benzeri eğilimler üzerine Başkan Öcalan’la Genel Sekreterlik düzeyinde yapılan görüşmelerde, bu çevrelerin direnen örgütleri tasfiye etmek üzere, Özel Harp Dairesi’nin çabalarıyla ilgileri ve paralellikleri üzerinde hem fikir sağlanıyordu. Kürt özgürlük hareketine her zaman yönelen bu tür tasfiyeci girişimler, yoğunlaşan eylem ve çalışmalarımıza karşı da baş göstermekteydi.
İtirafçı Engin Erkiner’in mektuplarında süren bu kışkırtma, TKEP’in köylü kurnazı kimi yöneticilerince de destekleniyordu. Bir ittifak gücünü tasfiye etme, adam ayartma gibi düşkünce işleri marifet sayanlar, tasfiyecilerle birlik olarak örgütümüzü çökertme girişiminde yer almaktaydılar. O kesitte bizler olayı hala dost güçler çerçevesinde, ideolojik tartışmanın sınırlarında görmekteydik. Bu konuda TKEP’in eleştirisini ihtiva eden ve siyasal literatürümüzde önemli yeri olan, “Türkleşmiş Kürt Tavrı” (Mihrac Ural) adlı eser, bu konunun ana unsurlarına işaret eden bir yanıttı.
1982 tarihi bu açıdan çok önemlidir. II. Tasfiye hareketi böylesi bir ahlaksızlıkla başlamıştı. Kurgulara, komplo teorilerine prim vermemek için, belgesiz, kanıtsız bir yargısız infaz yapmamak için, o kesitte bölgede yer alan emperyalist-siyonist-Arap gericiliği ittifakına karşı ilerici güçlerin mücadelesinin, hangi bağlantı ve gizli ilişkilerle kösteklenmek istendiği ve bunun Türkiyeli örgütlerde nasıl tahribatlar yaratılarak tezgâhlandığı konusuna girmeyeceğiz.
Bir tek hatırlatmamız olacak o da, Hiram Abbas ve benzeri MİT ajanlarının Lübnan’da cirit attıklarını ve bu tasfiyelerde parmaklarının dolaştığını, bu gün ortaya çıkan belgelerden tüm detaylarıyla bilmekteyiz. Şehitlerimizi şaibeli yapmak isteyenlerin de kim olduğu zaten bilinmektedir.
1982 Haziranına doğru giderken ve FKBDC kuruluş toplantısı sırasında (4 Haziran 1982) İsrail, Lübnan’ı işgal harekâtına girişerek savaş başlamış oldu. Savaş tüm şiddetiyle sürerken, örgütümüz savaş cephelerinde kararlıca direnirken bu tasfiyeciler İtirafçının güdümüyle örgütün tüm birimlerine el koyma girişimlerini başlatıyordu. Lümpenler, kaçakçılar, canla başla Siyonizme karşı açık savaşta direnen örgütü arkadan vuruyordu. O günleri yaşayan yoldaşlar, o acılı tabloda şiddetin neden bu insanlara karşı kullanılmadığını hala sorgular dururlar.
Savaş cephesinde direnişimiz sürerken tasfiyecilerin örgüte karşı giriştikleri silahlı çabalara karşı da bir direniş yürüyordu. Bu kesitte İtirafçının ve TKEP’in kışkırtmalarıyla örgüt kampına baskın yapan Müntecep Kesici yoldaş, bir itişme çekişme ortamında, kaza kurşunu ile ölüyordu. Bu ölümün tüm sorumluluğu itirafçı Engin Erkiner ve TKEP’li köylü kurnazlarıdır.
Bu tasfiyeden sonuç almak isteyenler derin devletten başkası olamazdı. Direnen, savaş mevzilerinde olan bir gücü arkadan vurmak, yalnızca Özel Harp Dairesinin arzusu olabilirdi. Konu; sorunların tartışılması ise bunun yolu yordamı ve adabı vardı. MK genişletilmiş toplantısında, Konferans ve Kongre için de karar alınmıştı. Ama derin devletin hizmetlileri abesle iştigallerinde vakit kaybetmek istemiyorlardı. Bu kesitin el yazılı belgelerinin bir kısmı Mihrac Ural yoldaş tarafından daha önceki dosyalarda yayınlandı. Sinsi bir tasfiye, silahlı baskınlarla sonuç almaya girişmişti.
II. Tasfiye girişiminin başında yine İtirafçı Engin Erkiner vardı. Kiminle nasıl bir bağlantısı var? Bunları komplo hareket olarak hafife almamak için, derinliğine senaryolaştırma basitliğine düşmeyeceğiz; ancak tablo buydu. Bir el aramızda örgütümüzü tasfiye etmek için durmadan ortalığı karıştırıyordu. Aynı hat üzerinde, aynı çevrelerin çabaları tesadüf olmanın ötesinde tutumlar gösteriyordu. 26 yıl sonra bu gün sürmekte olan IV. Tasfiye girişiminin de bu kişilerce yürütülmesinin artık tesadüf olması düşünülemezdi.
TKEP’in TKP-B ile kurduğu ittifakında gösterdiği böl-yönet ve tasfiye et türü ilişkinin daha sonraları bize de yönelmesi ve en sonunda itirafçı Engin Erkiner’in de içinde yer aldığı TKEP’in tasfiyesi sürecine ait halkaları bir araya getirdiğimizde, zorlama olmadan bir kirli iş ve ilişkinin olduğu görülecektir. Tasfiye işi ve bunun cemaati bir arada, her kesitte, on yıllardır birbirini bularak “görevlerini” yerine getiriyorlar. Ortak amaç tasfiye olunca, aynı insanlar kümesi, aradan on yıllar da geçse, bir araya gelip “görevlerini” yerine getiriyorlarsa bunun derin devletten bağımsız olduğu düşünülemez.
Ülkemiz sol hareketi tarihi yazılırken, bu verilerin önemi zamanla ortaya açık şekilde çıkacaktır. Buna dikkat çekmekle yetineceğiz.
II. tasfiye hareketi, örgütü yok edemedi, bölemedi de. Ancak yıprattı. Sorunlu bir grup, itirafçıyla birlikte TKEP’e sığıntı oldu. Bu sığınma, kısa süre sonra da çözüldü. Arada hiçbir siyasal bağın olmaması bu gerçeği onlara da dayattı. TKEP her zamanki gibi yüzü kara çıktı; köprüyü geçene kadar ayılara dayı diyenler şahsi kurtuluşları için siyasal mücadeleyle her türden bağlarını keserek TKEP’i de terk ettiler.
II. Tasfiye girişimlerine, 1. Kongreyle cevap verildi. (25 Kasım -1 Aralık 1986) Gelişme dinamiklerimiz sayesinde o koşullarda çok güç olan böylesi bir kongrenin örgütlenmesi rahatlıkla başarıldı.
1.Kongre ve Üç MİT Ajanının Yakalanması
1. Kongre gücümüzdü. MİT üzerimize gelse de artık güçlüydük. Üç MİT ajanı yakaladık. İkisi açlıktan, zorluklardan teslim olmuş, kendini satmıştı. Üçüncüsü Şahin. Kod adını kimden esinlenerek almışsa -bu gün bize karşı saldırıların başında olan- İbrahim Yalçın’dı! Tümünün itirafları el yazılı belge olarak alındı. Bu konuda bugüne kadar devam eden eleştiri; bu ajanlara neden şiddet uygulanmadığıdır. Etkisizleştirmenin yolu mutlaka şiddetten geçmiyordu. Kuşatılması gerektiği gibi kuşatıldılar. Güçlü örgüt, tüm dengeleri ve sonuçlarını hesap ederek önlemini alır ve bu etkisizleştirmeyi ikame eder. 150. 000Tl karşılığı 1. kongremizi ispiyonlamaya gelmiş İbrahim Yalçın uygun biçimde etkisiz ve yetkisiz apoletlendirildi. 1. kongrenin yükseliş ivmesi yeni sorunlarla derin devletin arzuladığı iç çatışmalarla engellenmemeliydi. Uygun olan karara bağlandı ve uygulandı.
1. Kongre her alandan gelen temsilcilerin, PKK lideri Öcalan yoldaşın, Filistinli örgüt temsilcilerinin katılımıyla yapıldı. Her delege sonsuz konuşma hakkına sahipti. 1. Kongremiz örgütü, gerçek anlamda bir kurumsal ve kurallar örgütü haline getirdi.
İtirafçı ve avenesi yıkıp durdu, bizler ise üretmeye, inşa etmeye devam ettik.
III. TASFİYE GİRİŞİMİ
(1986–1993)
Bu girişim II. tasfiyenin devamı olarak Avrupa sahasında sürdü. Avrupa’daki çalışmalarımızı yıkmak amacı taşıyordu. Uzun yıllar Avrupa’nın tüm ülkelerinde başkent ve önemli şehirlerinde yaptığımız örgütsel çalışmanın tasfiyesine yönelmişti.
Bu süreçte MİT ajanı İbrahim Yalçın ortağı itirafçı Engin’le devreye girdi. İbrahim Yalçın’ın o günlerde cezaevlerine yazdığı mektuplar, kışkırtıcı-provakatif çabaları gözler önüne seriyordu. 2 Kasım 1987 tarihli mektubuyla, Avrupa’ya varalı henüz üç ay geçmemiş iken başlattığı çabalara kesintisiz devam ederek, 22 Temmuz 1988 tarihli daktilo yazımı olan ve altında kendi imzası bulunan mektupta, zindandaki yoldaşları umutsuzluğa, örgüte karşı sorunlu hale getirmeye yönelmesi bu çalışmaların nasıl bir organize iş olarak yürütüldüğünü gösteriyordu.
Avrupa çalışmalarımız 1980 yılına kadar uzanan çalışmalardı. Hanna yoldaşın önderliğinde geniş ve kapsamlı seminer ve konferanslarla süren çalışmalar, dernek ve siyasal etkinliklerimizle her alanda kendimizi ifade edebilecek bir boyut kazanmıştı. 1982 tasfiye girişimlerine karşın örgütsel yapı dinamizminden bir şey kaybetmemişti. 1. Kongre’nin ardından yoğun olarak ilgilenilen Avrupa çalışması önemli bir gelişme düzeyine ulaşmıştı. 80’li yılların sonlarına doğru Avrupa çalışması oturmaya başlayınca, zindanlardaki yoldaşlara da olanaklar ölçüsünde katkı da başlamıştı (gönderim dekontları arşivdedir). Aynı zamanda, ATAK dergisinin İstanbul’da legal olarak çıkması için önemli adımlar atılmıştı. Bu gelişmeler bir kez daha tasfiyecileri harekete geçirdi.
Bu süreçte de TKEP, üzerine düşen tasfiyeci rolü İtirafçı Engin Erkiner’le oynamaya başladı. MİT ajanı İbrahim Yalçın devrede mekik harekâtı yapıyordu. Aralarında hiçbir siyasi ortaklık olmayanlar vehimlerden oluşmuş düşmana karşı birleşmişti. Çalışmalarımız nerede ve ne zaman aktifleşiyorsa orada aynı kişiler devreye giriyordu. İçinde yer aldıkları örgütlerle değil, bizim aktivitelerimizle savaşıyorlardı. Bu tasfiyenin tek amacı, gelişen Avrupa çalışmalarımıza darbe vurmaktı.
Bu süreç basına da yansıdığı gibi (Milliyet 9 Aralık 1988), örgütümüze yönelik Fransız Anti-terör timlerinin (DST) baskınına kadar ilerledi. Bu baskın Mihrac Ural yoldaşın 67. Dosyada da açıkladığı gibi tüm belgeleriyle ve kesin kanıtlarla MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın ihbarıyla gündeme geldi. Avukata gizli kalması koşuluyla savcılık tarafından verilen belge bu operasyonda zindana atılan yoldaşlarımıza da gösterildi. Amaç, örgüt lider ve kadrolarını terörist olarak lanse edip Türkiye’ye teslimlerini sağlamaktı. Bu operasyon ardından Türkiye Dışişleri Bakanlığınca örgüt lider ve kadrolarımızı talep ettiği de bilinmektedir (geniş bilgi için Bkz. http://tarihselhainler.com/ 67. Dosya)
1990’lı yıllara gelirken dünyada gerileyen sol hareketlerin oluşturduğu dağılma bu sahadaki çalışmalarımıza olumsuz etkiler yapıyordu.
TKEP saflarına katılan bir gurup insan bu tasfiyede bir biçimde rol oynarken hiçbir siyasal kaygı taşımıyordu. Yaptıkları sadece bir sığınma girişimiydi. Devrim, devrimcilik, siyaset onlar için bitmişti. Siyasal algı dönemlerini bireysel olarak kapatmışlardı. Para kazanıyorlardı ve kimisinin dediği gibi ”sınıf atlamışlardı”. Örgütlü olmak bir yüktü, disiplin altında bulunmak, halk gibi yabancısı oldukları değerler için mücadele etmek, dava sahibi olmak saçma olarak geliyordu. ‘Örgütsüz olunuz’ nidaları sarmıştı her taraflarını.
Buna Avrupa’da ortaya çıkan örgütsel hatalarımızın da yarattığı boşluk katkı sağlamıştı. Bu dönem dünyanın her yerinde solun gerilemesine tanık oluyorduk: Türkiye devrimci hareketleri bundan da payını yeterince almıştı. Örgütümüz de bu süreçte önemli gerilemeler yaşadı.
İtirafçı Engin ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın, akıl almaz şaklabanlıklarla TKEP saflarına katılırken, kazanan TKEP olmuyordu. Tasfiye virüsü TKEP’in kanına karışıyordu. Bu dönemin, TKEP‘i tasfiye dönemi olarak gündeme gelmesinin anlamını burada bilince çıkarmak gerekiyor. Bu tasfiyeciler orada da derin işlerine devam ettiler. TKEP’i bitirdiler.
Nerede bulunuyorlarsa, orda bir sakatlık, bir tasfiye hareketi gündeme geliyordu.
IV
BUGÜNKÜ SALDIRILAR VE DÜNÜN İZLERİ
Tarihsel sürecimizde yaşadığımız bu 3 tasfiye girişimi ekseninde, son günlerde yaşanılan saldırıları değerlendirdiğimizde, tablo çok daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gün yapılan bu alçakça saldırılar açıkça Özel Harp Dairesi yöntemiyle yöneltilmektedir. Bu saldırıların 26 yıl öncelere dayanan kökleri var. Hala örgüte karşı karalama ve şaibe yaratma yarışı olarak da sürmektedir. İlginç olan, 26 yıldır TKEP’li olmalarına karşın Acil’e saldırmalarıdır. Bu kadar yıl sonra örgüt yine aynı kişilerce hedef seçiliyordu. Süreç içerisinde evirilerek bugüne gelen ve hızlanan etkinliklerimiz, yazınsal faaliyetlerimiz, çevremizin yeniden toparlanması ve kitlesel eylemlere yönelişimiz derin devletin aynı çömezleri üzerimize salmasına neden oldu.
Bu yeni hamle de tesadüf değildi.
Bugün bu süreç devam eden ‘geçmiş değerlendirmeleri’ ışığı altında sürmektedir. Aynı kişiler saldırılarını, kara çalmalarını, kurgu, uydurma ve yalanlarla sistemli şekilde ortaya koymaktadırlar. Bu kez kin öylesine bir boyut almış ki, nerede derin devletin işi, nerede şahsi kin, bilinmez olmuş.
Son yıllarda yaptığımız belirlemeler, demokrasi mücadelesinde Ülkemiz soluna da bir açılım şansı tanımaktadır: Sığlık içinde, varlığı bile tartışmalı durumda olan ülke solunun çıkış kanallarından birinin bu çabalarla zenginleşecek demokrasi mücadelesine bağlı olduğu belirlenmiştir. Bu belirlemeyle birlikte yerel alanlarda etkin çabalar da başlamıştır. Mücadelemiz meydanlara kitleler halinde inmeye ve demokrasi mücadelesine katabileceği tüm etkinlikleri ve değerleri akıtmaya çalışmaktadır.
Saldırı da tam bu noktada milliyetçi zemin üzerinde örgüt değerlerine ve etkinliklerine yönelmeye başlamıştır. III. tasfiye hareketi üzerinden 19 yıl geçmişti. Bu çevreler artık Acilcilerin buharlaşıp yok olduğunu, tam tasfiye edildiğini sanmışlardı. Zaten 26 yıldır TKEP saflarında bulunuyorlardı.
Bitmiş, dağılmış, yok olmuş olduğumuzu, bir daha ayağa kalkmamızın imkânsız olduğunu sanıyorlardı. Oysa 32 yıldır hiç kesilmeden devam eden çabalar, emekler, ilişkiler III. Tasfiyenin ve dünyada ortaya çıkan büyük gerilemenin külleri altında bir köz olarak tüm canlılığıyla yaşıyordu. Gücümüz oranında ülkedeki çalışmalarımızı, yayın faaliyetlerimizi, dernek ve sanat etkinliklerimizi kesintisiz bir şekilde sürdürüyorduk. 32 yıldır aksamadan yürüyen işleyişimizle, demokrasi mücadelesinde dağılmadan, gerilemelerden etkilenmeden kararlıca yolumuza devam ediyorduk. Sayılarla ilgili sorulacak soru, öncelikle tüm solun sayısal varlığını bilerek onun içindeki payımızla uğraşmalıydı. Büyük gerileme kesitlerinde siyasal doğrular arkasında dik duruş ve tutum alış geleceğe hazırlığın tek garantisiydi. Biz bunu başardık. Bu gün ilgi konusu, saldırı konusu olmamızın başka bir izahı yoktur. Düşmanlarımızın bu ölçüde kinle yaptıkları saldırı, web sitelerini tümüyle bize ayırmalarının başka anlamı olamaz. Olmayanla kimse uğraşmaz, meyve vermeyen ağaç taşlanmaz…
Saldırılar Devlet Kaynaklıdır
Bugünkü saldırıların bize yönelmesinde bu verilerin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu süreç Kürt hareketinin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yükseldiği ve 29 Mart seçimleriyle artık açıkça “özerklik” taleplerini seslendirdiği bir dönemdir. Bu aynı zamanda siyasal tespitlerimizin bir kez daha doğrulanmasıydı. Kürt özgürlük hareketinin başarısını kendi başarımız olarak algılayan ve buna tümüyle destek olan bizler, bize yönelik tasfiyeci hareketlerin gerçekte milliyetçilik temelinde Kürt halkına yönelen tasfiyecilikle aynı merkezden yöneltilmekte olduğu bilmekteyiz.
Bu konuda halkımız ve yoldaşlarımızın duyarlı olmasını bir kez daha dikkatle dile getirmekteyiz.
Komplo teorisine asla prim vermeden, ancak ortaya çıkan kesişme ve benzerliklerin tesadüf olmadığını bilince çıkartarak hareket etmemiz gerekmektedir. Bu iddiamızın belgesel dayanağı, örgütümüze yönelik tasfiye hareketinde el yazılı itirafıyla MİT hesabına çalıştığını belirten İbrahim Yalçın’ın, itirafçı Engin Erkiner’le geçmişten bu yana her tasfiye döneminde ortaya birlikte çıkışlarıdır.
İşte bu ekip ülkemizde demokrasi mücadelesinin aldığı yeni boyutlarda mücadelemizin göstermeye başladığı etkinlik karşısında yeniden harekete geçmek üzere işaret aldı. 26 yılı aşkın süredir, TKEP saflarında olmalarına karşın sanki hala Acilciler içerisindeymiş gibi, iç sorunlarımızla ilgili taraf olarak kendilerini ortaya koymaları tesadüf değildir. Akıllara ziyan bu duruş, önce örgütsel sürecimizi şaibeli göstermeye yöneldi. Örgütsel geçmişimize ait her şeyi kirletmeye, tüm değerleri iğrenç olarak tanımlamaya ve bir bütün olarak örgütü “polis akademisi” olarak suçlamaya yöneldiler.
Şehit yoldaşların şahadetlerini şaibeli yaptılar, bölge gericiliğine, İsrail ve emperyalistlere karşı savaşta şehit düşenleri bir daha katlettiler. İsrail’in Lübnan işgali sırasında Filistinlilerle ve Lübnan yurtsever halkıyla dayanışma içerisinde onlarca yoldaşımızın fiilen savaşa fedakârca katılımının erdemini kirletmeye çalıştılar. Şehit yoldaşlarımızın ailelerinin duygularıyla oynayarak bu aileleri mücadelenin karşıtı bir noktaya çekmek istediler. Her türlü ahlaksızlıkla insanları savurmaya, örgütsüzleştirmeye, ideallerinden koparıp sefilleştirmeye çalıştılar. Akılların almayacağı kurgularla, ispatı kanıtı olmayan hikâyelerle, ölüleri bile konuşturarak, ahlaksızca suçlamalara yöneldiler. Devrimcilerin onurlu geçmişlerine kara çalmaya çalıştılar: “geçmişi olanın geleceği olamaz” gibi akılsız söylemlerle herkesin geçmişini inkâr için çağrı yaptılar. Tek amaç, en değerli geçmişimizi yok etmekti, geleceksiz bırakmaktı. Bu saldırıların hedefinde hangi isim yer almış olursa olsun, esas hedef; bugüne kadar bu saflarda sempatizan düzeyinden Genel Sekreter düzeyine kadar tüm yoldaşlarımızdır. Ve tüm yoldaşlarımızın çabaları, emekleri, idealleri, onurları, özverileri, yattıkları zindan yılları, çektikleri işkenceleri ve yarattıkları tüm değerleri hiçleştirmektir. Bu hedef tam da devletin hedefidir. Devlet bu hedefe ne en azılı faşist katillerle ulaşabilirdi, nede İbrahim Şahin gibi Özel Harekât Dairesi yöneticileriyle. Ama Özel Harekât Dairesi, Şahin kod adlı MİT ajanı İbrahim Yalçın ve itirafçı Engin Erkiner aracılığıyla, yanlarına isimlerini anmaya deymez birkaç satılmış vererek bu hedefe ulaşmaya çalışıyor.
Eleştiri yerine, iş edindikleri yalan uydurmalarıyla direnenleri, ser verip sır vermeyenlerin bu güne kadar dik duran tutumlarını kirletmeye çalıştılar. Buna hala devam etmektedirler. Yükselen etkinliklerimiz onlar için bir yıkım oldu. Yoktan var olmuş gibi görmek istediler, inanmadılar. Oysa on yıllardır devam eden kararlı, inatçı bir çalışma kendi özgün kimliğiyle kendini ifade etmeye başlamıştı. Bu saldırıların, bu tasfiye girişimlerinin altında bu gerçeklik yatıyordu.
1 Mayısta, yine kitlesel olarak meydanlara inildi. Mesajımızın halkımıza ulaştığı ortaya çıktı. Hiçbir çaba boşuna değildi. Dünün onurlu Acilcileri, bugünün özgün şekillenmesiyle, demokrasi mücadelesi içerisindeki yerlerini alıyorlardı. Onurlu tarihlerine sahip çıkarak bu günde, bu günün siyasal biçimlenişinde yeniden etkin bir şekilde yer alınmış ve mücadeleye yeni eksende devam kararlılığı gösterilmiştir.
Tasfiyecilerin, itirafçısından satılmışına kadar oluşturdukları cemaatle, on yıllardır ilgilerinin olmadığı değerlerimize el birliğiyle saldırmalarının anlamı derin devlet işinde yer buluyor. Bunun başka bir izahı yoktur. Bu kadar kin bu kadar kara çalma ve yalan bir araya başka türlü gelemezdi.
Olay örgütsel tarihi yıpratmak, kirletmek olarak da ele alınamaz. Bu çabaların taşıdığı kin öylesine derin gözüküyor ki, şahsi olanla Özel Harp Dairesi görevleri birbirine karışmış gibidir. Saldırılarda durmadan yaptıkları ihbarlar, eylemleri ve eylemlerde yer alanları, adresleri, kimliklerin ifşa edilmesi, dostlarımızla ilişkilerin, yaşamsal onurlu emek çalışmalarımızın ele verilmesinin bir arada sürmesi bu işlerin ne kadar kirli amaçlarla yapıldığını göstermektedir.
Dün itirafçılıklarıyla örgütü tasfiye etmek isteyenlerin bu gün ihbarlarıyla Doğu Perinçekçi çizgide seyretmeleri tesadüf değildir.
1977 Ağustos yakalanmalarından bu yana, sürekli yıkan, bölen, itirafçı olan, ihbar eden, satan bunlardı; bunu el yazılı belgelerle kanıtladık. Bu gerçekleri resmi belgelerle ortaya koyduk. Ortaya koyduğumuz iddiaları böylesine kesin kanıtlarla ispat ettik.
Bugün saldırılarında dillerine doladıkları her konu ile ilgili ayrıntılı açıklamalar zamanında ve ayrıntılı olarak devrimci kamuoyuna yapılmıştır. Bu saldırılara yanıt verilirken de bıkmadan, belgelere ve kanıtlara dayanarak dosyalar halinde açıklamalardan kaçınılmamıştır.
Ve buradan bir kez daha belirtiyoruz ki;
Bu tasfiye girişimleri asla tesadüf değildir.
Bizlere yönelik saldırılarda her malzeme kullanılmıştır. Yapılabilecek her saldırı yapılmıştır. Bütün bunlara gerekli olan her cevap verilmiş ve saldırıların devlet kaynaklı olduğu bilinmesine rağmen saldırı sahiplerini değil, ilgili kamuoyunu muhatap alma sorumluluğu ile yanıtlar verilmiştir. Bundan sonra gelebilecek saldırılar eskilerin küfürlerle bezenmiş tekrarlarından başka bir şey olamaz. Bizim ise küfürlerle ve düzeysiz polemiklerle işimiz olamaz. Değerlerimize hakaret ve küfre olan uygun yanıt hakkımız saklı kalmak kaydıyla bu konuda son sözümüzü bu yazıyla söylemiş oluyoruz. Böylece bu konuları biz kendi açımızdan sonlandırmış oluyoruz.
Bizler demokrasi mücadelesi içerisindeki etkin yerimizde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Böyle bir sorunu olmayan zavallılar ise, asli görevleri olan derin devlet hizmetindeki ‘devrimci mücadeleye ve değerlere saldırı görevlerine’ devam edeceklerdir. Mücadelenin doğal seyri de budur: Bir yandan kervan yürür, diğer yandan itler ürür!
24–30 Kasım 2008 tarihleri arasında “Şehitler Haftası” düzenlemeye karar verdiğimiz Eylül 2008’den bu yana devam eden bir saldırı ile karşı karşıyayız. Bu saldırı Mihrac Ural yoldaş nezdinde tüm değerlerimize yöneldiği gibi, doğrudan geçmişimize ve bugünkü değerlerimize yöneltilmektedir.
Bu saldırılar ile ortaya çıkan “polemik”, izleyen muhataplar açısından çok çirkin görünse de bu çirkinlik, saldırıyı yapanlar tarafından zaten amaçlanan bir şeydir. Bu çirkin saldırılar karşısında yanıtsız kalınamazdı. Ancak yanıt verilse de verilmese de böylesi saldırıların yaratacakları çirkinliklerin önüne geçilmesi mümkün değildir. Saldırıların sahiplerinin hedefi tam da budur. Amaç şüphe yaratmak, devrimci değerlere yönelik iticilik oluşturmak ve devrimci safları zayıflatmaktır. Böylece mücadelemizin önüne setler çekmektir. Hedef bu olunca onlar açısından yol ve yöntemin etik kurallarının önemi kalmamaktadır.
Devam eden saldırılara karşı Mihrac Ural yoldaşımız bütün hareketimiz ve tüm değerlerimiz adına gerekli yanıtları vermiştir. Verilen yanıtlar, devrimci değerler kaygısı gözetilerek, belgelere ve kanıtlara dayanarak verilmiştir. Gerek Mihrac Ural yoldaşımızın, gerekse de başka yoldaşlarımızın verdikleri yanıtlar, devrimci değerlerimize sahip çıkmanın, onurlu değerlerimizin-tarihimizin sahiplenilmesinin ve doğrularımızın arkasında duruşumuzun ifadesidir. Bu yanıtlar, geçmişten bu yana bu değerlerin oluşumunda pay sahibi olan, bu onurlu tarihin içinde yer almış olan ve bu tarihin değerlerini korumakta olan herkes adına verilmiştir. Kendi değerlerine yabancılaşıp o değerleri çiğner duruma düşmüş, hatta geçmişine küfür eden zavallılar için ise nedamet bataklığında çırpınmak dışında bir şey kalmamaktadır.
Demokrasi mücadelesi tarihimizde her zaman doğrularımızın arkasında durduk. Mücadele seyrimizde ilerlemeler ve gerilemeler olmuştur. Ancak her dönemde doğrularımızın yaşama geçmesi doğrultusunda zindanlar, işkenceler, sürgünler, şehitler ve her türden özverili çalışmalar pahasına mücadeledeki yerimizi aldık. Bu tarih tüm Acilcilerin onurlu tarihidir. Her onurlu Acilci nerede ve hangi konumda olursa olsun bu onurlu tarihini korur. Bir zamanlar hasbelkader içimizde yer almış olup şu anda onurlu tarihimize saldırır konumda olanların ne Acil ile ne de bu onurlu tarih ile bağları yoktur. Onlar bu onurlu tarihin karşısında, bizlere ve tüm devrimci değerlere alçakça saldıran, devletin uzantısı konuma düşmüş zavallılardır. Saldırılarını da “devrimci” görüntüsü ile yapmaktan çekinmemektedirler. Oysa “devrimcilikleri”, iradelerini devlete teslim ettikleri tarihin çok gerisinde kalmıştır.
“Acilciler” tarihi süreci içinde bize yönelik her türden saldırı yaşanmıştır. Bizleri yok etmek için, bölmek ve yoldaşı yoldaşa vuruşturmak için, sonuçta bizi tasfiye etmek için devletin derin-açık faaliyetleri sürmüştür. Ajanlarıyla, itirafçılarıyla, işbirlikçileriyle, genç ve dinamik olan yapımıza karşı karalamalar, yalan kurgularla dün olduğu gibi bu günde saldırılar devam etmektedir.
Acil’in etkinliği, evirilerek bugüne gelen ve yoğunlaşan çabaları bu saldırıları gündeme getirmektedir. Etkin olma, mücadeleye ısrarla devam etme kararlılığımız bu saldırılara neden olmaktadır. Bu durum ülkemiz devrimci hareketinde dinamik tüm örgütlerin karşı karşıya kaldığı bir durumdur. Özellikle ülkemiz farklılıklarının özgün örgütlenmelerine, kimlik ve hak taleplerinde ısrarlı olanlara karşı Özel Harp Dairesi’nin bitip tükenmez saldırıları gündeme gelmektedir.
Tarihimizde bu süreç çeşitli saldırılarla sürmüştür. Şu an üzerimize yönelen yeni saldırıyla birlikte IV. Tasfiye saldırısı gündeme gelmektedir. Örgüt tarihimizin yazım çalışmalarının başladığı bu kesitte bu evreleri ve birbiriyle bağlantıları eski yeni tüm yoldaşların ve kamuoyunun bilgisine sunmayı görev sayıyoruz.
Bu açıklamalarla birlikte bu sayfayı kapatmış, son noktayı koymuş olacağız. Değerlerimize, tarihimize saldıranlar söyleyebilecekleri her şeyi söylemiş oldular. Her türlü çarpıtmayı yapmaya çalıştılar. Her türlü yalana başvurdular. Bu uğurda herkesten yardım talep ettiler. Şu veya bu şekilde örgütle sorun yaşamış olanların çelişkilerinden yararlanıp bunları silah olarak kullanmaya çalıştılar. Hepsine de sorumluluk duyarlılığı ile değerlerimizin, doğrularımızın, onurlu tarihimizin savunucuları olarak hepimiz adına yanıtlar verildi. Doğrular anlatıldı. Belgelere, tanıklara dayanarak gerçekler ilgili herkese anlatıldı. Sabır, genişlik ve devrimci sorumluluk ile her saldırıya gerekli yanıtlar verildi. Saldırıların dipsiz çirkinliklerine karşın devrimci üslubun ve ilkeli değerlerin dışına çıkılmadı.
Saldırılar, başından beri çok ağır tahriklerle devam etti. Canlarını, emeklerini, bedenlerini, ideallerini, umutlarını bu mücadeleye ve tarihe yatırmış olan yoldaşlarımızın bu onurlu geçmişlerine yapılan küfürler doğaldır ki duygusal birçok tepki de yaratıyordu. Ancak mücadelemizde duygusal tepkilerle örülü adımlar yoktur. Bu doğrultuda tüm tepkisel kalkışmalar frenlenmiştir.
1.TASFİYE GİRİŞİMİ
(1977 AĞUSTOS İSTANBUL YAKALANMASI)
Birinci tasfiye 1977 Ağustos İstanbul yakalanmalarıyla gündeme gelmiştir. Bu yakalanmaların öncesinde Ankara’da gündeme gelen yakalanmalar ve örgütün Ankara birimi üst yöneticilerinin ölü ya da diri tasfiyesinden sonra İstanbul’a geçen Engin Erkiner, bu kez İstanbul dâhil ülkedeki tüm örgüt birimlerine ve olanaklarına yönelik tasfiyeye girişmiştir. Bu tasfiyede temel rol oynamıştır. Ankara tasfiyesinde bu itirafçının rolü nedir? Bunun sorgulanması yapılacaktır. Bu satırlarda açık ve net belge, kanıt ve tanık olmadan hiç kimseye bir suçlama yöneltilmeyecektir. Örgüte yönelik I. Tasfiye girişiminin resmi belgeleri üzerinden edinilen bilgilerle Ankara’da yürütülen tasfiyenin dikkate alınması gerektiğine işaretle yetinilecektir.
Engin Erkiner, İstanbul’da polisin eline düştüğü an, örgütü ülke çapında tasfiye etmek üzere polisle anlaşmaya oturmuştur. 20 sayfalık polis ifadesinde sadece İstanbul’da bildikleriyle değil, ülkenin en ücra köşesinde bildiklerini ev ev, adres adres, isim isim, yetki ve sorumluluklarıyla, örgütsel ilişkide yer alan ve olası eylemlerle bunları kimin yapabileceğini de içeren “kronolojik sıra içinde” (Polis İfadesi s:12) örgütü polise vermiştir.
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Bu tabloyu daha iyi kavramak için yorumsuz olarak İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak yeterlidir. Bir hasım iddiası, bir duyum, bir karalama ve suçlama için bunların söylenmediğini anlamak açısından bu ifadeyi yorumsuz okumak yeterli olacaktır. (Bkz. http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Tarihi yazarken belgelere-kanıtlara dayanmak, dedikodu, duyum, hikâye- kurgudan uzak olmanın sorumluluğuyla yoldaşlar, İtirafçı Engin’in polis ifadesini yayınladılar. Resmi belge ortaya koydular. İtirafçının örgüte karşı bu güne kadar süren tasfiye çabalarının altında nelerin yattığını, kimlerle hangi zeminde, ne tür anlaşmaların yapıldığını, ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’la bu son buluşmasının gerekçelerini düşünerek bu tasfiye sürecinin iç bağlantılarını belirginleştirmek zor olmayacaktır.
1977 Ağustos yakalanmaları öncesinde Engin Erkiner Ankara’dan gelmişti, orada örgüt üst komitesinde (Ömür Karamollaoğlu’nun o dönemde yoldaşlara aktardığı çok önemli bilgiler ışığında) sürtüşmelerin ve çelişkilerin olduğu gerçeğini burada hatırlatmak gerekmektedir. Silik kişiliğiyle, aktif yöneticiler karşısında sürekli ikinci sırada yer alan bu itirafçının taşıdığı kin ve bireyci hırs davranışlarıyla da uyumluydu. Siyaseti kin üzerinde yürüten bu kişinin, zayıf düştüğü an polisle her türden çirkin işbirliğine girmesi gündeme geliyordu. Tecrübesi olan her devrimcinin bildiği bu durum, itirafçının polis ifadesinde anlamını buluyordu.
Örgütümüz ülke çapında deşifre olmuştu. Aranmayan bir sorumlu ve kadro bırakılmamıştı. Firari koşullarda kalan militanlar, kadrolar, ağır kovuşturma koşullarına rağmen örgütü yeniden ayağa kaldırmaya yöneldiler. Bu adımda örgüt ülke çapında yeniden oluşturulmaya, kurum ve kuruluşlarıyla ayakları üzerine yükselmeye başlamıştı. Bu konuda güçlü bölgelerden kadro transferleriyle bu sürece kaynak yaratılıyordu. Ankara, Adana, İstanbul Samsun, Kayseri, Niğde, İzmir, Balıkesir yeniden toparlanıp merkezi bir işleyişe yöneliyordu.
Örgüt ayağa kalktıkça eylemleriyle de genişliyor, yeni katılımlarla siyasal hedeflerine o günün verileriyle yöneliyordu. Yayın faaliyeti ilk kez legal alanda yürütülmeye başlanmıştı, kitlesel eylemler, sendikal çalışmalar, sivil toplum kuruluşları içinde etkin olma çabaları gündeme gelmişti.
İtirafçı tasfiye etmişti, ancak bu örgüte gönül verenler deşifre edilmelerine rağmen örgütlerine sahip çıkarak yıkılanı yeniden kuruyordu. Bu süreçte öncü rol oynayanlar kadar, tüm militan, kadro ve sempatizanların katkısıyla örgütümüz yükselişe geçmişti. Her birinin diğeriyle yarış içinde örgüte katkı sağladığı bu yükselme sürecinde, ülkemizde yükselen devrimci hareketin ivmesine uygun bir performans sergilenmekteydi.
1978 Mart ayından itibaren gündeme gelen yakalanmalar ise bu süreci etkilememişti. Önemli kadronun ve militanın yakalanması bile örgütün çalışma ivmesini geriletmemişti. Bu yakalanmalarda ser verip sır vermeyen önder yoldaşların örgütsel gelişmelere zindandan yaptığı katkılar, yönlendirmeler, örgüte daha dinamik bir etkinlik sağlamıştı. ‘Yakalanma değil, yakalananların teslimiyeti tasfiye yaratır’ gerçeği bu olayda kanıtlanıyordu.
‘78–‘80 yılları örgütümüzün en aktif faaliyetlilik ve en güçlü duruş dönemi olması da bunu göstermeye yeterlidir. İtirafçının örgütümüze yönelik I. Tasfiye girişimi böylece aşılmış oluyordu.
Zindanda da etkisizleştirilen, örgütsel çalışmanın tüm karar etkinliklerinden uzak tutulan itirafçı Engin Erkiner için verilen cevaz örgütümüzün her zamanki akılla uyumlu işleyişine bir veriydi. İtirafçı itiraflarını üstlenecekti, yoldaşlara yönelttiği suçlamaları reddedecekti. Ona siyasi savunma hakkı verilmedi ve bunu zaten hiç yapmadı. O sadece ifşaatlarının ceremesini çekmek üzere, itiraflarını üstlenmekle görevlendirildi. İlk toplu mahkeme duruşmasında, bayrak açılması ve sloganların atılması sırasında gösterdiği teslimiyetçi, mahkemeye iyi halli görünme mesajı veren, sessiz kalışında ortaya çıkan tutumu, bu itirafçının iflah olmaz şüpheli davranışını dile getiriyordu.
II. TASFİYE GİRİŞİMİ
(1982–1986)
Örgüt 1. Tasfiye girişiminden başarıyla çıkmıştı. Ülke çapında eylem ve etkinlikleriyle mücadelesine devam etmişti. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi gelip çattığında, örgütümüz gücü oranında demokrasi mücadelesinde ısrar edecek etkinlikteydi. 12 Eylül rejimine karşı dağıtılan ilk bildiri ve bunu dağıtmakta olan Hasan İnci yoldaşımız da, çatışmada ölen ilk şehit olmuştur (19 Eylül 1980. İskenderun). Örgütümüz siyasi iradesini direnmeden yana belirlemiş ve bunun için tüm çabasını sürdürmüştür. Ortadoğu sahasında mevzilenme bu amaç için en uygun karardı. Tam bu noktada itirafçı Engin, yine sahneye çıkıyor ve örgütsel çalışmanın yurt dışı alanında temel olarak Avrupa’da olması gerektiğini ilan ediyordu. Bu anlayış, örgütümüzü mücadeleden uzak tutma yönündeki, tasfiye amacıyla ortaya atılmış bir yaklaşımdı. Oysa 12 Eylül rejimine karşı direnmemiz gerekiyordu. Halkımızın her türden haklarını gasp eden bu faşist rejim ülkemizi büyük bir zindana dönüştürmüş “balyoz” harekâtlarıyla devrimci güçleri sindirmekteydi.
Örgütümüz yurt dışı alanında çalışma merkezinin Ortadoğu olduğunu ilan etti. Bu yönde parti okulu ve kamp çalışmalarını yoğunlaştırdı.12 Eylül darbesinin yıkıcı etkilerinden korunmak üzere güvenli bir liman olarak Ortadoğu’da mevzilerimizi genişletmeye koyulduk. Bölge demokrasi güçleri ve Filistin örgütleriyle kurulan ilişkiler, sosyalist ülkelerle geliştirilen diyaloglarla at başı yürüyordu. Kadrolar, çok yönlü eğitim süreçlerinden geçirilmeye başlanmıştı. Merkez yayın organı CEPHE, 12 Eylül 1981 tarihinde yeniden yayın faaliyetlerine başladı, bu süreç örgüt tarihinde ilk kez yapılan Genişletilmiş Merkez Komite toplantısıyla doruk noktasına ulaştı (1 Mayıs 1982). İç sürecimizde devam eden bu olumlu gelişmelere, Komünistlerin Birliği ittifak girişimi ve kurucu üye olduğumuz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin (FKBDC) kuruluş çalışmaları eşlik etti. Mücadele 12 Eylül faşist rejimine karşı, imkânlarımız ölçeğinde en etkin şekilde katılımla devam etmişti.
Bu çabalar içinde tüm devrimci hareketlere sunduğumuz imkânlarımızı, yardımları ve güvenlik konusunda yaptığımız katkıları, ülkeye giriş çıkışta değerlendirdiğimiz değişik kanallarımızın sunumlarını burada ayrıntılarıyla aktarmayacağız. Her Acilcinin Acilciliği ile övünebileceği, gurur ve onur duyacağı olumluluklar, bu uzun yıllar içinde durmadan, aksamadan devam etmiştir. Bu onurlu çabaları yok sayanlar, bunları önemsizleştirmek için kurguladıkları yalanlarla örgütümüzün emeklerine yönelik saldırıları gerçekte bir tasfiye girişimi olarak belirmekte gecikmiyordu. Olayın perde arkasında gizli olan sır, burada da çirkin yüzünü gösteriyordu. Merhametsiz bir inkârcılıkla Acilcilerin tüm devrimcilere kattığı değerler ayaklar altına alınarak, II. Tasfiye hareketi İtirafçı Engin’in girişimiyle bir kez daha sahneleniyordu.
II. Tasfiye hareketi, yurtdışında merkez tartışmalarıyla başlamıştı. Örgüt kararımız her alanda en etkin çalışmayı yürütmek olarak belirlemiş, Ortadoğu’nun ülkemize yakınlığı itibariyle bu sahada etkin bir yoğunlaşmayla ülkeye dönüş ve mücadeleye taze kaynak aktarımı temel alınmıştı. İtirafçı Engin Erkiner, bu süreci çelmeleme çabalarına ilişkin, o dönem alttan alta sürdürdüğü ve bugün tümü örgüt arşivinde olan el yazılı mektuplarında kendini ifade ediyordu.
Ne hikmetse bu gün Acilcilikten bahseden bu itirafçı, o gün yoldaşların kafasını bulandırmak üzere TKEP övgüleri yapmakta, Avrupa’nın rahatlığını pazarlayarak yoldaşların ülke dönüşü ve mücadeleye aktif katılımlarını engellemeye çalışmaktaydı. Aynı dönemde PKK içinde çıkan benzeri eğilimler üzerine Başkan Öcalan’la Genel Sekreterlik düzeyinde yapılan görüşmelerde, bu çevrelerin direnen örgütleri tasfiye etmek üzere, Özel Harp Dairesi’nin çabalarıyla ilgileri ve paralellikleri üzerinde hem fikir sağlanıyordu. Kürt özgürlük hareketine her zaman yönelen bu tür tasfiyeci girişimler, yoğunlaşan eylem ve çalışmalarımıza karşı da baş göstermekteydi.
İtirafçı Engin Erkiner’in mektuplarında süren bu kışkırtma, TKEP’in köylü kurnazı kimi yöneticilerince de destekleniyordu. Bir ittifak gücünü tasfiye etme, adam ayartma gibi düşkünce işleri marifet sayanlar, tasfiyecilerle birlik olarak örgütümüzü çökertme girişiminde yer almaktaydılar. O kesitte bizler olayı hala dost güçler çerçevesinde, ideolojik tartışmanın sınırlarında görmekteydik. Bu konuda TKEP’in eleştirisini ihtiva eden ve siyasal literatürümüzde önemli yeri olan, “Türkleşmiş Kürt Tavrı” (Mihrac Ural) adlı eser, bu konunun ana unsurlarına işaret eden bir yanıttı.
1982 tarihi bu açıdan çok önemlidir. II. Tasfiye hareketi böylesi bir ahlaksızlıkla başlamıştı. Kurgulara, komplo teorilerine prim vermemek için, belgesiz, kanıtsız bir yargısız infaz yapmamak için, o kesitte bölgede yer alan emperyalist-siyonist-Arap gericiliği ittifakına karşı ilerici güçlerin mücadelesinin, hangi bağlantı ve gizli ilişkilerle kösteklenmek istendiği ve bunun Türkiyeli örgütlerde nasıl tahribatlar yaratılarak tezgâhlandığı konusuna girmeyeceğiz.
Bir tek hatırlatmamız olacak o da, Hiram Abbas ve benzeri MİT ajanlarının Lübnan’da cirit attıklarını ve bu tasfiyelerde parmaklarının dolaştığını, bu gün ortaya çıkan belgelerden tüm detaylarıyla bilmekteyiz. Şehitlerimizi şaibeli yapmak isteyenlerin de kim olduğu zaten bilinmektedir.
1982 Haziranına doğru giderken ve FKBDC kuruluş toplantısı sırasında (4 Haziran 1982) İsrail, Lübnan’ı işgal harekâtına girişerek savaş başlamış oldu. Savaş tüm şiddetiyle sürerken, örgütümüz savaş cephelerinde kararlıca direnirken bu tasfiyeciler İtirafçının güdümüyle örgütün tüm birimlerine el koyma girişimlerini başlatıyordu. Lümpenler, kaçakçılar, canla başla Siyonizme karşı açık savaşta direnen örgütü arkadan vuruyordu. O günleri yaşayan yoldaşlar, o acılı tabloda şiddetin neden bu insanlara karşı kullanılmadığını hala sorgular dururlar.
Savaş cephesinde direnişimiz sürerken tasfiyecilerin örgüte karşı giriştikleri silahlı çabalara karşı da bir direniş yürüyordu. Bu kesitte İtirafçının ve TKEP’in kışkırtmalarıyla örgüt kampına baskın yapan Müntecep Kesici yoldaş, bir itişme çekişme ortamında, kaza kurşunu ile ölüyordu. Bu ölümün tüm sorumluluğu itirafçı Engin Erkiner ve TKEP’li köylü kurnazlarıdır.
Bu tasfiyeden sonuç almak isteyenler derin devletten başkası olamazdı. Direnen, savaş mevzilerinde olan bir gücü arkadan vurmak, yalnızca Özel Harp Dairesinin arzusu olabilirdi. Konu; sorunların tartışılması ise bunun yolu yordamı ve adabı vardı. MK genişletilmiş toplantısında, Konferans ve Kongre için de karar alınmıştı. Ama derin devletin hizmetlileri abesle iştigallerinde vakit kaybetmek istemiyorlardı. Bu kesitin el yazılı belgelerinin bir kısmı Mihrac Ural yoldaş tarafından daha önceki dosyalarda yayınlandı. Sinsi bir tasfiye, silahlı baskınlarla sonuç almaya girişmişti.
II. Tasfiye girişiminin başında yine İtirafçı Engin Erkiner vardı. Kiminle nasıl bir bağlantısı var? Bunları komplo hareket olarak hafife almamak için, derinliğine senaryolaştırma basitliğine düşmeyeceğiz; ancak tablo buydu. Bir el aramızda örgütümüzü tasfiye etmek için durmadan ortalığı karıştırıyordu. Aynı hat üzerinde, aynı çevrelerin çabaları tesadüf olmanın ötesinde tutumlar gösteriyordu. 26 yıl sonra bu gün sürmekte olan IV. Tasfiye girişiminin de bu kişilerce yürütülmesinin artık tesadüf olması düşünülemezdi.
TKEP’in TKP-B ile kurduğu ittifakında gösterdiği böl-yönet ve tasfiye et türü ilişkinin daha sonraları bize de yönelmesi ve en sonunda itirafçı Engin Erkiner’in de içinde yer aldığı TKEP’in tasfiyesi sürecine ait halkaları bir araya getirdiğimizde, zorlama olmadan bir kirli iş ve ilişkinin olduğu görülecektir. Tasfiye işi ve bunun cemaati bir arada, her kesitte, on yıllardır birbirini bularak “görevlerini” yerine getiriyorlar. Ortak amaç tasfiye olunca, aynı insanlar kümesi, aradan on yıllar da geçse, bir araya gelip “görevlerini” yerine getiriyorlarsa bunun derin devletten bağımsız olduğu düşünülemez.
Ülkemiz sol hareketi tarihi yazılırken, bu verilerin önemi zamanla ortaya açık şekilde çıkacaktır. Buna dikkat çekmekle yetineceğiz.
II. tasfiye hareketi, örgütü yok edemedi, bölemedi de. Ancak yıprattı. Sorunlu bir grup, itirafçıyla birlikte TKEP’e sığıntı oldu. Bu sığınma, kısa süre sonra da çözüldü. Arada hiçbir siyasal bağın olmaması bu gerçeği onlara da dayattı. TKEP her zamanki gibi yüzü kara çıktı; köprüyü geçene kadar ayılara dayı diyenler şahsi kurtuluşları için siyasal mücadeleyle her türden bağlarını keserek TKEP’i de terk ettiler.
II. Tasfiye girişimlerine, 1. Kongreyle cevap verildi. (25 Kasım -1 Aralık 1986) Gelişme dinamiklerimiz sayesinde o koşullarda çok güç olan böylesi bir kongrenin örgütlenmesi rahatlıkla başarıldı.
1.Kongre ve Üç MİT Ajanının Yakalanması
1. Kongre gücümüzdü. MİT üzerimize gelse de artık güçlüydük. Üç MİT ajanı yakaladık. İkisi açlıktan, zorluklardan teslim olmuş, kendini satmıştı. Üçüncüsü Şahin. Kod adını kimden esinlenerek almışsa -bu gün bize karşı saldırıların başında olan- İbrahim Yalçın’dı! Tümünün itirafları el yazılı belge olarak alındı. Bu konuda bugüne kadar devam eden eleştiri; bu ajanlara neden şiddet uygulanmadığıdır. Etkisizleştirmenin yolu mutlaka şiddetten geçmiyordu. Kuşatılması gerektiği gibi kuşatıldılar. Güçlü örgüt, tüm dengeleri ve sonuçlarını hesap ederek önlemini alır ve bu etkisizleştirmeyi ikame eder. 150. 000Tl karşılığı 1. kongremizi ispiyonlamaya gelmiş İbrahim Yalçın uygun biçimde etkisiz ve yetkisiz apoletlendirildi. 1. kongrenin yükseliş ivmesi yeni sorunlarla derin devletin arzuladığı iç çatışmalarla engellenmemeliydi. Uygun olan karara bağlandı ve uygulandı.
1. Kongre her alandan gelen temsilcilerin, PKK lideri Öcalan yoldaşın, Filistinli örgüt temsilcilerinin katılımıyla yapıldı. Her delege sonsuz konuşma hakkına sahipti. 1. Kongremiz örgütü, gerçek anlamda bir kurumsal ve kurallar örgütü haline getirdi.
İtirafçı ve avenesi yıkıp durdu, bizler ise üretmeye, inşa etmeye devam ettik.
III. TASFİYE GİRİŞİMİ
(1986–1993)
Bu girişim II. tasfiyenin devamı olarak Avrupa sahasında sürdü. Avrupa’daki çalışmalarımızı yıkmak amacı taşıyordu. Uzun yıllar Avrupa’nın tüm ülkelerinde başkent ve önemli şehirlerinde yaptığımız örgütsel çalışmanın tasfiyesine yönelmişti.
Bu süreçte MİT ajanı İbrahim Yalçın ortağı itirafçı Engin’le devreye girdi. İbrahim Yalçın’ın o günlerde cezaevlerine yazdığı mektuplar, kışkırtıcı-provakatif çabaları gözler önüne seriyordu. 2 Kasım 1987 tarihli mektubuyla, Avrupa’ya varalı henüz üç ay geçmemiş iken başlattığı çabalara kesintisiz devam ederek, 22 Temmuz 1988 tarihli daktilo yazımı olan ve altında kendi imzası bulunan mektupta, zindandaki yoldaşları umutsuzluğa, örgüte karşı sorunlu hale getirmeye yönelmesi bu çalışmaların nasıl bir organize iş olarak yürütüldüğünü gösteriyordu.
Avrupa çalışmalarımız 1980 yılına kadar uzanan çalışmalardı. Hanna yoldaşın önderliğinde geniş ve kapsamlı seminer ve konferanslarla süren çalışmalar, dernek ve siyasal etkinliklerimizle her alanda kendimizi ifade edebilecek bir boyut kazanmıştı. 1982 tasfiye girişimlerine karşın örgütsel yapı dinamizminden bir şey kaybetmemişti. 1. Kongre’nin ardından yoğun olarak ilgilenilen Avrupa çalışması önemli bir gelişme düzeyine ulaşmıştı. 80’li yılların sonlarına doğru Avrupa çalışması oturmaya başlayınca, zindanlardaki yoldaşlara da olanaklar ölçüsünde katkı da başlamıştı (gönderim dekontları arşivdedir). Aynı zamanda, ATAK dergisinin İstanbul’da legal olarak çıkması için önemli adımlar atılmıştı. Bu gelişmeler bir kez daha tasfiyecileri harekete geçirdi.
Bu süreçte de TKEP, üzerine düşen tasfiyeci rolü İtirafçı Engin Erkiner’le oynamaya başladı. MİT ajanı İbrahim Yalçın devrede mekik harekâtı yapıyordu. Aralarında hiçbir siyasi ortaklık olmayanlar vehimlerden oluşmuş düşmana karşı birleşmişti. Çalışmalarımız nerede ve ne zaman aktifleşiyorsa orada aynı kişiler devreye giriyordu. İçinde yer aldıkları örgütlerle değil, bizim aktivitelerimizle savaşıyorlardı. Bu tasfiyenin tek amacı, gelişen Avrupa çalışmalarımıza darbe vurmaktı.
Bu süreç basına da yansıdığı gibi (Milliyet 9 Aralık 1988), örgütümüze yönelik Fransız Anti-terör timlerinin (DST) baskınına kadar ilerledi. Bu baskın Mihrac Ural yoldaşın 67. Dosyada da açıkladığı gibi tüm belgeleriyle ve kesin kanıtlarla MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın ihbarıyla gündeme geldi. Avukata gizli kalması koşuluyla savcılık tarafından verilen belge bu operasyonda zindana atılan yoldaşlarımıza da gösterildi. Amaç, örgüt lider ve kadrolarını terörist olarak lanse edip Türkiye’ye teslimlerini sağlamaktı. Bu operasyon ardından Türkiye Dışişleri Bakanlığınca örgüt lider ve kadrolarımızı talep ettiği de bilinmektedir (geniş bilgi için Bkz. http://tarihselhainler.com/ 67. Dosya)
1990’lı yıllara gelirken dünyada gerileyen sol hareketlerin oluşturduğu dağılma bu sahadaki çalışmalarımıza olumsuz etkiler yapıyordu.
TKEP saflarına katılan bir gurup insan bu tasfiyede bir biçimde rol oynarken hiçbir siyasal kaygı taşımıyordu. Yaptıkları sadece bir sığınma girişimiydi. Devrim, devrimcilik, siyaset onlar için bitmişti. Siyasal algı dönemlerini bireysel olarak kapatmışlardı. Para kazanıyorlardı ve kimisinin dediği gibi ”sınıf atlamışlardı”. Örgütlü olmak bir yüktü, disiplin altında bulunmak, halk gibi yabancısı oldukları değerler için mücadele etmek, dava sahibi olmak saçma olarak geliyordu. ‘Örgütsüz olunuz’ nidaları sarmıştı her taraflarını.
Buna Avrupa’da ortaya çıkan örgütsel hatalarımızın da yarattığı boşluk katkı sağlamıştı. Bu dönem dünyanın her yerinde solun gerilemesine tanık oluyorduk: Türkiye devrimci hareketleri bundan da payını yeterince almıştı. Örgütümüz de bu süreçte önemli gerilemeler yaşadı.
İtirafçı Engin ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın, akıl almaz şaklabanlıklarla TKEP saflarına katılırken, kazanan TKEP olmuyordu. Tasfiye virüsü TKEP’in kanına karışıyordu. Bu dönemin, TKEP‘i tasfiye dönemi olarak gündeme gelmesinin anlamını burada bilince çıkarmak gerekiyor. Bu tasfiyeciler orada da derin işlerine devam ettiler. TKEP’i bitirdiler.
Nerede bulunuyorlarsa, orda bir sakatlık, bir tasfiye hareketi gündeme geliyordu.
IV
BUGÜNKÜ SALDIRILAR VE DÜNÜN İZLERİ
Tarihsel sürecimizde yaşadığımız bu 3 tasfiye girişimi ekseninde, son günlerde yaşanılan saldırıları değerlendirdiğimizde, tablo çok daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gün yapılan bu alçakça saldırılar açıkça Özel Harp Dairesi yöntemiyle yöneltilmektedir. Bu saldırıların 26 yıl öncelere dayanan kökleri var. Hala örgüte karşı karalama ve şaibe yaratma yarışı olarak da sürmektedir. İlginç olan, 26 yıldır TKEP’li olmalarına karşın Acil’e saldırmalarıdır. Bu kadar yıl sonra örgüt yine aynı kişilerce hedef seçiliyordu. Süreç içerisinde evirilerek bugüne gelen ve hızlanan etkinliklerimiz, yazınsal faaliyetlerimiz, çevremizin yeniden toparlanması ve kitlesel eylemlere yönelişimiz derin devletin aynı çömezleri üzerimize salmasına neden oldu.
Bu yeni hamle de tesadüf değildi.
Bugün bu süreç devam eden ‘geçmiş değerlendirmeleri’ ışığı altında sürmektedir. Aynı kişiler saldırılarını, kara çalmalarını, kurgu, uydurma ve yalanlarla sistemli şekilde ortaya koymaktadırlar. Bu kez kin öylesine bir boyut almış ki, nerede derin devletin işi, nerede şahsi kin, bilinmez olmuş.
Son yıllarda yaptığımız belirlemeler, demokrasi mücadelesinde Ülkemiz soluna da bir açılım şansı tanımaktadır: Sığlık içinde, varlığı bile tartışmalı durumda olan ülke solunun çıkış kanallarından birinin bu çabalarla zenginleşecek demokrasi mücadelesine bağlı olduğu belirlenmiştir. Bu belirlemeyle birlikte yerel alanlarda etkin çabalar da başlamıştır. Mücadelemiz meydanlara kitleler halinde inmeye ve demokrasi mücadelesine katabileceği tüm etkinlikleri ve değerleri akıtmaya çalışmaktadır.
Saldırı da tam bu noktada milliyetçi zemin üzerinde örgüt değerlerine ve etkinliklerine yönelmeye başlamıştır. III. tasfiye hareketi üzerinden 19 yıl geçmişti. Bu çevreler artık Acilcilerin buharlaşıp yok olduğunu, tam tasfiye edildiğini sanmışlardı. Zaten 26 yıldır TKEP saflarında bulunuyorlardı.
Bitmiş, dağılmış, yok olmuş olduğumuzu, bir daha ayağa kalkmamızın imkânsız olduğunu sanıyorlardı. Oysa 32 yıldır hiç kesilmeden devam eden çabalar, emekler, ilişkiler III. Tasfiyenin ve dünyada ortaya çıkan büyük gerilemenin külleri altında bir köz olarak tüm canlılığıyla yaşıyordu. Gücümüz oranında ülkedeki çalışmalarımızı, yayın faaliyetlerimizi, dernek ve sanat etkinliklerimizi kesintisiz bir şekilde sürdürüyorduk. 32 yıldır aksamadan yürüyen işleyişimizle, demokrasi mücadelesinde dağılmadan, gerilemelerden etkilenmeden kararlıca yolumuza devam ediyorduk. Sayılarla ilgili sorulacak soru, öncelikle tüm solun sayısal varlığını bilerek onun içindeki payımızla uğraşmalıydı. Büyük gerileme kesitlerinde siyasal doğrular arkasında dik duruş ve tutum alış geleceğe hazırlığın tek garantisiydi. Biz bunu başardık. Bu gün ilgi konusu, saldırı konusu olmamızın başka bir izahı yoktur. Düşmanlarımızın bu ölçüde kinle yaptıkları saldırı, web sitelerini tümüyle bize ayırmalarının başka anlamı olamaz. Olmayanla kimse uğraşmaz, meyve vermeyen ağaç taşlanmaz…
Saldırılar Devlet Kaynaklıdır
Bugünkü saldırıların bize yönelmesinde bu verilerin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu süreç Kürt hareketinin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yükseldiği ve 29 Mart seçimleriyle artık açıkça “özerklik” taleplerini seslendirdiği bir dönemdir. Bu aynı zamanda siyasal tespitlerimizin bir kez daha doğrulanmasıydı. Kürt özgürlük hareketinin başarısını kendi başarımız olarak algılayan ve buna tümüyle destek olan bizler, bize yönelik tasfiyeci hareketlerin gerçekte milliyetçilik temelinde Kürt halkına yönelen tasfiyecilikle aynı merkezden yöneltilmekte olduğu bilmekteyiz.
Bu konuda halkımız ve yoldaşlarımızın duyarlı olmasını bir kez daha dikkatle dile getirmekteyiz.
Komplo teorisine asla prim vermeden, ancak ortaya çıkan kesişme ve benzerliklerin tesadüf olmadığını bilince çıkartarak hareket etmemiz gerekmektedir. Bu iddiamızın belgesel dayanağı, örgütümüze yönelik tasfiye hareketinde el yazılı itirafıyla MİT hesabına çalıştığını belirten İbrahim Yalçın’ın, itirafçı Engin Erkiner’le geçmişten bu yana her tasfiye döneminde ortaya birlikte çıkışlarıdır.
İşte bu ekip ülkemizde demokrasi mücadelesinin aldığı yeni boyutlarda mücadelemizin göstermeye başladığı etkinlik karşısında yeniden harekete geçmek üzere işaret aldı. 26 yılı aşkın süredir, TKEP saflarında olmalarına karşın sanki hala Acilciler içerisindeymiş gibi, iç sorunlarımızla ilgili taraf olarak kendilerini ortaya koymaları tesadüf değildir. Akıllara ziyan bu duruş, önce örgütsel sürecimizi şaibeli göstermeye yöneldi. Örgütsel geçmişimize ait her şeyi kirletmeye, tüm değerleri iğrenç olarak tanımlamaya ve bir bütün olarak örgütü “polis akademisi” olarak suçlamaya yöneldiler.
Şehit yoldaşların şahadetlerini şaibeli yaptılar, bölge gericiliğine, İsrail ve emperyalistlere karşı savaşta şehit düşenleri bir daha katlettiler. İsrail’in Lübnan işgali sırasında Filistinlilerle ve Lübnan yurtsever halkıyla dayanışma içerisinde onlarca yoldaşımızın fiilen savaşa fedakârca katılımının erdemini kirletmeye çalıştılar. Şehit yoldaşlarımızın ailelerinin duygularıyla oynayarak bu aileleri mücadelenin karşıtı bir noktaya çekmek istediler. Her türlü ahlaksızlıkla insanları savurmaya, örgütsüzleştirmeye, ideallerinden koparıp sefilleştirmeye çalıştılar. Akılların almayacağı kurgularla, ispatı kanıtı olmayan hikâyelerle, ölüleri bile konuşturarak, ahlaksızca suçlamalara yöneldiler. Devrimcilerin onurlu geçmişlerine kara çalmaya çalıştılar: “geçmişi olanın geleceği olamaz” gibi akılsız söylemlerle herkesin geçmişini inkâr için çağrı yaptılar. Tek amaç, en değerli geçmişimizi yok etmekti, geleceksiz bırakmaktı. Bu saldırıların hedefinde hangi isim yer almış olursa olsun, esas hedef; bugüne kadar bu saflarda sempatizan düzeyinden Genel Sekreter düzeyine kadar tüm yoldaşlarımızdır. Ve tüm yoldaşlarımızın çabaları, emekleri, idealleri, onurları, özverileri, yattıkları zindan yılları, çektikleri işkenceleri ve yarattıkları tüm değerleri hiçleştirmektir. Bu hedef tam da devletin hedefidir. Devlet bu hedefe ne en azılı faşist katillerle ulaşabilirdi, nede İbrahim Şahin gibi Özel Harekât Dairesi yöneticileriyle. Ama Özel Harekât Dairesi, Şahin kod adlı MİT ajanı İbrahim Yalçın ve itirafçı Engin Erkiner aracılığıyla, yanlarına isimlerini anmaya deymez birkaç satılmış vererek bu hedefe ulaşmaya çalışıyor.
Eleştiri yerine, iş edindikleri yalan uydurmalarıyla direnenleri, ser verip sır vermeyenlerin bu güne kadar dik duran tutumlarını kirletmeye çalıştılar. Buna hala devam etmektedirler. Yükselen etkinliklerimiz onlar için bir yıkım oldu. Yoktan var olmuş gibi görmek istediler, inanmadılar. Oysa on yıllardır devam eden kararlı, inatçı bir çalışma kendi özgün kimliğiyle kendini ifade etmeye başlamıştı. Bu saldırıların, bu tasfiye girişimlerinin altında bu gerçeklik yatıyordu.
1 Mayısta, yine kitlesel olarak meydanlara inildi. Mesajımızın halkımıza ulaştığı ortaya çıktı. Hiçbir çaba boşuna değildi. Dünün onurlu Acilcileri, bugünün özgün şekillenmesiyle, demokrasi mücadelesi içerisindeki yerlerini alıyorlardı. Onurlu tarihlerine sahip çıkarak bu günde, bu günün siyasal biçimlenişinde yeniden etkin bir şekilde yer alınmış ve mücadeleye yeni eksende devam kararlılığı gösterilmiştir.
Tasfiyecilerin, itirafçısından satılmışına kadar oluşturdukları cemaatle, on yıllardır ilgilerinin olmadığı değerlerimize el birliğiyle saldırmalarının anlamı derin devlet işinde yer buluyor. Bunun başka bir izahı yoktur. Bu kadar kin bu kadar kara çalma ve yalan bir araya başka türlü gelemezdi.
Olay örgütsel tarihi yıpratmak, kirletmek olarak da ele alınamaz. Bu çabaların taşıdığı kin öylesine derin gözüküyor ki, şahsi olanla Özel Harp Dairesi görevleri birbirine karışmış gibidir. Saldırılarda durmadan yaptıkları ihbarlar, eylemleri ve eylemlerde yer alanları, adresleri, kimliklerin ifşa edilmesi, dostlarımızla ilişkilerin, yaşamsal onurlu emek çalışmalarımızın ele verilmesinin bir arada sürmesi bu işlerin ne kadar kirli amaçlarla yapıldığını göstermektedir.
Dün itirafçılıklarıyla örgütü tasfiye etmek isteyenlerin bu gün ihbarlarıyla Doğu Perinçekçi çizgide seyretmeleri tesadüf değildir.
1977 Ağustos yakalanmalarından bu yana, sürekli yıkan, bölen, itirafçı olan, ihbar eden, satan bunlardı; bunu el yazılı belgelerle kanıtladık. Bu gerçekleri resmi belgelerle ortaya koyduk. Ortaya koyduğumuz iddiaları böylesine kesin kanıtlarla ispat ettik.
Bugün saldırılarında dillerine doladıkları her konu ile ilgili ayrıntılı açıklamalar zamanında ve ayrıntılı olarak devrimci kamuoyuna yapılmıştır. Bu saldırılara yanıt verilirken de bıkmadan, belgelere ve kanıtlara dayanarak dosyalar halinde açıklamalardan kaçınılmamıştır.
Ve buradan bir kez daha belirtiyoruz ki;
Bu tasfiye girişimleri asla tesadüf değildir.
Bizlere yönelik saldırılarda her malzeme kullanılmıştır. Yapılabilecek her saldırı yapılmıştır. Bütün bunlara gerekli olan her cevap verilmiş ve saldırıların devlet kaynaklı olduğu bilinmesine rağmen saldırı sahiplerini değil, ilgili kamuoyunu muhatap alma sorumluluğu ile yanıtlar verilmiştir. Bundan sonra gelebilecek saldırılar eskilerin küfürlerle bezenmiş tekrarlarından başka bir şey olamaz. Bizim ise küfürlerle ve düzeysiz polemiklerle işimiz olamaz. Değerlerimize hakaret ve küfre olan uygun yanıt hakkımız saklı kalmak kaydıyla bu konuda son sözümüzü bu yazıyla söylemiş oluyoruz. Böylece bu konuları biz kendi açımızdan sonlandırmış oluyoruz.
Bizler demokrasi mücadelesi içerisindeki etkin yerimizde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Böyle bir sorunu olmayan zavallılar ise, asli görevleri olan derin devlet hizmetindeki ‘devrimci mücadeleye ve değerlere saldırı görevlerine’ devam edeceklerdir. Mücadelenin doğal seyri de budur: Bir yandan kervan yürür, diğer yandan itler ürür!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)