5 Mart 2009 Perşembe
HANGİ BARIŞ BİZE UYAR? -1-
Orhan Miroglu
Dünyada hâlâ devam eden savaşlar; ağırlıklı olarak, ulusal toplulukların siyasi ve kültürel hak taleplerinden ve farklı dinî inanç ve mezhepsel anlaşmazlıklardan kaynaklanıyor ve bazen uluslararası faktörlerin de devreye girmesiyle şiddetli iç çatışmalara dönüşüyor.
Britanya’da İrlanda, İspanya’da BASK sorunu bu karakterde iç çatışmalara yol açtı.
Yüzyılı aşan bir zamana yayılan İrlanda sorunu, 2005 yılında IRA’nın silahlarını teslim etmesiyle yeni ve barışçıl bir evreye girdi.
BASK, birkaç yıl önce çözüm sürecine girer gibi olduysa da, ETA’nın bağımsızlıkta ısrar etmesi nedeniyle barış süreci duraklamış görünüyor.
Oysa Zapataro Hükümeti beş yıl önce, parlamentoyu da ikna ederek ETA’nın silahsızlandırılması ve barış için, ETA ve onun siyasi kanadı BATASUNA ile dolaylı-dolaysız görüşmeler başlattı.
Sosyalist Zapataro Hükümeti; ‘İspanyanın siyasi birliği’ içinde kalınması koşuluyla, BASK’lılarla özerklik statüsünün yeniden ve daha ileri boyutlarda oluşturulması dahil, her konuyu müzakere etmek ve ETA’nın silahsızlandırılmasını sağlamak istiyordu. Bu amaçla komisyonlar bile kuruldu. Müzakereler başladı. Ama ETA beklenmedik bir zamanda yeniden şiddete başvurup, bağımsızlık talebinin müzakere konusu haline gelmesini isteyince barış süreci tıkanmış oldu. ETA’nın silahsızlandırılması ve BASK sorunu, böylece belirsizliklerle dolu bir evreye girdi.
Kuşkusuz etnik karakterli her iç çatışmanın mutlaka kendine özgü ve farklı sebepleri ve sonuçları vardır.
Ama buna rağmen son yılların dünya tecrübeleri, çatışmaların sona erdirilmesinde tarafların öncelikle diyaloga ve uzlaşmaya hazır olmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Uzlaşma ve diyalog için hazırsanız, barış için müzakere etmeye de hazır olursunuz.
Savaş yılları boyunca veya çok önceleri, tarihsel olarak oluşmuş kırmızıçizgileri ve toplumsal hassasiyetleri, birtakım siyasi ve ulusal kaygılar adına tarafların muhafaza etmesi, diyalogu ve uzlaşmayı zora sokar ve müzakere etme sürecinin başlaması imkânsız hale gelir. Çoğu zaman, savaşan tarafların tartışılmasını bile doğru bulmadıkları ve tabu addettikleri bu kırmızıçizgilerin aşılması, ulusal düzeyde mümkün olmayınca, uluslararası aktörler devreye girer. Arabuluculuk dediğimiz mekanizma işlemeye başlar.
Savaşan tarafların böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duymadan ‘kendi meselelerini çözmek’ ve ‘kendi savaşlarını’ bitirmek amacıyla masaya oturdukları örnekler, dünya tarihinde pek ender olarak bulunur. Ama bu örnekler zaten silahlı iç çatışma süreçleri olarak okunabilecek örnekler değildir. Çekoslovakya’da ayrışma her iki halkın rızasıyla gerçekleşirken hiçbir çatışma yaşanmadı. Kanada’da Quebek sorun olmaya devam ediyor. Ama Kanada’nın Fransız ve İngiliz siyasi anlayışına, daha doğrusu medeniyetine dayanan çok kültürlülüğü çatışmayı önlüyor.
Belçika’da Flamanlar ve Valonlar arasındaki federasyon çatırdıyor, ama bu çatırdama bir silahlı çatışma riski taşımıyor. Bu ulusal karakterli anlaşmazlıklar, demokrasinin en gelişkin olduğu bu ülkelerde, bir demokrasi sorunu olarak daha uzun süre devam edecek belki, ama bu anlaşmazlıkların çözümleri de demokrasi içinde ve tartışarak mümkün olacaktır. Çünkü bu ülkelerde sorunların kaynağında behemehal silahsızlandırılması gereken silahlı örgütler de, toprağa gömülmesi gereken silahlar da yok. Dolayısıyla uluslararası arabuluculuk mekanizması, buralarda işlevsel değil.
Bu ülkelerin yaşadığı sorunlar, halklar adına tesis edilmiş ve zaten işlemekte olan hükümranlık prensiplerinin, demokratik teamüllere bağlı kalınarak ve yeniden düzenlenmesiyle üstesinden gelinebilecek sorunlardır.
Ama dünyanın başka bölgelerindeki etnik sorunlar ve çatışmalar, bizatihi hükümranlığın tek taraflı kullanılma biçiminden kaynaklanıyor. Böyle bir durum ise, zamanla ve uygun koşullar oluştuğunda da, hükümranlığı kayıtsız şartsız ve tek taraflı kullanan ulusa karşı ‘ötekinin’ er-geç silaha sarılmasını doğuruyor.
Bu da ne kadar süreceği belli olmayan etnik ya da ulusal bir iç çatışmanın başlaması demek. Filistinliler ve İsrail arasındaki savaşlar, İsrail’in 1948’de kurulması ve Filistin halkının hükümranlık haklarının inkâr ve topraklarının işgal edilmesinden sonradır. Kürt sorununda da çatışmalı süreç; cumhuriyetten bu yana, inkâr ve asimilasyonla başlıyor ve bazen kesintiye uğramış olsa bile, en azından otuz yıla yakın bir zamandır kesintisiz olarak sürüyor.
Dünyada silahlı mücadele dönemi kapandı. Bugün açıktır ki, her iki sorunun çözümü için hem devletlerin hem de kendi halkları adına silahlı mücadele yürütme iddiasında olan örgütlerin şiddet uygulamaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu uyulması gereken ortak husustur. Ama Filistin ve Kürt sorununda, şiddetin durması ve kalıcı barış için silahsızlandırılması gereken iki örgüt var: HAMAS ve PKK.
Türkiye Filistin sorununda arabuluculuk rolüne soyunuyor, hükümet HAMAS konusunda çok aktif bir diplomasi yürütüyor. HAMAS’ı hem hükümet hem de siyasal İslamın önde gelen aydınları ve entelektüelleri bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kabul ediyor. HAMAS’ın muhatap alınması isteniyor ve HAMAS’sız bir çözümün mümkün olmadığı ifade ediliyor ki, bunlar tamamen doğru.
Ama bu tutum PKK ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda yüz seksen derece değişiyor. Hükümet, Kürt sorunu ve PKK söz konusu olduğunda sorunları erteleyen, ordunun geleneksel politikalarıyla karşı karşıya gelmemeye çalışan ve ABD’nin de epey rahatsızlık duyduğu bölgede meydana gelen yoğun hak ihlalleri karşısında susan ve onaylayan bir politika izliyor.
Filistin sorunu ve HAMAS’ı ayrı sorunlar olarak görmeyen AKP Hükümeti, PKK ve Kürt sorununu birbirinden ayırıyor. PKK konusunda ortaya konulan ve tartışılan uluslararası planlar konusunda ne başbakan ne de bölgenin Kürt milletvekillerinden bugüne kadar tek söz işitmedik. Bu da, Filistin sorununda arabuluculuk rolüne soyunan başbakan ve hükümetinin; Türkiye’nin Kürt sorununda; uzlaşma, diyalog ve müzakere fikrinden uzak bir yerde durduğunu gösteriyor.
Oysa hem Filistin hem de Kürt meselesinin çözümünde ve HAMAS ile PKK’nin silahsızlandırılmasında, tarafların; uluslararası örnekleri ve arabuluculuk mekanizmalarını rededemeyecekleri bir aşamada bulunuyoruz. Filistinliler arasında bu gerçeği görmeyen ve kabul etmeyen siyasi bir yapılanma yok zaten. Kürt toplumunda da durum farklı değil. PKK ve DTP dahil, müzakereye, diyaloga ve uzlaşmaya hazır bir dinamizm var. Ama ne yazık ki, Filistin’den farklı olarak, muhtemel bir Kürt barışının bugün için ulusal düzeyde bir muhatabı yok.
Dünyada, ‘bizim savaşımıza’ benzeyen ne bir savaş, ne de hâlihazırda ‘bize uyan’ bir barış modeli yok sanki!
Peki, durum gerçekten bu mu? Tabi ki hayır, haftaya bu konuya devam edeceğim.
Dünyada hâlâ devam eden savaşlar; ağırlıklı olarak, ulusal toplulukların siyasi ve kültürel hak taleplerinden ve farklı dinî inanç ve mezhepsel anlaşmazlıklardan kaynaklanıyor ve bazen uluslararası faktörlerin de devreye girmesiyle şiddetli iç çatışmalara dönüşüyor.
Britanya’da İrlanda, İspanya’da BASK sorunu bu karakterde iç çatışmalara yol açtı.
Yüzyılı aşan bir zamana yayılan İrlanda sorunu, 2005 yılında IRA’nın silahlarını teslim etmesiyle yeni ve barışçıl bir evreye girdi.
BASK, birkaç yıl önce çözüm sürecine girer gibi olduysa da, ETA’nın bağımsızlıkta ısrar etmesi nedeniyle barış süreci duraklamış görünüyor.
Oysa Zapataro Hükümeti beş yıl önce, parlamentoyu da ikna ederek ETA’nın silahsızlandırılması ve barış için, ETA ve onun siyasi kanadı BATASUNA ile dolaylı-dolaysız görüşmeler başlattı.
Sosyalist Zapataro Hükümeti; ‘İspanyanın siyasi birliği’ içinde kalınması koşuluyla, BASK’lılarla özerklik statüsünün yeniden ve daha ileri boyutlarda oluşturulması dahil, her konuyu müzakere etmek ve ETA’nın silahsızlandırılmasını sağlamak istiyordu. Bu amaçla komisyonlar bile kuruldu. Müzakereler başladı. Ama ETA beklenmedik bir zamanda yeniden şiddete başvurup, bağımsızlık talebinin müzakere konusu haline gelmesini isteyince barış süreci tıkanmış oldu. ETA’nın silahsızlandırılması ve BASK sorunu, böylece belirsizliklerle dolu bir evreye girdi.
Kuşkusuz etnik karakterli her iç çatışmanın mutlaka kendine özgü ve farklı sebepleri ve sonuçları vardır.
Ama buna rağmen son yılların dünya tecrübeleri, çatışmaların sona erdirilmesinde tarafların öncelikle diyaloga ve uzlaşmaya hazır olmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Uzlaşma ve diyalog için hazırsanız, barış için müzakere etmeye de hazır olursunuz.
Savaş yılları boyunca veya çok önceleri, tarihsel olarak oluşmuş kırmızıçizgileri ve toplumsal hassasiyetleri, birtakım siyasi ve ulusal kaygılar adına tarafların muhafaza etmesi, diyalogu ve uzlaşmayı zora sokar ve müzakere etme sürecinin başlaması imkânsız hale gelir. Çoğu zaman, savaşan tarafların tartışılmasını bile doğru bulmadıkları ve tabu addettikleri bu kırmızıçizgilerin aşılması, ulusal düzeyde mümkün olmayınca, uluslararası aktörler devreye girer. Arabuluculuk dediğimiz mekanizma işlemeye başlar.
Savaşan tarafların böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duymadan ‘kendi meselelerini çözmek’ ve ‘kendi savaşlarını’ bitirmek amacıyla masaya oturdukları örnekler, dünya tarihinde pek ender olarak bulunur. Ama bu örnekler zaten silahlı iç çatışma süreçleri olarak okunabilecek örnekler değildir. Çekoslovakya’da ayrışma her iki halkın rızasıyla gerçekleşirken hiçbir çatışma yaşanmadı. Kanada’da Quebek sorun olmaya devam ediyor. Ama Kanada’nın Fransız ve İngiliz siyasi anlayışına, daha doğrusu medeniyetine dayanan çok kültürlülüğü çatışmayı önlüyor.
Belçika’da Flamanlar ve Valonlar arasındaki federasyon çatırdıyor, ama bu çatırdama bir silahlı çatışma riski taşımıyor. Bu ulusal karakterli anlaşmazlıklar, demokrasinin en gelişkin olduğu bu ülkelerde, bir demokrasi sorunu olarak daha uzun süre devam edecek belki, ama bu anlaşmazlıkların çözümleri de demokrasi içinde ve tartışarak mümkün olacaktır. Çünkü bu ülkelerde sorunların kaynağında behemehal silahsızlandırılması gereken silahlı örgütler de, toprağa gömülmesi gereken silahlar da yok. Dolayısıyla uluslararası arabuluculuk mekanizması, buralarda işlevsel değil.
Bu ülkelerin yaşadığı sorunlar, halklar adına tesis edilmiş ve zaten işlemekte olan hükümranlık prensiplerinin, demokratik teamüllere bağlı kalınarak ve yeniden düzenlenmesiyle üstesinden gelinebilecek sorunlardır.
Ama dünyanın başka bölgelerindeki etnik sorunlar ve çatışmalar, bizatihi hükümranlığın tek taraflı kullanılma biçiminden kaynaklanıyor. Böyle bir durum ise, zamanla ve uygun koşullar oluştuğunda da, hükümranlığı kayıtsız şartsız ve tek taraflı kullanan ulusa karşı ‘ötekinin’ er-geç silaha sarılmasını doğuruyor.
Bu da ne kadar süreceği belli olmayan etnik ya da ulusal bir iç çatışmanın başlaması demek. Filistinliler ve İsrail arasındaki savaşlar, İsrail’in 1948’de kurulması ve Filistin halkının hükümranlık haklarının inkâr ve topraklarının işgal edilmesinden sonradır. Kürt sorununda da çatışmalı süreç; cumhuriyetten bu yana, inkâr ve asimilasyonla başlıyor ve bazen kesintiye uğramış olsa bile, en azından otuz yıla yakın bir zamandır kesintisiz olarak sürüyor.
Dünyada silahlı mücadele dönemi kapandı. Bugün açıktır ki, her iki sorunun çözümü için hem devletlerin hem de kendi halkları adına silahlı mücadele yürütme iddiasında olan örgütlerin şiddet uygulamaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu uyulması gereken ortak husustur. Ama Filistin ve Kürt sorununda, şiddetin durması ve kalıcı barış için silahsızlandırılması gereken iki örgüt var: HAMAS ve PKK.
Türkiye Filistin sorununda arabuluculuk rolüne soyunuyor, hükümet HAMAS konusunda çok aktif bir diplomasi yürütüyor. HAMAS’ı hem hükümet hem de siyasal İslamın önde gelen aydınları ve entelektüelleri bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kabul ediyor. HAMAS’ın muhatap alınması isteniyor ve HAMAS’sız bir çözümün mümkün olmadığı ifade ediliyor ki, bunlar tamamen doğru.
Ama bu tutum PKK ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda yüz seksen derece değişiyor. Hükümet, Kürt sorunu ve PKK söz konusu olduğunda sorunları erteleyen, ordunun geleneksel politikalarıyla karşı karşıya gelmemeye çalışan ve ABD’nin de epey rahatsızlık duyduğu bölgede meydana gelen yoğun hak ihlalleri karşısında susan ve onaylayan bir politika izliyor.
Filistin sorunu ve HAMAS’ı ayrı sorunlar olarak görmeyen AKP Hükümeti, PKK ve Kürt sorununu birbirinden ayırıyor. PKK konusunda ortaya konulan ve tartışılan uluslararası planlar konusunda ne başbakan ne de bölgenin Kürt milletvekillerinden bugüne kadar tek söz işitmedik. Bu da, Filistin sorununda arabuluculuk rolüne soyunan başbakan ve hükümetinin; Türkiye’nin Kürt sorununda; uzlaşma, diyalog ve müzakere fikrinden uzak bir yerde durduğunu gösteriyor.
Oysa hem Filistin hem de Kürt meselesinin çözümünde ve HAMAS ile PKK’nin silahsızlandırılmasında, tarafların; uluslararası örnekleri ve arabuluculuk mekanizmalarını rededemeyecekleri bir aşamada bulunuyoruz. Filistinliler arasında bu gerçeği görmeyen ve kabul etmeyen siyasi bir yapılanma yok zaten. Kürt toplumunda da durum farklı değil. PKK ve DTP dahil, müzakereye, diyaloga ve uzlaşmaya hazır bir dinamizm var. Ama ne yazık ki, Filistin’den farklı olarak, muhtemel bir Kürt barışının bugün için ulusal düzeyde bir muhatabı yok.
Dünyada, ‘bizim savaşımıza’ benzeyen ne bir savaş, ne de hâlihazırda ‘bize uyan’ bir barış modeli yok sanki!
Peki, durum gerçekten bu mu? Tabi ki hayır, haftaya bu konuya devam edeceğim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder