29 Ağustos 2009 Cumartesi
ELVEDA ANNEM ELVEDA...
(( Cemile Ural vefatının 7. günü anısı üzerine veda sözüm ))
Mihrac Ural
30 Ağustos 2009
Değerli misafirlerim, dostlarım, akrabalarım,
mesajlarıyla beni yalnız bırakmayan değerli insanlar,
yoldaşlarım,
Ural ailesi ve kendi adıma, annemin vefatı dolaysıyla gösterdiğiniz ilgi ve taziyelerinize şükran borcum olduğunu bilmenizi isterim. Bu borcu, ölülerinize rahmet dileklerimle bir kez daha saygıyla kabul ediyorum.
Bu gün, Annem hakkın rahmetine intikalinin 7. gününde. Bu gün, hepimizden daha çok babam, ben, kardeşlerim, yeğenlerim ve bu duyguyu benimle paylaşan tüm dostlarım, Cemile anayı ebede kadar kaybedişimizin 7. günündeyiz. Hakkın rahmeti öyle uygun gördü, kolumuzu kanadımızı kırdı.
Biz bu topraklarda binlerce yılın yerlileri olarak, dehrin tüm kasvetlerine, acıların en yoğunlarına, kıyımlara, tenkillere uğramışlar olarak Anne acısını da sinemizde taşıyacağız. Acı çekmeyi hiçbir zaman erdem saymadım, erdemli olarak acıyı yenmeyi ilke edindim, Amma bu anne bunun acısı başka bir şeye benzemiyor dostlarım, hele sürgündeyse insan ve kavuşamıyorsa bu acı çok farklı bir acı olur çıkar…
Anne acısını tatmayan bilmez derler bu doğrudur, birde gelin bana sorun. 30 yıllık sürgünümde, sevgim, özlemim, acılarımın ortağı, yaralarımın merhemini olan annemi yitirişimi gelin bana sorun…
Bana gelen her mesaja teşekkürlerimi ilettim. Anında cevaplandırmaya çalıştım. Cevaplarım birbirine benzedi, tüm annelerin birbirine benzemesi gibi…
Annem dedim,
Tüm anneler gibi yolumu gözleyendi. Bana kavuşmak için dua edendi, sabırla sesiz sitemsiz bekleyendi. Kavuşamadan hakkın rahmeti geldi, çattı. Elini öpmeye doyamadığım koruyucu meleğim vedasız göçüp gitti…
Annem tüm anneler gibi, yaşamını çocuklarına hasredendi. Onunla da kalmayan, torunlarına da her şeyini sunandı. Benim annem tüm anneler gibi, siyasi sürgünlere mahkumu oğlunun, dostlarını, yoldaşlarını evlatları gibi bilen, sofrasında aşını, evinde yatağını serendi. İşte bu anne tüm anneler gibi oğlu arkasında dik duran benim annemdi.
Bir kuşak aynı anneden doğmuş gibiyiz. Bu kuşağın anneleri çocukları karşısında görevini sonuna kadar yaparken, bizler hakkını ödemekte aciz kaldık.
Kendi adıma anneme acı çektirdim, incecik omuzlarına taşınmaz yükler yükledim, iyileşmez hastalıklarına sebep oldum, kaygılar içinde, korkular içinde yaşamaya mahkum ettim; daha dün 1 Nisan’da (2009) polis baskını altında yüreği ağzına gelmişti, ölüm ve yaşam arasında gidip gidip gelmişti.
Şehir şehir, ülke ülke zindan kapılarında çektiği acılara dağlar dayanmaz, dev cüsseler yıkılırdı. O tüm bu acılara oğlu için, sesiz ve sitemsizce katlandı durdu. Bu anne tüm anneler gibi kendi yaşamanı oğullarına adayandı.
Huzurunuzda ondan bir kere daha, bin kere daha af diliyorum, hakkını helal et diyorum.
Annem, saçlarıma ak düşmüş biri olmama rağmen, yeryüzünde bana çocuk muamelesi yapan tek güçtü. Ben işte böylesi bir kudretten yoksun kaldım, acımı anlıyor musunuz…
Annem tüm anneler gibi, bana ve torunlarına tarihin efsanevi hikayeleriyle kültür mirasımızı teslim edendi.
Yeni kuşaklar bilmez, onların çağı bir farklı çağdır, daha ileri ve kendine hastır. Ama benim kuşağımın kültür algılarını taşıyan öncelikle annelerdi. Ve benim kuşağımın anneleri, bizleri efsaneler çağının hikayeleriyle büyüttü, insani olanı, erdemli olanı, dürüst olanı, yardımlaşmayı, sevgiyi, birliği katre katre zihinlerimize nakşedendi.
Dememe o ki,
Annesi yaşayanlar, onlara sıkı sıkı sarılsın, onları göz bebeği gibi korusun. Çünkü onlar bizim koruyucu meleğimiz olduğu kadar, tüm insanlığın kültür miraslarını sermayesiz, emeksiz gelecek kuşaklara taşıyan en önemli değerdir. Bu değerlerin hakkını ödemekte geç kalmayınız…
Ben annemin hakkını ödeyemedim. Bana hep o baktı. Çocuklarıma da. Maddi manevi tüm yükümü on yıllardır o çekti. Annem tüm anneler gibi, hakkı ödenmesi mümkün olmayandı.
Bu noktada önünüzde iftihar ve saygıyla ifade etmeliyim ki, bacım Mihriban, tüm aile adına annesine babasına son ana kadar gönül rızasıyla bakarak yerine getirdiği görev, anneme ödeyemediğim hakkın bacıma intikalini getirdi. Kardeşim Mihriban bu hakkı kazanmakla artık o benim annem oldu. Bu yiğit kadını annem diye ellerinden öperim, sağ olsun var olsun.
Ablam Mihrican’a gelince, ailemizin adı hiç anılmaz kaynağı, dinamosudur. Mihriban’ı ayakta tutan Annemin torunlarını, annem adına en yüksek yerlere ulaştırandı. Huzurunuzda onun da ellerinden öpüyor, sağ olsun var olsun diyorum.
Bu ailenin isimsiz kahramanı çoktur, Amcam oğulları ve kızları, dayım oğulları ve kızları, teyzem oğulları ve kızları, anneme karşı bıraktığım onarılmaz boşlukları bir biçimde benim adıma kapatan bu güzel insanların tümüne sevgimi saygımı ve sonsuz bağlılığımı beyan ediyorum.
Annem artık hakkın rahmeti altındadır, geride kalan bizler geçmişin tüm güzelliklerini bu güne taşıyarak dostlarımızla, yoldaşlarımızla halkımızla kenetlenerek hakkı olana hakkını iade için geç kalmadan çalışmamız gerektiğini ifade edeceğim.
Ben bu yolun yolcusuyum. Kişisel hiçbir çıkarım olmaksızın doğrularımın arkasında dik durma mücadelesi içindeyim. Annemin bana aktırdığı mirasın gelecek kuşaklar için bir değer olma noktasındaki temsilcisiyim. Bu yol insan erdemleriyle örülü bir yoldur, sınırları bununla çevrelenmiştir.
Ural ailesi adına,
Burada acımı benimle paylaşmak üzere gelmiş tüm dostlara, mesajlarıyla beni yalnız bırakmayan uzak yakın tüm insanlara şükran borcumu, ölülerinize rahmet dileklerimle iletiyorum.
Sözlerimi, Kostantin Simonof’un “Bekle Beni” adlı ünlü şiirini, Sürgün yaralarıma merhem olmak, memleket özlemimi de dile getirmek üzere sizinle paylaşıyorum.
BEKLE BENİ
Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarı sıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yad edip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.
Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini.
Konstantin Simonov (Çeviren: Sacide Üçer)
Mihrac Ural
30 Ağustos 2009
Değerli misafirlerim, dostlarım, akrabalarım,
mesajlarıyla beni yalnız bırakmayan değerli insanlar,
yoldaşlarım,
Ural ailesi ve kendi adıma, annemin vefatı dolaysıyla gösterdiğiniz ilgi ve taziyelerinize şükran borcum olduğunu bilmenizi isterim. Bu borcu, ölülerinize rahmet dileklerimle bir kez daha saygıyla kabul ediyorum.
Bu gün, Annem hakkın rahmetine intikalinin 7. gününde. Bu gün, hepimizden daha çok babam, ben, kardeşlerim, yeğenlerim ve bu duyguyu benimle paylaşan tüm dostlarım, Cemile anayı ebede kadar kaybedişimizin 7. günündeyiz. Hakkın rahmeti öyle uygun gördü, kolumuzu kanadımızı kırdı.
Biz bu topraklarda binlerce yılın yerlileri olarak, dehrin tüm kasvetlerine, acıların en yoğunlarına, kıyımlara, tenkillere uğramışlar olarak Anne acısını da sinemizde taşıyacağız. Acı çekmeyi hiçbir zaman erdem saymadım, erdemli olarak acıyı yenmeyi ilke edindim, Amma bu anne bunun acısı başka bir şeye benzemiyor dostlarım, hele sürgündeyse insan ve kavuşamıyorsa bu acı çok farklı bir acı olur çıkar…
Anne acısını tatmayan bilmez derler bu doğrudur, birde gelin bana sorun. 30 yıllık sürgünümde, sevgim, özlemim, acılarımın ortağı, yaralarımın merhemini olan annemi yitirişimi gelin bana sorun…
Bana gelen her mesaja teşekkürlerimi ilettim. Anında cevaplandırmaya çalıştım. Cevaplarım birbirine benzedi, tüm annelerin birbirine benzemesi gibi…
Annem dedim,
Tüm anneler gibi yolumu gözleyendi. Bana kavuşmak için dua edendi, sabırla sesiz sitemsiz bekleyendi. Kavuşamadan hakkın rahmeti geldi, çattı. Elini öpmeye doyamadığım koruyucu meleğim vedasız göçüp gitti…
Annem tüm anneler gibi, yaşamını çocuklarına hasredendi. Onunla da kalmayan, torunlarına da her şeyini sunandı. Benim annem tüm anneler gibi, siyasi sürgünlere mahkumu oğlunun, dostlarını, yoldaşlarını evlatları gibi bilen, sofrasında aşını, evinde yatağını serendi. İşte bu anne tüm anneler gibi oğlu arkasında dik duran benim annemdi.
Bir kuşak aynı anneden doğmuş gibiyiz. Bu kuşağın anneleri çocukları karşısında görevini sonuna kadar yaparken, bizler hakkını ödemekte aciz kaldık.
Kendi adıma anneme acı çektirdim, incecik omuzlarına taşınmaz yükler yükledim, iyileşmez hastalıklarına sebep oldum, kaygılar içinde, korkular içinde yaşamaya mahkum ettim; daha dün 1 Nisan’da (2009) polis baskını altında yüreği ağzına gelmişti, ölüm ve yaşam arasında gidip gidip gelmişti.
Şehir şehir, ülke ülke zindan kapılarında çektiği acılara dağlar dayanmaz, dev cüsseler yıkılırdı. O tüm bu acılara oğlu için, sesiz ve sitemsizce katlandı durdu. Bu anne tüm anneler gibi kendi yaşamanı oğullarına adayandı.
Huzurunuzda ondan bir kere daha, bin kere daha af diliyorum, hakkını helal et diyorum.
Annem, saçlarıma ak düşmüş biri olmama rağmen, yeryüzünde bana çocuk muamelesi yapan tek güçtü. Ben işte böylesi bir kudretten yoksun kaldım, acımı anlıyor musunuz…
Annem tüm anneler gibi, bana ve torunlarına tarihin efsanevi hikayeleriyle kültür mirasımızı teslim edendi.
Yeni kuşaklar bilmez, onların çağı bir farklı çağdır, daha ileri ve kendine hastır. Ama benim kuşağımın kültür algılarını taşıyan öncelikle annelerdi. Ve benim kuşağımın anneleri, bizleri efsaneler çağının hikayeleriyle büyüttü, insani olanı, erdemli olanı, dürüst olanı, yardımlaşmayı, sevgiyi, birliği katre katre zihinlerimize nakşedendi.
Dememe o ki,
Annesi yaşayanlar, onlara sıkı sıkı sarılsın, onları göz bebeği gibi korusun. Çünkü onlar bizim koruyucu meleğimiz olduğu kadar, tüm insanlığın kültür miraslarını sermayesiz, emeksiz gelecek kuşaklara taşıyan en önemli değerdir. Bu değerlerin hakkını ödemekte geç kalmayınız…
Ben annemin hakkını ödeyemedim. Bana hep o baktı. Çocuklarıma da. Maddi manevi tüm yükümü on yıllardır o çekti. Annem tüm anneler gibi, hakkı ödenmesi mümkün olmayandı.
Bu noktada önünüzde iftihar ve saygıyla ifade etmeliyim ki, bacım Mihriban, tüm aile adına annesine babasına son ana kadar gönül rızasıyla bakarak yerine getirdiği görev, anneme ödeyemediğim hakkın bacıma intikalini getirdi. Kardeşim Mihriban bu hakkı kazanmakla artık o benim annem oldu. Bu yiğit kadını annem diye ellerinden öperim, sağ olsun var olsun.
Ablam Mihrican’a gelince, ailemizin adı hiç anılmaz kaynağı, dinamosudur. Mihriban’ı ayakta tutan Annemin torunlarını, annem adına en yüksek yerlere ulaştırandı. Huzurunuzda onun da ellerinden öpüyor, sağ olsun var olsun diyorum.
Bu ailenin isimsiz kahramanı çoktur, Amcam oğulları ve kızları, dayım oğulları ve kızları, teyzem oğulları ve kızları, anneme karşı bıraktığım onarılmaz boşlukları bir biçimde benim adıma kapatan bu güzel insanların tümüne sevgimi saygımı ve sonsuz bağlılığımı beyan ediyorum.
Annem artık hakkın rahmeti altındadır, geride kalan bizler geçmişin tüm güzelliklerini bu güne taşıyarak dostlarımızla, yoldaşlarımızla halkımızla kenetlenerek hakkı olana hakkını iade için geç kalmadan çalışmamız gerektiğini ifade edeceğim.
Ben bu yolun yolcusuyum. Kişisel hiçbir çıkarım olmaksızın doğrularımın arkasında dik durma mücadelesi içindeyim. Annemin bana aktırdığı mirasın gelecek kuşaklar için bir değer olma noktasındaki temsilcisiyim. Bu yol insan erdemleriyle örülü bir yoldur, sınırları bununla çevrelenmiştir.
Ural ailesi adına,
Burada acımı benimle paylaşmak üzere gelmiş tüm dostlara, mesajlarıyla beni yalnız bırakmayan uzak yakın tüm insanlara şükran borcumu, ölülerinize rahmet dileklerimle iletiyorum.
Sözlerimi, Kostantin Simonof’un “Bekle Beni” adlı ünlü şiirini, Sürgün yaralarıma merhem olmak, memleket özlemimi de dile getirmek üzere sizinle paylaşıyorum.
BEKLE BENİ
Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarı sıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yad edip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.
Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini.
Konstantin Simonov (Çeviren: Sacide Üçer)
ANNEM...
Mihrac Ural
24 Ağustos 2009
Bu gün annemin vefat haberini verdiler. 30 yıllık sürgün acılarım bir kez daha ayaklandı.
Annem tüm anneler gibi benim için de kutsal bir kadın. Kutsallığı anlamak için anneyi anlamak yeterli.
Annem, tüm anneler gibi ailesini ayakta dik tutmak için canını dişine katandı. Bununla bitmez çilesi, benim gibi bir oğlu da varsa yaşamı bir cehennem cenderesi; mahallede çocukluğumun arkasından koşması, uzakta okumanın kaygılarını taşıması bir yana, siyasal yaşantımın en yakın izcisidir. Bu sürecin yükü anne omuzlarında katmerleşir…
Tutuklandığım andan itibaren nefes nefese peşimde olan, zindan zindan beni terk etmeyen, yoldaşlarımı ben gibi sevip sayan, onları gözleyen. Yemekleriyle komünlerimize zenginlik katan. O anne, tüm anneler gibi benim annem.
Mültecilik yıllarımın acılarına merhem olan Annem. Benimle de kalmayan, her anne gibi torunlarının da en yakın takipçisi, geçmişi bu güne bağlayan kültür mirasının taşıyıcısı annem.
Ak düşmüş saçlarıma rağmen, yeryüzünde bana çocuk muamelesi yapan tek kudret, tüm anneler gibi o da benim annem.
Annem, tüm devrimci anneleri gibi, mitinglerde yanımda duran, oğlu yerine malzemeleri taşıyan, doğrularımın arkasında sesiz sitemsiz kendini ifade eden her anne gibi, o benim annem.
Yokluğumda bile, evi-sofrası yoldaşlarıma, dostlarıma açık kalan anne; her devrimci annesi gibi o benim annem...
Annem tüm anneler gibi oğlunun yolunu gözlerdi. Ama ben gelemedim, geç kaldım ulaşamadım
Nasıl söylesem annem nasıl …
Bilirsin, elini öpmek için, dağları aşar denizleri geçer gelirdim. Kolum kanadım kırık annem. Sana ulaşamadım geç kaldım; Tanrının rahmeti, siyasal erkin yasaklarıyla el ele verdi, yolumu kesiti…
İsyanım var bu rahmete isyanım. Asiyim bu yasaklara asi…
Hakkını helal et anne...
Seni çok yordum, ellerini öpmeye doyamadım, hep sürgündüm…
Ülkemden yoksun ettiler beni, senden de...
Yordum seni, affet…
Hakkını helal et.
24 Ağustos 2009
Bu gün annemin vefat haberini verdiler. 30 yıllık sürgün acılarım bir kez daha ayaklandı.
Annem tüm anneler gibi benim için de kutsal bir kadın. Kutsallığı anlamak için anneyi anlamak yeterli.
Annem, tüm anneler gibi ailesini ayakta dik tutmak için canını dişine katandı. Bununla bitmez çilesi, benim gibi bir oğlu da varsa yaşamı bir cehennem cenderesi; mahallede çocukluğumun arkasından koşması, uzakta okumanın kaygılarını taşıması bir yana, siyasal yaşantımın en yakın izcisidir. Bu sürecin yükü anne omuzlarında katmerleşir…
Tutuklandığım andan itibaren nefes nefese peşimde olan, zindan zindan beni terk etmeyen, yoldaşlarımı ben gibi sevip sayan, onları gözleyen. Yemekleriyle komünlerimize zenginlik katan. O anne, tüm anneler gibi benim annem.
Mültecilik yıllarımın acılarına merhem olan Annem. Benimle de kalmayan, her anne gibi torunlarının da en yakın takipçisi, geçmişi bu güne bağlayan kültür mirasının taşıyıcısı annem.
Ak düşmüş saçlarıma rağmen, yeryüzünde bana çocuk muamelesi yapan tek kudret, tüm anneler gibi o da benim annem.
Annem, tüm devrimci anneleri gibi, mitinglerde yanımda duran, oğlu yerine malzemeleri taşıyan, doğrularımın arkasında sesiz sitemsiz kendini ifade eden her anne gibi, o benim annem.
Yokluğumda bile, evi-sofrası yoldaşlarıma, dostlarıma açık kalan anne; her devrimci annesi gibi o benim annem...
Annem tüm anneler gibi oğlunun yolunu gözlerdi. Ama ben gelemedim, geç kaldım ulaşamadım
Nasıl söylesem annem nasıl …
Bilirsin, elini öpmek için, dağları aşar denizleri geçer gelirdim. Kolum kanadım kırık annem. Sana ulaşamadım geç kaldım; Tanrının rahmeti, siyasal erkin yasaklarıyla el ele verdi, yolumu kesiti…
İsyanım var bu rahmete isyanım. Asiyim bu yasaklara asi…
Hakkını helal et anne...
Seni çok yordum, ellerini öpmeye doyamadım, hep sürgündüm…
Ülkemden yoksun ettiler beni, senden de...
Yordum seni, affet…
Hakkını helal et.
23 Ağustos 2009 Pazar
Demir Küçükaydın'ın Talihsiz Ulus Algıları
Mihrac Ural
23 Ağustos 2009
Demir Küçükaydın şehvetle polemik yapan ender devrimcilerden biri. Niğde zindanında birlikteydik (1979 sonbaharı). Disiplinli çalışmasının tanığıyım, okuyup yazan kendi doğrularını oluşturmuş bunun arkasında duran biri. Tek taraflı yaptığı polemiklerle de bu sürece devam ettiği gözleniyor.
Demir, polemikte kılı kırk yararak gösterdiği hassasiyetler, zaman zaman kırıcı üsluplara uzandığına, zaman zaman tarih, gelecek, felsefe, sosyoloji gibi karmaşık konularda anlaşılmaz hallere düştüğüne de tanıklık yapıyorum. Kendi ifadesiyle hasmı tırmalamak, ezmek, “parçalamak” dürtüsü, bu polemikleri okur açısından çekilmez kılmaktadır. Sayısı az kalan ve uzun yazı okuma ısrarında sebat gösteren bizlere bile zor gelen bu üslubun çok yararlı olduğuna inanmak güç gibidir. Özelikle cevapsız kalan polemikler bir noktadan sonra zorlama bir hale geliyorlar. Bu ilgili izlemeyi de tıkamaktadır. İşin diğer bir yanında demirde kendisini eleştirenlere cevap vermeyerek farklı bir açıdan tutarsızlık göstermesi, bu polemiklerin samimiyetini de zedelemektedir.
Her şeye rağmen, kendi doğrularını kendi soyutlamalarıyla dile getiren bir insanın düşünceleri saygıya değer görmek gerek. Okura faydalı olacağı noktalarda da gözlemci kalmadan, sürece kendi doğrularımızla katılmayı uygun görürüz.
Bu makalem, Demir Küçükaydın’ı eleştiren ikinci makalem olacaktır. Birincisi; “Hegel’in tarihsiz ulusları ve Demir Küçükaydın’da ‘Türklük” başlığını taşıyordu. Konumuz Türk ulusunun tarihi ve kendini ifade etmesiyle ilgiliydi. Eleştirdiğim makalesi “Türklük nedir?”de, Türk ulusu algısına ağır ithamları bulunuyordu. Bunun doğru olmadığını savunma durumundaydım. Uzun eleştiri makalemde, ulusal tarihin, siyasal bir tarih olmadığı nesnel bir ortak yaşam, ruhu şekillenme, coğrafya, dil gibi birçok verinin evrimiyle, birikimiyle ilgili olduğunu ifade ettim ve ulusları tarihsiz gören, belli bir düşüncenin çıkarlarıyla ilgili olduğuna ilişkin yaklaşımlarını eleştirdim. Söz konusu makalemde Türk ulusunu yok sayan, onu bir Yahudi sermayesine örtü gibi gören ele alışın, bilimsel olmadığını ve tarihin bilisel algılarıyla tamamen çelikli bir durum olduğunu belirtmeye çalıştım.
Türk ulusunun tarihteki yeri ve insan toplulukları içindeki önemli yerine vurgu yapmıştım. Türk milliyetçi solculardan beklenmesi gereken cevabı benim vermek zorunda kalışım, benim doğrularımla ilgiliydi. Bunu yerine getirmiştim.
ULUS, BİR SİYASİ DURUŞ,
BİR EDEBİYAT YA DA
FİKİR JİMNASTİĞİ DEĞİLDİR.
Ulus konusunda o gün dile getirdiklerini daha da ilerleten Demir Küçükaydın, sonuçta öyle bir yere vardı ki ulusu, siyasi ya da askeri bir vakanın şafağında doğan düşünsel bir istencin kategorisi olarak tanımlar oldu. Düşünce, fikir jimnastiği gibi, siyasi tutum ya da askeri eylem gibi sonuçları ulusun tarihsel evrimiyle ilgili nesnel verileri yerine konması, konumuz dışı felsefi bir tartışmaya yönelecek söylemleri beraberinde getiriyordu. Bu yaklaşımı özetle şu satırlarda belirgin hale getiriyor:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik donemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akimi olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.
Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.” (Demir Küçükaydın, “Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?” Adlı makalesi)
Bu satırlarda Demir Küküçaydın, sonuç oldukları bile tartışma götürür verileri ulusun doğuş verileri olarak göstermiştir. Bırakalım tarihin derinliklerinden söküp gelmiş ulusal ortak bölenleri, bu tür siyasal tutumlar ya da askeri tutumlarla bir ulusun doğuşunu tanımlamak ne kadar ciddi bir tespit olabilir. Her askeri eylemin, başarılı olup olmama riskleri taşıdığı göz önüne alınırsa, ulusun doğup doğmaması buna endeksli olduğu söylenebilir mi? Talihsiz bir ulus algısı ancak bu kadar basit ve sıradan olabilir.
Cumhuriyet döneminde Kürtlerin 25 isyanından söz edilir (http://forum.arbuz.com/showthread.php?t=43371). Bu isyanlara, Osmanlı döneminin isyanlarını ve diğer ülkelerdeki Kürt isyanlarını eklersek sayının çok kabarık olacağı açıktır.
Demir Küçükaydın’ın mantığıyla hareket edecek olursak, Kürt ulusunun doğuşu önemli bir askeri eylemin konmasına bağlı ise Kürtler bunu tarihleri içinde 200 yıldır ortaya koymaktadırlar. Bu anlamda Kürt ulusunun doğuşu 1800’lü yılların başına olmalıydı. Üstelik bu isyanlar arasında açıkça Kürdistan bölgesinin bağımsızlığını savunmuş ayaklanmalar da bulunmaktadır.
Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul) Osmanlı döneminin bilenen en eski isyanıdır, “Kürdistan bölgesinin bağımsızlığı”ndan söz etmesi dolaysıyla Şeyh Ubeydullah isyanı (1880) ya da Koşgari isyanı (1920- Koşgiri) diye bilinen Osmanlıda son Kürt isyanı dizesinden söz edilebilir. Küçükaydın, kendi teziyle tutarlı olabilmesi için bu isyanları, Kürt ulusunun doğuşuna veri olarak göstermesi gerekirdi. Ancak bunu yapmıyor. 1984 Eruh baskınını veri olarak ele almayı, Kürt ulusunu tarihsizleştirmek için daha uygun görüyor. Bu, gündemdeki Kürt özgürlük hareketine bir methiye ise, önceki ayaklanmalar atlanarak yapılmayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu isyanların tümünü (Osmanlı+Cumhuriyet dönemi 38 İsyan) yenilgiye uğramış isyanlar oldukları için hesaba katmamışsa, bu yaklaşımı çok daha büyük bir hataya düşmek anlamına gelir; ulusun doğuşu askeri zafere bağlı kılınmış olur. Buradan bakınca da son Kürt ayaklanmasının başarısız olması halende, Kürt ulusunun da rahimde ölen bir cenin olması gerekecek. Bunun neresi bir mantık önermesi olarak görülür anlamak güç.
Türk ulusunun doğuşunu, Ermenilerin katledilmesine (1915) endekslemek, ulus algısını tarihsiz bir fikir jimnastiği, bir edebiyat girişimi görmekle kesişme içindedir. Bu noktada ulusu oluşturan ve tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş yolculuklarıyla kararlı bir duruş sergileyen tüm nesnel verileri yok saymaktır. Ulusu düşünce eseri bir siyasal olay olarak algılamaktır. Ki Küçükaydın bunu yapıyor.
Demir Küçükaydın’ın yukarıdaki satırlarından başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu yaklaşımı diğer yazlarında da ısrarla tekrar etmektedir.
Ulusların tarihle bağını tamamen koparan bu yaklaşımlar, ulusun bir tarihsel kategori olarak algılanmasıyla sorunludurlar. Zira her tarihsel kategorinin tarih içinde evrimini yaşayarak ilerleyip gelen nesnel verileri olduğu gerçeği yok sayılmış olur. O anın, o kesitin bir verisi olarak ortaya çıktığı iddia edilir. Bunun için de ulusa simgeler oluşturulur; kazanılmış bir savaş, bayrak, lider, devlet gibi simgeler o anın (ulusun doğuşu) yoktan var edilmesini temsil eder. Bu algıda tarihe yer verilmez, varlıkları yok edilmesi gereken safralara tarih oluşturmak mücadeleyi zora sokar anlayışı hakim olur.
Bu yaklaşımın arka palanında eskimiş bir tartışma yatıyor. Torçki’nin ”eklektik” (Lenin) görüşleri bulunuyor. O da ulus gerçeğini “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ve dünya devrimiyle bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. (“Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yap¬tığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı” Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)
Demir Küçükaydın, daha geri bir yaklaşımla ve en iyimser halde ulusları, ulusal devlet girişimi olarak ele almaktadır.
Öncelikle bilinmesi gereken Tarihsiz hiçbir şeyin olmadığıdır. Tarihsiz uluslar kavramını ilk ortaya atan Hegel “Tarihsiz uluslar” kavramını Avrupanın bir dizi küçük ulusunun karşı-devrimci duruşları nedeniyle dile getirir. Engels, 1848 devriminin başarısızlığını irdelerken bu söyleme sarılarak açıklama yapmaya çalışır. Sınıf mücadelesi bakış açısı altında ulusların tarihten silinişine kadar da bu “tarihsiz uluslar”ın gerici roller oynayacağı gibi, tarih tarafından doğrulanmayan siyasi sonuçlara varır.
Tarihsiz ulus yoktur olamaz da. Tüm resmi tarihler yalan, abartma ve aklamalarla oluşmuş olsa da her ulusun bir tarihi vardır. Atatürk’ün Anadolu’yu 40 asırlık Türk yurdu ilan etmesi, güneş dil teorisi gibi komediler ve Sümerler, Hititler gibi birbiriyle de ilgisiz uygarlıkları Türk uygarlıkları ilan etmesi gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan tarih dolgular böylesi verilerdir. Ulusların tarihlerinde bu ve benzeri tür olumsuzluğun yoğun ya da hafif olması ve bunun tarihte oynadığı siyasi rolün ilerci ya da gerici olması konumuz dışındadır. Resmi tarihin abartma ve yalanları ulusun kendi bireylerince de deşifre edilerek tasfiye edildiği de bilinmektedir. Her haliyle uluslar bir tarihle insanlık topluluğu içinde yer alıryorlar.
Tarihsizlik yoklukla eşitliktir. Bu günü olan her şeyin bir tarihi vardır. Bu sadece düşüncede “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) tarihli olma anlamında değildir. Ulusu oluşturan tüm verilerin evrim tarihi demektir. Bu evrimin tarihi olmadan hiçbir veri ulusun oluşumuna katkı yapamaz. Bu anlamda geçmişin gelecekte yer alabilmesi için, tarih sahibi olmak gerek.
Ulusal bir algıya ait düşüncenin “gebelik ve ebelik” dönemine ulaşabilmesi için, birbirinden çok farklı bir dizi kategorinin de tarih içinde önemli bir evrim izlemiş olması gerekli. Sonuçta ulusal var oluş, bir siyasal yapılanmaya dönüşürken bütün bu farklı kategorilerin bir ulus adıyla simgeleşmesi gereklidir.
Ulusu oluşturan her bir verinin tarih seyir-ü seferinde kırılmaların olması, fay hatlarıyla yönelim farklılıklarının doğması da mümkündür. Dil, gelenek görenek, coğrafya, iktisadi yaşam birliği gibi birbirinde nispi bağımsızlığı olan bu kategorilerin tarihteki evrim süreçleri böylesi bir özellik gösterebilir. Ancak bu unsurları birbirinden nispeten bağımsız evrimleri belli bir olgunluğa geldikleri zaman, ulusal birliği tüm simgeleriyle, edebiyatıyla, fikir jimnastikleri, siyasal yapılanmaları ve sonuçta ulusal devletiyle taçlanırlar. Ulusu oluşturan unsurların evrim süreçlerinde ki kırılma, farklı ulusal yapıların oluşmasına da yol açabilir. Amerika’nın İngiliz dilini kullanmasına, İngiliz kökenli çoğunluğun olmasına karşın coğrafi kırıma sonucu farklılaşarak İngiliz ulusundan ayrı bir ulusun doğmasına yol açmıştır. Türki cumhuriyetler ile Türk ulusu arasındaki durumda benzer bir özellik gösterir.
Her şeye rağmen ulus, dil, gelenek görenek, coğrafya, ortak refleks, iktisadi yaşam birliği gibi temel unsurları olan, nesnel verilerin evriminin belli bir olgunluk düzeyine denk gelen tarihsel kategorisidir. Bu da ulusun tarihsiz oluşamayacağını yeterince açıkça gösterir.
Ulus, bir siyasi eylemle doğmayacak kadar yoğunluk gerektiren evrim birikimlerine ihtiyaç duyar. Bunun adı tarihtir. Bu tarihi kimin nasıl kullandığı ayrı bir konudur. Bu tarih olmadan ulus diye bir kategori olamaz. Dilin tarihteki evrimi, gelenek ve göreneklerin, aynı ve ortak bir coğrafyada olmanın tarihsel evrimi, ekonomik yaşamın inişli çıkışlı konjonktürlerine rağmen gelip dayandığı ortak ilişkiler ve buna benzer bir dizi etmen, sonuçta ortak bir insan topluluğu refleksi yaratacak kadar aynı mecraya akarak ulusu oluşturur.
Marksist algıların merkezinde modern ulusların kapitalizmin şafağında doğması olayı, iktisadi temelleri olan bir sürece denk düşer; merkezi pazarların oluşması, ortak dille merkezi pazarlarda ticaretin, üretimin ve mübadelelerin gerçekleşmesi modern ulusun temel zeminleri olarak kabul edilir. Ulusun oluşumu için bu da tek başına yetmez, geçmiş tarihten gelen, kendi bağımsız gelişimiyle birikimini geliştiren dil, gelenek görenek, coğrafya gibi verilere gerek duyar. Bu veriler nesnel verilerdir, ne “edebiyat” ne de “fikir jimnastiği”dir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması olayı budur.
Bu yaklaşımın temeli, ulus olgusunda evrimin birikim verileridir. 15.16.yy Merkantilist dönemi ulusal devletlerin kuruluşuyla şekillenirken, ticari kapitalizm merkezi pazarları güçlendirip, tarihi evrimini uzun bir zaman içinde olgunlaştıran dili ve coğrafyayı da belli bir merkezi yapıya kavuşturur.
“Lenin, bu süreci, “ Kapitalizmin gereksinimleri arasında, nüfusun ulusal bileşiminin mümkün olduğu kadar türdeş hale gelmesi gereği de bulunacaktır, çünkü iç pazarın tam olarak ele geçirilmesi için ve iktisadi ilişkilerin tam serbestliği için ulusal nitelik, dil birliği önemli etkendir.
...Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sol yayınları, s; 47-55) Diye tanımlar.
İktisadın yeni unsurlarıyla birlikte, ihtiyacı duyulan örgütsel yapılanma için artık her şey hazır bunuyordu. Marks’ın deyimiyle, etnik temelden çok toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlaki değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkan bağlar, ulusal bağlar olarak şekillenmiştir. Burada en önemli unsur, etnik unsurlardan çok (ki, etnik unsurlar çok önemli ve olmasa olmaz koşullar olmasına rağmen) yıllar içinde şekillenmiş toplumsal, ekonomik ve politik bağlardır. Etnik bağlar, toplusal ilişkiye ulus bileşiminin kapılarına kadar getirebilir ancak ondan öteye gidemez, ekonomik gelişmelerin yarattığı yeni unsurlar katılmaksızın bu süreç ulus bileşimine uzanamaz. Ulus bileşiminin tarihsel bir kategori olması da tamamen bunu ifade eder.” (Mihrac Ural, Kürtler ve ulusal devlet makalesi. Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Ulusların belli bir tarihle ortaya çıkışlarını tanımlayan bu yaklaşım bu gün için de geçerliliğini koruyan bir yaklaşımdır.
Bunların tümü aynı kapıya çıkıyor. Ulus tarihi evrimlerin ürünü olarak ortaya çıkar.
Ulus bu noktadan itibaren (bu tarihi birikimlerden sonra) bir edebiyat, bir fikir jimnastiği, bir program önermesi ve sonuçta bir siyasal tutum ve davranış olarak böylece ortaya çıkar. Bu ulusal bir devletle taçlanmaya kadar da yükselebilir.
Ulusu oluşturan temel unsurların tarih evrimindeki kırılmalarının farklı ulusal oluşumlara yol açabilmesi bu unsurların uluslara ait tarihlerini ifade eder. Bu aynı zamanda tarihsiz bir ulusun olmayacağına da önemli bir göstergedir.
Amerika ulusunun (Amerika ulusu olgusu çok tartışmalıdır) bir dilin, birden çok etnik yapının coğrafyadaki kırılmanın yarattığı bir sonuç olması bundandır. Yakın bir tarih taşısa da, Ulus olduğu tartışmalı olsa da Amerikan ulusunu oluşturan bir dizi temel unsurun tarihsel evrim içinde, ortak bir kaderin, ortak bir reflekste, ortak bir coğrafya üzerinde, ortak bir dille oluşmasının ifadesidir. Bunun için ne Amerikanın keşfi ne de İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı ne de tek başına iç savaşın belirleyici rolü vardır. Bu bir süreç ve süreç sonucunda birçok unsurun tarihsel evriminin ortak bir mecrada kendini bir topluluk olarak ifade etmesinden ibarettir.
Bu söylemi bölgemiz ulusları için, hatta Avrupa için çok daha gerilere götürmek ulusun tarih algısı için daha aydınlatırcıdır.
TARİHSİZ ULUS YOKTUR
OLAMAZ DA
Demir Küçükaydın, “Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.” (Agm) Diyor. Bu belirlemeleri mantıki sonuçlarına götürmeye gelince, siyasi yaklaşımlar ağır basıp bundan vazgeçiyor. Tarihte beli toplulukların belli etnik isimlerle tanımlanmasının nelere dayandığını açıkça görmesine rağmen siyasal tercihleri bunu ilerletmeye izin vermiyor. Birilerine, tarihte Türk, Kürt, Arap denmesine neden olan ortak bileşkelerin modern çağlara kadar çekip gelmiş bu ortak özeliklerince ulusun oluştuğu gerçeği, her ulusun belli bir tarihe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir: Ancak Küçükaydın bunu görmek istemiyor.
Tarihin derinliklerinde birilerine, üstelik yazılı edebi metinlerde dahil olmak üzere, Türk, Kürt, Arap, Fars demenin verilerini belirlediğimiz zaman bu verilerin 1000-2000 yıl içinde geçirdikleri evrimi de hesaba kattığımızda görülecektir ki, kaçınılmaz olarak bir “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) ulusla ilgili sonuçlar çıkacaktır. Bunlar binlerce yılın nesnel birikimlerinin sonucudur. Başlangıcı değil.
Bu nedenledir ki, aynı coğrafyada uzun bir tarih birlikteliği içinde ilişki sürdürmelerine, Türk ulusu, ulusal bir devlet olarak örgütlenmesine ve bu devletin hükümranlığı altında Anadolu’nun tüm etnik yapılarını birleştirdiği iddiasına rağmen, ne Ermeni’sini ne Arap’ını ne de Kürt’ünü bir üst kimlikte birleştirememiştir. Bunlardan bir ortak ulus kuramamıştır. Tarihsel evrimi içinde bu etnik yapılara daha ileri bir dil, kültür, gelenek ve görenek getirip içselleştirebilseydi, bu gün modern Avrupa toplumlarında gördüğümüz, geçmişin onlarca etnik yapısını içinde hazmeden ve onları üst kimlikle bir ulus olarak örgütleyen modern Anadolu ulusunu görecektik. Bunun gerçekleşmemesinin tek bir açıklaması var, o da ulusu oluşturan farklı nesnel verilerin tarihsel evrim farklılığıdır. Türk’ün dili, Kürt’ün dili kültürü, coğrafyası, ekonomik yaşam ortaklığı farklı evrim süreçleriyle birbirinde ayrışmış, ayrı kanallardan ayrı ulusların oluşuna kaynaklık eden birikimler yapmıştır. Bu nedenle Anadolu tek bir ulusun coğrafyası olamamıştır.
Demir Küçükaydın bu noktayı kavramakta zorlanmaktadır.
Bu tarih evrimi üzerinde uluslar yükselmesiydi, yakın dönemin tüm ortaklıkları Anadolu’da tek bir modern ulusun doğmasına yeterli askeri eylem, siyasi ortak duruş bulmak zor değildi.
“Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.”(Agm) Bu cümleyi önceki bir makalesinde daha yalın olarak şöyle dile getirmişti: “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
Ulusların tarihi olmadığına ilişkin bu söylem, öncelikle kendi içinde tutarsızdır. Ulusların modern bir olgu oldukları doğrudur (Kapitalizmin şafağında doğama esprisi olarak), ulusları tanımlamak, bir tez olarak formüle etmek, yorumlamak, tarihiyle ilgili araştırma yaparak, bu modern olguyu hangi köklerden evrimleşerek geldiğini tanımlamak ise çok doğal olarak sonra mümkün olan bir adımdır. Hiç kimse televizyonun tarihini, televizyon ortaya çıkmadan önce yazmayacaktır, I. Dünya savaşının da tarihi sonra yazılacaktı. Küçükaydını’ın söylemeye çalıştığı şey ulusların önce yazıldıkları sonra var olduklarıdır. Bu tez ona münhasır bir tezdir, açıklaması da ona düşüyor.
Demir küçük aydın sonuçları, neden yerine koymakla gösterdiği ulus karşıtı tepkilerini yorumlamak bu yazının konusu değildir. Ama ulusla ilgili bu yaklaşımı tarihle uzak yakın hiçbir ilintisi olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tarihsiz bir ulus yoktur. Ulus bir tarihsel kategori olarak tarihin nesnel verilerinin birikimleri içinden doğar ve bu verilerin söndüğü yerde de söner. Tüm uluslar doğmuştur ve söneceklerdir. Sönmeyecek bir ulus olmayacaktır, doğan her şeyin ölümlü olduğu gibi. Doğada ve toplumlar tarihinde, Her doğum bir yadsınmadır. Bunun da yadsınması ölüm doğum denkleminde gizlidir. Ulus önceki toplumsal süreçlerin içinden çıkıp gelmiş verilerle, önceki toplumların içinde gelişerek, onları yadsıyarak ortaya çıkar. Bunun gerçekleşmesi için tüm iradelerden bağımsız ve her iradeci eylemden özgür bir nesnel birikimin eseridir. Ulusların tarihi de burada yatar.
Merkantilist dönemin ekonomik verileri (ki bunlarda kendine özgü bir tarih evriminin sonucudurlar) sosyal, siyasal ihtiyaçlarını düşüncede yansıttığı kadarıyla kendini ifade eden sonuçlar, toplumsal örgütlenme, kültürel gelişme, dil gelişimleri, coğrafi algılar ve sınırlarla taçlanan ulus oluşumu ve bunun mantıki sonucu olarak ortaya çıkan ulusal devletler modern ulusları ifade etmiştir: Kapitalizmin şafağında modern ulusların doğma esprisi de budur.
“Gerçeğin göreli olduğu” söylemi içinde değerlendirdiğimizde, ulus bu kesitte doğmuştur. Ancak bu kesitin ürünü değildir. Tersine uzun bir tarihin ürünüdür. Bu açıdan tarihsiz ulus olunmaz demek bilimsel bir yaklaşım olmasına karşın, ulusların tarihi yoktur demek bilimden uzaklaşmaktır.
Demir Küçükaydın, ulus olgusuna tek boyutlu dünya devrimi zemini üzerindeki karşı çıkışı, ulusları inkar etme ve bu yolla ulus sürecine girmeden bir başka toplumsal süreçlere uzanmanın iddiası içindedir. Tüm uluslar tarihsiz olduklarına göre varlıklarının da gerici olması kaçınılmaz bir fikir jimnastiği haline gelir.
Buradan ulussuz bir sürecin ele alınması mümkün hele gelir. Bu ne işe yarar derseniz, dönüp sosyalizmin tek boyutlu bir dünya devrimiyle kurulabileceği Torçkist algısına bakacaksınız. Bu algının ulus yaklaşımının siyasal bir veri olduğuna ve ulusal her istencin gericilik kaynağı olduğu yaklaşımını bilince çıkartacaksınız. Demir Küçükaydın, 20.yy gerçeğinde ulusal sorunu ve bunun günümüze taşınan verilerini, önemini, bölgemiz ve dünya için taşıdığı önemi göz önüne almadan bu yaklaşımları yapmaktadır. Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan bir dizi gerçek ulusun, tamamlanmamış ulusal evrimleri için mücadelelerini görmezden gelmekte bunları gericilik kapsamında toplayıp silip atmaktadır. Aynı mantıkla Kürt ulusuna yaklaştığın gözlememesine karşı, bu durakta daha temkinli cümleler kullanması işin ayrı bir boyutudur.
Bu yaklaşım, Kürt ulusal hareketine kaynaklık eden, tarih içinden çıkıp gelmiş birikimleriyle Kürt ulusunu oluşturan verileri de hiçe sayar. Küçükaydın, bunu doğrudan söylemese de mesajı budur. Bir askeri eylem dizisinin başlangıcına kadar düşürdüğü Kürt ulusunun doğuşunu, tarihsiz kılmakla da geleceksiz ilan etmektedir. Zaten ulus olgusu, Demir için anlamlı hiçbir gerçekliği olmayan “safra”dan ibarettir.
Söylenmemiş söz üzerine yorum yapmak uygun değildir. Ancak ulus üzerine geliştirilen tüm söylemlerin ortak ülkemizi ilgilendirdiği ve bunun merkezinde Kürt ulusal hareketinin olduğunu göz önüne aldığımızda çok riskli bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımızı anlamak güç olmayacaktır. Bu yaklaşımlar, geçmişi ve geleceği olmayan bir mücadele diye ulusun özgürlük ve demokrasi talebini, tarihin hiçbir döneminde sonuç almamış sınıf mücadelesi ve ütopik dünya devrimi gibi mücadelelere endeksleyip, yakıt olarak tüketme eğilimi taşımaktadır.
Makalemi kısa tutmaya çalışıyorum teorik, tarihsel, ekonomik süreçlerle boğmak istemiyorum. Ancak millet, kavim, milliyet, Ulus gibi kavramların Ansiklopedik anlamları birbirine çok yakın olsa da zaman zaman bu kavramların farklı anlamlarda kullanıldığı siyasal yazımlar olduğu bilinmektedir. Millet ve ulus aynı anlamda kullanılsa da, Arapça’da millet Türkçedekinden çok farklı bir anlamda, daha çok mezhepsel, yöresel insan toplulukları anlamında, küçük topluluklarla ilgili kullanılır (Pazar yerinde farklı yörelerden alışveriş için gelmiş insanlar tanımlanırken milletin çoğul olarak “Milel” denir). Ulus karşılığı ise “Kavm” kelimesi kullanılır. Ulus Türkçede kapitalizmle birlikte doğan belli bir tarihsel kategori olarak tanımlarken, Arapçadaki karşılığı olan Kvam kelimesi ise Arapların tarihleri boyunca oluşan insan topluluğu olarak (ortak dil, ortak coğrafya, gelenek görenek ortaklığıyla belirlenen) varlıklarını tanımlar. Yani Arap ulusu, İslam’dan öncede var olan, İslam’la birleşen ve bu güne kadar kendini dil ortaklığıyla, coğrafi, gelenek görenek, ekonomik ve ortak reflekslerle tanımlanan modern bir ulusu da ifade eder. Bu açıdan Araplar kapitalizmin şafağı gelmeden kendi birliklerini “ulus” olarak tanımlamaktadırlar. Batı uygarlığı merkezli düşünme zorunluluğuna mahkum olmadan, evrensel ölçekte bir standart bulmak güç olsa da, ulusların açık ve net olan derin tarihlerle var olduğu gerçeğini görmek zor olmayacaktır. 2500 yıllık Fars devletinin hükümranlığı altındaki insan topluluğunu tanımlarken, yaşanan tüm tarihi toplumsal dönüşümlere karşın (köleci, feodal, kapitalist) kendilerini Fars ulusu olarak tanımlamaları da benzer bir durumdur.
Her ne zemin üzerinde ele alınırsa alınsın, Ulus, kavm, millet, belirgin özelikleriyle dil, coğrafya, gelenek ve görenek (kültür), ortak ruhi şekillenmenin yarattığı, ortak reflekslerin tarihsel evriminin bir ürünü olarak dünden bu güne gelmektedir. Ulus doğuş anının siyasal düşünce itimi ile oluşan bir kategori değildir. Bu gün ulus diyebileceğimiz her insan topluluğu, tarihlidir. Tarih öğesi olmayan hiçbir insan topluluğu ulus olamaz. Ulusların tarihinde ya da sonuçta ortaya koyduğu kimi refleksleri, kimi ulusal fikir jimnastiklerini ya da başkalarına karşı giriştikleri hunharlığı ya da özgürlük hareketini ulusun doğuşu olarak görmek, eğer bir siyasal mesaj değilse, maddi gerçekleri düşüncenin oluşturduğunu iddia etmek kadar tehlikelidir.
Bu durumda tartışmamız felsefi bir tartışmaya döner ki yeri burası değil; düşünceyi belirleyen maddi gerçeklerdir materyalist verisi yanılmıyorsam aramızda ortak bölen olamaya devam etmekte olan felsefi bir ilkedir.
ULUS, ÖZNEL DEĞİL,
NESNEL BİR EVRİMİN ÜRÜNÜDÜR
Demir Küçükaydın, Türk ulusunun doğuşunu önceki makalelerinde benim algı katsayımı aşan bir yaklaşımla şöyle tanımlıyordu.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
“Türk ulusu var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğu” (Agm)
“Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm)
Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan. ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm)
“Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı”
“varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” (Agm)
“Kurt Türk Çatışması Neden Olmadı?” makalesinde ise şunları dile getirmiştir:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur” (Agm)
“Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.”
“ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.” (Age)
Okur, ulusla ilgili yukarıda yer alan her cümlelerin, ulusu bir iradeci olay olarak lanse etme çabasında olduğunu derhal fark edecektir. Yani herhangi bir siyasi irade, hiç bir tarihi kök birliğine sahip olmadan, rasgele bir isimlendirmeyle, hiçbir tarihi bağ ortaklığı olmayanlarla bir modern ulus yaratabilir denilmek istenmektedir. Türk ulusunun oluşumunu öyle tanımlıyor.
Bu aktarımların eleştirisine girmeden Türkiye’de İnönü ve Menderes dönemlerinde hiçbir Kürt isyanının olmaması nedeniyle övünen kimi çevrelerin, Kürt ulusunu, “dış güçlerin kışkırttığı ve içte işbirlikçileriyle yarattığı bir sorunun ifadesi” olarak görmelerini hatırlatacağım.
Milliyetçilerin her türü solcuları da dahil siyasal algılarında aynı yaklaşımın olduğunu hatırlatacağım: “Kürt ulusal sorunu bir zorlama olarak düşünsel zeminde yaratılmış ve terörle dayatılmıştır gerçekte tarihsizdir” diye düşünürler.
Demir Küçükaydın aynıyla öyle düşünüyor tüm uluslar hakkında böyle bir yaklaşımı var ama Kürt ulusunu bu açıdan diline dolamıyor. Bunun nedeni ayrı bir konu, ancak bir çifte standartlık olduğunu belirterek şunları söyleyeceğim.
Türk ulusu da Kürt ulusu da tarihli uluslardır. Bu ulusların tarihin derinliklerinde vuku bulan hadiselerde adları geçmeleri dolaysıyla değil, taşıdıkları objektif birikimleriyle birer tarihsel geçmişi olan ulusturlar.
Her iki ulusun de dilleri var ve birbirinden ayrıdır. Her iki dil de tarih içinde evrimleşerek gelişmiş ve kararlı bir süreç içinde bu gün, topluluğun ilgili tüm insanlarının ortak anlaşma ve çevreleriyle ilişki kurma aracı işlevi görmektedir. Bu her iki ulus dilinin kendine özgün bir alfabe yaratamamış olması bir zayıflık belirtisi olsa da son bin yıl içinde kararlı olarak aynı coğrafyada kendini yerleşik hale getirmiş ve bu coğrafyada yaşam sürdüren tüm insanları kimi farklılıklarına karşın, ortak bir dilde birleştirebilmiştir. Siyasal egemenliğine rağmen Türk dili Kürt dilini yok edememiş ve Kürt dilinin siyasal mahkumiyet altında kendini kararlıca sürdürmesini engelleyememiştir. Bu açıdan Kürtlerin Türkler lehine asimile edilmesi mümkün olmamıştır. Bu iki ayrı ulusun varlığına tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle dillerin duruşunu da bir gösterge olarak algılamak yanlış değildir.
Coğrafi tarihi, bunun üzerinde süren binlerce hadisede yoğunlaşarak biçimlenen ortak reflekslerin doğuşunu da ulusların doğuşunda önemli bir etken olarak görmek gereklidir.
Kürtler bir yandan, Türkler diğer yandan bu süreci yaşamış ortak ve ayrı kanallarda süren coğrafi evrimleri bu güne kadar her bir ulusu farklı kılan sonuçlar yaratmıştır.
TDP’nin son mahalli seçimlerde ortaya koyduğu Kürt coğrafyası gerçekçi bir ulus coğrafyası olarak karşımızda durduğundan söz etmek, bu anlamda yanlış olmayacaktır. Ancak bu olmasa da (Seçim zaferi olmasa da) Kürt gerçekliği, Türk ulusal gerçekliğinden coğrafi olarak dil ölçekleri içinde, kültür ve ortak gelenek görenekler kapsamında da kendine özgü coğrafyasıyla tarihten bu güne gelen bir Kürt gerçekliğine işarettir.
Bu gün Türkçe konuşan, ortak tarih sahibi olan, aynı coğrafi uzantı içinde olan Azerbaycan, ve diğer Türki cumhuriyetleri, Türk ulusuyla aynı ulus olarak tanımlamamamızın nedeni de burada yatıyor; dilin tarihsel evrimi, coğrafyanın tarihsel evrimi ve bu süreçte gelenek, görenek, ruhi şekillenme ve ortak reflekste ifadesini bulan davranış birliğinin olmaması, tarihin belli bir kesitinde kırılmış ayrı kollarla kendine özgü evrime yönelmiş olması nedeniyledir.
Burada da tarihsel evrim, ulusların doğuşundaki rolünü belirgin olarak ortaya koymaktadır.
Bu evrimi kavramakta zorluk çeken Demir küçükaydın, “Yavuz’un Çaldıranda yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.” (Agm) derken de aynı hataya düşmektedir.
O gün ne Yavuz için ne de Şah İsmail için Türk ulusu ya da Türk ulusundan diye bir tanımlama yapılamaz. Evrimin o kesitinde aynı dili, aynı tarihi aynı coğrafyayı paylaşmalarına rağmen bir ulus oluşturacak nesnel verilerin, kapitalizmin gelişme yeterliliklerinin olmaması nedeniyle (merkezi Pazar esprisi) böyle bir tanımlamanın yapılması mümkün değildi.
Bu noktada Arapların İslam ideolojisiyle, siyasal yapılanmaya gidip imparatorluk kuracak ölçekte gündeme gelen birlikleri onları topluca Arap kavmi (Ulusu) olarak tanımlamaya getirmesi farklı bir durumdur. Farslar içinde durum aynıdır. Yavuz ya da şah İsmail de sonradan üzerine gelip yerleştikleri coğrafyaların kültürel, dil, siyasi doku baskısı altında kalmayıp kendi iç dinamiklerinin verileriyle, tüm Türki kabileleri siyasal bir birlik altında örgütleyebilselerdi, o gün de bu günde belli bir ulus adıyla anılacaklardı; bu ulusun adı Türk, Özbek, Türkmen, Azeri vb. her ne ise o alacaktı (Bunun neden gerçekleşmediği, iç dinamik yetemezlikleri ve bulundukları coğrafyada yerli olmamalarının rolü ayrı bir tartışma konusudur).
Bu noktada coğrafyanın rolünü daha iyi kavramak için sınır algılarına değinmemiz gerekecek. Zira çoğu zaman devlet sınırları, ulusal coğrafya olarak tanımlanma hatası bulunmaktadır. Böylesi bir tanımlamanın yarattığı ciddi sorular ve sorunlar vardır.
Bu konuyla ilgili olarak öncelikle bilinmesi gereken, dikenli tellerle örülü sınırların hiçbir zaman ulusal sınırlar olmadığıdır. En ince ayrıntısıyla Avrupa’da çekilmiş olan dikenli tel sınırlarının birçok savaşa yol açan ve ulusal sınırları temsili kabul edilmeyen unsurlar olduğunu hatırlamak gerek.
Dikenli teller ne bir ulusu yaratıyor ne de bir ulusun sınırlarını belirliyor. Ulusal devletlerin askeri yayılma etkinlikleriyle ilgili bir durum olarak, özellikle bölgemiz Ortadoğu’da değişkenlikleriyle bu sınırların hiçbir ulusa sınır teşkil etmediğini belirtmemiz gerekir; haritaların sık sık değişmesi de bu anlama gelir.
Türk ulusu kendi ulusal devletini oluştururken çizdiği misaki milli sınırının, gerçekçi bir ulusal sınır olmaması, coğrafyaların dikenli tellerle oluşmuş sınırlar kapsamında ele alınmayacağına iyi bir örnektir; bu gün açıkça ortaya çıkmıştır ki, bu sınırlar içinde Türkleşmemiş milyonlarca insan topluluğu olarak Kürtler de Araplar da Ermeniler de başkaları da farklı birer ulusal topluluk olarak yaşam sürdürmektedirler.
Bu gün ulus dediğimiz insan topluluklarının belli bir coğrafi kesitte yer alan toprakları, ilk kez yaşama açıp ya da yaşama açılmış bu toprakları yaşamsal üretim devamlılığıyla anavatana dönüştürmeleriyle belirginleşen alan, coğrafyadan ne anlamamız gerektiğini de belirleyen bir ölçüttür.
Ulusların coğrafyaları, tarihi evrim süreci içinde kesintisizce bu güne kadar devam eden üretim sürekliliğiyle belirlenir.
Bu toprakları uzun bir zaman kılıç zoruyla almış olsalar da yaşam amacıyla tarımsal üretim sürekliliğini sürdürebilmişlerse, bu topraklar bu toplulukların anavatanı, coğrafyalarıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu belirlemeyi Kürtler için, Araplar için ve diğer ulusal topluluklar için tekrar etmek yanlış değildir.
Osmanlıdan çıkıp geldiği şekliyle bu gün Cumhuriyet Türkiye’si Ordusunun, Anadolu mozaiğini temsil eden ortak ülküye sahip olmaması bile başlı başına, bu farklılığın hangi tarihi köklere dayandığını göstermeye yeterlidir.
Türk ulusal devleti ordusu Türkün ordusu olması gerçekte mantıki bir durumdur. Bu ulusun içinde Türkleşmiş Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve her kim ise yer alır. Bu yer alış için asimile olmak yani Türkleşmek esastır. Türkleşmenin ister yüz yıl önce, ister bin yıl önce olmasının bir farkı yoktur: bu bir evrimdir ve süreklidir. “Kılıç hakkı” diye övünülen Osmanlı aklı gereği %90 Hıristiyan olan Anadolu’nun, %99 Müslüman ve %60’ının Türkleşmesi bunu ifade eder.
Bu haliyle Türk ordusunun, Türkleşmemiş Kürdün, Arap’ın ve diğerlerinin ordusu olması düşünülemez. Öyle olmadığı da fiziki yapısı olduğu kadar, kendi vatandaşı saydığı Kürde karşı sınır ötesi operasyonlar düzenlemesiyle de yeterince açıktır.
Bütün bunlar ulusların tarihli olduğunu ve bu tarihlerin birbirinden farklı evrim süreçlerinden çıkıp gelerek ulusu oluşturduklarına bir göstergedir. Dünyanın tüm ulusları bu ilkeye bağlı olarak şekillenmişlerdir. Ulusların siyasi tutumları ise konumuz dışıdır. Bu konuda yer zaman ve farklı çıkar ilişkileri içinde ulusların ilerici ya da gerici roller oynadığından söz etmek yanlış değildir. Ulusu yapısal olarak gerici olarak ilan etmek en azından son 500 yıllık insan tarihindeki gelişmeleri anlamamaktır. Feodalizme karşı devrimci bir rol oynayan modern ulusların bu gün insanlığa karşı işlenen suçların ortağı olmaları, bir dönem emperyalist gericiliğin uydusu olan bölgemiz ülkelerinin bu gün emperyalizme karşı ilerici tutumlar takınmasının paradoksu bu gerçeğe işaret eder.
Anadolu’da yükselen özgün örgütlenmeler ve özgürlük mücadeleleri, başlı başına ulusallığın tarihiyle ilgilidir. Ulusun tarihten gelen ve bugün ulus olarak birleşimini sağlayan tek tek bütün unsurların nesnel bir zemin üzerinde olgunlaşmasıyla ortaya çıkışının ifadesi olarak özgürlük hareketi gündeme gelmiştir: yani bir sonuçtur. Kürtler 200 yıldır mücadele süreci içindeler. 200 yılın çok öncelerinden var olan ortak bölenlerinin tarihi üzerinden alınan güçle, bu kararlı özgürlük istekleri dile gelmektedir. Bu kadim tarih olmadan 1984 Eruh baskını asla olamazdı. Bu adım yenilse de Kürt ulusu yok olmayacak kadar tarihten gelen ulus bileşkelerine sahiptir. Bunu da Osmanlıdan cumhuriyete süren ve bu güne kadar devam eden kararlı direnişleriyle göstermektedir.
21. yy açısından ne Hegel’in “tarihsiz uluslar” tanımlaması ve bu ulusların karşı-devrimci duruşları nedeniyle tarihten silinecek “ulusal safra” olmaları ne de Engels’in tarihçe doğrulanmayın, sınıf mücadelesinin bu tarihsiz ulusları tasfiye edeceği söylemi, ulusları gerçekten tarihsiz kılmıyor.
Bu uluslara talihsiz uluslar denebilir olsa da tarihsiz denemez. Bu uluslar dün de bu gün de tüm iradelerden bağımsız süren varlıklarıyla, tarihten çıkıp gelmiş birikimleriyle yaşama devam ettikleri bir gerçektir. Yeryüzünden bir kategori olarak ulusların varlığı sönene kadar da rolleri ne ise onu oynayarak yaşamaya devam edeceklerdir. Tamamlanmamış ulusal süreçlerin demokrasi adına tamamlanmasının ise tüm insanlık için bir açılımı ifade edeceği gerçeği, ortak ülkemizde Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların ilerici rolleri olduğu açıktır. Bu gün ortak ülkemizde demokrasi adına var olan gerçek söz konusu ulusal özgürlük talebinin bir ürünüdür.
Ortak ülkemizde yaşanan son gelişmeler bunun bir ifadesi olarak görülmelidir.
Ortak ülkemizin, Türklerden sonra iki en büyük etnik topluluğu olarak Kürtlerin ve Arapların bu coğrafyada demokrasi adına tarihsel birikimleriyle oynamaları gereken ilerici roller olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ulusları tarihsiz göstermek, sınıf mücadelesine bir katkı değildir. Tersine kapsamı geniş olan ilerici özgürlük talebini, kapsamı dar olana esir kılmaktır.
Demir Küçükaydın’ın talihsiz ulus algılarından benim anladığım budur
Son söz:
Bu satırların yazarı milliyetçiliğin her türünü insanlığın geleceğine zarar veren bir veba olarak görür. Bu vebadan kurtulmak için demokrasinin genişleyip, derinleşmesi için mücadele eder. Ezilen ulusların özgürlük hareketlerinin demokrasiye hizmet ettiği ölçüde onun mücadelesinde bir nefer olmaktan de geri durmaz. Ortak ülkemizin buna gereksinimi olduğu bilinciyle, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini olduğu kadar, özgün örgütlenmeleriyle bu sürece katkı yapacak tüm özgürlük mücadelelerinin desteklenmesini bir görev sayar. Ülkemiz demokrasisinin kaderinin de bu katılımların yoğunluklarına bağlı olacağını bilirler.
Geç kalmış, tamamlanmamış ulusal görevlerin tarihin derinliklerinden aldığı güçle, demokratik bir rol üstlenmeleri için önünün açılması için tüm devrimci demokrat güçlerin ortak mücadelede omuz omuza olmaya çağırır. Ulusları tarihsizleştirerek onların tarihteki rollerini kısırlaştırmanın milliyetçilikle mücadele türlerinden biri olmadığını, tersine olumlu rollerin önünü kesin bir girişim olduğunu yeniler.
Uluslar bir tarihsel kategori olarak tarihte sönene kadar ortaya koyabilecekleri kolektif demokratik tutumları değerlendirmeyi tüm insanlığın daha olumlu bir dünyada yaşamaya katkı olduğunu belirteceğim. Bu diğer mücadele yönelimlerini ihmal etmeden ve onları bu süreçte, sonuna kadar değerlendirerek ele almak gerektiğini tekrar ederim.
23 Ağustos 2009
Demir Küçükaydın şehvetle polemik yapan ender devrimcilerden biri. Niğde zindanında birlikteydik (1979 sonbaharı). Disiplinli çalışmasının tanığıyım, okuyup yazan kendi doğrularını oluşturmuş bunun arkasında duran biri. Tek taraflı yaptığı polemiklerle de bu sürece devam ettiği gözleniyor.
Demir, polemikte kılı kırk yararak gösterdiği hassasiyetler, zaman zaman kırıcı üsluplara uzandığına, zaman zaman tarih, gelecek, felsefe, sosyoloji gibi karmaşık konularda anlaşılmaz hallere düştüğüne de tanıklık yapıyorum. Kendi ifadesiyle hasmı tırmalamak, ezmek, “parçalamak” dürtüsü, bu polemikleri okur açısından çekilmez kılmaktadır. Sayısı az kalan ve uzun yazı okuma ısrarında sebat gösteren bizlere bile zor gelen bu üslubun çok yararlı olduğuna inanmak güç gibidir. Özelikle cevapsız kalan polemikler bir noktadan sonra zorlama bir hale geliyorlar. Bu ilgili izlemeyi de tıkamaktadır. İşin diğer bir yanında demirde kendisini eleştirenlere cevap vermeyerek farklı bir açıdan tutarsızlık göstermesi, bu polemiklerin samimiyetini de zedelemektedir.
Her şeye rağmen, kendi doğrularını kendi soyutlamalarıyla dile getiren bir insanın düşünceleri saygıya değer görmek gerek. Okura faydalı olacağı noktalarda da gözlemci kalmadan, sürece kendi doğrularımızla katılmayı uygun görürüz.
Bu makalem, Demir Küçükaydın’ı eleştiren ikinci makalem olacaktır. Birincisi; “Hegel’in tarihsiz ulusları ve Demir Küçükaydın’da ‘Türklük” başlığını taşıyordu. Konumuz Türk ulusunun tarihi ve kendini ifade etmesiyle ilgiliydi. Eleştirdiğim makalesi “Türklük nedir?”de, Türk ulusu algısına ağır ithamları bulunuyordu. Bunun doğru olmadığını savunma durumundaydım. Uzun eleştiri makalemde, ulusal tarihin, siyasal bir tarih olmadığı nesnel bir ortak yaşam, ruhu şekillenme, coğrafya, dil gibi birçok verinin evrimiyle, birikimiyle ilgili olduğunu ifade ettim ve ulusları tarihsiz gören, belli bir düşüncenin çıkarlarıyla ilgili olduğuna ilişkin yaklaşımlarını eleştirdim. Söz konusu makalemde Türk ulusunu yok sayan, onu bir Yahudi sermayesine örtü gibi gören ele alışın, bilimsel olmadığını ve tarihin bilisel algılarıyla tamamen çelikli bir durum olduğunu belirtmeye çalıştım.
Türk ulusunun tarihteki yeri ve insan toplulukları içindeki önemli yerine vurgu yapmıştım. Türk milliyetçi solculardan beklenmesi gereken cevabı benim vermek zorunda kalışım, benim doğrularımla ilgiliydi. Bunu yerine getirmiştim.
ULUS, BİR SİYASİ DURUŞ,
BİR EDEBİYAT YA DA
FİKİR JİMNASTİĞİ DEĞİLDİR.
Ulus konusunda o gün dile getirdiklerini daha da ilerleten Demir Küçükaydın, sonuçta öyle bir yere vardı ki ulusu, siyasi ya da askeri bir vakanın şafağında doğan düşünsel bir istencin kategorisi olarak tanımlar oldu. Düşünce, fikir jimnastiği gibi, siyasi tutum ya da askeri eylem gibi sonuçları ulusun tarihsel evrimiyle ilgili nesnel verileri yerine konması, konumuz dışı felsefi bir tartışmaya yönelecek söylemleri beraberinde getiriyordu. Bu yaklaşımı özetle şu satırlarda belirgin hale getiriyor:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik donemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akimi olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.
Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.” (Demir Küçükaydın, “Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?” Adlı makalesi)
Bu satırlarda Demir Küküçaydın, sonuç oldukları bile tartışma götürür verileri ulusun doğuş verileri olarak göstermiştir. Bırakalım tarihin derinliklerinden söküp gelmiş ulusal ortak bölenleri, bu tür siyasal tutumlar ya da askeri tutumlarla bir ulusun doğuşunu tanımlamak ne kadar ciddi bir tespit olabilir. Her askeri eylemin, başarılı olup olmama riskleri taşıdığı göz önüne alınırsa, ulusun doğup doğmaması buna endeksli olduğu söylenebilir mi? Talihsiz bir ulus algısı ancak bu kadar basit ve sıradan olabilir.
Cumhuriyet döneminde Kürtlerin 25 isyanından söz edilir (http://forum.arbuz.com/showthread.php?t=43371). Bu isyanlara, Osmanlı döneminin isyanlarını ve diğer ülkelerdeki Kürt isyanlarını eklersek sayının çok kabarık olacağı açıktır.
Demir Küçükaydın’ın mantığıyla hareket edecek olursak, Kürt ulusunun doğuşu önemli bir askeri eylemin konmasına bağlı ise Kürtler bunu tarihleri içinde 200 yıldır ortaya koymaktadırlar. Bu anlamda Kürt ulusunun doğuşu 1800’lü yılların başına olmalıydı. Üstelik bu isyanlar arasında açıkça Kürdistan bölgesinin bağımsızlığını savunmuş ayaklanmalar da bulunmaktadır.
Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul) Osmanlı döneminin bilenen en eski isyanıdır, “Kürdistan bölgesinin bağımsızlığı”ndan söz etmesi dolaysıyla Şeyh Ubeydullah isyanı (1880) ya da Koşgari isyanı (1920- Koşgiri) diye bilinen Osmanlıda son Kürt isyanı dizesinden söz edilebilir. Küçükaydın, kendi teziyle tutarlı olabilmesi için bu isyanları, Kürt ulusunun doğuşuna veri olarak göstermesi gerekirdi. Ancak bunu yapmıyor. 1984 Eruh baskınını veri olarak ele almayı, Kürt ulusunu tarihsizleştirmek için daha uygun görüyor. Bu, gündemdeki Kürt özgürlük hareketine bir methiye ise, önceki ayaklanmalar atlanarak yapılmayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu isyanların tümünü (Osmanlı+Cumhuriyet dönemi 38 İsyan) yenilgiye uğramış isyanlar oldukları için hesaba katmamışsa, bu yaklaşımı çok daha büyük bir hataya düşmek anlamına gelir; ulusun doğuşu askeri zafere bağlı kılınmış olur. Buradan bakınca da son Kürt ayaklanmasının başarısız olması halende, Kürt ulusunun da rahimde ölen bir cenin olması gerekecek. Bunun neresi bir mantık önermesi olarak görülür anlamak güç.
Türk ulusunun doğuşunu, Ermenilerin katledilmesine (1915) endekslemek, ulus algısını tarihsiz bir fikir jimnastiği, bir edebiyat girişimi görmekle kesişme içindedir. Bu noktada ulusu oluşturan ve tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş yolculuklarıyla kararlı bir duruş sergileyen tüm nesnel verileri yok saymaktır. Ulusu düşünce eseri bir siyasal olay olarak algılamaktır. Ki Küçükaydın bunu yapıyor.
Demir Küçükaydın’ın yukarıdaki satırlarından başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu yaklaşımı diğer yazlarında da ısrarla tekrar etmektedir.
Ulusların tarihle bağını tamamen koparan bu yaklaşımlar, ulusun bir tarihsel kategori olarak algılanmasıyla sorunludurlar. Zira her tarihsel kategorinin tarih içinde evrimini yaşayarak ilerleyip gelen nesnel verileri olduğu gerçeği yok sayılmış olur. O anın, o kesitin bir verisi olarak ortaya çıktığı iddia edilir. Bunun için de ulusa simgeler oluşturulur; kazanılmış bir savaş, bayrak, lider, devlet gibi simgeler o anın (ulusun doğuşu) yoktan var edilmesini temsil eder. Bu algıda tarihe yer verilmez, varlıkları yok edilmesi gereken safralara tarih oluşturmak mücadeleyi zora sokar anlayışı hakim olur.
Bu yaklaşımın arka palanında eskimiş bir tartışma yatıyor. Torçki’nin ”eklektik” (Lenin) görüşleri bulunuyor. O da ulus gerçeğini “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ve dünya devrimiyle bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. (“Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yap¬tığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı” Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)
Demir Küçükaydın, daha geri bir yaklaşımla ve en iyimser halde ulusları, ulusal devlet girişimi olarak ele almaktadır.
Öncelikle bilinmesi gereken Tarihsiz hiçbir şeyin olmadığıdır. Tarihsiz uluslar kavramını ilk ortaya atan Hegel “Tarihsiz uluslar” kavramını Avrupanın bir dizi küçük ulusunun karşı-devrimci duruşları nedeniyle dile getirir. Engels, 1848 devriminin başarısızlığını irdelerken bu söyleme sarılarak açıklama yapmaya çalışır. Sınıf mücadelesi bakış açısı altında ulusların tarihten silinişine kadar da bu “tarihsiz uluslar”ın gerici roller oynayacağı gibi, tarih tarafından doğrulanmayan siyasi sonuçlara varır.
Tarihsiz ulus yoktur olamaz da. Tüm resmi tarihler yalan, abartma ve aklamalarla oluşmuş olsa da her ulusun bir tarihi vardır. Atatürk’ün Anadolu’yu 40 asırlık Türk yurdu ilan etmesi, güneş dil teorisi gibi komediler ve Sümerler, Hititler gibi birbiriyle de ilgisiz uygarlıkları Türk uygarlıkları ilan etmesi gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan tarih dolgular böylesi verilerdir. Ulusların tarihlerinde bu ve benzeri tür olumsuzluğun yoğun ya da hafif olması ve bunun tarihte oynadığı siyasi rolün ilerci ya da gerici olması konumuz dışındadır. Resmi tarihin abartma ve yalanları ulusun kendi bireylerince de deşifre edilerek tasfiye edildiği de bilinmektedir. Her haliyle uluslar bir tarihle insanlık topluluğu içinde yer alıryorlar.
Tarihsizlik yoklukla eşitliktir. Bu günü olan her şeyin bir tarihi vardır. Bu sadece düşüncede “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) tarihli olma anlamında değildir. Ulusu oluşturan tüm verilerin evrim tarihi demektir. Bu evrimin tarihi olmadan hiçbir veri ulusun oluşumuna katkı yapamaz. Bu anlamda geçmişin gelecekte yer alabilmesi için, tarih sahibi olmak gerek.
Ulusal bir algıya ait düşüncenin “gebelik ve ebelik” dönemine ulaşabilmesi için, birbirinden çok farklı bir dizi kategorinin de tarih içinde önemli bir evrim izlemiş olması gerekli. Sonuçta ulusal var oluş, bir siyasal yapılanmaya dönüşürken bütün bu farklı kategorilerin bir ulus adıyla simgeleşmesi gereklidir.
Ulusu oluşturan her bir verinin tarih seyir-ü seferinde kırılmaların olması, fay hatlarıyla yönelim farklılıklarının doğması da mümkündür. Dil, gelenek görenek, coğrafya, iktisadi yaşam birliği gibi birbirinde nispi bağımsızlığı olan bu kategorilerin tarihteki evrim süreçleri böylesi bir özellik gösterebilir. Ancak bu unsurları birbirinden nispeten bağımsız evrimleri belli bir olgunluğa geldikleri zaman, ulusal birliği tüm simgeleriyle, edebiyatıyla, fikir jimnastikleri, siyasal yapılanmaları ve sonuçta ulusal devletiyle taçlanırlar. Ulusu oluşturan unsurların evrim süreçlerinde ki kırılma, farklı ulusal yapıların oluşmasına da yol açabilir. Amerika’nın İngiliz dilini kullanmasına, İngiliz kökenli çoğunluğun olmasına karşın coğrafi kırıma sonucu farklılaşarak İngiliz ulusundan ayrı bir ulusun doğmasına yol açmıştır. Türki cumhuriyetler ile Türk ulusu arasındaki durumda benzer bir özellik gösterir.
Her şeye rağmen ulus, dil, gelenek görenek, coğrafya, ortak refleks, iktisadi yaşam birliği gibi temel unsurları olan, nesnel verilerin evriminin belli bir olgunluk düzeyine denk gelen tarihsel kategorisidir. Bu da ulusun tarihsiz oluşamayacağını yeterince açıkça gösterir.
Ulus, bir siyasi eylemle doğmayacak kadar yoğunluk gerektiren evrim birikimlerine ihtiyaç duyar. Bunun adı tarihtir. Bu tarihi kimin nasıl kullandığı ayrı bir konudur. Bu tarih olmadan ulus diye bir kategori olamaz. Dilin tarihteki evrimi, gelenek ve göreneklerin, aynı ve ortak bir coğrafyada olmanın tarihsel evrimi, ekonomik yaşamın inişli çıkışlı konjonktürlerine rağmen gelip dayandığı ortak ilişkiler ve buna benzer bir dizi etmen, sonuçta ortak bir insan topluluğu refleksi yaratacak kadar aynı mecraya akarak ulusu oluşturur.
Marksist algıların merkezinde modern ulusların kapitalizmin şafağında doğması olayı, iktisadi temelleri olan bir sürece denk düşer; merkezi pazarların oluşması, ortak dille merkezi pazarlarda ticaretin, üretimin ve mübadelelerin gerçekleşmesi modern ulusun temel zeminleri olarak kabul edilir. Ulusun oluşumu için bu da tek başına yetmez, geçmiş tarihten gelen, kendi bağımsız gelişimiyle birikimini geliştiren dil, gelenek görenek, coğrafya gibi verilere gerek duyar. Bu veriler nesnel verilerdir, ne “edebiyat” ne de “fikir jimnastiği”dir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması olayı budur.
Bu yaklaşımın temeli, ulus olgusunda evrimin birikim verileridir. 15.16.yy Merkantilist dönemi ulusal devletlerin kuruluşuyla şekillenirken, ticari kapitalizm merkezi pazarları güçlendirip, tarihi evrimini uzun bir zaman içinde olgunlaştıran dili ve coğrafyayı da belli bir merkezi yapıya kavuşturur.
“Lenin, bu süreci, “ Kapitalizmin gereksinimleri arasında, nüfusun ulusal bileşiminin mümkün olduğu kadar türdeş hale gelmesi gereği de bulunacaktır, çünkü iç pazarın tam olarak ele geçirilmesi için ve iktisadi ilişkilerin tam serbestliği için ulusal nitelik, dil birliği önemli etkendir.
...Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sol yayınları, s; 47-55) Diye tanımlar.
İktisadın yeni unsurlarıyla birlikte, ihtiyacı duyulan örgütsel yapılanma için artık her şey hazır bunuyordu. Marks’ın deyimiyle, etnik temelden çok toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlaki değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkan bağlar, ulusal bağlar olarak şekillenmiştir. Burada en önemli unsur, etnik unsurlardan çok (ki, etnik unsurlar çok önemli ve olmasa olmaz koşullar olmasına rağmen) yıllar içinde şekillenmiş toplumsal, ekonomik ve politik bağlardır. Etnik bağlar, toplusal ilişkiye ulus bileşiminin kapılarına kadar getirebilir ancak ondan öteye gidemez, ekonomik gelişmelerin yarattığı yeni unsurlar katılmaksızın bu süreç ulus bileşimine uzanamaz. Ulus bileşiminin tarihsel bir kategori olması da tamamen bunu ifade eder.” (Mihrac Ural, Kürtler ve ulusal devlet makalesi. Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
Ulusların belli bir tarihle ortaya çıkışlarını tanımlayan bu yaklaşım bu gün için de geçerliliğini koruyan bir yaklaşımdır.
Bunların tümü aynı kapıya çıkıyor. Ulus tarihi evrimlerin ürünü olarak ortaya çıkar.
Ulus bu noktadan itibaren (bu tarihi birikimlerden sonra) bir edebiyat, bir fikir jimnastiği, bir program önermesi ve sonuçta bir siyasal tutum ve davranış olarak böylece ortaya çıkar. Bu ulusal bir devletle taçlanmaya kadar da yükselebilir.
Ulusu oluşturan temel unsurların tarih evrimindeki kırılmalarının farklı ulusal oluşumlara yol açabilmesi bu unsurların uluslara ait tarihlerini ifade eder. Bu aynı zamanda tarihsiz bir ulusun olmayacağına da önemli bir göstergedir.
Amerika ulusunun (Amerika ulusu olgusu çok tartışmalıdır) bir dilin, birden çok etnik yapının coğrafyadaki kırılmanın yarattığı bir sonuç olması bundandır. Yakın bir tarih taşısa da, Ulus olduğu tartışmalı olsa da Amerikan ulusunu oluşturan bir dizi temel unsurun tarihsel evrim içinde, ortak bir kaderin, ortak bir reflekste, ortak bir coğrafya üzerinde, ortak bir dille oluşmasının ifadesidir. Bunun için ne Amerikanın keşfi ne de İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı ne de tek başına iç savaşın belirleyici rolü vardır. Bu bir süreç ve süreç sonucunda birçok unsurun tarihsel evriminin ortak bir mecrada kendini bir topluluk olarak ifade etmesinden ibarettir.
Bu söylemi bölgemiz ulusları için, hatta Avrupa için çok daha gerilere götürmek ulusun tarih algısı için daha aydınlatırcıdır.
TARİHSİZ ULUS YOKTUR
OLAMAZ DA
Demir Küçükaydın, “Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.” (Agm) Diyor. Bu belirlemeleri mantıki sonuçlarına götürmeye gelince, siyasi yaklaşımlar ağır basıp bundan vazgeçiyor. Tarihte beli toplulukların belli etnik isimlerle tanımlanmasının nelere dayandığını açıkça görmesine rağmen siyasal tercihleri bunu ilerletmeye izin vermiyor. Birilerine, tarihte Türk, Kürt, Arap denmesine neden olan ortak bileşkelerin modern çağlara kadar çekip gelmiş bu ortak özeliklerince ulusun oluştuğu gerçeği, her ulusun belli bir tarihe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir: Ancak Küçükaydın bunu görmek istemiyor.
Tarihin derinliklerinde birilerine, üstelik yazılı edebi metinlerde dahil olmak üzere, Türk, Kürt, Arap, Fars demenin verilerini belirlediğimiz zaman bu verilerin 1000-2000 yıl içinde geçirdikleri evrimi de hesaba kattığımızda görülecektir ki, kaçınılmaz olarak bir “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) ulusla ilgili sonuçlar çıkacaktır. Bunlar binlerce yılın nesnel birikimlerinin sonucudur. Başlangıcı değil.
Bu nedenledir ki, aynı coğrafyada uzun bir tarih birlikteliği içinde ilişki sürdürmelerine, Türk ulusu, ulusal bir devlet olarak örgütlenmesine ve bu devletin hükümranlığı altında Anadolu’nun tüm etnik yapılarını birleştirdiği iddiasına rağmen, ne Ermeni’sini ne Arap’ını ne de Kürt’ünü bir üst kimlikte birleştirememiştir. Bunlardan bir ortak ulus kuramamıştır. Tarihsel evrimi içinde bu etnik yapılara daha ileri bir dil, kültür, gelenek ve görenek getirip içselleştirebilseydi, bu gün modern Avrupa toplumlarında gördüğümüz, geçmişin onlarca etnik yapısını içinde hazmeden ve onları üst kimlikle bir ulus olarak örgütleyen modern Anadolu ulusunu görecektik. Bunun gerçekleşmemesinin tek bir açıklaması var, o da ulusu oluşturan farklı nesnel verilerin tarihsel evrim farklılığıdır. Türk’ün dili, Kürt’ün dili kültürü, coğrafyası, ekonomik yaşam ortaklığı farklı evrim süreçleriyle birbirinde ayrışmış, ayrı kanallardan ayrı ulusların oluşuna kaynaklık eden birikimler yapmıştır. Bu nedenle Anadolu tek bir ulusun coğrafyası olamamıştır.
Demir Küçükaydın bu noktayı kavramakta zorlanmaktadır.
Bu tarih evrimi üzerinde uluslar yükselmesiydi, yakın dönemin tüm ortaklıkları Anadolu’da tek bir modern ulusun doğmasına yeterli askeri eylem, siyasi ortak duruş bulmak zor değildi.
“Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.”(Agm) Bu cümleyi önceki bir makalesinde daha yalın olarak şöyle dile getirmişti: “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
Ulusların tarihi olmadığına ilişkin bu söylem, öncelikle kendi içinde tutarsızdır. Ulusların modern bir olgu oldukları doğrudur (Kapitalizmin şafağında doğama esprisi olarak), ulusları tanımlamak, bir tez olarak formüle etmek, yorumlamak, tarihiyle ilgili araştırma yaparak, bu modern olguyu hangi köklerden evrimleşerek geldiğini tanımlamak ise çok doğal olarak sonra mümkün olan bir adımdır. Hiç kimse televizyonun tarihini, televizyon ortaya çıkmadan önce yazmayacaktır, I. Dünya savaşının da tarihi sonra yazılacaktı. Küçükaydını’ın söylemeye çalıştığı şey ulusların önce yazıldıkları sonra var olduklarıdır. Bu tez ona münhasır bir tezdir, açıklaması da ona düşüyor.
Demir küçük aydın sonuçları, neden yerine koymakla gösterdiği ulus karşıtı tepkilerini yorumlamak bu yazının konusu değildir. Ama ulusla ilgili bu yaklaşımı tarihle uzak yakın hiçbir ilintisi olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tarihsiz bir ulus yoktur. Ulus bir tarihsel kategori olarak tarihin nesnel verilerinin birikimleri içinden doğar ve bu verilerin söndüğü yerde de söner. Tüm uluslar doğmuştur ve söneceklerdir. Sönmeyecek bir ulus olmayacaktır, doğan her şeyin ölümlü olduğu gibi. Doğada ve toplumlar tarihinde, Her doğum bir yadsınmadır. Bunun da yadsınması ölüm doğum denkleminde gizlidir. Ulus önceki toplumsal süreçlerin içinden çıkıp gelmiş verilerle, önceki toplumların içinde gelişerek, onları yadsıyarak ortaya çıkar. Bunun gerçekleşmesi için tüm iradelerden bağımsız ve her iradeci eylemden özgür bir nesnel birikimin eseridir. Ulusların tarihi de burada yatar.
Merkantilist dönemin ekonomik verileri (ki bunlarda kendine özgü bir tarih evriminin sonucudurlar) sosyal, siyasal ihtiyaçlarını düşüncede yansıttığı kadarıyla kendini ifade eden sonuçlar, toplumsal örgütlenme, kültürel gelişme, dil gelişimleri, coğrafi algılar ve sınırlarla taçlanan ulus oluşumu ve bunun mantıki sonucu olarak ortaya çıkan ulusal devletler modern ulusları ifade etmiştir: Kapitalizmin şafağında modern ulusların doğma esprisi de budur.
“Gerçeğin göreli olduğu” söylemi içinde değerlendirdiğimizde, ulus bu kesitte doğmuştur. Ancak bu kesitin ürünü değildir. Tersine uzun bir tarihin ürünüdür. Bu açıdan tarihsiz ulus olunmaz demek bilimsel bir yaklaşım olmasına karşın, ulusların tarihi yoktur demek bilimden uzaklaşmaktır.
Demir Küçükaydın, ulus olgusuna tek boyutlu dünya devrimi zemini üzerindeki karşı çıkışı, ulusları inkar etme ve bu yolla ulus sürecine girmeden bir başka toplumsal süreçlere uzanmanın iddiası içindedir. Tüm uluslar tarihsiz olduklarına göre varlıklarının da gerici olması kaçınılmaz bir fikir jimnastiği haline gelir.
Buradan ulussuz bir sürecin ele alınması mümkün hele gelir. Bu ne işe yarar derseniz, dönüp sosyalizmin tek boyutlu bir dünya devrimiyle kurulabileceği Torçkist algısına bakacaksınız. Bu algının ulus yaklaşımının siyasal bir veri olduğuna ve ulusal her istencin gericilik kaynağı olduğu yaklaşımını bilince çıkartacaksınız. Demir Küçükaydın, 20.yy gerçeğinde ulusal sorunu ve bunun günümüze taşınan verilerini, önemini, bölgemiz ve dünya için taşıdığı önemi göz önüne almadan bu yaklaşımları yapmaktadır. Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan bir dizi gerçek ulusun, tamamlanmamış ulusal evrimleri için mücadelelerini görmezden gelmekte bunları gericilik kapsamında toplayıp silip atmaktadır. Aynı mantıkla Kürt ulusuna yaklaştığın gözlememesine karşı, bu durakta daha temkinli cümleler kullanması işin ayrı bir boyutudur.
Bu yaklaşım, Kürt ulusal hareketine kaynaklık eden, tarih içinden çıkıp gelmiş birikimleriyle Kürt ulusunu oluşturan verileri de hiçe sayar. Küçükaydın, bunu doğrudan söylemese de mesajı budur. Bir askeri eylem dizisinin başlangıcına kadar düşürdüğü Kürt ulusunun doğuşunu, tarihsiz kılmakla da geleceksiz ilan etmektedir. Zaten ulus olgusu, Demir için anlamlı hiçbir gerçekliği olmayan “safra”dan ibarettir.
Söylenmemiş söz üzerine yorum yapmak uygun değildir. Ancak ulus üzerine geliştirilen tüm söylemlerin ortak ülkemizi ilgilendirdiği ve bunun merkezinde Kürt ulusal hareketinin olduğunu göz önüne aldığımızda çok riskli bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımızı anlamak güç olmayacaktır. Bu yaklaşımlar, geçmişi ve geleceği olmayan bir mücadele diye ulusun özgürlük ve demokrasi talebini, tarihin hiçbir döneminde sonuç almamış sınıf mücadelesi ve ütopik dünya devrimi gibi mücadelelere endeksleyip, yakıt olarak tüketme eğilimi taşımaktadır.
Makalemi kısa tutmaya çalışıyorum teorik, tarihsel, ekonomik süreçlerle boğmak istemiyorum. Ancak millet, kavim, milliyet, Ulus gibi kavramların Ansiklopedik anlamları birbirine çok yakın olsa da zaman zaman bu kavramların farklı anlamlarda kullanıldığı siyasal yazımlar olduğu bilinmektedir. Millet ve ulus aynı anlamda kullanılsa da, Arapça’da millet Türkçedekinden çok farklı bir anlamda, daha çok mezhepsel, yöresel insan toplulukları anlamında, küçük topluluklarla ilgili kullanılır (Pazar yerinde farklı yörelerden alışveriş için gelmiş insanlar tanımlanırken milletin çoğul olarak “Milel” denir). Ulus karşılığı ise “Kavm” kelimesi kullanılır. Ulus Türkçede kapitalizmle birlikte doğan belli bir tarihsel kategori olarak tanımlarken, Arapçadaki karşılığı olan Kvam kelimesi ise Arapların tarihleri boyunca oluşan insan topluluğu olarak (ortak dil, ortak coğrafya, gelenek görenek ortaklığıyla belirlenen) varlıklarını tanımlar. Yani Arap ulusu, İslam’dan öncede var olan, İslam’la birleşen ve bu güne kadar kendini dil ortaklığıyla, coğrafi, gelenek görenek, ekonomik ve ortak reflekslerle tanımlanan modern bir ulusu da ifade eder. Bu açıdan Araplar kapitalizmin şafağı gelmeden kendi birliklerini “ulus” olarak tanımlamaktadırlar. Batı uygarlığı merkezli düşünme zorunluluğuna mahkum olmadan, evrensel ölçekte bir standart bulmak güç olsa da, ulusların açık ve net olan derin tarihlerle var olduğu gerçeğini görmek zor olmayacaktır. 2500 yıllık Fars devletinin hükümranlığı altındaki insan topluluğunu tanımlarken, yaşanan tüm tarihi toplumsal dönüşümlere karşın (köleci, feodal, kapitalist) kendilerini Fars ulusu olarak tanımlamaları da benzer bir durumdur.
Her ne zemin üzerinde ele alınırsa alınsın, Ulus, kavm, millet, belirgin özelikleriyle dil, coğrafya, gelenek ve görenek (kültür), ortak ruhi şekillenmenin yarattığı, ortak reflekslerin tarihsel evriminin bir ürünü olarak dünden bu güne gelmektedir. Ulus doğuş anının siyasal düşünce itimi ile oluşan bir kategori değildir. Bu gün ulus diyebileceğimiz her insan topluluğu, tarihlidir. Tarih öğesi olmayan hiçbir insan topluluğu ulus olamaz. Ulusların tarihinde ya da sonuçta ortaya koyduğu kimi refleksleri, kimi ulusal fikir jimnastiklerini ya da başkalarına karşı giriştikleri hunharlığı ya da özgürlük hareketini ulusun doğuşu olarak görmek, eğer bir siyasal mesaj değilse, maddi gerçekleri düşüncenin oluşturduğunu iddia etmek kadar tehlikelidir.
Bu durumda tartışmamız felsefi bir tartışmaya döner ki yeri burası değil; düşünceyi belirleyen maddi gerçeklerdir materyalist verisi yanılmıyorsam aramızda ortak bölen olamaya devam etmekte olan felsefi bir ilkedir.
ULUS, ÖZNEL DEĞİL,
NESNEL BİR EVRİMİN ÜRÜNÜDÜR
Demir Küçükaydın, Türk ulusunun doğuşunu önceki makalelerinde benim algı katsayımı aşan bir yaklaşımla şöyle tanımlıyordu.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir” (Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)
“Türk ulusu var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğu” (Agm)
“Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm)
Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan. ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm)
“Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı”
“varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” (Agm)
“Kurt Türk Çatışması Neden Olmadı?” makalesinde ise şunları dile getirmiştir:
“Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur” (Agm)
“Kürtlük de bir fikir akimi olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.”
“ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.” (Age)
Okur, ulusla ilgili yukarıda yer alan her cümlelerin, ulusu bir iradeci olay olarak lanse etme çabasında olduğunu derhal fark edecektir. Yani herhangi bir siyasi irade, hiç bir tarihi kök birliğine sahip olmadan, rasgele bir isimlendirmeyle, hiçbir tarihi bağ ortaklığı olmayanlarla bir modern ulus yaratabilir denilmek istenmektedir. Türk ulusunun oluşumunu öyle tanımlıyor.
Bu aktarımların eleştirisine girmeden Türkiye’de İnönü ve Menderes dönemlerinde hiçbir Kürt isyanının olmaması nedeniyle övünen kimi çevrelerin, Kürt ulusunu, “dış güçlerin kışkırttığı ve içte işbirlikçileriyle yarattığı bir sorunun ifadesi” olarak görmelerini hatırlatacağım.
Milliyetçilerin her türü solcuları da dahil siyasal algılarında aynı yaklaşımın olduğunu hatırlatacağım: “Kürt ulusal sorunu bir zorlama olarak düşünsel zeminde yaratılmış ve terörle dayatılmıştır gerçekte tarihsizdir” diye düşünürler.
Demir Küçükaydın aynıyla öyle düşünüyor tüm uluslar hakkında böyle bir yaklaşımı var ama Kürt ulusunu bu açıdan diline dolamıyor. Bunun nedeni ayrı bir konu, ancak bir çifte standartlık olduğunu belirterek şunları söyleyeceğim.
Türk ulusu da Kürt ulusu da tarihli uluslardır. Bu ulusların tarihin derinliklerinde vuku bulan hadiselerde adları geçmeleri dolaysıyla değil, taşıdıkları objektif birikimleriyle birer tarihsel geçmişi olan ulusturlar.
Her iki ulusun de dilleri var ve birbirinden ayrıdır. Her iki dil de tarih içinde evrimleşerek gelişmiş ve kararlı bir süreç içinde bu gün, topluluğun ilgili tüm insanlarının ortak anlaşma ve çevreleriyle ilişki kurma aracı işlevi görmektedir. Bu her iki ulus dilinin kendine özgün bir alfabe yaratamamış olması bir zayıflık belirtisi olsa da son bin yıl içinde kararlı olarak aynı coğrafyada kendini yerleşik hale getirmiş ve bu coğrafyada yaşam sürdüren tüm insanları kimi farklılıklarına karşın, ortak bir dilde birleştirebilmiştir. Siyasal egemenliğine rağmen Türk dili Kürt dilini yok edememiş ve Kürt dilinin siyasal mahkumiyet altında kendini kararlıca sürdürmesini engelleyememiştir. Bu açıdan Kürtlerin Türkler lehine asimile edilmesi mümkün olmamıştır. Bu iki ayrı ulusun varlığına tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle dillerin duruşunu da bir gösterge olarak algılamak yanlış değildir.
Coğrafi tarihi, bunun üzerinde süren binlerce hadisede yoğunlaşarak biçimlenen ortak reflekslerin doğuşunu da ulusların doğuşunda önemli bir etken olarak görmek gereklidir.
Kürtler bir yandan, Türkler diğer yandan bu süreci yaşamış ortak ve ayrı kanallarda süren coğrafi evrimleri bu güne kadar her bir ulusu farklı kılan sonuçlar yaratmıştır.
TDP’nin son mahalli seçimlerde ortaya koyduğu Kürt coğrafyası gerçekçi bir ulus coğrafyası olarak karşımızda durduğundan söz etmek, bu anlamda yanlış olmayacaktır. Ancak bu olmasa da (Seçim zaferi olmasa da) Kürt gerçekliği, Türk ulusal gerçekliğinden coğrafi olarak dil ölçekleri içinde, kültür ve ortak gelenek görenekler kapsamında da kendine özgü coğrafyasıyla tarihten bu güne gelen bir Kürt gerçekliğine işarettir.
Bu gün Türkçe konuşan, ortak tarih sahibi olan, aynı coğrafi uzantı içinde olan Azerbaycan, ve diğer Türki cumhuriyetleri, Türk ulusuyla aynı ulus olarak tanımlamamamızın nedeni de burada yatıyor; dilin tarihsel evrimi, coğrafyanın tarihsel evrimi ve bu süreçte gelenek, görenek, ruhi şekillenme ve ortak reflekste ifadesini bulan davranış birliğinin olmaması, tarihin belli bir kesitinde kırılmış ayrı kollarla kendine özgü evrime yönelmiş olması nedeniyledir.
Burada da tarihsel evrim, ulusların doğuşundaki rolünü belirgin olarak ortaya koymaktadır.
Bu evrimi kavramakta zorluk çeken Demir küçükaydın, “Yavuz’un Çaldıranda yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.” (Agm) derken de aynı hataya düşmektedir.
O gün ne Yavuz için ne de Şah İsmail için Türk ulusu ya da Türk ulusundan diye bir tanımlama yapılamaz. Evrimin o kesitinde aynı dili, aynı tarihi aynı coğrafyayı paylaşmalarına rağmen bir ulus oluşturacak nesnel verilerin, kapitalizmin gelişme yeterliliklerinin olmaması nedeniyle (merkezi Pazar esprisi) böyle bir tanımlamanın yapılması mümkün değildi.
Bu noktada Arapların İslam ideolojisiyle, siyasal yapılanmaya gidip imparatorluk kuracak ölçekte gündeme gelen birlikleri onları topluca Arap kavmi (Ulusu) olarak tanımlamaya getirmesi farklı bir durumdur. Farslar içinde durum aynıdır. Yavuz ya da şah İsmail de sonradan üzerine gelip yerleştikleri coğrafyaların kültürel, dil, siyasi doku baskısı altında kalmayıp kendi iç dinamiklerinin verileriyle, tüm Türki kabileleri siyasal bir birlik altında örgütleyebilselerdi, o gün de bu günde belli bir ulus adıyla anılacaklardı; bu ulusun adı Türk, Özbek, Türkmen, Azeri vb. her ne ise o alacaktı (Bunun neden gerçekleşmediği, iç dinamik yetemezlikleri ve bulundukları coğrafyada yerli olmamalarının rolü ayrı bir tartışma konusudur).
Bu noktada coğrafyanın rolünü daha iyi kavramak için sınır algılarına değinmemiz gerekecek. Zira çoğu zaman devlet sınırları, ulusal coğrafya olarak tanımlanma hatası bulunmaktadır. Böylesi bir tanımlamanın yarattığı ciddi sorular ve sorunlar vardır.
Bu konuyla ilgili olarak öncelikle bilinmesi gereken, dikenli tellerle örülü sınırların hiçbir zaman ulusal sınırlar olmadığıdır. En ince ayrıntısıyla Avrupa’da çekilmiş olan dikenli tel sınırlarının birçok savaşa yol açan ve ulusal sınırları temsili kabul edilmeyen unsurlar olduğunu hatırlamak gerek.
Dikenli teller ne bir ulusu yaratıyor ne de bir ulusun sınırlarını belirliyor. Ulusal devletlerin askeri yayılma etkinlikleriyle ilgili bir durum olarak, özellikle bölgemiz Ortadoğu’da değişkenlikleriyle bu sınırların hiçbir ulusa sınır teşkil etmediğini belirtmemiz gerekir; haritaların sık sık değişmesi de bu anlama gelir.
Türk ulusu kendi ulusal devletini oluştururken çizdiği misaki milli sınırının, gerçekçi bir ulusal sınır olmaması, coğrafyaların dikenli tellerle oluşmuş sınırlar kapsamında ele alınmayacağına iyi bir örnektir; bu gün açıkça ortaya çıkmıştır ki, bu sınırlar içinde Türkleşmemiş milyonlarca insan topluluğu olarak Kürtler de Araplar da Ermeniler de başkaları da farklı birer ulusal topluluk olarak yaşam sürdürmektedirler.
Bu gün ulus dediğimiz insan topluluklarının belli bir coğrafi kesitte yer alan toprakları, ilk kez yaşama açıp ya da yaşama açılmış bu toprakları yaşamsal üretim devamlılığıyla anavatana dönüştürmeleriyle belirginleşen alan, coğrafyadan ne anlamamız gerektiğini de belirleyen bir ölçüttür.
Ulusların coğrafyaları, tarihi evrim süreci içinde kesintisizce bu güne kadar devam eden üretim sürekliliğiyle belirlenir.
Bu toprakları uzun bir zaman kılıç zoruyla almış olsalar da yaşam amacıyla tarımsal üretim sürekliliğini sürdürebilmişlerse, bu topraklar bu toplulukların anavatanı, coğrafyalarıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu belirlemeyi Kürtler için, Araplar için ve diğer ulusal topluluklar için tekrar etmek yanlış değildir.
Osmanlıdan çıkıp geldiği şekliyle bu gün Cumhuriyet Türkiye’si Ordusunun, Anadolu mozaiğini temsil eden ortak ülküye sahip olmaması bile başlı başına, bu farklılığın hangi tarihi köklere dayandığını göstermeye yeterlidir.
Türk ulusal devleti ordusu Türkün ordusu olması gerçekte mantıki bir durumdur. Bu ulusun içinde Türkleşmiş Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve her kim ise yer alır. Bu yer alış için asimile olmak yani Türkleşmek esastır. Türkleşmenin ister yüz yıl önce, ister bin yıl önce olmasının bir farkı yoktur: bu bir evrimdir ve süreklidir. “Kılıç hakkı” diye övünülen Osmanlı aklı gereği %90 Hıristiyan olan Anadolu’nun, %99 Müslüman ve %60’ının Türkleşmesi bunu ifade eder.
Bu haliyle Türk ordusunun, Türkleşmemiş Kürdün, Arap’ın ve diğerlerinin ordusu olması düşünülemez. Öyle olmadığı da fiziki yapısı olduğu kadar, kendi vatandaşı saydığı Kürde karşı sınır ötesi operasyonlar düzenlemesiyle de yeterince açıktır.
Bütün bunlar ulusların tarihli olduğunu ve bu tarihlerin birbirinden farklı evrim süreçlerinden çıkıp gelerek ulusu oluşturduklarına bir göstergedir. Dünyanın tüm ulusları bu ilkeye bağlı olarak şekillenmişlerdir. Ulusların siyasi tutumları ise konumuz dışıdır. Bu konuda yer zaman ve farklı çıkar ilişkileri içinde ulusların ilerici ya da gerici roller oynadığından söz etmek yanlış değildir. Ulusu yapısal olarak gerici olarak ilan etmek en azından son 500 yıllık insan tarihindeki gelişmeleri anlamamaktır. Feodalizme karşı devrimci bir rol oynayan modern ulusların bu gün insanlığa karşı işlenen suçların ortağı olmaları, bir dönem emperyalist gericiliğin uydusu olan bölgemiz ülkelerinin bu gün emperyalizme karşı ilerici tutumlar takınmasının paradoksu bu gerçeğe işaret eder.
Anadolu’da yükselen özgün örgütlenmeler ve özgürlük mücadeleleri, başlı başına ulusallığın tarihiyle ilgilidir. Ulusun tarihten gelen ve bugün ulus olarak birleşimini sağlayan tek tek bütün unsurların nesnel bir zemin üzerinde olgunlaşmasıyla ortaya çıkışının ifadesi olarak özgürlük hareketi gündeme gelmiştir: yani bir sonuçtur. Kürtler 200 yıldır mücadele süreci içindeler. 200 yılın çok öncelerinden var olan ortak bölenlerinin tarihi üzerinden alınan güçle, bu kararlı özgürlük istekleri dile gelmektedir. Bu kadim tarih olmadan 1984 Eruh baskını asla olamazdı. Bu adım yenilse de Kürt ulusu yok olmayacak kadar tarihten gelen ulus bileşkelerine sahiptir. Bunu da Osmanlıdan cumhuriyete süren ve bu güne kadar devam eden kararlı direnişleriyle göstermektedir.
21. yy açısından ne Hegel’in “tarihsiz uluslar” tanımlaması ve bu ulusların karşı-devrimci duruşları nedeniyle tarihten silinecek “ulusal safra” olmaları ne de Engels’in tarihçe doğrulanmayın, sınıf mücadelesinin bu tarihsiz ulusları tasfiye edeceği söylemi, ulusları gerçekten tarihsiz kılmıyor.
Bu uluslara talihsiz uluslar denebilir olsa da tarihsiz denemez. Bu uluslar dün de bu gün de tüm iradelerden bağımsız süren varlıklarıyla, tarihten çıkıp gelmiş birikimleriyle yaşama devam ettikleri bir gerçektir. Yeryüzünden bir kategori olarak ulusların varlığı sönene kadar da rolleri ne ise onu oynayarak yaşamaya devam edeceklerdir. Tamamlanmamış ulusal süreçlerin demokrasi adına tamamlanmasının ise tüm insanlık için bir açılımı ifade edeceği gerçeği, ortak ülkemizde Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların ilerici rolleri olduğu açıktır. Bu gün ortak ülkemizde demokrasi adına var olan gerçek söz konusu ulusal özgürlük talebinin bir ürünüdür.
Ortak ülkemizde yaşanan son gelişmeler bunun bir ifadesi olarak görülmelidir.
Ortak ülkemizin, Türklerden sonra iki en büyük etnik topluluğu olarak Kürtlerin ve Arapların bu coğrafyada demokrasi adına tarihsel birikimleriyle oynamaları gereken ilerici roller olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ulusları tarihsiz göstermek, sınıf mücadelesine bir katkı değildir. Tersine kapsamı geniş olan ilerici özgürlük talebini, kapsamı dar olana esir kılmaktır.
Demir Küçükaydın’ın talihsiz ulus algılarından benim anladığım budur
Son söz:
Bu satırların yazarı milliyetçiliğin her türünü insanlığın geleceğine zarar veren bir veba olarak görür. Bu vebadan kurtulmak için demokrasinin genişleyip, derinleşmesi için mücadele eder. Ezilen ulusların özgürlük hareketlerinin demokrasiye hizmet ettiği ölçüde onun mücadelesinde bir nefer olmaktan de geri durmaz. Ortak ülkemizin buna gereksinimi olduğu bilinciyle, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesini olduğu kadar, özgün örgütlenmeleriyle bu sürece katkı yapacak tüm özgürlük mücadelelerinin desteklenmesini bir görev sayar. Ülkemiz demokrasisinin kaderinin de bu katılımların yoğunluklarına bağlı olacağını bilirler.
Geç kalmış, tamamlanmamış ulusal görevlerin tarihin derinliklerinden aldığı güçle, demokratik bir rol üstlenmeleri için önünün açılması için tüm devrimci demokrat güçlerin ortak mücadelede omuz omuza olmaya çağırır. Ulusları tarihsizleştirerek onların tarihteki rollerini kısırlaştırmanın milliyetçilikle mücadele türlerinden biri olmadığını, tersine olumlu rollerin önünü kesin bir girişim olduğunu yeniler.
Uluslar bir tarihsel kategori olarak tarihte sönene kadar ortaya koyabilecekleri kolektif demokratik tutumları değerlendirmeyi tüm insanlığın daha olumlu bir dünyada yaşamaya katkı olduğunu belirteceğim. Bu diğer mücadele yönelimlerini ihmal etmeden ve onları bu süreçte, sonuna kadar değerlendirerek ele almak gerektiğini tekrar ederim.
20 Ağustos 2009 Perşembe
ÖĞRENME VE ÖĞRETME SÜRECİNDE OLUŞTURMACILIK
Hikmet Subaşı
20 Ağustos 2009
Öğrenme ne öğretme süreci,çok karmaşık bir süreçtir.Çok yönlülük gerektirir.Sokrates’ten Platon’dan günümüze kadar,öğrenme sürecine ,çok çeşitli yöntem ve teknikle müdahale edilmiştir.
Ülkemizde bizi yakından ilgilendiren bir gelişme oldu.Öncelikle İskandinav ülkelerinde uygulamaya konulan sonraları ABD,Japonya ve Avrupa ülkelerinin çoğunda uygulanan oluşturmacı eğitim anlayışı,eğitim bilimcilerin dikkatini bu ülkelere çekti.Küreselleşen dünyaya ayak uyduracak,sistemin işleyişi ile örtüşen yeni insan profili de bu eğitim sistemiyle yetiştirilecekti.
Ülkemizde değişen her milli eğitim bakanın yap boz tahtasına dönüşen eğitim sistemimiz, 2004-2005 eğitim öğretim yılında pilot uygulama alanı seçilen 9 il ve 120 okulda bu yeni sistemi uygulamaya koydu.Çok büyük iddialarla eğitimde reform niteliği taşıyan bir çıkışla,adeta bir alt üst oluş yaşanırcasına,öncelikle pilot uygulamanın yapılacağı okul öğretmenleri ODTÜ’de 10 günlük bir kursa alındı.Sonraları iş başında eğitim anlamında yıl içerisinde öğretmenlerle yapılan toplantılarla bu sistem öğretmenlere kavratılmaya çalışıldı.pilot okullarda 2 öğretim yılı uygulandıktan sonra bütün ilköğretim okullarında uygulamaya konuldu.Okullarımızda iş başında olan öğretmen ve idarecilerimiz bu yeni sistem hakkında hangi bilgiye sahipti?Okullarımızın alt yapısı bu yeni sisteme uyumlumuydu?Bunlar hiç dikkate alınmadan adeta yangından mal kaçırırcasına 5 yıldır uygulamada olan ‘OLUŞTURMACI’ eğitim anlayışı ,geçen süre içerisinde,ne derece uygulandığı veya ne kadar anlaşıldığı hala tartışma konusudur.
Eğitim sisteminin felsefesi bütün olarak değişiyordu.İnsan yetiştirme düzenimiz içerik olarak olmasa da şekil olarak sil baştan yenileniyordu.Neden içerik olarak değişmiyor diye sorulacak olursa,yanıt çok açık.Uygulayıcıların insanın eğitimine bakışı değişmemişti.Yeni sistemin başarısı,iş başında olan uygulayıcıların yeni sistemi özümsemeleri ile doğru orantılıydı.Öğretmenlerimize benimsetilmeden tepeden ‘’bu uygulanacaktır’’ anlayışı ile yürürlüye konuldu. Oysa,oluşturmacı yöntemin en belirgin özelliği,öğretmen yerine,öğrencinin daha aktif olarak öğrenme sürecine katılmasıdır.Öğrenci bir alıcı olmaktan çıkmakta,öğretmen de bir verici olmaktan çıkmaktadır.Kısaca öğrenme ve öğretme sürecinde öğretmen, öğrenme alanları oluşturan,bilgiye ulaşma yollarını açan, kaynak yaratan,öğrenme materyalleri hazırlayan ve öğrenciyi motive edip aktif hale getiren bir işleve sahiptir.Öğretmen,öğrencileri ile birlikte öğrenendir.
Öğrenmede,yeni bilgilerin,önceden var olan bilgi ve deneyimlerle ilişkilendirilmesi çok önemlidir.Zira bilgiler sanıldığı gibi üst üste yığılıp depo edilemez.Böyle bir öğrenime,kısa süreli bellekte muhafaza edilse de zamanla unutulur. Eğitim bilimcilerin ezberci eğitim dedikleri olgu budur.
Öğrenme sürecinde edinilen her yeni bilgi,yaratıcı düşünceye dönüşmeli ve bir birini tamamlayan bilgilerden yeni bilgiler üretilmelidir.Eğitim öğretim sürecinde öğretme az ,öğrenme çok zaman kaplamalıdır.Kişinin çevresindeki uyaranlar aracılığıyla,kendi bilgilerinden yeni bilgiler üretip yaşama uyarlaması,bu oluşturmacı anlayışla daha kolay ve daha sağlıklıdır.Burada bilgi,kişinin kendisine aittir.Emanet olarak birinden alınan bilgi değildir.Kişi kendi bilgisini yaşamda daha cesurca kullanacak ve kendine olan özgüveni de artacaktır. Öz olarak ele alındığında,bu yönü ile eğitimde oluşturmacı yaklaşım benimsenmeli ve iyice kavranmalıdır.
Oluşturmacı anlayışın uygulanabilirliği açısından sıkıntılar vardır.Burada en önemli şey,uygun öğrenim ortamları oluşturabilmektir.’Uygun ortam ve yeterli süre tanınırsa herkes öğrenir’ sözünden hareketle,ortam ve süre hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Öğrencilerin bir konuyu anlamaları için,kendi bilgilerini oluşturacakları ve edindikleri bilgiyi yorumlamaları ve sınamaları için gerekliliktir. Türkiye’de uygun ortam hazırlamak daha çok zaman alacağa da benzemektedir.Zira bütçeden eğitime ayrılan pay ortadadır.Çarçur edileni de cabası.Hal böyle iken yılgınlığa düşülmemeli,olumsuzlukları bilinip iyi yönü tutulmalıdır.’Öğrenme tür ve hızı,her bireyin kendi parmak izi kadar özeldir’ düşüncesinden hareketle,Etkin bir öğrenme için öğrenci,öğretmen psikolojisi de önemli bir etkendir. Öğrenme ve öğretme sürecinde psikoloji eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır.Öğrenme sürecinde öğrenci, ne kadar aktif olursa,düşünce de o denli aktif olacaktır.Bu aktif durum,bilginin nasıl hafızaya alındığı ve nasıl organize edildiği ile yakından ilgilidir.
Burada amaç,hangi yöntemle olursa olsun edinilen bilgiler,sorgulanmalı ve genelleştirilmelidir.
Sorgulanamayan ve genelleştirilemeyen bilgi bilimsel bilgi değildir.Şöyle formüle edersek,yeni bilgi,önceki bilgiyle yoğrulmalı buradan da yeni bir bilgi türemelidir.
Öğrenmenin oluşum süreci;Öğrenciler öncelikle, duyu organları kanalıyla algı düzeyinde,zihinsel süreçleri aktif hale getiren uyaranlar edinir.(Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta şu.Kişi kendisini harekete geçirecek uyaranları beklememeli,kendisi çevresindeki olup bitenleri merak edip harekete geçmelidir.)Bu aşmaya,harekete geçme evresi denir.Bundan sonra,uyarlama aşaması gelir.Kişi yeni iletileri beyin süzgecinden geçirip,önceki bilgileri ile yoğurup sentezler ve geneller.Bu süreç devam ederken anlar ve anladığını yorumlar.Yeni yorumlardan yeni bilgiler edinir.
Sonuç olarak.Algılar,beyin süzgecinde bir üretim süreciyle anlam kazanır.Kalıcı bir öğrenme,bilgilerin üst üste eklemlenmesi değil,önceden beynimizde var olan modelleri yeni bilgilerle sentezleyip,yeni modeller oluşturma şeklinde oluşur.
Öğrenme sürecini yeni bilgi üretme süreci diye de tanımlamak olasıdır.İyi bir öğretmen, bildiklerini iyi kavratan yada iyi aktaran değil,iyi bir öğretmen,öğrencilerin öğrenebilmeleri için gerekli öğrenme ortamlarını oluşturan,gerekli öğrenme materyallerini hazırlayan,öğrenciyi motive edip öğrenmeye güdüleyen kişidir. Burada söz konusu olan öğretmen,sadece okullarda görevli öğretmenler değil,hayatın her alanında bu misyonu üstlenen kişilerdir.
20 Ağustos 2009
Öğrenme ne öğretme süreci,çok karmaşık bir süreçtir.Çok yönlülük gerektirir.Sokrates’ten Platon’dan günümüze kadar,öğrenme sürecine ,çok çeşitli yöntem ve teknikle müdahale edilmiştir.
Ülkemizde bizi yakından ilgilendiren bir gelişme oldu.Öncelikle İskandinav ülkelerinde uygulamaya konulan sonraları ABD,Japonya ve Avrupa ülkelerinin çoğunda uygulanan oluşturmacı eğitim anlayışı,eğitim bilimcilerin dikkatini bu ülkelere çekti.Küreselleşen dünyaya ayak uyduracak,sistemin işleyişi ile örtüşen yeni insan profili de bu eğitim sistemiyle yetiştirilecekti.
Ülkemizde değişen her milli eğitim bakanın yap boz tahtasına dönüşen eğitim sistemimiz, 2004-2005 eğitim öğretim yılında pilot uygulama alanı seçilen 9 il ve 120 okulda bu yeni sistemi uygulamaya koydu.Çok büyük iddialarla eğitimde reform niteliği taşıyan bir çıkışla,adeta bir alt üst oluş yaşanırcasına,öncelikle pilot uygulamanın yapılacağı okul öğretmenleri ODTÜ’de 10 günlük bir kursa alındı.Sonraları iş başında eğitim anlamında yıl içerisinde öğretmenlerle yapılan toplantılarla bu sistem öğretmenlere kavratılmaya çalışıldı.pilot okullarda 2 öğretim yılı uygulandıktan sonra bütün ilköğretim okullarında uygulamaya konuldu.Okullarımızda iş başında olan öğretmen ve idarecilerimiz bu yeni sistem hakkında hangi bilgiye sahipti?Okullarımızın alt yapısı bu yeni sisteme uyumlumuydu?Bunlar hiç dikkate alınmadan adeta yangından mal kaçırırcasına 5 yıldır uygulamada olan ‘OLUŞTURMACI’ eğitim anlayışı ,geçen süre içerisinde,ne derece uygulandığı veya ne kadar anlaşıldığı hala tartışma konusudur.
Eğitim sisteminin felsefesi bütün olarak değişiyordu.İnsan yetiştirme düzenimiz içerik olarak olmasa da şekil olarak sil baştan yenileniyordu.Neden içerik olarak değişmiyor diye sorulacak olursa,yanıt çok açık.Uygulayıcıların insanın eğitimine bakışı değişmemişti.Yeni sistemin başarısı,iş başında olan uygulayıcıların yeni sistemi özümsemeleri ile doğru orantılıydı.Öğretmenlerimize benimsetilmeden tepeden ‘’bu uygulanacaktır’’ anlayışı ile yürürlüye konuldu. Oysa,oluşturmacı yöntemin en belirgin özelliği,öğretmen yerine,öğrencinin daha aktif olarak öğrenme sürecine katılmasıdır.Öğrenci bir alıcı olmaktan çıkmakta,öğretmen de bir verici olmaktan çıkmaktadır.Kısaca öğrenme ve öğretme sürecinde öğretmen, öğrenme alanları oluşturan,bilgiye ulaşma yollarını açan, kaynak yaratan,öğrenme materyalleri hazırlayan ve öğrenciyi motive edip aktif hale getiren bir işleve sahiptir.Öğretmen,öğrencileri ile birlikte öğrenendir.
Öğrenmede,yeni bilgilerin,önceden var olan bilgi ve deneyimlerle ilişkilendirilmesi çok önemlidir.Zira bilgiler sanıldığı gibi üst üste yığılıp depo edilemez.Böyle bir öğrenime,kısa süreli bellekte muhafaza edilse de zamanla unutulur. Eğitim bilimcilerin ezberci eğitim dedikleri olgu budur.
Öğrenme sürecinde edinilen her yeni bilgi,yaratıcı düşünceye dönüşmeli ve bir birini tamamlayan bilgilerden yeni bilgiler üretilmelidir.Eğitim öğretim sürecinde öğretme az ,öğrenme çok zaman kaplamalıdır.Kişinin çevresindeki uyaranlar aracılığıyla,kendi bilgilerinden yeni bilgiler üretip yaşama uyarlaması,bu oluşturmacı anlayışla daha kolay ve daha sağlıklıdır.Burada bilgi,kişinin kendisine aittir.Emanet olarak birinden alınan bilgi değildir.Kişi kendi bilgisini yaşamda daha cesurca kullanacak ve kendine olan özgüveni de artacaktır. Öz olarak ele alındığında,bu yönü ile eğitimde oluşturmacı yaklaşım benimsenmeli ve iyice kavranmalıdır.
Oluşturmacı anlayışın uygulanabilirliği açısından sıkıntılar vardır.Burada en önemli şey,uygun öğrenim ortamları oluşturabilmektir.’Uygun ortam ve yeterli süre tanınırsa herkes öğrenir’ sözünden hareketle,ortam ve süre hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Öğrencilerin bir konuyu anlamaları için,kendi bilgilerini oluşturacakları ve edindikleri bilgiyi yorumlamaları ve sınamaları için gerekliliktir. Türkiye’de uygun ortam hazırlamak daha çok zaman alacağa da benzemektedir.Zira bütçeden eğitime ayrılan pay ortadadır.Çarçur edileni de cabası.Hal böyle iken yılgınlığa düşülmemeli,olumsuzlukları bilinip iyi yönü tutulmalıdır.’Öğrenme tür ve hızı,her bireyin kendi parmak izi kadar özeldir’ düşüncesinden hareketle,Etkin bir öğrenme için öğrenci,öğretmen psikolojisi de önemli bir etkendir. Öğrenme ve öğretme sürecinde psikoloji eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır.Öğrenme sürecinde öğrenci, ne kadar aktif olursa,düşünce de o denli aktif olacaktır.Bu aktif durum,bilginin nasıl hafızaya alındığı ve nasıl organize edildiği ile yakından ilgilidir.
Burada amaç,hangi yöntemle olursa olsun edinilen bilgiler,sorgulanmalı ve genelleştirilmelidir.
Sorgulanamayan ve genelleştirilemeyen bilgi bilimsel bilgi değildir.Şöyle formüle edersek,yeni bilgi,önceki bilgiyle yoğrulmalı buradan da yeni bir bilgi türemelidir.
Öğrenmenin oluşum süreci;Öğrenciler öncelikle, duyu organları kanalıyla algı düzeyinde,zihinsel süreçleri aktif hale getiren uyaranlar edinir.(Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta şu.Kişi kendisini harekete geçirecek uyaranları beklememeli,kendisi çevresindeki olup bitenleri merak edip harekete geçmelidir.)Bu aşmaya,harekete geçme evresi denir.Bundan sonra,uyarlama aşaması gelir.Kişi yeni iletileri beyin süzgecinden geçirip,önceki bilgileri ile yoğurup sentezler ve geneller.Bu süreç devam ederken anlar ve anladığını yorumlar.Yeni yorumlardan yeni bilgiler edinir.
Sonuç olarak.Algılar,beyin süzgecinde bir üretim süreciyle anlam kazanır.Kalıcı bir öğrenme,bilgilerin üst üste eklemlenmesi değil,önceden beynimizde var olan modelleri yeni bilgilerle sentezleyip,yeni modeller oluşturma şeklinde oluşur.
Öğrenme sürecini yeni bilgi üretme süreci diye de tanımlamak olasıdır.İyi bir öğretmen, bildiklerini iyi kavratan yada iyi aktaran değil,iyi bir öğretmen,öğrencilerin öğrenebilmeleri için gerekli öğrenme ortamlarını oluşturan,gerekli öğrenme materyallerini hazırlayan,öğrenciyi motive edip öğrenmeye güdüleyen kişidir. Burada söz konusu olan öğretmen,sadece okullarda görevli öğretmenler değil,hayatın her alanında bu misyonu üstlenen kişilerdir.
19 Ağustos 2009 Çarşamba
SOSYALİST OLMAK AHLAK VE ERDEM SAHİBİ OLMAKTIR
Zeki Bayterin
19 Ağustos 2009
Mevcut duruma her gün yaşanan gerçekliğe teslim olmak, genel olarak iyiliğin maddi çıkarlar uğruna terk edilişi, epeydir zamanımızın günlük alışılmış davranışları arasındadır. Ticari ilişkilerin en ücra köşelere dek uzanışı, çarpık bir sanayileşmenin yolunu açtığı yeni ilişkiler, son derece sağlıksız bir şekilde kentlere yığılan insanların değer yargılarının ahlaki insani ilişkilerinin değişimi köyden gelip hem fiziksel olarak hem de manevi ilişkileri bakımından dağılan aileler, çalışkan babalara isyan edip daha kolay paraların peşinde koşan oğullar, feodal ahlakın baskısından kurtulmak isterken kentin çarklarının içinde kaybolup giden genç kızlar, eski güzel günlerin ilişkilerini ve kalabalık sofralarını maddi çıkarlar dünyasının karşısında koruyamayan yaşlıların hüzünlü yüzleri.
Büyük bir alt üst oluş, büyük bir deformasyon ve eski ilişkilerin sona erişi.
Sonuçta ortaya çıkan harcıalem manzara, adam yiyor ama iş yapıyor cümlesiyle özetlenebilecek yeni bir ahlaki çürümeye denk düşüyordu ve bu manzara içinde sosyalistler eski zaman inatçıları ve projesi yenilgiye uğramış hesap bilmezler, sosyalistler dışında kendine sol diyen sosyal demokrat eğilim ise gelişmenin kıt zekalı engelleri olarak yerlerini alıyordu. Doğrusu hemen belirtmek gerekir, ikinciler büyük bir hızla karşıtlarına benzeyip akıllanarak bu izlenimden kurtulma yolunda ciddi adımlar attılar.
Çeyrek asırı aşkın süreç, yalnızca devrimci ile yetenekli insan arasındaki doğrudan bağı etkilemekle kalmamış, devrimci ile iyi insan arasındaki hiç zedelenmezmiş sandığımız bağları da zedelemişti. Çünkü hayatın bütünlüğü parçalanıyordu her şeyden önce, politik faaliyet ile o faaliyeti yürüten insanın yaşam içindeki var oluşu birbirinden ayrılıyor ve artık hastaları azarlayan solcu bir hemşireye, çocukları eğitmekten bıkmış devrimci bir öğretmene rastlamak, karısını döven bir parti militanıyla, önüne gelen kıza asılan bir alan sorumlusuyla ve bütün diğer memurlardan farksız biçimde rüşvet alabilen bir sendikalı maliyeciyle tanışmak mümkün olabilmekteydi.
Bu anlamda gelip bütün devrimci ilişkilerin altını oyan, bir insanın farklı farklı yerlerdeki davranışları arasındaki tutarlılığını zedeleyen. Oysa, bütün yüksek insani değerlerin, insanlık tarihi boyunca birikmiş en olgun ahlaki ve kültürel formların, dayanışma ve sevgi ilişkilerinin içselleştirilmiş ifadesi olan devrimci için bütün bu özelliklerinden bir tekinin yitirilmesi bile düşünülemezdi.
Hataların bütününü değil de daha çok çözülme gibi ahlaki nitelikte olanlarını sorgulayan örgütsel hukuk anlayışı da aslında genel olarak devrimci hareketlerde yaygındır ve bu eksik kadro tipini besleyen ciddi kaynaklardan biridir. Yani, çoğu durumda örgütü zarara sokan, ihmalciliğinden, bilgisizliğinden, dikkatsizliğinden ötürü yapıya ciddi yaralar açan insanlar, şüphesiz daha ağır bir durum olan ahlaki zarar noktasına konulamaz; ama bu olgunun da üzerinden atlanamaz. Bir aleti kullanmasını vaktiyle öğrenmediği için yoldaşlarının imhasına yol açan insan, aynı sonucu itiraflarıyla yaratan bir başka insana göre elbette ahlaken daha başka bir yerdedir ama pratik sonuç da değişmemektedir. İmha olan olmuştur ve bunun bilgisizlik yüzünden olması, hafifletici sebep sayılamaz, sayılmamalıdır.
Düz insan, iyi devrimci değildir. Kötü devrimcilerle ise uzun yol yürünemez.
Sosyalist olmak bir dizi şeyin yanında aynı zamanda bir vicdan ve ahlak sorunudur. Sosyalist olursun ya da olmazsın, bir düşünme akımını benimsemek için, onun doğruluğunu değil de o momentteki gücünü ölçüt olarak algılıyorsan bunun adı güce tapma ve alçaklıktır.
19 Ağustos 2009
Mevcut duruma her gün yaşanan gerçekliğe teslim olmak, genel olarak iyiliğin maddi çıkarlar uğruna terk edilişi, epeydir zamanımızın günlük alışılmış davranışları arasındadır. Ticari ilişkilerin en ücra köşelere dek uzanışı, çarpık bir sanayileşmenin yolunu açtığı yeni ilişkiler, son derece sağlıksız bir şekilde kentlere yığılan insanların değer yargılarının ahlaki insani ilişkilerinin değişimi köyden gelip hem fiziksel olarak hem de manevi ilişkileri bakımından dağılan aileler, çalışkan babalara isyan edip daha kolay paraların peşinde koşan oğullar, feodal ahlakın baskısından kurtulmak isterken kentin çarklarının içinde kaybolup giden genç kızlar, eski güzel günlerin ilişkilerini ve kalabalık sofralarını maddi çıkarlar dünyasının karşısında koruyamayan yaşlıların hüzünlü yüzleri.
Büyük bir alt üst oluş, büyük bir deformasyon ve eski ilişkilerin sona erişi.
Sonuçta ortaya çıkan harcıalem manzara, adam yiyor ama iş yapıyor cümlesiyle özetlenebilecek yeni bir ahlaki çürümeye denk düşüyordu ve bu manzara içinde sosyalistler eski zaman inatçıları ve projesi yenilgiye uğramış hesap bilmezler, sosyalistler dışında kendine sol diyen sosyal demokrat eğilim ise gelişmenin kıt zekalı engelleri olarak yerlerini alıyordu. Doğrusu hemen belirtmek gerekir, ikinciler büyük bir hızla karşıtlarına benzeyip akıllanarak bu izlenimden kurtulma yolunda ciddi adımlar attılar.
Çeyrek asırı aşkın süreç, yalnızca devrimci ile yetenekli insan arasındaki doğrudan bağı etkilemekle kalmamış, devrimci ile iyi insan arasındaki hiç zedelenmezmiş sandığımız bağları da zedelemişti. Çünkü hayatın bütünlüğü parçalanıyordu her şeyden önce, politik faaliyet ile o faaliyeti yürüten insanın yaşam içindeki var oluşu birbirinden ayrılıyor ve artık hastaları azarlayan solcu bir hemşireye, çocukları eğitmekten bıkmış devrimci bir öğretmene rastlamak, karısını döven bir parti militanıyla, önüne gelen kıza asılan bir alan sorumlusuyla ve bütün diğer memurlardan farksız biçimde rüşvet alabilen bir sendikalı maliyeciyle tanışmak mümkün olabilmekteydi.
Bu anlamda gelip bütün devrimci ilişkilerin altını oyan, bir insanın farklı farklı yerlerdeki davranışları arasındaki tutarlılığını zedeleyen. Oysa, bütün yüksek insani değerlerin, insanlık tarihi boyunca birikmiş en olgun ahlaki ve kültürel formların, dayanışma ve sevgi ilişkilerinin içselleştirilmiş ifadesi olan devrimci için bütün bu özelliklerinden bir tekinin yitirilmesi bile düşünülemezdi.
Hataların bütününü değil de daha çok çözülme gibi ahlaki nitelikte olanlarını sorgulayan örgütsel hukuk anlayışı da aslında genel olarak devrimci hareketlerde yaygındır ve bu eksik kadro tipini besleyen ciddi kaynaklardan biridir. Yani, çoğu durumda örgütü zarara sokan, ihmalciliğinden, bilgisizliğinden, dikkatsizliğinden ötürü yapıya ciddi yaralar açan insanlar, şüphesiz daha ağır bir durum olan ahlaki zarar noktasına konulamaz; ama bu olgunun da üzerinden atlanamaz. Bir aleti kullanmasını vaktiyle öğrenmediği için yoldaşlarının imhasına yol açan insan, aynı sonucu itiraflarıyla yaratan bir başka insana göre elbette ahlaken daha başka bir yerdedir ama pratik sonuç da değişmemektedir. İmha olan olmuştur ve bunun bilgisizlik yüzünden olması, hafifletici sebep sayılamaz, sayılmamalıdır.
Düz insan, iyi devrimci değildir. Kötü devrimcilerle ise uzun yol yürünemez.
Sosyalist olmak bir dizi şeyin yanında aynı zamanda bir vicdan ve ahlak sorunudur. Sosyalist olursun ya da olmazsın, bir düşünme akımını benimsemek için, onun doğruluğunu değil de o momentteki gücünü ölçüt olarak algılıyorsan bunun adı güce tapma ve alçaklıktır.
DEMOKRASİNİN İKİLİ NİTELİĞİ VE SOSYALİSTLER
Yener Orkunoğlu
19 Ağustos 2009
‘Kürt Açılım’ı politikanın gündeminin birinci maddesi olmaya devam ediyor. Her sorunun çözümü, demokratik bir zihniyeti ve demokratik bir ortamı gerektirir. Bu nedenle demokrasi konusunu genel ve kısaca ele almakta yarar var.
‘Demokrasi’ sözcüğü, son 150 yılın siyasi literatürünün en yaygın sözcüklerinden biridir. Geçmişte, Liberalizm ve Marksizm arasında bu sözcük etrafında çok yoğun bir ideolojik mücadele yürütülmüştü.
Liberalizmin demokrasi anlayışı şöyle : Demokrasi eşittir kapitalizm, kapitalizm eşittir demokrasi. Liberal görüş, kapitalizmin ötesinde bir demokrasi olamayacağı düşüncesini yaymaya çalışır.
Sosyalistlerin demokrasi konusundaki görüşleri nedir ?
Marks, devlet ve demokrasi hakkında bir yazı yazmak istemişti. Hatta bu yazıyı Kapital’e eklemeyi düşünmüştü. Ömrü yetmedi. Lenin, bu eksikliği gidermeye çalıştı. Ancak o da, siyasal pratiğin gerektirdiği ölçüde bu konuyla uğraştı ve bir eser ortaya çıkardı: ‘Devlet ve Devrim.’ Lenin, bu kitabı üzerinde çalışarak yeniden yayınlamayı düşünmüştü. Ama Ekim Devrimi’nin pratik işleri içinde zamanı olmadı.
Marksist devlet kuramının yetersiz olduğuna inanan Gramschi, Althusser gibi Marksistler devlet konusunu ele aldılar.
ÖZ ve BİÇİM
Demokrasi konusunda yanlış anlayışların arkasında felsefi bir sapma vardır. Bu sapmanın özü şudur: Öz ve biçim arasındaki ilişkinin doğru kavranamaması.
Her devletin özü diktatörlüktür. Doğru. Ama bu, biçimin ihmal edilmesi anlamına mı gelir ? Hayır.
Öz, farklı biçimler alır. Burjuva devletinde bu öz iki biçimde ortaya çıkar: 1-Açık ve çıplak zor biçiminde; 2- Demokratik bir biçimde. Örneğin, faşizm, burjuva diktatörlüğünün en açık, en çıplak ve en gaddar biçimidir. Faşizm, demokratik biçimleri ortadan kaldırır. Burjuva demokrasisi ise, burjuva diktatörlüğünün demokratik biçimidir.
Burjuva devleti, ‘öz olarak burjuva diktatörlüğüdür’ diye, bu devletin biçimleri arasında ayrım yapmamak, vulgar materyalist bir bakış açısıdır.
Geçmişte sosyalistler burjuva demokrasisi hakkında şöyle söylerlerdi: ‘Burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü burjuvazinin en demokratik devletinden bin kat daha demokratiktir.’ Bu düşüncede öze vurgu yapılmaktadır. Ancak özü görüp, biçimi dikkate almamak yanlışa götürür. Öz, biçimle birlikte ele alınmalı.
Önceleri, ‘Burjuva demokrasisi bir aldatmacadır,’ diyen Komintern, daha sonra burjuva demokrasisini savunmak gerekir diyerek, sağ bir yanlışa sürüklendi. Bir uçtan diğer uca gidip gelmemek için demokrasi anlayışı doğru bir zemine oturtulmalı.
Doğru demokrasi anlayışı bir pusula gibidir. Siyasal mücadelede yolu şaşırmamak için böyle bir pusulaya ihtiyaç vardır. Demokrasi konusunda doğru bir perspektife sahip olanlar, enerji ve güçlerini asıl hedefler yönünde harekete geçirebilirler.
DEMOKRASİNİN İKİLİ NİTELİĞİ
Önümüzdeki süreçteki sorulardan biri şudur: Burjuva demokratik devleti karşısında sosyalist solun tutumu ne olmalı ?
Bu soruya cevap vermek için burjuva demokratik devletinin ikili niteliğini anlamak gerekir. Bu ikili yapısı anlaşılmadan tutarlı bir çizgi izlenemez.
Burjuva demokratik devletinin ikili yapısı nedir ?
Birincisi, burjuva devlet kurumları; ikincisi, yığınların demokratik hak ve özgürlükleri.
Demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak için mücadele etmek, burjuva demokrasisini savunmakla özleştirilemez. Özgürlükleri savunmakla, burjuva demokrasisini savunmak bir ve aynı şey değildir. İkisi arasında ince, ama özsel bir farklılık var. Bu özsel farklılığı anlamayanlar, eninde sonunda sistem partilerinin kuyruğuna takılırlar.
Bu özsel farklılığın anlaşılamaması yüzünden, geçmişte dünya sosyalist hareketi çok büyük yanlışlar yapmıştı. III Enternasyonal, İspanya’da faşizme karşı mücadelede burjuva devletini savunma konumuna düşmüştü
Demokrasi mücadelesi, burjuva demokratik devlet kurumlarını elde etme mücadelesine indirgenemez. Bunu yapan bir sosyalist, sosyal-demokratlaşmaya aday olan bir sosyalisttir.
19 Ağustos 2009
‘Kürt Açılım’ı politikanın gündeminin birinci maddesi olmaya devam ediyor. Her sorunun çözümü, demokratik bir zihniyeti ve demokratik bir ortamı gerektirir. Bu nedenle demokrasi konusunu genel ve kısaca ele almakta yarar var.
‘Demokrasi’ sözcüğü, son 150 yılın siyasi literatürünün en yaygın sözcüklerinden biridir. Geçmişte, Liberalizm ve Marksizm arasında bu sözcük etrafında çok yoğun bir ideolojik mücadele yürütülmüştü.
Liberalizmin demokrasi anlayışı şöyle : Demokrasi eşittir kapitalizm, kapitalizm eşittir demokrasi. Liberal görüş, kapitalizmin ötesinde bir demokrasi olamayacağı düşüncesini yaymaya çalışır.
Sosyalistlerin demokrasi konusundaki görüşleri nedir ?
Marks, devlet ve demokrasi hakkında bir yazı yazmak istemişti. Hatta bu yazıyı Kapital’e eklemeyi düşünmüştü. Ömrü yetmedi. Lenin, bu eksikliği gidermeye çalıştı. Ancak o da, siyasal pratiğin gerektirdiği ölçüde bu konuyla uğraştı ve bir eser ortaya çıkardı: ‘Devlet ve Devrim.’ Lenin, bu kitabı üzerinde çalışarak yeniden yayınlamayı düşünmüştü. Ama Ekim Devrimi’nin pratik işleri içinde zamanı olmadı.
Marksist devlet kuramının yetersiz olduğuna inanan Gramschi, Althusser gibi Marksistler devlet konusunu ele aldılar.
ÖZ ve BİÇİM
Demokrasi konusunda yanlış anlayışların arkasında felsefi bir sapma vardır. Bu sapmanın özü şudur: Öz ve biçim arasındaki ilişkinin doğru kavranamaması.
Her devletin özü diktatörlüktür. Doğru. Ama bu, biçimin ihmal edilmesi anlamına mı gelir ? Hayır.
Öz, farklı biçimler alır. Burjuva devletinde bu öz iki biçimde ortaya çıkar: 1-Açık ve çıplak zor biçiminde; 2- Demokratik bir biçimde. Örneğin, faşizm, burjuva diktatörlüğünün en açık, en çıplak ve en gaddar biçimidir. Faşizm, demokratik biçimleri ortadan kaldırır. Burjuva demokrasisi ise, burjuva diktatörlüğünün demokratik biçimidir.
Burjuva devleti, ‘öz olarak burjuva diktatörlüğüdür’ diye, bu devletin biçimleri arasında ayrım yapmamak, vulgar materyalist bir bakış açısıdır.
Geçmişte sosyalistler burjuva demokrasisi hakkında şöyle söylerlerdi: ‘Burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü burjuvazinin en demokratik devletinden bin kat daha demokratiktir.’ Bu düşüncede öze vurgu yapılmaktadır. Ancak özü görüp, biçimi dikkate almamak yanlışa götürür. Öz, biçimle birlikte ele alınmalı.
Önceleri, ‘Burjuva demokrasisi bir aldatmacadır,’ diyen Komintern, daha sonra burjuva demokrasisini savunmak gerekir diyerek, sağ bir yanlışa sürüklendi. Bir uçtan diğer uca gidip gelmemek için demokrasi anlayışı doğru bir zemine oturtulmalı.
Doğru demokrasi anlayışı bir pusula gibidir. Siyasal mücadelede yolu şaşırmamak için böyle bir pusulaya ihtiyaç vardır. Demokrasi konusunda doğru bir perspektife sahip olanlar, enerji ve güçlerini asıl hedefler yönünde harekete geçirebilirler.
DEMOKRASİNİN İKİLİ NİTELİĞİ
Önümüzdeki süreçteki sorulardan biri şudur: Burjuva demokratik devleti karşısında sosyalist solun tutumu ne olmalı ?
Bu soruya cevap vermek için burjuva demokratik devletinin ikili niteliğini anlamak gerekir. Bu ikili yapısı anlaşılmadan tutarlı bir çizgi izlenemez.
Burjuva demokratik devletinin ikili yapısı nedir ?
Birincisi, burjuva devlet kurumları; ikincisi, yığınların demokratik hak ve özgürlükleri.
Demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak için mücadele etmek, burjuva demokrasisini savunmakla özleştirilemez. Özgürlükleri savunmakla, burjuva demokrasisini savunmak bir ve aynı şey değildir. İkisi arasında ince, ama özsel bir farklılık var. Bu özsel farklılığı anlamayanlar, eninde sonunda sistem partilerinin kuyruğuna takılırlar.
Bu özsel farklılığın anlaşılamaması yüzünden, geçmişte dünya sosyalist hareketi çok büyük yanlışlar yapmıştı. III Enternasyonal, İspanya’da faşizme karşı mücadelede burjuva devletini savunma konumuna düşmüştü
Demokrasi mücadelesi, burjuva demokratik devlet kurumlarını elde etme mücadelesine indirgenemez. Bunu yapan bir sosyalist, sosyal-demokratlaşmaya aday olan bir sosyalisttir.
17 Ağustos 2009 Pazartesi
(19 AĞUSTOS 1977) TARİHTE BU GÜN- MİHRAC URAL VE NEBİL RAHUMA'YI POLİSE İLK KEZ İHBAR EDEN İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER'İN POLİS İTİRAFNAMESİ
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner, polis İfadesi, s:16)
***
İtirafçı Engin Erkiner’in, Mihrac Ural ve Nebil Rahuma yoldaşı polise nasıl ihbar ettiğini, onları nasıl afişe edip firari duruma düşürdüğünü, kendi ağzından, resmi belge ve imzasıyla polis ifadesi olan itirafnamesinden, yorumsuz aktaracağım.
Bu belge ne hasım iddiası, ne de üçüncü kişilerin onayını bekleyen bir duyumdur. Bu belge, ölü konuşturma ahlaksızlığı değil, açık ve net bir kanıt, resmi bir belgedir.
Bu belge Mihrac Ural ve Nebil Rahuma’yı ilk ve tek olarak polise teslim edenin kim olduğunu göstermektedir.
Bu belge çamur atma ya da yorum değil, tarihe sunulmuş bir kanıttır.
Mihrac Ural’ı ve Nebil Rahuma yoldaşı polise ispiyonlayıp, örgütün tüm kadro, militan ve sempatizanlarının adlarını, tüm adreslerini, malzeme ve ve mühimmatını, bildiği bilmediği, duyduğu, tahmin ettiği olası eylemler ve bunları kimin yapma ihtimali olduğu dahil her şeyi, rüyalarını bile anlattığının belgesidir.
***
Mihrac Ural ve Nebil Rahuma’yı ele verdiği
Polisteki itirafnamesinden:
(Yorumsuz)
“1977 Mart ayı içinde yanlış oldu Şubat ayı içinde gazetelerde Ankara topraklık Büyük ülkü derneğine bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldığını okudum. Bunun ÖMÜR’ler tarafından daha doğrusu örgütün Ankara bölgesi tarafından gerçekleştirildiğini tahmin ettim ve Ankara’ya giderek ÖMÜRÜ buldum. ÖMÜR eylemin kendileri tarafından gerçekleştirildiğini belirterek Ege ve Güney Anadolu sorumluları ile temas kurduğunu birkaç gün Ankara’da kalırsam. Bir toplantı yapabileceğimizi söyledi… Mart ayı başlarında Egeden EŞBER ( BİNBAŞI iki isim de takma olup esas ismini bilmiyorum), Güneyden MİHRAÇ, ÖMÜR’ün evine geldiler. Bu evde Mart ayları başlarından İstanbul’dan BEN, Ankara’dan ÖMÜR, Ege bölgesinden EŞBER, güneyden de MİHRAÇ’ın iştirakiyle bir toplantı yaptık… ÖMÜR Ankara bölgesi olarak birkaç bakanlığı bombalayabileceklerini…bu arada eylem konulacak bakanlıkları; Milli eğitim Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret bakanlığı, Maliyle Bakanlığı olarak saptadık. (İfade, s:8)
“Nisan ayı sonlarında şimdi hatırlamadığım bir gün BELMA GÜRDİL ile birlikte yeni tutuğumuz Şişli Abidiye Hürriyet caddesi Özgül Apt. No:24-26 Daire 2 adresini vererek beklediğimi söyledim. HAKKI, diğer bölge sorumluları ile temas kuracak ve onlarla birlikte belirtilen günde verdiğim adreste bulunacaktı. Nitekim Nisan ayı sonlarında HAKKI, MİRAÇ ve EŞBER Özgül apartmanındaki daireye geldiler. Yapılan Toplantıda çok kısa bir zaman içinde örgütün büyük darbe yediğini ve yine yönetici kadrosundan büyük kayıp verdiğini belirterek bundan sonra hiç değilse bir müddet için eyleme girilmemesini, ancak yapılan eylemlerin propagandası ile taban toplamaya çalışılmasını karar verdik.”( Engin Erkiner Polis İfadesi. s:9)
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemen arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ SORULDU: Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarıda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum. Nisan ayı sonunda evimde yapıldığını belirttiğim Üst Komite toplantısından sonra askeri bakımdan İstanbul’un takviyesi kararı alındıktan sonra askeri kadronun gerçekleştireceği eylemleri sırasında kullanılacak vasıtanın ihtiyacı olan şoförü MİHRAÇ vasıtasıyla buldum. MİHRAÇ böyle bir tanıdığı olduğunu söyleyerek, şimdi hatırlamadığım bir yerde randevu vermişti, bu randevuya gittiğimizde ZÜHTÜ adında bir şahısla tanıştım.” (Engin Erkiner. Polis İfadesi,s:12)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Radyoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“… Tüm eylemler yukarıda da belirttiğim gibi THKPC’nin bir kolu olan Acil veya Türkiye Devriminin Acil Sorunları veya 184’lükler veya, Halkın Devrimci Öncüleri olarak tanınan örgütçe yani bu örgüte bağlı olarak ve yukarıda hazırdaki üst komitelerini saydığım şahısların ki bunlar 1- Ben (ENGİN ERKİNER- İstanbul Bölge sorumlusu) 2- HAKKI (Takma ad- Ankara Bölge sorumlusu) 3- EŞBER ( Takma ad, diğer takma adı BİNBAŞI, İzmir bölge sorumlusu 4- MİHRAÇ (Güney Bölge sorumlusu) bilgi ve ortaklaşa aldıkları karar altında tüm örgütü kapsayan ve bağlayan şekilde yapılmıştır…” (ifade sayfa:13)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ: Orta boylu, 165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli, kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
“… Selimiye Akbank şubesinin soygununu planlayan ve eylemi hazırlayan, gerçekleştiren ben değilim. O sırada Ankara’da bulunmaktaydım ÖMÜR ölmüş yukarıda da söylediğim gibi örgütün yeni durumunu gözden geçirmek için Ankara’ya gitmiştim. Daha sonra… HAKKI Selimiye Akbank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilir. MUHARREM tarafından orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölgesi sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum.” (İfade, s:19)
***
İkimizin de adı poliste ilk kez afişe oluyordu. Bir silik kişilik, bir sorumsuz kişi itirafçı olmuştu. O gün itirafçı yasası olmadığı için polisle işbirliğinin mükafatı da yoktu; en iyi halde birkaç tokat daha az vurulacaktı. Nitekim öyle oldu. Örgütü ve yöneticilerini, kadro ve militanlarını yaktı. Polise itiraf etti. Bu bir çözülme değildi. Çözülme kişinin kendisiyle ilgili vukuatları vermesidir. Ama bu adam herkesi ve her şeyi ele verdi. Bunun adı çözülme değil, itirafçılıktır.
İtirafçı bir de utanmadan, “Bunu yaptım… Kendiyle hesaplaşmanın ötesinde ben hala aynı düşünüyorum. Aradan 31 yıl geçmiş, başka türlü düşünsem de bir şey olmaz, ama hala aynı düşünüyorum.” demiştir (Bkz. Engin Erkiner “İnternet kimliği” makalesi).
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Mihrac Ural ve Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olduğunu, kendi imzasını taşıyan belgeyle ortaya koymuş olduk. Bu noktadan itibaren, bu adamın içine düştüğü Mihrac Ural sendromunu ve desteğine ihtiyaç duyduğu Mit Ajanı İbrahim Yalçın ortaklığını izah etmek zor değil.
Bu tür insanların algımdaki yerleri bu kadardır. Ötesi kimseye yararlı değildir. Okurlara tarih adına bunları iletiyorum.
***
İtirafçı Engin Erkiner’in, Mihrac Ural ve Nebil Rahuma yoldaşı polise nasıl ihbar ettiğini, onları nasıl afişe edip firari duruma düşürdüğünü, kendi ağzından, resmi belge ve imzasıyla polis ifadesi olan itirafnamesinden, yorumsuz aktaracağım.
Bu belge ne hasım iddiası, ne de üçüncü kişilerin onayını bekleyen bir duyumdur. Bu belge, ölü konuşturma ahlaksızlığı değil, açık ve net bir kanıt, resmi bir belgedir.
Bu belge Mihrac Ural ve Nebil Rahuma’yı ilk ve tek olarak polise teslim edenin kim olduğunu göstermektedir.
Bu belge çamur atma ya da yorum değil, tarihe sunulmuş bir kanıttır.
Mihrac Ural’ı ve Nebil Rahuma yoldaşı polise ispiyonlayıp, örgütün tüm kadro, militan ve sempatizanlarının adlarını, tüm adreslerini, malzeme ve ve mühimmatını, bildiği bilmediği, duyduğu, tahmin ettiği olası eylemler ve bunları kimin yapma ihtimali olduğu dahil her şeyi, rüyalarını bile anlattığının belgesidir.
***
Mihrac Ural ve Nebil Rahuma’yı ele verdiği
Polisteki itirafnamesinden:
(Yorumsuz)
“1977 Mart ayı içinde yanlış oldu Şubat ayı içinde gazetelerde Ankara topraklık Büyük ülkü derneğine bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldığını okudum. Bunun ÖMÜR’ler tarafından daha doğrusu örgütün Ankara bölgesi tarafından gerçekleştirildiğini tahmin ettim ve Ankara’ya giderek ÖMÜRÜ buldum. ÖMÜR eylemin kendileri tarafından gerçekleştirildiğini belirterek Ege ve Güney Anadolu sorumluları ile temas kurduğunu birkaç gün Ankara’da kalırsam. Bir toplantı yapabileceğimizi söyledi… Mart ayı başlarında Egeden EŞBER ( BİNBAŞI iki isim de takma olup esas ismini bilmiyorum), Güneyden MİHRAÇ, ÖMÜR’ün evine geldiler. Bu evde Mart ayları başlarından İstanbul’dan BEN, Ankara’dan ÖMÜR, Ege bölgesinden EŞBER, güneyden de MİHRAÇ’ın iştirakiyle bir toplantı yaptık… ÖMÜR Ankara bölgesi olarak birkaç bakanlığı bombalayabileceklerini…bu arada eylem konulacak bakanlıkları; Milli eğitim Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret bakanlığı, Maliyle Bakanlığı olarak saptadık. (İfade, s:8)
“Nisan ayı sonlarında şimdi hatırlamadığım bir gün BELMA GÜRDİL ile birlikte yeni tutuğumuz Şişli Abidiye Hürriyet caddesi Özgül Apt. No:24-26 Daire 2 adresini vererek beklediğimi söyledim. HAKKI, diğer bölge sorumluları ile temas kuracak ve onlarla birlikte belirtilen günde verdiğim adreste bulunacaktı. Nitekim Nisan ayı sonlarında HAKKI, MİRAÇ ve EŞBER Özgül apartmanındaki daireye geldiler. Yapılan Toplantıda çok kısa bir zaman içinde örgütün büyük darbe yediğini ve yine yönetici kadrosundan büyük kayıp verdiğini belirterek bundan sonra hiç değilse bir müddet için eyleme girilmemesini, ancak yapılan eylemlerin propagandası ile taban toplamaya çalışılmasını karar verdik.”( Engin Erkiner Polis İfadesi. s:9)
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemen arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ SORULDU: Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarıda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum. Nisan ayı sonunda evimde yapıldığını belirttiğim Üst Komite toplantısından sonra askeri bakımdan İstanbul’un takviyesi kararı alındıktan sonra askeri kadronun gerçekleştireceği eylemleri sırasında kullanılacak vasıtanın ihtiyacı olan şoförü MİHRAÇ vasıtasıyla buldum. MİHRAÇ böyle bir tanıdığı olduğunu söyleyerek, şimdi hatırlamadığım bir yerde randevu vermişti, bu randevuya gittiğimizde ZÜHTÜ adında bir şahısla tanıştım.” (Engin Erkiner. Polis İfadesi,s:12)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Radyoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“… Tüm eylemler yukarıda da belirttiğim gibi THKPC’nin bir kolu olan Acil veya Türkiye Devriminin Acil Sorunları veya 184’lükler veya, Halkın Devrimci Öncüleri olarak tanınan örgütçe yani bu örgüte bağlı olarak ve yukarıda hazırdaki üst komitelerini saydığım şahısların ki bunlar 1- Ben (ENGİN ERKİNER- İstanbul Bölge sorumlusu) 2- HAKKI (Takma ad- Ankara Bölge sorumlusu) 3- EŞBER ( Takma ad, diğer takma adı BİNBAŞI, İzmir bölge sorumlusu 4- MİHRAÇ (Güney Bölge sorumlusu) bilgi ve ortaklaşa aldıkları karar altında tüm örgütü kapsayan ve bağlayan şekilde yapılmıştır…” (ifade sayfa:13)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ: Orta boylu, 165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli, kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
“… Selimiye Akbank şubesinin soygununu planlayan ve eylemi hazırlayan, gerçekleştiren ben değilim. O sırada Ankara’da bulunmaktaydım ÖMÜR ölmüş yukarıda da söylediğim gibi örgütün yeni durumunu gözden geçirmek için Ankara’ya gitmiştim. Daha sonra… HAKKI Selimiye Akbank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilir. MUHARREM tarafından orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölgesi sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum.” (İfade, s:19)
***
İkimizin de adı poliste ilk kez afişe oluyordu. Bir silik kişilik, bir sorumsuz kişi itirafçı olmuştu. O gün itirafçı yasası olmadığı için polisle işbirliğinin mükafatı da yoktu; en iyi halde birkaç tokat daha az vurulacaktı. Nitekim öyle oldu. Örgütü ve yöneticilerini, kadro ve militanlarını yaktı. Polise itiraf etti. Bu bir çözülme değildi. Çözülme kişinin kendisiyle ilgili vukuatları vermesidir. Ama bu adam herkesi ve her şeyi ele verdi. Bunun adı çözülme değil, itirafçılıktır.
İtirafçı bir de utanmadan, “Bunu yaptım… Kendiyle hesaplaşmanın ötesinde ben hala aynı düşünüyorum. Aradan 31 yıl geçmiş, başka türlü düşünsem de bir şey olmaz, ama hala aynı düşünüyorum.” demiştir (Bkz. Engin Erkiner “İnternet kimliği” makalesi).
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Mihrac Ural ve Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olduğunu, kendi imzasını taşıyan belgeyle ortaya koymuş olduk. Bu noktadan itibaren, bu adamın içine düştüğü Mihrac Ural sendromunu ve desteğine ihtiyaç duyduğu Mit Ajanı İbrahim Yalçın ortaklığını izah etmek zor değil.
Bu tür insanların algımdaki yerleri bu kadardır. Ötesi kimseye yararlı değildir. Okurlara tarih adına bunları iletiyorum.
F-TİPİ MEKTUPLARI
Kemal Doğan
BANA NE DEME
“Bana ne “ diyemezsin
Savaşlarda ölen insanlara
Bil ki ;
Katledilen her insanla birlikte
Sende öleceksin
Belki hayatta kalacaksın
Yaşıyorum sanacaksın
Ama inan sevdiğim
Yalanlara inanacaksın
“Bana ne” dedikçe
Kendi yalanına kanacaksın
Sen seyirci kaldıkça haksızlıklara
Parçalanacak yüreğin
Tank paletlerinde ezilecek onurun
Süngü uçlarında dalgalanacak saçların
Şantajlarda titreyen sesin
Ne olur
“Hayır “ de
Titrekte olsa sesin
“ Bana ne “ deme!..
Ümit Günger
23.06.2003
F Tipi hapishanelerine , tecrit koşullarında tutulan Bayram arkadaştan
03.04.2006 ‘da aldığım mektubu siz okurlarla paylaşacağım. Bayram arkadaşa yazmış olduğum mektuba cevaben bir çok devrimci dost, dört duvar arasından selamlarını ve kartlarını bizlere ulaştırdı, zamanla Merhaba
Sevgili Kemal
Nasılsın umuyoruz ki çok iyisindir. Bizler de mektubun la mutlu olduk sevindik. Bir çok yere yüzlerce kart, mektup yazıp yolluyoruz insanlara Tecrit’i anlatmaya çalışıyoruz ancak bir çoğunda cevap alamıyoruz.
Senin gibi duyarlı arkadaşımız yazınca mutlu oluyoruz bu da bizi bir daha ki yazacağımız mektup ve kartlarımızı daha umutlu ve daha coşkulu hazırlanmamız konusunda motive ediyor morallendiriyor.
Ne iyi ettinde geldin beton yığını ve demirlerden oluşan bu soğuk hücremizi çoşkunla ne de güzel ısıttın.
Sağ ol var ol….
Kemal sana merhabamı ÖLÜM ORUCUNDA yaşamını feda eylemi yaparak yitiren bir yoldaşımın şiiri ile yapmak istedim umarım beğenirsiniz.
… bakın bizler masrafsız misafirleriz birer dal sigara birer bardak çay yeterde artar bizlere.
Sevgili Kemal ne güzel demişin “ sadece bedenleri tutsak edilmiş” diye. Zaten bedenlerimizden başka tutsak edecek neleri varki mümkünmüdür ki düşüncelerimizi tutsak edebilsinler asla.
6 yıla yakın süredir 121 insan hayatını bu uğurda yitirdi tam 12 ekip çıktı yola 12. ekipten FATMA KOYUPINAR açlığının 350. günlerini geride bıraktı ve hala da yürüyüşünü sürdürüyor.
Bizlerde yola çıkanlarımız da sen ve senin gibi elimize el verecek insanlar olduğunu biliyoruz , bundan ala tokluk mu olur. Hem dışarısı hem içerisi böyle kenetlenmiş olursa dört yanımız beton duvar , demir yığını kaplı olsa ne yazar.
Ne demiş usta “ yatılır yatmasına 10 yıl, 15 yıl of demeden yeter ki karamasın sol memenin altındaki cevahir.” Zaten karartmamak içim cevahirleri çıkmadık mı yola.
Kısaca kendimden bahsedeyim ben 1969 Kayseri doğumluyum, İstanbul’da Yedikule de oturuyorum 5 yıla yakın zamandır buradayım, 96 yılından bu güne devam eden bir davam var ceza aldım. 14 yıl eğer yanlış hesap yapmıyorsam , 2 yıla yakın bir zaman daha buradayım. Şuan dosyam Yargıtay aşamasın da birkaç ay sonra tam netleşir daha sonraki mektuplarımda durumu net olarak anlatırım.
Sevgili Kemal
Benim sayfamın sonu yaklaştı , tam olarak ne zaman olur bilmiyorum ama yakında bir çok arkadaşımıza mektup cezası gelebilir. Newroz kutlaması yapmamızdan kaynaklı olurda mektubun o döneme rastlarsa biraz geçikmeli olarak misafirin olabiliriz ama geçte olsa mutlaka cevap yazar misafirin oluruz.
Bunu da hallettik artık yavaş , yavaş müsadeni isteyeceğim çayımı , sigaramı bolca içtim . Yüreğine sağlık kendine çok çok iyi bak çevrendeki arkadaşlara selamlar, tüm arkadaşlarında çokça selamları var .
Sevgi saygıyla kucaklıyorum . Bayram
Bunları da sizlerle paylaşacağım. Tecrit koşulların da ve bir çok yasağa karşın dışarı da bir çok insana mektup ve kart attığını söyleyen dost , bunların bir çoğundan cevap gelmemsin den dolayı üzüntüsünü ifade ediyor. Mücadele içinde , devrim ve sosyalizm için mücadele ederken tutsak düşen bu vb arkadaşların orada her şeyden çok bir selam bir morale ihtiyacı olduğu kesin. Bizlerin dışarıda daha çok zamanı olmasına karşın bu duyarlılığı göstermede sorun yaşıyoruz. Buradan tüm dostlara sesleniyorum, az bir zamanınızı alacak küçük bir mektubunuz selamınızla oradaki dostlarımıza bir merhaba diyin..
BANA NE DEME
“Bana ne “ diyemezsin
Savaşlarda ölen insanlara
Bil ki ;
Katledilen her insanla birlikte
Sende öleceksin
Belki hayatta kalacaksın
Yaşıyorum sanacaksın
Ama inan sevdiğim
Yalanlara inanacaksın
“Bana ne” dedikçe
Kendi yalanına kanacaksın
Sen seyirci kaldıkça haksızlıklara
Parçalanacak yüreğin
Tank paletlerinde ezilecek onurun
Süngü uçlarında dalgalanacak saçların
Şantajlarda titreyen sesin
Ne olur
“Hayır “ de
Titrekte olsa sesin
“ Bana ne “ deme!..
Ümit Günger
23.06.2003
F Tipi hapishanelerine , tecrit koşullarında tutulan Bayram arkadaştan
03.04.2006 ‘da aldığım mektubu siz okurlarla paylaşacağım. Bayram arkadaşa yazmış olduğum mektuba cevaben bir çok devrimci dost, dört duvar arasından selamlarını ve kartlarını bizlere ulaştırdı, zamanla Merhaba
Sevgili Kemal
Nasılsın umuyoruz ki çok iyisindir. Bizler de mektubun la mutlu olduk sevindik. Bir çok yere yüzlerce kart, mektup yazıp yolluyoruz insanlara Tecrit’i anlatmaya çalışıyoruz ancak bir çoğunda cevap alamıyoruz.
Senin gibi duyarlı arkadaşımız yazınca mutlu oluyoruz bu da bizi bir daha ki yazacağımız mektup ve kartlarımızı daha umutlu ve daha coşkulu hazırlanmamız konusunda motive ediyor morallendiriyor.
Ne iyi ettinde geldin beton yığını ve demirlerden oluşan bu soğuk hücremizi çoşkunla ne de güzel ısıttın.
Sağ ol var ol….
Kemal sana merhabamı ÖLÜM ORUCUNDA yaşamını feda eylemi yaparak yitiren bir yoldaşımın şiiri ile yapmak istedim umarım beğenirsiniz.
… bakın bizler masrafsız misafirleriz birer dal sigara birer bardak çay yeterde artar bizlere.
Sevgili Kemal ne güzel demişin “ sadece bedenleri tutsak edilmiş” diye. Zaten bedenlerimizden başka tutsak edecek neleri varki mümkünmüdür ki düşüncelerimizi tutsak edebilsinler asla.
6 yıla yakın süredir 121 insan hayatını bu uğurda yitirdi tam 12 ekip çıktı yola 12. ekipten FATMA KOYUPINAR açlığının 350. günlerini geride bıraktı ve hala da yürüyüşünü sürdürüyor.
Bizlerde yola çıkanlarımız da sen ve senin gibi elimize el verecek insanlar olduğunu biliyoruz , bundan ala tokluk mu olur. Hem dışarısı hem içerisi böyle kenetlenmiş olursa dört yanımız beton duvar , demir yığını kaplı olsa ne yazar.
Ne demiş usta “ yatılır yatmasına 10 yıl, 15 yıl of demeden yeter ki karamasın sol memenin altındaki cevahir.” Zaten karartmamak içim cevahirleri çıkmadık mı yola.
Kısaca kendimden bahsedeyim ben 1969 Kayseri doğumluyum, İstanbul’da Yedikule de oturuyorum 5 yıla yakın zamandır buradayım, 96 yılından bu güne devam eden bir davam var ceza aldım. 14 yıl eğer yanlış hesap yapmıyorsam , 2 yıla yakın bir zaman daha buradayım. Şuan dosyam Yargıtay aşamasın da birkaç ay sonra tam netleşir daha sonraki mektuplarımda durumu net olarak anlatırım.
Sevgili Kemal
Benim sayfamın sonu yaklaştı , tam olarak ne zaman olur bilmiyorum ama yakında bir çok arkadaşımıza mektup cezası gelebilir. Newroz kutlaması yapmamızdan kaynaklı olurda mektubun o döneme rastlarsa biraz geçikmeli olarak misafirin olabiliriz ama geçte olsa mutlaka cevap yazar misafirin oluruz.
Bunu da hallettik artık yavaş , yavaş müsadeni isteyeceğim çayımı , sigaramı bolca içtim . Yüreğine sağlık kendine çok çok iyi bak çevrendeki arkadaşlara selamlar, tüm arkadaşlarında çokça selamları var .
Sevgi saygıyla kucaklıyorum . Bayram
Bunları da sizlerle paylaşacağım. Tecrit koşulların da ve bir çok yasağa karşın dışarı da bir çok insana mektup ve kart attığını söyleyen dost , bunların bir çoğundan cevap gelmemsin den dolayı üzüntüsünü ifade ediyor. Mücadele içinde , devrim ve sosyalizm için mücadele ederken tutsak düşen bu vb arkadaşların orada her şeyden çok bir selam bir morale ihtiyacı olduğu kesin. Bizlerin dışarıda daha çok zamanı olmasına karşın bu duyarlılığı göstermede sorun yaşıyoruz. Buradan tüm dostlara sesleniyorum, az bir zamanınızı alacak küçük bir mektubunuz selamınızla oradaki dostlarımıza bir merhaba diyin..
15 Ağustos 2009 Cumartesi
"BEKLEYELİM GÖRELİM" SOSYALİSTLİĞİ
Bedreddin Mahir
15 Ağustos 2009
Bazen es geçip gidiyorum. Ama dayanamıyorum illa elim tuşlara gidiyor ve yazmaya başlıyorum. Bu kez de öyle oldu.
Malum solculuk, milliyetçi ön yargıların etkisi altında ortak ülkemizin her sorununa, muğlak, anlaşılması güç, ilgili ilgisiz, kıyısından köşesinden açıklamalarla tutarsız belirlemeler yapmaktadır. Söyleyecekleri arkasında duramama kaygısının da itimiyle dengesiz tutumlar sergilemektedir. En iyi halde “bekleyip göreceğiz” cinsinden yaklaşımlarla, sürecin edilgen tarafında yer alıp, sessizce gözlemcilik yapmaktadır.
Bu bitip tükenmeyen “bekleyip görelim” edaları, çağlar değişmesine rağmen değişmeden devam ediyor. 20.yy dan 21.yy aynıyla süre gelen bu tutum, gerçekte bir kimlik arayışına işaret ediyor. Kararsızlık, tedirginlik, kendi söylemine karşı güvensizlikte beliren bu duruş, solu artan oranda siyasal mücadelenin dışına itiyor, halktan soyutluyor. Sosyalistlerin hızla marjinalleşmesi, etkin olmayan bir aydın kolonisi haline gelmelerinin altında da bu yatıyor.
Oysa sosyalist gerçeklikte tutumlar ve duruşlar bilinen tüm siyasal akımlardan çok daha net ve köşelidir. Bunun öyle olması çok normaldir. Sosyalizm, dünyayı yorumlarken elindeki yöntemle, kesin sonuçlara ulaşması mümkün olan bir ideolojidir. Bu açıdan muğlaklık Sosyalist yaklaşımda yeri olmayan bir tutumdur.
Ancak “sosyalistler” son çeyrek asırdır pusulalarını kaybetmiş gibiler. Özellikle sosyalist sistemin çözülüşüyle. Bu çözülüş beklenmedik ölçekte ve dünya çapında farklı sosyal hareketlerin doğmasına, tamamlanmamış ulusal davaların, tamamlanmamış demokratik açılımların elde edilmesi için yerden mantar gibi biten devrimci hareketlerin doğmasına yol açmıştır. Çağın bu yeniliklerini kavramakta geç kalan bu türden sosyalistlerin eskiye tutunma, milliyetçiliğe takılı kalma gibi refleksleri olmuştur. Bu reflekslerle, ortaya çıkan her sosyal hareketi “sınıf mücadelesi dışı bir hareket, sınıf mücadelesini bulandıran sis perdesi olarak” görme kolaycılığına yöneldiler. Bununla da kalmayıp bu türden hareketleri “dış mihrakların kumandasında birer hareket” olarak değerlendirdiler.
Bu arada Türkiye Komünist Partisi (TKP) gibileri de bilinçaltı milliyetçi tepkilerle Kürt özgürlük hareketine karşı, Türk ordusunu destekleme, kızları da askere alma gibi akıllara ziyan önermelerde bulunabildiler. TKP son bildirisinde MHP’yi bile geride bırakmıştır:
" Irak Kürdistan’ındaki özerk devlet yapılanması emperyalizmin bölgemizi yeniden şekillendirmeye dönük operasyonlarının tipik bir örneğidir. Bunun da ötesinde Irak Kürdistan’ı, bir yandan Türkiye Kürtlerini emperyalizm ve gericilik yanında taraflaştırmakta, milliyetçiliği körüklemekte ve başta Türkler ve Kürtlerden oluşan emekçi halkımızın birliğini dağıtıcı etki yaratmakta, diğer yandan ise Türkiye'de yayılmacı/Osmanlıcı perspektifler için zemin oluşturmaktadır."
"Türkiye'nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir. Merkezi yapının bugüne dek anti-demokratik, baskıcı ve zorla asimilasyonu hedefleyen bir karakter taşımış olması, ademi merkeziyetçiliğin doğru seçenek olması için yeterli değildir. Eyaletleşme yeni, sağlıklı, üzerinde iradi birlikteliğin tesis edileceği bir zemin değil, parçalanmanın bir evresi olacaktır.” http://haber.sol.org.tr/sol-partilerden/tkp-den-baris-ve-kardeslik-acilimi-haberi-16751
Bu cümleler, aklı başında bir demokratın bile söylemesi olası değildir. Bu açık ve net haliyle milliyetçi bir iç savaş kışkırtıcılığıdır. Kürtlere “bin kez ölseniz de size hak verilmeyecek ne haliniz varsa görün” demektir. Bu bölücülüktür, hak sahibini köşeye sıkıştırıp patlatmaktır, iç savaşa zorlamaktır. “sosyalist” olmanın hiçbir türü tarihin hiçbir döneminde kendini böylesine rezil bir tarzda ortaya koymamıştır.
Bu cümleler sınıf mücadelesi denilen kapitalizm içi reform mücadelesi mantığının tekrarıdır. Her şey aynı dar alan içinde ve sistemin statüleri içinde olup bitmelidir. Farklılıkların tek bayrak, tek millet, tek devlet çatısı altından çıkışları bölünmektir diye kendini aldatan bir mantıktır. Bu dayatmaların, birliği asla oluşturmayacak cinsten birer bölücülük olduğu kavranamamaktadır.
Bu tutumlar ortak ülkemiz farklılıklarının özgün ve özgür örgütlenme ve mücadelesine karşı, milliyetçi hatta ırkçı tutumlar olarak belirmektedir.
Böylesi tehlikeli yaklaşımlar, bin bir biçimiyle bu gün de devam etmektedir.
Bu yaklaşımların en sıradan ve yaygın olanı “bekleyip görelim” muğlaklığına sığınanıdır.
Şu satırları birlikte okuyalım.
“Sosyalist bir siyasetçinin gözüyle bakıldığında, kuşaklar boyunca derin yaralar almış, kan kaybetmiş, savaş yorgunu Kürt halkını kısa vadede rahatlatabilecek olan ABD’li ve AKP’li ‘Kürt Açılımı’nın, uzun vadede ‘hayırlı sonuçlara vesile’ olmayacağı söylenebilir. Ama bazen, pek çok siyasi iradenin rol aldığı böylesi kritik tarihsel anlarda, biraz ‘bekleyip görmek’ gerekebilir; göreceğiz!...” (Kürdün hal ve gidişi)
Neyi bekleyip göreceğiz. Kimden bir beklentimiz olacak ki kendimize ait tutumları almakta çekinceli davranalım.
Bu satırlarda Kürt özgürlük hareketini dış mihraklara bağlama mesajı neyin nesidir. AKP’ye bağlama algısının gerekçesi nedir. Bu yaklaşımın neresi materyalisttir, bu yaklaşımın neresi sosyal bilim çözümlemesiyle ilgilidir. Bu yaklaşımın hiç bir cümlesi sosyalist olamaz.
Bilimsel ölçüleriyle, materyalist diyalektik yöntemi ve sosyal bilim araçlarıyla da ölçülünce Kürt özgürlük hareketi bir Kürt halk hareketidir. Yani bir halkın kendi iç dokularından ve dinamiklerinden üremiş haklı talepleriyle yükselen bir harekettir. Yüz yıllık bedellerin ortaya çıkardığı, dünya ve bölge güçler dengesini etkileyen ve ondan etkilenin yanıyla gerçekçi bir hak arayış hareketedir.
Kürt halkının bu yüz yıllık mücadelenin içinde bulunduğumuz kesitinde, ABD’nin ya da AKP’nin şu ya da bu dünya konjonktürü nedeniyle gösterdiği fraklı davranış, Kürt halk hareketini etkileyen değil, tersine ondan etkilenen bir sonuçtur.
Kürt özgürlük hareketi bu günün verileriyle artık etken bir harekettir. Temsilcileri etrafında sıkı bir dayanışma ve özverili bir duruşla yürümektedir. Filistin ulusal kurtuluş hareketi gibi, dünyanın en önemli ulusal kurtuluş hareketi olduğu da tartışmasızdır. Böylesi bir dik duruşun karışında, ABD’nin bölgedeki çıkarları için Kürt sorununa eğilmesi, Kürt özgürlük hareketinin başarısıdır. ABD’nin ya da AKP’nin Kürt özgürlük hareketi üzerindeki etkisi değildir. 29 Mart 2009 yerel seçimleri artık Kürt halkının haklarını elde edişte geri dönülmez bir yere geldiğini göstermeye yeterlidir: Bir bütün olarak Kürt ulusu “ben buradayım özgürlük istiyorum ve mahatabınız siyasal temsilcilerimdir, bunları sizin koyduğunuz, kural ve barajların baskısına rağmen gizli oy açık sayımla seçtim “dedi. Kendini sosyalist sayan milliyetçi solcular bunu görmüyor, algılamak istemiyorlar: Bu yanlarıyla ABD ve AKP’den de geri konumda kalıyorlar. CHP ve MHP çizgisinde seyrediyorlar.
Oysa sosyalist söylemin açık ve net ifadesi şudur:
“Biz sosyalistler, demokrasinin genişlemesi, ortak ülkemizin tüm farklılıklarının ve Kürt halkının her türden hak kazanımı için, demokratik her açılımı sonuna kadar ilerlemesi için zorlayacağız. Bu adımı her kim ne amaçla atıyor olurlarsa olsun, onların yetmezliklerini ve göstermelik tutumlarını sergilemek için de sonuna kadar çalışacağız. Demokratikleşme sürecinde Kürt halkını ve tüm hak sahiplerini yalnız bırakmayacağız. Demokratikleşmeyi mantıki sonuçlarına götürmek üzere tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Bu çabamız, halkın gözünü boyamak isteyenlerin maskesini düşürmeyi de amaçlayan bir mücadele olacaktır. İnanıyoruz ki, demokrasi ne kadar kapsamlı ve ileri olursa emekçilerin ve halkların kurtuluş umudu olan sosyalizm o kadar sonuç alıcı bir kapsam kazanır” demelidirler. Milliyetçi solcuların bunu söyleme cesaretleri yoktur olmayacaktır da.
Kendine sosyalist diyen komik bir tarzın şu sözlerine bakın ve bunların nereye kadar düştüklerini takdir edin.
“Fakat, Kürdün eşitlik ve özgürlük talebini merkeze alan bildik ‘yol haritası’, yakın geçmişte farklılaştı; çeyrek asırdır Kürt hareketinin ana dinamiği özelliğini koruyan PKK’nin lideri Abdullah Öcalan, “Eski fikirlerimden vazgeçtim; evet, biz Türk’le et ve tırnak gibiyiz, ayrılamayız. Kürt kimliğimizi tanıyın, kişilik haklarımızı teslim edin, yeter..” (Adı geçen makale)
Sayın Öcalan’ın bu sözlerinde, kardeşliğin ve barışın anlamlı ifadesini ortaya çıkarmak yerine, onun gelişen ve değişen görüşlerini hafife alma aymazlığını neye yormamız gerek. Bir bilen varsa beri gelsin.
Sosyalistler ne zamandan beri ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkınaı karışır oldu. Ne zaman ve hangi ilkeye dayanarak kendi iç dinamiğiyle gelişen ve ödediği bedellerle kimseye dayanmadan haklı taleplerini ortaya koyan bir halkın iradesine karışılır oldu. Kürt halkının siyasal temsilcileri ve önderliğinin kararlaştırdığı taktik ve strateji gelişmelerini ne zamandan beri sosyalistler tayin eder oldu; iyi ya da kötü olduklarına karar verir oldu. Kürt halkı ve temsilcilerinin aldığı etkin kararlarla, ortak ülkemizin siyasal tarihini, gelmiş geçmiş tüm devrimci hareketlerinden daha çok etkilediği ve hepimiz adına demokrasi sürecini yükselttiği bir dönemde, yanında olmamız gerekirken bu ötekileştirme tutumunun sosyalistlikle ne alakası var.
Beyler, artık bu defterleri kapatın, siz ne sosyalistsiniz ne de bir şeysiniz. Siz sadece kendinizi aldatmak üzere, gereksiz kuruntularınızla yaşamaya inat etmiş geviş getirenlersiniz. Demokrasi algılarınızı değiştirmeden de bu çıkmazdan kurtulamazsınız.
“biraz ‘bekleyip görmek’ gerekebilir; göreceğiz!...” Sizin sınırınız budur. Ötesi değil.
Daha çok beklersiniz. Daha çok mücadele edelerin, canını dişine katarak gösterdiği çabalara seyirci kalırsınız. Güvendiğiniz sınıf mücadelesine de karlar yağdı. Bu gün (15 ağustos 2009) açık oturumlarda “sınıf mücadelesinin sınırları”nı gördük; üç beş kuruş ücret artırımı kadardı. Bari bunlar reformist çabalarla genel mücadelenin bu köşesinde görevlerini yerine getiriyorlar ya siz ne yapıyorsunuz. Kürt halkının “demokratikleşme açılımından” yararlanmasına bıyık altında gülüyor kılınızı bile kıpırdatmadan ahkam kesiyorsunuz. Kendinizi aldatmaya son verin, yapacağınız en iyi şey budur.
Oysa bu işin alfabesinde yazılıydı; sosyalistler gerçek anlamda sosyalist iseler, demokrasinin ilerletilmesine öncü olmalıydılar. Demokrasinin derinleştirilmesi ve genişletilmesine katkı sunmalıydılar. Bu süreçlerin öncülüğüne soyunmalıydılar. Ancak, milliyetçi solcuların elinde ne biri ne ötekisi, sosyalistlik tutumsuzluk, muğlaklı, belirsizlik oldu. Bu da bize halktan kopmanın, mevta olmanın nedenlerini yeterince açıklıyor sanırım.
Milliyetçi sosyalistler, artık siyasal bir varlık bile değiller. 21. yy hiç kavrayamadılar. Demokrasi adına gelişen hiçbir şeyi hazmedemediler. Devrim algıları, kolay yoldan bir darbe olarak belirdi. Bir köşede o anı bekleyip duruyorlar. Hayatın içinde değil dışında bir gözlemci olarak zaman tüketiyorlar. 20. Yüz yılın siyasal önermeleriyle 21. Yüzyılda yer almak bundan başka bir şey değildir.
Bana gelince bu tür sosyalistlikten istifa ettim. Onlara bıraktım. Bana devrimcilik yetip artıyor bile.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesini, insan hakları ve hukuk kavgamı devrimciliğimin bir parçası olarak görüyorum. Devrimi de tarihsel bir kategori olarak, yeni uygarlık, yeni toplumsal üretim tarzının taçlanması olarak görüyorum. İnsan ortak aklının yaratığı bilimsel ve teknik devrimin açtı yeni uygarlık sürecinin küreselleşmede ifadesini bulan tarihsel devrimden yana, emperyalistlerin küresel siyasal çıkar dayatmalarına karşı bir duruştayım. Bilgi çağının devrimciliğini kendime yol saçtım. 21. yüzyılın bilişim çağında, demokrasi ve özgürlüklerin kazanılmasıyla gerçekçi bir devrimcilik ortaya konabileceğine inanıyorum Bu kanaatle ortak ülkemizde tüm farklılıkların ve Kürt halkının hak arayışını sonuna kadar destekliyorum. Bunun için bekleyip görmemi gerektirecek hiçbir bahane yoktur.
Bahanelerde milliyetçi sosyalistler kadar lüksüm yoktur. Doğrularımın açık ve net olması da bundandır. Doğrularımın arkasında bu nedenle dik duruyorum.
Siz, “bekleyin ve görün”, kendinize geldiğinizde de bana haber verin…
15 Ağustos 2009
Bazen es geçip gidiyorum. Ama dayanamıyorum illa elim tuşlara gidiyor ve yazmaya başlıyorum. Bu kez de öyle oldu.
Malum solculuk, milliyetçi ön yargıların etkisi altında ortak ülkemizin her sorununa, muğlak, anlaşılması güç, ilgili ilgisiz, kıyısından köşesinden açıklamalarla tutarsız belirlemeler yapmaktadır. Söyleyecekleri arkasında duramama kaygısının da itimiyle dengesiz tutumlar sergilemektedir. En iyi halde “bekleyip göreceğiz” cinsinden yaklaşımlarla, sürecin edilgen tarafında yer alıp, sessizce gözlemcilik yapmaktadır.
Bu bitip tükenmeyen “bekleyip görelim” edaları, çağlar değişmesine rağmen değişmeden devam ediyor. 20.yy dan 21.yy aynıyla süre gelen bu tutum, gerçekte bir kimlik arayışına işaret ediyor. Kararsızlık, tedirginlik, kendi söylemine karşı güvensizlikte beliren bu duruş, solu artan oranda siyasal mücadelenin dışına itiyor, halktan soyutluyor. Sosyalistlerin hızla marjinalleşmesi, etkin olmayan bir aydın kolonisi haline gelmelerinin altında da bu yatıyor.
Oysa sosyalist gerçeklikte tutumlar ve duruşlar bilinen tüm siyasal akımlardan çok daha net ve köşelidir. Bunun öyle olması çok normaldir. Sosyalizm, dünyayı yorumlarken elindeki yöntemle, kesin sonuçlara ulaşması mümkün olan bir ideolojidir. Bu açıdan muğlaklık Sosyalist yaklaşımda yeri olmayan bir tutumdur.
Ancak “sosyalistler” son çeyrek asırdır pusulalarını kaybetmiş gibiler. Özellikle sosyalist sistemin çözülüşüyle. Bu çözülüş beklenmedik ölçekte ve dünya çapında farklı sosyal hareketlerin doğmasına, tamamlanmamış ulusal davaların, tamamlanmamış demokratik açılımların elde edilmesi için yerden mantar gibi biten devrimci hareketlerin doğmasına yol açmıştır. Çağın bu yeniliklerini kavramakta geç kalan bu türden sosyalistlerin eskiye tutunma, milliyetçiliğe takılı kalma gibi refleksleri olmuştur. Bu reflekslerle, ortaya çıkan her sosyal hareketi “sınıf mücadelesi dışı bir hareket, sınıf mücadelesini bulandıran sis perdesi olarak” görme kolaycılığına yöneldiler. Bununla da kalmayıp bu türden hareketleri “dış mihrakların kumandasında birer hareket” olarak değerlendirdiler.
Bu arada Türkiye Komünist Partisi (TKP) gibileri de bilinçaltı milliyetçi tepkilerle Kürt özgürlük hareketine karşı, Türk ordusunu destekleme, kızları da askere alma gibi akıllara ziyan önermelerde bulunabildiler. TKP son bildirisinde MHP’yi bile geride bırakmıştır:
" Irak Kürdistan’ındaki özerk devlet yapılanması emperyalizmin bölgemizi yeniden şekillendirmeye dönük operasyonlarının tipik bir örneğidir. Bunun da ötesinde Irak Kürdistan’ı, bir yandan Türkiye Kürtlerini emperyalizm ve gericilik yanında taraflaştırmakta, milliyetçiliği körüklemekte ve başta Türkler ve Kürtlerden oluşan emekçi halkımızın birliğini dağıtıcı etki yaratmakta, diğer yandan ise Türkiye'de yayılmacı/Osmanlıcı perspektifler için zemin oluşturmaktadır."
"Türkiye'nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir. Merkezi yapının bugüne dek anti-demokratik, baskıcı ve zorla asimilasyonu hedefleyen bir karakter taşımış olması, ademi merkeziyetçiliğin doğru seçenek olması için yeterli değildir. Eyaletleşme yeni, sağlıklı, üzerinde iradi birlikteliğin tesis edileceği bir zemin değil, parçalanmanın bir evresi olacaktır.” http://haber.sol.org.tr/sol-partilerden/tkp-den-baris-ve-kardeslik-acilimi-haberi-16751
Bu cümleler, aklı başında bir demokratın bile söylemesi olası değildir. Bu açık ve net haliyle milliyetçi bir iç savaş kışkırtıcılığıdır. Kürtlere “bin kez ölseniz de size hak verilmeyecek ne haliniz varsa görün” demektir. Bu bölücülüktür, hak sahibini köşeye sıkıştırıp patlatmaktır, iç savaşa zorlamaktır. “sosyalist” olmanın hiçbir türü tarihin hiçbir döneminde kendini böylesine rezil bir tarzda ortaya koymamıştır.
Bu cümleler sınıf mücadelesi denilen kapitalizm içi reform mücadelesi mantığının tekrarıdır. Her şey aynı dar alan içinde ve sistemin statüleri içinde olup bitmelidir. Farklılıkların tek bayrak, tek millet, tek devlet çatısı altından çıkışları bölünmektir diye kendini aldatan bir mantıktır. Bu dayatmaların, birliği asla oluşturmayacak cinsten birer bölücülük olduğu kavranamamaktadır.
Bu tutumlar ortak ülkemiz farklılıklarının özgün ve özgür örgütlenme ve mücadelesine karşı, milliyetçi hatta ırkçı tutumlar olarak belirmektedir.
Böylesi tehlikeli yaklaşımlar, bin bir biçimiyle bu gün de devam etmektedir.
Bu yaklaşımların en sıradan ve yaygın olanı “bekleyip görelim” muğlaklığına sığınanıdır.
Şu satırları birlikte okuyalım.
“Sosyalist bir siyasetçinin gözüyle bakıldığında, kuşaklar boyunca derin yaralar almış, kan kaybetmiş, savaş yorgunu Kürt halkını kısa vadede rahatlatabilecek olan ABD’li ve AKP’li ‘Kürt Açılımı’nın, uzun vadede ‘hayırlı sonuçlara vesile’ olmayacağı söylenebilir. Ama bazen, pek çok siyasi iradenin rol aldığı böylesi kritik tarihsel anlarda, biraz ‘bekleyip görmek’ gerekebilir; göreceğiz!...” (Kürdün hal ve gidişi)
Neyi bekleyip göreceğiz. Kimden bir beklentimiz olacak ki kendimize ait tutumları almakta çekinceli davranalım.
Bu satırlarda Kürt özgürlük hareketini dış mihraklara bağlama mesajı neyin nesidir. AKP’ye bağlama algısının gerekçesi nedir. Bu yaklaşımın neresi materyalisttir, bu yaklaşımın neresi sosyal bilim çözümlemesiyle ilgilidir. Bu yaklaşımın hiç bir cümlesi sosyalist olamaz.
Bilimsel ölçüleriyle, materyalist diyalektik yöntemi ve sosyal bilim araçlarıyla da ölçülünce Kürt özgürlük hareketi bir Kürt halk hareketidir. Yani bir halkın kendi iç dokularından ve dinamiklerinden üremiş haklı talepleriyle yükselen bir harekettir. Yüz yıllık bedellerin ortaya çıkardığı, dünya ve bölge güçler dengesini etkileyen ve ondan etkilenin yanıyla gerçekçi bir hak arayış hareketedir.
Kürt halkının bu yüz yıllık mücadelenin içinde bulunduğumuz kesitinde, ABD’nin ya da AKP’nin şu ya da bu dünya konjonktürü nedeniyle gösterdiği fraklı davranış, Kürt halk hareketini etkileyen değil, tersine ondan etkilenen bir sonuçtur.
Kürt özgürlük hareketi bu günün verileriyle artık etken bir harekettir. Temsilcileri etrafında sıkı bir dayanışma ve özverili bir duruşla yürümektedir. Filistin ulusal kurtuluş hareketi gibi, dünyanın en önemli ulusal kurtuluş hareketi olduğu da tartışmasızdır. Böylesi bir dik duruşun karışında, ABD’nin bölgedeki çıkarları için Kürt sorununa eğilmesi, Kürt özgürlük hareketinin başarısıdır. ABD’nin ya da AKP’nin Kürt özgürlük hareketi üzerindeki etkisi değildir. 29 Mart 2009 yerel seçimleri artık Kürt halkının haklarını elde edişte geri dönülmez bir yere geldiğini göstermeye yeterlidir: Bir bütün olarak Kürt ulusu “ben buradayım özgürlük istiyorum ve mahatabınız siyasal temsilcilerimdir, bunları sizin koyduğunuz, kural ve barajların baskısına rağmen gizli oy açık sayımla seçtim “dedi. Kendini sosyalist sayan milliyetçi solcular bunu görmüyor, algılamak istemiyorlar: Bu yanlarıyla ABD ve AKP’den de geri konumda kalıyorlar. CHP ve MHP çizgisinde seyrediyorlar.
Oysa sosyalist söylemin açık ve net ifadesi şudur:
“Biz sosyalistler, demokrasinin genişlemesi, ortak ülkemizin tüm farklılıklarının ve Kürt halkının her türden hak kazanımı için, demokratik her açılımı sonuna kadar ilerlemesi için zorlayacağız. Bu adımı her kim ne amaçla atıyor olurlarsa olsun, onların yetmezliklerini ve göstermelik tutumlarını sergilemek için de sonuna kadar çalışacağız. Demokratikleşme sürecinde Kürt halkını ve tüm hak sahiplerini yalnız bırakmayacağız. Demokratikleşmeyi mantıki sonuçlarına götürmek üzere tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Bu çabamız, halkın gözünü boyamak isteyenlerin maskesini düşürmeyi de amaçlayan bir mücadele olacaktır. İnanıyoruz ki, demokrasi ne kadar kapsamlı ve ileri olursa emekçilerin ve halkların kurtuluş umudu olan sosyalizm o kadar sonuç alıcı bir kapsam kazanır” demelidirler. Milliyetçi solcuların bunu söyleme cesaretleri yoktur olmayacaktır da.
Kendine sosyalist diyen komik bir tarzın şu sözlerine bakın ve bunların nereye kadar düştüklerini takdir edin.
“Fakat, Kürdün eşitlik ve özgürlük talebini merkeze alan bildik ‘yol haritası’, yakın geçmişte farklılaştı; çeyrek asırdır Kürt hareketinin ana dinamiği özelliğini koruyan PKK’nin lideri Abdullah Öcalan, “Eski fikirlerimden vazgeçtim; evet, biz Türk’le et ve tırnak gibiyiz, ayrılamayız. Kürt kimliğimizi tanıyın, kişilik haklarımızı teslim edin, yeter..” (Adı geçen makale)
Sayın Öcalan’ın bu sözlerinde, kardeşliğin ve barışın anlamlı ifadesini ortaya çıkarmak yerine, onun gelişen ve değişen görüşlerini hafife alma aymazlığını neye yormamız gerek. Bir bilen varsa beri gelsin.
Sosyalistler ne zamandan beri ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkınaı karışır oldu. Ne zaman ve hangi ilkeye dayanarak kendi iç dinamiğiyle gelişen ve ödediği bedellerle kimseye dayanmadan haklı taleplerini ortaya koyan bir halkın iradesine karışılır oldu. Kürt halkının siyasal temsilcileri ve önderliğinin kararlaştırdığı taktik ve strateji gelişmelerini ne zamandan beri sosyalistler tayin eder oldu; iyi ya da kötü olduklarına karar verir oldu. Kürt halkı ve temsilcilerinin aldığı etkin kararlarla, ortak ülkemizin siyasal tarihini, gelmiş geçmiş tüm devrimci hareketlerinden daha çok etkilediği ve hepimiz adına demokrasi sürecini yükselttiği bir dönemde, yanında olmamız gerekirken bu ötekileştirme tutumunun sosyalistlikle ne alakası var.
Beyler, artık bu defterleri kapatın, siz ne sosyalistsiniz ne de bir şeysiniz. Siz sadece kendinizi aldatmak üzere, gereksiz kuruntularınızla yaşamaya inat etmiş geviş getirenlersiniz. Demokrasi algılarınızı değiştirmeden de bu çıkmazdan kurtulamazsınız.
“biraz ‘bekleyip görmek’ gerekebilir; göreceğiz!...” Sizin sınırınız budur. Ötesi değil.
Daha çok beklersiniz. Daha çok mücadele edelerin, canını dişine katarak gösterdiği çabalara seyirci kalırsınız. Güvendiğiniz sınıf mücadelesine de karlar yağdı. Bu gün (15 ağustos 2009) açık oturumlarda “sınıf mücadelesinin sınırları”nı gördük; üç beş kuruş ücret artırımı kadardı. Bari bunlar reformist çabalarla genel mücadelenin bu köşesinde görevlerini yerine getiriyorlar ya siz ne yapıyorsunuz. Kürt halkının “demokratikleşme açılımından” yararlanmasına bıyık altında gülüyor kılınızı bile kıpırdatmadan ahkam kesiyorsunuz. Kendinizi aldatmaya son verin, yapacağınız en iyi şey budur.
Oysa bu işin alfabesinde yazılıydı; sosyalistler gerçek anlamda sosyalist iseler, demokrasinin ilerletilmesine öncü olmalıydılar. Demokrasinin derinleştirilmesi ve genişletilmesine katkı sunmalıydılar. Bu süreçlerin öncülüğüne soyunmalıydılar. Ancak, milliyetçi solcuların elinde ne biri ne ötekisi, sosyalistlik tutumsuzluk, muğlaklı, belirsizlik oldu. Bu da bize halktan kopmanın, mevta olmanın nedenlerini yeterince açıklıyor sanırım.
Milliyetçi sosyalistler, artık siyasal bir varlık bile değiller. 21. yy hiç kavrayamadılar. Demokrasi adına gelişen hiçbir şeyi hazmedemediler. Devrim algıları, kolay yoldan bir darbe olarak belirdi. Bir köşede o anı bekleyip duruyorlar. Hayatın içinde değil dışında bir gözlemci olarak zaman tüketiyorlar. 20. Yüz yılın siyasal önermeleriyle 21. Yüzyılda yer almak bundan başka bir şey değildir.
Bana gelince bu tür sosyalistlikten istifa ettim. Onlara bıraktım. Bana devrimcilik yetip artıyor bile.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesini, insan hakları ve hukuk kavgamı devrimciliğimin bir parçası olarak görüyorum. Devrimi de tarihsel bir kategori olarak, yeni uygarlık, yeni toplumsal üretim tarzının taçlanması olarak görüyorum. İnsan ortak aklının yaratığı bilimsel ve teknik devrimin açtı yeni uygarlık sürecinin küreselleşmede ifadesini bulan tarihsel devrimden yana, emperyalistlerin küresel siyasal çıkar dayatmalarına karşı bir duruştayım. Bilgi çağının devrimciliğini kendime yol saçtım. 21. yüzyılın bilişim çağında, demokrasi ve özgürlüklerin kazanılmasıyla gerçekçi bir devrimcilik ortaya konabileceğine inanıyorum Bu kanaatle ortak ülkemizde tüm farklılıkların ve Kürt halkının hak arayışını sonuna kadar destekliyorum. Bunun için bekleyip görmemi gerektirecek hiçbir bahane yoktur.
Bahanelerde milliyetçi sosyalistler kadar lüksüm yoktur. Doğrularımın açık ve net olması da bundandır. Doğrularımın arkasında bu nedenle dik duruyorum.
Siz, “bekleyin ve görün”, kendinize geldiğinizde de bana haber verin…
12 Ağustos 2009 Çarşamba
KÜRT AÇILIMI VE DEVLET
Yener Orkunoğlu
12 Ağustos 2009
’Sakin havada fırtınayı kestirmek güçtür.’ (Machiavelli)
‘İlericilik ve Demokratlık’ adlı yazımda, her demokratın ilerici olduğunu, ama her ilericinin demokrat olmadığını ifade etmeye çalıştım. Bu ayrım son dönemlerde ‘Kürt Açılımı’ konusunda bize ip uçları vermektedir.
Son dönemlerde basında ‘Kürt açılımı’ndan, ‘Demokratik Açılım’ dan çok söz edilmeye başlandı. Türkiye’nin en önemli sorunu olan ‘Kürt Sorunu’ konusunda ilk defa bir umut ışığı beliriyor. İlk defa ciddi bir sürece giriyoruz. Yeni bir gelişmenin eşiğine girmiş bulunuyoruz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile görüşmesine umutla yaklaşanların sayısı bir hayli çok. Öte yandan Doğan Medya’nın Öcalan ve PKK konusunda tutumunu değiştirmesi gibi ilginç değişimler ve gelişmeler de yaşanmaktadır. AKP ve basın, demokrat olmadan, ilerlemeyi, ilerici olmayı öğrenmektedir.
Haftalardır gözler, PKK lideri Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı ‘Yol Haritası’nda. Öcalan Yol haritasını açıkladıktan sonra, yüzlerce yazı yazılacak. İmralı Yol Haritası olarak tarihe geçecek. Üzerine kim bilir ne kadar yazı yazılacak ve ne kadar konuşulacak.
Şimdiden şunu söylemek mümkün: İmralı Yol Haritası’nın açıklanması iki gelişmeye yol açabilir: Birincisi, Kürtler, özne olarak devlet politikasının şekillenmesine katkı sunma olanağını elde edebilir; ikincisi, İmralı Yol Haritasının doğuracağıarHar tartışmalar, Kürt Özgürlük Hareketinin görüşlerini Türk halkına tanıtma olanağı sağlayabilir. Nasıl devlet ve din ayrımı Ortaçağ’dan çıkmak için bir çözüm olduysa, devlet ve milli kimlik ayrımı da milliyetçilik ve ulusal devletten kurtulmak için bir zemin yaratabilir.
Kürt Özgürlük hareketi, tek başına Kürtleri temsil etme tekeline sahip değil. Ama ‘Kürt sorunu’nun çözülmesinde en etkin siyasal öznedir. İmralı Yol Haritası’nın tartışılması ve tanıtılmasının doğuracağı sonuçları kestirmek kolay değildir, ama her durumda bu tartışmalar Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde toplumda uygun bir atmosfer yaratabilir.
Kısacası, yeni bir durum ve yeni bir gelişmeyle karşı karşıyayız: Dolayısıyla bu yeni durumu ve gelişmeyi sunduğu şanslar/olanaklar ve getireceği ve riskleriyle birlikte ele alacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Önce bu yeni gelişmeyi ortaya çıkaran koşulların etraflı analizi gereklidir. Bir köşe yazısında etraflı bir analiz yapmayı beklemeyin benden. Sadece sorular sormakla yetineceğim.
TC devletindeki ve AKP’deki değişim nasıl izah edilmeli? Ne oldu ki AKP bir ‘Kürt Açılımı’ veya ‘Demokratik Açılım’ından söz etmeye başladı?
Gerçi ‘Kürt Açılım’ı somut olarak neyi içeriyor, bunu tam bilmiyoruz, ama nedenler ne olursa olsun devletin ve AKP’nin politikasında bir değişim vardır. Ama bu değişim stratejik bir değişim değildir, taktik bir değişimdir. Çünkü stratejik değişimi doğuran yeni bir gelişme yoktur. Dolayısıyla hedef ve amaç değişmemiştir, sadece araçlar değişmiştir. Yani Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi planından vazgeçilmiş değil. AKP, sadece tasfiyeyi kolaylaştıracağını düşündüğü araçları kullanmaya çalışıyor. AKP ’Kürt Açılım’ projesini hazırlamakta ve bu hazırlığı sürece yaymaktadır.
İçine girilen süreçte her iki taraf için de olanaklar ve tehlikeler içermektedir. Bu süreci tek yanlı olarak algılamak, politik hatalara ve büyük hayal kırıklıklarına yol açar. Sürecin iki yanı göz önünde tutulmalı. Çözüm ve mücadele aynı anda yürütülecektir.
Önümüzdeki süreç, çok önemli gelişmelere gebe bir süreçtir. Bu süreçte her iki tarafta da bocalamalar, tereddütler yaşanacaktır. AKP’nin ‘Kürt Açılım’nın, gerek devlet içinde, gerek diğer bazı partilerde ve gerekse toplum içinde belirli bir direnişle karşılaşması mümkündür. Öcalan ve PKK, bu konuda AKP’den daha şanslı bir konumda bulunmaktadır. Çünkü Öcalan ve PKK uzun süreden beri Türkiye’nin demokratikleşmesi stratejisini sürekli gündeminde tuttu ve kendi güçlerini buna göre ayarlama olanağını yarattı. Öte yandan İmralı Yol Haritası, Kürt hareketine yeni ittifaklar kazandırabilir.
İmralı Yol Haritasının açıklanması nasıl bir yankı yaratacak, göreceğiz.
12 Ağustos 2009
’Sakin havada fırtınayı kestirmek güçtür.’ (Machiavelli)
‘İlericilik ve Demokratlık’ adlı yazımda, her demokratın ilerici olduğunu, ama her ilericinin demokrat olmadığını ifade etmeye çalıştım. Bu ayrım son dönemlerde ‘Kürt Açılımı’ konusunda bize ip uçları vermektedir.
Son dönemlerde basında ‘Kürt açılımı’ndan, ‘Demokratik Açılım’ dan çok söz edilmeye başlandı. Türkiye’nin en önemli sorunu olan ‘Kürt Sorunu’ konusunda ilk defa bir umut ışığı beliriyor. İlk defa ciddi bir sürece giriyoruz. Yeni bir gelişmenin eşiğine girmiş bulunuyoruz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile görüşmesine umutla yaklaşanların sayısı bir hayli çok. Öte yandan Doğan Medya’nın Öcalan ve PKK konusunda tutumunu değiştirmesi gibi ilginç değişimler ve gelişmeler de yaşanmaktadır. AKP ve basın, demokrat olmadan, ilerlemeyi, ilerici olmayı öğrenmektedir.
Haftalardır gözler, PKK lideri Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı ‘Yol Haritası’nda. Öcalan Yol haritasını açıkladıktan sonra, yüzlerce yazı yazılacak. İmralı Yol Haritası olarak tarihe geçecek. Üzerine kim bilir ne kadar yazı yazılacak ve ne kadar konuşulacak.
Şimdiden şunu söylemek mümkün: İmralı Yol Haritası’nın açıklanması iki gelişmeye yol açabilir: Birincisi, Kürtler, özne olarak devlet politikasının şekillenmesine katkı sunma olanağını elde edebilir; ikincisi, İmralı Yol Haritasının doğuracağıarHar tartışmalar, Kürt Özgürlük Hareketinin görüşlerini Türk halkına tanıtma olanağı sağlayabilir. Nasıl devlet ve din ayrımı Ortaçağ’dan çıkmak için bir çözüm olduysa, devlet ve milli kimlik ayrımı da milliyetçilik ve ulusal devletten kurtulmak için bir zemin yaratabilir.
Kürt Özgürlük hareketi, tek başına Kürtleri temsil etme tekeline sahip değil. Ama ‘Kürt sorunu’nun çözülmesinde en etkin siyasal öznedir. İmralı Yol Haritası’nın tartışılması ve tanıtılmasının doğuracağı sonuçları kestirmek kolay değildir, ama her durumda bu tartışmalar Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde toplumda uygun bir atmosfer yaratabilir.
Kısacası, yeni bir durum ve yeni bir gelişmeyle karşı karşıyayız: Dolayısıyla bu yeni durumu ve gelişmeyi sunduğu şanslar/olanaklar ve getireceği ve riskleriyle birlikte ele alacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Önce bu yeni gelişmeyi ortaya çıkaran koşulların etraflı analizi gereklidir. Bir köşe yazısında etraflı bir analiz yapmayı beklemeyin benden. Sadece sorular sormakla yetineceğim.
TC devletindeki ve AKP’deki değişim nasıl izah edilmeli? Ne oldu ki AKP bir ‘Kürt Açılımı’ veya ‘Demokratik Açılım’ından söz etmeye başladı?
Gerçi ‘Kürt Açılım’ı somut olarak neyi içeriyor, bunu tam bilmiyoruz, ama nedenler ne olursa olsun devletin ve AKP’nin politikasında bir değişim vardır. Ama bu değişim stratejik bir değişim değildir, taktik bir değişimdir. Çünkü stratejik değişimi doğuran yeni bir gelişme yoktur. Dolayısıyla hedef ve amaç değişmemiştir, sadece araçlar değişmiştir. Yani Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi planından vazgeçilmiş değil. AKP, sadece tasfiyeyi kolaylaştıracağını düşündüğü araçları kullanmaya çalışıyor. AKP ’Kürt Açılım’ projesini hazırlamakta ve bu hazırlığı sürece yaymaktadır.
İçine girilen süreçte her iki taraf için de olanaklar ve tehlikeler içermektedir. Bu süreci tek yanlı olarak algılamak, politik hatalara ve büyük hayal kırıklıklarına yol açar. Sürecin iki yanı göz önünde tutulmalı. Çözüm ve mücadele aynı anda yürütülecektir.
Önümüzdeki süreç, çok önemli gelişmelere gebe bir süreçtir. Bu süreçte her iki tarafta da bocalamalar, tereddütler yaşanacaktır. AKP’nin ‘Kürt Açılım’nın, gerek devlet içinde, gerek diğer bazı partilerde ve gerekse toplum içinde belirli bir direnişle karşılaşması mümkündür. Öcalan ve PKK, bu konuda AKP’den daha şanslı bir konumda bulunmaktadır. Çünkü Öcalan ve PKK uzun süreden beri Türkiye’nin demokratikleşmesi stratejisini sürekli gündeminde tuttu ve kendi güçlerini buna göre ayarlama olanağını yarattı. Öte yandan İmralı Yol Haritası, Kürt hareketine yeni ittifaklar kazandırabilir.
İmralı Yol Haritasının açıklanması nasıl bir yankı yaratacak, göreceğiz.
9 Ağustos 2009 Pazar
ÖNCE İNSAN OLMAK, İNSANİ DUYGULAR YEŞERTMEK GEREK... BUNU BİLMEYENE BİLDİĞİ YOLLA ÖĞRETMEK...
Ali ÇAKMAKLI yiğeni
Zeki BAYTERİN
29 yıl sonra söz konusu dayım Ali ÇAKMAKLI olunca söz etme cesaretini gösterip biz tanıyanlara da sorulsun düşüncesiyle yazmıştım. Sonradan aldığım 2 mailden dolayı gerekmedikçe artık bende yazmayacağım.
Demiyorum
Aklım yettiğince yazacağım, çok konuşup çok trafik kazası geçirmektense yazmanın daha akılcı olduğunu düşünüyorum, yazmak, paylaşmak, insani duyguları yaşatmak yeşertmek gerektiğine yürekten inanıyorum. Gelen maillere gelince gönderen gaz yemiş yakınımdır, tırnağına taş deyse koşarım politikte değildir tanımaz etmez, sövgüleri kabulümdür.
Hitabım gazı verenlere, beni tanıyıp üstüne alınan herkese,
Bir değil yüz kişi bir araya gelin, adresi siz verin gelmeyen alçaktır. Gelen maillerdeki sövgünün milyonda birini adam değil misiniz? Siz edin. Aklınızı başınıza alın, birçoğunuzu uzun zamandır görmüyordum pek çarşı pazara çıkmam, ben de sokağa çıkma alışkanlığı yaratırsanız, Malkoçoğlu değilim ama evinize kapanmak zorunda kalırsınız ya da her an tükürülmeyi bekleyen okka olarak yaşarsınız. Bir de ben, artık pire için yorgan yakmıyorum, yazmak daha mantıklı geliyor ama insani düzlemde, kinle değil öfkeyle değil, sevgi ile bilgi ile biz de yararlanalım.
Feodalim, lümpen yanım daha ağır basar, gelen maillerin kenar mahalle kurnazlığı olduğunu bilirim sokakları tanır işleyişi de iyi bilirim.
Külhan üç ay mahpus yattıktan sonra çıkar mahalledeki en uygun kahveyi seçer sonra tek tek diğer kahvelerde, her köşede adı söylenir semtte üstünlüğü sağlamıştır, ökçesine basan delikanlı hani gençler özenir etrafında gezer onunla ilişki kurmak için fırsat kollar. İşte külhan için ortam oluşmuştur işine gelmeyen genci diğerine kötü gösteren hep kendi yolunu açan Ahmet’i Mehmet’e vurdurmuş ikisi de yok, çocuklar büyümüş öleninki İsmet 17 yaşında, öldüreninki de Umut 18 yaşında, Umut zordadır racon vardır külhanın önü açılır.
Sevgiler
Zeki BAYTERİN
29 yıl sonra söz konusu dayım Ali ÇAKMAKLI olunca söz etme cesaretini gösterip biz tanıyanlara da sorulsun düşüncesiyle yazmıştım. Sonradan aldığım 2 mailden dolayı gerekmedikçe artık bende yazmayacağım.
Demiyorum
Aklım yettiğince yazacağım, çok konuşup çok trafik kazası geçirmektense yazmanın daha akılcı olduğunu düşünüyorum, yazmak, paylaşmak, insani duyguları yaşatmak yeşertmek gerektiğine yürekten inanıyorum. Gelen maillere gelince gönderen gaz yemiş yakınımdır, tırnağına taş deyse koşarım politikte değildir tanımaz etmez, sövgüleri kabulümdür.
Hitabım gazı verenlere, beni tanıyıp üstüne alınan herkese,
Bir değil yüz kişi bir araya gelin, adresi siz verin gelmeyen alçaktır. Gelen maillerdeki sövgünün milyonda birini adam değil misiniz? Siz edin. Aklınızı başınıza alın, birçoğunuzu uzun zamandır görmüyordum pek çarşı pazara çıkmam, ben de sokağa çıkma alışkanlığı yaratırsanız, Malkoçoğlu değilim ama evinize kapanmak zorunda kalırsınız ya da her an tükürülmeyi bekleyen okka olarak yaşarsınız. Bir de ben, artık pire için yorgan yakmıyorum, yazmak daha mantıklı geliyor ama insani düzlemde, kinle değil öfkeyle değil, sevgi ile bilgi ile biz de yararlanalım.
Feodalim, lümpen yanım daha ağır basar, gelen maillerin kenar mahalle kurnazlığı olduğunu bilirim sokakları tanır işleyişi de iyi bilirim.
Külhan üç ay mahpus yattıktan sonra çıkar mahalledeki en uygun kahveyi seçer sonra tek tek diğer kahvelerde, her köşede adı söylenir semtte üstünlüğü sağlamıştır, ökçesine basan delikanlı hani gençler özenir etrafında gezer onunla ilişki kurmak için fırsat kollar. İşte külhan için ortam oluşmuştur işine gelmeyen genci diğerine kötü gösteren hep kendi yolunu açan Ahmet’i Mehmet’e vurdurmuş ikisi de yok, çocuklar büyümüş öleninki İsmet 17 yaşında, öldüreninki de Umut 18 yaşında, Umut zordadır racon vardır külhanın önü açılır.
Sevgiler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)