23 Ağustos 2009 Pazar
Demir Küçükaydın'ın Talihsiz Ulus Algıları
Mihrac Ural
23 Ağustos 2009
Demir Küçükaydın şehvetle polemik yapan ender devrimcilerden biri. Niğde zindanında birlikteydik (1979 sonbaharı). Disiplinli çalışmasının tanığıyım, okuyup yazan kendi doğrularını oluşturmuş bunun arkasında duran biri. Tek taraflı yaptığı polemiklerle de bu sürece devam ettiği gözleniyor.
Demir, polemikte kılı kırk yararak gösterdiği hassasiyetler, zaman zaman kırıcı üsluplara uzandığına, zaman zaman tarih, gelecek, felsefe, sosyoloji gibi karmaşık konularda anlaşılmaz hallere düştüğüne de tanıklık yapıyorum. Kendi ifadesiyle hasmı tırmalamak, ezmek, “parçalamak” dürtüsü, bu polemikleri okur açısından çekilmez kılmaktadır. Sayısı az kalan ve uzun yazı okuma ısrarında sebat gösteren bizlere bile zor gelen bu üslubun çok yararlı olduğuna inanmak güç gibidir. Özelikle cevapsız kalan polemikler bir noktadan sonra zorlama bir hale geliyorlar. Bu ilgili izlemeyi de tıkamaktadır. İşin diğer bir yanında demirde kendisini eleştirenlere cevap vermeyerek farklı bir açıdan tutarsızlık göstermesi, bu polemiklerin samimiyetini de zedelemektedir.
Her şeye rağmen, kendi doğrularını kendi soyutlamalarıyla dile getiren bir insanın düşünceleri saygıya değer görmek gerek. Okura faydalı olacağı noktalarda da gözlemci kalmadan, sürece kendi doğrularımızla katılmayı uygun görürüz.
Bu makalem, Demir Küçükaydın’ı eleştiren ikinci makalem olacaktır. Birincisi; “Hegel’in tarihsiz ulusları ve Demir Küçükaydın’da ‘Türklük” başlığını taşıyordu. Konumuz Türk ulusunun tarihi ve kendini ifade etmesiyle ilgiliydi. Eleştirdiğim makalesi “Türklük nedir?”de, Türk ulusu algısına ağır ithamları bulunuyordu. Bunun doğru olmadığını savunma durumundaydım. Uzun eleştiri makalemde, ulusal tarihin, siyasal bir tarih olmadığı nesnel bir ortak yaşam, ruhu şekillenme, coğrafya, dil gibi birçok verinin evrimiyle, birikimiyle ilgili olduğunu ifade ettim ve ulusları tarihsiz gören, belli bir düşüncenin çıkarlarıyla ilgili olduğuna ilişkin yaklaşımlarını eleştirdim. Söz konusu makalemde Türk ulusunu yok sayan, onu bir Yahudi sermayesine örtü gibi gören ele alışın, bilimsel olmadığını ve tarihin bilisel algılarıyla tamamen çelikli bir durum olduğunu belirtmeye çalıştım.
Türk ulusunun tarihteki yeri ve insan toplulukları içindeki önemli yerine vurgu yapmıştım. Türk milliyetçi solculardan beklenmesi gereken cevabı benim vermek zorunda kalışım, benim doğrularımla ilgiliydi. Bunu yerine getirmiştim.
ULUS, BİR SİYASİ DURUŞ,
BİR EDEBİYAT YA DA
FİKİR JİMNASTİĞİ DEĞİLDİR.
Ulus konusunda o gün dile getirdiklerini daha da ilerleten Demir Küçükaydın, sonuçta öyle bir yere vardı ki ulusu, siyasi ya da askeri bir vakanın şafağında doğan düşünsel bir istencin kategorisi olarak tanımlar oldu. Düşünce, fikir jimnastiği gibi, siyasi tutum ya da askeri eylem gibi sonuçları ulusun tarihsel evrimiyle ilgili nesnel verileri yerine konması, konumuz dışı felsefi bir tartışmaya yönelecek söylemleri beraberinde getiriyordu. Bu yaklaşımı özetle şu satırlarda belirgin hale getiriyor:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik donemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akimi olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.
Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.” (Demir Küçükaydın, “Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?” Adlı makalesi)
Bu satırlarda Demir Küküçaydın, sonuç oldukları bile tartışma götürür verileri ulusun doğuş verileri olarak göstermiştir. Bırakalım tarihin derinliklerinden söküp gelmiş ulusal ortak bölenleri, bu tür siyasal tutumlar ya da askeri tutumlarla bir ulusun doğuşunu tanımlamak ne kadar ciddi bir tespit olabilir. Her askeri eylemin, başarılı olup olmama riskleri taşıdığı göz önüne alınırsa, ulusun doğup doğmaması buna endeksli olduğu söylenebilir mi? Talihsiz bir ulus algısı ancak bu kadar basit ve sıradan olabilir.
Cumhuriyet döneminde Kürtlerin 25 isyanından söz edilir (http://forum.arbuz.com/showthread.php?t=43371). Bu isyanlara, Osmanlı döneminin isyanlarını ve diğer ülkelerdeki Kürt isyanlarını eklersek sayının çok kabarık olacağı açıktır.
Demir Küçükaydın’ın mantığıyla hareket edecek olursak, Kürt ulusunun doğuşu önemli bir askeri eylemin konmasına bağlı ise Kürtler bunu tarihleri içinde 200 yıldır ortaya koymaktadırlar. Bu anlamda Kürt ulusunun doğuşu 1800’lü yılların başına olmalıydı. Üstelik bu isyanlar arasında açıkça Kürdistan bölgesinin bağımsızlığını savunmuş ayaklanmalar da bulunmaktadır.
Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul) Osmanlı döneminin bilenen en eski isyanıdır, “Kürdistan bölgesinin bağımsızlığı”ndan söz etmesi dolaysıyla Şeyh Ubeydullah isyanı (1880) ya da Koşgari isyanı (1920- Koşgiri) diye bilinen Osmanlıda son Kürt isyanı dizesinden söz edilebilir. Küçükaydın, kendi teziyle tutarlı olabilmesi için bu isyanları, Kürt ulusunun doğuşuna veri olarak göstermesi gerekirdi. Ancak bunu yapmıyor. 1984 Eruh baskınını veri olarak ele almayı, Kürt ulusunu tarihsizleştirmek için daha uygun görüyor. Bu, gündemdeki Kürt özgürlük hareketine bir methiye ise, önceki ayaklanmalar atlanarak yapılmayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu isyanların tümünü (Osmanlı+Cumhuriyet dönemi 38 İsyan) yenilgiye uğramış isyanlar oldukları için hesaba katmamışsa, bu yaklaşımı çok daha büyük bir hataya düşmek anlamına gelir; ulusun doğuşu askeri zafere bağlı kılınmış olur. Buradan bakınca da son Kürt ayaklanmasının başarısız olması halende, Kürt ulusunun da rahimde ölen bir cenin olması gerekecek. Bunun neresi bir mantık önermesi olarak görülür anlamak güç.
Türk ulusunun doğuşunu, Ermenilerin katledilmesine (1915) endekslemek, ulus algısını tarihsiz bir fikir jimnastiği, bir edebiyat girişimi görmekle kesişme içindedir. Bu noktada ulusu oluşturan ve tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş yolculuklarıyla kararlı bir duruş sergileyen tüm nesnel verileri yok saymaktır. Ulusu düşünce eseri bir siyasal olay olarak algılamaktır. Ki Küçükaydın bunu yapıyor.
Demir Küçükaydın’ın yukarıdaki satırlarından başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu yaklaşımı diğer yazlarında da ısrarla tekrar etmektedir.
Ulusların tarihle bağını tamamen koparan bu yaklaşımlar, ulusun bir tarihsel kategori olarak algılanmasıyla sorunludurlar. Zira her tarihsel kategorinin tarih içinde evrimini yaşayarak ilerleyip gelen nesnel verileri olduğu gerçeği yok sayılmış olur. O anın, o kesitin bir verisi olarak ortaya çıktığı iddia edilir. Bunun için de ulusa simgeler oluşturulur; kazanılmış bir savaş, bayrak, lider, devlet gibi simgeler o anın (ulusun doğuşu) yoktan var edilmesini temsil eder. Bu algıda tarihe yer verilmez, varlıkları yok edilmesi gereken safralara tarih oluşturmak mücadeleyi zora sokar anlayışı hakim olur.
Bu yaklaşımın arka palanında eskimiş bir tartışma yatıyor. Torçki’nin ”eklektik” (Lenin) görüşleri bulunuyor. O da ulus gerçeğini “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ve dünya devrimiyle bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. (“Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yap¬tığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı” Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)
Demir Küçükaydın, daha geri bir yaklaşımla ve en iyimser halde ulusları, ulusal devlet girişimi olarak ele almaktadır.
Öncelikle bilinmesi gereken Tarihsiz hiçbir şeyin olmadığıdır. Tarihsiz uluslar kavramını ilk ortaya atan Hegel “Tarihsiz uluslar” kavramını Avrupanın bir dizi küçük ulusunun karşı-devrimci duruşları nedeniyle dile getirir. Engels, 1848 devriminin başarısızlığını irdelerken bu söyleme sarılarak açıklama yapmaya çalışır. Sınıf mücadelesi bakış açısı altında ulusların tarihten silinişine kadar da bu “tarihsiz uluslar”ın gerici roller oynayacağı gibi, tarih tarafından doğrulanmayan siyasi sonuçlara varır.
Tarihsiz ulus yoktur olamaz da. Tüm resmi tarihler yalan, abartma ve aklamalarla oluşmuş olsa da her ulusun bir tarihi vardır. Atatürk’ün Anadolu’yu 40 asırlık Türk yurdu ilan etmesi, güneş dil teorisi gibi komediler ve Sümerler, Hititler gibi birbiriyle de ilgisiz uygarlıkları Türk uygarlıkları ilan etmesi gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan tarih dolgular böylesi verilerdir. Ulusların tarihlerinde bu ve benzeri tür olumsuzluğun yoğun ya da hafif olması ve bunun tarihte oynadığı siyasi rolün ilerci ya da gerici olması konumuz dışındadır. Resmi tarihin abartma ve yalanları ulusun kendi bireylerince de deşifre edilerek tasfiye edildiği de bilinmektedir. Her haliyle uluslar bir tarihle insanlık topluluğu içinde yer alıryorlar.
Tarihsizlik yoklukla eşitliktir. Bu günü olan her şeyin bir tarihi vardır. Bu sadece düşüncede “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) tarihli olma anlamında değildir. Ulusu oluşturan tüm verilerin evrim tarihi demektir. Bu evrimin tarihi olmadan hiçbir veri ulusun oluşumuna katkı yapamaz. Bu anlamda geçmişin gelecekte yer alabilmesi için, tarih sahibi olmak gerek.
Ulusal bir algıya ait düşüncenin “gebelik ve ebelik” dönemine ulaşabilmesi için, birbirinden çok farklı bir dizi kategorinin de tarih içinde önemli bir evrim izlemiş olması gerekli. Sonuçta ulusal var oluş, bir siyasal yapılanmaya dönüşürken bütün bu farklı kategorilerin bir ulus adıyla simgeleşmesi gereklidir.
Ulusu oluşturan her bir verinin tarih seyir-ü seferinde kırılmaların olması, fay hatlarıyla yönelim farklılıklarının doğması da mümkündür. Dil, gelenek görenek, coğrafya, iktisadi yaşam birliği gibi birbirinde nispi bağımsızlığı olan bu kategorilerin tarihteki evrim süreçleri böylesi bir özellik gösterebilir. Ancak bu unsurları birbirinden nispeten bağımsız evrimleri belli bir olgunluğa geldikleri zaman, ulusal birliği tüm simgeleriyle, edebiyatıyla, fikir jimnastikleri, siyasal yapılanmaları ve sonuçta ulusal devletiyle taçlanırlar. Ulusu oluşturan unsurların evrim süreçlerinde ki kırılma, farklı ulusal yapıların oluşmasına da yol açabilir. Amerika’nın İngiliz dilini kullanmasına, İngiliz kökenli çoğunluğun olmasına karşın coğrafi kırıma sonucu farklılaşarak İngiliz ulusundan ayrı bir ulusun doğmasına yol açmıştır. Türki cumhuriyetler ile Türk ulusu arasındaki durumda benzer bir özellik gösterir.
Her şeye rağmen ulus, dil, gelenek görenek, coğrafya, ortak refleks, iktisadi yaşam birliği gibi temel unsurları olan, nesnel verilerin evriminin belli bir olgunluk düzeyine denk gelen tarihsel kategorisidir. Bu da ulusun tarihsiz oluşamayacağını yeterince açıkça gösterir.
Ulus, bir siyasi eylemle doğmayacak kadar yoğunluk gerektiren evrim birikimlerine ihtiyaç duyar. Bunun adı tarihtir. Bu tarihi kimin nasıl kullandığı ayrı bir konudur. Bu tarih olmadan ulus diye bir kategori olamaz. Dilin tarihteki evrimi, gelenek ve göreneklerin, aynı ve ortak bir coğrafyada olmanın tarihsel evrimi, ekonomik yaşamın inişli çıkışlı konjonktürlerine rağmen gelip dayandığı ortak ilişkiler ve buna benzer bir dizi etmen, sonuçta ortak bir insan topluluğu refleksi yaratacak kadar aynı mecraya akarak ulusu oluşturur.
Marksist algıların merkezinde modern ulusların kapitalizmin şafağında doğması olayı, iktisadi temelleri olan bir sürece denk düşer; merkezi pazarların oluşması, ortak dille merkezi pazarlarda ticaretin, üretimin ve mübadelelerin gerçekleşmesi modern ulusun temel zeminleri olarak kabul edilir. Ulusun oluşumu için bu da tek başına yetmez, geçmiş tarihten gelen, kendi bağımsız gelişimiyle birikimini geliştiren dil, gelenek görenek, coğrafya gibi verilere gerek duyar. Bu veriler nesnel verilerdir, ne “edebiyat” ne de “fikir jimnastiği”dir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması olayı budur.
Bu yaklaşımın temeli, ulus olgusunda evrimin birikim verileridir. 15.16.yy Merkantilist dönemi ulusal devletlerin kuruluşuyla şekillenirken, ticari kapitalizm merkezi pazarları güçlendirip, tarihi evrimini uzun bir zaman içinde olgunlaştıran dili ve coğrafyayı da belli bir merkezi yapıya kavuşturur.
“Lenin, bu süreci, “ Kapitalizmin gereksinimleri arasında, nüfusun ulusal bileşiminin mümkün olduğu kadar türdeş hale gelmesi gereği de bulunacaktır, çünkü iç pazarın tam olarak ele geçirilmesi için ve iktisadi ilişkilerin tam serbestliği için ulusal nitelik, dil birliği önemli etkendir.
...Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sol yayınları, s; 47-55) Diye tanımlar.
İktisadın yeni unsurlarıyla birlikte, ihtiyacı duyulan örgütsel yapılanma için artık her şey hazır bunuyordu. Marks’ın deyimiyle, etnik temelden çok toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlaki değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkan bağlar, ulusal bağlar olarak şekillenmiştir. Burada en önemli unsur, etnik unsurlardan çok (ki, etnik unsurlar çok önemli ve olmasa olmaz koşullar olmasına rağmen) yıllar içinde şekillenmiş toplumsal, ekonomik ve politik bağlardır. Etnik bağlar, toplusal ilişkiye ulus bileşiminin kapılarına kadar getirebilir ancak ondan öteye gidemez, ekonomik gelişmelerin yarattığı yeni unsurlar katılmaksızın bu süreç ulus bileşimine uzanamaz. Ulus bileşiminin tarihsel bir kategori olması da tamamen bunu ifade eder.” (Mihrac Ural, Kürtler ve ulusal devlet makalesi. Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Ulusların belli bir tarihle ortaya çıkışlarını tanımlayan bu yaklaşım bu gün için de geçerliliğini koruyan bir yaklaşımdır.
Bunların tümü aynı kapıya çıkıyor. Ulus tarihi evrimlerin ürünü olarak ortaya çıkar.
Ulus bu noktadan itibaren (bu tarihi birikimlerden sonra) bir edebiyat, bir fikir jimnastiği, bir program önermesi ve sonuçta bir siyasal tutum ve davranış olarak böylece ortaya çıkar. Bu ulusal bir devletle taçlanmaya kadar da yükselebilir.
Ulusu oluşturan temel unsurların tarih evrimindeki kırılmalarının farklı ulusal oluşumlara yol açabilmesi bu unsurların uluslara ait tarihlerini ifade eder. Bu aynı zamanda tarihsiz bir ulusun olmayacağına da önemli bir göstergedir.
Amerika ulusunun (Amerika ulusu olgusu çok tartışmalıdır) bir dilin, birden çok etnik yapının coğrafyadaki kırılmanın yarattığı bir sonuç olması bundandır. Yakın bir tarih taşısa da, Ulus olduğu tartışmalı olsa da Amerikan ulusunu oluşturan bir dizi temel unsurun tarihsel evrim içinde, ortak bir kaderin, ortak bir reflekste, ortak bir coğrafya üzerinde, ortak bir dille oluşmasının ifadesidir. Bunun için ne Amerikanın keşfi ne de İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı ne de tek başına iç savaşın belirleyici rolü vardır. Bu bir süreç ve süreç sonucunda birçok unsurun tarihsel evriminin ortak bir mecrada kendini bir topluluk olarak ifade etmesinden ibarettir.
Bu söylemi bölgemiz ulusları için, hatta Avrupa için çok daha gerilere götürmek ulusun tarih algısı için daha aydınlatırcıdır.
TARİHSİZ ULUS YOKTUR
OLAMAZ DA
Demir Küçükaydın, “Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.” (Agm) Diyor. Bu belirlemeleri mantıki sonuçlarına götürmeye gelince, siyasi yaklaşımlar ağır basıp bundan vazgeçiyor. Tarihte beli toplulukların belli etnik isimlerle tanımlanmasının nelere dayandığını açıkça görmesine rağmen siyasal tercihleri bunu ilerletmeye izin vermiyor. Birilerine, tarihte Türk, Kürt, Arap denmesine neden olan ortak bileşkelerin modern çağlara kadar çekip gelmiş bu ortak özeliklerince ulusun oluştuğu gerçeği, her ulusun belli bir tarihe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir: Ancak Küçükaydın bunu görmek istemiyor.
Tarihin derinliklerinde birilerine, üstelik yazılı edebi metinlerde dahil olmak üzere, Türk, Kürt, Arap, Fars demenin verilerini belirlediğimiz zaman bu verilerin 1000-2000 yıl içinde geçirdikleri evrimi de hesaba kattığımızda görülecektir ki, kaçınılmaz olarak bir “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) ulusla ilgili sonuçlar çıkacaktır. Bunlar binlerce yılın nesnel birikimlerinin sonucudur. Başlangıcı değil.
Bu nedenledir ki, aynı coğrafyada uzun bir tarih birlikteliği içinde ilişki sürdürmelerine, Türk ulusu, ulusal bir devlet olarak örgütlenmesine ve bu devletin hükümranlığı altında Anadolu’nun tüm etnik yapılarını birleştirdiği iddiasına rağmen, ne Ermeni’sini ne Arap’ını ne de Kürt’ünü bir üst kimlikte birleştirememiştir. Bunlardan bir ortak ulus kuramamıştır. Tarihsel evrimi içinde bu etnik yapılara daha ileri bir dil, kültür, gelenek ve görenek getirip içselleştirebilseydi, bu gün modern Avrupa toplumlarında gördüğümüz, geçmişin onlarca etnik yapısını içinde hazmeden ve onları üst kimlikle bir ulus olarak örgütleyen modern Anadolu ulusunu görecektik. Bunun gerçekleşmemesinin tek bir açıklaması var, o da ulusu oluşturan farklı nesnel verilerin tarihsel evrim farklılığıdır. Türk’ün dili, Kürt’ün dili kültürü, coğrafyası, ekonomik yaşam ortaklığı farklı evrim süreçleriyle birbirinde ayrışmış, ayrı kanallardan ayrı ulusların oluşuna kaynaklık eden birikimler yapmıştır. Bu nedenle Anadolu tek bir ulusun coğrafyası olamamıştır.
Demir Küçükaydın bu noktayı kavramakta zorlanmaktadır.
Bu tarih evrimi üzerinde uluslar yükselmesiydi, yakın dönemin tüm ortaklıkları Anadolu’da tek bir modern ulusun doğmasına yeterli askeri eylem, siyasi ortak duruş bulmak zor değildi.
“Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.”(Agm) Bu cümleyi önceki bir makalesinde daha yalın olarak şöyle dile getirmişti: “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
Ulusların tarihi olmadığına ilişkin bu söylem, öncelikle kendi içinde tutarsızdır. Ulusların modern bir olgu oldukları doğrudur (Kapitalizmin şafağında doğama esprisi olarak), ulusları tanımlamak, bir tez olarak formüle etmek, yorumlamak, tarihiyle ilgili araştırma yaparak, bu modern olguyu hangi köklerden evrimleşerek geldiğini tanımlamak ise çok doğal olarak sonra mümkün olan bir adımdır. Hiç kimse televizyonun tarihini, televizyon ortaya çıkmadan önce yazmayacaktır, I. Dünya savaşının da tarihi sonra yazılacaktı. Küçükaydını’ın söylemeye çalıştığı şey ulusların önce yazıldıkları sonra var olduklarıdır. Bu tez ona münhasır bir tezdir, açıklaması da ona düşüyor.
Demir küçük aydın sonuçları, neden yerine koymakla gösterdiği ulus karşıtı tepkilerini yorumlamak bu yazının konusu değildir. Ama ulusla ilgili bu yaklaşımı tarihle uzak yakın hiçbir ilintisi olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tarihsiz bir ulus yoktur. Ulus bir tarihsel kategori olarak tarihin nesnel verilerinin birikimleri içinden doğar ve bu verilerin söndüğü yerde de söner. Tüm uluslar doğmuştur ve söneceklerdir. Sönmeyecek bir ulus olmayacaktır, doğan her şeyin ölümlü olduğu gibi. Doğada ve toplumlar tarihinde, Her doğum bir yadsınmadır. Bunun da yadsınması ölüm doğum denkleminde gizlidir. Ulus önceki toplumsal süreçlerin içinden çıkıp gelmiş verilerle, önceki toplumların içinde gelişerek, onları yadsıyarak ortaya çıkar. Bunun gerçekleşmesi için tüm iradelerden bağımsız ve her iradeci eylemden özgür bir nesnel birikimin eseridir. Ulusların tarihi de burada yatar.
Merkantilist dönemin ekonomik verileri (ki bunlarda kendine özgü bir tarih evriminin sonucudurlar) sosyal, siyasal ihtiyaçlarını düşüncede yansıttığı kadarıyla kendini ifade eden sonuçlar, toplumsal örgütlenme, kültürel gelişme, dil gelişimleri, coğrafi algılar ve sınırlarla taçlanan ulus oluşumu ve bunun mantıki sonucu olarak ortaya çıkan ulusal devletler modern ulusları ifade etmiştir: Kapitalizmin şafağında modern ulusların doğma esprisi de budur.
“Gerçeğin göreli olduğu” söylemi içinde değerlendirdiğimizde, ulus bu kesitte doğmuştur. Ancak bu kesitin ürünü değildir. Tersine uzun bir tarihin ürünüdür. Bu açıdan tarihsiz ulus olunmaz demek bilimsel bir yaklaşım olmasına karşın, ulusların tarihi yoktur demek bilimden uzaklaşmaktır.
Demir Küçükaydın, ulus olgusuna tek boyutlu dünya devrimi zemini üzerindeki karşı çıkışı, ulusları inkar etme ve bu yolla ulus sürecine girmeden bir başka toplumsal süreçlere uzanmanın iddiası içindedir. Tüm uluslar tarihsiz olduklarına göre varlıklarının da gerici olması kaçınılmaz bir fikir jimnastiği haline gelir.
Buradan ulussuz bir sürecin ele alınması mümkün hele gelir. Bu ne işe yarar derseniz, dönüp sosyalizmin tek boyutlu bir dünya devrimiyle kurulabileceği Torçkist algısına bakacaksınız. Bu algının ulus yaklaşımının siyasal bir veri olduğuna ve ulusal her istencin gericilik kaynağı olduğu yaklaşımını bilince çıkartacaksınız. Demir Küçükaydın, 20.yy gerçeğinde ulusal sorunu ve bunun günümüze taşınan verilerini, önemini, bölgemiz ve dünya için taşıdığı önemi göz önüne almadan bu yaklaşımları yapmaktadır. Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan bir dizi gerçek ulusun, tamamlanmamış ulusal evrimleri için mücadelelerini görmezden gelmekte bunları gericilik kapsamında toplayıp silip atmaktadır. Aynı mantıkla Kürt ulusuna yaklaştığın gözlememesine karşı, bu durakta daha temkinli cümleler kullanması işin ayrı bir boyutudur.
Bu yaklaşım, Kürt ulusal hareketine kaynaklık eden, tarih içinden çıkıp gelmiş birikimleriyle Kürt ulusunu oluşturan verileri de hiçe sayar. Küçükaydın, bunu doğrudan söylemese de mesajı budur. Bir askeri eylem dizisinin başlangıcına kadar düşürdüğü Kürt ulusunun doğuşunu, tarihsiz kılmakla da geleceksiz ilan etmektedir. Zaten ulus olgusu, Demir için anlamlı hiçbir gerçekliği olmayan “safra”dan ibarettir.
Söylenmemiş söz üzerine yorum yapmak uygun değildir. Ancak ulus üzerine geliştirilen tüm söylemlerin ortak ülkemizi ilgilendirdiği ve bunun merkezinde Kürt ulusal hareketinin olduğunu göz önüne aldığımızda çok riskli bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımızı anlamak güç olmayacaktır. Bu yaklaşımlar, geçmişi ve geleceği olmayan bir mücadele diye ulusun özgürlük ve demokrasi talebini, tarihin hiçbir döneminde sonuç almamış sınıf mücadelesi ve ütopik dünya devrimi gibi mücadelelere endeksleyip, yakıt olarak tüketme eğilimi taşımaktadır.
Makalemi kısa tutmaya çalışıyorum teorik, tarihsel, ekonomik süreçlerle boğmak istemiyorum. Ancak millet, kavim, milliyet, Ulus gibi kavramların Ansiklopedik anlamları birbirine çok yakın olsa da zaman zaman bu kavramların farklı anlamlarda kullanıldığı siyasal yazımlar olduğu bilinmektedir. Millet ve ulus aynı anlamda kullanılsa da, Arapça’da millet Türkçedekinden çok farklı bir anlamda, daha çok mezhepsel, yöresel insan toplulukları anlamında, küçük topluluklarla ilgili kullanılır (Pazar yerinde farklı yörelerden alışveriş için gelmiş insanlar tanımlanırken milletin çoğul olarak “Milel” denir). Ulus karşılığı ise “Kavm” kelimesi kullanılır. Ulus Türkçede kapitalizmle birlikte doğan belli bir tarihsel kategori olarak tanımlarken, Arapçadaki karşılığı olan Kvam kelimesi ise Arapların tarihleri boyunca oluşan insan topluluğu olarak (ortak dil, ortak coğrafya, gelenek görenek ortaklığıyla belirlenen) varlıklarını tanımlar. Yani Arap ulusu, İslam’dan öncede var olan, İslam’la birleşen ve bu güne kadar kendini dil ortaklığıyla, coğrafi, gelenek görenek, ekonomik ve ortak reflekslerle tanımlanan modern bir ulusu da ifade eder. Bu açıdan Araplar kapitalizmin şafağı gelmeden kendi birliklerini “ulus” olarak tanımlamaktadırlar. Batı uygarlığı merkezli düşünme zorunluluğuna mahkum olmadan, evrensel ölçekte bir standart bulmak güç olsa da, ulusların açık ve net olan derin tarihlerle var olduğu gerçeğini görmek zor olmayacaktır. 2500 yıllık Fars devletinin hükümranlığı altındaki insan topluluğunu tanımlarken, yaşanan tüm tarihi toplumsal dönüşümlere karşın (köleci, feodal, kapitalist) kendilerini Fars ulusu olarak tanımlamaları da benzer bir durumdur.
Her ne zemin üzerinde ele alınırsa alınsın, Ulus, kavm, millet, belirgin özelikleriyle dil, coğrafya, gelenek ve görenek (kültür), ortak ruhi şekillenmenin yarattığı, ortak reflekslerin tarihsel evriminin bir ürünü olarak dünden bu güne gelmektedir. Ulus doğuş anının siyasal düşünce itimi ile oluşan bir kategori değildir. Bu gün ulus diyebileceğimiz her insan topluluğu, tarihlidir. Tarih öğesi olmayan hiçbir insan topluluğu ulus olamaz. Ulusların tarihinde ya da sonuçta ortaya koyduğu kimi refleksleri, kimi ulusal fikir jimnastiklerini ya da başkalarına karşı giriştikleri hunharlığı ya da özgürlük hareketini ulusun doğuşu olarak görmek, eğer bir siyasal mesaj değilse, maddi gerçekleri düşüncenin oluşturduğunu iddia etmek kadar tehlikelidir.
Bu durumda tartışmamız felsefi bir tartışmaya döner ki yeri burası değil; düşünceyi belirleyen maddi gerçeklerdir materyalist verisi yanılmıyorsam aramızda ortak bölen olamaya devam etmekte olan felsefi bir ilkedir.
ULUS, ÖZNEL DEĞİL,
NESNEL BİR EVRİMİN ÜRÜNÜDÜR
Demir Küçükaydın, Türk ulusunun doğuşunu önceki makalelerinde benim algı katsayımı aşan bir yaklaşımla şöyle tanımlıyordu.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
“Türk ulusu var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğu” (Agm)
“Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm)
Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan. ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm)
“Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı”
“varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” (Agm)
“Kurt Türk Çatışması Neden Olmadı?” makalesinde ise şunları dile getirmiştir:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur” (Agm)
“Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.”
“ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.” (Age)
Okur, ulusla ilgili yukarıda yer alan her cümlelerin, ulusu bir iradeci olay olarak lanse etme çabasında olduğunu derhal fark edecektir. Yani herhangi bir siyasi irade, hiç bir tarihi kök birliğine sahip olmadan, rasgele bir isimlendirmeyle, hiçbir tarihi bağ ortaklığı olmayanlarla bir modern ulus yaratabilir denilmek istenmektedir. Türk ulusunun oluşumunu öyle tanımlıyor.
Bu aktarımların eleştirisine girmeden Türkiye’de İnönü ve Menderes dönemlerinde hiçbir Kürt isyanının olmaması nedeniyle övünen kimi çevrelerin, Kürt ulusunu, “dış güçlerin kışkırttığı ve içte işbirlikçileriyle yarattığı bir sorunun ifadesi” olarak görmelerini hatırlatacağım.
Milliyetçilerin her türü solcuları da dahil siyasal algılarında aynı yaklaşımın olduğunu hatırlatacağım: “Kürt ulusal sorunu bir zorlama olarak düşünsel zeminde yaratılmış ve terörle dayatılmıştır gerçekte tarihsizdir” diye düşünürler.
Demir Küçükaydın aynıyla öyle düşünüyor tüm uluslar hakkında böyle bir yaklaşımı var ama Kürt ulusunu bu açıdan diline dolamıyor. Bunun nedeni ayrı bir konu, ancak bir çifte standartlık olduğunu belirterek şunları söyleyeceğim.
Türk ulusu da Kürt ulusu da tarihli uluslardır. Bu ulusların tarihin derinliklerinde vuku bulan hadiselerde adları geçmeleri dolaysıyla değil, taşıdıkları objektif birikimleriyle birer tarihsel geçmişi olan ulusturlar.
Her iki ulusun de dilleri var ve birbirinden ayrıdır. Her iki dil de tarih içinde evrimleşerek gelişmiş ve kararlı bir süreç içinde bu gün, topluluğun ilgili tüm insanlarının ortak anlaşma ve çevreleriyle ilişki kurma aracı işlevi görmektedir. Bu her iki ulus dilinin kendine özgün bir alfabe yaratamamış olması bir zayıflık belirtisi olsa da son bin yıl içinde kararlı olarak aynı coğrafyada kendini yerleşik hale getirmiş ve bu coğrafyada yaşam sürdüren tüm insanları kimi farklılıklarına karşın, ortak bir dilde birleştirebilmiştir. Siyasal egemenliğine rağmen Türk dili Kürt dilini yok edememiş ve Kürt dilinin siyasal mahkumiyet altında kendini kararlıca sürdürmesini engelleyememiştir. Bu açıdan Kürtlerin Türkler lehine asimile edilmesi mümkün olmamıştır. Bu iki ayrı ulusun varlığına tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle dillerin duruşunu da bir gösterge olarak algılamak yanlış değildir.
Coğrafi tarihi, bunun üzerinde süren binlerce hadisede yoğunlaşarak biçimlenen ortak reflekslerin doğuşunu da ulusların doğuşunda önemli bir etken olarak görmek gereklidir.
Kürtler bir yandan, Türkler diğer yandan bu süreci yaşamış ortak ve ayrı kanallarda süren coğrafi evrimleri bu güne kadar her bir ulusu farklı kılan sonuçlar yaratmıştır.
TDP’nin son mahalli seçimlerde ortaya koyduğu Kürt coğrafyası gerçekçi bir ulus coğrafyası olarak karşımızda durduğundan söz etmek, bu anlamda yanlış olmayacaktır. Ancak bu olmasa da (Seçim zaferi olmasa da) Kürt gerçekliği, Türk ulusal gerçekliğinden coğrafi olarak dil ölçekleri içinde, kültür ve ortak gelenek görenekler kapsamında da kendine özgü coğrafyasıyla tarihten bu güne gelen bir Kürt gerçekliğine işarettir.
Bu gün Türkçe konuşan, ortak tarih sahibi olan, aynı coğrafi uzantı içinde olan Azerbaycan, ve diğer Türki cumhuriyetleri, Türk ulusuyla aynı ulus olarak tanımlamamamızın nedeni de burada yatıyor; dilin tarihsel evrimi, coğrafyanın tarihsel evrimi ve bu süreçte gelenek, görenek, ruhi şekillenme ve ortak reflekste ifadesini bulan davranış birliğinin olmaması, tarihin belli bir kesitinde kırılmış ayrı kollarla kendine özgü evrime yönelmiş olması nedeniyledir.
Burada da tarihsel evrim, ulusların doğuşundaki rolünü belirgin olarak ortaya koymaktadır.
Bu evrimi kavramakta zorluk çeken Demir küçükaydın, “Yavuz’un Çaldıranda yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.” (Agm) derken de aynı hataya düşmektedir.
O gün ne Yavuz için ne de Şah İsmail için Türk ulusu ya da Türk ulusundan diye bir tanımlama yapılamaz. Evrimin o kesitinde aynı dili, aynı tarihi aynı coğrafyayı paylaşmalarına rağmen bir ulus oluşturacak nesnel verilerin, kapitalizmin gelişme yeterliliklerinin olmaması nedeniyle (merkezi Pazar esprisi) böyle bir tanımlamanın yapılması mümkün değildi.
Bu noktada Arapların İslam ideolojisiyle, siyasal yapılanmaya gidip imparatorluk kuracak ölçekte gündeme gelen birlikleri onları topluca Arap kavmi (Ulusu) olarak tanımlamaya getirmesi farklı bir durumdur. Farslar içinde durum aynıdır. Yavuz ya da şah İsmail de sonradan üzerine gelip yerleştikleri coğrafyaların kültürel, dil, siyasi doku baskısı altında kalmayıp kendi iç dinamiklerinin verileriyle, tüm Türki kabileleri siyasal bir birlik altında örgütleyebilselerdi, o gün de bu günde belli bir ulus adıyla anılacaklardı; bu ulusun adı Türk, Özbek, Türkmen, Azeri vb. her ne ise o alacaktı (Bunun neden gerçekleşmediği, iç dinamik yetemezlikleri ve bulundukları coğrafyada yerli olmamalarının rolü ayrı bir tartışma konusudur).
Bu noktada coğrafyanın rolünü daha iyi kavramak için sınır algılarına değinmemiz gerekecek. Zira çoğu zaman devlet sınırları, ulusal coğrafya olarak tanımlanma hatası bulunmaktadır. Böylesi bir tanımlamanın yarattığı ciddi sorular ve sorunlar vardır.
Bu konuyla ilgili olarak öncelikle bilinmesi gereken, dikenli tellerle örülü sınırların hiçbir zaman ulusal sınırlar olmadığıdır. En ince ayrıntısıyla Avrupa’da çekilmiş olan dikenli tel sınırlarının birçok savaşa yol açan ve ulusal sınırları temsili kabul edilmeyen unsurlar olduğunu hatırlamak gerek.
Dikenli teller ne bir ulusu yaratıyor ne de bir ulusun sınırlarını belirliyor. Ulusal devletlerin askeri yayılma etkinlikleriyle ilgili bir durum olarak, özellikle bölgemiz Ortadoğu’da değişkenlikleriyle bu sınırların hiçbir ulusa sınır teşkil etmediğini belirtmemiz gerekir; haritaların sık sık değişmesi de bu anlama gelir.
Türk ulusu kendi ulusal devletini oluştururken çizdiği misaki milli sınırının, gerçekçi bir ulusal sınır olmaması, coğrafyaların dikenli tellerle oluşmuş sınırlar kapsamında ele alınmayacağına iyi bir örnektir; bu gün açıkça ortaya çıkmıştır ki, bu sınırlar içinde Türkleşmemiş milyonlarca insan topluluğu olarak Kürtler de Araplar da Ermeniler de başkaları da farklı birer ulusal topluluk olarak yaşam sürdürmektedirler.
Bu gün ulus dediğimiz insan topluluklarının belli bir coğrafi kesitte yer alan toprakları, ilk kez yaşama açıp ya da yaşama açılmış bu toprakları yaşamsal üretim devamlılığıyla anavatana dönüştürmeleriyle belirginleşen alan, coğrafyadan ne anlamamız gerektiğini de belirleyen bir ölçüttür.
Ulusların coğrafyaları, tarihi evrim süreci içinde kesintisizce bu güne kadar devam eden üretim sürekliliğiyle belirlenir.
Bu toprakları uzun bir zaman kılıç zoruyla almış olsalar da yaşam amacıyla tarımsal üretim sürekliliğini sürdürebilmişlerse, bu topraklar bu toplulukların anavatanı, coğrafyalarıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu belirlemeyi Kürtler için, Araplar için ve diğer ulusal topluluklar için tekrar etmek yanlış değildir.
Osmanlıdan çıkıp geldiği şekliyle bu gün Cumhuriyet Türkiye’si Ordusunun, Anadolu mozaiğini temsil eden ortak ülküye sahip olmaması bile başlı başına, bu farklılığın hangi tarihi köklere dayandığını göstermeye yeterlidir.
Türk ulusal devleti ordusu Türkün ordusu olması gerçekte mantıki bir durumdur. Bu ulusun içinde Türkleşmiş Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve her kim ise yer alır. Bu yer alış için asimile olmak yani Türkleşmek esastır. Türkleşmenin ister yüz yıl önce, ister bin yıl önce olmasının bir farkı yoktur: bu bir evrimdir ve süreklidir. “Kılıç hakkı” diye övünülen Osmanlı aklı gereği %90 Hıristiyan olan Anadolu’nun, %99 Müslüman ve %60’ının Türkleşmesi bunu ifade eder.
Bu haliyle Türk ordusunun, Türkleşmemiş Kürdün, Arap’ın ve diğerlerinin ordusu olması düşünülemez. Öyle olmadığı da fiziki yapısı olduğu kadar, kendi vatandaşı saydığı Kürde karşı sınır ötesi operasyonlar düzenlemesiyle de yeterince açıktır.
Bütün bunlar ulusların tarihli olduğunu ve bu tarihlerin birbirinden farklı evrim süreçlerinden çıkıp gelerek ulusu oluşturduklarına bir göstergedir. Dünyanın tüm ulusları bu ilkeye bağlı olarak şekillenmişlerdir. Ulusların siyasi tutumları ise konumuz dışıdır. Bu konuda yer zaman ve farklı çıkar ilişkileri içinde ulusların ilerici ya da gerici roller oynadığından söz etmek yanlış değildir. Ulusu yapısal olarak gerici olarak ilan etmek en azından son 500 yıllık insan tarihindeki gelişmeleri anlamamaktır. Feodalizme karşı devrimci bir rol oynayan modern ulusların bu gün insanlığa karşı işlenen suçların ortağı olmaları, bir dönem emperyalist gericiliğin uydusu olan bölgemiz ülkelerinin bu gün emperyalizme karşı ilerici tutumlar takınmasının paradoksu bu gerçeğe işaret eder.
Anadolu’da yükselen özgün örgütlenmeler ve özgürlük mücadeleleri, başlı başına ulusallığın tarihiyle ilgilidir. Ulusun tarihten gelen ve bugün ulus olarak birleşimini sağlayan tek tek bütün unsurların nesnel bir zemin üzerinde olgunlaşmasıyla ortaya çıkışının ifadesi olarak özgürlük hareketi gündeme gelmiştir: yani bir sonuçtur. Kürtler 200 yıldır mücadele süreci içindeler. 200 yılın çok öncelerinden var olan ortak bölenlerinin tarihi üzerinden alınan güçle, bu kararlı özgürlük istekleri dile gelmektedir. Bu kadim tarih olmadan 1984 Eruh baskını asla olamazdı. Bu adım yenilse de Kürt ulusu yok olmayacak kadar tarihten gelen ulus bileşkelerine sahiptir. Bunu da Osmanlıdan cumhuriyete süren ve bu güne kadar devam eden kararlı direnişleriyle göstermektedir.
21. yy açısından ne Hegel’in “tarihsiz uluslar” tanımlaması ve bu ulusların karşı-devrimci duruşları nedeniyle tarihten silinecek “ulusal safra” olmaları ne de Engels’in tarihçe doğrulanmayın, sınıf mücadelesinin bu tarihsiz ulusları tasfiye edeceği söylemi, ulusları gerçekten tarihsiz kılmıyor.
Bu uluslara talihsiz uluslar denebilir olsa da tarihsiz denemez. Bu uluslar dün de bu gün de tüm iradelerden bağımsız süren varlıklarıyla, tarihten çıkıp gelmiş birikimleriyle yaşama devam ettikleri bir gerçektir. Yeryüzünden bir kategori olarak ulusların varlığı sönene kadar da rolleri ne ise onu oynayarak yaşamaya devam edeceklerdir. Tamamlanmamış ulusal süreçlerin demokrasi adına tamamlanmasının ise tüm insanlık için bir açılımı ifade edeceği gerçeği, ortak ülkemizde Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların ilerici rolleri olduğu açıktır. Bu gün ortak ülkemizde demokrasi adına var olan gerçek söz konusu ulusal özgürlük talebinin bir ürünüdür.
Ortak ülkemizde yaşanan son gelişmeler bunun bir ifadesi olarak görülmelidir.
Ortak ülkemizin, Türklerden sonra iki en büyük etnik topluluğu olarak Kürtlerin ve Arapların bu coğrafyada demokrasi adına tarihsel birikimleriyle oynamaları gereken ilerici roller olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ulusları tarihsiz göstermek, sınıf mücadelesine bir katkı değildir. Tersine kapsamı geniş olan ilerici özgürlük talebini, kapsamı dar olana esir kılmaktır.
Demir Küçükaydın’ın talihsiz ulus algılarından benim anladığım budur
Son söz:
Bu satırların yazarı milliyetçiliğin her türünü insanlığın geleceğine zarar veren bir veba olarak görür. Bu vebadan kurtulmak için demokrasinin genişleyip, derinleşmesi için mücadele eder. Ezilen ulusların özgürlük hareketlerinin demokrasiye hizmet ettiği ölçüde onun mücadelesinde bir nefer olmaktan de geri durmaz. Ortak ülkemizin buna gereksinimi olduğu bilinciyle, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini olduğu kadar, özgün örgütlenmeleriyle bu sürece katkı yapacak tüm özgürlük mücadelelerinin desteklenmesini bir görev sayar. Ülkemiz demokrasisinin kaderinin de bu katılımların yoğunluklarına bağlı olacağını bilirler.
Geç kalmış, tamamlanmamış ulusal görevlerin tarihin derinliklerinden aldığı güçle, demokratik bir rol üstlenmeleri için önünün açılması için tüm devrimci demokrat güçlerin ortak mücadelede omuz omuza olmaya çağırır. Ulusları tarihsizleştirerek onların tarihteki rollerini kısırlaştırmanın milliyetçilikle mücadele türlerinden biri olmadığını, tersine olumlu rollerin önünü kesin bir girişim olduğunu yeniler.
Uluslar bir tarihsel kategori olarak tarihte sönene kadar ortaya koyabilecekleri kolektif demokratik tutumları değerlendirmeyi tüm insanlığın daha olumlu bir dünyada yaşamaya katkı olduğunu belirteceğim. Bu diğer mücadele yönelimlerini ihmal etmeden ve onları bu süreçte, sonuna kadar değerlendirerek ele almak gerektiğini tekrar ederim.
23 Ağustos 2009
Demir Küçükaydın şehvetle polemik yapan ender devrimcilerden biri. Niğde zindanında birlikteydik (1979 sonbaharı). Disiplinli çalışmasının tanığıyım, okuyup yazan kendi doğrularını oluşturmuş bunun arkasında duran biri. Tek taraflı yaptığı polemiklerle de bu sürece devam ettiği gözleniyor.
Demir, polemikte kılı kırk yararak gösterdiği hassasiyetler, zaman zaman kırıcı üsluplara uzandığına, zaman zaman tarih, gelecek, felsefe, sosyoloji gibi karmaşık konularda anlaşılmaz hallere düştüğüne de tanıklık yapıyorum. Kendi ifadesiyle hasmı tırmalamak, ezmek, “parçalamak” dürtüsü, bu polemikleri okur açısından çekilmez kılmaktadır. Sayısı az kalan ve uzun yazı okuma ısrarında sebat gösteren bizlere bile zor gelen bu üslubun çok yararlı olduğuna inanmak güç gibidir. Özelikle cevapsız kalan polemikler bir noktadan sonra zorlama bir hale geliyorlar. Bu ilgili izlemeyi de tıkamaktadır. İşin diğer bir yanında demirde kendisini eleştirenlere cevap vermeyerek farklı bir açıdan tutarsızlık göstermesi, bu polemiklerin samimiyetini de zedelemektedir.
Her şeye rağmen, kendi doğrularını kendi soyutlamalarıyla dile getiren bir insanın düşünceleri saygıya değer görmek gerek. Okura faydalı olacağı noktalarda da gözlemci kalmadan, sürece kendi doğrularımızla katılmayı uygun görürüz.
Bu makalem, Demir Küçükaydın’ı eleştiren ikinci makalem olacaktır. Birincisi; “Hegel’in tarihsiz ulusları ve Demir Küçükaydın’da ‘Türklük” başlığını taşıyordu. Konumuz Türk ulusunun tarihi ve kendini ifade etmesiyle ilgiliydi. Eleştirdiğim makalesi “Türklük nedir?”de, Türk ulusu algısına ağır ithamları bulunuyordu. Bunun doğru olmadığını savunma durumundaydım. Uzun eleştiri makalemde, ulusal tarihin, siyasal bir tarih olmadığı nesnel bir ortak yaşam, ruhu şekillenme, coğrafya, dil gibi birçok verinin evrimiyle, birikimiyle ilgili olduğunu ifade ettim ve ulusları tarihsiz gören, belli bir düşüncenin çıkarlarıyla ilgili olduğuna ilişkin yaklaşımlarını eleştirdim. Söz konusu makalemde Türk ulusunu yok sayan, onu bir Yahudi sermayesine örtü gibi gören ele alışın, bilimsel olmadığını ve tarihin bilisel algılarıyla tamamen çelikli bir durum olduğunu belirtmeye çalıştım.
Türk ulusunun tarihteki yeri ve insan toplulukları içindeki önemli yerine vurgu yapmıştım. Türk milliyetçi solculardan beklenmesi gereken cevabı benim vermek zorunda kalışım, benim doğrularımla ilgiliydi. Bunu yerine getirmiştim.
ULUS, BİR SİYASİ DURUŞ,
BİR EDEBİYAT YA DA
FİKİR JİMNASTİĞİ DEĞİLDİR.
Ulus konusunda o gün dile getirdiklerini daha da ilerleten Demir Küçükaydın, sonuçta öyle bir yere vardı ki ulusu, siyasi ya da askeri bir vakanın şafağında doğan düşünsel bir istencin kategorisi olarak tanımlar oldu. Düşünce, fikir jimnastiği gibi, siyasi tutum ya da askeri eylem gibi sonuçları ulusun tarihsel evrimiyle ilgili nesnel verileri yerine konması, konumuz dışı felsefi bir tartışmaya yönelecek söylemleri beraberinde getiriyordu. Bu yaklaşımı özetle şu satırlarda belirgin hale getiriyor:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik donemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akimi olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.
Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.” (Demir Küçükaydın, “Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?” Adlı makalesi)
Bu satırlarda Demir Küküçaydın, sonuç oldukları bile tartışma götürür verileri ulusun doğuş verileri olarak göstermiştir. Bırakalım tarihin derinliklerinden söküp gelmiş ulusal ortak bölenleri, bu tür siyasal tutumlar ya da askeri tutumlarla bir ulusun doğuşunu tanımlamak ne kadar ciddi bir tespit olabilir. Her askeri eylemin, başarılı olup olmama riskleri taşıdığı göz önüne alınırsa, ulusun doğup doğmaması buna endeksli olduğu söylenebilir mi? Talihsiz bir ulus algısı ancak bu kadar basit ve sıradan olabilir.
Cumhuriyet döneminde Kürtlerin 25 isyanından söz edilir (http://forum.arbuz.com/showthread.php?t=43371). Bu isyanlara, Osmanlı döneminin isyanlarını ve diğer ülkelerdeki Kürt isyanlarını eklersek sayının çok kabarık olacağı açıktır.
Demir Küçükaydın’ın mantığıyla hareket edecek olursak, Kürt ulusunun doğuşu önemli bir askeri eylemin konmasına bağlı ise Kürtler bunu tarihleri içinde 200 yıldır ortaya koymaktadırlar. Bu anlamda Kürt ulusunun doğuşu 1800’lü yılların başına olmalıydı. Üstelik bu isyanlar arasında açıkça Kürdistan bölgesinin bağımsızlığını savunmuş ayaklanmalar da bulunmaktadır.
Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul) Osmanlı döneminin bilenen en eski isyanıdır, “Kürdistan bölgesinin bağımsızlığı”ndan söz etmesi dolaysıyla Şeyh Ubeydullah isyanı (1880) ya da Koşgari isyanı (1920- Koşgiri) diye bilinen Osmanlıda son Kürt isyanı dizesinden söz edilebilir. Küçükaydın, kendi teziyle tutarlı olabilmesi için bu isyanları, Kürt ulusunun doğuşuna veri olarak göstermesi gerekirdi. Ancak bunu yapmıyor. 1984 Eruh baskınını veri olarak ele almayı, Kürt ulusunu tarihsizleştirmek için daha uygun görüyor. Bu, gündemdeki Kürt özgürlük hareketine bir methiye ise, önceki ayaklanmalar atlanarak yapılmayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu isyanların tümünü (Osmanlı+Cumhuriyet dönemi 38 İsyan) yenilgiye uğramış isyanlar oldukları için hesaba katmamışsa, bu yaklaşımı çok daha büyük bir hataya düşmek anlamına gelir; ulusun doğuşu askeri zafere bağlı kılınmış olur. Buradan bakınca da son Kürt ayaklanmasının başarısız olması halende, Kürt ulusunun da rahimde ölen bir cenin olması gerekecek. Bunun neresi bir mantık önermesi olarak görülür anlamak güç.
Türk ulusunun doğuşunu, Ermenilerin katledilmesine (1915) endekslemek, ulus algısını tarihsiz bir fikir jimnastiği, bir edebiyat girişimi görmekle kesişme içindedir. Bu noktada ulusu oluşturan ve tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş yolculuklarıyla kararlı bir duruş sergileyen tüm nesnel verileri yok saymaktır. Ulusu düşünce eseri bir siyasal olay olarak algılamaktır. Ki Küçükaydın bunu yapıyor.
Demir Küçükaydın’ın yukarıdaki satırlarından başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu yaklaşımı diğer yazlarında da ısrarla tekrar etmektedir.
Ulusların tarihle bağını tamamen koparan bu yaklaşımlar, ulusun bir tarihsel kategori olarak algılanmasıyla sorunludurlar. Zira her tarihsel kategorinin tarih içinde evrimini yaşayarak ilerleyip gelen nesnel verileri olduğu gerçeği yok sayılmış olur. O anın, o kesitin bir verisi olarak ortaya çıktığı iddia edilir. Bunun için de ulusa simgeler oluşturulur; kazanılmış bir savaş, bayrak, lider, devlet gibi simgeler o anın (ulusun doğuşu) yoktan var edilmesini temsil eder. Bu algıda tarihe yer verilmez, varlıkları yok edilmesi gereken safralara tarih oluşturmak mücadeleyi zora sokar anlayışı hakim olur.
Bu yaklaşımın arka palanında eskimiş bir tartışma yatıyor. Torçki’nin ”eklektik” (Lenin) görüşleri bulunuyor. O da ulus gerçeğini “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ve dünya devrimiyle bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. (“Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yap¬tığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı” Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)
Demir Küçükaydın, daha geri bir yaklaşımla ve en iyimser halde ulusları, ulusal devlet girişimi olarak ele almaktadır.
Öncelikle bilinmesi gereken Tarihsiz hiçbir şeyin olmadığıdır. Tarihsiz uluslar kavramını ilk ortaya atan Hegel “Tarihsiz uluslar” kavramını Avrupanın bir dizi küçük ulusunun karşı-devrimci duruşları nedeniyle dile getirir. Engels, 1848 devriminin başarısızlığını irdelerken bu söyleme sarılarak açıklama yapmaya çalışır. Sınıf mücadelesi bakış açısı altında ulusların tarihten silinişine kadar da bu “tarihsiz uluslar”ın gerici roller oynayacağı gibi, tarih tarafından doğrulanmayan siyasi sonuçlara varır.
Tarihsiz ulus yoktur olamaz da. Tüm resmi tarihler yalan, abartma ve aklamalarla oluşmuş olsa da her ulusun bir tarihi vardır. Atatürk’ün Anadolu’yu 40 asırlık Türk yurdu ilan etmesi, güneş dil teorisi gibi komediler ve Sümerler, Hititler gibi birbiriyle de ilgisiz uygarlıkları Türk uygarlıkları ilan etmesi gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan tarih dolgular böylesi verilerdir. Ulusların tarihlerinde bu ve benzeri tür olumsuzluğun yoğun ya da hafif olması ve bunun tarihte oynadığı siyasi rolün ilerci ya da gerici olması konumuz dışındadır. Resmi tarihin abartma ve yalanları ulusun kendi bireylerince de deşifre edilerek tasfiye edildiği de bilinmektedir. Her haliyle uluslar bir tarihle insanlık topluluğu içinde yer alıryorlar.
Tarihsizlik yoklukla eşitliktir. Bu günü olan her şeyin bir tarihi vardır. Bu sadece düşüncede “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) tarihli olma anlamında değildir. Ulusu oluşturan tüm verilerin evrim tarihi demektir. Bu evrimin tarihi olmadan hiçbir veri ulusun oluşumuna katkı yapamaz. Bu anlamda geçmişin gelecekte yer alabilmesi için, tarih sahibi olmak gerek.
Ulusal bir algıya ait düşüncenin “gebelik ve ebelik” dönemine ulaşabilmesi için, birbirinden çok farklı bir dizi kategorinin de tarih içinde önemli bir evrim izlemiş olması gerekli. Sonuçta ulusal var oluş, bir siyasal yapılanmaya dönüşürken bütün bu farklı kategorilerin bir ulus adıyla simgeleşmesi gereklidir.
Ulusu oluşturan her bir verinin tarih seyir-ü seferinde kırılmaların olması, fay hatlarıyla yönelim farklılıklarının doğması da mümkündür. Dil, gelenek görenek, coğrafya, iktisadi yaşam birliği gibi birbirinde nispi bağımsızlığı olan bu kategorilerin tarihteki evrim süreçleri böylesi bir özellik gösterebilir. Ancak bu unsurları birbirinden nispeten bağımsız evrimleri belli bir olgunluğa geldikleri zaman, ulusal birliği tüm simgeleriyle, edebiyatıyla, fikir jimnastikleri, siyasal yapılanmaları ve sonuçta ulusal devletiyle taçlanırlar. Ulusu oluşturan unsurların evrim süreçlerinde ki kırılma, farklı ulusal yapıların oluşmasına da yol açabilir. Amerika’nın İngiliz dilini kullanmasına, İngiliz kökenli çoğunluğun olmasına karşın coğrafi kırıma sonucu farklılaşarak İngiliz ulusundan ayrı bir ulusun doğmasına yol açmıştır. Türki cumhuriyetler ile Türk ulusu arasındaki durumda benzer bir özellik gösterir.
Her şeye rağmen ulus, dil, gelenek görenek, coğrafya, ortak refleks, iktisadi yaşam birliği gibi temel unsurları olan, nesnel verilerin evriminin belli bir olgunluk düzeyine denk gelen tarihsel kategorisidir. Bu da ulusun tarihsiz oluşamayacağını yeterince açıkça gösterir.
Ulus, bir siyasi eylemle doğmayacak kadar yoğunluk gerektiren evrim birikimlerine ihtiyaç duyar. Bunun adı tarihtir. Bu tarihi kimin nasıl kullandığı ayrı bir konudur. Bu tarih olmadan ulus diye bir kategori olamaz. Dilin tarihteki evrimi, gelenek ve göreneklerin, aynı ve ortak bir coğrafyada olmanın tarihsel evrimi, ekonomik yaşamın inişli çıkışlı konjonktürlerine rağmen gelip dayandığı ortak ilişkiler ve buna benzer bir dizi etmen, sonuçta ortak bir insan topluluğu refleksi yaratacak kadar aynı mecraya akarak ulusu oluşturur.
Marksist algıların merkezinde modern ulusların kapitalizmin şafağında doğması olayı, iktisadi temelleri olan bir sürece denk düşer; merkezi pazarların oluşması, ortak dille merkezi pazarlarda ticaretin, üretimin ve mübadelelerin gerçekleşmesi modern ulusun temel zeminleri olarak kabul edilir. Ulusun oluşumu için bu da tek başına yetmez, geçmiş tarihten gelen, kendi bağımsız gelişimiyle birikimini geliştiren dil, gelenek görenek, coğrafya gibi verilere gerek duyar. Bu veriler nesnel verilerdir, ne “edebiyat” ne de “fikir jimnastiği”dir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması olayı budur.
Bu yaklaşımın temeli, ulus olgusunda evrimin birikim verileridir. 15.16.yy Merkantilist dönemi ulusal devletlerin kuruluşuyla şekillenirken, ticari kapitalizm merkezi pazarları güçlendirip, tarihi evrimini uzun bir zaman içinde olgunlaştıran dili ve coğrafyayı da belli bir merkezi yapıya kavuşturur.
“Lenin, bu süreci, “ Kapitalizmin gereksinimleri arasında, nüfusun ulusal bileşiminin mümkün olduğu kadar türdeş hale gelmesi gereği de bulunacaktır, çünkü iç pazarın tam olarak ele geçirilmesi için ve iktisadi ilişkilerin tam serbestliği için ulusal nitelik, dil birliği önemli etkendir.
...Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sol yayınları, s; 47-55) Diye tanımlar.
İktisadın yeni unsurlarıyla birlikte, ihtiyacı duyulan örgütsel yapılanma için artık her şey hazır bunuyordu. Marks’ın deyimiyle, etnik temelden çok toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlaki değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkan bağlar, ulusal bağlar olarak şekillenmiştir. Burada en önemli unsur, etnik unsurlardan çok (ki, etnik unsurlar çok önemli ve olmasa olmaz koşullar olmasına rağmen) yıllar içinde şekillenmiş toplumsal, ekonomik ve politik bağlardır. Etnik bağlar, toplusal ilişkiye ulus bileşiminin kapılarına kadar getirebilir ancak ondan öteye gidemez, ekonomik gelişmelerin yarattığı yeni unsurlar katılmaksızın bu süreç ulus bileşimine uzanamaz. Ulus bileşiminin tarihsel bir kategori olması da tamamen bunu ifade eder.” (Mihrac Ural, Kürtler ve ulusal devlet makalesi. Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Ulusların belli bir tarihle ortaya çıkışlarını tanımlayan bu yaklaşım bu gün için de geçerliliğini koruyan bir yaklaşımdır.
Bunların tümü aynı kapıya çıkıyor. Ulus tarihi evrimlerin ürünü olarak ortaya çıkar.
Ulus bu noktadan itibaren (bu tarihi birikimlerden sonra) bir edebiyat, bir fikir jimnastiği, bir program önermesi ve sonuçta bir siyasal tutum ve davranış olarak böylece ortaya çıkar. Bu ulusal bir devletle taçlanmaya kadar da yükselebilir.
Ulusu oluşturan temel unsurların tarih evrimindeki kırılmalarının farklı ulusal oluşumlara yol açabilmesi bu unsurların uluslara ait tarihlerini ifade eder. Bu aynı zamanda tarihsiz bir ulusun olmayacağına da önemli bir göstergedir.
Amerika ulusunun (Amerika ulusu olgusu çok tartışmalıdır) bir dilin, birden çok etnik yapının coğrafyadaki kırılmanın yarattığı bir sonuç olması bundandır. Yakın bir tarih taşısa da, Ulus olduğu tartışmalı olsa da Amerikan ulusunu oluşturan bir dizi temel unsurun tarihsel evrim içinde, ortak bir kaderin, ortak bir reflekste, ortak bir coğrafya üzerinde, ortak bir dille oluşmasının ifadesidir. Bunun için ne Amerikanın keşfi ne de İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı ne de tek başına iç savaşın belirleyici rolü vardır. Bu bir süreç ve süreç sonucunda birçok unsurun tarihsel evriminin ortak bir mecrada kendini bir topluluk olarak ifade etmesinden ibarettir.
Bu söylemi bölgemiz ulusları için, hatta Avrupa için çok daha gerilere götürmek ulusun tarih algısı için daha aydınlatırcıdır.
TARİHSİZ ULUS YOKTUR
OLAMAZ DA
Demir Küçükaydın, “Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.” (Agm) Diyor. Bu belirlemeleri mantıki sonuçlarına götürmeye gelince, siyasi yaklaşımlar ağır basıp bundan vazgeçiyor. Tarihte beli toplulukların belli etnik isimlerle tanımlanmasının nelere dayandığını açıkça görmesine rağmen siyasal tercihleri bunu ilerletmeye izin vermiyor. Birilerine, tarihte Türk, Kürt, Arap denmesine neden olan ortak bileşkelerin modern çağlara kadar çekip gelmiş bu ortak özeliklerince ulusun oluştuğu gerçeği, her ulusun belli bir tarihe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir: Ancak Küçükaydın bunu görmek istemiyor.
Tarihin derinliklerinde birilerine, üstelik yazılı edebi metinlerde dahil olmak üzere, Türk, Kürt, Arap, Fars demenin verilerini belirlediğimiz zaman bu verilerin 1000-2000 yıl içinde geçirdikleri evrimi de hesaba kattığımızda görülecektir ki, kaçınılmaz olarak bir “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) ulusla ilgili sonuçlar çıkacaktır. Bunlar binlerce yılın nesnel birikimlerinin sonucudur. Başlangıcı değil.
Bu nedenledir ki, aynı coğrafyada uzun bir tarih birlikteliği içinde ilişki sürdürmelerine, Türk ulusu, ulusal bir devlet olarak örgütlenmesine ve bu devletin hükümranlığı altında Anadolu’nun tüm etnik yapılarını birleştirdiği iddiasına rağmen, ne Ermeni’sini ne Arap’ını ne de Kürt’ünü bir üst kimlikte birleştirememiştir. Bunlardan bir ortak ulus kuramamıştır. Tarihsel evrimi içinde bu etnik yapılara daha ileri bir dil, kültür, gelenek ve görenek getirip içselleştirebilseydi, bu gün modern Avrupa toplumlarında gördüğümüz, geçmişin onlarca etnik yapısını içinde hazmeden ve onları üst kimlikle bir ulus olarak örgütleyen modern Anadolu ulusunu görecektik. Bunun gerçekleşmemesinin tek bir açıklaması var, o da ulusu oluşturan farklı nesnel verilerin tarihsel evrim farklılığıdır. Türk’ün dili, Kürt’ün dili kültürü, coğrafyası, ekonomik yaşam ortaklığı farklı evrim süreçleriyle birbirinde ayrışmış, ayrı kanallardan ayrı ulusların oluşuna kaynaklık eden birikimler yapmıştır. Bu nedenle Anadolu tek bir ulusun coğrafyası olamamıştır.
Demir Küçükaydın bu noktayı kavramakta zorlanmaktadır.
Bu tarih evrimi üzerinde uluslar yükselmesiydi, yakın dönemin tüm ortaklıkları Anadolu’da tek bir modern ulusun doğmasına yeterli askeri eylem, siyasi ortak duruş bulmak zor değildi.
“Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.”(Agm) Bu cümleyi önceki bir makalesinde daha yalın olarak şöyle dile getirmişti: “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
Ulusların tarihi olmadığına ilişkin bu söylem, öncelikle kendi içinde tutarsızdır. Ulusların modern bir olgu oldukları doğrudur (Kapitalizmin şafağında doğama esprisi olarak), ulusları tanımlamak, bir tez olarak formüle etmek, yorumlamak, tarihiyle ilgili araştırma yaparak, bu modern olguyu hangi köklerden evrimleşerek geldiğini tanımlamak ise çok doğal olarak sonra mümkün olan bir adımdır. Hiç kimse televizyonun tarihini, televizyon ortaya çıkmadan önce yazmayacaktır, I. Dünya savaşının da tarihi sonra yazılacaktı. Küçükaydını’ın söylemeye çalıştığı şey ulusların önce yazıldıkları sonra var olduklarıdır. Bu tez ona münhasır bir tezdir, açıklaması da ona düşüyor.
Demir küçük aydın sonuçları, neden yerine koymakla gösterdiği ulus karşıtı tepkilerini yorumlamak bu yazının konusu değildir. Ama ulusla ilgili bu yaklaşımı tarihle uzak yakın hiçbir ilintisi olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tarihsiz bir ulus yoktur. Ulus bir tarihsel kategori olarak tarihin nesnel verilerinin birikimleri içinden doğar ve bu verilerin söndüğü yerde de söner. Tüm uluslar doğmuştur ve söneceklerdir. Sönmeyecek bir ulus olmayacaktır, doğan her şeyin ölümlü olduğu gibi. Doğada ve toplumlar tarihinde, Her doğum bir yadsınmadır. Bunun da yadsınması ölüm doğum denkleminde gizlidir. Ulus önceki toplumsal süreçlerin içinden çıkıp gelmiş verilerle, önceki toplumların içinde gelişerek, onları yadsıyarak ortaya çıkar. Bunun gerçekleşmesi için tüm iradelerden bağımsız ve her iradeci eylemden özgür bir nesnel birikimin eseridir. Ulusların tarihi de burada yatar.
Merkantilist dönemin ekonomik verileri (ki bunlarda kendine özgü bir tarih evriminin sonucudurlar) sosyal, siyasal ihtiyaçlarını düşüncede yansıttığı kadarıyla kendini ifade eden sonuçlar, toplumsal örgütlenme, kültürel gelişme, dil gelişimleri, coğrafi algılar ve sınırlarla taçlanan ulus oluşumu ve bunun mantıki sonucu olarak ortaya çıkan ulusal devletler modern ulusları ifade etmiştir: Kapitalizmin şafağında modern ulusların doğma esprisi de budur.
“Gerçeğin göreli olduğu” söylemi içinde değerlendirdiğimizde, ulus bu kesitte doğmuştur. Ancak bu kesitin ürünü değildir. Tersine uzun bir tarihin ürünüdür. Bu açıdan tarihsiz ulus olunmaz demek bilimsel bir yaklaşım olmasına karşın, ulusların tarihi yoktur demek bilimden uzaklaşmaktır.
Demir Küçükaydın, ulus olgusuna tek boyutlu dünya devrimi zemini üzerindeki karşı çıkışı, ulusları inkar etme ve bu yolla ulus sürecine girmeden bir başka toplumsal süreçlere uzanmanın iddiası içindedir. Tüm uluslar tarihsiz olduklarına göre varlıklarının da gerici olması kaçınılmaz bir fikir jimnastiği haline gelir.
Buradan ulussuz bir sürecin ele alınması mümkün hele gelir. Bu ne işe yarar derseniz, dönüp sosyalizmin tek boyutlu bir dünya devrimiyle kurulabileceği Torçkist algısına bakacaksınız. Bu algının ulus yaklaşımının siyasal bir veri olduğuna ve ulusal her istencin gericilik kaynağı olduğu yaklaşımını bilince çıkartacaksınız. Demir Küçükaydın, 20.yy gerçeğinde ulusal sorunu ve bunun günümüze taşınan verilerini, önemini, bölgemiz ve dünya için taşıdığı önemi göz önüne almadan bu yaklaşımları yapmaktadır. Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan bir dizi gerçek ulusun, tamamlanmamış ulusal evrimleri için mücadelelerini görmezden gelmekte bunları gericilik kapsamında toplayıp silip atmaktadır. Aynı mantıkla Kürt ulusuna yaklaştığın gözlememesine karşı, bu durakta daha temkinli cümleler kullanması işin ayrı bir boyutudur.
Bu yaklaşım, Kürt ulusal hareketine kaynaklık eden, tarih içinden çıkıp gelmiş birikimleriyle Kürt ulusunu oluşturan verileri de hiçe sayar. Küçükaydın, bunu doğrudan söylemese de mesajı budur. Bir askeri eylem dizisinin başlangıcına kadar düşürdüğü Kürt ulusunun doğuşunu, tarihsiz kılmakla da geleceksiz ilan etmektedir. Zaten ulus olgusu, Demir için anlamlı hiçbir gerçekliği olmayan “safra”dan ibarettir.
Söylenmemiş söz üzerine yorum yapmak uygun değildir. Ancak ulus üzerine geliştirilen tüm söylemlerin ortak ülkemizi ilgilendirdiği ve bunun merkezinde Kürt ulusal hareketinin olduğunu göz önüne aldığımızda çok riskli bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımızı anlamak güç olmayacaktır. Bu yaklaşımlar, geçmişi ve geleceği olmayan bir mücadele diye ulusun özgürlük ve demokrasi talebini, tarihin hiçbir döneminde sonuç almamış sınıf mücadelesi ve ütopik dünya devrimi gibi mücadelelere endeksleyip, yakıt olarak tüketme eğilimi taşımaktadır.
Makalemi kısa tutmaya çalışıyorum teorik, tarihsel, ekonomik süreçlerle boğmak istemiyorum. Ancak millet, kavim, milliyet, Ulus gibi kavramların Ansiklopedik anlamları birbirine çok yakın olsa da zaman zaman bu kavramların farklı anlamlarda kullanıldığı siyasal yazımlar olduğu bilinmektedir. Millet ve ulus aynı anlamda kullanılsa da, Arapça’da millet Türkçedekinden çok farklı bir anlamda, daha çok mezhepsel, yöresel insan toplulukları anlamında, küçük topluluklarla ilgili kullanılır (Pazar yerinde farklı yörelerden alışveriş için gelmiş insanlar tanımlanırken milletin çoğul olarak “Milel” denir). Ulus karşılığı ise “Kavm” kelimesi kullanılır. Ulus Türkçede kapitalizmle birlikte doğan belli bir tarihsel kategori olarak tanımlarken, Arapçadaki karşılığı olan Kvam kelimesi ise Arapların tarihleri boyunca oluşan insan topluluğu olarak (ortak dil, ortak coğrafya, gelenek görenek ortaklığıyla belirlenen) varlıklarını tanımlar. Yani Arap ulusu, İslam’dan öncede var olan, İslam’la birleşen ve bu güne kadar kendini dil ortaklığıyla, coğrafi, gelenek görenek, ekonomik ve ortak reflekslerle tanımlanan modern bir ulusu da ifade eder. Bu açıdan Araplar kapitalizmin şafağı gelmeden kendi birliklerini “ulus” olarak tanımlamaktadırlar. Batı uygarlığı merkezli düşünme zorunluluğuna mahkum olmadan, evrensel ölçekte bir standart bulmak güç olsa da, ulusların açık ve net olan derin tarihlerle var olduğu gerçeğini görmek zor olmayacaktır. 2500 yıllık Fars devletinin hükümranlığı altındaki insan topluluğunu tanımlarken, yaşanan tüm tarihi toplumsal dönüşümlere karşın (köleci, feodal, kapitalist) kendilerini Fars ulusu olarak tanımlamaları da benzer bir durumdur.
Her ne zemin üzerinde ele alınırsa alınsın, Ulus, kavm, millet, belirgin özelikleriyle dil, coğrafya, gelenek ve görenek (kültür), ortak ruhi şekillenmenin yarattığı, ortak reflekslerin tarihsel evriminin bir ürünü olarak dünden bu güne gelmektedir. Ulus doğuş anının siyasal düşünce itimi ile oluşan bir kategori değildir. Bu gün ulus diyebileceğimiz her insan topluluğu, tarihlidir. Tarih öğesi olmayan hiçbir insan topluluğu ulus olamaz. Ulusların tarihinde ya da sonuçta ortaya koyduğu kimi refleksleri, kimi ulusal fikir jimnastiklerini ya da başkalarına karşı giriştikleri hunharlığı ya da özgürlük hareketini ulusun doğuşu olarak görmek, eğer bir siyasal mesaj değilse, maddi gerçekleri düşüncenin oluşturduğunu iddia etmek kadar tehlikelidir.
Bu durumda tartışmamız felsefi bir tartışmaya döner ki yeri burası değil; düşünceyi belirleyen maddi gerçeklerdir materyalist verisi yanılmıyorsam aramızda ortak bölen olamaya devam etmekte olan felsefi bir ilkedir.
ULUS, ÖZNEL DEĞİL,
NESNEL BİR EVRİMİN ÜRÜNÜDÜR
Demir Küçükaydın, Türk ulusunun doğuşunu önceki makalelerinde benim algı katsayımı aşan bir yaklaşımla şöyle tanımlıyordu.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
“Türk ulusu var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğu” (Agm)
“Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm)
Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan. ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm)
“Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı”
“varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” (Agm)
“Kurt Türk Çatışması Neden Olmadı?” makalesinde ise şunları dile getirmiştir:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur” (Agm)
“Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.”
“ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.” (Age)
Okur, ulusla ilgili yukarıda yer alan her cümlelerin, ulusu bir iradeci olay olarak lanse etme çabasında olduğunu derhal fark edecektir. Yani herhangi bir siyasi irade, hiç bir tarihi kök birliğine sahip olmadan, rasgele bir isimlendirmeyle, hiçbir tarihi bağ ortaklığı olmayanlarla bir modern ulus yaratabilir denilmek istenmektedir. Türk ulusunun oluşumunu öyle tanımlıyor.
Bu aktarımların eleştirisine girmeden Türkiye’de İnönü ve Menderes dönemlerinde hiçbir Kürt isyanının olmaması nedeniyle övünen kimi çevrelerin, Kürt ulusunu, “dış güçlerin kışkırttığı ve içte işbirlikçileriyle yarattığı bir sorunun ifadesi” olarak görmelerini hatırlatacağım.
Milliyetçilerin her türü solcuları da dahil siyasal algılarında aynı yaklaşımın olduğunu hatırlatacağım: “Kürt ulusal sorunu bir zorlama olarak düşünsel zeminde yaratılmış ve terörle dayatılmıştır gerçekte tarihsizdir” diye düşünürler.
Demir Küçükaydın aynıyla öyle düşünüyor tüm uluslar hakkında böyle bir yaklaşımı var ama Kürt ulusunu bu açıdan diline dolamıyor. Bunun nedeni ayrı bir konu, ancak bir çifte standartlık olduğunu belirterek şunları söyleyeceğim.
Türk ulusu da Kürt ulusu da tarihli uluslardır. Bu ulusların tarihin derinliklerinde vuku bulan hadiselerde adları geçmeleri dolaysıyla değil, taşıdıkları objektif birikimleriyle birer tarihsel geçmişi olan ulusturlar.
Her iki ulusun de dilleri var ve birbirinden ayrıdır. Her iki dil de tarih içinde evrimleşerek gelişmiş ve kararlı bir süreç içinde bu gün, topluluğun ilgili tüm insanlarının ortak anlaşma ve çevreleriyle ilişki kurma aracı işlevi görmektedir. Bu her iki ulus dilinin kendine özgün bir alfabe yaratamamış olması bir zayıflık belirtisi olsa da son bin yıl içinde kararlı olarak aynı coğrafyada kendini yerleşik hale getirmiş ve bu coğrafyada yaşam sürdüren tüm insanları kimi farklılıklarına karşın, ortak bir dilde birleştirebilmiştir. Siyasal egemenliğine rağmen Türk dili Kürt dilini yok edememiş ve Kürt dilinin siyasal mahkumiyet altında kendini kararlıca sürdürmesini engelleyememiştir. Bu açıdan Kürtlerin Türkler lehine asimile edilmesi mümkün olmamıştır. Bu iki ayrı ulusun varlığına tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle dillerin duruşunu da bir gösterge olarak algılamak yanlış değildir.
Coğrafi tarihi, bunun üzerinde süren binlerce hadisede yoğunlaşarak biçimlenen ortak reflekslerin doğuşunu da ulusların doğuşunda önemli bir etken olarak görmek gereklidir.
Kürtler bir yandan, Türkler diğer yandan bu süreci yaşamış ortak ve ayrı kanallarda süren coğrafi evrimleri bu güne kadar her bir ulusu farklı kılan sonuçlar yaratmıştır.
TDP’nin son mahalli seçimlerde ortaya koyduğu Kürt coğrafyası gerçekçi bir ulus coğrafyası olarak karşımızda durduğundan söz etmek, bu anlamda yanlış olmayacaktır. Ancak bu olmasa da (Seçim zaferi olmasa da) Kürt gerçekliği, Türk ulusal gerçekliğinden coğrafi olarak dil ölçekleri içinde, kültür ve ortak gelenek görenekler kapsamında da kendine özgü coğrafyasıyla tarihten bu güne gelen bir Kürt gerçekliğine işarettir.
Bu gün Türkçe konuşan, ortak tarih sahibi olan, aynı coğrafi uzantı içinde olan Azerbaycan, ve diğer Türki cumhuriyetleri, Türk ulusuyla aynı ulus olarak tanımlamamamızın nedeni de burada yatıyor; dilin tarihsel evrimi, coğrafyanın tarihsel evrimi ve bu süreçte gelenek, görenek, ruhi şekillenme ve ortak reflekste ifadesini bulan davranış birliğinin olmaması, tarihin belli bir kesitinde kırılmış ayrı kollarla kendine özgü evrime yönelmiş olması nedeniyledir.
Burada da tarihsel evrim, ulusların doğuşundaki rolünü belirgin olarak ortaya koymaktadır.
Bu evrimi kavramakta zorluk çeken Demir küçükaydın, “Yavuz’un Çaldıranda yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.” (Agm) derken de aynı hataya düşmektedir.
O gün ne Yavuz için ne de Şah İsmail için Türk ulusu ya da Türk ulusundan diye bir tanımlama yapılamaz. Evrimin o kesitinde aynı dili, aynı tarihi aynı coğrafyayı paylaşmalarına rağmen bir ulus oluşturacak nesnel verilerin, kapitalizmin gelişme yeterliliklerinin olmaması nedeniyle (merkezi Pazar esprisi) böyle bir tanımlamanın yapılması mümkün değildi.
Bu noktada Arapların İslam ideolojisiyle, siyasal yapılanmaya gidip imparatorluk kuracak ölçekte gündeme gelen birlikleri onları topluca Arap kavmi (Ulusu) olarak tanımlamaya getirmesi farklı bir durumdur. Farslar içinde durum aynıdır. Yavuz ya da şah İsmail de sonradan üzerine gelip yerleştikleri coğrafyaların kültürel, dil, siyasi doku baskısı altında kalmayıp kendi iç dinamiklerinin verileriyle, tüm Türki kabileleri siyasal bir birlik altında örgütleyebilselerdi, o gün de bu günde belli bir ulus adıyla anılacaklardı; bu ulusun adı Türk, Özbek, Türkmen, Azeri vb. her ne ise o alacaktı (Bunun neden gerçekleşmediği, iç dinamik yetemezlikleri ve bulundukları coğrafyada yerli olmamalarının rolü ayrı bir tartışma konusudur).
Bu noktada coğrafyanın rolünü daha iyi kavramak için sınır algılarına değinmemiz gerekecek. Zira çoğu zaman devlet sınırları, ulusal coğrafya olarak tanımlanma hatası bulunmaktadır. Böylesi bir tanımlamanın yarattığı ciddi sorular ve sorunlar vardır.
Bu konuyla ilgili olarak öncelikle bilinmesi gereken, dikenli tellerle örülü sınırların hiçbir zaman ulusal sınırlar olmadığıdır. En ince ayrıntısıyla Avrupa’da çekilmiş olan dikenli tel sınırlarının birçok savaşa yol açan ve ulusal sınırları temsili kabul edilmeyen unsurlar olduğunu hatırlamak gerek.
Dikenli teller ne bir ulusu yaratıyor ne de bir ulusun sınırlarını belirliyor. Ulusal devletlerin askeri yayılma etkinlikleriyle ilgili bir durum olarak, özellikle bölgemiz Ortadoğu’da değişkenlikleriyle bu sınırların hiçbir ulusa sınır teşkil etmediğini belirtmemiz gerekir; haritaların sık sık değişmesi de bu anlama gelir.
Türk ulusu kendi ulusal devletini oluştururken çizdiği misaki milli sınırının, gerçekçi bir ulusal sınır olmaması, coğrafyaların dikenli tellerle oluşmuş sınırlar kapsamında ele alınmayacağına iyi bir örnektir; bu gün açıkça ortaya çıkmıştır ki, bu sınırlar içinde Türkleşmemiş milyonlarca insan topluluğu olarak Kürtler de Araplar da Ermeniler de başkaları da farklı birer ulusal topluluk olarak yaşam sürdürmektedirler.
Bu gün ulus dediğimiz insan topluluklarının belli bir coğrafi kesitte yer alan toprakları, ilk kez yaşama açıp ya da yaşama açılmış bu toprakları yaşamsal üretim devamlılığıyla anavatana dönüştürmeleriyle belirginleşen alan, coğrafyadan ne anlamamız gerektiğini de belirleyen bir ölçüttür.
Ulusların coğrafyaları, tarihi evrim süreci içinde kesintisizce bu güne kadar devam eden üretim sürekliliğiyle belirlenir.
Bu toprakları uzun bir zaman kılıç zoruyla almış olsalar da yaşam amacıyla tarımsal üretim sürekliliğini sürdürebilmişlerse, bu topraklar bu toplulukların anavatanı, coğrafyalarıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu belirlemeyi Kürtler için, Araplar için ve diğer ulusal topluluklar için tekrar etmek yanlış değildir.
Osmanlıdan çıkıp geldiği şekliyle bu gün Cumhuriyet Türkiye’si Ordusunun, Anadolu mozaiğini temsil eden ortak ülküye sahip olmaması bile başlı başına, bu farklılığın hangi tarihi köklere dayandığını göstermeye yeterlidir.
Türk ulusal devleti ordusu Türkün ordusu olması gerçekte mantıki bir durumdur. Bu ulusun içinde Türkleşmiş Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve her kim ise yer alır. Bu yer alış için asimile olmak yani Türkleşmek esastır. Türkleşmenin ister yüz yıl önce, ister bin yıl önce olmasının bir farkı yoktur: bu bir evrimdir ve süreklidir. “Kılıç hakkı” diye övünülen Osmanlı aklı gereği %90 Hıristiyan olan Anadolu’nun, %99 Müslüman ve %60’ının Türkleşmesi bunu ifade eder.
Bu haliyle Türk ordusunun, Türkleşmemiş Kürdün, Arap’ın ve diğerlerinin ordusu olması düşünülemez. Öyle olmadığı da fiziki yapısı olduğu kadar, kendi vatandaşı saydığı Kürde karşı sınır ötesi operasyonlar düzenlemesiyle de yeterince açıktır.
Bütün bunlar ulusların tarihli olduğunu ve bu tarihlerin birbirinden farklı evrim süreçlerinden çıkıp gelerek ulusu oluşturduklarına bir göstergedir. Dünyanın tüm ulusları bu ilkeye bağlı olarak şekillenmişlerdir. Ulusların siyasi tutumları ise konumuz dışıdır. Bu konuda yer zaman ve farklı çıkar ilişkileri içinde ulusların ilerici ya da gerici roller oynadığından söz etmek yanlış değildir. Ulusu yapısal olarak gerici olarak ilan etmek en azından son 500 yıllık insan tarihindeki gelişmeleri anlamamaktır. Feodalizme karşı devrimci bir rol oynayan modern ulusların bu gün insanlığa karşı işlenen suçların ortağı olmaları, bir dönem emperyalist gericiliğin uydusu olan bölgemiz ülkelerinin bu gün emperyalizme karşı ilerici tutumlar takınmasının paradoksu bu gerçeğe işaret eder.
Anadolu’da yükselen özgün örgütlenmeler ve özgürlük mücadeleleri, başlı başına ulusallığın tarihiyle ilgilidir. Ulusun tarihten gelen ve bugün ulus olarak birleşimini sağlayan tek tek bütün unsurların nesnel bir zemin üzerinde olgunlaşmasıyla ortaya çıkışının ifadesi olarak özgürlük hareketi gündeme gelmiştir: yani bir sonuçtur. Kürtler 200 yıldır mücadele süreci içindeler. 200 yılın çok öncelerinden var olan ortak bölenlerinin tarihi üzerinden alınan güçle, bu kararlı özgürlük istekleri dile gelmektedir. Bu kadim tarih olmadan 1984 Eruh baskını asla olamazdı. Bu adım yenilse de Kürt ulusu yok olmayacak kadar tarihten gelen ulus bileşkelerine sahiptir. Bunu da Osmanlıdan cumhuriyete süren ve bu güne kadar devam eden kararlı direnişleriyle göstermektedir.
21. yy açısından ne Hegel’in “tarihsiz uluslar” tanımlaması ve bu ulusların karşı-devrimci duruşları nedeniyle tarihten silinecek “ulusal safra” olmaları ne de Engels’in tarihçe doğrulanmayın, sınıf mücadelesinin bu tarihsiz ulusları tasfiye edeceği söylemi, ulusları gerçekten tarihsiz kılmıyor.
Bu uluslara talihsiz uluslar denebilir olsa da tarihsiz denemez. Bu uluslar dün de bu gün de tüm iradelerden bağımsız süren varlıklarıyla, tarihten çıkıp gelmiş birikimleriyle yaşama devam ettikleri bir gerçektir. Yeryüzünden bir kategori olarak ulusların varlığı sönene kadar da rolleri ne ise onu oynayarak yaşamaya devam edeceklerdir. Tamamlanmamış ulusal süreçlerin demokrasi adına tamamlanmasının ise tüm insanlık için bir açılımı ifade edeceği gerçeği, ortak ülkemizde Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların ilerici rolleri olduğu açıktır. Bu gün ortak ülkemizde demokrasi adına var olan gerçek söz konusu ulusal özgürlük talebinin bir ürünüdür.
Ortak ülkemizde yaşanan son gelişmeler bunun bir ifadesi olarak görülmelidir.
Ortak ülkemizin, Türklerden sonra iki en büyük etnik topluluğu olarak Kürtlerin ve Arapların bu coğrafyada demokrasi adına tarihsel birikimleriyle oynamaları gereken ilerici roller olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ulusları tarihsiz göstermek, sınıf mücadelesine bir katkı değildir. Tersine kapsamı geniş olan ilerici özgürlük talebini, kapsamı dar olana esir kılmaktır.
Demir Küçükaydın’ın talihsiz ulus algılarından benim anladığım budur
Son söz:
Bu satırların yazarı milliyetçiliğin her türünü insanlığın geleceğine zarar veren bir veba olarak görür. Bu vebadan kurtulmak için demokrasinin genişleyip, derinleşmesi için mücadele eder. Ezilen ulusların özgürlük hareketlerinin demokrasiye hizmet ettiği ölçüde onun mücadelesinde bir nefer olmaktan de geri durmaz. Ortak ülkemizin buna gereksinimi olduğu bilinciyle, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini olduğu kadar, özgün örgütlenmeleriyle bu sürece katkı yapacak tüm özgürlük mücadelelerinin desteklenmesini bir görev sayar. Ülkemiz demokrasisinin kaderinin de bu katılımların yoğunluklarına bağlı olacağını bilirler.
Geç kalmış, tamamlanmamış ulusal görevlerin tarihin derinliklerinden aldığı güçle, demokratik bir rol üstlenmeleri için önünün açılması için tüm devrimci demokrat güçlerin ortak mücadelede omuz omuza olmaya çağırır. Ulusları tarihsizleştirerek onların tarihteki rollerini kısırlaştırmanın milliyetçilikle mücadele türlerinden biri olmadığını, tersine olumlu rollerin önünü kesin bir girişim olduğunu yeniler.
Uluslar bir tarihsel kategori olarak tarihte sönene kadar ortaya koyabilecekleri kolektif demokratik tutumları değerlendirmeyi tüm insanlığın daha olumlu bir dünyada yaşamaya katkı olduğunu belirteceğim. Bu diğer mücadele yönelimlerini ihmal etmeden ve onları bu süreçte, sonuna kadar değerlendirerek ele almak gerektiğini tekrar ederim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder