30 Haziran 2012 Cumartesi
42. Basın açıklaması (30 Haziran 2012) SAVAŞA HAYIR,,,,
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Haziran 2012 / No: 42
SAVAŞA HAYIR
Bölge olayları dünyayı sarsmaya devam ediyor. Bu sarsıntılarda ülkemizin etkilenmemesi mümkün değil. Ancak ülkemizi yönetenler çevre sarsıntısı nedeniyle değil, kendi yarattığı politikaların esiri olarak ülkemizi sarsmakta, halklarımıza tarihsel düşmanlıklar yükleyecek saldırgan bir yayılmacılık sergilemektedir. Cumhuriyet, Osmanlıdan çıkışta ortaya koyduğu “barışçıl kuruluş planı”, tüm yönleriyle terk edilerek buraya gelinmiştir. Gerçekte bu, Yeni Osmanlıcılığın baskısı altında Cumhuriyetin tasfiyesinden başka bir şey değildir.
Cumhuriyet, Osmanlı artığı topraklar üzerinde büyük korku ve kaçışın eseri olarak Misak-i Milli denilen sınırlarda “YURTTA SULH CİHANDA SULUH” ilkesi üzerinden bir politika izleme çabası içinde olmuştur. İçte demokrasiyi yeterince oturtamayan ama dışta komşularıyla şiddeti içermeyen bu politik perspektif, II. Dünya savaşıyla birlikte, dünya güçler dengesine bağlı olarak kırılmıştır. Ülkemiz dünya emperyalist sistemin bir halkası haline bu sürecin ardından gelmeye başlamıştır; en ucuz ihraç malı askeri esprisi de bunu yeterince net şekilde açıklamaktadır. Bu ise, ülkemiz ve halklarımız lehine bir sonuç kazanmak yerine, bedel ödeyen, askeri tutsaklığa düşen bir yönelime sürüklenişti.
Ülkemizi NATO kuklası yapan bu gelişme, dünya emperyalist sisteminin askeri yayılmacı çıkarlarının bir uydusu olmaya kadar getirmiştir. Ülkemizin her köşesinde konuşlandırılan askeri üsler yanı sıra ilgimizin olmadığı coğrafyalarda, kardeşin kardeşi boğazladığı savaşlara da sürülüşümüz bir kader haline geldi. Bölgemizde, kanlı süreçlerin bekçiliğini yapan paktlarda yer alış bunun yan ürünü oldu; Bağdat paktı, CENTO, “Yeşil Kuşak” diye tanımlanan komşu ülkelere düşmanlık organizasyonlarında yer alındı. Bütün bunlar, içte özgürlük ve demokrasi talebini dile getiren halkımıza ağır bedeller ödetti; üç askeri darbenin faşizan girişimleriyle siyasetin kimyası bozuldu. Bununla da kalınmadı, Osmanlıdan devralınan Anadolu mozaiği, etnik, kültürel, inançsal farklılıklarıyla bir zenginlik işlevi görmesi yerine, ülke, ötekileştirilmiş toplulukların zindanı haline getirildi. Ülkemizde azınlık olmayı zor zanaat haline getiren de bu oldu.
Bu süreç, Cumhuriyete ait tüm değerlerin içten çökertilmesiyle at başı gitti. İçte gündeme gelen çöküş, daha çok emperyalist çıkarlarla bütünleşmeye olarak tecelli etti. Özellikle bölgemizin, siyasal-askeri-ekonomik hatta ülkelerin haritasal yeniden düzenlenişinin kuklası olarak “Eş Başkanlık” gibi cehennemi planların bir parçası haline gelinmiş oldu. Erdoğan yönetiminin iktidara giden yolları buradan geçti. Bu konuda ordunun oynadığı kirli roller, laiklik adına tersi bir duruş sergileniyor gibi gelse de bu sürecin bir parçası, Erdoğan yönetiminin iktidar olma payandası olarak yerine getirildi.
Bütün bunlar, sözde “komşularımızla sıfır sorun” diye yola koyulan politikaların esasında bölge üzerinde uzun zamandır kurgulanan Büyük Orta-doğu Projesinin (BOP) altyapısını oluşturuyordu. Tüm komşularımızla düşmanca süreçlere ulaşılmış olmasının bu günkü tabloda ifade ettiği bu olmuştur. Türkiye komşularıyla, ülke çıkarlarıyla uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan, çatışmalara sürükleniş buradan beslendi. Tarihsel kinler üretecek bir denkleme böyle düşüldü. Bu tablo, Ak denizden Kafkaslara uzanan güzergahta, petrol, doğal gaz, stratejik madenler, tahıl, pamuk ve tatlı su kaynakları üzerinde yürüyen Atlantik sermayesinin talan çabalarının bir uzantısı olarak belirmiştir. Bu güzergahta, barışçıl bir süreç isteyen Rus-Çin Hindistan ekonomik gücünün karşı duruşu ise bölge halkları açısından çok daha anlamlı bir duruş olarak kendini sergilemiştir. 26 Şubat 2012 tarihli 38 nolu basın açıklamamızda da kapsamlı olarak dile getirdiğimiz “ATEŞLE OYNAMAK”, bu gün itibariyle özellikle 22 Haziran 2012 / Cuma günü ortaya çıkan uçak kriziyle, savaşa ramak kalan bir ortama gelinmiş oldu.
Ülkemiz, komşumuz Suriye üzerinde tarihinin en kirli, en vicdansız ve en ahlaksız girişimlerle, emperyalist ülkelerin kuklası olmuştur. Kendi ülkemizdeki anti-demokratik sorunları bir kenara koyup, başkasının iç işlerine hiç bir gerekçe olmadan karışıp, kanlı süreçleri yaratmak gibi tarihsel bir hata işlemiştir. Eli kanlı şebekelerin lojistik destekçisi olmanın da ötesinde, askeri-mali, eğitsel, istihbarat kaynağı olarak işlev görüp açıkça Suriye’nin iç işlerine karışma yolunu seçmiştir. Komşumuz Suriye, her yönüyle kardeşçe bir paylaşım ve gelişim süreçleri yükseltirken, ortaya çıkan ve akılla izahı mümkün olmayan, sözde “Suriye halkını koruma” adı altında yapılanlar, sadece kukla yönetimlerin karakteriyle izah edilebilir. Erdoğan yönetimi de tamamıyla bu konumdadır.
Türk ordusunun savaş uçaklarıyla, komşumuz Suriye’nin hava sahasını ihlale kalkışması bu sürece yeni boyut kazandırdı. Türkiye Erdoğan yönetimiyle Suriye’ye müdahalesi, deniz ve karadan olduğu kadar uçak kriziyle de görüldüğü gibi, havadan da sürdüğü görülmüş oldu. Uçak krizinde, NATO kuklası bir ülke olarak Türkiye, dostluğa sığmayan bu saldırı hakkında daha çok konuşmamalıdırlar. Çünkü, her konuşmacı daha çok batmasına yol açıyor. Suriye hava sahası bilinçlice her defasında ikişer savaş uçağının katılımıyla, iki kez ihlal edilmesi bu kirli oyunun içinde ülkemizin nasıl konumlandırıldığını göstermeye yeterlidir.
Bu süreçlerin her bir kesitinde tek suçlu tarafa Ülkemizi emperyalist çıkarların kuklası haline getiren Erdoğan yönetimidir. Suriye ise hiçbir düşmanlığını görmediğimiz, bizimle kardeş ülke olmaktan başka bir talebi olmayan ülke konumunda olmuş ve bu günü kadarda bunu sürdürmüştür. Bu ilkeli komşu, bu anti-emperyalist direnişin öncüsü olan ülke, ülkemizle barış içinde ortak paylaşım içinde, siyasi siyasi-ekonomik-sosyal-kültürel-geostratejik tüm olanaklarını ortak çıkarlar etrafında sunmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Erdoğan yönetimi altında Türkiye, cumhuriyetin tüm ilkelerini yıkarak oluşturduğu Yeni-Osmanlıcı akılla, her kimliksiz ve güçsüz ülke gibi sermaye güçlerinin tetikçiliğini yapar hale gelmiştir. Bu süreçte “komşularımızla sıfır sorun” iflas etmiştir. Yerine tüm komşularla artan yeni sorunlar gündeme getirmiştir. Yarattığı handikap altında ezilen Erdoğan yönetimi, ülkemizi dünya ve bölge kamuoyun indinde çirkin bir kukla ülke konumuna sokmuştur. Halkımızın sırtına yüklenen savaş gerginliği ve ölüm kaygıları, bölgeyi tarihinin en yıkıcı ortamına sürükleyip esir hale getirmiştir. Böylesi bir koşulda kuşaklar boyu sürecek sendromlara olacağı bilinmelidir.
Bütün bu olumsuz süreçler, kendi içinde yoğunlaşarak patlamaya doğru giderken, alınacak acil önlemlerin olduğunu ve bu önlemlerle savaşın da gerginliklerinde yenilgiye uğratılabileceğini belirtiyoruz. Bunu başarmak zor da değildir. Güçlüce dayanışma içinde direnmek, halklarımızın bağımsız siyasal iradesini ortaya koyarak en küçük yasal ve barışçıl mücadelelerden, en kapsamlı direnme türlerine kadar her yolu denemek SAVAŞA KARŞI BARIŞI SAVUNMAK başarımızı için yeterli bir yol haritasıdır.
Tarihin tüm kesitinde bölgemize yönelik dış müdahalelerin her zaman ağır yenilgilere muhatap olması, bölge halklarının direnme çizgisine daha çok önem verilmesi gerektiğini açıklar.
Çağrımızda da bu yol içindir; tüm hazırlıklarımız ve bu günden ortaya konabilir direnme etkinliklerimiz bu merkezde seyretmelidir. Bir ses kadar, bir bildiri kadar, yolarda oturma eylemiyle insan vücudundan etten duvar örerek savaşa karşı durmak bir görev haline gelmelidir. Bu bizim ve gelecek kuşaklarımızın yaşamsal sorumluluğudur. Bundan kaçınmak ölüme davet çıkartmaktır, ölüm kültürüne karşı yaşam kültürünü savunanlar, artık yola koyulmalıdır.
THKP-C(Acilciler)
30 Haziran 2012
28 Haziran 2012 Perşembe
KILIÇDAROĞLU VE SURİYE
CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU’NUN SURİYE’YE YÖNELİK
AKP KUYRUKÇUSU MİLLİYETÇİ-MİLİTARIST HEZEYANI
Mihrac Ural – 28 Haziran 2012 / Perşembe
CHP liderinin, Suriye hava sahasını ihlal etmesi nedeniyle düşürülen savaş uçağı krizinde gösterdiği duruş, utanç verici, ilkesiz, ırkçı, yayılmacı militarist bir duruştur. Bu duruş,gerçekleri göz aradı eden sahtekarların suçluların acizlerini ötrem duruşudur. Güç odaklarına yaslanarak yapılan mahalle kabadayılığıdır. Boş tenekenin çok ses çıkaran halleridir. Kılıçdaroğlu, CHP geleneğinin kirli tarihinden kaynaklanan, Cumhuriyetteki Osmanlının sözcüsü olduğunu göstermiştir.
Kılıçdaroğlu; “Uçağımızın kasten düşürüldüğü ortadadır. Bu saldırı sineye çekilemez. Bu olay zamana yayılarak unutturulamaz.” (24 Haziran 2012 basın açıklaması) diyerek, Suriye’ye geç kalmadan cevap verilmesi gerektiğini dile getirdi. Bu şaşkın açıklama, bu kraldan çok kralcı sokak edası, açık bir yalan ve Suriye hava sahasına ahlaksızca bir provokasyon olarak yapılan hava sahası ihlali üzerine dile gelmiştir.
Oysa gerçekler tüm yönleriyle bilinmektedir. CHP adına sık sık Suriye’ye giden heyetlerin ortaya koyduğu ve kendi gözlemleriyle oluşturdukları raporlar Kılıçdaroğlu’nun bilgisi dahilindedir. CHP lideri, buna rağmen AKP’nin iflas ve hezimetle örülü dış politikasının peşine sürüklenmiştir. Milliyetçilik ortak paydası altında gündeme gelen bu sürükleniş, bu güne kadar barış adına CHP’ye gönül verenleri de dehşete düşürmüştür. Bölgemizi ve halkımızı ilgilendiren böylesi ciddi bir konuda siyaset üretemeyenlerin, içine düştükleri kimliksiz duruş bundan daha açık ifade edilemez. CHP bu duruşuyla demokrat, barışçıl kitlesini arkadan vurmuştur. Katletmiştir.
Görgü tanığıyım, uçaklar Suriye’nin Basit kasabasındaki evimin üzerinden en fazla 100 metre yüksekten geçti. Hava sahası ihlalini yapan uçağın dünyada çekilen tek fotoğraf karesi de bizim tarafımızdan kaydedildi. Bu gerçek 22 Haziran 2012 / Cuma saat 11.40 sonrası iki uçak ve daha sonra, 17:30’da da gelen iki uçak için geçerlidir. Kimse dile getirmiyor ama tekrarla söylüyorum 4 savaş uçağı sınır ihlali yaptı ve bu çok bilinçliydi. F4 uçağı sıfır hazlı ilerleyerek evlerimizi yalayıp geçmiştir. Gerçek sadece budur. AKP ve Erdoğan’ın parlamento konuşması ve açıklamalarındaki hiçbir veri gerçek değildir yalan ve gerçeği çarpıtmadır. CHP ve lideri aynı yalanı tekrar ederek Komşumuz Suriye’yi, haksızca vicdansızca ve onursuzca tehdit etmiştir. Bir anamuhalefet partisinin böylesine ucuz, böylesine kuyrukçu politika yapması halkın iradesine vurulmuş ağır bir darbedir. Milliyetçilik ortak paydasıyla, ortak dış politika oluşturma aptallığı, halkın iradesini çiğnemek kadar, halkı tarihi düşmanlıklara sürüklemektir; Erdoğan iktidarının dış politikada ürettiği tek sonuç budur. Bunun da ötesinde Erdoğan yönetimiyle Suriye’ye karşı saldırganlık yarışının başlamış olması, CHP gerçek yüzünü açığa vuran bir gelişmedir.
Bu tehditler CHP’nin bildik kirli tarihinin devamıdır. Bunu ayrıntılarıyla ele almak yanlış değildir.
CHP, eski Osmanlının vardığı milliyetçi evrimin ittihatçı militarist yayılmacılığın genetik devamıdır. Tarihinin her kesitinde de bunu kabaca ortaya koymaktan çekinmemiştir. Kılıçdaroğlu’nun Suriye’ye karşı gösterdiği refleks bunun tecellisidir. Bu refleks karanlık amaçların maşası AKP’nin, Erdoğan yönetiminin kuyruğuna takılmaktır. CHP, Osmanlıdan cumhuriyete geçişin anlamlı ve olumlu tarihi rolü; sadece bir çimilse rol olduğunu her defasında ortaya koymuştur. CHP, içinde taşıdığı Osmanlı virüsüyle, cumhuriyeti katleden ilk darbeleri de vurandır. Bu parti, Osmanlı istilalarının at nallara altında ezdiği topraklarda yaşayan uygar ve yerli halklar üzerinde milliyetçi bir baskı sistemi kurmuştur. Olmayan bir ulusun, olmayan tarihini yerli halkların anavatan haline getirdikleri topraklarda siyasal bir rejim olarak dayatmış partidir. Buna rağmen, bu coğrafyanın yerli ulusları barış içinde bir arada yaşamak için ortak vatan, ortak ülke algısıyla gaspçıları bile içselleştirmiş özgürlük ve demokrasi paydasında ortak bir yaşama evet demiştir: Ancak bu da gerçekleşmemiştir. Baskı, zulüm, yasak, devam etmiş hiçbir hak alınmamıştır. CHP bu sürecin mimarıdır.
Tek partili dönemin kıyım süreçleri 18 Kürt halk ayaklanmasının kanlı kıyımla, kitle katliamıyla tasfiyesi bu partinin elleriyle gerçekleşmiştir. CHP, Lozan anlaşmasıyla verilen sınırları ilk fırsatta Osmanlı genlerinin harekete geçmesiyle ihlal ederek Hatay’ı ilhak etmiştir. Hatay’a, II. Dünya savaşı hazırlıkları içindeki Fransa’yla yapılan hukuksuz protokollerle, 5 Temmuz 1938’de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasında askeri işgal kuvveti olarak girmiştir. Hatay, İki halk oylamasında ilhakı ret eden Hatay halkının bağımsız siyasi iradesi ayaklar altına alınarak Türkiye’ye ilhak edildi.
CHP, ülkemizin sivil siyasal kimyasını bozan bir mihraktır. Üç askeri darbenin arkasında CHP’nin olması bu anlama gelir. Denizlerin idamında CHP’nin hayır hah tutumu etkin rol oynamıştı. 1974 Kıbrıs işgalinde yine bu parti. CHP vardı; bu güne kadar bitmeyen sorunumuzun, 75 milyon Türkiye insanını, 150 bin insana rehin eden istilacı girişimin başrol oyuncusu CHP’dir.
İttihatçı artığı CHP, özünde yayılmacı, militarist milliyetçi bir partidir. Başında Kılıçdaroğlu, gibi silik bir kişiliğin, kendi özünü inkar eden bir haramzade tipin, yeni Osmanlıcı AKP’nin iflastan iflasa sürüklenen dış politikası arkasından nal toplaması, bu nedenle gayet normaldir. 60 yıldır neden iktidar olamadığını sorgulayan CHP, bu tabloya bakarak marjinalliğinin nedenlerini bulması zor değildir.
Liderinin son açıklamalarıyla da anlaşılmıştır ki, CHP’de bu gerçekleri görecek ne bir göz ne de bir algı yoktur. CHP, sosyal-demokrat güçlerin alternatifsizlik nedeniyle kerhen sığındığı bir partidir. Bu, kara deliğe sığınma gibidir içine soğurur ve sündürerek yok eder. Olan da budur. Gerçekler, CHP kara deliğinde böyle yok ediliyor. Kılıçdaroğlu’nun Suriye’ye karşı gösterdiği ahlaksız saldırganlık bunu ifade ediyor.
CHP’nin, AKP peşine takılmasının en önemli nedenlerinden biri, en az onun kadar ilkesizliğidir. CHP bir ittihatçı, militarist yayılmacı parti olarak, faşizan eğilimleri az değildir. Yıllar önce (1979'da Konya cezaevinde olduğum bir kesitte) bu parti için MODERN FAŞİST PARTİ tanımlaması yapmıştım. O gün bu gündür yanılmadığımı görüyorum... CHP ve lideri geleneksel derin devletin bir parçası ve sözcüsüdür. CHP’nin halklara ilgisi, dostluk ve barış ilkesiyle değil, hükümranlık, üstünlük, baskı ve kuşatma aklıyla şekillenmiştir. Cumhuriyetteki Osmanlı esprisinin bir boyutu da CHP de böyle tecelli etmektedir.
Eski Osmanlının İttihatçı CHP’siyle, Yeni -Osmanlının AKP’si arasında bu anlamda hiç bir fark yoktur...
“MİLLİYETÇİ CHP’NİN IRKÇI APTALLARI”
14 Şubat 2011 tarihli “MİLLİYETÇİ CHP’NİN IRKÇI APTALLARI” başlıklı makalemi bu sayfadan da yayınlamıştım. Ele aldığım konu “CHP Milletvekili Canan Arıtman’ın “Arap kadınları gibi olmak istemiyoruz“ diyerek, Arap kadınına ve onun adında Arap halkına yaptığı hakaret, milliyetçi aptallığın ırkçı refleksinden başka bir şey” olmadığını açıklamaya çalışmıştım: Bunu da CHP’nin tarihi köklerine ve çeşitli süreçlerine ilişkin verileri ortaya koymuştum. Aynıyla geçerli olan bu verileri bir kez daha siz okurlarımla paylaşıyorum;
CHP’ye umut bağlayanları bir kez daha uyarmak gerek, bin kez daha.
Ancak nafile, CHP’li olmak ne kadar itici hale geldiyse, onun genetik uzantılarının CHP’den kopması da o kadar zor.
Bu bir akıl türüdür. İlgili yazılarımda anlatmaya çalışıyorum; CHP, Osmanlı aklının ittihatçı evriminin cumhuriyetteki halidir. Darbeci, milliyetçi, Teşkilatı Mahsusiyeci halktan kopmuş, ayakları yere basmayan bir akıl.
Bu akı Osmanlı aklının rahminde şekillendi, 20. Yüzyılda da tek ulusçu bir boyut kazandı.
OSMANLI AKLI
Osmanlı aklı, talan ve gasplar peşinde koşan, barbarlıkla, fetihlerle yaşamayı strateji kabul eden, her şeyi ve herkesi düşman görerek, hükümran olduğu topraklarda bile sık sık iç fetihlere yönelin, kendi etnik aidiyetine karşı “Etraki bila idrak” (Akılsız Türk) diyecek kadar sorumsuz bir akıldır.
Ortaçağlar içinde kılıç hakkıyla gasp ettiği topraklarda yaşayan binlerce yıllık uygarlığı söndüren, Anadolu’yu 1000 yıl sürecek bir karanlık örtüyle örten akıl, bu akıldır.
Osmanlı aklı ortaçağ aklıdır. Onun evladı olan ittihatçı akıl ise, Osmanlı rahminde karanlık çağların ölüm denklemlerinden beslenerek 20. Yüzyılda da devam etmeye yönelmiştir; İttihatçı ideoloji, emperyal militarizmin yayılmacı milliyetçiliğidir. Bu akıl, yayılma uğruna Alman emperyalizminin kuklası olarak I. Dünya paylaşım savaşına sürülmüştür; Mısır fethi hayaliyle girişilen Süveyş Kanalı macerasından (4-16 Şubat 1915), 90.000 askerin Sarıkamış’ta, Allahuekber dağlarının beyaz cehenneminde donarak (22 Aralık 1914 – 5 Ocak 1915) ölüme kadar, ölüm ve yıkım bu aklın adı olmuştur.
Felaket gelip çatınca, bu aklın öncüleri halkını kaderiyle baş başa bırakıp ilk kaçanlar olması tesadüf değildi. Birleri Tacikistan’da (Enver Paşa, 4 Ağustos 1922), biri Tiflis’te (Cemal Paşa, 21 Temmuz 1922), biri Berlin’de ( Talat Paşa, 15 Mart 1921) çil yavrusu gibi dağılmanın, sorumsuz maceralarının kurbanı oldular. Ama bu akıl ölmedi. Cumhuriyetteki Osmanlı olarak yaşamaya devam etti.
Batılı emperyalistler, yüz yıllık hasta adamın bir süre daha kendi aralarındaki güç dengeleri nedeniyle yaşamasına müsaade ettiler. Osmanlının son kesiti “Suyu Arayan Adam” hallerindeydi (C.Süreyya); Pan-İslamcılıktan, Turancılığa savrulup duran, çağı kavramamış halleriyle rahmindeki İttihatçılığı üretti. Ancak bu ilkel yönelimler sonuç bulamıyordu. Köşeye sıkışmanın kurtuluş yolu olarak, ideolojisi sonra şekillenecek tek ulusçu eğilim ağır bastı. Bu yönelimin dinamikleri arasında, Anadolu’nun yerlisi olmayan kimi sermaye güçlerinin kendi aralarında süren hegemonya mücadelesi, “Beyaz Türkler”in öne geçmesiyle, Cumhuriyet kuruldu.
CUMHURİYETTEKİ OSMANLI
Farklı bir planla kurulduğu iddia edildi. Başkasının ne toprağında ne de üretiminde gözü olmayan, fetihçiliği ret eden, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyen yeni bir plan. Bu yaklaşım Osmanlıdan bir kopuş çabasıydı. Atatürk’ün Osmanlı tanımlaması bu planın da ipuçlarını verir.
“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)
Ancak bu olmadı. Atatürk bile, Cumhuriyetteki ittihatçı aklın darbeci, militarist şehvetlerinden kurtulamadı, İzmir suikastı bir boyutuyla bunu ifade eder.
Cumhuriyetin kuruluşunda emek veren Anadolu mozaiği, etkisini devam ettiremedi, Hasta adam ilk nefesini düzgün almaya başlayınca azı dişlerini göstermeye başladı. Dr. Rıza Nur anılarında, Sağlık ve eğitim bakanlığı görevindeyken, Arnavutlara, Araplara Türk olmayanlara ya köle ya kapı dışarı diyordu.( Dr.Rıza Nur “Hayat ve Hatıratım C2. S461) Özellikle de 1929 dünya ekonomik krizi sonrası, tek ulusçuluk bir faşizan yön alarak ırkçılık haline geliyordu. Osmanlı aklı Cumhuriyette egemen oluyordu.
CHP KİMİN DEVAMI
CHP bu düşüncenin devamıdır. Atatürk’ün olduğu kadar Osmanlının bir bileşkesidir. İttihatçılık da tas tamam budur.
CHP’nin tarihi bir ilkel tek boyutlu milliyetçiliğin tarihidir.
Ülkemizdeki süren iç katliamların temsilcisi CHP’dir. 19 Kürt isyanı, Hatay’ın ilhakı, Kıbrıs’ın işgali, varlık vergileri, ABD ile kölelik anlaşmalarının ilk adımları toptan CHP’nin sicilinde yer alan kirliliklerdir. Çağdaş uygarlık seviyesi iddiaları ise bu partiyi birkaç gömlek aşar; çağdışı bu algılarıyla, çağdaşlıktan anladıkları tek şey tek boyutlu milli çıkarlardır; bu nedenle komşularıyla sür git düşmanlıklar içinde olunmuştur. Oysa evrensel değerler, tek millete ait olamaz, bu değerler tüm insanlık içindir. Bu değerleri kazanmak isteyen, başkasının da kazanmasına yardımcı olmasını bilmelidir. Bunu bilmiyorsa kazandıklarıyla başkasını hükümranlığı altına alma amacı taşır ki, “Yeni-Osmanlıcılık”, CHP’nin olduğu kadar AKP’nin de ortak gündemidir. Aradaki fark, CHP Misak-ı Milli sınırları içinde farklı milletleri egemenliği altında tutma kaygısında, diğeri ise orta-doğudan, Balkanlara, Kafkaslara Osmanlı milletler topluluğunu bir biçimde egemenlik altına almaya yönelmiştir. İşte bu beyhude çabalar iktidarından muhalefetine, bir ölçüde de sol kesimlerine kadar, akıl almaz milliyetçiliği körükleyerek, ırkçılığa kadar yükseltiyor.
Bu günkü CHP milliyetçiğinin ırkçı boyutları, 20 yüzyıldan kalmadır.
Ekonomik krizlerde daha çok demokrat olunması gerekirken, tıkanan ekonomiyi daha çok özgürlük ve demokrasiyle çözmek gerekirken CHP tek parti egemenliği sürecinde, daha katı bir milliyetçiliğe, bunun da ötesinde Avrupa’da gelişen faşist-Nazist yönelimlere sürüklenmiştir. Öyle ki, İnönü gibi bir Cumhur Başkanı, biçimsel olarak Hitler’e benzeme adına badem bıyık bırakma komikliğine düşebiliyordu. O günün siyasal söylem ve yazılarında yer alan, devlet politikası olarak oturtulmaya çalışılan Türkçülük, Turancılık “Bu ülkede Türk olmayanların, yerine getirmek zorunda oldukları iki tercih bulunuyor; ya Türk’e köle olmak ya da ölmektir” .Yani, bu toprakları yaşama ilk kez açıp gerçek anlamda anavatan haline getirmiş olanlar, bırakın kaçmayı canını kurtarmayı ya köle ya ölümle yüz yüze kalacaktır. 24 nisan 1915 Ermeni jenoside de böyle gerçekleşmişti.
21. Yüzyılda bu cümlelerin ne anlama geldiğini kavramak için mutlaka azınlıklardan birine mensup olmaya gerek yok. İnsan olmak yeterlidir.
Bu köklerden gelen CHP, siyasal parametreleri ve statüsü açısından aşırı milliyetçi bir parti olma vasfını, değişmeye karşı direnen yapısıyla böyle kazanmıştır.
CHP, Ecevit’le başlayan milliyetçi yuvarlanışı, Baykal’la doruk yapmıştır.
CHP, Baykal’la, siyaset bilimine komik katkılar bile yapmıştır.
Üst kimlik alt kimlik tartışmalarında, kimlik bunalımını aşamamış ülkemizde farklı etnik toplulukları anayasal vatandaşlıkta tek ulusa yükseltebiliyordu. Tarihinin en kanlı dönemlerinde bile, istila ettiği Anadolu ve üzerinde yaşayan uygar uluslara, daha üst bir uygarlık getiremeyen Osmanlı’nın, bunu 21. Yüzyılın bilgi ve iletişim devrimleri çağında, tek ulusçu cumhuriyetle dayatmaya kalkışması, bir tür ırkçılık olarak kendini gösteriyordu. Anayasal vatandaşlığı, tek ulusçu çimento alarak görmek ise basit bir demagojiden ibaretti. Vatandaşın egemen devletle ilişkisini düzenleyen medeni yasa ve kurumları, tek ulus olmanın bir unsuru olarak görmek aptallık değilse, milliyetçi son bir hamlenin, kıymeti itibarı olamayan iddiasıdır.
Baykal’ın en ırkçı çevrelerle el ele CHP’ye giydirdiği elbise, esasında CHP’nin öz dokusuyla da çok uyumluydu. Ancak mevsim bahardı, kara paltolarla dolaşma zamanı değildi. 21. Yüzyılda bu elbiseler sadece ağır çekim ölüm demekti. Siyasal intihardı.
KILIÇDAROĞLU’NUN CHP’Sİ
Bu tarih ve statülerle, CHP Kılıçdaroğlu’yla farklı bir yere gidebilir miydi? Bu sorunun cevabı konusunda kuşkulu olanları anlayışla karşılamak gerek. CHP’ye bir defa daha kredi tanımak gerek diyenleri de anlamak mümkün. Halka bütünleşememiş, muhalefeti kadar bilmiş bir partinin iyimser taraftarları, sivil diktatörlüğe yönelen bir iktidara karşı sığınacakları tek şemsiye olarak CHP’yi görmeleri normaldir. Ama bu şemsiyenin her santimetre karesi delik deşiktir bunun farkında olmak gerek.
Kürt ve Alevi olan CHP liderinin, kraldan çok kralcı söylemlerle sürdürdüğü milliyetçi çizgi, ırkçı söylemler karşısındaki sessizliği, darbeci akıllara verdiği tolerans, ülkemizin en temel sorunu olan Kürt ve Alevi sorununda sesiz kalması, CHP’ denilen dinazorun midesinde, bu tür gastrit asitlerle eriyip yok olmaktan başka bir sonuç vermez. CHP’yi sol sananlar, her defasında yanılacaklar ve her defasında da “ne yapalım başka alternatif mi var” diyecekler. Onlara dönün bölgemizdeki gelişmelere bir göz atın diyeceğim, Tunus’ta, Mısır’da Arap halkının ayağa kalkmasını görün diyeceğim. Ama nafile, at gözlükleri buna geçit vermiyor.
CHP, Osmanlının devamıdır. Bu yüzden gerçek halkı tanımıyor, bilmiyor, bilmek istemiyor; tahayyülündeki algının yanıltıcı etkisi altında elit kalmaya devam ediyor. Ne ülkemizin gerçek sorunları için bir politika üretebiliyor ne de halka dayanarak siyasal bir başarı sağlayabiliyor.
Bu yüzden, iç dünyasında darbelere sığınmayı amaçlayanların toplandığı yer CHP olmaktadır. Süheyl Batum’un ordu için “kağıttan kaplan” sözü, darbe yapamadığı için orduyu suçlama refleksi olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Dil sürçmesi, amacını aşan bir söylem gibi kaçamaklarla dile gelenler ne bir özürdür ne de başka bir şey. CHP milliyetçiliği, ırkçılığa yönelmiş aptalların hiçte az olmadığı bir partidir, demek yanlış değildir.” (Mihrac Ural, 14 Şubat 2011 tarihli “MİLLİYETÇİ CHP’NİN IRKÇI APTALLARI” başlıklı makale)
SONUÇ
İşte bu CHP, bu gün lideri Kılıçdaroğlu’nun ağzından, tüm gerçekleri, NATO’ ve onun kuklası Genelkurmayın talimatıyla casusluk, gözlem ve taktik kışkırtma amaçlı olarak savaş uçaklarının Suriye hava sahasını bilinçlice ihlal etkilerini ve buna karşı Suriye’nin savunma amaçlı duruşu dışında hiç bir düşmanlık belirtisi bulanmamasına rağmen, AKP’nin kuyruğuna takılan ve Komşumuzu tehdit eden sözleri, CHP‘de ırkçılığın sadece kadrolarla sınırlı olmadığını göstermiştir. CHP lideri, CHP gibi ilkesidir, yayılmacı Osmanlı geni taşımaktadır. CHP lideri, komşularla barış içinde bir arada yaşama, Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi yerine Yeni-Osmanlıcı, militarist yayılmacılığın kuyruğuna takılmıştır. Halktan kopuk siyasetiyle marjinallikten çıkamayan bu parti, gerçek çehresiyle yayılmacı siyasetlerin yedek tekerleri olduğunu bir kez daha göstermiştir.
CHP, korkakça, sinsice, vicdansız ve ahlaksızca gerçeklerin üzerinden atlayarak, Erdoğan yönetiminin aldatma, yalan, abartma ve saptırmalarının peşine takılmıştır; uçak krizinde Erdoğan yönetiminin, kukla Türk ordusu Genel Kurmayının ve NATO’nun bir sözcüsü konumuna düşmüştür. Haklıyı haksız yapan, gerçekleri çarpıtarak komşumuz Suriye’ye saldırgan bir düşmanlıkla tutum takınan açıklamalar, CHP ve lideri Kılıçdaroğlu’nun hangi karanlık amaçların esiri olduğunu, bir kez daha göstermiştir.
CHP’de, bu çirkin gelişmeleri görmesine rağmen sesini çıkarmayan ve sinesine onursuzca çekip tavırsız kalan bir dizi Arap milletvekili de bulunmaktadır. Türkleşmiş-Arapları temsil eden bu sürü içinde, yakından tanıdığım, dost insanlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında Nihat Matkap gibi eski bakan, parti başkan yardımcısı, milletvekilleri ve yöneticilerin olması onur kırıcıdır. Bu satırlardan, bu sürü içinde iradesiyle takılı kalanları ayıplıyorum, şiddetle protesto ettiğimi bildiriyorum
22 Haziran 2012 Cuma
SURİYE’Yİ SAVAŞ UÇAKLARIYLA DENEDİLER ve CEVAPLARINI ALDILAR...
Mihrac Ural - 22 Haziran 2012 / Cuma
Saat 11: 45 sonrasıydı. Deniz kasabası basitteki evimizin geniş balkonunda oturuyordum. Tam karşımda deniz kenarına yakın bir alanda, Bassit kasabasının mezarlığı görünüyordu. Filistin davası için şehit düşmüş yoldaşlarımın mezarları ve onlar için yaptırdığım anıt mezar net olarak görülüyordu. Onları düşündüm, 1983 yıllarıydı. Suriye ‘de o kesitte, bugünün olaylarını çağrıştıran olaylar yaşanıyordu. Yoldaşlarım, aynı saflaşma ve vuruşmalarda şehit olmuşlardı. Dün ve bu günü birbirine böylesi duygularla bağlarken, aniden bir savaş uçağının deniz yüzeyine yakın seyrettiğini gördüm. O an birden kıyamet kopmuş gibi, Bassit kasabasının yüksek tepelerinde yer alan uçuk füze rampaları ve yerdeki hava savunma rampaları ateşe başladı. Suriye kendi hava sahasını korumada inanılmaz bir duyarlılık ve kararlılıkla, Türk ordusunun mütecaviz savaş uçağını yaylım ateşine tutu. Uçağın yara aldığını gördüm ve hızla irtifa kaybederek balıkçı barınağının ardından gelen Wadi kandil deniz kenarındaki köyün açıklarında denize gömüldü… İkinci bir uçağın daha olduğu ve onu da düşürüldüğünü söyleyen çok insan vardı. Bu haber de bir iki saat sonra doğrulandı.
Ayrıca 17:30 civarında, iki savaş uçağının keşif amaçlı olarak, denizi yalayarak geldiği haberi ulaştı. Bu uçaklara da ağır ateş açıldığı halkın çıplak gözle olaylara tanık olduğu bildirildi.
Düşen iki uçağın pilotlarının Suriye deniz kuvvetleri tarafından kurtarılarak esir alındığı haberini de bu satırları yazarken aldım..
Defalarca yazdım, Suriye’nin halkçı ordusu her tecavüze hazırdır, Amerikan kuklası Türk ordusu ise her savaşta hezimete mahkumdur diye.
Kimse bu cümleden Türk ulusu ya da halkına yönelik en küçük bir olumsuz anlam çıkarmasın, tenzih ederim. Türk ulusunun, Türk halkının ordusu bu değildir. Emperyalizme karşı savaşan Türk halkının ordusu bitirildi, yok edildi. II. dünya savaşı ardından NATO ya girebilmek için çırpınanların başlattığı bir süreçle, bu ordu içi kof bir ordu haline geldi. Türkiye’nin en ucuz ihraç malı askeri haline getirildi...
Türk ordusu son tasfiyelerle de artık Yeni Osmanlının militarist yayılmacı ordusu olmaya adaydır. Bunun ilk deneylerini Suriye üzerine yapmaya hazırlanırken, Erdoğan yönetimi aptal çocuk gibi parmaklarını ikinci kez ateşte yaktığı görülmektedir.
Önceki yazılarımda sıklıkla dile getirdim, Türk ordusu mahalle kavgası bile yapmaktan acizdir. İstifa eden genelkurmay başkanı Koşener’in basına yansıyan gizli toplantıdaki sözleriyle, bu ordunun komuta ve erat düzeyinde nasıl hazırlıksız, nasıl dağınık, nasıl korkak ve amaçsız-ülküsüz olduğu yetirince göz önünü serilmişti.
Türk ordusunun bu kof durumu, her askeri olayda yeniden açığa çıkmaktadır. 30 yıldır kendi vatandaşı olan Kürt halkına karşı sürdürülen savaşta, hafife aldığı, üç beş eşkıya dediği, gerilla karşısında hiç bir başarı göstermemiş olan, 1683 II. Viyana kuşatmasından bu yana, hiç bir devletler arası savaşta başarı kazanamamış olan, sürekli hezimete uğramış bir Türk ordusu durmaktadır. Bu başarısızlıklar dizisi, bu ordunun yayılmacı militarist bir ordu olmasındandır. Saldırgan, haksız, yayılmacı karakterdeki tüm orduların tarihi kaderi de budur. Dolaysıyla, tecavüze uğrayan halklar, ülkeler savunma halinde, haklı bir direnme savaşı vermiş ve bu orduya hezimet üzerine hezimet tattırmıştır. Bu gün Suriye’nin direme tutumuyla ortaya çıkan tehlikeli tabloda, tek suçlu taraf Erdoğan yönetiminin denetim altına aldığı, Amerikan kuklası Türk ordusudur…
İşte bu ordu bu kez daha kirli amaçlarını hiçbir sorun yaşamadığı komşumuz Suriye üzerine dayatmak istemiştir. Savaş uçaklarını salmıştır ve cevabını almıştır…
Türk ordusu Amerikan- İsrail- İngiliz-Fransız-Katar -Suudi gerici güçlerinin kışkırtmasıyla, düne kadar hiçbir sorumuz olmayan kader birliğimizin ikinci yarısı olan komşumuza karşı eli kanlı şebekeleri karadan salarak kıyım yaptırırken havadan da savaş uçaklarını salarak tecavüzde bulunmaya çalışılmıştır. Bu bir savaş senaryosunun kukla Türkiye devleti tarafından hayata geçirilmesidir. Hiç nedeni yokken gençlerimiz katledilmekte esir edilmesine göz yumulmaktadır. Komşumuzla barış yerine savaşa girme hezeyanı hezimetle sonuçlanmıştır.
Erdoğan boyunu aşan işlere kalkışmış ve cevabını almıştır. Bu ona ders olsun, Suriye ordusu 50 yıldır dünya şer güçlerine karşı savaşan bir halk ordusudur ve savaşa şerbetlidir. Kimse bileğini bükememiştir; çünkü halkına ve haklı davalara dayanmaktadır. Tecavüz edenler ise hep hüsrana uğramıştır…
8 Haziran 2012 Cuma
SURİYE'DE İÇ KANAMA
SURİYE'DE İÇ KANAMA
Mihrac Ural - 8 Haziran 2012 / Cuma
Suriye'de sahnelenmek istenen kirli oyunun
ikinci perdesi "iç kanama" olarak tanımlanabilir. Şer güçleri
bunun için kolları sıvanmış durumda.
Suriye, boyun eğmedikçe, teslim olmadıkça,
hezimete uğrayan şer güçleri “yaratıcı anarşi” taktiğiyle eli kanlı
vatan haini Müslüman Kardeşler şebekesini, gerginlik ve kaos yaratmak üzere askeri
eylemlere yönlendiriyor; askeri açıdan anlamsız, ölümden başka bir yolu olmayan
süreçlere zorlayarak, genelde yaratmak istedikleri kaos için çırpınıp
duruyorlar. Her defasında da hezimet ve iflasla yüz yüze kalmalarına rağmen,
dönüp bir kez daha aynı kirli oyunu denemekten geri kalmıyorlar; ellerini hiç
bir şeye bulaştırmadan kardeş kanı dökerek, komşuluk ilişkilerine tarihsel
düşmanlıklarn yaratarak sahnelenen bu kirli oyun, bölgemizi tarihinin en kanlı
çatışmalarına doğru sürüklediğini iddia etmek abartılı olmayacaktır...
Her türden barışçıl gösteriyi bir kenara iten,
tüm gücünü rastgele askeri eylemlerle güvensiz bir ortam yaratmak için harcayan
şer güçleri bu kesitte Suriye ordusunu temel hedef olarak seçmiştir. Silaha
sarılan her muhalfetin tek yolu bu olsa da, Suriye de budurumun birden çok
nedeni bulunmaktadır. Bunların başında da, halkın ortaya koyduğu siyasi iradeyle
ordunun gösterdiği siyasal duruşun aynılaşması, şer güçleri için taşınması
mümkün olmayan anlamlı bir mesaj olmuştır.
Suriye ordusu, Suriye halkını en yalın temsil
eden, siyasi iradesini ilkeleştiren bir güç olduğunu 15 aydır süren zorlu ve sorunlu
süreçte hiç bir sekme yapmadan gösterimiştir. Suriye ordusu, Suriye mozaiğinin
bir yansımasıdır. Ancak bu farklılıklar Suriye kimliği altında diğer tüm
kimlikleri hazmetmiştir. Bu gücün ortak paydasında ülke sağlam bir koruma
içinde olmaktadır. Bu ise Suriye'yi emperyalist-siyonisit güçlere, Erdoğan
yönetimi gibi hayasız komşu yönetimlerine, Katar-Suudi gibi tarihsiz ve
kimliksiz gerici öbeklere karşı direnişinde güçlü kılandır. Bu nedenle birincil
hedef haline gelmesi kaçınılmazdı. Suriye ordusu üzerine çok oyun oynandı,
parçalanması içinh çaba sarfedildi akıl zoru mali kaynaklar döküldü ama sonuç
alınamadı. Suriye omldusu direndikçe de birincil hedef olmaya başladı.
Irak örneğinde olduğu gibi, devleti çökertmek,
siyasal iradeyi kırıp esir etmek için, orduyu yok etmek gerekiyor. Irak'ta bunu
yaptılar. Ancak Saddam diktatörlüğüyle Suriye’nin halkçı yönetimi ve halkçı
ordusu arasındaki farkı anlamadıkları için, aynı akılla farklı verileri dizayn etmeye
çalıştılar: Bu da iflasla sonuçlanıp durudu.
Orduyu merkezi hedefe alanların bu aşamadaki
yönelimleri, subay katliamlarıdır. Birçoğunda açıkça İsrail parmağının olduğu
bu kıyım (11 Hava subayının ilk katliamların hedefi olması gibi) subay
kaçırmak, fideye istemek, anında kalleşçe öldürmek gibi, bin bir çeşit vahşet
türüyle icra edilmektedir. Bu kıyım, istenilenen tam tersi sonuçlar yaratıyor.
Ordu daha çok halkıyla kenetleniyor vedaha güçlüce eli kanlı şebekelerin
tetikçiliğini yaptığı girişmleri
hezimete uğıratıyor.
Suriye ordusu, bir halk ordusudur ve halk,
şehit üzerine şehit ekleyerek eli kanlı cürüm şebekelerine “biz ordumuzun
arkasındayız, biz ülkemizin ve direnme değerlerimizin arkasındayız, size ve
sahipleriniz dünya şer güçlerine karşı şehit üzerine şehit ekleyerek mücadele
edeceğiz” diyerek haykırıyor. Suriye
halkı, halkçı yönetimi ve reformları desteklediğini fiili çabalarıyla ilan ederken
ortaya koyduğu kararlı tutumu Ordusunun
arkasında durarak da ifade ediyor. Bununla halk, siyasal iradesini mücadele
sahasında ordusuyla eşitlemiş olup, ortak paydada ifede ediyor.
Suriye ordusu tüm ulusal kurtuluş savaşları ya da
feodalizme karşı yapılan ilerici, demokratik halk devrimleri ardından kurulan
halk ordusudur. Bu ordu halkın çıkarlarını, halkla birlikte, halkın bağımsız
siyasi iradesini temsil ediyor; farklılıklarıyla ortak bir üst kimlik oluturmuş
olan Suriye, sosyal, siyşasal yaşam içinde kurduğu dengeleri ordu içindede
kurarak, ötekileştirici eğilimlerin
önünü kesmiş ülke birliğe etrafında saflarını sıklaştırmıştır. Ordu bu birliğin bu saflaşmanın eng üçlü ifadesi
haline gelmşitir.
Bu ordunun en yüksek rütbeli subayları bile hiç bir
ayrıcalıkları olmadan halkın arasında yaşar, bir milis ordusu gibidir. Kapitalist
ülkelerdeki ordulardan farklılıklar nitelikçedir. En yüksek rütbelerin aylık
gelirleri 500 doları geçmez, 200 dolar alan subaylar bir ayağı tarımda olmanın
sağladığı küçük ek gelirleriyle, ortalama gelir düzeyinde yaşarlar. Ordu,
Suriye halkının günlük yaşantıda rastlanılan ortalama insanlardan hiçbir
farklılığa sahip değildir. Suriye ordusunda kast sistemi yoktur, en yüksek
subayın yediği ve içtiğiyle en alttakinin yiyip içtiği aynıdır. Ordu 1963
devrimiyle başlayan siyasi eğitim çalışmalarını, parti birimleri gibi haftalık
toplantılarla sürdürür. Halkın bir parçası ve siyasal açıdan çok sıkı disipline
olmuş bir siyasal örgütsel ağa sahiptir. Bu ağ, dünya olaylarına karşı duyarlı
yapar gerçek düşmanlarını iyi bilmesini sağlar.
SURİYE ORDUSUNUN İLKESİ
Bilindiği gibi her ülykenin ordusunda kuruluş
amacı bulunur; ülkü denilen hedefi belirlenir. Cumhhuriyet kuruluyşundda Türk
ordusunun ülkesi "yurtta suluh cihanda sulh" olarak belirlenmiştir.
Osmanlıdan çıkışın verdiği bilinçle, Sevr anlaşmasının açıkça ifade ettiği
büyük korkunun etkisi altında, kendine ait olmayan milyonlarca km kareden
kaçışın baskısı altında, Lozan anlaşmasının verdikleriye yetinmek zorunda
kalıp, güç bela kurulabilen Cumhuriyet akılı bir yaklayşımla ordusunun ülküsünü belirlemiştir.
Her ülkenin kendine has tarihinin anlamlı
kıldığı ülkülerle ordularını biçimlendirmişlerdir. Suudi gibi ülkelerin ordusu
klarlığı ve krallık ailesini kurumayı ülkü edinmliştir. Katar ve körfes
ülkeleri prensliklerinde de ordular böylesi bir amaç etrafında
şekilendirilimşitir. Bu tarihsiz ülkelerde ne övatan ne halkın çıkarının bir
önemi bulunur, her şey krallığın ve hakim ailenin çıkarları esas alınarak
düzenlenir.
Suriye ordusunun ilkesi ise, İsrail'in
yayılmacı düşmanlığına ve emperyalizme karşı mücadele olarak belirlenmiştir. Bu
ülkü gerçekte tüm bölge halklarının çıkarlarını temsil eden bir ülküdür. Zira
bölgenin son yüz yıllık siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri tarihinin
merkezinde emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele bulunmaktadır. Bu aynı
zamanda Filistin davası ve tüm Arap ülkelerinin gasp edilmiş hakları için
mücadeleyi temsil etmektedir.
Suriye ordusu bu ülküsüyle, halkının
çıkarlarını temsil eden ve ona dayanmakta güven içinhde olan bir ordudur;
orduların tek güvenlik kaynağı da budur halkına dayanmaktır. Bu nedenle Suriye
halkı ordusu için şehit üzerine şehit vernmekten geri kalmamaktadır.1980
sonrası dönemin bire bir gözlemcisi olarak bu gerçeği kendim gözlemlerimle de
bir çok tarihi olayda tespit etme imkanı buldum. 80'li yıllar, İsrail'e karşı
her alanda yürütülen savaş (özellikle 1982 Haziran savaşı) ve eli kanlı
Müslüman Kardeşler Örgütü şebekelerine karşı yapılan mücadele bunu yeterince
açık hale getirmiştir.
Oysa, kapitalist ülkelerde, emperyalist kuklası,
NATO uşağı ülkelerin orduları tam tersi bir duruş içinde olmaktadır. Sık sık
askeri derbelerle toplumu dizayn etme çabaları ise bu orduların kendi
halklarına neler çektirdiğini anlatan dehşet tablolarıyla doludur.
Suriye ordusu halkın bir parçası ve onun
idealleri için savaşan bir ordudur, halkını koruyan ve halkına karşı asla suç
işleyecek girişimlere izin vermeyen bir güçtür. Bu nedenle "Humat el
diyar" (vatan koruyucusu)
olarak adlandırılır. Yarım asırlık tarihinde, karyşı devrim isyanlarına, vatan haini satılmış şebekelere
karşı halkı korumak için gösteridği fedakarlık kadar ülküsü olan siyonizme ve
emperyalizme karşı mücadelede on binlerce şehit vererek sergilediği duruş, bunu
anlaktmaya yeterlidir.
Suriye ordusu bu yapısıyla halkın bir parçası
olarak en yüksek ve en alt rütbeleri aynı tarzda yaşar arada nitelik farkı
görülmez. Emekli olan yüksek rütbeliler bile halkının arasına, tarlasına ya da
mahallesine sıradan bir vatandaş olarak döner. Bu durum, çoğu zaman sıradan bir
ordu görüntüsü verse de disiplinsiz gibi görünse de ülke koruması, toprak korumasında halkıyla iç
içe mücadele eden bir duruş sergileme güç ve kaynağına sahiptir. Bunu her
savaşta ve her ciddi siyasal olaydada göstermiştir. İşte bu ordunun
ilerici, laik, demokrat subayları ülkenin de laik, demokrat, ilerici, direnmeci
çizgisinin ifadesi olarak işlev şekillenmiştir.
Buradan bir soyutlama yapacak olursak şunu söylemek
yanlış olmayacaktır; her ülke ordusu kadar laik, ordusu kadar ilerici,
demokrat, anti-emperyalist ve anti siyonistir...
Suriye ordusu ve subayları bu özelikleriyle, bölgenin
ve bölge halkları adına, siyonizme emperyalizme karşı direnmenin sembolüdürler.
Bu ordunun subayları halkın çıkarları için bir garantör güçtür. Okuyan,
düşünen. siyasal açıdan söyleyecek sözü olan, bölge ve halklarının çıkarlarını
düşünen subayların oluşturduğu bir halk ordusudur…
Suriye, bu zorlu sürecinde bir yıl içinde, devrim
gibi siyasal reformları, sivil anayasa ve üç seçimi (mahalli seçimler, anayasa
referandumu, parlamenti seçimleri) başarıyla ikame etmesinin koruyucu gücü de
orrdusu olmaştur. Oysa, Türkkiye'de tüm yönetimler demokratik reformların
önündeki engeli ülkedeki güvenlik ortamı olarak göstermiş, halkı aldatmaya
yönelmiştir.
Suriye ordusunun halkıyla bütünleştiği yerde
tam burasıdır en güç koşullarda, en güvensiz ortamlarda bile reformları
durdurmamak bunu ifade etmiştir. Halkın gücüne dayanan yönetimler gibi ordular
da dik durma şansını böylece yşakalamış olur. Suriye'nin direnme tarihi
ordusunun tarihiyle böylesine sıkı bağlarla bağlıdır.
Eli kanlı şebekeler, işte böylesi bir orduya
karşı dış güçlerin tetikçiliğini yapıyorlar. Adam kaçırma, kaos, gerginlik,
moral bozma ve halkı aile içinden vurmak için kıyımlar yapmaktadırlar. Bunlardan bir kaç örnek her şeyi anlatmaya
yeter...
KAÇIRMA-KATLETME
Otobüs garında banklara oturan bir orta yaşlı
insan, giyimiyle kuşamıyla sıradan bir vatandaş. Tam arkasından iki kişi
yaklaşıyor, birinin elinde kamera, diğerinin elinde tabanca. Filim çekimi gibi,
silahlı kişi adamın tam sırtına 2 m mesafeden üç el ateş ediyor, adam yere
yığılıyor... Çekim bir kaç saniye de yerde yatanı gösteriyor... Katledilen kişi
Amid rütbesinde bir subay(Albay-Tuğgenaral arası bir rütbe). Yerde boynu bükük
ölüyor.. Suçu Alevi olmak. Vatansever duruş sergilemek…
Dr. Mühendis Amid Mehammed Aslan, Kırdaha yöresinden.
Askeri bir kuruluşta memur konumunda. Her gün Deraa yönünde yerine gidip
geliyor. Önlemlerin almış, sivil giyiniyor, özel arabasıyla görevli olduğu yere
ulaşıp dönüyor. Takip edilmiş, yolu kesiliyor ve ayaklarına altı kurşun
sıkılıyor, o an elini tabancasına atıyor, ölmeden önce, o da eli kanlı
şebekeleri vuruyor. Amid Mehmet Aslan yere seriliyor.. Facebookta yerde yatan
cesedini yayınlıyorlar ve utanmadan şöyle yazıyorlar; "alçak Mecusi Alevi subayı katledilmiştir, ruhuna
lanet olsun"
... 5 çocuğu hanımı ve ailesi ölümleri yaşıyor… Cenazesine katıldım, karısı
kendini mezara attı, “beni de beraber gömün, aşkım öldü ben artık yokum“ dedi.
Göz yaşları sel oldu boşaldı...Yürekler kan ağladı, Alevi dağları inledi,herkes hüzne ortak oldu…Herkes
gibi ben de kan ağladım...
Bu satırları yazarken (7 Haziran 2012 / Perşembe saat
23:00) Şam otoyolunda Nebek mıntıkasında, otobüslerin mola verdiği tesislerde
Raid (yarbay) Firas Ahmed İsmail kaçırıldı. Ailesi perişan kan ağlamaya
başladı...
Siviller subaylar kadar kaçırılanlar
arasındadır. Bir iki örnekle yetineceğim;
Üç memur Zeyzun setinde çalışıyor. Bölgeye elektrik üreten,
petrol yakıtlı enerji merkezi.Yörenin köylerinden insanlar çalışır, ekmek
parasını kazanır. İş çıkışı üç teknisyen kaçırılır, Cisir el Şuğur ilçesine
bağlı Stabrak köyünden, Alevi. İki milyon fidye istenir (yaklaşık 30 000 $).
Cebel el Zaviye bölgesinde tutsak
oldukları öğrenilir.
Hamami köyünde üç kişi alınır. Vatansever Sunni insanlar;
iki gün sonra ikisinin kafaları kesilerek kol bacakları ayrılarak sokak
ortasına atılırlar...
Cemiliye'den Ziraat bankası müdürü Mahmut Hamdo kaçırılır.
3 milyon fidye istenir öldürülesiye dövülür, para karşılığı bırakılır.
Günlük adam kaçırma katletme sayısı yüzleri aşar... Ne
askeri, ne ahlaki ne de siyasi bir başarıyla ilgili yanı olmayan bu olaylar,
sadece yaratıcı anarşi planına uygun çalışır, kaos yaratma amacına hizmet eder.
İstenen de budur.
Halkın iradesini kırmak, korku, panik, zaafa
uğratmak ülkenin yönetilemez hale gelmesini sağlamak, devletin güvenlik
sağlamakta aciz içinde olduğunu göstermek ve uzun sürede kan kaybıyla uygun bir
ortamda, üçüncü aşama olarak belirledikleri “alan kurtarma”ya yönelmek...
İşte bu oyunlara direniyor ve her defasında
dünya şer güçlerini ve ülkedeki vatan haini kuklalarını hezimete uğratıyor… bu
iki güç esasında bir güçtür, halkın çıkarlarını savunun ordular bunun için uzun
dönemde ülkede güvenlik olduğu kadar siyasal başarının da önemli bir etmenidir.
Ancak bu kalıcı olan değil, kendini aşmakla yükümlü olan ve aşmak için
Suriye’de olduğu gibi, sivilleşme yönünde devrim gibi reformları uygulamayı
başaran bir yolda ilerlemelidir. Suriye’nin çok zorlu süreçten geçmesine rağmen
verdiği ders, bu açıdan oldukça anlamlıdır…
KISSADAN HİSSE
Bu derse ülkemizin şiddetle ihtiyacı olduğunu
belirtmek hiç de yanlış değildir. NATO uşağı bir ordunun Türkiye’sinde, Erdoğan
gibi gericilerin, ordu üzerinde tepinmesi mümkün olabilmektedir. Bunun için
yüzlerce subay kulağından tutulduğu gibi, zindanlara atılmakta, haklı-haksız
yarığı kılıcı altında bitip tükenmez adaletsizliklere maruz kalabilmektedir.
Halkın bir parçası olmayan ordulara halkın sahip çıkmaması da bundandır…
Darbelerle, darbe planlarıyla, Osmanlıdan bu güne gelen ırkçı-milliyetçi, tek
boyutluluğuyla ABD hizmetine koşulabilen, NATO uşağı olarak dünyanın farklı
coğrafyalarında halkların birbirini doğraması gibi kirli işlere karışan bir
ordunun halkı temsil etmesi ya da halkın onu el uzatması mümkün olamaz. Erdoğan
gericiliğinin orduyu, böylesi siyasal kirlilik için kendine benzetmesi esasında
eşyanın tabiatına uygundur. Bunlar halkın düşmanlarıdır ve işlevleri de
birbirinden hiçte farklı değildir.
1 Haziran 2012 Cuma
ERDOĞAN’IN SURİYE’YE MÜDAHALE PLANI
ERDOĞAN’IN SURİYE’YE MÜDAHALE PLANI
Mihrac Ural – 30 Mayıs 2012 / Çarşamba
Cib el Ahmar (Kızıl Kuyu) bir köy. 870 rakımlı. Ğab bölgesiyle (Hama şehrinden Amik ovasına uzanan tarım alanları) Alevi dağlarını birbirine bağlayan en önemli yolun, en keskin virajında yer alır. Bu köye, Cumartesi günü yapılan baskın (26 Mayıs 2012), ortaçağlara ait bir mizansenle, çoluk çocuk yalın ayak, dondurucu soğuklarla örülü doruklarda, ormanlık ve çalılıklar arasında canlarını kurtarmak üzere kaçıştılar. Evleri yakıldı, küçük-büyük baş sürülerine el kondu, öldürüldü yaralandılar; uzaktan kurşunlarla yakında ise her zamanki gibi bıçak ve satırlarla doğrandılar. Stratejik bir kavşağın ele geçirilmesinin ötesinde mezhep ayrımcılığına dayanan bir kinle sahnelenen bu kıyım, bölgede dizginlenmesi zor bir etki yarattı. Mezhep çatışması için bir kez daha provokasyon yapılmış oldu. Suriye yönetimi ise bir kez daha bu oyuna gelinmemesi için halkı sükunete davet etti ve meşru güvenlik gücü olarak kendisinin yükümlülüklerini yerine getireceğini belirtti. Doğrusu da buydu. Ancak koşullar öylesine zorlanıyor ki, saat başı bir kaçırılma, rehin alma, katletme haberiyle çalkalanır oldu. Bu satırlar yazılırken aynı bölgede tarım çiftliğinde çalışan bir baytar yardımcısı Velit Sabit Şahin adlı genç, Alevi olması nedeniyle bir kenara çekilerek katledildiği haberi verildi. Son bir ay içinde, aldıkları ağır darbeler altında kaçışan eli kanlı şebekeler akın akın bu bölgeye geliyorlardı. Türkiye sınırına yakın bu dağlık bölgede toparlanmaya çalıştıkları belirtilmektedir. Sözünü ettiğim alan Cebal el Ekrad bölgesidir, bir süredir de bu bölgede de dikkat çeken bir tırmanış gündemdedir. Eli kanlı şebekeler ısrarla bu bölgede yerleşmeye mevzi elde etmeye çırpınmaktadır.
Neden bu bölge sorusu ise, bir başka dehşetle karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor.
Konuyu, karışıklığa yol açmadan kavramak için aklınıza bir dikdörtgen getirin. 20x50 Km² = 100km² alanında bir dikdörtgen.
1. Bir köşesi Türkiye’nin en güney noktası sayılan ve hala Suriye’den kaçan eli kanlı şebekelerin askeri kamplarını bulunduğu nokta, Hatay’ın en güney ucu (Topraktutan), Suriye içene cep gibi inen yaklaşık 36” 48’ K 36” 09’ D Yayladağı’na bağlı nokta.
2. Kuzeyde Afrin nehrinin Hatay sınırıyla kesiştiği nokta
3.Doğuda Cisir el Şuğur’u içine alan Halep-Şam otoyolunun Lazkieye-Halep otoyoluyla kesiştiği nokta
4. Güneyde, Alevi dağlarının kuzey ucu (Türkiye/Hatay sınırına teğet olan Cebel el Akrad tepelerinin en güney noktası) 870 rakımlı Cib el Ahmar mevkii (Kızıl Kuyu köyü).
Bu yaklaşık 100km²lik alanın köşegeni Lazkiye-Halep otoyoludur. Otoyolun güneyi cebel el Akrad (Kürt dağları), kuzeyi ise Derkuş beldesi (Cisir el Şuğura bağlı bir nahiye). En güneydeki tepe ve yol çatısı olan Cib el Ahmar (Kızıl kuyu) eli kanlı şebekeler tarafından saldırıya uğrayıp mevzi haline getirilerek köşegen olana otoyola, yani Türkiye sınırına doğru inmeye çalışıyorlar. Cuma günü ise Derkuş beldesinde yapılacak silahlı saldırıyla, otoyolun Türkiye sınıra bitişik olan kuzey bölgesini mevzi haline getirmeye çalışacaklar. Otoyolu Lazkiye’ye 40. Km sinden itibaren bir alanda köprüleri hava uçurarak, her türden ulaşıma son vermeye çalışacaklar. Böylece devletin bu otoyolu kullanması, ve her iki yakayı denetim altına alması engellenmiş olacaktır. Türkiye sınırı ise yeni durum nedeniyle, emrivaki koşullar gereği eli kanlı şebekelere açık bir sınır haline gelerek dünya şer güçlerinin “silahtan arındırılmış bölge” dedikleri alan, her türden silahın ikame edileceği alan haline getirilecektir.
Bu bölge Suriye’nin en verimli topraklarının tahıl ambarı, zeytin ve meyve ağaçlarının merkezidir. Baas devriminin ıslah ettiği ve halka toprak reformuyla dağıttığı topraklar, devletin etkin tarım desteğiyle Suriye’nin orta tabakasının önemli bir kesimini temsil eder. Tarımda küçük üreticiliğin dünyadaki gelen toplumsal özelliklerin taşıyan bu alanlarda din etkinliği de diğer bölgelere göre çok yoğundur. Kapalı toplum özelliği burada da aşırı dini tutuculuğun zemin bulmasını sağlar. Hama ve İdlip iline bağlı bu alanlar aynı zamanda kapalı toplumsal yapısıyla olaylarda önemli rol oynamaktadır.; Wahabilik ve her türden Selefi Cihat akımları bu alanların kapalı yapılarında, vekaleti kimden alınmış belli olmayan Allah adına her türden yalan, yıkım ve kıyımı meşru sayar. Din ticarete en revaçta olan ticarettir. Küçük bir silahlı azınlığı ortaylığa saçtığı dehşet, bu öbeklerin beldeler üzerinde belli bir etkinlik sağlamalarına yol açmıştır. Silahtan arındırılacak bölgede, bu kitle hedef kitle olarak ele alınmaktadır.
Plan özetle budur. Fransız istihbaratı, Türkiye MİT’i, Katar ve Suudi istihbaratının birlikte planladığı bu girişimin ilk adımlarının atıldığı dikkat çekecek ölçekteki alan hareketleriyle belirgin hale gelmiştir. Bu kanlı senaryonun hayat bulması için Türkiye sınırları esas alınmıştır. Bu günden, Cuma gününe (1 Haziran 2012) yoğun bir baskı altına alınmak istenen bölge şiddetli askeri çatışmaların merkezi olmaya doğru gitmektedir.
Suriye halkı, halkçı yönetimi ve Mukaveme Suriyyi güçleri bu planı yerle bir edecek tüm hazırlıkları almış olduğunu ve bu plan sahiplerinin başına bir çuval gibi geçirileceğini önemli belirtirim. Vatan hainlerinin dış güçlerle sahnelemek istediği böylesi planlar, bölgede savaş süreçlerini açmaktan başka bir işe yaramayacağı ise açıktır. Bölge halkları ise her türden savaşa şiddetle karşı durma kararlılığı içindedir.
Bu plan, dünya şer güçlerinin tüm desteğine rağmen yaşam şansı olmayan bir plandır. Suriye halkı, ülkenin her bir bölgesini her bir köşesini kanla canla başla savunma kararlılığını gösterdiği gibi bundan sonra göstereceği açıktır. Ülkede gelen bir çağrı yapılmamasına karşın, halkın yönetimle omuz omuza çatışmalara girme yönünde gösterdiği kararlı duruş, güvenlik güçlerine bir moral destek ve ülkeyi kana bulamak isteyenleri sınırlayan bir veridir.
II. PERDE
Suriye’ye üzerine oynanan oyanların ikinci perdesinin açıldığını önceki makalelerimde izah ettim. Bir yıllı aşkın süredir yeryüzünün tüm şer güçleri, öncelikle medya üzerinden 7/24 kesintisiz yalan, abartma, kurgu, uydurma haberler yaparak bilgi kirliliği içinde dünya kamuoyunu da yanıltarak Suriye üzerine yürüdüler. Siyasi içeriği olmayan, sonrası için bir program ve hedefi bulunmayan halk adına hangi amaçların olduğunu dahi ilan etme gereği duymadan, düzen yıkma harekatı başlatıldı. Iskat el nizam çığlıkları bir elin parmak sayısı kadar insandan çıkmamışken medyaya binlerce insanın haykırışı gibi yansıtıldı; Tunus’ta, Katar’da, Hatay’da uydurulan senaryo çekimlerle, ”Suriye’nin farklı yerlerindeki gösteriler” olarak izleyicinin önüne sürüldü. Özellikle mezhep ayrımcılığı üzerinde durularak ilkel alt kimlikler bilinçaltı labirentlerinden çıkarılıp iç savaş yaratmak için ortaya atıldı. Bölgeler arası ayrım üzerine, aşiretler, Tarihi şahsiyetler üzerine, Ordu ve güvenlik güçlerini bölünmesi üzerine aklın sınırlarını zorlayan kurgular yapılar pazarlanıp durdu. Tarihin en kapsamlı ve en büyük yalanları sergilendi mali ve askeri lojistik destekler öyle bir boyut aldı ki, devlet bütçelerini aşar oldu. Ancak sonuç alınamadı.
Suriye halkı, ezici çoğunluğuyla yönetimin arkasında durarak bu oyunları hezimete uğrattı. Bu hezimetini zemini olayların birçok haklı demokratik taleplerle belirmeye başladığı andan itibaren halkçı Suriye yönetiminin ilan ettiği reform paketinin ikamesinde ortaya koyduğu takvime sadık kalıp, bunu halkın müktesebatı içine resmi olarak katmasıydı. Suriye yönetimi, soğuk savaş bakiyesi bir sistem olarak kendi iç evrimini böylesine güçlücü yapabilmesi önemli bir öz güven belirtisiydi. Bu tür sistemlerde devlette yıkım ve kırılma olmadan dönüşümlerin gerçekleşmesi mümkün değildi. Suriye bunu halkıyla yönetimi omuz omuza vererek üstelik tarihin en amansız baskıları ve iç sorunları altında başarmıştı. Yapılan reformlarla, demokratik, katılımcı, parlamenter çoğulcu bir sisteme kavuşan ve bunu üç seçim sürecinden de geçirerek sınayan Suriye, halkıyla yönetimiyle üzerine kurgulanan tüm oyunlara karşı direneceğini göstermişti. Bu, dünya şer güçlerinin yaklaşık bir buçuk yıldır sürdürdükleri çırpınışların, sarf ettikleri malı ve askeri fonların hezimetiydi. Ancak direnme devam ettikçe komploların da süreceği açıktı. Birinci perdenin kapanışını kısa bir süre sonra ikinci perdenin açılışı takip etti.
İkinci perdeyi en iyi tanımlayacak şey kaostur. “Yaratıcı Anarşi”nin ortaya koyacağı bu tablo, Suriye’yi sürekli bir karışıklık içinde tutup, enerjisini iç kanamayla tüketene kadar zorlamaktır; sokaklar, şehirler, beldeler sürekli sıcak askeri çekişme ve gerginliğin baskısı altında tutup devletin tüm kurum ve kuruluşlarını işlemez hale getirmek ya da güvenilirliğini yok etme üzerine kurgulanmış çabalar gündeme gelmeye başlamış bulunmaktadır.
Bu aşama bir iç kanama aşamasıdır; iç savaş olmadığı için de uzun süreli olacağı söylenebilir. Devletin kimi alanlarda güvenlik sağlama güçlüğü çekmesi, o alanlarda türedi şebekelerin fide karşılığı adam kaçırma olaylarının aldığı boyut, yer yer silahlı çatışmalarla da kendini ifade eder hale gelmiştir. Silah yardımlarının Türkiye üzerinden akın akın Suriye’ye sızma girişimleri bir yana, Libyalı, Yemenli Iraklı el kaide militanlarının sürece etkin olarak müdahale etmesi, bu mücadelenin boyutlarına bir gösterge olmaktadır.
Sonuç olarak Türkiye karanlık ve kukla akılların yönetimi altında, Suriye’ye düşmanlık etme ısrarını sürdürmektedir. Düşmanlığında hiçbir nedeni ve gerekçesi olmamasına karşın, kardeşin kardeşi katletmesi için elinden elini yapmıştır: Bunu da dünya şer üçlerinin kuklası olarak yapmaktadır. Türkiye alnına kaldırılması mümkün olmayan bir kara lekeyi böylece sürmüş bulunmaktadır.
Osmanlı tarihinin karanlık istila süreçlerinden sonra gündeme gelen Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” tezi bölgede olumlu yolda bir istikrar getirmiştir. Bu dengeyi, Amerikan ve NATO süreçleriyle sarsan II: dünya savaşı sonrası gelişmeler, bir yandan ülkeyi tahrip eden diğer yandan dış ilişkileri düşmanlık üzerine kurgulayan bir Yeni-Osmanlıcı gelişim olarak gündeme gelmiştir. Bundan sonra ülke içi cumhuriyetten geriye kalan ve zaten çok çelişkili olan yapının tasfiyesiyle karanlık çağlara çekilme sürece başlamıştır.
Cumhuriyetteki Osmanlı aklı olarak bölgede vahşet denklemleri örmeye bir kukla olarak devam etmektedir. Türk halkının bu sorumsuz iktidarla bölge halkları adına hesaplaşması bir yükümlülük haline gelmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)