31 Mart 2009 Salı
Mahir ÇAYAN’ın Yazdığı Şiirler
Rıza Aydın
30 Mart 2009
Kızıldere katliamında kaybettiğimiz arkadaşlarımızı anmaya giderken, belki gerekirde okurum diye, Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri yanımda götürmüştüm, geçen yıl. Yapılan konuşmalarda, okunan şiirlerde öyle bir Mahirle Çayan portresi anlatıldı ki söyleyecek söz bulamadım. Etkinlik sonrası, arkadaşlarla bir yerde oturup etkinliği değerlendirirken gördüm ki yaşça tevellüdü benden daha eski olan arkadaşlardan bile Mahir ÇAYAN’ın şiirlerini bilmeyenler, hatta şiirlerin varlığından haberi olmayanlar var. Kurtuluş Dergisinin, 1977 Mart tarihli, 10. sayısında yayınlanan bu şiirleri bilgisayara aktarıp yayınlamayı, o günlerde düşünmüştüm bu güne kadar kaldı.
O gün, etkinliği izlerken “şimdi, Mahir içimizde olsaydı, kendisiyle ilgili bu ilahlaştırmaları dinleseydi acaba ne derdi diye düşündüm kendi kendime. Aklıma, Picasso’nun kendini anlatan bir eseri okuduktan sonra, yazarına buna bir bölüm daha ekleyip,“Picasso’nun bir başı, bir burnu, bir kalbi vardır, dışarıdan bakınca tıpkı bir insana bezer; sen beni insanlıktan çıkarıp bir ilah yapmışsın” dediği geldi. Şimdi Mahirde içimizde oturup, kendisiyle ilgili bu anlatılanları dinleseydi, acaba oda bize böyle bir nasihatte bulunur muydu diye düşündüm. Niyeyse, biz sevdiğimiz insanları överken, ölçü karar bilmiyoruz, onu ilahlaştırıp, putlaştırarak, erişilmez bir konuma getirerek anlatmayı seviyoruz. Bu iyimi kötümü bilmem ama sanırım bu böyle.
Bunu anlayışla karşılamak gerekir belki de. Bir zamanlar bende böyle düşünürdüm. Niğde cezaevinde yaşadığım, aklımdan çıkmayan bir anımı burada paylaşmak istiyorum. Niğde Cezaevinde, 68 gençlik hareketinden gelen devrimci arkadaşların yanında, biraz kalıp, oradaki entelektüel ortamdan azda olsa biraz gıdalanınca Mahir’in teorilerine, eleştirel yaklaşıp, bunu dışa vurduğum sıralarda, bir gün yemek hanede tek başıma oturmuş, halimi düşünüyordum. Birden başımı yukarı kaldırıp bakınca, birden bire yukarda asılı olan Mahirin resmini gördüm, bir kötü oldum, bir kötü oldum ki anlatamam. Saki Mahir oradan bana bakmış, “Sendemi Rıza” diyordu. Mahirin gösterdiği yolda, onca şeyimi, sevdiğim insanları kaybettikten sonra, bu teoriden kuşkulanıp bunu eleştirmeye başlamıştım; hayatımın garip bir yanıydı bu.
Mahir’in teorik görüşlerini, kısaca PASS (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini) diye bilinen anlayışını, 30 Mart gibi duygusal bir zaman dışında değerlendirip üzerine konuşmak - yazmak isterim. Bugün şiirlerinin sunumu babında kısaca şunları söylemek istiyorum.
Belinski, bir fikir, şiiriyet özelliği taşımıyorsa, güzel fikirler öbeğinden başka bir şey değildir der. Bu şiirlerin, edebi, şiirsel yanının ötesinde, taşıdığı duygular, düşünceler yönünden değerlendirilmesini, bunların bilinmesini istiyorum. Mahir ÇAYAN 1946 doğumluydu; şiirinde “eyleme geçtik” dediği “1971 baharında” 25, Kızıldere’de katledildiğindeyse 26 yaşındaydı.
Burada şu kadarını söylemek istiyorum. Ben TİP’de ki ayrılıkta MDD (Milli Demokratik Devrim) dalgasını tamamen yanlış buluyorum. Bu yanlış gidiş, bu yanlış düzen içerisinde düzgün çark olamayacağını düşünüyorum.
TİP zayıflatan iki önemli hareket olmuş. Bunlardan biri: TİP’e destek veren ya da destek verme ihtimali oluşan, Alevi kitlesinin, TİP’e yönelimini önlemek için Hasan Tahsin BERKMAN önderliğinde, 1966 yılında kurulan ya da kurdurulan Birlik Partisi (BP), diğeri de TİP gençliğini oradan koparıp, millici güçler denilen kesimlerle ittifaka yönelten MDD hareketidir. Birlik Partisinin kurucu Genel başkanı Hasan Tahsin BERKMAN üzerinde durulması gerek ilginç bir kişilik, ben burada şu kadarını söyleyeyim, bu zat hem Milli Emniyet Teşkilatı (bugünkü MİT) içerisine hem de NATO içinde Anti Sovyet kampanyasını örgütleme çalışmalarında bulunmuş bir generaldir. Süreci başlatmış ondan sonrası malum.
Sosyalist devrimi savunan TİP içinde, MDD ( Milli Demokratik Devrim) tartışmasını önce Doğan AVCUOĞLU başlatır. Bunu kısaca anlatılırsak şöyle diye biliriz, MDD önümüzdeki devrim sosyalist devrim değildir, milli demokratik devrimdir, buda millici güçlerle ittifak içerisinde yapılır, bu dönemde sosyalist devrimi savunmak millici güçleri böleceğinden devrim sürecine zarar verir, bu yüzden sosyalist devrimi savunmak yanlıştır der. Sonradan, Dev – Genç adını alacak olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TİP içinde başlayan bu ayrışmada MDD tezini destekleyenlerin hâkimiyetine girer. FKF. 1969 da toplanan, dördüncü Kurultayında Sosyalist Devrimi savunanları F.K.F. den atma kararı alarak sosyalist devrimi savunanları F.K.F. den artarlar. Bunun için Oral Çalışlar, Sadun ARAN öldüğünde, Sadun hocayı FKF den atıkları için hata yaptıklarını yazarak üzüntülerini belirtmişti. Mahir ÇAYAN’ın “Toplu Yazıları” adıyla yayınlanan kitabından, küçük bir pasajı buraya alırsak bu konuda Mahir’in tavrını da göstermiş oluruz.
Mahir ÇAYAN, Zonguldak’daki bir toplantıda Sadun AREN ile karşılaşmalarını “Aren Oportünizminin Niteliği” adlı yazısında şöyle anlatıyor. “Sadun Aren’in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge – yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka birşey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyduk, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.
Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı F.K.F.’den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren’i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato’daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı.”. Toplu Yazılar. Say. 12-13. Devrimci Yol yayınları.
“Sosyalist Devrimi savunuyor” diye, TİP’den kopup, Millici Güçler denilen kesimlere yönelmenin bir adı olan MDD yöneliminin, sosyalist saflara gelen insanları yeniden burjuva güçlere yönelttiği, yani düzen içi güçlerin yanına çektiği için toptan yanlış bir eğilim olarak görüyorum. MDD adıyla bilinen bu yönelim devrimciler açısından olumlu şeylere vesile olmamıştır. Mahir Çayanla, Deniz gezmiş bu yanlış gidişatta düzgün çark olmaya çalışmışlarsa da sonuç hazindir. Mahir “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında, “Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan Emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.” diyor. Ancak bu beklentilerinin hiç birisi hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Sosyalist hareketlerin, bu MDD çizgisiyle hesaplaşıp, bu mantıktan kurtulmadan doğru bir çizgiye oturamayacağını düşünüyorum. “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” diyen ne güzel demiş, bende bu MDD çizgisi içinde kalınarak doğru bir yol tutturulamayacağını düşünüyorum. Kızıldere katliamının bu yıl dönümünde Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri dostlarımla paylaşırken bu düşüncelerimi de belirmek istedim. Bu arkadaşlarımız bizim arkadaşlarımızdır, öncülerimizdir. Son derece samimi duygularla, doğruluğuna inanarak girdikleri bu yanlış yolda, devrimci duygularıyla yaşayıp, onurluca savaşarak bu yolda can vermişlerdir. Bu arkadaşlarımızın, duyguları, niyetleri, kendileri son derece devrimcidir ama tuttukları bu yol, bizi de, toplumumuzu da kurtuluşa götürmeyecek yanlış bir yoldur. Bunun böyle bilinmesini isterim.
Mahirlerin şahsında, bütün bir 68 kuşağını, bu yolda emek vermiş, can vermiş arkadaşlarımızı saygıyla, sevgiyle anıyorum. Bu duygularla Mahir ÇAYAN’ın şiirlerini Paylaşmak istiyorum. Sevgilerimle.
Rıza Aydın. 30 Mart 2009. Adana
Mahir ÇAYAN’ın Yazdığı Şiirler
-1-
Bu Adam Kurşunların Değil Kahredici Okların Hedefi.
“Vedat, Taylan, Battal, Mehmet, Nemci…
Devrim için öldüler…”
Yürüyoruz başkentin sokaklarında,
Önde gidiyor devrim şehidi.
Hep beraber söylüyoruz bu marşı, tek bir adam söylemiyor.
O marşta yaşıyor, marşı söyleyenlerden birisi,
Kendi sırasının yakın olduğunu bilen birisi.
Marştaki şehitler listesine, şeref listesine
Kendi adını sokuyor, sessiz ve mahçupça.
Ve sırası geldi, sırasını bekleyen o neferin.
Ama öylemi gelecekti sırası?
Oysa neler kurmuştu neler…
Erkekçe vurulacaktı kalbinden
“Yaşasın THKP” olacaktı son sözü.
Bu fırsat geçti eline
Ama kahpe kader o kadarını bile çok gördü.
Olmadı olmadı…
O diye yoldaşını delik deşik ettiler.
Kahpenin kurşunu
Ceketini, pantolonunu delik deşik etti
Ama kalbini delemedi.
Ve o kendisini vurdu.
Talih ne gezer bu adamda,
Tetiğini kaldırmayı unuttu, unutmaz olasıca.
Tabancası sarsıldı, kurşun hedefinin altına girdi.
O cezasını çekiyordu, ezeli derdi unutkanlığının ve solaklığının.
Oligarşinin hastahanesi, mapushanesi…
Karanın siyahın her tonu…
Paspal kurbağa Ganzales
Ve ünlü kement atıcı şefkat Kakomço.
Oportünizm atmıştı oklarını yakalanmadan önce,
“Bölücü, kariyerist, pasifist” diye.
Oligarşinin gazeteleri atmıştı oklarını yakalanmadan önce,
“Teslim oldu” diye.
Vuruştu, yine teslim oldu denildi, konuşmadı.
İşkence altındaki arkadaşının bölük pörçük ifadelerini topladılar, tek bir ifade yaptılar.
Ve konuştu diye ilan etti paspal kurbağa Gonzales.
Bu adamın kaderi bu.
Bu adam kurşunların değil kahredici okların hedefi.
Açık vermişti bir kere
Neden korktuğunu hissettirmişti düşmana.
Anlamıştı düşman,
Bu adam işkenceden, kurşundan değil,
Zehirli oktan korkar.
Üzülme aslanım, hatırla bak, ne diyor usta:
“Düşman bize ne kadar çok ok atarsa, biz o kadar doğru yoldayız.”
Varsın bütün oklar üstüne yağsın.
Devrimcilerin gözleri kör kulağı sağır değil.
Biliyorum seni bu oklar yaralıyor.
Bak ne diyor usta:
“Unutma ki devrim şehidi sadece kurşunla olmaz,
Şefkat Kakamço’nun kementleri de şehit eder adamı.”
30 Mart 2009
Kızıldere katliamında kaybettiğimiz arkadaşlarımızı anmaya giderken, belki gerekirde okurum diye, Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri yanımda götürmüştüm, geçen yıl. Yapılan konuşmalarda, okunan şiirlerde öyle bir Mahirle Çayan portresi anlatıldı ki söyleyecek söz bulamadım. Etkinlik sonrası, arkadaşlarla bir yerde oturup etkinliği değerlendirirken gördüm ki yaşça tevellüdü benden daha eski olan arkadaşlardan bile Mahir ÇAYAN’ın şiirlerini bilmeyenler, hatta şiirlerin varlığından haberi olmayanlar var. Kurtuluş Dergisinin, 1977 Mart tarihli, 10. sayısında yayınlanan bu şiirleri bilgisayara aktarıp yayınlamayı, o günlerde düşünmüştüm bu güne kadar kaldı.
O gün, etkinliği izlerken “şimdi, Mahir içimizde olsaydı, kendisiyle ilgili bu ilahlaştırmaları dinleseydi acaba ne derdi diye düşündüm kendi kendime. Aklıma, Picasso’nun kendini anlatan bir eseri okuduktan sonra, yazarına buna bir bölüm daha ekleyip,“Picasso’nun bir başı, bir burnu, bir kalbi vardır, dışarıdan bakınca tıpkı bir insana bezer; sen beni insanlıktan çıkarıp bir ilah yapmışsın” dediği geldi. Şimdi Mahirde içimizde oturup, kendisiyle ilgili bu anlatılanları dinleseydi, acaba oda bize böyle bir nasihatte bulunur muydu diye düşündüm. Niyeyse, biz sevdiğimiz insanları överken, ölçü karar bilmiyoruz, onu ilahlaştırıp, putlaştırarak, erişilmez bir konuma getirerek anlatmayı seviyoruz. Bu iyimi kötümü bilmem ama sanırım bu böyle.
Bunu anlayışla karşılamak gerekir belki de. Bir zamanlar bende böyle düşünürdüm. Niğde cezaevinde yaşadığım, aklımdan çıkmayan bir anımı burada paylaşmak istiyorum. Niğde Cezaevinde, 68 gençlik hareketinden gelen devrimci arkadaşların yanında, biraz kalıp, oradaki entelektüel ortamdan azda olsa biraz gıdalanınca Mahir’in teorilerine, eleştirel yaklaşıp, bunu dışa vurduğum sıralarda, bir gün yemek hanede tek başıma oturmuş, halimi düşünüyordum. Birden başımı yukarı kaldırıp bakınca, birden bire yukarda asılı olan Mahirin resmini gördüm, bir kötü oldum, bir kötü oldum ki anlatamam. Saki Mahir oradan bana bakmış, “Sendemi Rıza” diyordu. Mahirin gösterdiği yolda, onca şeyimi, sevdiğim insanları kaybettikten sonra, bu teoriden kuşkulanıp bunu eleştirmeye başlamıştım; hayatımın garip bir yanıydı bu.
Mahir’in teorik görüşlerini, kısaca PASS (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini) diye bilinen anlayışını, 30 Mart gibi duygusal bir zaman dışında değerlendirip üzerine konuşmak - yazmak isterim. Bugün şiirlerinin sunumu babında kısaca şunları söylemek istiyorum.
Belinski, bir fikir, şiiriyet özelliği taşımıyorsa, güzel fikirler öbeğinden başka bir şey değildir der. Bu şiirlerin, edebi, şiirsel yanının ötesinde, taşıdığı duygular, düşünceler yönünden değerlendirilmesini, bunların bilinmesini istiyorum. Mahir ÇAYAN 1946 doğumluydu; şiirinde “eyleme geçtik” dediği “1971 baharında” 25, Kızıldere’de katledildiğindeyse 26 yaşındaydı.
Burada şu kadarını söylemek istiyorum. Ben TİP’de ki ayrılıkta MDD (Milli Demokratik Devrim) dalgasını tamamen yanlış buluyorum. Bu yanlış gidiş, bu yanlış düzen içerisinde düzgün çark olamayacağını düşünüyorum.
TİP zayıflatan iki önemli hareket olmuş. Bunlardan biri: TİP’e destek veren ya da destek verme ihtimali oluşan, Alevi kitlesinin, TİP’e yönelimini önlemek için Hasan Tahsin BERKMAN önderliğinde, 1966 yılında kurulan ya da kurdurulan Birlik Partisi (BP), diğeri de TİP gençliğini oradan koparıp, millici güçler denilen kesimlerle ittifaka yönelten MDD hareketidir. Birlik Partisinin kurucu Genel başkanı Hasan Tahsin BERKMAN üzerinde durulması gerek ilginç bir kişilik, ben burada şu kadarını söyleyeyim, bu zat hem Milli Emniyet Teşkilatı (bugünkü MİT) içerisine hem de NATO içinde Anti Sovyet kampanyasını örgütleme çalışmalarında bulunmuş bir generaldir. Süreci başlatmış ondan sonrası malum.
Sosyalist devrimi savunan TİP içinde, MDD ( Milli Demokratik Devrim) tartışmasını önce Doğan AVCUOĞLU başlatır. Bunu kısaca anlatılırsak şöyle diye biliriz, MDD önümüzdeki devrim sosyalist devrim değildir, milli demokratik devrimdir, buda millici güçlerle ittifak içerisinde yapılır, bu dönemde sosyalist devrimi savunmak millici güçleri böleceğinden devrim sürecine zarar verir, bu yüzden sosyalist devrimi savunmak yanlıştır der. Sonradan, Dev – Genç adını alacak olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TİP içinde başlayan bu ayrışmada MDD tezini destekleyenlerin hâkimiyetine girer. FKF. 1969 da toplanan, dördüncü Kurultayında Sosyalist Devrimi savunanları F.K.F. den atma kararı alarak sosyalist devrimi savunanları F.K.F. den artarlar. Bunun için Oral Çalışlar, Sadun ARAN öldüğünde, Sadun hocayı FKF den atıkları için hata yaptıklarını yazarak üzüntülerini belirtmişti. Mahir ÇAYAN’ın “Toplu Yazıları” adıyla yayınlanan kitabından, küçük bir pasajı buraya alırsak bu konuda Mahir’in tavrını da göstermiş oluruz.
Mahir ÇAYAN, Zonguldak’daki bir toplantıda Sadun AREN ile karşılaşmalarını “Aren Oportünizminin Niteliği” adlı yazısında şöyle anlatıyor. “Sadun Aren’in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge – yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka birşey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyduk, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.
Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı F.K.F.’den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren’i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato’daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı.”. Toplu Yazılar. Say. 12-13. Devrimci Yol yayınları.
“Sosyalist Devrimi savunuyor” diye, TİP’den kopup, Millici Güçler denilen kesimlere yönelmenin bir adı olan MDD yöneliminin, sosyalist saflara gelen insanları yeniden burjuva güçlere yönelttiği, yani düzen içi güçlerin yanına çektiği için toptan yanlış bir eğilim olarak görüyorum. MDD adıyla bilinen bu yönelim devrimciler açısından olumlu şeylere vesile olmamıştır. Mahir Çayanla, Deniz gezmiş bu yanlış gidişatta düzgün çark olmaya çalışmışlarsa da sonuç hazindir. Mahir “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında, “Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan Emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.” diyor. Ancak bu beklentilerinin hiç birisi hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Sosyalist hareketlerin, bu MDD çizgisiyle hesaplaşıp, bu mantıktan kurtulmadan doğru bir çizgiye oturamayacağını düşünüyorum. “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” diyen ne güzel demiş, bende bu MDD çizgisi içinde kalınarak doğru bir yol tutturulamayacağını düşünüyorum. Kızıldere katliamının bu yıl dönümünde Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri dostlarımla paylaşırken bu düşüncelerimi de belirmek istedim. Bu arkadaşlarımız bizim arkadaşlarımızdır, öncülerimizdir. Son derece samimi duygularla, doğruluğuna inanarak girdikleri bu yanlış yolda, devrimci duygularıyla yaşayıp, onurluca savaşarak bu yolda can vermişlerdir. Bu arkadaşlarımızın, duyguları, niyetleri, kendileri son derece devrimcidir ama tuttukları bu yol, bizi de, toplumumuzu da kurtuluşa götürmeyecek yanlış bir yoldur. Bunun böyle bilinmesini isterim.
Mahirlerin şahsında, bütün bir 68 kuşağını, bu yolda emek vermiş, can vermiş arkadaşlarımızı saygıyla, sevgiyle anıyorum. Bu duygularla Mahir ÇAYAN’ın şiirlerini Paylaşmak istiyorum. Sevgilerimle.
Rıza Aydın. 30 Mart 2009. Adana
Mahir ÇAYAN’ın Yazdığı Şiirler
-1-
Bu Adam Kurşunların Değil Kahredici Okların Hedefi.
“Vedat, Taylan, Battal, Mehmet, Nemci…
Devrim için öldüler…”
Yürüyoruz başkentin sokaklarında,
Önde gidiyor devrim şehidi.
Hep beraber söylüyoruz bu marşı, tek bir adam söylemiyor.
O marşta yaşıyor, marşı söyleyenlerden birisi,
Kendi sırasının yakın olduğunu bilen birisi.
Marştaki şehitler listesine, şeref listesine
Kendi adını sokuyor, sessiz ve mahçupça.
Ve sırası geldi, sırasını bekleyen o neferin.
Ama öylemi gelecekti sırası?
Oysa neler kurmuştu neler…
Erkekçe vurulacaktı kalbinden
“Yaşasın THKP” olacaktı son sözü.
Bu fırsat geçti eline
Ama kahpe kader o kadarını bile çok gördü.
Olmadı olmadı…
O diye yoldaşını delik deşik ettiler.
Kahpenin kurşunu
Ceketini, pantolonunu delik deşik etti
Ama kalbini delemedi.
Ve o kendisini vurdu.
Talih ne gezer bu adamda,
Tetiğini kaldırmayı unuttu, unutmaz olasıca.
Tabancası sarsıldı, kurşun hedefinin altına girdi.
O cezasını çekiyordu, ezeli derdi unutkanlığının ve solaklığının.
Oligarşinin hastahanesi, mapushanesi…
Karanın siyahın her tonu…
Paspal kurbağa Ganzales
Ve ünlü kement atıcı şefkat Kakomço.
Oportünizm atmıştı oklarını yakalanmadan önce,
“Bölücü, kariyerist, pasifist” diye.
Oligarşinin gazeteleri atmıştı oklarını yakalanmadan önce,
“Teslim oldu” diye.
Vuruştu, yine teslim oldu denildi, konuşmadı.
İşkence altındaki arkadaşının bölük pörçük ifadelerini topladılar, tek bir ifade yaptılar.
Ve konuştu diye ilan etti paspal kurbağa Gonzales.
Bu adamın kaderi bu.
Bu adam kurşunların değil kahredici okların hedefi.
Açık vermişti bir kere
Neden korktuğunu hissettirmişti düşmana.
Anlamıştı düşman,
Bu adam işkenceden, kurşundan değil,
Zehirli oktan korkar.
Üzülme aslanım, hatırla bak, ne diyor usta:
“Düşman bize ne kadar çok ok atarsa, biz o kadar doğru yoldayız.”
Varsın bütün oklar üstüne yağsın.
Devrimcilerin gözleri kör kulağı sağır değil.
Biliyorum seni bu oklar yaralıyor.
Bak ne diyor usta:
“Unutma ki devrim şehidi sadece kurşunla olmaz,
Şefkat Kakamço’nun kementleri de şehit eder adamı.”
21. ARAP ZİRVESİ
Bedreddin Mahir
30 Mart 2009
21. Arap zirvesi Katarın başkenti Doha’da toplandı (30 Mart 2009). 20 Zirve’nin başkanı Beşşar el Esad’dan görevi devralan Şeyh Hamad bin Halifa el Sani, bir yıl sürecek başkanlığı da teslim almış oldu.
Bu zirve öncekilerden hiçte farklı bir zirve olmadı. Arapların gelenekselleşmiş sürtüşme-barışma dengeleri içinde bıktırıcı bir çaresizlik ve çözümsüzlükle bağlandı.
Önceki zirvelerin şatafatlı sorunlar eşiğinde açılış ve fiyaskoyla sonuçlanmasına karşı bu zirve sakin bir ortamda ancak yine fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Arap zirvelerinde fiyasko demek mevcut durama etkin müdahale edememe durumu demektir. 1973 zirvesinde kral Faysal bin Abdulaziz önderliğinde alınan petrol boykotu ise farklı zirvelerinde Arap ulusunda önemli izlere sahip olduğundan söz edilebilir.
21. zirve, 20 zirveden Mısır’ın katılmama karanı da miras aldı. Suriye Katar yakınlığının Arap aleminde yarattığı olumlu havadan rahatsız olan Mısır, Filistin konusunda bu iki ülkenin etkin olmasından da şiddetle rahatsızlık duymaktadır. Mısır gibi Arapların en önemli devletinin sudan sebeplerle zirveye katılmaması, Mısır’ın gelenekselleşmeye başlayan Filistin sorunundaki bulanık tutumu Araplararası sorunların da önemli bir kaynağı olacaktır. Bu soruna, Suriye ve Katar’ın İran’la olan yakın ilişkilerini, El Cezire Televizyonunun Mısır politikalarına karşı yürüttüğü kampanyaları, Türkiye’nin bölge siyasal süreçlerinde yer almasına ön ayak olunmasını da ekleyince 20 ve 21. zirvede Mısır’ın yokluğu daha anlamlı hele gelir.
Mısır Gazze savaşında dünya kamuoyundan olduğu kadar, özellikle Arap kamuoyundan da büyük tepkiler almıştı. İsrail’in Gazze saldırısına yeşil ışık yakan tutumlarına, sınır kapılarını insanı amaçlar için dahi açmaması, Mısır için altından kalkılması güç sorunlar oluşturdu. Bu gün Filistin’in rekabet halindeki güçlerini bir araya toplayıp bir barış ortamı yaratma çabaları bu izleri silme amacı taşımaktadır. Anacak Hamas ve Cihad gibi direnme örgütleri Mısır’ın tutumundan memnun değildir. Arap aleminde kimse Mısır’ı karşısına almak istemez. Ama amerikancı, İsrailci tutumlarından kendini sıyıramayan Mübarek yönetimine de güvenle yaklaşmaz.
21. Zirvede İsrail Arap sorunu üzerine cesur bir söz bile söylenemedi. Mumanaa ülkelerinin (engelleyiciler, direnenler) İsrail’e karşı tutum ve sözleri ise havanda su dövmekten öteye geçmemiştir. Beyrut zirvesinde karara bağlanan, Kral Abdullah’ın (o zaman Veliaht prensti) önerdiği barış stratejisi çoktan rafa kaldırılmış bulunuyordu. Bu girişim 2002 Beyrut zirvesinde karar bağlanırken, İsrail cenin kampında Filistinlileri katlederek cevap veriyordu. Yakın zamanda Kuveyt’te toplanan Arap zirvesinde Kral Abdullah, Arapların barış stratejisinin daha uzun süre masada İsrail’i bekleyemeyeceğini ilan ettiğinde, sanki savaşacak gibi bir imaj bırakıyordu. Gerçekler ise bunun tersiydi. Nitekim 21. zirvede bu tür konuların esamisi bile dolamadı.
21 zire, Kuveyt’te bağlanan acil zirvede Suudi Arabistan karlı Abdullah bin Abdulaziz’in ortaya attığı Araplar arısı barışın sağlanması (lem el şemil) ve sorunlarının bir sisteme bağlı olarak düzenlenip çözülmesi konusu, 21. zirvenin de temel konusu olmuştur. Her zirvenin yıldızı olan Libya lideri Kaddafi Araplar arası barışma etkinliklerinden nasibini alan bir lider oldu. Bundan 6 yıl önce Şerm El Şeyh (Mısır) zirvesinde Suudi hanedanına demediğini bırakmayan (“Amerikan beslemesi İngiliz çocukları” gibi sözlerle) Kaddafi, Afrika Birliği Örgütü dönem başkanı olarak Kralla barışmasında bir sorun olmadığını söz hakkı gelmeden zirve başkanının konuşmasını keserek, dile getirip salondan çıktı. Kaddafi bu tutumlarıyla basınında yakın takibinde zirvenin yıldızı olmayı kimseye bırakmadı.
21. zirvenin bıraktığı bir izden bahsedilecek olursa bu, sadece Araplar arası sorunların idaresiyle ilgili alınan karar olabilir. Yani kriz yönetme masasının oluşturulması ya da buna ilişkin kanaatlerin belirlenmesinden ibarettir. Buna eklenecek bir unsur daha varsa o da Sudan Başkanı El Beşir’le ilgili Uluslar arası Ceza Mahkemesi’nin çıkarttığı tutuklama kararına karşı takınılan ortak karşıt tutumdur.
Hz Muhammed’in vahi destekli, kuran mesajlı çabalarının bile barıştıramadığı Arapların 21. zirvede aralarındaki krizi yönetme masası oluşturtmalarının bir kıymeti itibarının olması çok güçtür. Buna rağmen, yeni ABD yönetiminin dünyada ve bölgemizde estirdiği yumuşama havasının Araplar arası ilişkiye yansındığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Yeni İsrail yönetimi, özellikle İşçi Partisinin de katılımıyla oluşan üçlü koalisyon bu bölgeyi ne ölçüde rahat bırakır sorusunun cevabı, bir an bile olmayacaktır. İşçi Partisinin Nazi yöntemleriyle Filistinlileri katleden Barak önderliği, Natanyahu ve Liberman gibi sicilleri kanla boyalı Siyonistlerin yeni dönemde bölgemizi cehenneme çevirmesi, kaçınılmaz bir felaket gibi tetikte beklemektedir. Bu yanıyla yeni Arap zirveleri yine Filistin merkezli, bol çekişmeli ve fiyasko zirveler olmaya adaydır.
Bölgemizde sorunlar Arapların iç sorunları değildir. Tek başına Filistin sorunu da değildir. Bölge yönetimleri olduğu kadar dış güçlerinde yoğun olarak içinde yer aldığı sorunlar yumağıdır. Bu kaos bir yeryüzü sorunu olarak, ezelden gelmiş ebede gidiyor gibidir. Bölge halklarımızı karanlıktan aydınlığa ulaştıracak tünelin rotası, evrenin büzülüp gerisin geriye içe kapanacağı mı? Yoksa sonsuzca genişleyip sür git büyüyeceği mi? sorularına verilecek doğru cevabı bekler gibidir.
30 Mart 2009
21. Arap zirvesi Katarın başkenti Doha’da toplandı (30 Mart 2009). 20 Zirve’nin başkanı Beşşar el Esad’dan görevi devralan Şeyh Hamad bin Halifa el Sani, bir yıl sürecek başkanlığı da teslim almış oldu.
Bu zirve öncekilerden hiçte farklı bir zirve olmadı. Arapların gelenekselleşmiş sürtüşme-barışma dengeleri içinde bıktırıcı bir çaresizlik ve çözümsüzlükle bağlandı.
Önceki zirvelerin şatafatlı sorunlar eşiğinde açılış ve fiyaskoyla sonuçlanmasına karşı bu zirve sakin bir ortamda ancak yine fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Arap zirvelerinde fiyasko demek mevcut durama etkin müdahale edememe durumu demektir. 1973 zirvesinde kral Faysal bin Abdulaziz önderliğinde alınan petrol boykotu ise farklı zirvelerinde Arap ulusunda önemli izlere sahip olduğundan söz edilebilir.
21. zirve, 20 zirveden Mısır’ın katılmama karanı da miras aldı. Suriye Katar yakınlığının Arap aleminde yarattığı olumlu havadan rahatsız olan Mısır, Filistin konusunda bu iki ülkenin etkin olmasından da şiddetle rahatsızlık duymaktadır. Mısır gibi Arapların en önemli devletinin sudan sebeplerle zirveye katılmaması, Mısır’ın gelenekselleşmeye başlayan Filistin sorunundaki bulanık tutumu Araplararası sorunların da önemli bir kaynağı olacaktır. Bu soruna, Suriye ve Katar’ın İran’la olan yakın ilişkilerini, El Cezire Televizyonunun Mısır politikalarına karşı yürüttüğü kampanyaları, Türkiye’nin bölge siyasal süreçlerinde yer almasına ön ayak olunmasını da ekleyince 20 ve 21. zirvede Mısır’ın yokluğu daha anlamlı hele gelir.
Mısır Gazze savaşında dünya kamuoyundan olduğu kadar, özellikle Arap kamuoyundan da büyük tepkiler almıştı. İsrail’in Gazze saldırısına yeşil ışık yakan tutumlarına, sınır kapılarını insanı amaçlar için dahi açmaması, Mısır için altından kalkılması güç sorunlar oluşturdu. Bu gün Filistin’in rekabet halindeki güçlerini bir araya toplayıp bir barış ortamı yaratma çabaları bu izleri silme amacı taşımaktadır. Anacak Hamas ve Cihad gibi direnme örgütleri Mısır’ın tutumundan memnun değildir. Arap aleminde kimse Mısır’ı karşısına almak istemez. Ama amerikancı, İsrailci tutumlarından kendini sıyıramayan Mübarek yönetimine de güvenle yaklaşmaz.
21. Zirvede İsrail Arap sorunu üzerine cesur bir söz bile söylenemedi. Mumanaa ülkelerinin (engelleyiciler, direnenler) İsrail’e karşı tutum ve sözleri ise havanda su dövmekten öteye geçmemiştir. Beyrut zirvesinde karara bağlanan, Kral Abdullah’ın (o zaman Veliaht prensti) önerdiği barış stratejisi çoktan rafa kaldırılmış bulunuyordu. Bu girişim 2002 Beyrut zirvesinde karar bağlanırken, İsrail cenin kampında Filistinlileri katlederek cevap veriyordu. Yakın zamanda Kuveyt’te toplanan Arap zirvesinde Kral Abdullah, Arapların barış stratejisinin daha uzun süre masada İsrail’i bekleyemeyeceğini ilan ettiğinde, sanki savaşacak gibi bir imaj bırakıyordu. Gerçekler ise bunun tersiydi. Nitekim 21. zirvede bu tür konuların esamisi bile dolamadı.
21 zire, Kuveyt’te bağlanan acil zirvede Suudi Arabistan karlı Abdullah bin Abdulaziz’in ortaya attığı Araplar arısı barışın sağlanması (lem el şemil) ve sorunlarının bir sisteme bağlı olarak düzenlenip çözülmesi konusu, 21. zirvenin de temel konusu olmuştur. Her zirvenin yıldızı olan Libya lideri Kaddafi Araplar arası barışma etkinliklerinden nasibini alan bir lider oldu. Bundan 6 yıl önce Şerm El Şeyh (Mısır) zirvesinde Suudi hanedanına demediğini bırakmayan (“Amerikan beslemesi İngiliz çocukları” gibi sözlerle) Kaddafi, Afrika Birliği Örgütü dönem başkanı olarak Kralla barışmasında bir sorun olmadığını söz hakkı gelmeden zirve başkanının konuşmasını keserek, dile getirip salondan çıktı. Kaddafi bu tutumlarıyla basınında yakın takibinde zirvenin yıldızı olmayı kimseye bırakmadı.
21. zirvenin bıraktığı bir izden bahsedilecek olursa bu, sadece Araplar arası sorunların idaresiyle ilgili alınan karar olabilir. Yani kriz yönetme masasının oluşturulması ya da buna ilişkin kanaatlerin belirlenmesinden ibarettir. Buna eklenecek bir unsur daha varsa o da Sudan Başkanı El Beşir’le ilgili Uluslar arası Ceza Mahkemesi’nin çıkarttığı tutuklama kararına karşı takınılan ortak karşıt tutumdur.
Hz Muhammed’in vahi destekli, kuran mesajlı çabalarının bile barıştıramadığı Arapların 21. zirvede aralarındaki krizi yönetme masası oluşturtmalarının bir kıymeti itibarının olması çok güçtür. Buna rağmen, yeni ABD yönetiminin dünyada ve bölgemizde estirdiği yumuşama havasının Araplar arası ilişkiye yansındığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Yeni İsrail yönetimi, özellikle İşçi Partisinin de katılımıyla oluşan üçlü koalisyon bu bölgeyi ne ölçüde rahat bırakır sorusunun cevabı, bir an bile olmayacaktır. İşçi Partisinin Nazi yöntemleriyle Filistinlileri katleden Barak önderliği, Natanyahu ve Liberman gibi sicilleri kanla boyalı Siyonistlerin yeni dönemde bölgemizi cehenneme çevirmesi, kaçınılmaz bir felaket gibi tetikte beklemektedir. Bu yanıyla yeni Arap zirveleri yine Filistin merkezli, bol çekişmeli ve fiyasko zirveler olmaya adaydır.
Bölgemizde sorunlar Arapların iç sorunları değildir. Tek başına Filistin sorunu da değildir. Bölge yönetimleri olduğu kadar dış güçlerinde yoğun olarak içinde yer aldığı sorunlar yumağıdır. Bu kaos bir yeryüzü sorunu olarak, ezelden gelmiş ebede gidiyor gibidir. Bölge halklarımızı karanlıktan aydınlığa ulaştıracak tünelin rotası, evrenin büzülüp gerisin geriye içe kapanacağı mı? Yoksa sonsuzca genişleyip sür git büyüyeceği mi? sorularına verilecek doğru cevabı bekler gibidir.
30 Mart 2009 Pazartesi
YEREL SEÇİMLERİN GALİBİ DEMOKRASİ GÜÇLERİDİR
Mihrac Ural
30 Mart 2009
Seçimler demokrasi güçlerinin galibiyetiyle noktalandı. Gericilik bir çöküşe demokrasi güçleri yükselişe geçti. 22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle oluşan yeni siyasal tablonun güçler dengesi yerel seçimlerle yeniden düzenlenmiş oldu. Düzenlenen saflar değil, safların karşılıklı güçler dengesidir. Halklarımız bunu oylarıyla kararlaştırdı; ortak ülkemizin farklılıklarımızla, ayrı varlıklarımızla bir bütün olduğunu tek boyutlu siyasi eğilimlerin ortaya koyduğu gerici duruşun karşısına demokrasi ve özgürlük güçlerini güçlendirerek koydu.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinin sonuçlarını doğru okumak, ülkemizin gelecek çeyrek asırlık siyasal tarihini doğru algılamak kadar önemlidir. Bu da yeni sürecin siyasal tercihlerini, yapılanma ve yönelim etkinliklerini belirlemek demektir.
Ülkemizin ihtiyaç duyduğu gerçekçi siyasal dönüşümlerin yapılanması yerel seçimlerin yarattığı yeni güçler dengesinde çok anlamlı bir yere sahiptir.
Yerel seçimlerin ilk ve en önemli belirtilerini üç başlık altında toplayabiliriz.
Birincisi; ülke sathında demokrasi güçleri, gerici güçler karşısında denge durumuna gelebilecekleri kazanımlar elde etmiştir.
Kürdistan’da DTP’nin gösterdiği başarı, Devletin kurum ve kuruluşlarıyla elindeki mali ve askeri güçlerle, sınır ötesi operasyon, “yaratıcı anarşi” taktikleri ve akıllara ziyan baskılarıyla Kürt halkının özgürlük hareketine, demokrasi taleplerine yönelik saldırıları sonuç vermemiştir.
PKK ve onun siyasal yönelimlerini temsil eden güçler Kürt halkının gerçek temsilcileri olarak, devlete ve onun adına hareket eden gerici iktidara ağır bir darbe vurmuştur. Seçimleri ezici çoğunlukla kazanmıştır. Fırat’ın berisi demokrasi manivelası olarak ortak ülkemizin vazgeçilmez siyasal dayanaklarından biri olarak kararlılığıyla da ortaya çıkmıştır.
Buna Fırat’ın berisinden gelen demokratik güçlerin toparlanışıyla ortaya konmuş ilerlemeyi eklediğimizde, ülkemiz demokrasi güçlerinin gericilik karşısından önemli bir başarı kazandığından söz etmemiz yanlış değildir.
Bilindiği gibi, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle ülkemize musallat olan tarihi baskı rejimi kırılmıştı. Siyaset yeni bir saflaşmaya gitmişti. Bu saflaşma gerici göçlerin yükselen çıkışıyla, tek boyutlu milliyetçi algılarıyla ülkeyi derin bir karanlık ortamına doğru sürüklemeye başlamıştı. Her kırılmanın doğal sunucu olarak siyaset sahnesinde yeni güçlerin etkinliği belirmişti. Bunlar gericiliği temsi eden ve ülkemiz gerçeğiyle uyumluluğu olmayan güçlerdi. AKP egemenliği bunu tanımlıyordu. Bu yükseliş tarihi, konjonktürsel, dünya güçler dengesi ve bölge gelişmelerince belirlenen yanları bulunmaktaydı.
Yerel seçimler gericiliğin ülke gerçekleriyle uyuşmayan yükselişine dur dedi.
Ülke sathında gerici güçlerle demokrasi güçleri arasında bir denge durumu yakalanmış oldu. Demokrasi güçleri yükselişe geçti.
İkincisi; Kürt halkı bir kez daha, uğradığı kıyımlara, baskılara, ithamlara karşı tercihini ezici bir çoğunlukla gerçek temsilcileri lehine yaparak, her türden kaygıya, şüpheye, şaibeye son verdi. Kürdistan’da Kürt halkının siyasal tercihleri belirleyici oldu.
DTP, 22 Temmuz 2007 seçimlerde yasaklara, baraj engellerine, kovuşturma ve yargılamalara rağmen “Bin umut adayları“yla parlamentoda grup kuracak bir etkinlikle meclise girdi. Ülke siyasetinin önemli duraklarında görüş ve önermeleriyle de elde ettiği siyasal etkinliğin hakkını verdi. Tabuları yıktı, siyasete dinamik kattı. Gerçek bir muhalefet etkinliği yaratarak gericiliğin tek boyutlu dayatmalarını dizginledi. Devletin derin ve yüzeysel unsurlarıyla milliyetçi reflekslerle yönelttiği komplolarını, Ergenekon çetesine bulaştırılma çabalarını, terörist suçlamalarıyla tecrit girişimlerini tümden iflas ettirdi.
Kürt halkın özgürlükçe siyasal demokrasi güçlerine sunduğu kararlı ve güçlü destek aynı zamanda ülkemizin talihsiz soluna da yeni bir soluk ve zor koşullarda uzanan güvenli el görevi gördü.
Kürt halkının özgürlük güçleri, hepimiz adına gericiliğe karşı kararlı ve direngen duruşuyla gerçek bir demokrasi umudu oldu. Bu Türkiye solunun toparlanmasında bir rota olması kadar, açılan yeni sürecin mücadele rotasına bir işaret oldu.
Yerel seçimlerin en kritik sonucu tartışmasız bir zaferle karar bağlandı; Kürt halkı ortak ülkemizin siyasal sahnesinde temel bir siyasal güç olarak yerini almasıdır. Yerel seçimler yeryüzünde hiçbir kudretin, Kürt halkının özgürlükçü, demokratik hak ve taleplerinde ifadesini bulan duruşunu yenilgiye uğratamayacağını gösterdi.
Üçüncüsü; Ülkemizin özgürlük ve demokrasi arayışlarında farklılıklarımızın gücü Kürt halkının ortaya koyduğu dinamikler gibi ortaya atılmadıkça, gerçekçi hiçbir sonuç alınamayacağını gösterdi.
Anadolu mozaiği, ülkemizin demokratik yeniden şekillenişine ilişkin en önemli kaynaktır. Bu mozaik bir demokratik etkinlik olarak siyasal sahneye artan oranda tüm renkleriyle katılmadan, ülkemizde hüküm süren kaosların aşılmasının mümkün değildir. Kürt halkının özgürlük taleplerinin ülkemiz siyasal yapılanmasına kattığı değerleri göz önüne aldığımızda bunu anlamak zor olmayacaktır. Yerel seçimler, farklı etnik toplulukların kararlı ve ısrarlı demokratik siyasal talepleri, gericiliğe karşı en güvenli duruş olduğu gibi, gelecek kuşakların ortak yaşamının barış içinde ikame edilmesi açısından da tek yol olduğunu göstermektedir.
Yerel seçimlerin en önemli sonucu da gelecek siyasal toplumsal yaşantımızla ilgili bu verisinde yatmaktadır. Tüm renkleriyle çoğulcu bir demokrasinin ikamesi, gerici devleti kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve yönetmelikleriyle devrimci bir tarzda yenileştirmenin yolu Anadolu mozaiğinin artan oranda birer demokrasi manivelası olma gerekliliğini ortaya koymuştur. Fırat’ın ötesini, Toroslar’ın güneyi izlemelidir derken bu noktaya işaret edip durduk.
Ortak ülkemizde solcu diye geçinen koordinat şaşkınlarının milliyetçi reflekslerle bu söylemimize gösterdiği duruş gerçekte, Fırat’ın ötesini ve Torosların kuzeyini demokrasi bağlamında birleştirecek yola karşı bölücü bir duruştur. Yerel seçimler bu türlere en anlamlı dersi, ayrı varlıklarımızdan biri olarak Kürt halkının gösterdiği siyasal duruşla verilmiştir.
Üç başlık altında topladığımız yerel seçim sonuçları, ortak ülkemizin geleceğine ilişkin siyasal gelişmelere önemli birer göndermedir.
Artık gerici güçler çöküş eğilimine girmiştir. Bunun üzerine yüklenmeliyiz.
Demokrasi güçleri gerçek bir muhalefet gücü olarak ortak ülkemizin gerçekçi verileri ve değerlerinin şekillendirdiği siyasal duruşla ortaya çıkmış, kararlı olduğunu da göstermiştir. Farklılıklarımızın hepimiz adına oynadığı bu rolü güçlendirmek için, farklılıklarımızı artan oranda demokrasi mücadelesine katmalıyız. Kürt halkının hak ve taleplerine, diğer etnik topluluklarımızın hak ve taleplerini ile sürmeli, birliğimiz için böylesi özgür ve demokratik algıları yükseltmeliyiz.
Ülkemiz solu, kendini hızla milliyetçi eğilimlerin ruhları kirlenmiş tepkilerinde kurtarmalıdır. Bu ülkenin tüm farklılıklarımızla hepimize ait olduğu gerçeğini içine sindirerek kendine sunulan bu toparlanma halkasından itibaren yenilenmelidir. Bunun da ilk adımı Anadolu mozaiğinin gerçekliğine uygun demokratik siyasal perspektifleri ortaya koymaktan geçecektir.
29 Mart 2009 yerel seçimleri ülkemizin siyasal gündemini çok uzun yıllar belirleyecek bir sonuç yarattı. 22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle gündeme gelen saflaşmanın dengelerini yeniden oluşturdu. Demokrasi güçlerinin yükselişe geçtiğini gerici güçlerin artık tek boyutlu dayatmalarla bu toplumu kıramayacakları ortaya çıktı.
Bu tablo tüm demokrasi güçlerine önemli görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Yerel seçimlerle yakalanan başarı halkasını sonuna kadar yükseltmek için tüm gücümüzle çalışmamız gerekmektedir.
30 Mart 2009
Seçimler demokrasi güçlerinin galibiyetiyle noktalandı. Gericilik bir çöküşe demokrasi güçleri yükselişe geçti. 22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle oluşan yeni siyasal tablonun güçler dengesi yerel seçimlerle yeniden düzenlenmiş oldu. Düzenlenen saflar değil, safların karşılıklı güçler dengesidir. Halklarımız bunu oylarıyla kararlaştırdı; ortak ülkemizin farklılıklarımızla, ayrı varlıklarımızla bir bütün olduğunu tek boyutlu siyasi eğilimlerin ortaya koyduğu gerici duruşun karşısına demokrasi ve özgürlük güçlerini güçlendirerek koydu.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinin sonuçlarını doğru okumak, ülkemizin gelecek çeyrek asırlık siyasal tarihini doğru algılamak kadar önemlidir. Bu da yeni sürecin siyasal tercihlerini, yapılanma ve yönelim etkinliklerini belirlemek demektir.
Ülkemizin ihtiyaç duyduğu gerçekçi siyasal dönüşümlerin yapılanması yerel seçimlerin yarattığı yeni güçler dengesinde çok anlamlı bir yere sahiptir.
Yerel seçimlerin ilk ve en önemli belirtilerini üç başlık altında toplayabiliriz.
Birincisi; ülke sathında demokrasi güçleri, gerici güçler karşısında denge durumuna gelebilecekleri kazanımlar elde etmiştir.
Kürdistan’da DTP’nin gösterdiği başarı, Devletin kurum ve kuruluşlarıyla elindeki mali ve askeri güçlerle, sınır ötesi operasyon, “yaratıcı anarşi” taktikleri ve akıllara ziyan baskılarıyla Kürt halkının özgürlük hareketine, demokrasi taleplerine yönelik saldırıları sonuç vermemiştir.
PKK ve onun siyasal yönelimlerini temsil eden güçler Kürt halkının gerçek temsilcileri olarak, devlete ve onun adına hareket eden gerici iktidara ağır bir darbe vurmuştur. Seçimleri ezici çoğunlukla kazanmıştır. Fırat’ın berisi demokrasi manivelası olarak ortak ülkemizin vazgeçilmez siyasal dayanaklarından biri olarak kararlılığıyla da ortaya çıkmıştır.
Buna Fırat’ın berisinden gelen demokratik güçlerin toparlanışıyla ortaya konmuş ilerlemeyi eklediğimizde, ülkemiz demokrasi güçlerinin gericilik karşısından önemli bir başarı kazandığından söz etmemiz yanlış değildir.
Bilindiği gibi, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle ülkemize musallat olan tarihi baskı rejimi kırılmıştı. Siyaset yeni bir saflaşmaya gitmişti. Bu saflaşma gerici göçlerin yükselen çıkışıyla, tek boyutlu milliyetçi algılarıyla ülkeyi derin bir karanlık ortamına doğru sürüklemeye başlamıştı. Her kırılmanın doğal sunucu olarak siyaset sahnesinde yeni güçlerin etkinliği belirmişti. Bunlar gericiliği temsi eden ve ülkemiz gerçeğiyle uyumluluğu olmayan güçlerdi. AKP egemenliği bunu tanımlıyordu. Bu yükseliş tarihi, konjonktürsel, dünya güçler dengesi ve bölge gelişmelerince belirlenen yanları bulunmaktaydı.
Yerel seçimler gericiliğin ülke gerçekleriyle uyuşmayan yükselişine dur dedi.
Ülke sathında gerici güçlerle demokrasi güçleri arasında bir denge durumu yakalanmış oldu. Demokrasi güçleri yükselişe geçti.
İkincisi; Kürt halkı bir kez daha, uğradığı kıyımlara, baskılara, ithamlara karşı tercihini ezici bir çoğunlukla gerçek temsilcileri lehine yaparak, her türden kaygıya, şüpheye, şaibeye son verdi. Kürdistan’da Kürt halkının siyasal tercihleri belirleyici oldu.
DTP, 22 Temmuz 2007 seçimlerde yasaklara, baraj engellerine, kovuşturma ve yargılamalara rağmen “Bin umut adayları“yla parlamentoda grup kuracak bir etkinlikle meclise girdi. Ülke siyasetinin önemli duraklarında görüş ve önermeleriyle de elde ettiği siyasal etkinliğin hakkını verdi. Tabuları yıktı, siyasete dinamik kattı. Gerçek bir muhalefet etkinliği yaratarak gericiliğin tek boyutlu dayatmalarını dizginledi. Devletin derin ve yüzeysel unsurlarıyla milliyetçi reflekslerle yönelttiği komplolarını, Ergenekon çetesine bulaştırılma çabalarını, terörist suçlamalarıyla tecrit girişimlerini tümden iflas ettirdi.
Kürt halkın özgürlükçe siyasal demokrasi güçlerine sunduğu kararlı ve güçlü destek aynı zamanda ülkemizin talihsiz soluna da yeni bir soluk ve zor koşullarda uzanan güvenli el görevi gördü.
Kürt halkının özgürlük güçleri, hepimiz adına gericiliğe karşı kararlı ve direngen duruşuyla gerçek bir demokrasi umudu oldu. Bu Türkiye solunun toparlanmasında bir rota olması kadar, açılan yeni sürecin mücadele rotasına bir işaret oldu.
Yerel seçimlerin en kritik sonucu tartışmasız bir zaferle karar bağlandı; Kürt halkı ortak ülkemizin siyasal sahnesinde temel bir siyasal güç olarak yerini almasıdır. Yerel seçimler yeryüzünde hiçbir kudretin, Kürt halkının özgürlükçü, demokratik hak ve taleplerinde ifadesini bulan duruşunu yenilgiye uğratamayacağını gösterdi.
Üçüncüsü; Ülkemizin özgürlük ve demokrasi arayışlarında farklılıklarımızın gücü Kürt halkının ortaya koyduğu dinamikler gibi ortaya atılmadıkça, gerçekçi hiçbir sonuç alınamayacağını gösterdi.
Anadolu mozaiği, ülkemizin demokratik yeniden şekillenişine ilişkin en önemli kaynaktır. Bu mozaik bir demokratik etkinlik olarak siyasal sahneye artan oranda tüm renkleriyle katılmadan, ülkemizde hüküm süren kaosların aşılmasının mümkün değildir. Kürt halkının özgürlük taleplerinin ülkemiz siyasal yapılanmasına kattığı değerleri göz önüne aldığımızda bunu anlamak zor olmayacaktır. Yerel seçimler, farklı etnik toplulukların kararlı ve ısrarlı demokratik siyasal talepleri, gericiliğe karşı en güvenli duruş olduğu gibi, gelecek kuşakların ortak yaşamının barış içinde ikame edilmesi açısından da tek yol olduğunu göstermektedir.
Yerel seçimlerin en önemli sonucu da gelecek siyasal toplumsal yaşantımızla ilgili bu verisinde yatmaktadır. Tüm renkleriyle çoğulcu bir demokrasinin ikamesi, gerici devleti kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve yönetmelikleriyle devrimci bir tarzda yenileştirmenin yolu Anadolu mozaiğinin artan oranda birer demokrasi manivelası olma gerekliliğini ortaya koymuştur. Fırat’ın ötesini, Toroslar’ın güneyi izlemelidir derken bu noktaya işaret edip durduk.
Ortak ülkemizde solcu diye geçinen koordinat şaşkınlarının milliyetçi reflekslerle bu söylemimize gösterdiği duruş gerçekte, Fırat’ın ötesini ve Torosların kuzeyini demokrasi bağlamında birleştirecek yola karşı bölücü bir duruştur. Yerel seçimler bu türlere en anlamlı dersi, ayrı varlıklarımızdan biri olarak Kürt halkının gösterdiği siyasal duruşla verilmiştir.
Üç başlık altında topladığımız yerel seçim sonuçları, ortak ülkemizin geleceğine ilişkin siyasal gelişmelere önemli birer göndermedir.
Artık gerici güçler çöküş eğilimine girmiştir. Bunun üzerine yüklenmeliyiz.
Demokrasi güçleri gerçek bir muhalefet gücü olarak ortak ülkemizin gerçekçi verileri ve değerlerinin şekillendirdiği siyasal duruşla ortaya çıkmış, kararlı olduğunu da göstermiştir. Farklılıklarımızın hepimiz adına oynadığı bu rolü güçlendirmek için, farklılıklarımızı artan oranda demokrasi mücadelesine katmalıyız. Kürt halkının hak ve taleplerine, diğer etnik topluluklarımızın hak ve taleplerini ile sürmeli, birliğimiz için böylesi özgür ve demokratik algıları yükseltmeliyiz.
Ülkemiz solu, kendini hızla milliyetçi eğilimlerin ruhları kirlenmiş tepkilerinde kurtarmalıdır. Bu ülkenin tüm farklılıklarımızla hepimize ait olduğu gerçeğini içine sindirerek kendine sunulan bu toparlanma halkasından itibaren yenilenmelidir. Bunun da ilk adımı Anadolu mozaiğinin gerçekliğine uygun demokratik siyasal perspektifleri ortaya koymaktan geçecektir.
29 Mart 2009 yerel seçimleri ülkemizin siyasal gündemini çok uzun yıllar belirleyecek bir sonuç yarattı. 22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle gündeme gelen saflaşmanın dengelerini yeniden oluşturdu. Demokrasi güçlerinin yükselişe geçtiğini gerici güçlerin artık tek boyutlu dayatmalarla bu toplumu kıramayacakları ortaya çıktı.
Bu tablo tüm demokrasi güçlerine önemli görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Yerel seçimlerle yakalanan başarı halkasını sonuna kadar yükseltmek için tüm gücümüzle çalışmamız gerekmektedir.
29 Mart 2009 Pazar
SEÇİMLERİN GALİBİ: DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ
Faiz Cebiroğlu
Yerel seçim sonuçları kesinleşmeden ben kesin sonuçları yazıyorum: Seçimleri Demokratik Toplum Partisi kazanmıştır!
Daha önceleri yazdım, tekrarlıyorum: Türkiye’de seçimler, Kürtler / Kürtlerden yana güçler ile AKP arasında yapıldı. Yani DTP ile Kürt ve halk düşmanı AKP arasında yapıldı; emperyalizmin / siyonizmin ve bunun destekçisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile tarihten silinmek istenen Kürtler arasında yapıldı. Bu şu demek oluyor: Diyarbekir’i kazanan seçimi kazanmış oluyor. Gelen sonuçlar açık: Diyarbekir’i kazandık!.Zaten bizimdi! Bizim kaldı! Bizden kimse de alamaz!... Bu şu demek oluyor: Seçimin galibi: Demokratik Toplum Partisi oluyor.
Seçimin galibi, Demokratik Toplum Partisi’dir!
Seçimi kaybeden AKP’dir!
AKP, Diyarbekir’i kaybetmekle hem genelde seçimi, hem de kendini kaybetmiştir. AKP dönemi bitmek üzere.; AKP dönemi kapanmak üzeredir…
Bu yeni dönemi yaratan Kürtlere selam olsun!
Selam olsun Diyarbekir halkına ve Kürtlerin aydınlık geleceğine!..
Selam olsun onuruna ve geleceğine sahip çıkanlara!..
Yerel seçim sonuçları kesinleşmeden ben kesin sonuçları yazıyorum: Seçimleri Demokratik Toplum Partisi kazanmıştır!
Daha önceleri yazdım, tekrarlıyorum: Türkiye’de seçimler, Kürtler / Kürtlerden yana güçler ile AKP arasında yapıldı. Yani DTP ile Kürt ve halk düşmanı AKP arasında yapıldı; emperyalizmin / siyonizmin ve bunun destekçisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile tarihten silinmek istenen Kürtler arasında yapıldı. Bu şu demek oluyor: Diyarbekir’i kazanan seçimi kazanmış oluyor. Gelen sonuçlar açık: Diyarbekir’i kazandık!.Zaten bizimdi! Bizim kaldı! Bizden kimse de alamaz!... Bu şu demek oluyor: Seçimin galibi: Demokratik Toplum Partisi oluyor.
Seçimin galibi, Demokratik Toplum Partisi’dir!
Seçimi kaybeden AKP’dir!
AKP, Diyarbekir’i kaybetmekle hem genelde seçimi, hem de kendini kaybetmiştir. AKP dönemi bitmek üzere.; AKP dönemi kapanmak üzeredir…
Bu yeni dönemi yaratan Kürtlere selam olsun!
Selam olsun Diyarbekir halkına ve Kürtlerin aydınlık geleceğine!..
Selam olsun onuruna ve geleceğine sahip çıkanlara!..
26 Mart 2009 Perşembe
"Sakın Meslektaşlarıma Darbeci Olduğumu Söylemeyin !
Orhan Miroğul
Yukarıdaki başlığı Jacques Segula’dan esinlendim.
Hani şu, Copy –metin- stratejisi yerine, Star- stratejisini yerleştirerek, reklam dünyasının bütün ilkelerini sarstığı söylenen adam.
Star, bu ünlü reklamcıya göre, ‘kişileri canlandıran aktörden fazla bir şeydir. Star, aynı anda her yerde bulunan ve evrensel olandır ve Star, öncelikle inandırır, bu onun tabi halidir.’
Segula, Türkiye’de 1991 seçimlerinde Mesut Yılmaz’ın seçim kampanyasını üstlenmişti.
Ama Türkiye kamuoyu bu Star- stratejisinden pek bir şey anlamamış olacak ki ‘Segula’nın bir starı olarak Mesut Yılmaz’ seçimlerde başarılı olamadı.
Oysa Segula, Mitterrand’ı iktidara taşıyan reklamcı olarak biliniyor.
Türkiye’de çok ilginç bir adla yayınlanan kitabını hatırlayacaksınız:
‘Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin, O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor..’
Bu ilginç kitabın adını bugün yeniden hatırlayarak, hayatımıza son otuz yıldır her nasılsa girmiş ve yön vermiş bazı şahsiyetleri birer birer gözünüzün önüne getirin.
Bu şahsiyetlerin gerçek anıları yazılacak olsa, bu anılara en uygun başlığın şöyle bir başlık olacağını anlayacaksınız:
‘Anneme Darbeci Olduğumu Söylemeyin, O Beni ‘……’ Sanıyor.’
Ergenekon iddianamesinde yer alan sanıkların sahip olduğu meslek çeşitliliğini hatırlayarak noktalı yere dilediğiniz bir mesleği yazabilirsiniz, bunun için herhangi bir yaratıcılığa ihtiyaç yok, çünkü Ergenekon’da meslek çok!
Bilen biliyordu aslında ama, Ergenekon soruşturmasından bu yana iyice açığa çıktı ki, toplum içindeki statüleri ve devlet içindeki güçleri, medyadaki rolleriyle ve asker-sivil bürokrasideki, hiçbir zaman sorgulanmamış, aksine hep benimsenmiş, toplumdan ciddi bir kabul ve onay görmüş konumlarıyla, bir takım kimselerin aslında bizden hep gizledikleri, gizlemek zorunda kaldıkları ikinci bir statüleri ve bu statünün belirlediği ikinci bir yaşamları, hep varolmuş.
Ama toplumun gerçek olarak bildiği yaşamlar ise, gerçek gibi görünse de aslında hep sahte ve hep yanıltıcı olmuş.
Çünkü görünürdeki yaşamlar, aslında, bilinmeyen, fakat asıl gerçek olan yaşamları gizlemek için bir imkan olarak kullanılmış.
Ergenekon soruşturması, kısmen de olsa, bu gerçek yaşamların ve illegal faaliyetlerin deşifre olmasını dahası hukuk ve adalet adına bu yaşantıların içinde şekillenen gizli ve karanlık ilişkilerin açığa çıkmasını ve aydınlatılmasını sağladı.
Adamı, annesi dahil en yakın çevresi ve toplum gazeteci olarak biliyor ve tanıyor; ama bir bakıyorsunuz ki, iç savaşı bile göze alabilen en pervasız darbe teşebbüslerinin ta içinde; darbeci generallere akıl vermiş, hatta generaller kadar bile sabredememiş, generalleri bir an önce darbe yapsınlar diye kışkırtıp durmuş!
Adamı, toplum muteber bir iş adamı olarak biliyor ve tanıyor; ama bir bakıyorsunuz ki, darbecilerle en kirli pazarlıkların içinde. Sahip olduğu devasa iletişim şirketinin bütün imkanlarını, medyadaki gücünü darbecilerin emrine vermeye hazır, oturup darbecilerle pazarlıklar yapan bir zavallı!
Adamı, sendikacı olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama bir bakıyorsunuz ki değişmez başkanı olduğu sendikanın dokuz trilyonluk mal varlığı ve bütün imkanlarıyla, o da darbecilerin emrinde!
Adamı, üniversitede çalışan bir akademisyen ve bir bilim insanı olarak biliyor ve tanıyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz ki o da, monist fikirlerinin toplumda egemen olması için darbecilerle işbirliği, gönül birliği yapmaktan kaçınmamış!
Adamı, Cizre gibi tarihi bir yerde, okuma yazması dahi olmadan ve Bedirxaniler’in ruhunu adeta ürpertircesine yıllarca belediye başkanlığı yapmış Kamo olarak biliyor ve tanıyorsunuz, sineye çekmişsiniz bunu artık; ama bir bakıyorsunuz ki, bu Kamo, zamanla Kamil Ağa oluyor ve yıllar sonra devran değişip, Dicle’nin kıyısındaki topraklar kazıldığında, onlardan geriye sadece birkaç kemik parçasının kaldığı çok sayıda insanın öldürülüp toprağın altına gömülmesinden sorumlu tutulan biri olarak çıkıyor karşınıza. Yani Ergenekon sanığı Levent Ersöz’ün, Veli Küçük, Cem Ersever, Arif Doğan ve Kayseri Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz’ün suç ortağı olarak!
Adamı , doğuda savaşmış rütbeli bir kahraman olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama , geçmişteki suç ortağı bir samimi itirafçının, Abdulkadir Aygan’ın itirafları sonucu, onun aslında bir kahraman değil, mahkemelerin serbest bıraktığı sivil insanları dağ başlarına götürüp diz çöktürdükten sonra enselerine birer kurşun sıkan zalim bir infazcı olduğunu öğreniyorsunuz. Yıllarca kendini içinde gizlediği sahte kahramanlık zırhının artık ona hiç bir faydasının olmadığını fark ettiğinde ise bu kez kendi kendinin canına kıyan, kendi kendini infaz eden bir infazcı !
Adamı, milletvekili, bakan, genel müdür, parti genel başkanı olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama yıllar sonra, onun, aslında hesabını hiçbir zaman vermeye yanaşmadığı, bütün suçlarını ‘devletin yüce menfaatleri’ hanesine bir güzel yazdırıp inkar eden, ‘bin operasyon’ yönetmiş bir adam olduğunu anlıyorsunuz.
Adamı, hava kuvvetleri komutanı, kara kuvvetleri komutanı, deniz kuvvetleri komutanı, MGK Genel Sekreteri, Jandarma genel komutanı olarak biliyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz ki, kendi genel kurmay başkanını ortadan kaldırma planları, darbe planları dahil-ama ülke savunması hariç- her şeyle uğraşıp durmuş!
İşte yolu bir tek noktada ve bir amaç için kesişmiş olan bütün bu insanlar; medyayı, toplumu, üniversiteleri, aydınları, yazarları, gazetecileri, iş adamlarını, sanatçıları, bir bütün olarak ‘darbenin toplumsal tabanı’ haline getirmek için planlar yaptılar ve bunu yaparken cinayet, sabotaj, ünlü kişilere suikast ve kışkırtma eylemleri planlayıp, ülkenin namlı mafya liderleriyle, hatta kitle katilleriyle işbirliği yapmaktan çekinmediler.
İkincisini ve üçüncüsünü henüz bilmediğimiz Ergenekonun ilk iddianamesi gösteriyor ki, bütün bunları yaparken çok cesur ve pervasızdılar.
Ama Ergenekon sanıklarının hiçbiri şimdi kamu huzurunda, mahkemelerde, yaşadığını ve yaptıklarını anlatacak cesarete sahip değil.
O kadar korkaklar ki, Mustafa Balbay gibi eli kalem tutan içlerinden bazıları da, vaktiyle defterlerine kaydettikleri darbe günlüklerini, şimdi de ‘memleketin zor yıllarına dair bir gazetecinin gözlem notları’ olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Bir gün kitap halinde yayınlandığında, bu günlüklerin başlığı şu olsun mu peki?
‘Sakın Meslektaşlarıma Darbeci olduğumu Söylemeyin, Onlar Beni Hala Gazeteci Sanıyor.’
Yukarıdaki başlığı Jacques Segula’dan esinlendim.
Hani şu, Copy –metin- stratejisi yerine, Star- stratejisini yerleştirerek, reklam dünyasının bütün ilkelerini sarstığı söylenen adam.
Star, bu ünlü reklamcıya göre, ‘kişileri canlandıran aktörden fazla bir şeydir. Star, aynı anda her yerde bulunan ve evrensel olandır ve Star, öncelikle inandırır, bu onun tabi halidir.’
Segula, Türkiye’de 1991 seçimlerinde Mesut Yılmaz’ın seçim kampanyasını üstlenmişti.
Ama Türkiye kamuoyu bu Star- stratejisinden pek bir şey anlamamış olacak ki ‘Segula’nın bir starı olarak Mesut Yılmaz’ seçimlerde başarılı olamadı.
Oysa Segula, Mitterrand’ı iktidara taşıyan reklamcı olarak biliniyor.
Türkiye’de çok ilginç bir adla yayınlanan kitabını hatırlayacaksınız:
‘Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin, O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor..’
Bu ilginç kitabın adını bugün yeniden hatırlayarak, hayatımıza son otuz yıldır her nasılsa girmiş ve yön vermiş bazı şahsiyetleri birer birer gözünüzün önüne getirin.
Bu şahsiyetlerin gerçek anıları yazılacak olsa, bu anılara en uygun başlığın şöyle bir başlık olacağını anlayacaksınız:
‘Anneme Darbeci Olduğumu Söylemeyin, O Beni ‘……’ Sanıyor.’
Ergenekon iddianamesinde yer alan sanıkların sahip olduğu meslek çeşitliliğini hatırlayarak noktalı yere dilediğiniz bir mesleği yazabilirsiniz, bunun için herhangi bir yaratıcılığa ihtiyaç yok, çünkü Ergenekon’da meslek çok!
Bilen biliyordu aslında ama, Ergenekon soruşturmasından bu yana iyice açığa çıktı ki, toplum içindeki statüleri ve devlet içindeki güçleri, medyadaki rolleriyle ve asker-sivil bürokrasideki, hiçbir zaman sorgulanmamış, aksine hep benimsenmiş, toplumdan ciddi bir kabul ve onay görmüş konumlarıyla, bir takım kimselerin aslında bizden hep gizledikleri, gizlemek zorunda kaldıkları ikinci bir statüleri ve bu statünün belirlediği ikinci bir yaşamları, hep varolmuş.
Ama toplumun gerçek olarak bildiği yaşamlar ise, gerçek gibi görünse de aslında hep sahte ve hep yanıltıcı olmuş.
Çünkü görünürdeki yaşamlar, aslında, bilinmeyen, fakat asıl gerçek olan yaşamları gizlemek için bir imkan olarak kullanılmış.
Ergenekon soruşturması, kısmen de olsa, bu gerçek yaşamların ve illegal faaliyetlerin deşifre olmasını dahası hukuk ve adalet adına bu yaşantıların içinde şekillenen gizli ve karanlık ilişkilerin açığa çıkmasını ve aydınlatılmasını sağladı.
Adamı, annesi dahil en yakın çevresi ve toplum gazeteci olarak biliyor ve tanıyor; ama bir bakıyorsunuz ki, iç savaşı bile göze alabilen en pervasız darbe teşebbüslerinin ta içinde; darbeci generallere akıl vermiş, hatta generaller kadar bile sabredememiş, generalleri bir an önce darbe yapsınlar diye kışkırtıp durmuş!
Adamı, toplum muteber bir iş adamı olarak biliyor ve tanıyor; ama bir bakıyorsunuz ki, darbecilerle en kirli pazarlıkların içinde. Sahip olduğu devasa iletişim şirketinin bütün imkanlarını, medyadaki gücünü darbecilerin emrine vermeye hazır, oturup darbecilerle pazarlıklar yapan bir zavallı!
Adamı, sendikacı olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama bir bakıyorsunuz ki değişmez başkanı olduğu sendikanın dokuz trilyonluk mal varlığı ve bütün imkanlarıyla, o da darbecilerin emrinde!
Adamı, üniversitede çalışan bir akademisyen ve bir bilim insanı olarak biliyor ve tanıyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz ki o da, monist fikirlerinin toplumda egemen olması için darbecilerle işbirliği, gönül birliği yapmaktan kaçınmamış!
Adamı, Cizre gibi tarihi bir yerde, okuma yazması dahi olmadan ve Bedirxaniler’in ruhunu adeta ürpertircesine yıllarca belediye başkanlığı yapmış Kamo olarak biliyor ve tanıyorsunuz, sineye çekmişsiniz bunu artık; ama bir bakıyorsunuz ki, bu Kamo, zamanla Kamil Ağa oluyor ve yıllar sonra devran değişip, Dicle’nin kıyısındaki topraklar kazıldığında, onlardan geriye sadece birkaç kemik parçasının kaldığı çok sayıda insanın öldürülüp toprağın altına gömülmesinden sorumlu tutulan biri olarak çıkıyor karşınıza. Yani Ergenekon sanığı Levent Ersöz’ün, Veli Küçük, Cem Ersever, Arif Doğan ve Kayseri Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz’ün suç ortağı olarak!
Adamı , doğuda savaşmış rütbeli bir kahraman olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama , geçmişteki suç ortağı bir samimi itirafçının, Abdulkadir Aygan’ın itirafları sonucu, onun aslında bir kahraman değil, mahkemelerin serbest bıraktığı sivil insanları dağ başlarına götürüp diz çöktürdükten sonra enselerine birer kurşun sıkan zalim bir infazcı olduğunu öğreniyorsunuz. Yıllarca kendini içinde gizlediği sahte kahramanlık zırhının artık ona hiç bir faydasının olmadığını fark ettiğinde ise bu kez kendi kendinin canına kıyan, kendi kendini infaz eden bir infazcı !
Adamı, milletvekili, bakan, genel müdür, parti genel başkanı olarak biliyor ve tanıyorsunuz; ama yıllar sonra, onun, aslında hesabını hiçbir zaman vermeye yanaşmadığı, bütün suçlarını ‘devletin yüce menfaatleri’ hanesine bir güzel yazdırıp inkar eden, ‘bin operasyon’ yönetmiş bir adam olduğunu anlıyorsunuz.
Adamı, hava kuvvetleri komutanı, kara kuvvetleri komutanı, deniz kuvvetleri komutanı, MGK Genel Sekreteri, Jandarma genel komutanı olarak biliyorsunuz, ama bir bakıyorsunuz ki, kendi genel kurmay başkanını ortadan kaldırma planları, darbe planları dahil-ama ülke savunması hariç- her şeyle uğraşıp durmuş!
İşte yolu bir tek noktada ve bir amaç için kesişmiş olan bütün bu insanlar; medyayı, toplumu, üniversiteleri, aydınları, yazarları, gazetecileri, iş adamlarını, sanatçıları, bir bütün olarak ‘darbenin toplumsal tabanı’ haline getirmek için planlar yaptılar ve bunu yaparken cinayet, sabotaj, ünlü kişilere suikast ve kışkırtma eylemleri planlayıp, ülkenin namlı mafya liderleriyle, hatta kitle katilleriyle işbirliği yapmaktan çekinmediler.
İkincisini ve üçüncüsünü henüz bilmediğimiz Ergenekonun ilk iddianamesi gösteriyor ki, bütün bunları yaparken çok cesur ve pervasızdılar.
Ama Ergenekon sanıklarının hiçbiri şimdi kamu huzurunda, mahkemelerde, yaşadığını ve yaptıklarını anlatacak cesarete sahip değil.
O kadar korkaklar ki, Mustafa Balbay gibi eli kalem tutan içlerinden bazıları da, vaktiyle defterlerine kaydettikleri darbe günlüklerini, şimdi de ‘memleketin zor yıllarına dair bir gazetecinin gözlem notları’ olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Bir gün kitap halinde yayınlandığında, bu günlüklerin başlığı şu olsun mu peki?
‘Sakın Meslektaşlarıma Darbeci olduğumu Söylemeyin, Onlar Beni Hala Gazeteci Sanıyor.’
Ulusların Kaderlerini Tayin Etme Hakkı Bilinci
26-03-2009
Recep Yılmaz
Nasıl ki; insanları devrimin aydınlık güneşi ile kucaklıyorsa örgütümüz, kendini oluşturan halkların iç dinamiklerini de aydınlatmakta, ışıtmakta ve geleceğe miras bırakmaktadır.
Bugün, emperyalist ABD nin garantörlüğünde oluşturulan “Ezen Ulus Şovenizmi” sistemli ülkeler, toplumu oluşturan renkleri soldurmak adına elinden geleni yapmaktadır. Oysa insanlık, kendi dokularının renkleriyle var oldukça, gökyüzünü gökkuşağına boğacaktır.
Çağımızda bir hastalık haline gelen “Ulus Şovenizmi” ne karşı mücadeledeki en büyük dayanağımızı Marksizm’in temelinde bulmak, en akılcı ve en onurlu duruş olacaktır.
Tarihsel süreç içerisinde, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın deneyimleri, kazanım ve kaybedişleri, “Ulus Şovenizmi” ne karşı “İlkeli Devrimciler” olarak el atmamıza en büyük neden oluşturmaktadır.
Marksizm’in ulusal sorunları, yaklaşık 100 yıl kadar önce “Her Milletin Kendi Kaderini Tayin Hakkı (KKTH)” programı ile çözmüş ve Marks’tan kaçan, Lenin’den kurtulamamış… Lenin’in de bu programa farklı açılardan bakarak KKTH’ye katkı sunması, KKTH Programının günümüz ve geleceğe ışık tutmasını sağlamıştır.
Günümüzde, kendini “Sosyalist” veya “Komünist” olarak tanımlayan ve hatta Lenist gibi görünenlerin, KKTH’nin başlangıç ve sonraki süreçteki farklı bakış açılarıyla ele alınıp işlenmesini, Marks ile Lenin’i bir bütün olarak görme zorunluluğunu anlamasını bekleyemeyiz. Zaten böyle bir beklentimizde bulunmamaktadır.
Beklentimiz, Lenin’in katkıları ile geliştirilen ve Marksizm’in temel kriterlerinden olan “Her Milletin Kendi Kaderini Tayin Hakkı (KKTH)” programını anlayabilmek ve buna örgütlülüğümüz içerisinde hayat kazandırmaktır.
TC Devleti’nin, kuruluşundan günümüze değin uygulamış olduğu “Ezen Ulus Şovenizmi” Anadolu topraklarında asırlardır birlikte yaşayan halkları asimilasyonla yok etmenin eşiğine getirmesine rağmen, bugün Kürdistan dağlarında binlerce PKK Militanı, kendi kaderlerini belirleme çabasındadırlar. Bu çaba Anadolu topraklarında yaşayan her halk tarafından, belli mücadele şekilleri ile sürdürülmekte ve KKTH, örgütümüzün de içinde bulunduğu birçok örgüt tarafından yaşam kaynağı olarak görülmektedir. Çünkü bizler Marksist, Lenist bir örgüt olarak, ilkeli bir devrimci duruş sergilemekten asla vazgeçmedik ve geçmeye de niyetimiz yok.
Anadolu’nun ilk yerleşik halklarından olan Arapların, bu topraklarda 4 milyonu aşkın nüfusuyla hala yok sayılması, İlkeli Devrimcilerin onur meselsidir. Anadillerinde eğitim-öğretim hakkı bulunmamakta, milli ve kültürel ritüellerini özgürce ifade edememektedirler.
Hatay, Mersin ve Adana’da yaşayan Arap Halkı, toplumsal baskılardan hala kurtulamamıştır. Özellikle alevi inancına sahip Arap Halkı, Ulus Şovenizmciler tarafından dışlanmakta ve psikolojik baskı görmektedirler..
Bir halkı yok sayılması, kimlik haklarının görmezden gelinmesi, insanlık onuru ile bağdaşamaz ve bu haklar, er-geç haklının olacaktır..
Sahtekâr, hilebaz ve Ulus devlet şovenizminin kuklaları olan sözüm ona sözde sosyalistlerin, Marksizm ve Leninizm den bihaber bir şekilde ortalıklarda dolaşmaları, canımızı sıkmaktadır. Ancak süreç bizlerin haklılığını da ortaya koyacaktır.
Yaşasın Halkların KKTH Bilinci!
Recep Yılmaz
Nasıl ki; insanları devrimin aydınlık güneşi ile kucaklıyorsa örgütümüz, kendini oluşturan halkların iç dinamiklerini de aydınlatmakta, ışıtmakta ve geleceğe miras bırakmaktadır.
Bugün, emperyalist ABD nin garantörlüğünde oluşturulan “Ezen Ulus Şovenizmi” sistemli ülkeler, toplumu oluşturan renkleri soldurmak adına elinden geleni yapmaktadır. Oysa insanlık, kendi dokularının renkleriyle var oldukça, gökyüzünü gökkuşağına boğacaktır.
Çağımızda bir hastalık haline gelen “Ulus Şovenizmi” ne karşı mücadeledeki en büyük dayanağımızı Marksizm’in temelinde bulmak, en akılcı ve en onurlu duruş olacaktır.
Tarihsel süreç içerisinde, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın deneyimleri, kazanım ve kaybedişleri, “Ulus Şovenizmi” ne karşı “İlkeli Devrimciler” olarak el atmamıza en büyük neden oluşturmaktadır.
Marksizm’in ulusal sorunları, yaklaşık 100 yıl kadar önce “Her Milletin Kendi Kaderini Tayin Hakkı (KKTH)” programı ile çözmüş ve Marks’tan kaçan, Lenin’den kurtulamamış… Lenin’in de bu programa farklı açılardan bakarak KKTH’ye katkı sunması, KKTH Programının günümüz ve geleceğe ışık tutmasını sağlamıştır.
Günümüzde, kendini “Sosyalist” veya “Komünist” olarak tanımlayan ve hatta Lenist gibi görünenlerin, KKTH’nin başlangıç ve sonraki süreçteki farklı bakış açılarıyla ele alınıp işlenmesini, Marks ile Lenin’i bir bütün olarak görme zorunluluğunu anlamasını bekleyemeyiz. Zaten böyle bir beklentimizde bulunmamaktadır.
Beklentimiz, Lenin’in katkıları ile geliştirilen ve Marksizm’in temel kriterlerinden olan “Her Milletin Kendi Kaderini Tayin Hakkı (KKTH)” programını anlayabilmek ve buna örgütlülüğümüz içerisinde hayat kazandırmaktır.
TC Devleti’nin, kuruluşundan günümüze değin uygulamış olduğu “Ezen Ulus Şovenizmi” Anadolu topraklarında asırlardır birlikte yaşayan halkları asimilasyonla yok etmenin eşiğine getirmesine rağmen, bugün Kürdistan dağlarında binlerce PKK Militanı, kendi kaderlerini belirleme çabasındadırlar. Bu çaba Anadolu topraklarında yaşayan her halk tarafından, belli mücadele şekilleri ile sürdürülmekte ve KKTH, örgütümüzün de içinde bulunduğu birçok örgüt tarafından yaşam kaynağı olarak görülmektedir. Çünkü bizler Marksist, Lenist bir örgüt olarak, ilkeli bir devrimci duruş sergilemekten asla vazgeçmedik ve geçmeye de niyetimiz yok.
Anadolu’nun ilk yerleşik halklarından olan Arapların, bu topraklarda 4 milyonu aşkın nüfusuyla hala yok sayılması, İlkeli Devrimcilerin onur meselsidir. Anadillerinde eğitim-öğretim hakkı bulunmamakta, milli ve kültürel ritüellerini özgürce ifade edememektedirler.
Hatay, Mersin ve Adana’da yaşayan Arap Halkı, toplumsal baskılardan hala kurtulamamıştır. Özellikle alevi inancına sahip Arap Halkı, Ulus Şovenizmciler tarafından dışlanmakta ve psikolojik baskı görmektedirler..
Bir halkı yok sayılması, kimlik haklarının görmezden gelinmesi, insanlık onuru ile bağdaşamaz ve bu haklar, er-geç haklının olacaktır..
Sahtekâr, hilebaz ve Ulus devlet şovenizminin kuklaları olan sözüm ona sözde sosyalistlerin, Marksizm ve Leninizm den bihaber bir şekilde ortalıklarda dolaşmaları, canımızı sıkmaktadır. Ancak süreç bizlerin haklılığını da ortaya koyacaktır.
Yaşasın Halkların KKTH Bilinci!
24 Mart 2009 Salı
İKİ İFADE
Mihrac Ural
24 Mart 2009
İtirafçı Engin sonunda benim ifademi buldu. Ve içi yandı. 21 gün Ankara-İstanbul arasında süren işkencelerden sonra ifademin “bir sayfadan az” olduğunu gördü. Ser var sır yok…
İtirafçı Engin Erkiner’in ifadesi 20 sayfa. Rüyalarını bile anlatmış, örgütü kronolojik olarak düğüm düğüm çözmüş. Geçmiş üst komiteler dahil eylemleri, tüm ev adresleri, dostları, akrabaları, herkesi tek tek saymış. Olması muhtemel eylemleri ve bunların muhtemel militanlarını da vermiş. Kusmuşta kusmuş…
İtirafçı Engin’in evveli de ahiri de ifadesinde şu cümlelerle özetlenmiştir. “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Mihrac Ural’ın ifadesi ise ser verip sır vermemekle noktalanmıştır. Kısadır, özdür ve polise meydan okumadır, direnmektir.
İki ifadenin karşılaştırması, itirafçı Engin için bir yıkımdır. Bu yıkımın altından nasıl çıkacağı da belli değil, battıkça batıyor, sağa sola akıllara ziyan karalamalar yaparak batıyor. Engin bir çıkmazda, kendi kamburunu örtmek için çırpınıyor.
Şimdi, itirafçı adam şunu iyi bileceksin, öncelikle bu ülkede öyle kahramanlar var ki, işkencede polise direnmiş ve hiçbir şey konuşmamıştır, adını bile vermemiştir verdiği sadece “beyaz bir sayfa”dır. Burada İbrahim Kaypakkaya’yı anmak direnmeyi anmaktır. TİKB’li liderleri ve kadroları, devrimci hareket literatürüne yaptıkları “beyaz kağıt” katkısını anmadan da geçmemek gerek. “Beyaz kağıt” polise hiçbir şey vermemektir, ismini bile söylememektir. Bu örnekleri görünce benim ifademin bile uzun olduğunu söylersem yanlış olmaz. İtirafçı bu gerçekleri bilmez, bilmek istemez. Ruhuna hafakanlar basar, onursuzlaşır, yüzü kızarır yerin dibine geçer. Bu yüzden direnenlerin hiçbir belirtisinden hoşnut olmaz, onlara karşı kin taşır.
Benden duyduğu sıkıntının temelinde de tas tamam bu vardır. Okurun karşı karşıya kaldığı gerçek, itirafçının bir klinik vakıa olmasından ibarettir.
Direnenler neden itirafçıları sıkıntıya sokar bu bellidir. Bunun psikolojik boyutu nedir? bunu bir uzmana sormak gerek. Bir itirafçının teslim olmasından kaynaklanan yenilmiş ruh hali karşısında, direnenlerin çok ağır bir yük oluşturduğu açıktır. Bu her yerde öyledir. Her örgütte de öyledir. İtirafçılar utanma ve özür duyma duygusunu da yitirmişlerse Engin adam gibi, işte o zaman durum normal bir süreçten çıkar ve kinle örtülü reflekslere yerini bırakır. İtirafçının gerginliği de buradan geliyor. Ama olayları artık izah edemediği için ne tarih kesişmeleri doğru oluyor ne de içine düştüğü çelişkileri izah edebiliyor.
Engin’in bu halleri 1977 Ağustos yakalanmasından beri öyledir. Bir itirafçının ezikliğiyle aramızda yaşadı. 1. Kongrede resmileşen örgüt tüzüğünde, şiddete, bu örgüt cezaları arasında yer vermedik. Önerim böyleydi, oylandı ve kabul edildi. Bu akıl sistemini örgüte hakim kıldık. İtirafçı, hiçbir zaman kimsesi olmadan aramızda yaşadı. Ne bir militan ne bir kadro haklı olarak ona güvenmiyordu. Dostu da yoktu. Ziyaretçisi bile hiç olmadı. Böyle bir adam her kararın iki dudağı arasında olan Mihrac Ural’ın “icabına” bakmaktan söz ediyor; zavallılığın böylesine sadece acınır. Acıyorum sana Engin acıyorum.
Dün İtirafçı Engin’i halletmek bir yudum su almak kadar kolay iken, bunu yapmayı zayıflık sayan Mihrac Ural’ı bu gün TC devleti, polisi ve ajanlarının bile “icabına bakmak”ta aciz kaldığı bir ortamda, itirafçı bir soytarının rüyasının kıymeti itibarı olamaz. Kedi ciğer esprisini hatırlayın o yeter.
İtirafçı Engin, MİT ajanı İbrahim Yalçın’la ortaklığa girdiği andan itibaren (TKEP saflarına sığındıklarından beri) özel harp dairesi diliyle Doğu Perinçek’in ihbarcı yoluna girmiştir. Yazdıkları sadece kirli birer ihbardan ibarettir. Bu yüzden cevaplanmaya değer yanı yoktur. Devrimci harekete yararı olmayan bir cevabı vermenin bizim için anlamı yoktur. Bu nedenle de MİT ajanı İbrahim Yalçın yırtınsa da hiçbir zaman cevap almayacaktır. Yolları açık olsun.
Biz bu yola girdiğimizde direneceğimizi söylemiştik, devam ediyoruz. İşkencede, zindanda, Mültecilik koşullarında direndik durduk. Devam ediyoruz. Biz her ne isek, o hacimle demokrasi mücadelesine katkı verme iradesi gösteriyoruz.
Bir ton söze gerek kalmayan bir noktaya geldik. Bir yanda benim ifadem, diğer yanda itirafçının ifadesi.
İki ifadenin hikayesi, iki kişinin de kişilik hikayesidir. Buyurun bunları karşılaştırarak okuyun tüm gerçek bu iki ifade de saklı.
Bu noktada benim çağrım şudur;
İtirafçı Engin hadi gel her birimiz kendi polis ifadesine “ön söz” yazsın da bu iş bitsin. Okurun beklentisi de yerine gelsin.
24 Mart 2009
İtirafçı Engin sonunda benim ifademi buldu. Ve içi yandı. 21 gün Ankara-İstanbul arasında süren işkencelerden sonra ifademin “bir sayfadan az” olduğunu gördü. Ser var sır yok…
İtirafçı Engin Erkiner’in ifadesi 20 sayfa. Rüyalarını bile anlatmış, örgütü kronolojik olarak düğüm düğüm çözmüş. Geçmiş üst komiteler dahil eylemleri, tüm ev adresleri, dostları, akrabaları, herkesi tek tek saymış. Olması muhtemel eylemleri ve bunların muhtemel militanlarını da vermiş. Kusmuşta kusmuş…
İtirafçı Engin’in evveli de ahiri de ifadesinde şu cümlelerle özetlenmiştir. “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Mihrac Ural’ın ifadesi ise ser verip sır vermemekle noktalanmıştır. Kısadır, özdür ve polise meydan okumadır, direnmektir.
İki ifadenin karşılaştırması, itirafçı Engin için bir yıkımdır. Bu yıkımın altından nasıl çıkacağı da belli değil, battıkça batıyor, sağa sola akıllara ziyan karalamalar yaparak batıyor. Engin bir çıkmazda, kendi kamburunu örtmek için çırpınıyor.
Şimdi, itirafçı adam şunu iyi bileceksin, öncelikle bu ülkede öyle kahramanlar var ki, işkencede polise direnmiş ve hiçbir şey konuşmamıştır, adını bile vermemiştir verdiği sadece “beyaz bir sayfa”dır. Burada İbrahim Kaypakkaya’yı anmak direnmeyi anmaktır. TİKB’li liderleri ve kadroları, devrimci hareket literatürüne yaptıkları “beyaz kağıt” katkısını anmadan da geçmemek gerek. “Beyaz kağıt” polise hiçbir şey vermemektir, ismini bile söylememektir. Bu örnekleri görünce benim ifademin bile uzun olduğunu söylersem yanlış olmaz. İtirafçı bu gerçekleri bilmez, bilmek istemez. Ruhuna hafakanlar basar, onursuzlaşır, yüzü kızarır yerin dibine geçer. Bu yüzden direnenlerin hiçbir belirtisinden hoşnut olmaz, onlara karşı kin taşır.
Benden duyduğu sıkıntının temelinde de tas tamam bu vardır. Okurun karşı karşıya kaldığı gerçek, itirafçının bir klinik vakıa olmasından ibarettir.
Direnenler neden itirafçıları sıkıntıya sokar bu bellidir. Bunun psikolojik boyutu nedir? bunu bir uzmana sormak gerek. Bir itirafçının teslim olmasından kaynaklanan yenilmiş ruh hali karşısında, direnenlerin çok ağır bir yük oluşturduğu açıktır. Bu her yerde öyledir. Her örgütte de öyledir. İtirafçılar utanma ve özür duyma duygusunu da yitirmişlerse Engin adam gibi, işte o zaman durum normal bir süreçten çıkar ve kinle örtülü reflekslere yerini bırakır. İtirafçının gerginliği de buradan geliyor. Ama olayları artık izah edemediği için ne tarih kesişmeleri doğru oluyor ne de içine düştüğü çelişkileri izah edebiliyor.
Engin’in bu halleri 1977 Ağustos yakalanmasından beri öyledir. Bir itirafçının ezikliğiyle aramızda yaşadı. 1. Kongrede resmileşen örgüt tüzüğünde, şiddete, bu örgüt cezaları arasında yer vermedik. Önerim böyleydi, oylandı ve kabul edildi. Bu akıl sistemini örgüte hakim kıldık. İtirafçı, hiçbir zaman kimsesi olmadan aramızda yaşadı. Ne bir militan ne bir kadro haklı olarak ona güvenmiyordu. Dostu da yoktu. Ziyaretçisi bile hiç olmadı. Böyle bir adam her kararın iki dudağı arasında olan Mihrac Ural’ın “icabına” bakmaktan söz ediyor; zavallılığın böylesine sadece acınır. Acıyorum sana Engin acıyorum.
Dün İtirafçı Engin’i halletmek bir yudum su almak kadar kolay iken, bunu yapmayı zayıflık sayan Mihrac Ural’ı bu gün TC devleti, polisi ve ajanlarının bile “icabına bakmak”ta aciz kaldığı bir ortamda, itirafçı bir soytarının rüyasının kıymeti itibarı olamaz. Kedi ciğer esprisini hatırlayın o yeter.
İtirafçı Engin, MİT ajanı İbrahim Yalçın’la ortaklığa girdiği andan itibaren (TKEP saflarına sığındıklarından beri) özel harp dairesi diliyle Doğu Perinçek’in ihbarcı yoluna girmiştir. Yazdıkları sadece kirli birer ihbardan ibarettir. Bu yüzden cevaplanmaya değer yanı yoktur. Devrimci harekete yararı olmayan bir cevabı vermenin bizim için anlamı yoktur. Bu nedenle de MİT ajanı İbrahim Yalçın yırtınsa da hiçbir zaman cevap almayacaktır. Yolları açık olsun.
Biz bu yola girdiğimizde direneceğimizi söylemiştik, devam ediyoruz. İşkencede, zindanda, Mültecilik koşullarında direndik durduk. Devam ediyoruz. Biz her ne isek, o hacimle demokrasi mücadelesine katkı verme iradesi gösteriyoruz.
Bir ton söze gerek kalmayan bir noktaya geldik. Bir yanda benim ifadem, diğer yanda itirafçının ifadesi.
İki ifadenin hikayesi, iki kişinin de kişilik hikayesidir. Buyurun bunları karşılaştırarak okuyun tüm gerçek bu iki ifade de saklı.
Bu noktada benim çağrım şudur;
İtirafçı Engin hadi gel her birimiz kendi polis ifadesine “ön söz” yazsın da bu iş bitsin. Okurun beklentisi de yerine gelsin.
20 Mart 2009 Cuma
MAZLUM DOĞAN BİRLİĞİMİZİN SİMGESİDİR
Mihrac Ural
20 Mart 2009
“Mazlum Doğan’ı bilince çıkarmamız gerek. O bu bölgenin çeşitli etnik ve inanç dokularından gelen aynı siyasal amaçlar ırmağında denize yol alan birliğimizin ve gelecekte tüm renkleriyle birlikte kurmak istediğimiz yaşamın simgesiydi, Kürt halkının kurtuluşu bu çeşitliğin birliği ve özverisiyle gerçek olacaktır” (Abdullah Öcalan, 1984 baharı Bassit’te Mihrac Ural’la sohbetler)
***
1984 baharı, Başkan Öcalan misafirim. Her şeyiyle bir köy olan, deniz kenarındaki çam ağaçlarıyla örülü tepeler üzerinde kurulan Bassit’teydik (kelimenin anlamı, parlayan ışık saçan. Osmanlılar buraya Alaca derlermiş.) Burası, örgütümüzün parti okulu kampının bulunduğu yerdi. Siyasi eğitimler burada yapılırdı.
Başkan Öcalan’la gece sohbetleri uzun sürerdi tüm yoldaşlar sohbete katılır çok önemli bilgi alışverişi gerçekleşirdi. O gece bölge ve sorunlarını konuşuyorduk. Başkan gür sesini kısarak, bölge karmaşasında birliğin önemini vurgulamak istedi. Bunun için “Mazlum Doğan’ı bilince çıkarmamız gerek” dedi ve final cümlesini söyledi…
Final cümlesine gelmeden o günün bölgesine kısa bir göz gezdirelim.
Bölgenin en çetin yılları. İsrail Lübnan'ı 4 Haziran 1982'de işgale başlamış, Sabra-Şatilla katliamlarını gerçekleştirmiş ve güney Lübnan’da kalıcı işgal hazırlıkları içindeydi (2000 yılına kadar sürecek işgal, Direniş örgütlerinin mücadelesi sonucu İsrail'in kaçışıyla son buldu)
Bölge her köşesinde yeni bir şiddet olayıyla çalkalanıyor. Saflar öylesine ayan beyan bölünmüş ki, en kıvrak olanlara bile ortada yer bırakmamış durumda.
Örgütümüz Beyrut kuşatmasından yeni çıkmış, bitmeyen savaş sürecinin yeni mevzilerinde Trablus'ta Filistin direnme örgütleriyle birlikte mücadeleye devam ediyordu.
Müslüman kardeşler gericiliği Suriye'yi terör eylemleriyle kanlı hale getirmişti. İnsanlar şehirlerine, kasabalarına köylerine göre ayrılarak katlediliyorlardı.
Çok kasvetli bir ortam. !2 Eylül rejimi tüm şiddetiyle bir karabasan olarak halkımız üzerine çökmüştü. Ülkede mücadele Orta-doğuda mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğu ayan beyan ortada duruyordu. MİT Lübnan'da harıl harıl çalışıyordu. Bunun belgelerini çok sonra öğreniyoruz (Bkz. Soner Yalçın "Bay Pipo", Mehmet Eymür "Sentez")
Savaşı her cephede iki saf arasında yürüyordu. Bir tarafta Amerika, İsrail, Müslüman Kardeşler dahil her türden Arap gericiliği ve 12 Eylül rejimiyle Türkiye. Diğer tarafta bölgenin tüm direnen güçleri, Irak'ta Kürt hareketi ilerici Suriye yönetimi, Filistin direnme güçleri, Lübnan Direnme güçleri ve Türkiye devrimci hareketi (O tarihte kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi FKBDC) yer alıyordu. Bu savaşlarda, Hana Maptunoğlu, Vedat Erdal, Kuvvetin Külekçi, Süleyman Kılıç, Selahittin Kaya yoldaşları şehit vermiştik.
Bütün bunlar yanı sıra çok önemli bir unsur ilk kez Alevi kökenli ve Sünni kökenli devrimci direnme etkinlikleri bir arada bu alt kimliklerini inkar etmeden gerici güçlere karşı bir mücadele yükseltiyorlardı. Bunu Suriye’de çok daha açık hissetmek mümkündü. Çünkü Suriye'de İlerici yönetime karşı Müslüman Kardeşler terör örgütü "Alevi iktidarına karşı tüm Müslümanları cihada" çağırıyordu. Bu çağrının sahteliği işte böylesi bir ortamda Alevilerle Sünnilerin omuz omuza direnişiyle cevap vererek açığa çıkıyordu. Benzer ortamın bu günde sürmekte olduğuna dikkat çekerim; bölgemizde Şii-Sünni ayrımı yapmak isteyen, Amerika İsrail, Arap gericiliği, en iyi cevabı Şii-Sünni kökenli direnme örgütlerinin mücadele ortaklığıyla almaktadır. Filistin’de Sünni Direnme hareketleri, Lübnan’da Şii direnme hareketleri bunun ifadesidir.)
Dönelim, Başkan Öcalan’ın o gecenin final cümlesine “o bu bölgenin çeşitli etnik ve inanç dokularından gelen aynı siyasal amaçlar ırmağında denize yol alan birliğimizin ve gelecekte tüm renkleriyle birlikte kurmak istediğimiz yaşamın simgesiydi, Kürt halkının kurtuluşu bu çeşitliğin birliği ve özverisiyle gerçek olacaktır” dedi. Mazlum doğan, o gece yapılan tüm siyasi sohbetlerin finalinde hepimiz için bir yıldız gibi parlamıştı.
Newroz ateşi yeni bir dünya için enerji katkısı, Mazlum Doğan’ın anısı da ortak ülkemizde demokrasi ve özgürlük mücadelesine ışık olsun diyorum.
20 Mart 2009
“Mazlum Doğan’ı bilince çıkarmamız gerek. O bu bölgenin çeşitli etnik ve inanç dokularından gelen aynı siyasal amaçlar ırmağında denize yol alan birliğimizin ve gelecekte tüm renkleriyle birlikte kurmak istediğimiz yaşamın simgesiydi, Kürt halkının kurtuluşu bu çeşitliğin birliği ve özverisiyle gerçek olacaktır” (Abdullah Öcalan, 1984 baharı Bassit’te Mihrac Ural’la sohbetler)
***
1984 baharı, Başkan Öcalan misafirim. Her şeyiyle bir köy olan, deniz kenarındaki çam ağaçlarıyla örülü tepeler üzerinde kurulan Bassit’teydik (kelimenin anlamı, parlayan ışık saçan. Osmanlılar buraya Alaca derlermiş.) Burası, örgütümüzün parti okulu kampının bulunduğu yerdi. Siyasi eğitimler burada yapılırdı.
Başkan Öcalan’la gece sohbetleri uzun sürerdi tüm yoldaşlar sohbete katılır çok önemli bilgi alışverişi gerçekleşirdi. O gece bölge ve sorunlarını konuşuyorduk. Başkan gür sesini kısarak, bölge karmaşasında birliğin önemini vurgulamak istedi. Bunun için “Mazlum Doğan’ı bilince çıkarmamız gerek” dedi ve final cümlesini söyledi…
Final cümlesine gelmeden o günün bölgesine kısa bir göz gezdirelim.
Bölgenin en çetin yılları. İsrail Lübnan'ı 4 Haziran 1982'de işgale başlamış, Sabra-Şatilla katliamlarını gerçekleştirmiş ve güney Lübnan’da kalıcı işgal hazırlıkları içindeydi (2000 yılına kadar sürecek işgal, Direniş örgütlerinin mücadelesi sonucu İsrail'in kaçışıyla son buldu)
Bölge her köşesinde yeni bir şiddet olayıyla çalkalanıyor. Saflar öylesine ayan beyan bölünmüş ki, en kıvrak olanlara bile ortada yer bırakmamış durumda.
Örgütümüz Beyrut kuşatmasından yeni çıkmış, bitmeyen savaş sürecinin yeni mevzilerinde Trablus'ta Filistin direnme örgütleriyle birlikte mücadeleye devam ediyordu.
Müslüman kardeşler gericiliği Suriye'yi terör eylemleriyle kanlı hale getirmişti. İnsanlar şehirlerine, kasabalarına köylerine göre ayrılarak katlediliyorlardı.
Çok kasvetli bir ortam. !2 Eylül rejimi tüm şiddetiyle bir karabasan olarak halkımız üzerine çökmüştü. Ülkede mücadele Orta-doğuda mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğu ayan beyan ortada duruyordu. MİT Lübnan'da harıl harıl çalışıyordu. Bunun belgelerini çok sonra öğreniyoruz (Bkz. Soner Yalçın "Bay Pipo", Mehmet Eymür "Sentez")
Savaşı her cephede iki saf arasında yürüyordu. Bir tarafta Amerika, İsrail, Müslüman Kardeşler dahil her türden Arap gericiliği ve 12 Eylül rejimiyle Türkiye. Diğer tarafta bölgenin tüm direnen güçleri, Irak'ta Kürt hareketi ilerici Suriye yönetimi, Filistin direnme güçleri, Lübnan Direnme güçleri ve Türkiye devrimci hareketi (O tarihte kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi FKBDC) yer alıyordu. Bu savaşlarda, Hana Maptunoğlu, Vedat Erdal, Kuvvetin Külekçi, Süleyman Kılıç, Selahittin Kaya yoldaşları şehit vermiştik.
Bütün bunlar yanı sıra çok önemli bir unsur ilk kez Alevi kökenli ve Sünni kökenli devrimci direnme etkinlikleri bir arada bu alt kimliklerini inkar etmeden gerici güçlere karşı bir mücadele yükseltiyorlardı. Bunu Suriye’de çok daha açık hissetmek mümkündü. Çünkü Suriye'de İlerici yönetime karşı Müslüman Kardeşler terör örgütü "Alevi iktidarına karşı tüm Müslümanları cihada" çağırıyordu. Bu çağrının sahteliği işte böylesi bir ortamda Alevilerle Sünnilerin omuz omuza direnişiyle cevap vererek açığa çıkıyordu. Benzer ortamın bu günde sürmekte olduğuna dikkat çekerim; bölgemizde Şii-Sünni ayrımı yapmak isteyen, Amerika İsrail, Arap gericiliği, en iyi cevabı Şii-Sünni kökenli direnme örgütlerinin mücadele ortaklığıyla almaktadır. Filistin’de Sünni Direnme hareketleri, Lübnan’da Şii direnme hareketleri bunun ifadesidir.)
Dönelim, Başkan Öcalan’ın o gecenin final cümlesine “o bu bölgenin çeşitli etnik ve inanç dokularından gelen aynı siyasal amaçlar ırmağında denize yol alan birliğimizin ve gelecekte tüm renkleriyle birlikte kurmak istediğimiz yaşamın simgesiydi, Kürt halkının kurtuluşu bu çeşitliğin birliği ve özverisiyle gerçek olacaktır” dedi. Mazlum doğan, o gece yapılan tüm siyasi sohbetlerin finalinde hepimiz için bir yıldız gibi parlamıştı.
Newroz ateşi yeni bir dünya için enerji katkısı, Mazlum Doğan’ın anısı da ortak ülkemizde demokrasi ve özgürlük mücadelesine ışık olsun diyorum.
VESVESE
Mihrac Ural'ın notu:
17 Mart 2009
üç gündür süren toplantılarım nedeniyle bolgumla yeterince ilgilenemedim. Bu gün (17 Mart 2009) Mail kutusunda Mehmet Yavuz'un "VESVESE" başlıklı anlamlı yazısını aldım.
Nebil her ikimizin de can yoldaşıydı. Birbirimizin güven limanı ve ruh birliğiydi. Nebil'le aramızdaki yoldaşlığın bir başka örneği çok güç bulunurdu. (68. DOSYA) Nebil... Nebil... yazımda bu duygularımı, ortak eylem ve çabalarımızı özetle anlattım. Daha da anlatacaklarım var. Nebil yoldaşın toprağına kavuşmasını bekliyorum…
Ancak Mehmet yoldaşın "Sana inanıyorum; çünkü geçmişten bugüne taşınan ilişkimizde ben senden yana hiç bir olumsuzluk görmedim, hissetmedim.. Erkan ile de yıllara dayanan ilişkimde onun yanlışını hiç görmedim." sözlerine de dayanarak, Erkan'ı tenzih edip şunları söylüyorum.
Pusula konusunda nemalanmak isteyenleri hiç muhatap almıyorum. Böyle bir pusula bizden Nebil'e hiç bir zaman yazılmadı. Nebil, bizi isteyince firarı durumda bile zindana yanımıza geldi. Konya'ya geldiği ve oradan aldığı talimatla Filistin’e gittiği gibi. Biz Nebil’den bir şey isteyince direk yoldaşlar giderdi ( Filistinlilerle kaçacağı gün yanında olmasını istediği ve benim onayımı alarak Tacettin Sarı'nın Sağmalcılara yanına gitmesi gibi) . Aramızda pusula hiç bir zaman ne geldi ne de gitti.
Pusula olayında öncelikle bilinmesi gereken, pusulayı taşıyandır. Nebil pusulada kod adı olmasına rağmen pusulayı kod adından değil yazısından tanıdığını söylemesi, kod adını tanımadığını gösterir. Ayrıca pusulayı taşıyanın ona bu pusulayı kimden getirdiğini söylememiş olması gerekir. Yoksa yazıya bakarak yazanı bilmeye ne gerek var ki.
Nebil her halükarda pusulayı getireni biliyor olmalı. bilmediği birinden pusulayı nasıl alır bunu anlamak güç. Nebili bilmeyen biri, Nebili nasıl bulabilir bu da anlaşılır bir şey değildir. Gelen kişi güvenilmez ise Nebil ne pusulaya ne de adama güvenerek bir yere gitmemesi gerekirdi. Nebil sesizdir ama zekidir. Böyle bir oyuna düşen Nebil portresi ona yakışık değildir.
Mehmet Yavuzun dediği gibi, bu olay üzerine “binlerce senaryo çizilebilir “bu olay üzerine. Polisin devrimcileri avlamak için başvurduğu binlerce yöntemi dün de bu günde yeterince açık görüyoruz. Adam el yazısıyla MİT'en para aldığını açıklıyor ve utanmadan hala başkasını karalamak için yalan uyduruyor. Bunu da herkesin gözüne baka baka yapıyor. Buyurun polisin bu türü de ortalıkta dolaşıyor işte.
Burjuva hukukta bile belge olmadan itham yapılamaz. Ama gözlerini kin bürümüş olanların buna hiç ihtiyacı olmayabilir. Ancak devrimcilerin çok daha titiz olmaları gerekiyor. Aramızda Pol Pot özentisi adalet duygusu gelişmiş olanlar hiç de az değildir. Bunları ve tüm yalanlarını, kurgu ve çirkin karalamalarını, küçümsüyor, muhatap bile almıyorum.
Kendi el yazısıyla, Acilciler 1.Kongresini ihbar etmek için 150 000TL “yı MİT”en aldığını itiraf etmiş birinin söyleyeceği hiçbir şeyi muhatap almayacağımız açıktır. MİT”e satılmış İbrahim yalçının muhatabı sahipleridir ve ortağıdır. Ortağı ise, İtirafçılığını polis ifadesi resmi belgeyle ispat etiğimiz Engin Erkiner”dir. (http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Sözlerimi, benim adıma bir cevap olarak gördüğüm değerli yoldaşım Mehmet Yavuz'un yazısını yayınlayıp noktalıyorum.
VESVESE
Mehmet Yavuz
17 Mart 2009
1976 yılıydı. Sıcak bir yaz günü Dörtayak mahallesinin çıkmaz bir sokağında bulunan Mihraç’ın akrabalarından birine ait hücre evde Nebil’le birlikteydik.
Bu ev; içten tahta bir merdivenle ikinci kata çıkılan toplam iki odalı, girişinde küçük bir havuşu olan eski bir binaydı. Çatısının çinko kaplı olduğunu sandığım bu evde sabahleyin Nebil’le birlikte uyanmıştık. Bir eylemde bulunduğumuzda bir süre bu evde kalıyorduk.
Çaylarımızı içtikten sonra Nebil’le birlikte o günü nasıl geçireceğimizi konuşmaya başladık. Fikrin kimden çıktığını hatırlamıyorum ama evde bulunan silahlardan belimize birer tane takıp bir miktar da mermi alarak atış talimi yapma kararıyla hiç kimseye haber etmeden sokağa çıktık.
Dörtayak mahallesi, eski taş binaları ve çıkmaz sokaklarıyla her yerinde tarih kokan bir labirent gibidir. Sırtını yasladığı Habib-i Neccar dağı, şefkatle Antakya’yı kucaklayan bir ananın kolları gibidir. Labirenti andıran bu eski sokaklar, yabancıyı anında şaşkına çevirir.
Nebil’le birlikte bu labirentte bir süre yürüdükten sonra Affan civarında dağ yoluna saptık. Dağdaki patikalardan Antakya’yı bir boydan diğerine yürüyerek geçip Harbiye civarına ulaştık. Dağda yürürken ayaklarımız altında ezilen kekiklerin mis kokusunu, her nefes alışımızda ciğerlerimizde hissediyorduk.
Dağın ıssız bir bölümünde belimizden silahları çıkardık.. Hedef seçtiğimiz noktalara çeşitli mesafelerden atışlar yaptık. Birer şarjörlük mermimiz kaldığında silahları bırakıp dağın kuytuluklarında uzanarak hayaller kurduk. Uzun uzadıya iki üç adet silahla devrimin nasıl başarılabileceğini konuştuk. Şehirden kırlara, öncü kuvvetten düzenli birliklere ulaşacak devrim mücadelesinin süreci hakkında kafamızda hep soru işaretleri vardı.
Kafamızda birbirimizle paylaşmaya çekindiğimiz onlarca soru işareti ile hava kararmadan önce geldiğimiz yoldan Antakya’ya doğru yürümeye başladık. Kafamızdaki soruları alenen tartışmaktan çekinmemizin nedeni, devrimci hırsımızın ya da inancımızın sorgulanabileceği endişesiydi.
Dönüş yolunda her ikimiz de muhtemelen bu sorularla meşgul olduğumuzdan pek konuşmadık. Eve varınca üst kata çıktık. Ben, belimdeki silahı çıkarıp yatağın altına koydum ve başım kapıya gelecek şekilde sedir üstündeki yatağa yüz üstü uzandım. Odadaki tek yatak oydu.
Ayak ucumda oturan Nebil, belindeki silahı çıkarıp doldur boşalt yapmaya başlamıştı. Mekanizmanın geriye doğru çekilip mermilerin dışarı atılma seslerini duyuyordum. Bu mekanizma seslerinin arasına aniden PAAT diye bir patlama sesi karıştı. Sağ kulağımın dibinden bir vızıltının geçtiğini hissettim.
Doğrulup Nebil’e baktığımda yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm. Nebil’in silah tutan elleriyle başım arasındaki mesafe bir metre kadar bir uzaklıktı. Elindeki silahı yatağa doğru attı ve ‘’ Neredeyse vuruyordum seni..’’ dedi. ‘’ Bir daha almam bu silahı elime..’’
Bu talihsiz kazayı ucuz atlatmıştık. Nebil’le birbirimize sarıldık. Nebil çok üzgündü.. Kendisine ‘’ Olur böyle şeyler, kafana takma..’’ dedim. Ama ben de şaşkındım. Yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o kıl kalınlığı kadar mesafede gidip gelmiştim. Çekirdeğin gittiği yeri bulamadık ama boş kovan yatağın yanına yuvarlanmıştı.
Aradan yıllar geçti.. İnsan ömrünün bazen tesadüflerle sürdüğünü, bazen tesadüflerle sakata geldiğini yaşayarak öğrendim..
Yıllardır uzun gecelerin yalnızlığında gençliğimden bu yana içimde taşıdığım hasretlerimi Ahmed Arif’in şiirleriyle daha da yoğunlaştırmaya çalıştım.. Hayat ne kadar zor, yaşamak ne kadar eziyet verici.. Ve bazen ölüm ne kadar yakın, ne kadar kolay..
Ahmed Arif’in şiirleri beni Antakya sokaklarına taşır.. Orada Mihraçlar, Mustafalar, Nebiller, Erkanlar, Yusuflar, Hamzalarla adeta fink atarım.. Bazen şeytan dürter, içime türlü vesveseler sokmaya çalışır. Bense ısrarla defederim onları.
Şimdi sanal alemdeki o tatsız suçlamalar ortamında düşünüyorum da; eğer ben 1976 yazında Nebil’in elinden çıkan mermiyle ölseydim, bir anlık kazanın sonucu olacak o olay nasıl bir derinlik kazanırdı bugün ..?
Evet, yaşayarak öğrendim: Vesvese kalıcı hale gelirse insan beyninde maraz yaratır.. Bu marazı kapan kişi her sapa bir kulp, her kulpa bir sap takmaya çalışır.. Bunun örneklerine her gün şahit oluyoruz.
O halde; vesveselerden arınmalı, her olaya bin senaryo üretme alışkanlığından hızla kurtulmalıyız..
17 Mart 2009
üç gündür süren toplantılarım nedeniyle bolgumla yeterince ilgilenemedim. Bu gün (17 Mart 2009) Mail kutusunda Mehmet Yavuz'un "VESVESE" başlıklı anlamlı yazısını aldım.
Nebil her ikimizin de can yoldaşıydı. Birbirimizin güven limanı ve ruh birliğiydi. Nebil'le aramızdaki yoldaşlığın bir başka örneği çok güç bulunurdu. (68. DOSYA) Nebil... Nebil... yazımda bu duygularımı, ortak eylem ve çabalarımızı özetle anlattım. Daha da anlatacaklarım var. Nebil yoldaşın toprağına kavuşmasını bekliyorum…
Ancak Mehmet yoldaşın "Sana inanıyorum; çünkü geçmişten bugüne taşınan ilişkimizde ben senden yana hiç bir olumsuzluk görmedim, hissetmedim.. Erkan ile de yıllara dayanan ilişkimde onun yanlışını hiç görmedim." sözlerine de dayanarak, Erkan'ı tenzih edip şunları söylüyorum.
Pusula konusunda nemalanmak isteyenleri hiç muhatap almıyorum. Böyle bir pusula bizden Nebil'e hiç bir zaman yazılmadı. Nebil, bizi isteyince firarı durumda bile zindana yanımıza geldi. Konya'ya geldiği ve oradan aldığı talimatla Filistin’e gittiği gibi. Biz Nebil’den bir şey isteyince direk yoldaşlar giderdi ( Filistinlilerle kaçacağı gün yanında olmasını istediği ve benim onayımı alarak Tacettin Sarı'nın Sağmalcılara yanına gitmesi gibi) . Aramızda pusula hiç bir zaman ne geldi ne de gitti.
Pusula olayında öncelikle bilinmesi gereken, pusulayı taşıyandır. Nebil pusulada kod adı olmasına rağmen pusulayı kod adından değil yazısından tanıdığını söylemesi, kod adını tanımadığını gösterir. Ayrıca pusulayı taşıyanın ona bu pusulayı kimden getirdiğini söylememiş olması gerekir. Yoksa yazıya bakarak yazanı bilmeye ne gerek var ki.
Nebil her halükarda pusulayı getireni biliyor olmalı. bilmediği birinden pusulayı nasıl alır bunu anlamak güç. Nebili bilmeyen biri, Nebili nasıl bulabilir bu da anlaşılır bir şey değildir. Gelen kişi güvenilmez ise Nebil ne pusulaya ne de adama güvenerek bir yere gitmemesi gerekirdi. Nebil sesizdir ama zekidir. Böyle bir oyuna düşen Nebil portresi ona yakışık değildir.
Mehmet Yavuzun dediği gibi, bu olay üzerine “binlerce senaryo çizilebilir “bu olay üzerine. Polisin devrimcileri avlamak için başvurduğu binlerce yöntemi dün de bu günde yeterince açık görüyoruz. Adam el yazısıyla MİT'en para aldığını açıklıyor ve utanmadan hala başkasını karalamak için yalan uyduruyor. Bunu da herkesin gözüne baka baka yapıyor. Buyurun polisin bu türü de ortalıkta dolaşıyor işte.
Burjuva hukukta bile belge olmadan itham yapılamaz. Ama gözlerini kin bürümüş olanların buna hiç ihtiyacı olmayabilir. Ancak devrimcilerin çok daha titiz olmaları gerekiyor. Aramızda Pol Pot özentisi adalet duygusu gelişmiş olanlar hiç de az değildir. Bunları ve tüm yalanlarını, kurgu ve çirkin karalamalarını, küçümsüyor, muhatap bile almıyorum.
Kendi el yazısıyla, Acilciler 1.Kongresini ihbar etmek için 150 000TL “yı MİT”en aldığını itiraf etmiş birinin söyleyeceği hiçbir şeyi muhatap almayacağımız açıktır. MİT”e satılmış İbrahim yalçının muhatabı sahipleridir ve ortağıdır. Ortağı ise, İtirafçılığını polis ifadesi resmi belgeyle ispat etiğimiz Engin Erkiner”dir. (http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Sözlerimi, benim adıma bir cevap olarak gördüğüm değerli yoldaşım Mehmet Yavuz'un yazısını yayınlayıp noktalıyorum.
VESVESE
Mehmet Yavuz
17 Mart 2009
1976 yılıydı. Sıcak bir yaz günü Dörtayak mahallesinin çıkmaz bir sokağında bulunan Mihraç’ın akrabalarından birine ait hücre evde Nebil’le birlikteydik.
Bu ev; içten tahta bir merdivenle ikinci kata çıkılan toplam iki odalı, girişinde küçük bir havuşu olan eski bir binaydı. Çatısının çinko kaplı olduğunu sandığım bu evde sabahleyin Nebil’le birlikte uyanmıştık. Bir eylemde bulunduğumuzda bir süre bu evde kalıyorduk.
Çaylarımızı içtikten sonra Nebil’le birlikte o günü nasıl geçireceğimizi konuşmaya başladık. Fikrin kimden çıktığını hatırlamıyorum ama evde bulunan silahlardan belimize birer tane takıp bir miktar da mermi alarak atış talimi yapma kararıyla hiç kimseye haber etmeden sokağa çıktık.
Dörtayak mahallesi, eski taş binaları ve çıkmaz sokaklarıyla her yerinde tarih kokan bir labirent gibidir. Sırtını yasladığı Habib-i Neccar dağı, şefkatle Antakya’yı kucaklayan bir ananın kolları gibidir. Labirenti andıran bu eski sokaklar, yabancıyı anında şaşkına çevirir.
Nebil’le birlikte bu labirentte bir süre yürüdükten sonra Affan civarında dağ yoluna saptık. Dağdaki patikalardan Antakya’yı bir boydan diğerine yürüyerek geçip Harbiye civarına ulaştık. Dağda yürürken ayaklarımız altında ezilen kekiklerin mis kokusunu, her nefes alışımızda ciğerlerimizde hissediyorduk.
Dağın ıssız bir bölümünde belimizden silahları çıkardık.. Hedef seçtiğimiz noktalara çeşitli mesafelerden atışlar yaptık. Birer şarjörlük mermimiz kaldığında silahları bırakıp dağın kuytuluklarında uzanarak hayaller kurduk. Uzun uzadıya iki üç adet silahla devrimin nasıl başarılabileceğini konuştuk. Şehirden kırlara, öncü kuvvetten düzenli birliklere ulaşacak devrim mücadelesinin süreci hakkında kafamızda hep soru işaretleri vardı.
Kafamızda birbirimizle paylaşmaya çekindiğimiz onlarca soru işareti ile hava kararmadan önce geldiğimiz yoldan Antakya’ya doğru yürümeye başladık. Kafamızdaki soruları alenen tartışmaktan çekinmemizin nedeni, devrimci hırsımızın ya da inancımızın sorgulanabileceği endişesiydi.
Dönüş yolunda her ikimiz de muhtemelen bu sorularla meşgul olduğumuzdan pek konuşmadık. Eve varınca üst kata çıktık. Ben, belimdeki silahı çıkarıp yatağın altına koydum ve başım kapıya gelecek şekilde sedir üstündeki yatağa yüz üstü uzandım. Odadaki tek yatak oydu.
Ayak ucumda oturan Nebil, belindeki silahı çıkarıp doldur boşalt yapmaya başlamıştı. Mekanizmanın geriye doğru çekilip mermilerin dışarı atılma seslerini duyuyordum. Bu mekanizma seslerinin arasına aniden PAAT diye bir patlama sesi karıştı. Sağ kulağımın dibinden bir vızıltının geçtiğini hissettim.
Doğrulup Nebil’e baktığımda yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm. Nebil’in silah tutan elleriyle başım arasındaki mesafe bir metre kadar bir uzaklıktı. Elindeki silahı yatağa doğru attı ve ‘’ Neredeyse vuruyordum seni..’’ dedi. ‘’ Bir daha almam bu silahı elime..’’
Bu talihsiz kazayı ucuz atlatmıştık. Nebil’le birbirimize sarıldık. Nebil çok üzgündü.. Kendisine ‘’ Olur böyle şeyler, kafana takma..’’ dedim. Ama ben de şaşkındım. Yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o kıl kalınlığı kadar mesafede gidip gelmiştim. Çekirdeğin gittiği yeri bulamadık ama boş kovan yatağın yanına yuvarlanmıştı.
Aradan yıllar geçti.. İnsan ömrünün bazen tesadüflerle sürdüğünü, bazen tesadüflerle sakata geldiğini yaşayarak öğrendim..
Yıllardır uzun gecelerin yalnızlığında gençliğimden bu yana içimde taşıdığım hasretlerimi Ahmed Arif’in şiirleriyle daha da yoğunlaştırmaya çalıştım.. Hayat ne kadar zor, yaşamak ne kadar eziyet verici.. Ve bazen ölüm ne kadar yakın, ne kadar kolay..
Ahmed Arif’in şiirleri beni Antakya sokaklarına taşır.. Orada Mihraçlar, Mustafalar, Nebiller, Erkanlar, Yusuflar, Hamzalarla adeta fink atarım.. Bazen şeytan dürter, içime türlü vesveseler sokmaya çalışır. Bense ısrarla defederim onları.
Şimdi sanal alemdeki o tatsız suçlamalar ortamında düşünüyorum da; eğer ben 1976 yazında Nebil’in elinden çıkan mermiyle ölseydim, bir anlık kazanın sonucu olacak o olay nasıl bir derinlik kazanırdı bugün ..?
Evet, yaşayarak öğrendim: Vesvese kalıcı hale gelirse insan beyninde maraz yaratır.. Bu marazı kapan kişi her sapa bir kulp, her kulpa bir sap takmaya çalışır.. Bunun örneklerine her gün şahit oluyoruz.
O halde; vesveselerden arınmalı, her olaya bin senaryo üretme alışkanlığından hızla kurtulmalıyız..
15 Mart 2009 Pazar
TARİHLE YÜZLEŞMEK
Mihrac Ural
15 Mart 2009
Diyarbakır grupta, Celalettin Can dostumun “12 Mart Sürüyor ya da Dün Bugündür!” başlıklı bir yorumu yayınlandı. Hepimiz adına önemli tespitler yapmış. Son paragrafında en önemlisini söylemiş. Tarihle yüzleşmenin “yakıcı bir ihtiyaç” olduğunu belirlemiş.
“12 Mart darbesiyle hesaplaşabilseydik, 70’li yıllarda iç savaş
yaşanmayacağı gibi devamla Kürt savaşı da yaşanmaz, Kürt-Türk
kardeşliği daha az sancılı bir yoldan kurulur ve on binlerce genç
insanımızı, arkadaşımızı kaybetmezdik. Sınırlı bir gözlem dahi
Türkiye’yi 12 Mart darbesine hazırlayan, 12 Mart cinayetlerini ve
katliamlarını yapan kadronun ve finansörlerinin 70’li, 80’li, 90’lı
yıllarda, hatta günümüzde iş başında olduğunu, onların katliamcı,
faşizan zihniyetinin sürece hakim olduğunu ortaya çıkarır. Darbecilik
sürüyor, 12 Mart sürüyor ya da dün bugündür.
Toplum ve halk olarak yakın tarihimizle hesaplaşma yakıcı bir ihtiyaç
olarak önümüzde duruyor. Gerçekle Yüzleşme ve Adalet Komisyonları
üzerinden yarınlarımızın da dün olmaması için bu hesaplaşmayı yaşamak,
rahatlamak zorundadır Türkiye!”
Tarihle hesaplaşma, önemli bir belirleme. Hepimiz adına yerinde bir tespittir. Bu belirlemeye benim de ekleyecek bir iki cümle var. 207. Cumartesi anneleri etkinliğiyle dayanışma üzerine yazdığım kısa yazıda da dile getirdim.
“Artık tarihle yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Ülkemizin küresel ölçekte gerçek insan potansiyelleriyle kendi orijinalitesinin hakkettiği yeri alabilmesi için, tarihiyle yüzleşmesi zorunludur. Bu aşamayı sağlıklı olarak geçemeyen ülkeler kaosların girdabında, kimlik bunalımlarının içinde kavrulup durmuştur. Ülkemiz bu gün, bu acının pençesi altındadır.” (Bkz. Mihrac Ural, Kayıplarını bulamayan bir ülke açıklarını asla kapatamaz. http://mirural.blogspot.com/ )
Celalettin Can’ın yazısına ben de bu satırlardan, tarihiyle yüzleşemeyen bir toplumun kaoslarından kurtulmasının mümkün olmayacağını ekleyeceğim.
Bu yüzleşme dünyanın farklı ülkelerinde de gerçekleşmiştir. Güney Afrika Cumhuriyetinde Mandela süreciyle başlayan tarih yüzleşmesi başarıyla ilerlemiştir. Batıda da bu adımlar çok önceleri atılmıştı. Lübnan gibi küçük bir ülke bile dünyaya dönük açılımlarıyla bu adımın peşindedir. Ülkemiz ise bundan hala çok uzakta. Oysa biz bir kez değil en azından iki kez tarihle yüzleşmeliydik, birincisi Osmanlıdan çıkışta, ikincisi 1990 sonrası tüm cumhuriyet dönemiyle ilgili yüzleşmemiz gerekiyordu. “Tarih ve Cesaret” adlı bir makalemde (9 eylül 2002) bu konu üzerinde uzunca durdum (Bkz. Adı geçen link) .
Bu gün ülkemizde sorunların aşılamamasında Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, bu yüzleşmenin olmaması önem taşıyor. Cumhuriyet, Osmanlı geçmişiyle bağını bu anlamda koparma durumunda olamadı. Bu günün kaoslarında ve tamamlanması gereken tarih yüzleşmesinde aşması gereken görevleri hala önünde durmaktadır.
Bunu aşmak için objektif ve sübjektif birçok unsurun bir araya gelmesi gerekmektedir. Ülkemiz bu unsurların olgunluklarının ortaya çıkışını bekler gibidir. Bu noktada öznel çabaların rolü önem taşıyor.
Ortak ülkemizin sancılarını aşmak için objektif koşulların yetersizliklerine karşın öznel çabalarımızın etkinliğiyle bu süreci tırmandırmakla yükümlüyüz.
Celalettin can’ın dediği gibi “dün bu gün olmamalı”. Bunun için büyük çabaların ortaya konması gerekmekte.
Aydın olmanın sınavı da buradadır.
(75.DOSYA) BELGELER KONUŞUNCA, YALANLAR TESLİM OLUR.
Mihrac Ural
14 Mart 2009
Ne dedikodu ne de siyasi hasım ithamı,
ne söylenti ne de kanıtsız iddia. İmzanı taşıyan Polis ifadenle senin itirafçı olduğunu ispat ettik. Resmi belgeyi de yayınladık. Bu, seni kin reflekslerine sürükledi; anlaşılır bir şey. Tedavi olmalısın.
Ortağın kim?
Ortağının kod adı Şahin’dir. MİT bu kod adı vermiş, kimin isminden ilham almışlarsa. Şahin’in marifetleri de pek çoktur. Şahin, İbrahim Yalçın’dır.
El yazısıyla itiraf etti, MİT hesabına çalıştığını, MİT’ten para aldığını ayrıntılarıyla anlattı. El yazılı belgesini yayınladık, hala yayındadır, bir kez daha göz at…
Başka söze gerek var mı?
Attığın çamurların tümünün yalan olduğunu, kin Saikleriyle kurgulandığını ve kime hizmet ettiğini söylemeye gerek var mı?
***
İtirafçı Engin Erkiner tüm çırpınışların beyhude. Nebil yoldaşla olan ruh birliğimizi ve yoldaşlığımızı, ölümleri aşmış devrimci mücadelemizi, her koşulda birbirimize güven limanı oluşumuzu kirletemeyeceksin. Yalanların ve kurgularınla kimseyi aldatamasın. Çırpınışların ise kamburunu örtemeye yetmez.
Ne dedikodu ne de siyasi hasım ithamı, ne söylenti ne de kanıtsız iddia. İmzanı taşıyan Polis ifadenle senin itirafçı olduğunu ispat ettik. Resmi belgeyi de yayınladık. Bu, seni utanç bir kin refleksine sürükledi. Anlaşılır bir şey, tedavi olmalısın.
Mihrac Ural’ın 35 yıldır kararlılıkla süren devrimci mücadelesi, işkencedeki direnişi, sürgün edildiği 12 zindanda yükselttiği devrimci kavga, yurt dışında yattığı 6 zindan ve bu gün sırala arkasında olduğu siyasal tutumları, senin evveline de ahirine de verilecek en iyi cevaptır.
Sana gelince. Biz sadece belgeleri, kanıtları ispatları maddi delilleri ortaya koyduk. Yorumsuz olarak da yayınladık. Tüm yalanlarını böyle teslim aldık. Sen artık belge ve kanıtlarımızın mahkumusun. Bu mahkumiyetini hiçbir kurgun ve yalanın kurtaramaz. Zaman sana bunu çok açık ve yalın gösterecek.
Emin ol ki, itirafçılığını örtme telaşını anlıyorum. Allah kimsenin başına getirmesin. Kolay değil. Gerçek belgesiyle ortaya konmuşsa, kişinin sırtında ölene kadar kambur olarak kalır.
Polis ifadenle böbürleniyordun. Belgeler yayınlanınca ne oldu? Sus pus oldun. Çünkü bu ifaden o kadar utanç verici ki, “ön söz” değil “son söz” yazdırır adama. Bundan artık hiç söz etmemen bile bunu göstermeye yeter.
İtirafçılık yarım kabahat, ama sen ortağınla başka yerlere ulaştın. Birkaç tıklamayı geçmeyen yazılarına bir göz at, kaç ihbar yaptın, kaç devrimcinin adını polise afişe ettin, hiçbir tartışmanın adabında olmaması gereken bilgileri polise nasıl aktardın bir düşün. Bunlar senin geldiğin yeri göstermeye yeter. Sen açık ve net olarak itirafçılığın kaçınılmaz devamı olan bir polis ajanısın artık. Mihrac Ural hakkında günlük bilgi ara, ispiyonlarına yenilerini ekle.
Hayatın boyunca arkadan nal topladın, bu sensin…
Senin gibi zayıf birinin buraya gelmesi çok normal. Seni tanıyan herkes bu zaafını bilir, sen iki tokatta örgütü polise veren adamsın…
Bir itirafçı olarak, THKP-C (Acilciler)’e özür borcun vardı. Bunu ödeyemeden ortağınla polis ajanlığına başladın. Artık özrün de geçersiz oldu.
İtirafçı ruh halinle, kurgu ve yalanlarınla istediğin kadar kıvran. Denklemlerin topaldır. Yürümez. Sen bu itirafçı kamburu ebede kadar taşıyacaksın. Bir de ortağın var beterin beteri…
Ortağın kim?
Ortağının kod adı Şahin’dir. MİT bu kod adı vermiş, kimin isminden ilham almışlarsa. Şahin’in marifetleri de pek çoktur. Şahin, İbrahim Yalçın’dır.
El yazısıyla itiraf etti, MİT hesabına çalıştığını, MİT’ten para aldığını ayrıntılarıyla anlattı. El yazılı belgesini yayınladık, hala yayındadır, bir kez daha göz at…
Polis ifaden senin itirafçı olduğunu gösterdi. İbrahim Yalçın’ın ifadesi MİT hesabına çalıştığını gösterdi. İkiniz de kapana düşünce, dizleriniz titredi ve çirkinliğinizi itiraf ettiniz.
Ortağın seni de yanına terfi etmiş. Hayırlı olsun. Dün bir itirafçıydın, bu gün ise ortağınla derin devletin adamısın. İki ortak ne yapsanız gerçekleri değiştiremeyeceksiniz.
Şimdi ikinizin bir araya gelişinin derin anlamını okurun yorumuna bırakmak yeterli olacak.
http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkinde bu ikilinin tüm çirkinliklerini el yazılı belgeleriyle bulacaksınız.
14 Mart 2009
Ne dedikodu ne de siyasi hasım ithamı,
ne söylenti ne de kanıtsız iddia. İmzanı taşıyan Polis ifadenle senin itirafçı olduğunu ispat ettik. Resmi belgeyi de yayınladık. Bu, seni kin reflekslerine sürükledi; anlaşılır bir şey. Tedavi olmalısın.
Ortağın kim?
Ortağının kod adı Şahin’dir. MİT bu kod adı vermiş, kimin isminden ilham almışlarsa. Şahin’in marifetleri de pek çoktur. Şahin, İbrahim Yalçın’dır.
El yazısıyla itiraf etti, MİT hesabına çalıştığını, MİT’ten para aldığını ayrıntılarıyla anlattı. El yazılı belgesini yayınladık, hala yayındadır, bir kez daha göz at…
Başka söze gerek var mı?
Attığın çamurların tümünün yalan olduğunu, kin Saikleriyle kurgulandığını ve kime hizmet ettiğini söylemeye gerek var mı?
***
İtirafçı Engin Erkiner tüm çırpınışların beyhude. Nebil yoldaşla olan ruh birliğimizi ve yoldaşlığımızı, ölümleri aşmış devrimci mücadelemizi, her koşulda birbirimize güven limanı oluşumuzu kirletemeyeceksin. Yalanların ve kurgularınla kimseyi aldatamasın. Çırpınışların ise kamburunu örtemeye yetmez.
Ne dedikodu ne de siyasi hasım ithamı, ne söylenti ne de kanıtsız iddia. İmzanı taşıyan Polis ifadenle senin itirafçı olduğunu ispat ettik. Resmi belgeyi de yayınladık. Bu, seni utanç bir kin refleksine sürükledi. Anlaşılır bir şey, tedavi olmalısın.
Mihrac Ural’ın 35 yıldır kararlılıkla süren devrimci mücadelesi, işkencedeki direnişi, sürgün edildiği 12 zindanda yükselttiği devrimci kavga, yurt dışında yattığı 6 zindan ve bu gün sırala arkasında olduğu siyasal tutumları, senin evveline de ahirine de verilecek en iyi cevaptır.
Sana gelince. Biz sadece belgeleri, kanıtları ispatları maddi delilleri ortaya koyduk. Yorumsuz olarak da yayınladık. Tüm yalanlarını böyle teslim aldık. Sen artık belge ve kanıtlarımızın mahkumusun. Bu mahkumiyetini hiçbir kurgun ve yalanın kurtaramaz. Zaman sana bunu çok açık ve yalın gösterecek.
Emin ol ki, itirafçılığını örtme telaşını anlıyorum. Allah kimsenin başına getirmesin. Kolay değil. Gerçek belgesiyle ortaya konmuşsa, kişinin sırtında ölene kadar kambur olarak kalır.
Polis ifadenle böbürleniyordun. Belgeler yayınlanınca ne oldu? Sus pus oldun. Çünkü bu ifaden o kadar utanç verici ki, “ön söz” değil “son söz” yazdırır adama. Bundan artık hiç söz etmemen bile bunu göstermeye yeter.
İtirafçılık yarım kabahat, ama sen ortağınla başka yerlere ulaştın. Birkaç tıklamayı geçmeyen yazılarına bir göz at, kaç ihbar yaptın, kaç devrimcinin adını polise afişe ettin, hiçbir tartışmanın adabında olmaması gereken bilgileri polise nasıl aktardın bir düşün. Bunlar senin geldiğin yeri göstermeye yeter. Sen açık ve net olarak itirafçılığın kaçınılmaz devamı olan bir polis ajanısın artık. Mihrac Ural hakkında günlük bilgi ara, ispiyonlarına yenilerini ekle.
Hayatın boyunca arkadan nal topladın, bu sensin…
Senin gibi zayıf birinin buraya gelmesi çok normal. Seni tanıyan herkes bu zaafını bilir, sen iki tokatta örgütü polise veren adamsın…
Bir itirafçı olarak, THKP-C (Acilciler)’e özür borcun vardı. Bunu ödeyemeden ortağınla polis ajanlığına başladın. Artık özrün de geçersiz oldu.
İtirafçı ruh halinle, kurgu ve yalanlarınla istediğin kadar kıvran. Denklemlerin topaldır. Yürümez. Sen bu itirafçı kamburu ebede kadar taşıyacaksın. Bir de ortağın var beterin beteri…
Ortağın kim?
Ortağının kod adı Şahin’dir. MİT bu kod adı vermiş, kimin isminden ilham almışlarsa. Şahin’in marifetleri de pek çoktur. Şahin, İbrahim Yalçın’dır.
El yazısıyla itiraf etti, MİT hesabına çalıştığını, MİT’ten para aldığını ayrıntılarıyla anlattı. El yazılı belgesini yayınladık, hala yayındadır, bir kez daha göz at…
Polis ifaden senin itirafçı olduğunu gösterdi. İbrahim Yalçın’ın ifadesi MİT hesabına çalıştığını gösterdi. İkiniz de kapana düşünce, dizleriniz titredi ve çirkinliğinizi itiraf ettiniz.
Ortağın seni de yanına terfi etmiş. Hayırlı olsun. Dün bir itirafçıydın, bu gün ise ortağınla derin devletin adamısın. İki ortak ne yapsanız gerçekleri değiştiremeyeceksiniz.
Şimdi ikinizin bir araya gelişinin derin anlamını okurun yorumuna bırakmak yeterli olacak.
http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkinde bu ikilinin tüm çirkinliklerini el yazılı belgeleriyle bulacaksınız.
13 Mart 2009 Cuma
SEÇİM BİLDİRGESİ
Ortadoğu Kültür Derneği
Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği
Demokratik Kültür Sanat Derneği
Seçim Bildirgesi
Ülkemiz kritik siyasal gelişmelere sahne olmaktadır. Türkiye 20. yüzyıldan ciddi sorunlar devralarak yeni yüzyıla girmiştir. Örneğin hala halklar mozaiği dokusuna uygun bir demokrasiyi inşa edememiştir. Bize göre Türkiye’nin en acil sorunu demokratikleşmedir.
Onlarca etnik, sosyal ve dinsel kimlikle barışık yaşamak, temel hak ve özgürlükleri geliştirmek, insan haklarının gereğini yerine getirmek, siyasal konsepti çağdaş demokratik laik kriterler seviyesine yükseltmek, evrensel hukuk ve adaleti tesis etmek, sosyal adaleti sağlamak, yaşam standartlarını ileri ülkelerin düzeyine çıkartmak, kısacası küreselleşmede ifadesini bulan bilişim çağına ayak uyduran bir Türkiye için demokrasi olmazsa olmaz koşulların başında gelmeye devam etmektedir.
Yıllardır telaffuz ettiğimiz gibi artık Türkiye demokratlaşmalıdır. Bu mesele merkezi iktidarın sorunu olarak görülebilir, öyledir de. Ancak yerel yönetimlerin demokratik siyasal yaşamın yani demokrasinin manivelası olduğu gerçeğini de gözden ırak tutmamak lazım. Ademi merkeziyetçi boyutunu geliştirmeyen bir demokrasinin birbirinden farklı kimliklerin ve dinamiklerin dokusuyla oluşmuş toplumsal düzeneği çağdaş demokratik uygarlık mertebesine taşıyamayacağı gerçeği ülkemizin siyasal deneylerinde mevcuttur.
29 Mart yerel seçimlerine birçok misyon yüklemek mümkündür. Nitekim yüklenmektedir ve görüldüğü gibi beklentiler hayli yüksektir. Ama bizim açımızdan bu seçimin anlamı, egemen etnik kimliğin dışında kalan ve varlıkları resmen hala tanınmamış olan onlarca halk topluluğunun kimlik haklarını da tanıyacak bir demokrasinin ikamesinde kilometre taşı işlevi görebilecek olmasıdır.
Bir kenti iktisadi, sosyal vb. hizmetlerle feodal yaşam değerlerinden uygar kent düzeyine çıkartmak önemlidir ama onun tarihsel, sosyal, kültürel, inançsal ve siyasal dokularıyla örtüşen demokratik yerel bir yönetim oluşturmak da önemlidir. Yerelde demokratik bir yönetim, merkezi iktidarı beklemeden kendi özelinde, seçilmiş bir irade olarak demokrasiyi icra edebilir. Onu seçen etnik, kültür ve inanç kimliklerinin varlığını resmen benimseyip örnek davranışlar gösterebilir. İşte bu noktada kadim kentimiz Antakya’da yerel seçimler ve yönetimler meselesine girmek istiyoruz.
29 Mart seçimleri, yukarda dile getirdiklerimiz çerçevesinde ülkemiz açısından ne anlam taşıyorsa ilimiz için de ifade ettiği odur. Ancak bu kentin adı Antakya’dır. Yani hareket halindeki bir tarihten, tarih membasından söz ediyoruz. Onlarca kadim halk topluluğu buraları yaşama açmış, orijinal etnik kimlikleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla Antakya denen siluete can vermiş, hayat vermiş. Halklar bahçesi özelliği ise, ülkemizin mozaik yapısına örnek teşkil etmeye devam etmektedir. Ancak Antakya yıllardır bu tarihsel, halksal ve kültürel içeriğine uygun sahici bir demokratik yerel yönetim yüzü görmemiştir.
Bu bir yana merkezi iktidarın köşe başlarını tutanlar bu bölgenin tarihi, kültürel izlerini halkın ve gelecek kuşakların belleğinden silme çabalarını ve değerlerin gerçek sahibi halkların varlığını inkar etmeyi sürdürmektedirler. Bunun son örneklerden biri il statüsü mealinde Antakya isminin nüfus kayıtları da dahil resmi görüş ve işlemlerden kaldırılmasıdır.
Kentimizin mozaik kültürel dokusunda ağırlıklı bir renk olan Arap halkının vd. etnik grupların yaşadığı beldelerin, köylerin, mahallelerin adlarının değiştirilmesi, etnik ve kültürel aidiyetlerinin simgesi olan öğelerin karartılması çabaları da bu sürecin bir parçasıdır. Tarihi Roma köprüsü kıyımıysa bu ilin tarihi ve kültürel değerleri açısından tam bir facia. Bu kentin tarihsel değerlerinin kalbine vurulan hançerin acısı bizler de dahil her kuşaktan Antakyalının tarih bilincini ve yüreğini sızlatıyor.
Yerel seçimler ekseninde kendi açımızdan çizdiğimiz Antakya fotoğrafı; amaç, talep ve beklentilerimizin de aynasını oluşturmaktadır.
On yıllardır anti-demokratik merkezi iktidarın bir uzvu olarak Antakya’nın sırtında bir kambur gibi duran gerici yerel yönetimlerin önü kesilmelidir. Antakya halkının ve bizlerin 29 Mart seçimlerinden beklediği; kentimizin tarihi ve kültürel değerleriyle barışacak, farklı etnik, kültürel kimlikleri tanıyacak, Antakya’nın isminin ve egemenlik altındaki kültürel kimliklere ait tarihi değerlerin silinmesine son verecek, Roma köprüsünü orijinal dokusuyla yeniden kuracak, Arap halk topluluğunun ve ezilen diğer kimliklerin Antakya’da belediye başta gelmek üzere siyasal yaşamda temsiliyetinin önünü açacak demokratik bir yönetimin sandıktan çıkmasıdır.
Temsil ettiğimiz demokratik siyasal birikim ve potansiyel adına başlattığımız seçim
kampanyamızın ana gerekçe ve amaçları özetle bunlardan ibarettir.
Bunları ana başlıklar halinde sıralayacak olursak:
1- Demokrasinin, özgürlüklerin, emeğin yanında saf tutan, tüm etnik,
kültür ve inanç kimliklerinin hakkını savunan, kadın hakları konusunda duyarlı davranan, belediyeyi modern altyapı hizmetleri yanı sıra çağdaş, demokratik aydınlanmanın medresesine çeviren, insana dönük yaratıcı yatırımlarıyla kalıcı izler bırakan demokratik-halkçı bir yerel yönetim anlayışını hayata geçirmek.
2-Tarihi Roma köprüsünün yeniden yapımı konusunda yaygınlaşan talepleri seçim programının maddelerinden biri haline getirmek ve iktidara gelindiği takdirde bunu belediyenin hedefleri arasına alarak, bu tarihi değerimizin yeniden ihya edilmesine öncülük yapmak.
3- Merkezi iktidarın tektipleştirme politikaları çerçevesinde yerleşim yerlerinin tarihi isimlerinin belleklerden silinmesine dönük on yıllardır sürdürülen uygulamalara dur demek, orijinal isimlere dönüş yönünde bir hareket oluşturmak.
4- Ülkemizin, AB uyum sürecine girdiği bir kesitte, kentimizde yaşayan ve varlıkları hala resmen tanınmayan Arap halkı vd. etnik toplulukların kimliğini kabul etmek, kültür ve dillerini koruyup geliştirmelerine destek sağlayıcı imkanlar sunmak.
5- Antakya’nın tarihi ve kültürel şanına yaraşır özellikte ve kentte yaşayan tüm siyasal, sosyal ve kültürel kesimlerin faaliyet ve etkinliklerine platform oluşturacak merkezi bir kültür kompleksi açmak.
6- Başat etnik kimliğin dışındaki halk topluluklarının, Antakya’nın siyasal yaşamında ve yerel yönetiminde etkin bir şekilde yer almalarının önünü kesen siyasal, ideolojik, kültürel ve psikolojik engellerle mücadele etmek.
7- Arap Alevi halkının kendi kimlik gerçeğini en etkin şekilde ortaya koyduğu kutsal günü olan Gadir Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi yönünde çaba göstermek.
8- Emek ve demokrasi güçlerinin çalışmalarına tam destek sağlamak.
9- Kentimizdeki aşsız, işsiz, evsiz, vatandaşlara sahip çıkmak, yaşamlarını kolaylaştıracak sosyal yardımlarda bulunmak yada sorunlarını çözecek alternatif programlar geliştirmek.
10- Etnik, sosyal gruplar ve inançlar arasında ayırım yapmaksızın bütün semtlere aynı oranda hizmet götürmek, eşitlik ilkesi temelinde sorunlarının çözümü yönünde politika geliştirmek.
11- Kadınların uğradığı şiddet ve her türlü saldırıya karşı durmak, kadın bilincinin geliştirilmesi amacıyla kadınlara yönelik çalışmalar yapmak, bu çerçevede kadın sığınma evinin açılması vb. fiili adımlar atmak.
12- Tek boyutlu siyasal sistemin geliştirdiği gericilik kuşatması altındaki gençlerin ilerici, evrensel düşünce ve değerler temelinde yetişip, ülkeyi özgürlükçü, demokratik, aydınlık bir geleceğe taşıyacak kuşakların yetişmesinde aktif rol üstlenmek.
29 Mart yerel seçimlerinde Antakya merkez ilçede yukarıda sıraladığımız kriter ve taleplerle kesişen yada bu yönde icraatta bulunacak olan adaylara destek sunacağız.
Destek vereceğimiz adayın bu deklerasyonda dile getirdiğimiz görüşler ve altını çizdiğimiz taleplerle ne ölçüde örtüştüğü bizim için önemlidir. Zira bizler daha önceki yerel seçimlerde de emek ve demokrasi güçlerini temsil eden yada demokratik, sol değerlere açık olan adayları destekledik. Bugün de aynı gerekçeler, söz konusu vasıfları taşıyan adayın yanında durmamız açısından yeterli olacaktır.
Aşağıda imzaları bulunan üç demokratik kurum olarak, mevcut adaylar arasında bu demokratik anlayış ve taleplerimize tam anlamıyla uyan bir aday profilinin olmadığını belirtmek isteriz. Buna karşın, kadının siyasal yaşamda aktif rol alışının örneklerinden biri olan, sol değerlere yakın duran, emek ve demokrasi güçlerinin faaliyetlerine destek çıkan ve ilerici halkçı değerlerle örtüşen bir duruşa sahip olduğu düşüncesinden hareketle, 29 Mart seçimlerinde tercihimizi, CHP Antakya Belediye Başkan Adayı İris Şentürk’ten yana kullanacağımızı ilan ediyoruz.
Ortadoğu Kültür Merkezi
Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği
Demokratik Kültür Sanat Derneği
Adına: Fevzi Yeşil
Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği
Demokratik Kültür Sanat Derneği
Seçim Bildirgesi
Ülkemiz kritik siyasal gelişmelere sahne olmaktadır. Türkiye 20. yüzyıldan ciddi sorunlar devralarak yeni yüzyıla girmiştir. Örneğin hala halklar mozaiği dokusuna uygun bir demokrasiyi inşa edememiştir. Bize göre Türkiye’nin en acil sorunu demokratikleşmedir.
Onlarca etnik, sosyal ve dinsel kimlikle barışık yaşamak, temel hak ve özgürlükleri geliştirmek, insan haklarının gereğini yerine getirmek, siyasal konsepti çağdaş demokratik laik kriterler seviyesine yükseltmek, evrensel hukuk ve adaleti tesis etmek, sosyal adaleti sağlamak, yaşam standartlarını ileri ülkelerin düzeyine çıkartmak, kısacası küreselleşmede ifadesini bulan bilişim çağına ayak uyduran bir Türkiye için demokrasi olmazsa olmaz koşulların başında gelmeye devam etmektedir.
Yıllardır telaffuz ettiğimiz gibi artık Türkiye demokratlaşmalıdır. Bu mesele merkezi iktidarın sorunu olarak görülebilir, öyledir de. Ancak yerel yönetimlerin demokratik siyasal yaşamın yani demokrasinin manivelası olduğu gerçeğini de gözden ırak tutmamak lazım. Ademi merkeziyetçi boyutunu geliştirmeyen bir demokrasinin birbirinden farklı kimliklerin ve dinamiklerin dokusuyla oluşmuş toplumsal düzeneği çağdaş demokratik uygarlık mertebesine taşıyamayacağı gerçeği ülkemizin siyasal deneylerinde mevcuttur.
29 Mart yerel seçimlerine birçok misyon yüklemek mümkündür. Nitekim yüklenmektedir ve görüldüğü gibi beklentiler hayli yüksektir. Ama bizim açımızdan bu seçimin anlamı, egemen etnik kimliğin dışında kalan ve varlıkları resmen hala tanınmamış olan onlarca halk topluluğunun kimlik haklarını da tanıyacak bir demokrasinin ikamesinde kilometre taşı işlevi görebilecek olmasıdır.
Bir kenti iktisadi, sosyal vb. hizmetlerle feodal yaşam değerlerinden uygar kent düzeyine çıkartmak önemlidir ama onun tarihsel, sosyal, kültürel, inançsal ve siyasal dokularıyla örtüşen demokratik yerel bir yönetim oluşturmak da önemlidir. Yerelde demokratik bir yönetim, merkezi iktidarı beklemeden kendi özelinde, seçilmiş bir irade olarak demokrasiyi icra edebilir. Onu seçen etnik, kültür ve inanç kimliklerinin varlığını resmen benimseyip örnek davranışlar gösterebilir. İşte bu noktada kadim kentimiz Antakya’da yerel seçimler ve yönetimler meselesine girmek istiyoruz.
29 Mart seçimleri, yukarda dile getirdiklerimiz çerçevesinde ülkemiz açısından ne anlam taşıyorsa ilimiz için de ifade ettiği odur. Ancak bu kentin adı Antakya’dır. Yani hareket halindeki bir tarihten, tarih membasından söz ediyoruz. Onlarca kadim halk topluluğu buraları yaşama açmış, orijinal etnik kimlikleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla Antakya denen siluete can vermiş, hayat vermiş. Halklar bahçesi özelliği ise, ülkemizin mozaik yapısına örnek teşkil etmeye devam etmektedir. Ancak Antakya yıllardır bu tarihsel, halksal ve kültürel içeriğine uygun sahici bir demokratik yerel yönetim yüzü görmemiştir.
Bu bir yana merkezi iktidarın köşe başlarını tutanlar bu bölgenin tarihi, kültürel izlerini halkın ve gelecek kuşakların belleğinden silme çabalarını ve değerlerin gerçek sahibi halkların varlığını inkar etmeyi sürdürmektedirler. Bunun son örneklerden biri il statüsü mealinde Antakya isminin nüfus kayıtları da dahil resmi görüş ve işlemlerden kaldırılmasıdır.
Kentimizin mozaik kültürel dokusunda ağırlıklı bir renk olan Arap halkının vd. etnik grupların yaşadığı beldelerin, köylerin, mahallelerin adlarının değiştirilmesi, etnik ve kültürel aidiyetlerinin simgesi olan öğelerin karartılması çabaları da bu sürecin bir parçasıdır. Tarihi Roma köprüsü kıyımıysa bu ilin tarihi ve kültürel değerleri açısından tam bir facia. Bu kentin tarihsel değerlerinin kalbine vurulan hançerin acısı bizler de dahil her kuşaktan Antakyalının tarih bilincini ve yüreğini sızlatıyor.
Yerel seçimler ekseninde kendi açımızdan çizdiğimiz Antakya fotoğrafı; amaç, talep ve beklentilerimizin de aynasını oluşturmaktadır.
On yıllardır anti-demokratik merkezi iktidarın bir uzvu olarak Antakya’nın sırtında bir kambur gibi duran gerici yerel yönetimlerin önü kesilmelidir. Antakya halkının ve bizlerin 29 Mart seçimlerinden beklediği; kentimizin tarihi ve kültürel değerleriyle barışacak, farklı etnik, kültürel kimlikleri tanıyacak, Antakya’nın isminin ve egemenlik altındaki kültürel kimliklere ait tarihi değerlerin silinmesine son verecek, Roma köprüsünü orijinal dokusuyla yeniden kuracak, Arap halk topluluğunun ve ezilen diğer kimliklerin Antakya’da belediye başta gelmek üzere siyasal yaşamda temsiliyetinin önünü açacak demokratik bir yönetimin sandıktan çıkmasıdır.
Temsil ettiğimiz demokratik siyasal birikim ve potansiyel adına başlattığımız seçim
kampanyamızın ana gerekçe ve amaçları özetle bunlardan ibarettir.
Bunları ana başlıklar halinde sıralayacak olursak:
1- Demokrasinin, özgürlüklerin, emeğin yanında saf tutan, tüm etnik,
kültür ve inanç kimliklerinin hakkını savunan, kadın hakları konusunda duyarlı davranan, belediyeyi modern altyapı hizmetleri yanı sıra çağdaş, demokratik aydınlanmanın medresesine çeviren, insana dönük yaratıcı yatırımlarıyla kalıcı izler bırakan demokratik-halkçı bir yerel yönetim anlayışını hayata geçirmek.
2-Tarihi Roma köprüsünün yeniden yapımı konusunda yaygınlaşan talepleri seçim programının maddelerinden biri haline getirmek ve iktidara gelindiği takdirde bunu belediyenin hedefleri arasına alarak, bu tarihi değerimizin yeniden ihya edilmesine öncülük yapmak.
3- Merkezi iktidarın tektipleştirme politikaları çerçevesinde yerleşim yerlerinin tarihi isimlerinin belleklerden silinmesine dönük on yıllardır sürdürülen uygulamalara dur demek, orijinal isimlere dönüş yönünde bir hareket oluşturmak.
4- Ülkemizin, AB uyum sürecine girdiği bir kesitte, kentimizde yaşayan ve varlıkları hala resmen tanınmayan Arap halkı vd. etnik toplulukların kimliğini kabul etmek, kültür ve dillerini koruyup geliştirmelerine destek sağlayıcı imkanlar sunmak.
5- Antakya’nın tarihi ve kültürel şanına yaraşır özellikte ve kentte yaşayan tüm siyasal, sosyal ve kültürel kesimlerin faaliyet ve etkinliklerine platform oluşturacak merkezi bir kültür kompleksi açmak.
6- Başat etnik kimliğin dışındaki halk topluluklarının, Antakya’nın siyasal yaşamında ve yerel yönetiminde etkin bir şekilde yer almalarının önünü kesen siyasal, ideolojik, kültürel ve psikolojik engellerle mücadele etmek.
7- Arap Alevi halkının kendi kimlik gerçeğini en etkin şekilde ortaya koyduğu kutsal günü olan Gadir Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi yönünde çaba göstermek.
8- Emek ve demokrasi güçlerinin çalışmalarına tam destek sağlamak.
9- Kentimizdeki aşsız, işsiz, evsiz, vatandaşlara sahip çıkmak, yaşamlarını kolaylaştıracak sosyal yardımlarda bulunmak yada sorunlarını çözecek alternatif programlar geliştirmek.
10- Etnik, sosyal gruplar ve inançlar arasında ayırım yapmaksızın bütün semtlere aynı oranda hizmet götürmek, eşitlik ilkesi temelinde sorunlarının çözümü yönünde politika geliştirmek.
11- Kadınların uğradığı şiddet ve her türlü saldırıya karşı durmak, kadın bilincinin geliştirilmesi amacıyla kadınlara yönelik çalışmalar yapmak, bu çerçevede kadın sığınma evinin açılması vb. fiili adımlar atmak.
12- Tek boyutlu siyasal sistemin geliştirdiği gericilik kuşatması altındaki gençlerin ilerici, evrensel düşünce ve değerler temelinde yetişip, ülkeyi özgürlükçü, demokratik, aydınlık bir geleceğe taşıyacak kuşakların yetişmesinde aktif rol üstlenmek.
29 Mart yerel seçimlerinde Antakya merkez ilçede yukarıda sıraladığımız kriter ve taleplerle kesişen yada bu yönde icraatta bulunacak olan adaylara destek sunacağız.
Destek vereceğimiz adayın bu deklerasyonda dile getirdiğimiz görüşler ve altını çizdiğimiz taleplerle ne ölçüde örtüştüğü bizim için önemlidir. Zira bizler daha önceki yerel seçimlerde de emek ve demokrasi güçlerini temsil eden yada demokratik, sol değerlere açık olan adayları destekledik. Bugün de aynı gerekçeler, söz konusu vasıfları taşıyan adayın yanında durmamız açısından yeterli olacaktır.
Aşağıda imzaları bulunan üç demokratik kurum olarak, mevcut adaylar arasında bu demokratik anlayış ve taleplerimize tam anlamıyla uyan bir aday profilinin olmadığını belirtmek isteriz. Buna karşın, kadının siyasal yaşamda aktif rol alışının örneklerinden biri olan, sol değerlere yakın duran, emek ve demokrasi güçlerinin faaliyetlerine destek çıkan ve ilerici halkçı değerlerle örtüşen bir duruşa sahip olduğu düşüncesinden hareketle, 29 Mart seçimlerinde tercihimizi, CHP Antakya Belediye Başkan Adayı İris Şentürk’ten yana kullanacağımızı ilan ediyoruz.
Ortadoğu Kültür Merkezi
Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği
Demokratik Kültür Sanat Derneği
Adına: Fevzi Yeşil
12 Mart 2009 Perşembe
SIRMAY HÜKÜM
IRAKLI GAZETECİ MUNTAZAR EL ZAİDİ'YE ONURSUZ HÜKÜM
Bedreddin Mahir
12 Mart 2009
Okyanusların ötesinden geldiler. Ülkesini işgal ettiler, devletini yıktılar. Diktatörde olsalar siyasi yöneticilerini bir ulusun onurunu kıracak şekilde idam ettiler. Tarihin en kadim uygarlıklarının eserlerini çaldılar, tüm kurum ve kuruluşları, ayakta durmayacak şekilde tasfiye ettiler. 500 bin askerle, deniz ve hava kuvvetleriyle tarihin en kapsamlı saldırısını yaptılar. Arkalarında en geniş lojistik destekle, yaşamın her alanına nüfuz ettiler. Akdeniz-Ortadoğu-Kafkas güzergahındaki enerji kaynakları ve yollarını korumak için yapılan bu insanlık dışı ölüm senaryoları Irak’ın işgaliyle noktalandı.
Çağdaş tarihte olmayan türden bir yıkım, bir işgal ve tasfiye hareketiydi. Bu girişim yine tarihin en büyük yalanıyla, Irak’ın nükleer silah sahibi olduğu ve işaret verildiği andan 45.dk sonra tüm Avrupa’yı vurabilecek güçte bulunduğu iddiasına dayanıyordu. BM güvenlik konseyindeki tiyatral anlatımlar ve video gösterileriyle, tahıl ambarları, maden ocakları birer nükleer santralar haline geldi. Artezyen kuyu açma makineleri kıtalar arası füze haline geldi. İnsanlık o gün bu yalanları açıkça görüyor ve tepkisini koyuyordu. Akıllara ziyan, bölgeyi ve insanlığı kana bulayacak bu hain girişime karşı sesini yükseltiyor, tepki gösteriyordu. Yer gök dünyanın tüm başkentlerinde iniliyordu, ama hiç biri çaba sonuç alamadı.
Emperyalistler ve müttefikleri yıllar önceden bu savaşa karar vermiş, tüm hazırlıklarını yapmışlardı. İliştirilmiş gazetecileri (EMBEDDED) bile eğitmişlerdi. Savaş olacağına karar verilmiş uygun an bekleniyordu. Uygun an, savaşa gerekçe değil hazırlıkların tamamlanmasından ibaretti. Sonuçta, tüm insanlığın itirazlarına karşın Irak’ı yakıp yıkarak asrın en büyük tecavüzünü gerçekleştirdiler.
Barbarca bir işgal hareketiydi. Zindanlar dolduruldu, idam sehpaları çatıldı. Milyonlarca Irak’lı da yerinden yurdundan kaçarak komşu ülkelere iltica etmek zorunda kaldı.
İki dönem süren hükmüyle, ABD başkanı oğul Bush, insanlığa kan kusturdu. Yeryüzünün kirletilmeyen tek bir yer kalmadı, zarar görmeyen bir ülke, bir halk, bir siyasi eğilim kalmadı. Bölgemiz halklar ise en büyük zararı gördü. İnsanlık her yerde bir kez katledildi, ama bölgemiz halkları ardı ardına durmadan katledildi. İsrail siyonizmi dini inançları nedeniyle de korumak gerektiği yönünde Allahın tebliğini almış gibi davranan Bush, biryandan Irak, diğer yandan direnen Filistin halkının katliyle bölgemizde unutulmaz kanlı izler bırakmıştır. Hükmünün son günlerinde bir kez daha Irak’a “ayak basarak” dünyaya bir mesaj iletmek istedi. Irak’ın kukla yönetimleri her zamanki halleriyle bu eli kanlı diktatörü görkemli bir şekilde karşıladı.
İşte ne olduysa orada oldu. Basın açıklaması sırasında, tüm insanlık adına, özellikle Arap ulusu adına, tüm mazlumlar adına, işgalciye ve kuklalarının suratına sırmay (ayakkabı) fırlattı. Bush’a “bu sana bir veda öpücüğüdür” dedi.
Basit bir eylem, ama tüm insanlık adına yapılmış bir eylem. İnsanlığın unutmayacağı bir dik duruştu. Aya ilk ayak basan Apolo11 kaptanlarından Neil Armstrong “bu benim için küçük bir adım ama insanlık için büyük bir adımdır” (21 Temmuz 1969 06.17 (GMT) dediği gibi, Muntazar el Zaid’in sırmay eylemi kendisi için küçük insanlık için çok anlamlı ve büyük bir eylemdi. Bush aşağılanarak suratına sırmayla vurularak hükmünü bitiriyordu.
Muntazar el Zaide, basın salonunda yakalandı, işkence gördü zindana atıldı. Hakkında ağır cezada, 15 yıl hüküm istemiyle dava açıldı. Mahkemesi de sessizce geçiştirilerek bu gün karara bağlandı. Hüküm verildi. Hükmü verenler Bush’un işgalci kuklalarıydı.
Dün Saddam’ın ünlü dışişleri bakanı Tarik Aziz kitle katliamları yapmakla suçlanıp yargılandı ve hüküm aldı. Aldığı hüküm 15 yıl. Halkını katleden diktatörler ve aveneleri için istenen hüküm, bir ayakkabı fırlatma eylemiyle yapılan protestoya da aynen isteniyordu. İşte işgalin adaletsizliği de budur. ise yine 15 yıl hüküm istemiyle yargılanıyordu. İşte işgalci aklın onursuzluğu budur, erdensizliği kör gözlülüğü budur.
Muntazar el Zaid, 3 yıl ağır cezaya mahkum edildi. Mahkeme sürecinde ve karar açıklandığından “yaşasın özgür ırak” diye haykırdı. İşgalci kuklaların hükmünü tanımadığını açıkladı. Bir ulusun, bir ülkenin ve tüm insanlığın adına yapılan bu eyleme verilen hüküm tarihin en onursuz hükmü olarak da tescil edilmiş oldu. Mahkemede El Zaid’in ablası kardeşinin dik duruşunu zılgıtlarla tebrik etti ve “hükmü alanların onu suratlarına vursunlar diyerek” tepkisini ortaya koydu.
Muntazar el Zaidi hepimiz adına, insanlık adına bu eylemi gündeme koymuştu. O bizim onurumuzdur, bölgemiz insanının yılmaz ve kırılamaz iradesinin dik duruşudur. Bu hüküm gerçekte direnenlerin göğsüne konan bir onur madalyasıdır.
Tarihe düşen bu not, bu eylemle birlikte bizden, artık özgürlük ve demokrasi düşmanları, işgalciler ve kuklaları suratlarına bir sırmay beklesinler diyeceğim.
Bedreddin Mahir
12 Mart 2009
Okyanusların ötesinden geldiler. Ülkesini işgal ettiler, devletini yıktılar. Diktatörde olsalar siyasi yöneticilerini bir ulusun onurunu kıracak şekilde idam ettiler. Tarihin en kadim uygarlıklarının eserlerini çaldılar, tüm kurum ve kuruluşları, ayakta durmayacak şekilde tasfiye ettiler. 500 bin askerle, deniz ve hava kuvvetleriyle tarihin en kapsamlı saldırısını yaptılar. Arkalarında en geniş lojistik destekle, yaşamın her alanına nüfuz ettiler. Akdeniz-Ortadoğu-Kafkas güzergahındaki enerji kaynakları ve yollarını korumak için yapılan bu insanlık dışı ölüm senaryoları Irak’ın işgaliyle noktalandı.
Çağdaş tarihte olmayan türden bir yıkım, bir işgal ve tasfiye hareketiydi. Bu girişim yine tarihin en büyük yalanıyla, Irak’ın nükleer silah sahibi olduğu ve işaret verildiği andan 45.dk sonra tüm Avrupa’yı vurabilecek güçte bulunduğu iddiasına dayanıyordu. BM güvenlik konseyindeki tiyatral anlatımlar ve video gösterileriyle, tahıl ambarları, maden ocakları birer nükleer santralar haline geldi. Artezyen kuyu açma makineleri kıtalar arası füze haline geldi. İnsanlık o gün bu yalanları açıkça görüyor ve tepkisini koyuyordu. Akıllara ziyan, bölgeyi ve insanlığı kana bulayacak bu hain girişime karşı sesini yükseltiyor, tepki gösteriyordu. Yer gök dünyanın tüm başkentlerinde iniliyordu, ama hiç biri çaba sonuç alamadı.
Emperyalistler ve müttefikleri yıllar önceden bu savaşa karar vermiş, tüm hazırlıklarını yapmışlardı. İliştirilmiş gazetecileri (EMBEDDED) bile eğitmişlerdi. Savaş olacağına karar verilmiş uygun an bekleniyordu. Uygun an, savaşa gerekçe değil hazırlıkların tamamlanmasından ibaretti. Sonuçta, tüm insanlığın itirazlarına karşın Irak’ı yakıp yıkarak asrın en büyük tecavüzünü gerçekleştirdiler.
Barbarca bir işgal hareketiydi. Zindanlar dolduruldu, idam sehpaları çatıldı. Milyonlarca Irak’lı da yerinden yurdundan kaçarak komşu ülkelere iltica etmek zorunda kaldı.
İki dönem süren hükmüyle, ABD başkanı oğul Bush, insanlığa kan kusturdu. Yeryüzünün kirletilmeyen tek bir yer kalmadı, zarar görmeyen bir ülke, bir halk, bir siyasi eğilim kalmadı. Bölgemiz halklar ise en büyük zararı gördü. İnsanlık her yerde bir kez katledildi, ama bölgemiz halkları ardı ardına durmadan katledildi. İsrail siyonizmi dini inançları nedeniyle de korumak gerektiği yönünde Allahın tebliğini almış gibi davranan Bush, biryandan Irak, diğer yandan direnen Filistin halkının katliyle bölgemizde unutulmaz kanlı izler bırakmıştır. Hükmünün son günlerinde bir kez daha Irak’a “ayak basarak” dünyaya bir mesaj iletmek istedi. Irak’ın kukla yönetimleri her zamanki halleriyle bu eli kanlı diktatörü görkemli bir şekilde karşıladı.
İşte ne olduysa orada oldu. Basın açıklaması sırasında, tüm insanlık adına, özellikle Arap ulusu adına, tüm mazlumlar adına, işgalciye ve kuklalarının suratına sırmay (ayakkabı) fırlattı. Bush’a “bu sana bir veda öpücüğüdür” dedi.
Basit bir eylem, ama tüm insanlık adına yapılmış bir eylem. İnsanlığın unutmayacağı bir dik duruştu. Aya ilk ayak basan Apolo11 kaptanlarından Neil Armstrong “bu benim için küçük bir adım ama insanlık için büyük bir adımdır” (21 Temmuz 1969 06.17 (GMT) dediği gibi, Muntazar el Zaid’in sırmay eylemi kendisi için küçük insanlık için çok anlamlı ve büyük bir eylemdi. Bush aşağılanarak suratına sırmayla vurularak hükmünü bitiriyordu.
Muntazar el Zaide, basın salonunda yakalandı, işkence gördü zindana atıldı. Hakkında ağır cezada, 15 yıl hüküm istemiyle dava açıldı. Mahkemesi de sessizce geçiştirilerek bu gün karara bağlandı. Hüküm verildi. Hükmü verenler Bush’un işgalci kuklalarıydı.
Dün Saddam’ın ünlü dışişleri bakanı Tarik Aziz kitle katliamları yapmakla suçlanıp yargılandı ve hüküm aldı. Aldığı hüküm 15 yıl. Halkını katleden diktatörler ve aveneleri için istenen hüküm, bir ayakkabı fırlatma eylemiyle yapılan protestoya da aynen isteniyordu. İşte işgalin adaletsizliği de budur. ise yine 15 yıl hüküm istemiyle yargılanıyordu. İşte işgalci aklın onursuzluğu budur, erdensizliği kör gözlülüğü budur.
Muntazar el Zaid, 3 yıl ağır cezaya mahkum edildi. Mahkeme sürecinde ve karar açıklandığından “yaşasın özgür ırak” diye haykırdı. İşgalci kuklaların hükmünü tanımadığını açıkladı. Bir ulusun, bir ülkenin ve tüm insanlığın adına yapılan bu eyleme verilen hüküm tarihin en onursuz hükmü olarak da tescil edilmiş oldu. Mahkemede El Zaid’in ablası kardeşinin dik duruşunu zılgıtlarla tebrik etti ve “hükmü alanların onu suratlarına vursunlar diyerek” tepkisini ortaya koydu.
Muntazar el Zaidi hepimiz adına, insanlık adına bu eylemi gündeme koymuştu. O bizim onurumuzdur, bölgemiz insanının yılmaz ve kırılamaz iradesinin dik duruşudur. Bu hüküm gerçekte direnenlerin göğsüne konan bir onur madalyasıdır.
Tarihe düşen bu not, bu eylemle birlikte bizden, artık özgürlük ve demokrasi düşmanları, işgalciler ve kuklaları suratlarına bir sırmay beklesinler diyeceğim.
Kayıplarını bulamayan bir ülke açıklarını asla kapatamaz
Mihrac Ural
12 Mart 2009
Artık tarihle yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Ülkemizin küresel ölçekte gerçek insan potansiyelleriyle kendi orijinalitesinin hakkettiği yeri alabilmesi için, tarihiyle yüzleşmesi zorunludur. Bu aşamayı sağlıklı olarak geçemeyen ülkeler kaosların girdabında, kimlik bunalımlarının içinde kavrulup durmuştur. Ülkemiz bu gün, bu acının pençesi altındadır.
On yıllardır devletin resmi evraklarında kayıtlı olmasına rağmen kaybolanlara karşı devletin gösterdiği kayıtsızlık, vurdumduymazlığın kahredici sessizliği başlı başına bir isyan nedenidir. Bu isyan, haklı bir reflekstir. Bu tepki tüm hukuk kurallarında ve hatta semavi dinlerin şeriatında bile bir meşrudur.
Ateş düştüğü yeri yakıyor denir, doğrudur ama ülkemizin kayıp sorununda eksiktir. Bu ateş sadece kayıpların annelerini, ailelerini yakmıyor. Bu ateş ortak ülkemizin semalarını, topraklarını evlerini tek tek insanlarının yüreklerini de dağlıyor. Kişi farkında olmasa da çekim yasasının taşıdığı anlam bütünlüğünde, kayıpların yarattığı etki toplumu yakıyor bilincini karartıyor. Kayıpları aynı zamanda toplumun gelecek umutlarına ve algılarına hançer saplıyor.
Devletin kayıplara karşı gösterdiği duyarsızlık bir suçluluk ifadesi ve bir suçtur. Duyarsızlık denklemi, insanları kaybolma korkusuyla dar sokaklarda tek boyutlu ve tek yönlü yaşamaya mahkum ediyor. Devlet bunu sistematik olarak insan kayıplarında da servet kayıplarında da aynıyla sürdürüyor. Böylece kaybolmaya karşı duyarsızlık, ortak ülkemizin ortak yaşam şansını da yıkıyor. farklılıkların katledildiği bir ülke olup çıkmamıza, kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyon yapan bir devletin rahmeti altında sesiz ve sitemsiz yaşamamıza yol açıyor. Bu yaraların sadece kayıp insanların ailelerini yakacağını sanmasın, ülkemizle birlikte, hepimizi yakıyor.
Bu satırların yazarı ülkesinden düşünceleri yüzenden tehcir edilmiştir. İlticacı olmaya mahkum edilmiştir. O da ülkesinde bir kayıptır. Ailesi, çevresi onun gibi düşünenler de onu aramaktadır. Acısını taşımaktadır. Bu yanıyla kayıp ailesinin acısını olduğu kadar, kayıp olmanın çilesini de çekmektedir.
Bu duygu ve algılarla Cumartesi annelerinin her toplantısında yüreğimle, ruhumla onların yanındayım. 207. Cumartesi anneleri etkinliğine destek çağrısını bu satırlardan ben de tekrar ediyorum. Tarihle yüzleşmeye katkı için omuz omuza olalım diyorum.
12 Mart 2009
Artık tarihle yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Ülkemizin küresel ölçekte gerçek insan potansiyelleriyle kendi orijinalitesinin hakkettiği yeri alabilmesi için, tarihiyle yüzleşmesi zorunludur. Bu aşamayı sağlıklı olarak geçemeyen ülkeler kaosların girdabında, kimlik bunalımlarının içinde kavrulup durmuştur. Ülkemiz bu gün, bu acının pençesi altındadır.
On yıllardır devletin resmi evraklarında kayıtlı olmasına rağmen kaybolanlara karşı devletin gösterdiği kayıtsızlık, vurdumduymazlığın kahredici sessizliği başlı başına bir isyan nedenidir. Bu isyan, haklı bir reflekstir. Bu tepki tüm hukuk kurallarında ve hatta semavi dinlerin şeriatında bile bir meşrudur.
Ateş düştüğü yeri yakıyor denir, doğrudur ama ülkemizin kayıp sorununda eksiktir. Bu ateş sadece kayıpların annelerini, ailelerini yakmıyor. Bu ateş ortak ülkemizin semalarını, topraklarını evlerini tek tek insanlarının yüreklerini de dağlıyor. Kişi farkında olmasa da çekim yasasının taşıdığı anlam bütünlüğünde, kayıpların yarattığı etki toplumu yakıyor bilincini karartıyor. Kayıpları aynı zamanda toplumun gelecek umutlarına ve algılarına hançer saplıyor.
Devletin kayıplara karşı gösterdiği duyarsızlık bir suçluluk ifadesi ve bir suçtur. Duyarsızlık denklemi, insanları kaybolma korkusuyla dar sokaklarda tek boyutlu ve tek yönlü yaşamaya mahkum ediyor. Devlet bunu sistematik olarak insan kayıplarında da servet kayıplarında da aynıyla sürdürüyor. Böylece kaybolmaya karşı duyarsızlık, ortak ülkemizin ortak yaşam şansını da yıkıyor. farklılıkların katledildiği bir ülke olup çıkmamıza, kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyon yapan bir devletin rahmeti altında sesiz ve sitemsiz yaşamamıza yol açıyor. Bu yaraların sadece kayıp insanların ailelerini yakacağını sanmasın, ülkemizle birlikte, hepimizi yakıyor.
Bu satırların yazarı ülkesinden düşünceleri yüzenden tehcir edilmiştir. İlticacı olmaya mahkum edilmiştir. O da ülkesinde bir kayıptır. Ailesi, çevresi onun gibi düşünenler de onu aramaktadır. Acısını taşımaktadır. Bu yanıyla kayıp ailesinin acısını olduğu kadar, kayıp olmanın çilesini de çekmektedir.
Bu duygu ve algılarla Cumartesi annelerinin her toplantısında yüreğimle, ruhumla onların yanındayım. 207. Cumartesi anneleri etkinliğine destek çağrısını bu satırlardan ben de tekrar ediyorum. Tarihle yüzleşmeye katkı için omuz omuza olalım diyorum.
8 Mart 2009 Pazar
THKP-C(Acilciler) SEÇİMLERDE TAVIR
Kürdistanda DTP adaylarını
ülke sathında devrimci, demokrat, ilerici, güvenilir adayları destekleyeceğiz.
-Kemal Doğan’ın sorusu : “Devrimci Sosyalist kurumlar, 29 Mart yerel seçimlerinde ortak tavır alacağına dair bir açıklama gerçekleştirdi.
Açıklamayı DTP (Demokratik Toplum Partisi), ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), EMEP (Emek Partisi), TKP (Türkiye Komünist Partisi), SDP (Sosyalist Demokrasi Partisi), EHP (Emekçi Hareket Partisi), DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi), Sosyalist Parti, Yeşiller Partisi, DİP Girişimi (Devrimci İşçi Partisi Girişimi), Halkevleri, ESP (Ezilenlerin Sosyalist Platformu), DHP (Demokratik Haklar Federasyonu), SODAP (Sosyalist Dayanışma Platformu), SEH (Sosyalist Emek Hareketi), TÖP (Toplumsal Özgürlük Platformu), Anti-Kapitalist, Teori ve Politika, Kaldıraç, HKM (Halk Kültür Merkezleri), Türkiye Gerçeği, Köz, Proletaryanın Kurtuluşu, 78’liler Girişimi hazırladı. Böyle bir çalışma Türkiye Devrimci Hareketine ne kazandırır ?”
THKP-C (Acilciler) Genel Sekreteri Mihrac Ural
7 Mart 2009
Böylesi bir çalışma Türkiye devrimci hareketine önemli kazanımlar sağlar. Ama bu mümkün mü?
Olumsuz objektif koşullara rağmen, bunu mümkün kılmak kararlı bir siyasi irade gereklidir.
Öncelikle, böylesi bir gişim gerçekleşir ve en azından 29 Mart 2009 seçimlerine ortak tavırla girerse, ülkemizin objektif koşullarında çok şeyin değiştiğine işaret eder. Böyle bir nesnel gerçekliğin var olması halinde, öznel açıdan belli olgunlukta bir siyasi irade ortaya çıkmış olur. Bu da bu kadar yapılanmanın bir araya gelebileceğini ve çok şeye kadir olduğunu gösterir. Önemli ve heyecan verici bir atılımdır. Ancak ülkemizin nesnel ve öznel koşulları bu ölçüde gelişmimişmiodir bunu doğru değerneldirmek gerek.
Türkiye devrimci hareketi böylesi bir halkayı bir tek kez yakaladı. 12 Eylül faşsit askeri darbesine karşı, Haziran 1982’de onu aşkın devrimci siyasi hareketin önderliğinde gerçekleştirdiğimiz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) olmuştur. Ancak bu adım bile ne kararlılıkla sürdürüldü ne de buna benzer bir atılım tekrar edilebildi.
Böylesi girişimleri, ülkemiz devrimci hareketinin şu en olumsuz koşulunda, öznel eğilimlerin dinamliklerini de zorlayarak belli bir olayla ilgili, bu gün seçimlerle ilgili gerçekleştirmek mükündür, derim. Böylesi bir adım, devrimci hareketin tarihnden gelen iradevi birikimlerin zorlanmasıyla gündeme taşınabilir. Olumsuzlukları olumluya çevrimenin kanallarından biri halinede getirilebilir. Ama bunu bu gün seçimlerle ilgili olması gibi özgün olaylarla ilgiliele almaz da vehimlere kapılarak genelleştirirsek, sonuç vahim olur. Iradevi bir kırılma getirir ki, bunu tekrar toparlamak zor olur.
Böylesi bir iradevi beklentimiz haktır. Bu hakkı kazanmak için çok çaba sarfetmeliyiz. Bunun önemli ilkeleri bulunuyor. Bunların başında Anadolu mozayiğinin ihtiyaç duyduğu kadar özgürlük ve demokrasiden yana olmak milliyetçilik vebasının her türden belirtisine karşı kararlı bir duruş sergilemektir. Böylesi çok sayılı bir seçimde tutum birliklerinde bunu sağlamak çok olumludur, ama bunu başaracağımıza emin olmalıyız. Hayellerle gücümüzü tüketmemeliyiz.
SEÇİMLERDE TUTUMUMUZ
Son bir düello mahiyetinde geçecek olan 29 Mart 2009 yerel seçimleri, ortak ülkemizin siyasal kaderi üzerinde uzun yıllar etkisi olacak bir seçimdir. Bu seçimler özgürlük ve demokrasi güçleriyle, emperyalizmin "Yeni Osmanlıcılık" maceralarını bölgemiz halklarına dayatmaya çalışan kuklaları, ülkemizin siyasal gericiliği arasında cereyan edecektir.
Bu seçimlere etkin olarak katılmak, ülkemizin geleceğini belirlemeye bir katılım olacaktır. Bu katılımın gericiliğe dur demesi için, birliği ve beraberliği yükseltecek, ülkemizin farklılıklarını kapsayan ve onların acil taleplerini yerine getirme iradesini temsil edenleri göreve getirecek bir katılım olmalıdır.
Ülkemiz gerçekliğinde bu katılımın hedefi açık ve net olmalıdır. Kürdistan’da DTP'nin desteklenmesi, ülkemizin hala dik duran demokrasi güçlerinin iradesine bir katkıdır. Bu iradenin ülke sathındaki temsilcilerine oyların akması hayati öneme sahiptir. Gericiliği her alanda geriletmek için solun kendi aralarındaki ucuz rekabete değil, başarı kazanmayı sağlayacak birliklere yönelmeliyiz. Bir değil onlarca seçim olacak, gelecek kuşaklarımızın barış ve güvenlik içinde kendi farklılıklarını içselleştirmiş olarak yaşamaları için, demokrasi güçlerinin tüm etkinlikleri ortak hedefe, yerel seçimlerde en geniş başarı için konsantre etmeliyiz. Bu algının ifadesi de;
Kürdistan’da DTP adaylarını, ülke sathında devrimci, demokrat, ilerici, güvenilir adayları destekleyeceğimizi ilan ediyorum.
Bu belirlemenin kapsayıcılığı içinde önerilen geniş çaplı girişim paratik bir anlama sahip olur ve gerileyen devrimci gidişatımıza olumulu yönde katkı sağlayabilir.
Başarı dileklerimle.
8 MART KİMSE KİMSEYİ ALDATMASIN KADINLARDA KENDİ KENDİLERİNİ ALDATMASIN
Mihrac Ural
8 Mart 2009
8 Mart dünya kadınlar günü. Bir gün değil her gün kadınlar günü olsa da kadının insani hakları ve farklılığından kaynaklanan, kadın olma doğasından kaynaklanan hakları üzerine herkes birbirini aldatmasa. Kadınlar da kendilerini aldatmasa!
Bütün kadınlardan özür dileyerek, parmağımı gözlerine batıra batıra artık kendinize gelin diyorum: kendinizi oyalıyor ve aldatıyorsunuz.
Tarih boyunca kadın sorununda aşılamayan iki boyut bulunuyor.
Birincisi, insanının doğadan kopup gelirken oluşturduğu toplumsal, siyasal ve kültürel dokuların, kadını cins olarak karşı karşıya bıraktığı durumlardan kaynaklanıyor. Biyolojik ve sosyal yanı olan bir boyut.
İkincisi ise birincisinin devamı olarak insan haklarından yeterince nasibini almamış olarak tecelli ediyor.
Birincisi sorunun temelidir, bir yandan doğayı eğitmek diğer yandan kadının kendi doğasını insan kolektif aklıyla değiştirmek gibi bir sorunu vardır. Bu iki dev ve tarihsel dönüşüm erkeğin de dolaysız katkısını gerekli kılan ve tamamen tüm insanlığın doğa karşısındaki pozisyonunu ifade eden bir durumdur. Doğadan çıkarken insanın oluşturduğu toplumsal, siyasal ve kültürel sistemler kadını doğasından dolayı mahkum etmiş gibidir. Bununla mücadele tarihsel bir dönüşümün gerçekleştirilmesi mücadelesidir. Bilimin, tekniğin, kolektif insan aklının oluşturacağı gelişmelerle aşılması mümkün olan doğayı ve kadının doğasının değişimini oluşturacak verileri gerekli kılar. Bunların başında kadının hamile olması ve diğer özgün sorunları gelir. Bu hiçbir şekilde hiçbir insani haklarının ihmali anlamına gelmez.
Bu açıdan kimse kadını aldatmasın ve kadınlar da kendilerini aldatmasın diyorum. Olayı bu yanıyla kavrayıp, mücadelesinin temelinde bu boyutu oturtmalıdır.
İkincisi ise, kadının insan haklarıdır. Bu haklar hemen bu gün kazanılabilir haklardır. İradeci müdahalelerin ve objektif verilerin yeterli olgunluklarıyla ilgili olsa da kadının başkaldırısını gerçek kıldığı zaman yoğun olarak elde edilebilecek haklardır. Kadının siyasallaşması kadar devrimci olmasının bu anlamda bir zorunluluğu bulunmaktadır.
Doğadan kopup gelmiş haliyle toplumsal yaşama giren insanlık; yaşam için gerekli mücadeleyi doğaya karşı verirken ondan kopmuş ve bu mutasyonun itimleriyle oluşan düzeneklerde kadının doğası nedeniyle kadını, belli bir sınırda tutmuştur. Bu süreçte oluşan siyasal ve kültürel dokular kadını ayrıca insani haklarından da yoksun bırakmıştır. İnançların kadına karşı insanı algı anlamında gösterdiği ahlaksızlıklar da bunun bir ürünü olmuştur.
Kadın, doğanın eğitilmesi ve kendi doğasının eğitilmesi yanı sıra, kültürel, siyasi ve toplumsal sorunlarla da mücadele etme gibi bir amansız denklem içinde olmuştur.
Bu nedenle kadın mücadelesinin tek boyutlu kılınması bir aldatmacadır diye bir kez daha tekrar ediyorum. Kadının sorununu ne sınıfsal ne inançsal ne de toplumsal ilerlemeler tek başına çözebilir. Bu hiç çözülmez anlamına gelmiyor, gerçekçi çözüm yolunu önerdiği için gerçekten çözülebilir olduğunu gösteriyor.
Diğer yollar, kadını oyalıyor ve aldatıyor. Şatafatlı sloganlarla kadının hiçbir sorunun çözülmediğini, İnsan olma haklarının iyileşmesine rağmen 200 yıldır gerçek anlamda sorunlarından kurtulmadığını hepimiz biliyoruz. Bu iki asır içinde ortaya çıkan farklı sistemler, yeni bir uygarlık oluşturamadığı için de bu sorun nitel bir ilerleme kat edememiştir.
Kadının, kadın sorunlarına karşı mücadelesi tek boyutlu olmamalıdır. Olay ne sınıfsal ne de toplumsal boyutta kalan bir olaydır. Bu darlıktan artık çıkmanın zamanı gelmiştir. Tüm kadınların sorunu ortaktır. Doğaya karşı ve kendi doğasına karşı kolektif insan aklının da katkısıyla bilim ve tekniğin doğayı eğitmesiyle yapacağı bir mücadele vardı ve bu mücadele temeldir. Diğeri ise hemen şimdi kazanılabilir insan hakları kapsamındaki mücadelesidir.
Kadın, evrimci değil tamamen devrimci bir algıyla toplumsal sürecin tüm alanlarında etkin yerini aldıkça bu sorunu aşabilecektir. Erkeğin, bu alanda sesiz ve kahredici bir vurdumduymazlık içinde olması kadının başkaldırısını dizginlememelidir. Bu sorun öncelikle onların sorunudur.
Kadın bu sessiz ölüme boyun eğmeden başkaldırmasını bilmelidir. Daha çok siyasallaşması bunun en önemli adımıdır.
Bu yıl, bu kadarla yetineceğim görüşlerimi içeren bir yıl önceki makalemi tekrar sunuyorum. Aradan geçen bir yılda kadın hakları ve kadın konusunda önemli bir farklılığın olmadığından bu tekrarı yapmakta bir sorun görmüyorum.
8 Mart
Kadın Hakları İçin
İnsan Kadar Doğayı da Eğitmek Gerek
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/
8 Mart 2008
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, gerçekleşmeyecek bir eşitlik uğruna aldatılan kadının günü olmamalıdır. Bu türden bir eşitlik iddiasında olanlar, hakları bir hukuki sorun olarak algılama hatasına düşerek kadını oyalamaktadırlar. Kadının, gerçek özgürlük, adalet ve eşitliği ya da daha doğru bir deyişle eşitsizlikte alması gereken hakların ikamesi, insan kadar, doğanın eğitilmesiyle, insanı geri dönülmesi mümkün olmayan büyük dönüşümlere tabi tutmasıyla mümkün olacaktır. Bunun için bilgi çağının yeni uygarlık açılımlarının, toplumsal ve kültürel süreçleriyle doğayı ve kadının doğasını eğitme etkinliklerine yönelmek gerek.
Eğitilmemiş, işlenmemiş doğa bu haliyle toplumsal, hukuki, kültürel hiç bir çabayla kadına adalet sağlayamaz. Erkek cinsi istemese de bu veriler içinde kadın cinsi üzerinde egemenliğini sürdürme durumunda olacaktır. Egemenlik bir iradeci tercih sanılmasın, öyle olsaydı yeryüzü adaleti çoktan sağlanmış olurdu.
Dünyanın hiç bir ülkesinde ve hiç bir sosyal sisteminde, kadının adil bir hak kazanımı içinde olmamasının derindeki nedenlerinden biri de budur. Bu yüzden, bu günün algılayışıyla sürdürülen çabaları her defasında yeniden erkek lehine sonuçlanan kazanımlara dönüşmektedir. Bu gün, hemen şimdi kadın hakları kazanımları için ise, kadının erkekle eşitliğini savunmak temel görev olmamalıdır, tersine kadın erkek eşitsizliğini savunmalıdır. Türlerin evrimi, biyolojik olarak kadına yüklediği misyon ve doğal varlık olarak konumu ile erkeğin misyon ve doğal varlık olarak konumu açısından bir adaletsizlik iddiasını kaldıracak bir sonuç değildir; kadının dokuz aylık hamile, düzenli regl olması ve bundan kaynaklanan toplumsal sorunları, doğanın onu oluştururken işlediği bir hata ya da adaletsizlik olarak görülmemelidir. Evrende bu türün bu cinsiyeti özgünlüğüyle yerini alır ve işlevini sürdürür.
Unutulmamalıdır ki doğa, insanların farklı cinsiyetlerde olmasını toplum ve kültürel oluşumlar kurmak için yaratmadı. Bu süreçler, insanın ihtiyaçlarıyla mücadelesinde ortaya çıkan, doğadan sıyrılma gibi sonuçlar getiren var olma savaşının bir ürünüdür. Buna erkek cinsi de bilinçli bir çabayla katkı yapmamıştır.
Milyon yıllık evrimlerin oluşturduğu sonuçların sorumlusu ne erkek ne de kadındır. Ancak bu toplumsal ve kültürel sonuçların kadın cinsine bir baskı unsuru olarak devam etmesini savunmak, adaletsizliğin en çirkini ve en erdemsiz olanıdır. Tarihi ne toplumsal açıdan ne de kültürel açıdan gerisin geriye çevirme imkanı olmadığına göre, kadın için yapılması gereken en gerçekçi hak kazanım projesi, sürmekte olan ve gelecekte de her ne biçimde olursa olsun var olacak olan insan toplulukları ve kültürel düzlemleri sürecinde doğayı ve kadının doğasının erkek doğasıyla eğitilmesi, evrimleşmesi için, insan kolektif aklının tüm verilerini hizmete koşmamız gerekmektedir.
Bu çabaları önermek çok uzun erimli, doğaya bilinçli müdahaleyle de olsa gerçekleşmesi büyük zaman kesitlerinde olabilecek önermeler olsa da, zamanın geçmişteki akış ivmesi ile bu günkü akış ivmesi arasındaki farkı göz önüne alarak bundan geri durmamak gerek. Ancak bu önerme kadının gerçek kurtuluşunu sağlayacaktır. Buna rağmen kadın, erkek cinsiyle sosyal ve kültürel oluşumların içinde mümkün olan en iyi konumda mevzilerini ikame etmek ve güçlendirmek için aktif mücadelelere girişmekten bir an geri kalmamalıdır. Kendini aldatmadan, karşıt cinsin gösterdiği naifliğe bel bağlamadan, siyasetin tumturaklı söylevlerine, hatta yasalara, kurum ve kuruluşların kadın haklarını verili sosyal-siyasal sistemde koruduğu abartmasına kanmadan kendini, toplumsal, siyasal, kültürel ve insani olan her faaliyette etkin olarak koyama yönelmelidir. Bu süreç kadının toplumdaki yeri için, doğasının ve doğanın değişim süreciyle paralel yürüyen bir staj dönemi gibi algılanmalıdır. Kadın birey bazında değil de, insan türünün bir unsuru olarak, bütünsel anlamda hak arayışı içindeyse, gelecek kuşaklar için de olsa bu birikimleri, bu evrim duraklarını düğüm düğüm örmeye yönelmesi gerekmektedir. Nesnelin üzerinde öznelin yapması gereken tastamam budur. Bu da kadının büyük bir disiplin içinde yaşama sarılması demektir.
Bu satırların yazarı erkek cinsinin zaaflarını iyi bilir. Yaşam disiplinine iyi sarılmış bir kadın cinsinin, erkek cinsi tarafından özlemle beklendiğini belirtir. Sosyal kültürel nedenlerle oluşmuş erkeksi yükümlülüklerin kadın cinsiyle paylaşımı için teslim etmeyeceği hiçbir siyasal sosyal ve yaşama ait bir mevzi bulunmamaktadır. Ancak tüm bunlar doğanın ve kadın- erkek doğasının eğitilmesi üzerinde gerçekleşebilecek arzular olduğunu da iyi bilir.
Sözlerimin çok anlaşılmaz ve tutarsızlık içinde olduğu yanılgısında olanlara şu örnekle cevap verip yetineceğim: tüp bebek ve daha üst süreçleri kadının özgürleşmesinde ve doğasının eğitilmesinde, doğa eğitimiyle birlikte bir sürecin kapılarını açıyorsa, akrabalık ilişkisinin köklüce değişimine kimsenin ağlamaması gerekmektedir. Buna benzer süreçlerin yeniden yapılandırılmaları, toplumsal-kültürel oluşumlarla esarete düşen kadının doğasını özgürleştirdiği kadar, doğayı da eğitmiş olacaktır. Yeni gelecek ortamın algıları ise, gelecek kuşakların içselleştirdikleri algılar olmakla da, bu günün akılıyla yarını yargılamanın hiç bir anlamı olmayacak ve yarının insanı bu günkü kaygılarımızın etkisi altında kalmayacaktır.
Toplumu ve kültürü gerisin geriye doğadaki ilk hallerine çevirmeden, bu gün feministler dahil kadın hakları savunucusu etkinliklerini beklediği eşitliğe çevirmenin imkanı olamaz. Kadın haklarını oy kullanma, evlilikte her şeye ortak olmak olarak algılayanlar ise gerçekte kadının ağzına bir parmak bal sürerek, onu oyalamak isteyenlerdir; tersini ne kadar iddia ederlerse de. Farklı iki cinsi karşı karşıya getirmek ya da doğalarına aykırı olacak bir eşitlik anlayışıyla denge kurmak gibi saçma eğilimler sadece oyalamacadır.
.Aradan geçen yüz yıla rağmen, kadın hakları bilincinin geldiği yerde nelerin yapılabildiği, bu gerçeği yeterince çıplak olarak gözler önünü sermeye yeterlidir. Kadınının eşitsiz haklarını kazanabilmesi için, doğanın kendi adaletiyle var oluşunu şekillendirirken, ortaya koyduğu misyonu bozan toplum ve kültür süreçlerinin dışında bir arayışta olmalıdır. Bunun yolu da doğayı eğitmekten geçmektedir. Kadının doğasını değiştirmek, doğayı değiştirmek gibi bir hedef bu çabanın merkezine oturtulmalıdır. Tek tutarlı kadın hakları çözümü de buradan geçmektedir.
Bilgi çağının evrensel ölçeklerde etkinlikleriyle doğanın derinlemesine eğitimi, düzenlenişi ve bununla yürüyecek kadının doğasının yeniden yapılandırılması toplum ve kültür verileriyle oluşan kadınların; adaletsizliğe düşmesinden çıkmak mümkün olacaktır. Bu süreçte hukuki eşitlikleri reddetme saçmalığı değil, bunları da kabullenmek kaydıyla savunmalıyız. Tersine kadın erkek eşitsizliğini öne çıkartarak, kadınların toplum ve kültürel süreçlerle doğadaki konumunu ona karşı bir zararlı unsur haline getiren toplumsal ve kültürel gelişmelere karşı daha çok hak alımı ve ikamesiyle güvenceye kavuşturup, bu süreci diğer temel görev tamamlanana kadar vermek durumunda olmalıyız. Ama kafaları kuma gömen deve kuşu misali durumlarına düşmeden, ana yönelimlerimizi doğanın eğitimine ve kadın doğasının bilgiyle yeniden yapılandırılmasına çabalamamız gerekir.
7 Mart 2009 Cumartesi
(68. DOSYA) NEBİL... NEBİL...
Nebil: Soylu, ahlakta üstün, özveride en cömert
“Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir”
(Bir atasözü)
Mihrac Ural - Nebil Rahuma 1980 yılında çekilmiş fotoğraflar
(Mail gönderimlerine yapılan sunu)
Değerli arkadaşlar,
Uydurmalar hiç bir zaman gerçek olmadı. Uydurmaların pehlivanlığı boş tenekenin çok ses çıkarması gibidir. Gerçekten her taşın altında bir Mihrac Ural gören hastaları mazur görmek gerek. On yıllar önce yazılmış Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun "Üç Dil" şiirini yıllardır yayınlarım. Özellikle 21 Şubat dünya anadiller günü dolaysıyla. Anadilime özgürlük için çok yaman bir şiir olarak görürüm.
"ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba"
Bu vurgu beni çok vurur, hep dile getiririm.
Bu şiirde
"En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin"
dizeleri geçiyor. İtirafçı psikopat, “üç dil bilen benim, o iki dil biliyor, kastedilen benim” diye tuturdu. Benden bir dil fazla bildiğini mi anlatmak istedi, havada bulut var bana kaz mı dedin demek istedi, bilinmez ama bu gerginlik, bu her şeyden nem kapma hali tıbbi açıdan şezofrenik bir haldir.
Bu adam fiilen psikopattır. Bu yüzden okur huzurunda onu mazur gördüğümü ilan ediyorum. Tedavi olmasını salık vereceğim…
O bir İtirafçıdır, bu kambur onu şaşkına çevirmiş, rüyalarını kabus etmiş, kurtulamıyor. Oysa yapacağı çok basitti. İnanılmaz bir itirafçılık belgesi olan polis ifadesine böbürlenerek "ön söz" yazacağım demek yerine, "zarar verdiğim herkesten ve örgütümden özür dilerim" demeliydi. Bu kadar basit, zaten ne örgütle nede bu örgütü savunma kararlılığı gösterenlerle uzak bir ilintisi de kalmamıştır. Ama bunu yapamıyor, beceremiyor, çünkü dar, çünkü yetersiz ve seviyesiz. Başkasının üzerine basarak, sorumluluk almadan, örgütsüz ve yıkarak geride bıraktıklarına dönüp bakmadan var olmayı bir kişilik haline getirmiştir.
Nebil için söyledikleri ise çok daha ahmakça ve ahlaksızcaydı. Nebil'i birinci elden algılamak için kısaca bir kaç not yazdım. Nebil'i çok sonra yazacağım. Hele kadim şehrine toprağına bir kavuşsun. Bunun için tüm gücümüzle çalışıyoruz, çalışanları da yalnız bırakmıyoruz. Bu nedenle, bir kaç satırla şu timsah gözyaşları dökenleri, onu "ahlaksızlıkla" suçlayanları, onun katledilişini 30 yıl sonra akıllarına getirenleri ve onun mütevazı adından nemalanmak isteyen sahtekarların yüzünü bir açığa vurmak istedim.
Birlikte okuyalım.
Mihrac Ural.
4 Mart 2009
Soruyorlar “Nebil ne yana düşer usta” diye?
Niğde Ceza evinden firar eder etmez Konya ceza evine yanıma gelen, aranmasına rağmen nizamiye kapısından geçme cüretini taşıyan birinin yüreği ne yana olabilir.
Nebil saffını böyle belirledi. 1978 Acilciler-HDÖ ayrılığının en keskin safhasında, Yanıma geldi, firariydi ve ne yapması gerektiği benden sorup ona göre yönelmeye gelmişti. Bunun anlamı ne ise Nebil odur.
Zindan firar edin bir devrimci militan ilk nereye gider, herkes kendi kendine sorsun. Firari bir devrimci yurt dışına çıkmak için kime güvenir kimin yolunu takip eder. Birde bunu sorsun herkes.
Nebil, Filistin’e yolcu. Ayrıntıyı bilen, buyursun söylesin.
Bu ayrıntıyı birilerinin bilmesi gerek.
Biz çok iyi biliyoruz. Nebil’in hangi yana düştüğünü soran önce, bunarı öğrensin.
Nebil Firari bir yoldaş, nerede gizlendi, H.B (Levent Sami Sultan) yoldaşın evinde ne kadar zaman kaldı. O yere kim tarafından getirildi. Bu süreçte kimin arabası hizmete koşuldu. Hangi kılavuzla sınırı geçti. Başarıyla bu süreç nasıl gelişti. Bu süreçte bana gönderdiği haber ne idi, kimleri yanına gönderdim. Nebil Lazkiye’de kimin yanında kaç gün kaldı. Filistin kampları süreci ve İsrail işgali altındaki topraklarda eylemleri. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Dış İlişkiler bürosu sorumlusu Hani’nin anlattıkları.
Bunları daha sonra, Nebili genişçe anlatacağım yazıda dile getireceğim. ACİL - HDÖ ayrılığında Nebil’in ne yana düştüğünü o zaman hep birlikte kararlaştıracağız.
Nebil bizim bir parçamızdı, Nebil bu toprağın ruhi şekillenmesinin bir ifadesiydi. Nasihatim, serseriler gevezeliği terk etsin. Bunlar bulanık suda avlananlardır. Konuyla uzak yakın ilgileri olmaksızın, iki tarafın çelişkilerini istismar edip, aradan çıkmış ayakları havada olanlardır; sağla solla yazışarak yalan yanlış bilgi oluşturup hüküm vermeye abesiyle iştigal etmektedirler. Bunların Nebil’e ilişkin soru sorma hakları bile yoktur. Bu böyle biline.
***
Mihrac Ural
18 Şubat 2009
Nebil’i İstanbul’a, orada bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.
İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi ya da yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.
***
Nebil yoldaşı sonra anlatacağım. Şimdi yazdıklarım küçük bir açıklama mahiyetindedir. Kendini bilmez itirafçı bir edepsiz, Nebil yoldaş’a yine dil uzatmış. Daha önce, Nebil yoldaşın katillerinin çirkin ve bir o kadar yalan olan ahlaki suçlamalarını özel olarak öne çıkartıp onaylamış ve utanmadan “gerçek bu” diyerek yalanı doğrulamaya kalkışmıştır. Nebil yoldaşı bir ya da bin kez tanıyanlar bunun bir kurgu ve kocaman bir yalan olduğu bilirler.
Aynı edepsiz itirafçı bu kez, erkete (gözcü) rütbesinden başka bir askeri apoleti olmamasına nağmen, Nebil yoldaşı askeri olarak eğittiğini, bu nedenle de üzerinde “en başta” kendisinin söz sahibi olduğunu iddia etmiştir. Nebil yoldaş üzerinden nemalanma türlerinden biri olarak ortaya atılan bu saçmalık, örgütünü polise satmanın kamburunu taşıyan bir kişinin ne işine yarar bilinmez ama gerçeklere tamamen aykırıdır.
Kimse kesmeyi aldatamasın. Nebil Rahuma yoldaş, öncelikle, kadim şehrimiz Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bir değerdir diyeceğim.
Antakya’nın en meşhur siyasal varlıklarının Acilciler olduğunu ve bu şehrin yiğit Acilci militanlarının, Nebilin var oluşunda tek tek emekleri olduğunu belirteceğim.
Nebil Antakya devrimci pratiğinin bir ürünüdür. Onun yüksek ahlakı, özverili militanlığı, kitlesel örgütlenme ve halkın içinden gelmenin kazandırdığı yetileriyle, karanlık oda Donkişotlarını fersah fersah geride bırakan bir eylem adamı yapmıştır. İstanbul’a gönderdiğim kadrolar arasında önceliği Nebil’e vermemin nedeni de budur. Nebil, İstanbul’a eli silah tutmayı bilmeyen, hiçbir yerde askeri eğitim almamış olan İstanbul örgütlenmesini eğitmek için gönderilmiştir. İllegaliteyi karanlık odalarda kapalı olmak, birbirini tanımamak ve kitle diye bir sorunu olmadan devrimcilik yapmak olarak algılayanları eğitmek için Antakya’dan yola çıkmıştı. İstanbul komitesinin Antakya’dan ısrarla kadro talep etmesinin nedeni de budur. Kitle örgütlenmesi diye bir amacının olmadığı ve bilinmediği, militan örgütleme özürlüsü olan İstanbul komitesi, Antakya’da gördüğü kadro yardımı içinde Nebil yoldaşın da bulunması, bir şanstı. Nebil ve diğer kadrolarımızı gönderdikten sonra İstanbul eylemlerinin performansındaki düzelme de buna kanıttır. Ancak bunları da bir itirafçı yerle bir etmiştir.
Nebil’in İstanbul’da kimseden alacağı bir şey yoktu. İstanbul çalışmalarında çok olumlu kadrolar ve militanlar olduğu kesindir ancak, kimsenin seçmediği, illegalitenin çarkları içinde Ankara’dan İstanbul’a gelen, hayatında silahı elinde tutma şansı yakalamamış, bunu deneme ortamı bulamamış birinin kendinde olmayan askeri yetileri başkasına verdiğini iddia etmesi çok komiktir. “Olmayan verilemez” diye bir atasözü var, bu gibiler için söylenmiştir.
Nebil’i İstanbul’a, orda bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.
İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi yada yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.
Nebil yoldaş bu tecrübeleri Antakya’da doya doya öğrenmişti. Bu açıdan bakınca, önder olduğu her eylemde, erketelik (gözcülük) yapmış birinin Nebil yoldaşa verebileceği bir dersin olabileceğini düşünmek abestir. Bu yalanlar kimseye apolet kazandırmaz. O günün koşullarında, eylemi yapan, eylem anının her özgünlüğünü süratle algılayıp yeniden yapılandıran, planlayan ve öncüsü olan Nebil yoldaşın kimseden alacağı bir ders yoktu. Nebil yoldaş, kendi çalışma alanından aldığı derslerle dolu olarak İstanbul’daydı ve bunu hayata geçiriyordu. Bir itirafçı korkağın bu noktada Nebil yoldaşa katacağı hiçbir şey olamaz. Bunu Nebil yoldaşla başardığımız onlarca eylemin gözlemi ve yoldaşla eyleme katılanların onayıyla dile getiriyorum.
İtirafçı Engin Erkiner’in, çirkin söylemlerini şehvetle ortaya sürüşü, sırtında taşıdığı itirafçılık kamburunun ürünüdür. Ayıplarını örtmeye çalışıyor. Böylesi böbürlenmelerle kendini aldatıyor. Bu yöntem itirafçı içgüdüsüne aittir. Bir kez daha Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’i hatırlayınız, şehvetle konuşmasını göz önüne getiriniz, İtirafçı Engin’i göreceksiniz…İkisinin Doğu Perinçek tilmizleri olduğunu da unutmayın.
Nebil yoldaşı daha sonra uzun uzun anlatacağım. Bunun için 30 anı seçtim. Bunlardan birini kısaca anlatmakla yetineceğim. Diğerleri, şehidimizin memleket toprağındaki onurlu yerini almasından sonra gündeme gelecek…
Önce süreci özetle aktarayım.
Nebil’in mezarının fiili olarak aranması olayı bundan yaklaşık iki yıl önce başladı. Kıymeti kendinden menkul kişilerin dünkü çabaları bile bizim şehitler haftası etkinliğimizin eseriydi. Yaklaşık iki yıl önce Cevat Yiğit yoldaşla uzun uzun Nebil konusunu sohbet ettik. Emrullah Gemici yoldaşla, eski HÖD’cü arkadaşları aradık; bu arkadaşlar benimle Nebil döneminin İstanbul çalışmasında yer alan temiz ve yiğit insanlardı. Benim kadar, örgütü yıkan itirafçıyı da iyi tanırlardı.
Bu arkadaşlarla Nebil’i nasıl bulacağımızı sık sık konuştuk. Nerede katledildi, katledildiği yerde mi terk edildi, kimsesizler mezarlığında kaydı, adı bir işareti var mıdır? Bu sorulara cevap aradık her sohbetimizde. Bu amaçla ne yapabiliriz diye istişarelerde bulunduk durduk. Bu dönemde, kadim bir değerli yoldaşım M.Y ile buluştum. Onunla Nebil zikri yaptık, ayin gibi. 32 yıl önce bu serece birlikte girmiş, sorumlulukları göğüslemiştik. Aynı örgütsel yapıda ilk adımları atmıştık, Yüksel Eriş hocayla, Ömür Karamollaoğlu’yla birlikte çalışmıştık. Mahallemizin Hac Halil çıkmazındaki evde sürmüştü illegal toplantılarımız, Kurtdere çıkmazında da eğitim çalışmalarımız. II. Buluşmamızda yine Nebil vardı. Nebili bulacaktık, topraklarına geri getirecektik.
Bu istişareler, aynı yol çatıda kesişiyordu; Kerestecilerde tuğla fabrikasını işaret ediliyordu.
Bu süreçte “Şehitler Haftası”nın (25-30 Kasım 2008) belli bir periyotla süreceğini ilan ettik. Sloganımız toparlayıcı ve birleştiriciydi “Devrimci Her Şehit Şehidimizidir. Şehitler birliğimizdir”. Bu şiarla yola koyulduk. Şehitlerin tümü birdi. Ama mezarı bilinmeyen bir tek Nebil yoldaştı. O bulunacaktı.
Şehitler haftası arifesinde bir yerden işaret almış gibi, şehitlerimiz hakkında şaibeler üretilmeye başlandı. Aşağılık itirafçılar ve MİT kuklaları, şehitlerimiz üzerine çamur atmaya girişti. İki devrimci örgüt çatışmasında bile her taraf kayıplarına şehit deyip, taraflar buna karşılıklı saygı gösterirken, şehitlerimize yönelik bu cinneti anlamak güçtü.
Bölge gericiliğine, emperyalistlerin ve İrsal’in dolaysız güdümünde olan güçlere karşı savaşta şehit olmuş yoldaşlarımız üzerinde şaibe yaratmanın gerekçesi yoktu, mantıksız bir kin olarak duruyordu. Şehitlerimizin cenazesine halkın sahip çıkışı ve etkin katılımı, Filistinli temsilcilerin ve PKK’nin başında olduğu devrimci dostlarımızın katılımı da görmezden gelinerek, herkesi suçlar mahiyette yapılan karalama gerçekte şehitlerimizi bir kez daha vuruluyordu.
PKK Genel Sekreteri, Başkan Öcalan’ın ve Nidal Cephesi lideri, Filistin kurtuluş Örgütü (FKÖ) Merkez Yürütme üyesi (1989’dan itibaren), hala Kudüs Dairesi Başkanlığını yürütmekte olan Semir Ğoşe’nin şehitlerimizi kutsayan mektuplarına rağmen, şehitlere dil uzatmaya devam edildi.
Ancak bu çirkin çabalar, özel harp dairesi saldırıları yükselişe geçen çalışmalarımızın önünde durmaktan acizdi. Şehrimiz her şeye rağmen ağır bir uykudan uyanıyordu. Ayağa kalkıyordu karınca kadarınca de olsa bunu yapacaktı. Özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkısını kendine özgün değerleriyle sunacaktı.
Başlangıç sayılarla değil tutumlarla ikame edilirdi. Bunu yapıyorduk. Uzun yıllar sonra kırılması gereken zincirleri kırıyorduk. Ama hainler şehitler üzerinde karanlık emellerini sürdürmek üzere şaibelerine devam ediyorlardı. Şehitlerimizi bir kez daha vuruyor, öldürüyorlardı. 30 yıldır şehitlerimizi unutanlar, Şehit etkinliğimizle birlikte karalamak için hatırlamış oluyorlardı.
Bunlarla yollarımız ebede kadar ayrılmıştı. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde olacaktı. Ama böylemi olurdu? Solun çöktüğü yerde dik duran insan aradığımız bir kesitte birleştirici, geniş ve kapsayıcı olmak yerine, bir adım ileri atma kararlılığı gösterenlere karşı böyle mi yaklaşılırdı? İşte büyük soru buydu. Solun mevta halinin nedenleri birazda bu bataklık akılların ürünüdür. İşin diğer yanında ise, İstanbul’u Antakya’ya, Diyarbakır’a bağlamak için milliyetçi vebadan uzak olmak gerekiyordu. Bunlar ise inanılmaz bir milliyetçi refleksle bütünleşmiş kin saiklarının esiriydi.
Bu ortamın lümpen ağızla yapılan boş teneke lakırdılarına dönüp bakmamaya çalıştık, iyi niyete, bilgi paylaşımına, kavramları seviyeli kullanmaya önem verdik. Sorumluluğumuz vardı hırlaşma diye bir derdimiz yoktu. Yapılanları unutmayacağız, her şeyi düğüm düğüm arşivliyoruz. Şimdilik bu biline…
Nebil için özverileriyle bilinen kadim bir yoldaşım, bu gün (18 Şubat 2009) gönderdiği iletide, bana “rahat ol” diyordu. Her şey en uygun şekliyle olacak diye de tatmin ediyordu.
Bu değerli kadim yoldaşım, Önceki iletilerinde bana aklımda hiç kalmayan şu olayı hatırlatmıştı “Ben ara sıra ANTAKYA'ya gidiyorum ve geçmişi yadediyorum. Eski TÖB-DER binasının kavşağında bir afişleme sırasında afişleri toplayan polisin elinden o afişleri kaparak kaçışın da gözlerimin önünde canlanır o caddede.” On yıllar haber alamadığım bu yoldaşı yakın zamanda kucaklama fırsatı bulmuştum. Güvendiğim yiğit bir yoldaştı en eski ekibin temel taşıydı, anılarımda Nebil gibi yeri vardı. Son iletisine cevabım yaklaşık olarak şöyleydi:
“İtirafçıya karşı, Nebil yoldaşla ilgili reflekslerin ve yazdıkların yerinde ve olumludur.
İtirafçı Engin’i artık ciddiye almıyorum. “İki eylemle Nebil’i eğitmiş onun için söz sahibi olurmuş”. Bu adam resmen bunamış. Kesin patolojik bir vakıa.
Nebil'i İstanbul’a gönderdiğimizde, Nebil yoktan mı var olmuştu, insan önce bunu bir düşünür. İstanbul adam örgütleme özürlüsü olarak, neden bizden eylem kadrosu istedi sonra bunu aklına getirir, Ali Sönmez'i, Ali Ölçer'i, Nebil'i neden gönderdiğimizi aklına getirir. Eylem yapacak adamları yoktu, adam örgütlemeyi becerememişlerdi de ondan. Kendileri yeterli olsaydı zaten bizden kadro istemezlerdi. Kaldı ki, itirafçının, bizim yoldaşlarla (Nebil, Ali sönmez, Ali ölçer) girdiği topu topu iki eylem. Bu eylemlerde de görevi erketelikten (gözcülükten) öte değildir. Bunu herkes bilir. Ve herkesin bildiği başka şey son eylemden döner dönmez yakalanmaları ve örgütü bile istisna polise itiraflarıyla teslim etmesidir.
Engin bir itirafçıdır, bazıları "çözülmüştür diyelim" diyor. Hayır beyler, ben ısrarlıyım. Israr ediyorum Engin Erkiner bir itirafçıdır, o gün itirafçı yasası olsaydı da ilk müracaatı kendisi yapacaktı. İtirafçı yasası olmadığı için örgütün her şeyini, tüm adreslerini, gizli evlerini, tanıdığı, bildiği, tahmin ettiği, selamlaştığı herkesi, akrabaların, ihtimal dahilinde olabilecek eylemleri ve bunları kimin yapacağı ihtimalini söylemiş birine başka bir şey denemez. İtirafçı sıfatını ömrü billah sırtından atamaz.
Örgütle yaşadığı her saniyeyi "kronolojik" olarak anlatmıştır. Unuttuklarını ise hücre mazgalını tıklatarak "unutmuştum, şimdi aklıma geldi" diyerek itirafı kendi nefsiyle yarışarak yapmıştır. Bu adamın Nebil yoldaşı ağzına alması bile haram... Nebil yoldaş bu namusuz için söylediklerini anılarımda yazacağım. Ali Sönmez ve Nebil bu adamın kesinlikle cezalandırılmasını isteyen ve bunda çok ısrarlı olan yoldaşlardı. Bunu da bilmeni isterim.
Nebil'i kimin eğittiğine gelince, bunu yorumlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Zaman dilimlerini akla getirmek yeterlidir. Nebil yoldaşı eğiten öncelikle onun çevresidir. Devrimci düzlemde ise bu çevrenin bizlerin de dahil olduğu, sokak eylemleri, gizli bildiri basım ve dağıtımları, duvar yazılamaları, Eğitim enstitüsüyle ilgili sokak kavgaları, liselerdeki mücadeleler, mahallelerde kurduğumuz derneklerin mücadelesi ve Antakya'daki tüm illegal eylemler ki bunlar, itirafçı Engin'in boş olan kafasındaki saç tellerinin sayısından fazladır.
Bütün bu çalışmalarda öncelikle kimler vardı. İllegal eylem kadromuz kimlerdi. Dernek, TÖB-DER hangi illegal kadrolara bağlıydı. İstisnasız onlarca eylemi yapanlar kimdi. Otur bunu sen yaz; …ve adını saymadığım bir dizi yoldaş, yerlerini tam olarak sen belirle; kim neydi, sorumlulukları ve konumu neydi diye. Bu ekibin yaptığı hiç bir eylemin poliste açığa çıkmadığını belirt.
Sevgiyle yoğrulu ve birbirine tutkun olan bu ekibin hiç bir ortak eyleminin polise ulaşmadığını söyle. İlk tokatta evveli ahiri verenlerin süfli konumlarını, bu ekibin ulvi konumlarını hatırlatarak bir karşılaştırma fırsatı yarat.
Bu ekibin örgütü örgüt yaptığını, itirafçının yıktığını inşa ettiğini söyle gür sesle, hiç çekinmeden. Bu ekibin devrimci tutkusu, çektikleri işkenceye rağmen, polise ser verip sır vermediğini anlat.
Anlat ki, bu edepsizler utanmasa da varsa onları okuyan bari onlar utansın. Bu açıdan senin gösterdiğin tepki önemlidir diyorum. Bana gelince Nebil olayını kapsamlı olarak hazırlıyorum. Bu hurda insanların on yıllardır akıllarına gelmeyen Nebil yoldaşımızı neden şehitler haftasıyla birlikte anmaya başladıkları anlaşılsın.
Anıt mezar olayı için görüşmelerimizi anlat, mezar taşında yer almasını istediğim dörtlüğü aktar ki neyin ne olduğunu bilsinler. Onlar içinde bulundukları o an dışında bir şey bilmezler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar beyhude. Nebil Antakya'da mezarında olacaktır ve Antakya demek ne demektir onlar bunu çok iyi bilirler. Uzun değil kısa bir zaman sonra bunları tekrar hatırlatacağım. Bu yazışmamız bu açıdan yarına sunulacak bir belge olacaktır.
Seninle yazışmalarımı istediğin kişiye tümden ya da istediğin kısımları yönlendirebilirsin, bundan da memnun olurum.
Baki selamlarımla. Mir.
18 Şubat 2009.”
Nebil yoldaş şehrine dönecek. Bunu kimse istismar edemeyecek, istismara kalkanın yaptığı yanına kar kalmayacak. Herkes Antakya’nın ne olduğunu bilir, onun şehidinin de ne olduğunu… Bunun için beyhude çabalar sadece bizi güçlendirir. Kimlik haklarımıza ilişkin söylenen her olumsuz söz hedef kitlemizle daha da etkin buluşmamıza hizmet ettiği gibi.
Bu gün Nebil yoldaş için çabalar ilgimiz ve ilgimiz dışında da sürüyor. Sonuç aynı mecraya akacak. Amaç aynı ise sorun olmayacak. Nebil kendi toprağıyla buluşacak. Gelenek ve görenekte gerekli her şey yerine gelecek. Şehit, normal ölümden farklı defnedilir. Bunun erkanı-adabı ne ise o yapılacak. Bu ritüellerde sadece yer alması gerekenler bulunacak.
Yukarıda Nebil’le benim resmimi yerleştirdim. Yan yana hep olduğu gibi. Bunu bir anı için hazırlamıştım orda yerini alacak, ama burada, bu resimlerin sırrı için kısaca aktaracağım.
Antakya kurtuluş matbaası şehrin merkezi yerindedir. Kiliseye, vilayet konağına Antakya ceza evine, çarşı karakoluna çok yakındır. Yanı başında karşı kaldırımda da kurtuluş taksi durağı vardır. Elimizde matbaada kesilmesi gereken bildiri kağıtları ve ilk kitabım “KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?”nin teksir ilk baskıları. O zamanlar yarım kağıda basardık kitap broşür ve uzun yazıları.
Nebil’le birlikte matbaaya girdik, kesim için ustadan izin istedik. Bir tanıdık vardı olur dedi. Kağıtları kesiyorduk. Tam bu sırada gazetenin ülkücü faşist köşe yazarı, tedirgince içerdeki kulübeye geçerek telefona sarıldığını gördüm. Kesim işi daha bitmemişti. Nebil’e acele et, ihbar yedik gibi dedim. Kesilen kağıtları kesilmeyenlerle bir araya getirdik kendimizi hızla dışarı attık. Meşhur bir mobiletimiz olacaktı Nebil yoldaşa “durma eve git” dedim. O meşhur geyik atikliğiyle yay gibi uçtu. Çarşı karakolu 100mt civarında uzaktı. Polis ekibi de tam üzerimize gelip dayanmıştı. Beni elimden tutular. Üzerimde hiçbir şey yoktu. Muhbiri çağırdılar “kağıtları kesen, alıp kaçan bu” dedi. Beni Nebil’le karıştırdı, herkes gibi. İkiz gibiydik o yaşlarda. Bir tek beni yakalamışlardı. Polis, diğerleri nerde diye çevredekilerden gençleri toplamaya başladı. Hemen orada bulunan bilardo salonunda çıkan birçoğu bizim sempatizanımız olan gençlerdi. Bir iki kişi daha yakalayıp karakola götürdüler.
Ne yaptığımızı, ne türden kağıt kestiğimiz, içinde ne yazılı olduğunu soruyorlardı. Bir saat içinde Çarşı Karakolun önü ana baba gününe dönmüştü. Anneler, babalar, teyzeler, komşu kadınları en önde gürültü koparıp duruyorlardı. Dar sokak dolmuştu. Karakolun yanı başındaki humus satıcısı’nın (kaynatıp öğütülen nohut püresi) turşu bidonlarının devrildiğini dışarıdaki konuşmalardan, biz karakol bahçesindeki hücrede işitiyorduk. Kalabalık artmıştı. Başı Emire teyzem çekiyordu. Tüm devrimcilerin anasıydı o. Muammer Doğan yoldaşın yiğitler yiğidi annesi. Hepimiz için zindan zindan koşan bir kahraman anaydı. Polislere ağır sözler söylüyordu. Polis ne yapacağını şaşırmıştı. Telefonlar ediliyor emniyet müdürlüğüne ancak bir sonuç yoktu. Üzerimizde hiçbir şey yakalanmamıştı da. Bu ara dedem CHP eski Milletvekili (1950) Suphi Bedir Uluç da karakola yetişmişti. Kendini tanıttı, komiser eski parlamenteri tanımıyordu. Karakoldaki komiser, Emniyete Müdürlüğüne telefon ediyor yine bir sonuç çıkmıyordu. Karanlık basmak üzereyken, üzerimizde hiçbir şeyin olmaması, kimsenin de davacı bulunmaması üzerine, ifadelerimiz alınıp imzalarımız atılınca bizleri serbest bıraktılar.
Nebil’le birbirimize çok benzerdik, çok kişi de bizi karıştırırdı Bu anımız da o karışıklığın onur verici bir karesiydi.
Sonra ne oldu.
Sonrasını anlatırsam itirafçı Engin’in provokasyonuna gelmiş olurum. Bu karakola ders vermek gerekiyordu. Yaptığı densizliği ödemesi gerekiyordu. Aynı gece, ben, ekibimizin yiğit bir kadrosu (şu an Almanya’dadır) ve Nebil yoldaşla, kurtuluş caddesine çıkan dar sokaklarından gelerek, karakola hak ettiği cezayı verdik; karakol polislerinin fareler gibi kaçışları, çığlıkları, yerlere dökülüşleri, eski oluklu kiremitlerin çöküşü hala hatırımdadır.
Burada bir kez daha belirtmeliyim. Amacımız sadece psikolojik etkiydi, bunun siyasal sonuçlarıydı. Hiçbir eylemimizde hiçbir surette insana zarar verme yoktu. Bunun nedenleri de kitlesel bir örgüt olmamızdı, hesap vereceğimiz, sorumlu olduğumuz bir halk vardı, karanlık oda sorumsuzluğu yapamazdık. Herkes bilir ki, o gücümüzle, o etkinlik ve yetilerimizle Antakya’da, askeri her eylemi istediğimiz yöne çevirebilirdik; amacımız siyasiydi insana zarar vermek değildi, bu nedenle şehrimizin hiçbir askeri eyleminde böylesi hedeflerimiz olmamıştır. Benden sonraki iki kuşak yönetici geldi. Müntecep Kesici döneminde bir polisin ölmesi olayı ise, eylem anında karşılıklı çatışmanın sonucu olmuştu. Buna karşı, örgüt kararıyla önceden alınıp, planlanan ve uygulanan hiçbir eylem insana yönelik bir şiddeti içermedi. Bu geleneği örgütümüzün her eyleminde egemen kıldım. Bu duruşumu da hiç değiştirmedim. Bu noktada en küçük bir taviz vermiş olsam ayaklar altında ezilecek ilk kişi itirafçı olurdu, ardından da kendini MİT’e satmış ortağı olurdu ve bundan onları kurtaracak yeryüzünde hiçbir güç yoktu.
Örgütlü kitlelerin kadro üzerinde nasıl da örtü olduğunu, kadroların bununla ne kadar rahat eylem yapabildiğini ve başarılı şekilde korunduğunu, fildişi kulelerinde oturan Donkişotlar bilemezler. Antakya eylemleri böylesi eylemlerdi.
Bu satırlardan, Amanos dağlarında yaptığımız askeri eğitimi, Habib el Neccar dağı askeri çalışmalarını, taş Ocağından malzeme kamulaştırmasını, San Pier Kilisesi sırtlarındaki DSİ yazısının DENİZ-MAHİR olarak çevrilişini, İpek pazarında Faşistleri, Ayı Erdoğan ve şebekesini kurşun yağmuruna tutuşumuzu, 1977 Haziran erken seçimlerinde Faşist Türkeş’e ve konvoyuna Karşı hazırladığımız kritik eylemleri, İskenderun’da yapılacak miting platformunun bubi’lenmesini ve sonuçlarını burada dile getirmeyeceğim.
Bu süreçte Carlos M. gibi, Ali Ölçer, Ali sönmez, Nebil, Stalin H. gibi illegal alanda, sadece Antakya’da değil, Samsun’dan Ankara’ya, Niğde’den İstanbul’a, Adana’ya birer kadro olarak ülke çapında mücadeleye atıldılar. Legal alanda ise adları buraya sığmayacak kadar kadromuz, aynı çalışma ekibinin, aynı kitlesel örgütlenme ve çekirdekten yetişmenin bir unsuru olarak örgüte hizmet verdiler.
Bunlar kimin eseri, kimin kararı, kimin çabası ve özverisinin kolektif ürünü olduğunu bilenler bilir. Sonuçta kadim şehrimin her insanı tüm mozaik dokusuyla hiçbir etnik ya da inançsal arka palana taviz vermeden, bunu asla akıllarına getirmeden özgürlük ve demokrasi için mücadele ettiler. Bu kadim şehir benim ardımdan iki kuşak yönetici daha yetiştirdi.
Antakya eylemleri ardı arkası kesilmeden yapıldı. Büyük çoğunluğu da açığa çıkmadı. Çünkü burası bir kitle örgütlenme alanıydı, kadro kendini iyi kamufle edebiliyordu. En önemlisi de, aramızda iki tokatla “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16) Diyecek kimse yoktu.
Antakya çalışmaları anlatmakla bitmez… Bu ekibin yarısı bir itirafçı yüzünden İstanbul’a taşınmıştı…
İstanbul’da faşistlerin toplanma yeri Küllük Kahvesi eylemini, interkontinental’ın bir kez daha kurşunlanmasını sonra ayrıntılarıyla anlatacağım. itirafçı Engin’le, MİT’çi ortağının bilmemesi gereken, Nebil yoldaşla birlikte giriştiğimiz bir başka büyük eylemde, karşımıza çıkan koruma polisini nasıl esir aldığımızı, üzerindeki tabancayı çekmeye fırsat bırakmadan aldığımızı, ertesi gün gazetelerde bu eylemin ön sayfadan 9 sütundan verilişi ve polisin “demirbaş, beylik tabancamı iade etsinler” notunu hatırlatmakla yetineceğim.
Bu ve diğer eylemler için ihtiyaç duyduğumuz arabaların elde edilme eylemlerini burada anmayacağım. Bu eylemlerde Nebil yoldaşla birlikte, benimle yer alan yoldaşların hiç biri (Bunlardan bir, yaşamını hanımıyla hala İstanbul’da sürdürmektedir) polise bir bilgi vermedi. İşkencelerde, sorgularda, polise ser verip sır vermediğimizi söylemekle yetineceğim.
Nebil’in sağmalcılardan, Dev-sol’cu Bedri Yağan ve bir başka öğrencinin yerine TİKKO’cu Hacı Demirkaya ile kaçışını, kimileri nemalanmak için kulaktan dolma, sallama şekilde anlatıp duruyor.
Bu kaçışı nasıl organize ettiğimi, ne zaman karar verdiğimi, Nebil’in benim çıkmamı istemesine rağmen, polis ifade ve mahkemelerin seyri gereği kendisinin çıkması gerektiği kararını nasıl verdiğimi, yiğit bir gönüllülükle Bedri Yağan’ın bu görevi üstlenişini, Bedri’yi ranzamın altına elini kolun bağlayarak sakladığımı ise anılarda uzun uzun anlatacağım (Mayıs 1978).
Rahmetli Bedri Yağan, Suriye’ye geçer geçmez benimle görüşmek istedi. Misafirim oldu. O günleri andık uzun uzun. Suriye sürecinde çok ciddi hataları ve sorunları oldu, satın aldıkları insanların da kurbanı oldular. Mehmet Ağar-Tansu Çiller’in kapalı ödenekten aktarılan para karşılığında MİT aracılığıyla, Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütü üyeleriyle, sağa sola bombalar yerleştirip masum insanların ölümüne yol açan Reşit Duran, Bedri Yağan’ı Türkiye’ye dönüşünü organize edendir. Bedri Yağan’ı sınırdan geçer geçmez, MİT’le bağlantılı olan kaçakçılara teslim etmiştir. Bilinen sonuca böyle gidilmiştir. Reşit Duran Suriye’de, sivil halkı katletmekten dolayı idamla aranıyor. Şu an Türkiye’de, MİT çömezi olarak da istihdam edilmektedir.
Ama ilginç bir kesişme oldu. Arap Ayhan, İtirafçı Engin’in sitesinde Reşit Duran’ı “devrimcilere yardım eden” biri olarak tanıttı. Onunla birlikteydi. Arap Ayhan, HDÖ’lü olduğu için sorgulanıp, uyarılarak bırakılmıştı. Sefil biriydi zaten. İlginç olan İtirafçı Enginin sitesinde MİT’e kendini satmış ve ilişkisi hala devam eden İbrahim Yalçın’a ek, Arap Ayhan’ın ve onun dostu Reşit Duran’ın da yer almaya başlamasıdır. MİT uzantısı bu kadar kişinin bir WEB sitesinde bir araya gelmesi nedir? Bunu herkesin düşünmesini istiyorum…
Rahmetli Bedri Yağan sürecini ise ayrıca anlatacağım…
Ankara Emniyet Müdürlüğünde (10 Mart 1978), sorguya benimle yüzleşmek üzere getirilen yoldaşlarımı da katarak (Bunlar arasında M. Burgaz ve kardeşi Fuat’ta vardı), emniyete meydan okur tarzda, yerel halk türkülerimizi hücremden, anadilimle, yüksek sesle söylediğimi burada uzun uzadıya anlatmayacağım.
Bu satırların sonunda yine yüksek sesle, Bush’un suratına vurulan sırmay gibi, “Utanmaz adamlar, itirafçılar, MİT’e satılmışlar, hilkatinizi, pis ağzınızı ve kirli ellerinizi Nebil yoldaştan uzak tutunuz “ diyerek suratlarına vuracağım.
Nebil yoldaş için dürüstçe, sesiz ve sitemsizce, boş tenekenin çok ses çıkaran gürültülerine medet bağlamadan çalışan her kişinin emeklerine saygımı ve salamımı iletiyorum. Bu süreç tamamlanınca bu konuya özel olarak ayrıca yer vereceğim.
Bu dosyada Nebil yoldaşı uzun uzun anlatmayacağımı baştan söyledim. Ama onu kalleşçe ve hunharca katledenlere bir çift sözüm olacak.
Katiller her kimseniz, Mete Özer mi? Başkası mı? Kim olursanız olun. Oturun yaptığınız ve sizin de içinizin, en azından bu gün itibariyle, burkulduğuna inandığım bu menfur cinayetten dolayı özür dileyin. Bunu yazılı ve açık olarak yapınız; cinayetinizi detaylarıyla anlatıp özür dileyiniz. Bakın, cinayetinizin üzerinden bunca yıl geçti ama Antakya halkı olarak şehidimizi unutmadık. Şehit haftaları düzenlemeye başladık. Şehidimizi bulacak toprağıyla kucaklaşmasını da sağlayacağız. Bu vebalden kaçamayacaksınız. Bunun dışında ihsan istemiyoruz.
Bu çağrıyı Ali Çakmaklı’yı öldürenler için de tekrar ediyorum.
Bu çağrıyı, örgütümün sorumluluğunu üstlendiği, olumlu olumsuz her yükümlülüğünün arkasında 2. Kongremiz bağlanıp karar alana kadar duracağımı bir kez daha belirterek, yineliyorum. Kimseye bir sorumluluk yüklemeden (61. Dosya’da bu konuyla ilgili her detayı açıkladım), kimseyi şaibe altında da bırakmadan, bu çağrımı tekrar ediyorum.
Son notum şu olacak.
1 Mart 2009
Sefil itirafçı yüzünden firarı duruma düştüğüm 1977 Ağustos’undan bu güne ve bu saate kadar kod adlarıyla yaşadım. Adımı hep gizledim. İlticamı bile başkasının adıyla yaptım. Fotoğrafımın yayınlanmaması, Adımla görüntümün bir arada algılanmaması için çaba verdim. Kod adımı bile seçerken yaygın olanı tercih ettim, hep Ali oldum, Ali kaldım…
Adana cezaevinde hummalı bir kaçış hazırlığı vardı. Tünel son aşamalarındaydı. Siyasi temsilciler olarak, devlete büyük bir darbe olur düşüncesiyle tünelden ilk elden ağır mahkumları çıkaracaktık. Sonra istisnasız tüm mahkum ve tutukluları da hatta cezaevinin meşhur bir kedisi vardı onu da çıkarmayı düşündük (1000’i aşkın kişi). Bu önerim kabul edildi. Büyük ve sansasyonel bir çıkış böyle gerçekleşecekti. Burada şahıslar ve adları yoktu. Olayın kendisi büyük bir etki yaratacaktı. Ancak tünelde bir devrimci yoldaşın şehit olması tüm planlarımızı alt üst etmişti. Farklı arayışlar içindeyken, tünelin açığa çıkması nedeniyle, jandarmalarla aramızda başlayan silahlı çatışmaların ardından, cezaevi çevresinde birikmiş ailelerin tepkilerini dindirmek için 6. kolordu komutanından görüş izni geldi.
Durum değerlendirmesiyle yeni kaçış planımızı hayata geçirdik. Bir gece önce görüş yapılacak kabinlerde, görüşmeci tarafına geçerek sabahladık. Gardiyanlardan örgütlü olanlar, solculara sempati görenlerin de yardımıyla, firar ettik.
Firar ettiğimizin anlaşılmaması amacıyla, koğuş sayımında adımız okununca “buradayım” diyecek yoldaşları da belirleyerek çıkmıştık. Onlarca kişi çıkmamıza rağmen, kaçışımız geç anlaşıldı ve bu olay basında önemli bir yer bulmadı. İstediğimiz de buydu. Aptal itirafçının her olayda ve söylemde bir Mihrac Ural parıltısı yaratmak için çırpınışı sadece yalandan ibarettir.
Bu gerçeği, benimle kaçmasına onay verdiğim, İtirafçının yakın arkadaşı Adil Okay’a da iyi bilir. Anlaşılan itirafçının salladığı yalanı durdurmakta geç kalmış.
Bu verilerin ışığında, “şöhret peşinde” koştuğumu iddia eden itirafçının bilmek istemediği çok şey olduğunu söylemeliyim.
Örgütümüz, Türkiye’de en etkin askeri eylemlerini ANAP’a karşı yaptığında, medyanın tek kelimeyi bile abartarak vereceği bir ortamda, Mihrac Ural yerine Bedreddin Mahir örgüt sözcüsü olarak konuşmuştur. Bedreddin Mahir’in ise, şeyh Bedreddin ve Mahir Çayanı çağrıştıran bileşkesiyle şöhrete hiç ihtiyacı olmayacağını söylemeye gerek yoktur.
Buradan da itiraf etmeliyim ki, Engin Erikener benden çok daha meşhurdur.
Bu zevatın şöhretinin milyonda biri bile olamam, Allah kimseyi de yapmasın derim.
Örgütümüzü itiraflarıyla polise teslim etmesinin şöhretine ülkemizde, Doğu Perinçek’ten başka kimsenin ulaşamadığını belirtmeliyim; bu şöhreti, işkencelerde kanlar içinde kalan vücutlarımızın üzerine basılarak oluştuğunu ayrıca hatırlatmama gerek yoktur. Polise yaptığı itiraflarla, istisnasız geride hiçbir şey bırakmadan, olan ve olacak olan tüm eylemlerini, olan ve olma ihtimali olan tüm adres ve sorumlularını, tanıdıklarını, kendisine selam atanları, akrabalarını ele vermiş ve ifadesinde bir ton ithamla, adını 12 kez andığı Mihrac Ural’ı vererek meşhur olmuştur. (Bkz. 1. Dosya; itirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesi http://mirural.blogspot.com/)
Özür dilerim, böylesi bir şöhretle ben asla başa edemem…
Mihrac Ural sendromuyla yaşama ısrarı, bu adamı kepaze durumlara da soktu. Bunca karalama çabasına rağmen sonuç alamayınca, siyasi yazılarımın arkasından nal toplayan eleştiri çırpınışlarına yönelmesi dikkat çekicidir. Özel olarak benim adım etrafında dolaşan sitesindeki her yazıda, yazılarımı “okumadığını, hiç bakmadığını, ilgilenmediğini” yazıp durdu. Oysa anı anına yazı performansımın izleyicisi olduğu anlaşılıyordu. Bu dengesiz durumu kimsenin gözünden kaçmadı. Alay konusu oldu; bu kadar karalama ve iddiadan sonra, geriye hangi siyası eleştirinin kıymeti itibarı kalır ki…
“Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir”
(Bir atasözü)
Mihrac Ural - Nebil Rahuma 1980 yılında çekilmiş fotoğraflar
(Mail gönderimlerine yapılan sunu)
Değerli arkadaşlar,
Uydurmalar hiç bir zaman gerçek olmadı. Uydurmaların pehlivanlığı boş tenekenin çok ses çıkarması gibidir. Gerçekten her taşın altında bir Mihrac Ural gören hastaları mazur görmek gerek. On yıllar önce yazılmış Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun "Üç Dil" şiirini yıllardır yayınlarım. Özellikle 21 Şubat dünya anadiller günü dolaysıyla. Anadilime özgürlük için çok yaman bir şiir olarak görürüm.
"ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba"
Bu vurgu beni çok vurur, hep dile getiririm.
Bu şiirde
"En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin"
dizeleri geçiyor. İtirafçı psikopat, “üç dil bilen benim, o iki dil biliyor, kastedilen benim” diye tuturdu. Benden bir dil fazla bildiğini mi anlatmak istedi, havada bulut var bana kaz mı dedin demek istedi, bilinmez ama bu gerginlik, bu her şeyden nem kapma hali tıbbi açıdan şezofrenik bir haldir.
Bu adam fiilen psikopattır. Bu yüzden okur huzurunda onu mazur gördüğümü ilan ediyorum. Tedavi olmasını salık vereceğim…
O bir İtirafçıdır, bu kambur onu şaşkına çevirmiş, rüyalarını kabus etmiş, kurtulamıyor. Oysa yapacağı çok basitti. İnanılmaz bir itirafçılık belgesi olan polis ifadesine böbürlenerek "ön söz" yazacağım demek yerine, "zarar verdiğim herkesten ve örgütümden özür dilerim" demeliydi. Bu kadar basit, zaten ne örgütle nede bu örgütü savunma kararlılığı gösterenlerle uzak bir ilintisi de kalmamıştır. Ama bunu yapamıyor, beceremiyor, çünkü dar, çünkü yetersiz ve seviyesiz. Başkasının üzerine basarak, sorumluluk almadan, örgütsüz ve yıkarak geride bıraktıklarına dönüp bakmadan var olmayı bir kişilik haline getirmiştir.
Nebil için söyledikleri ise çok daha ahmakça ve ahlaksızcaydı. Nebil'i birinci elden algılamak için kısaca bir kaç not yazdım. Nebil'i çok sonra yazacağım. Hele kadim şehrine toprağına bir kavuşsun. Bunun için tüm gücümüzle çalışıyoruz, çalışanları da yalnız bırakmıyoruz. Bu nedenle, bir kaç satırla şu timsah gözyaşları dökenleri, onu "ahlaksızlıkla" suçlayanları, onun katledilişini 30 yıl sonra akıllarına getirenleri ve onun mütevazı adından nemalanmak isteyen sahtekarların yüzünü bir açığa vurmak istedim.
Birlikte okuyalım.
Mihrac Ural.
4 Mart 2009
Soruyorlar “Nebil ne yana düşer usta” diye?
Niğde Ceza evinden firar eder etmez Konya ceza evine yanıma gelen, aranmasına rağmen nizamiye kapısından geçme cüretini taşıyan birinin yüreği ne yana olabilir.
Nebil saffını böyle belirledi. 1978 Acilciler-HDÖ ayrılığının en keskin safhasında, Yanıma geldi, firariydi ve ne yapması gerektiği benden sorup ona göre yönelmeye gelmişti. Bunun anlamı ne ise Nebil odur.
Zindan firar edin bir devrimci militan ilk nereye gider, herkes kendi kendine sorsun. Firari bir devrimci yurt dışına çıkmak için kime güvenir kimin yolunu takip eder. Birde bunu sorsun herkes.
Nebil, Filistin’e yolcu. Ayrıntıyı bilen, buyursun söylesin.
Bu ayrıntıyı birilerinin bilmesi gerek.
Biz çok iyi biliyoruz. Nebil’in hangi yana düştüğünü soran önce, bunarı öğrensin.
Nebil Firari bir yoldaş, nerede gizlendi, H.B (Levent Sami Sultan) yoldaşın evinde ne kadar zaman kaldı. O yere kim tarafından getirildi. Bu süreçte kimin arabası hizmete koşuldu. Hangi kılavuzla sınırı geçti. Başarıyla bu süreç nasıl gelişti. Bu süreçte bana gönderdiği haber ne idi, kimleri yanına gönderdim. Nebil Lazkiye’de kimin yanında kaç gün kaldı. Filistin kampları süreci ve İsrail işgali altındaki topraklarda eylemleri. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Dış İlişkiler bürosu sorumlusu Hani’nin anlattıkları.
Bunları daha sonra, Nebili genişçe anlatacağım yazıda dile getireceğim. ACİL - HDÖ ayrılığında Nebil’in ne yana düştüğünü o zaman hep birlikte kararlaştıracağız.
Nebil bizim bir parçamızdı, Nebil bu toprağın ruhi şekillenmesinin bir ifadesiydi. Nasihatim, serseriler gevezeliği terk etsin. Bunlar bulanık suda avlananlardır. Konuyla uzak yakın ilgileri olmaksızın, iki tarafın çelişkilerini istismar edip, aradan çıkmış ayakları havada olanlardır; sağla solla yazışarak yalan yanlış bilgi oluşturup hüküm vermeye abesiyle iştigal etmektedirler. Bunların Nebil’e ilişkin soru sorma hakları bile yoktur. Bu böyle biline.
***
Mihrac Ural
18 Şubat 2009
Nebil’i İstanbul’a, orada bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.
İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi ya da yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.
***
Nebil yoldaşı sonra anlatacağım. Şimdi yazdıklarım küçük bir açıklama mahiyetindedir. Kendini bilmez itirafçı bir edepsiz, Nebil yoldaş’a yine dil uzatmış. Daha önce, Nebil yoldaşın katillerinin çirkin ve bir o kadar yalan olan ahlaki suçlamalarını özel olarak öne çıkartıp onaylamış ve utanmadan “gerçek bu” diyerek yalanı doğrulamaya kalkışmıştır. Nebil yoldaşı bir ya da bin kez tanıyanlar bunun bir kurgu ve kocaman bir yalan olduğu bilirler.
Aynı edepsiz itirafçı bu kez, erkete (gözcü) rütbesinden başka bir askeri apoleti olmamasına nağmen, Nebil yoldaşı askeri olarak eğittiğini, bu nedenle de üzerinde “en başta” kendisinin söz sahibi olduğunu iddia etmiştir. Nebil yoldaş üzerinden nemalanma türlerinden biri olarak ortaya atılan bu saçmalık, örgütünü polise satmanın kamburunu taşıyan bir kişinin ne işine yarar bilinmez ama gerçeklere tamamen aykırıdır.
Kimse kesmeyi aldatamasın. Nebil Rahuma yoldaş, öncelikle, kadim şehrimiz Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bir değerdir diyeceğim.
Antakya’nın en meşhur siyasal varlıklarının Acilciler olduğunu ve bu şehrin yiğit Acilci militanlarının, Nebilin var oluşunda tek tek emekleri olduğunu belirteceğim.
Nebil Antakya devrimci pratiğinin bir ürünüdür. Onun yüksek ahlakı, özverili militanlığı, kitlesel örgütlenme ve halkın içinden gelmenin kazandırdığı yetileriyle, karanlık oda Donkişotlarını fersah fersah geride bırakan bir eylem adamı yapmıştır. İstanbul’a gönderdiğim kadrolar arasında önceliği Nebil’e vermemin nedeni de budur. Nebil, İstanbul’a eli silah tutmayı bilmeyen, hiçbir yerde askeri eğitim almamış olan İstanbul örgütlenmesini eğitmek için gönderilmiştir. İllegaliteyi karanlık odalarda kapalı olmak, birbirini tanımamak ve kitle diye bir sorunu olmadan devrimcilik yapmak olarak algılayanları eğitmek için Antakya’dan yola çıkmıştı. İstanbul komitesinin Antakya’dan ısrarla kadro talep etmesinin nedeni de budur. Kitle örgütlenmesi diye bir amacının olmadığı ve bilinmediği, militan örgütleme özürlüsü olan İstanbul komitesi, Antakya’da gördüğü kadro yardımı içinde Nebil yoldaşın da bulunması, bir şanstı. Nebil ve diğer kadrolarımızı gönderdikten sonra İstanbul eylemlerinin performansındaki düzelme de buna kanıttır. Ancak bunları da bir itirafçı yerle bir etmiştir.
Nebil’in İstanbul’da kimseden alacağı bir şey yoktu. İstanbul çalışmalarında çok olumlu kadrolar ve militanlar olduğu kesindir ancak, kimsenin seçmediği, illegalitenin çarkları içinde Ankara’dan İstanbul’a gelen, hayatında silahı elinde tutma şansı yakalamamış, bunu deneme ortamı bulamamış birinin kendinde olmayan askeri yetileri başkasına verdiğini iddia etmesi çok komiktir. “Olmayan verilemez” diye bir atasözü var, bu gibiler için söylenmiştir.
Nebil’i İstanbul’a, orda bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.
İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi yada yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.
Nebil yoldaş bu tecrübeleri Antakya’da doya doya öğrenmişti. Bu açıdan bakınca, önder olduğu her eylemde, erketelik (gözcülük) yapmış birinin Nebil yoldaşa verebileceği bir dersin olabileceğini düşünmek abestir. Bu yalanlar kimseye apolet kazandırmaz. O günün koşullarında, eylemi yapan, eylem anının her özgünlüğünü süratle algılayıp yeniden yapılandıran, planlayan ve öncüsü olan Nebil yoldaşın kimseden alacağı bir ders yoktu. Nebil yoldaş, kendi çalışma alanından aldığı derslerle dolu olarak İstanbul’daydı ve bunu hayata geçiriyordu. Bir itirafçı korkağın bu noktada Nebil yoldaşa katacağı hiçbir şey olamaz. Bunu Nebil yoldaşla başardığımız onlarca eylemin gözlemi ve yoldaşla eyleme katılanların onayıyla dile getiriyorum.
İtirafçı Engin Erkiner’in, çirkin söylemlerini şehvetle ortaya sürüşü, sırtında taşıdığı itirafçılık kamburunun ürünüdür. Ayıplarını örtmeye çalışıyor. Böylesi böbürlenmelerle kendini aldatıyor. Bu yöntem itirafçı içgüdüsüne aittir. Bir kez daha Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’i hatırlayınız, şehvetle konuşmasını göz önüne getiriniz, İtirafçı Engin’i göreceksiniz…İkisinin Doğu Perinçek tilmizleri olduğunu da unutmayın.
Nebil yoldaşı daha sonra uzun uzun anlatacağım. Bunun için 30 anı seçtim. Bunlardan birini kısaca anlatmakla yetineceğim. Diğerleri, şehidimizin memleket toprağındaki onurlu yerini almasından sonra gündeme gelecek…
Önce süreci özetle aktarayım.
Nebil’in mezarının fiili olarak aranması olayı bundan yaklaşık iki yıl önce başladı. Kıymeti kendinden menkul kişilerin dünkü çabaları bile bizim şehitler haftası etkinliğimizin eseriydi. Yaklaşık iki yıl önce Cevat Yiğit yoldaşla uzun uzun Nebil konusunu sohbet ettik. Emrullah Gemici yoldaşla, eski HÖD’cü arkadaşları aradık; bu arkadaşlar benimle Nebil döneminin İstanbul çalışmasında yer alan temiz ve yiğit insanlardı. Benim kadar, örgütü yıkan itirafçıyı da iyi tanırlardı.
Bu arkadaşlarla Nebil’i nasıl bulacağımızı sık sık konuştuk. Nerede katledildi, katledildiği yerde mi terk edildi, kimsesizler mezarlığında kaydı, adı bir işareti var mıdır? Bu sorulara cevap aradık her sohbetimizde. Bu amaçla ne yapabiliriz diye istişarelerde bulunduk durduk. Bu dönemde, kadim bir değerli yoldaşım M.Y ile buluştum. Onunla Nebil zikri yaptık, ayin gibi. 32 yıl önce bu serece birlikte girmiş, sorumlulukları göğüslemiştik. Aynı örgütsel yapıda ilk adımları atmıştık, Yüksel Eriş hocayla, Ömür Karamollaoğlu’yla birlikte çalışmıştık. Mahallemizin Hac Halil çıkmazındaki evde sürmüştü illegal toplantılarımız, Kurtdere çıkmazında da eğitim çalışmalarımız. II. Buluşmamızda yine Nebil vardı. Nebili bulacaktık, topraklarına geri getirecektik.
Bu istişareler, aynı yol çatıda kesişiyordu; Kerestecilerde tuğla fabrikasını işaret ediliyordu.
Bu süreçte “Şehitler Haftası”nın (25-30 Kasım 2008) belli bir periyotla süreceğini ilan ettik. Sloganımız toparlayıcı ve birleştiriciydi “Devrimci Her Şehit Şehidimizidir. Şehitler birliğimizdir”. Bu şiarla yola koyulduk. Şehitlerin tümü birdi. Ama mezarı bilinmeyen bir tek Nebil yoldaştı. O bulunacaktı.
Şehitler haftası arifesinde bir yerden işaret almış gibi, şehitlerimiz hakkında şaibeler üretilmeye başlandı. Aşağılık itirafçılar ve MİT kuklaları, şehitlerimiz üzerine çamur atmaya girişti. İki devrimci örgüt çatışmasında bile her taraf kayıplarına şehit deyip, taraflar buna karşılıklı saygı gösterirken, şehitlerimize yönelik bu cinneti anlamak güçtü.
Bölge gericiliğine, emperyalistlerin ve İrsal’in dolaysız güdümünde olan güçlere karşı savaşta şehit olmuş yoldaşlarımız üzerinde şaibe yaratmanın gerekçesi yoktu, mantıksız bir kin olarak duruyordu. Şehitlerimizin cenazesine halkın sahip çıkışı ve etkin katılımı, Filistinli temsilcilerin ve PKK’nin başında olduğu devrimci dostlarımızın katılımı da görmezden gelinerek, herkesi suçlar mahiyette yapılan karalama gerçekte şehitlerimizi bir kez daha vuruluyordu.
PKK Genel Sekreteri, Başkan Öcalan’ın ve Nidal Cephesi lideri, Filistin kurtuluş Örgütü (FKÖ) Merkez Yürütme üyesi (1989’dan itibaren), hala Kudüs Dairesi Başkanlığını yürütmekte olan Semir Ğoşe’nin şehitlerimizi kutsayan mektuplarına rağmen, şehitlere dil uzatmaya devam edildi.
Ancak bu çirkin çabalar, özel harp dairesi saldırıları yükselişe geçen çalışmalarımızın önünde durmaktan acizdi. Şehrimiz her şeye rağmen ağır bir uykudan uyanıyordu. Ayağa kalkıyordu karınca kadarınca de olsa bunu yapacaktı. Özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkısını kendine özgün değerleriyle sunacaktı.
Başlangıç sayılarla değil tutumlarla ikame edilirdi. Bunu yapıyorduk. Uzun yıllar sonra kırılması gereken zincirleri kırıyorduk. Ama hainler şehitler üzerinde karanlık emellerini sürdürmek üzere şaibelerine devam ediyorlardı. Şehitlerimizi bir kez daha vuruyor, öldürüyorlardı. 30 yıldır şehitlerimizi unutanlar, Şehit etkinliğimizle birlikte karalamak için hatırlamış oluyorlardı.
Bunlarla yollarımız ebede kadar ayrılmıştı. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde olacaktı. Ama böylemi olurdu? Solun çöktüğü yerde dik duran insan aradığımız bir kesitte birleştirici, geniş ve kapsayıcı olmak yerine, bir adım ileri atma kararlılığı gösterenlere karşı böyle mi yaklaşılırdı? İşte büyük soru buydu. Solun mevta halinin nedenleri birazda bu bataklık akılların ürünüdür. İşin diğer yanında ise, İstanbul’u Antakya’ya, Diyarbakır’a bağlamak için milliyetçi vebadan uzak olmak gerekiyordu. Bunlar ise inanılmaz bir milliyetçi refleksle bütünleşmiş kin saiklarının esiriydi.
Bu ortamın lümpen ağızla yapılan boş teneke lakırdılarına dönüp bakmamaya çalıştık, iyi niyete, bilgi paylaşımına, kavramları seviyeli kullanmaya önem verdik. Sorumluluğumuz vardı hırlaşma diye bir derdimiz yoktu. Yapılanları unutmayacağız, her şeyi düğüm düğüm arşivliyoruz. Şimdilik bu biline…
Nebil için özverileriyle bilinen kadim bir yoldaşım, bu gün (18 Şubat 2009) gönderdiği iletide, bana “rahat ol” diyordu. Her şey en uygun şekliyle olacak diye de tatmin ediyordu.
Bu değerli kadim yoldaşım, Önceki iletilerinde bana aklımda hiç kalmayan şu olayı hatırlatmıştı “Ben ara sıra ANTAKYA'ya gidiyorum ve geçmişi yadediyorum. Eski TÖB-DER binasının kavşağında bir afişleme sırasında afişleri toplayan polisin elinden o afişleri kaparak kaçışın da gözlerimin önünde canlanır o caddede.” On yıllar haber alamadığım bu yoldaşı yakın zamanda kucaklama fırsatı bulmuştum. Güvendiğim yiğit bir yoldaştı en eski ekibin temel taşıydı, anılarımda Nebil gibi yeri vardı. Son iletisine cevabım yaklaşık olarak şöyleydi:
“İtirafçıya karşı, Nebil yoldaşla ilgili reflekslerin ve yazdıkların yerinde ve olumludur.
İtirafçı Engin’i artık ciddiye almıyorum. “İki eylemle Nebil’i eğitmiş onun için söz sahibi olurmuş”. Bu adam resmen bunamış. Kesin patolojik bir vakıa.
Nebil'i İstanbul’a gönderdiğimizde, Nebil yoktan mı var olmuştu, insan önce bunu bir düşünür. İstanbul adam örgütleme özürlüsü olarak, neden bizden eylem kadrosu istedi sonra bunu aklına getirir, Ali Sönmez'i, Ali Ölçer'i, Nebil'i neden gönderdiğimizi aklına getirir. Eylem yapacak adamları yoktu, adam örgütlemeyi becerememişlerdi de ondan. Kendileri yeterli olsaydı zaten bizden kadro istemezlerdi. Kaldı ki, itirafçının, bizim yoldaşlarla (Nebil, Ali sönmez, Ali ölçer) girdiği topu topu iki eylem. Bu eylemlerde de görevi erketelikten (gözcülükten) öte değildir. Bunu herkes bilir. Ve herkesin bildiği başka şey son eylemden döner dönmez yakalanmaları ve örgütü bile istisna polise itiraflarıyla teslim etmesidir.
Engin bir itirafçıdır, bazıları "çözülmüştür diyelim" diyor. Hayır beyler, ben ısrarlıyım. Israr ediyorum Engin Erkiner bir itirafçıdır, o gün itirafçı yasası olsaydı da ilk müracaatı kendisi yapacaktı. İtirafçı yasası olmadığı için örgütün her şeyini, tüm adreslerini, gizli evlerini, tanıdığı, bildiği, tahmin ettiği, selamlaştığı herkesi, akrabaların, ihtimal dahilinde olabilecek eylemleri ve bunları kimin yapacağı ihtimalini söylemiş birine başka bir şey denemez. İtirafçı sıfatını ömrü billah sırtından atamaz.
Örgütle yaşadığı her saniyeyi "kronolojik" olarak anlatmıştır. Unuttuklarını ise hücre mazgalını tıklatarak "unutmuştum, şimdi aklıma geldi" diyerek itirafı kendi nefsiyle yarışarak yapmıştır. Bu adamın Nebil yoldaşı ağzına alması bile haram... Nebil yoldaş bu namusuz için söylediklerini anılarımda yazacağım. Ali Sönmez ve Nebil bu adamın kesinlikle cezalandırılmasını isteyen ve bunda çok ısrarlı olan yoldaşlardı. Bunu da bilmeni isterim.
Nebil'i kimin eğittiğine gelince, bunu yorumlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Zaman dilimlerini akla getirmek yeterlidir. Nebil yoldaşı eğiten öncelikle onun çevresidir. Devrimci düzlemde ise bu çevrenin bizlerin de dahil olduğu, sokak eylemleri, gizli bildiri basım ve dağıtımları, duvar yazılamaları, Eğitim enstitüsüyle ilgili sokak kavgaları, liselerdeki mücadeleler, mahallelerde kurduğumuz derneklerin mücadelesi ve Antakya'daki tüm illegal eylemler ki bunlar, itirafçı Engin'in boş olan kafasındaki saç tellerinin sayısından fazladır.
Bütün bu çalışmalarda öncelikle kimler vardı. İllegal eylem kadromuz kimlerdi. Dernek, TÖB-DER hangi illegal kadrolara bağlıydı. İstisnasız onlarca eylemi yapanlar kimdi. Otur bunu sen yaz; …ve adını saymadığım bir dizi yoldaş, yerlerini tam olarak sen belirle; kim neydi, sorumlulukları ve konumu neydi diye. Bu ekibin yaptığı hiç bir eylemin poliste açığa çıkmadığını belirt.
Sevgiyle yoğrulu ve birbirine tutkun olan bu ekibin hiç bir ortak eyleminin polise ulaşmadığını söyle. İlk tokatta evveli ahiri verenlerin süfli konumlarını, bu ekibin ulvi konumlarını hatırlatarak bir karşılaştırma fırsatı yarat.
Bu ekibin örgütü örgüt yaptığını, itirafçının yıktığını inşa ettiğini söyle gür sesle, hiç çekinmeden. Bu ekibin devrimci tutkusu, çektikleri işkenceye rağmen, polise ser verip sır vermediğini anlat.
Anlat ki, bu edepsizler utanmasa da varsa onları okuyan bari onlar utansın. Bu açıdan senin gösterdiğin tepki önemlidir diyorum. Bana gelince Nebil olayını kapsamlı olarak hazırlıyorum. Bu hurda insanların on yıllardır akıllarına gelmeyen Nebil yoldaşımızı neden şehitler haftasıyla birlikte anmaya başladıkları anlaşılsın.
Anıt mezar olayı için görüşmelerimizi anlat, mezar taşında yer almasını istediğim dörtlüğü aktar ki neyin ne olduğunu bilsinler. Onlar içinde bulundukları o an dışında bir şey bilmezler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar beyhude. Nebil Antakya'da mezarında olacaktır ve Antakya demek ne demektir onlar bunu çok iyi bilirler. Uzun değil kısa bir zaman sonra bunları tekrar hatırlatacağım. Bu yazışmamız bu açıdan yarına sunulacak bir belge olacaktır.
Seninle yazışmalarımı istediğin kişiye tümden ya da istediğin kısımları yönlendirebilirsin, bundan da memnun olurum.
Baki selamlarımla. Mir.
18 Şubat 2009.”
Nebil yoldaş şehrine dönecek. Bunu kimse istismar edemeyecek, istismara kalkanın yaptığı yanına kar kalmayacak. Herkes Antakya’nın ne olduğunu bilir, onun şehidinin de ne olduğunu… Bunun için beyhude çabalar sadece bizi güçlendirir. Kimlik haklarımıza ilişkin söylenen her olumsuz söz hedef kitlemizle daha da etkin buluşmamıza hizmet ettiği gibi.
Bu gün Nebil yoldaş için çabalar ilgimiz ve ilgimiz dışında da sürüyor. Sonuç aynı mecraya akacak. Amaç aynı ise sorun olmayacak. Nebil kendi toprağıyla buluşacak. Gelenek ve görenekte gerekli her şey yerine gelecek. Şehit, normal ölümden farklı defnedilir. Bunun erkanı-adabı ne ise o yapılacak. Bu ritüellerde sadece yer alması gerekenler bulunacak.
Yukarıda Nebil’le benim resmimi yerleştirdim. Yan yana hep olduğu gibi. Bunu bir anı için hazırlamıştım orda yerini alacak, ama burada, bu resimlerin sırrı için kısaca aktaracağım.
Antakya kurtuluş matbaası şehrin merkezi yerindedir. Kiliseye, vilayet konağına Antakya ceza evine, çarşı karakoluna çok yakındır. Yanı başında karşı kaldırımda da kurtuluş taksi durağı vardır. Elimizde matbaada kesilmesi gereken bildiri kağıtları ve ilk kitabım “KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?”nin teksir ilk baskıları. O zamanlar yarım kağıda basardık kitap broşür ve uzun yazıları.
Nebil’le birlikte matbaaya girdik, kesim için ustadan izin istedik. Bir tanıdık vardı olur dedi. Kağıtları kesiyorduk. Tam bu sırada gazetenin ülkücü faşist köşe yazarı, tedirgince içerdeki kulübeye geçerek telefona sarıldığını gördüm. Kesim işi daha bitmemişti. Nebil’e acele et, ihbar yedik gibi dedim. Kesilen kağıtları kesilmeyenlerle bir araya getirdik kendimizi hızla dışarı attık. Meşhur bir mobiletimiz olacaktı Nebil yoldaşa “durma eve git” dedim. O meşhur geyik atikliğiyle yay gibi uçtu. Çarşı karakolu 100mt civarında uzaktı. Polis ekibi de tam üzerimize gelip dayanmıştı. Beni elimden tutular. Üzerimde hiçbir şey yoktu. Muhbiri çağırdılar “kağıtları kesen, alıp kaçan bu” dedi. Beni Nebil’le karıştırdı, herkes gibi. İkiz gibiydik o yaşlarda. Bir tek beni yakalamışlardı. Polis, diğerleri nerde diye çevredekilerden gençleri toplamaya başladı. Hemen orada bulunan bilardo salonunda çıkan birçoğu bizim sempatizanımız olan gençlerdi. Bir iki kişi daha yakalayıp karakola götürdüler.
Ne yaptığımızı, ne türden kağıt kestiğimiz, içinde ne yazılı olduğunu soruyorlardı. Bir saat içinde Çarşı Karakolun önü ana baba gününe dönmüştü. Anneler, babalar, teyzeler, komşu kadınları en önde gürültü koparıp duruyorlardı. Dar sokak dolmuştu. Karakolun yanı başındaki humus satıcısı’nın (kaynatıp öğütülen nohut püresi) turşu bidonlarının devrildiğini dışarıdaki konuşmalardan, biz karakol bahçesindeki hücrede işitiyorduk. Kalabalık artmıştı. Başı Emire teyzem çekiyordu. Tüm devrimcilerin anasıydı o. Muammer Doğan yoldaşın yiğitler yiğidi annesi. Hepimiz için zindan zindan koşan bir kahraman anaydı. Polislere ağır sözler söylüyordu. Polis ne yapacağını şaşırmıştı. Telefonlar ediliyor emniyet müdürlüğüne ancak bir sonuç yoktu. Üzerimizde hiçbir şey yakalanmamıştı da. Bu ara dedem CHP eski Milletvekili (1950) Suphi Bedir Uluç da karakola yetişmişti. Kendini tanıttı, komiser eski parlamenteri tanımıyordu. Karakoldaki komiser, Emniyete Müdürlüğüne telefon ediyor yine bir sonuç çıkmıyordu. Karanlık basmak üzereyken, üzerimizde hiçbir şeyin olmaması, kimsenin de davacı bulunmaması üzerine, ifadelerimiz alınıp imzalarımız atılınca bizleri serbest bıraktılar.
Nebil’le birbirimize çok benzerdik, çok kişi de bizi karıştırırdı Bu anımız da o karışıklığın onur verici bir karesiydi.
Sonra ne oldu.
Sonrasını anlatırsam itirafçı Engin’in provokasyonuna gelmiş olurum. Bu karakola ders vermek gerekiyordu. Yaptığı densizliği ödemesi gerekiyordu. Aynı gece, ben, ekibimizin yiğit bir kadrosu (şu an Almanya’dadır) ve Nebil yoldaşla, kurtuluş caddesine çıkan dar sokaklarından gelerek, karakola hak ettiği cezayı verdik; karakol polislerinin fareler gibi kaçışları, çığlıkları, yerlere dökülüşleri, eski oluklu kiremitlerin çöküşü hala hatırımdadır.
Burada bir kez daha belirtmeliyim. Amacımız sadece psikolojik etkiydi, bunun siyasal sonuçlarıydı. Hiçbir eylemimizde hiçbir surette insana zarar verme yoktu. Bunun nedenleri de kitlesel bir örgüt olmamızdı, hesap vereceğimiz, sorumlu olduğumuz bir halk vardı, karanlık oda sorumsuzluğu yapamazdık. Herkes bilir ki, o gücümüzle, o etkinlik ve yetilerimizle Antakya’da, askeri her eylemi istediğimiz yöne çevirebilirdik; amacımız siyasiydi insana zarar vermek değildi, bu nedenle şehrimizin hiçbir askeri eyleminde böylesi hedeflerimiz olmamıştır. Benden sonraki iki kuşak yönetici geldi. Müntecep Kesici döneminde bir polisin ölmesi olayı ise, eylem anında karşılıklı çatışmanın sonucu olmuştu. Buna karşı, örgüt kararıyla önceden alınıp, planlanan ve uygulanan hiçbir eylem insana yönelik bir şiddeti içermedi. Bu geleneği örgütümüzün her eyleminde egemen kıldım. Bu duruşumu da hiç değiştirmedim. Bu noktada en küçük bir taviz vermiş olsam ayaklar altında ezilecek ilk kişi itirafçı olurdu, ardından da kendini MİT’e satmış ortağı olurdu ve bundan onları kurtaracak yeryüzünde hiçbir güç yoktu.
Örgütlü kitlelerin kadro üzerinde nasıl da örtü olduğunu, kadroların bununla ne kadar rahat eylem yapabildiğini ve başarılı şekilde korunduğunu, fildişi kulelerinde oturan Donkişotlar bilemezler. Antakya eylemleri böylesi eylemlerdi.
Bu satırlardan, Amanos dağlarında yaptığımız askeri eğitimi, Habib el Neccar dağı askeri çalışmalarını, taş Ocağından malzeme kamulaştırmasını, San Pier Kilisesi sırtlarındaki DSİ yazısının DENİZ-MAHİR olarak çevrilişini, İpek pazarında Faşistleri, Ayı Erdoğan ve şebekesini kurşun yağmuruna tutuşumuzu, 1977 Haziran erken seçimlerinde Faşist Türkeş’e ve konvoyuna Karşı hazırladığımız kritik eylemleri, İskenderun’da yapılacak miting platformunun bubi’lenmesini ve sonuçlarını burada dile getirmeyeceğim.
Bu süreçte Carlos M. gibi, Ali Ölçer, Ali sönmez, Nebil, Stalin H. gibi illegal alanda, sadece Antakya’da değil, Samsun’dan Ankara’ya, Niğde’den İstanbul’a, Adana’ya birer kadro olarak ülke çapında mücadeleye atıldılar. Legal alanda ise adları buraya sığmayacak kadar kadromuz, aynı çalışma ekibinin, aynı kitlesel örgütlenme ve çekirdekten yetişmenin bir unsuru olarak örgüte hizmet verdiler.
Bunlar kimin eseri, kimin kararı, kimin çabası ve özverisinin kolektif ürünü olduğunu bilenler bilir. Sonuçta kadim şehrimin her insanı tüm mozaik dokusuyla hiçbir etnik ya da inançsal arka palana taviz vermeden, bunu asla akıllarına getirmeden özgürlük ve demokrasi için mücadele ettiler. Bu kadim şehir benim ardımdan iki kuşak yönetici daha yetiştirdi.
Antakya eylemleri ardı arkası kesilmeden yapıldı. Büyük çoğunluğu da açığa çıkmadı. Çünkü burası bir kitle örgütlenme alanıydı, kadro kendini iyi kamufle edebiliyordu. En önemlisi de, aramızda iki tokatla “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16) Diyecek kimse yoktu.
Antakya çalışmaları anlatmakla bitmez… Bu ekibin yarısı bir itirafçı yüzünden İstanbul’a taşınmıştı…
İstanbul’da faşistlerin toplanma yeri Küllük Kahvesi eylemini, interkontinental’ın bir kez daha kurşunlanmasını sonra ayrıntılarıyla anlatacağım. itirafçı Engin’le, MİT’çi ortağının bilmemesi gereken, Nebil yoldaşla birlikte giriştiğimiz bir başka büyük eylemde, karşımıza çıkan koruma polisini nasıl esir aldığımızı, üzerindeki tabancayı çekmeye fırsat bırakmadan aldığımızı, ertesi gün gazetelerde bu eylemin ön sayfadan 9 sütundan verilişi ve polisin “demirbaş, beylik tabancamı iade etsinler” notunu hatırlatmakla yetineceğim.
Bu ve diğer eylemler için ihtiyaç duyduğumuz arabaların elde edilme eylemlerini burada anmayacağım. Bu eylemlerde Nebil yoldaşla birlikte, benimle yer alan yoldaşların hiç biri (Bunlardan bir, yaşamını hanımıyla hala İstanbul’da sürdürmektedir) polise bir bilgi vermedi. İşkencelerde, sorgularda, polise ser verip sır vermediğimizi söylemekle yetineceğim.
Nebil’in sağmalcılardan, Dev-sol’cu Bedri Yağan ve bir başka öğrencinin yerine TİKKO’cu Hacı Demirkaya ile kaçışını, kimileri nemalanmak için kulaktan dolma, sallama şekilde anlatıp duruyor.
Bu kaçışı nasıl organize ettiğimi, ne zaman karar verdiğimi, Nebil’in benim çıkmamı istemesine rağmen, polis ifade ve mahkemelerin seyri gereği kendisinin çıkması gerektiği kararını nasıl verdiğimi, yiğit bir gönüllülükle Bedri Yağan’ın bu görevi üstlenişini, Bedri’yi ranzamın altına elini kolun bağlayarak sakladığımı ise anılarda uzun uzun anlatacağım (Mayıs 1978).
Rahmetli Bedri Yağan, Suriye’ye geçer geçmez benimle görüşmek istedi. Misafirim oldu. O günleri andık uzun uzun. Suriye sürecinde çok ciddi hataları ve sorunları oldu, satın aldıkları insanların da kurbanı oldular. Mehmet Ağar-Tansu Çiller’in kapalı ödenekten aktarılan para karşılığında MİT aracılığıyla, Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütü üyeleriyle, sağa sola bombalar yerleştirip masum insanların ölümüne yol açan Reşit Duran, Bedri Yağan’ı Türkiye’ye dönüşünü organize edendir. Bedri Yağan’ı sınırdan geçer geçmez, MİT’le bağlantılı olan kaçakçılara teslim etmiştir. Bilinen sonuca böyle gidilmiştir. Reşit Duran Suriye’de, sivil halkı katletmekten dolayı idamla aranıyor. Şu an Türkiye’de, MİT çömezi olarak da istihdam edilmektedir.
Ama ilginç bir kesişme oldu. Arap Ayhan, İtirafçı Engin’in sitesinde Reşit Duran’ı “devrimcilere yardım eden” biri olarak tanıttı. Onunla birlikteydi. Arap Ayhan, HDÖ’lü olduğu için sorgulanıp, uyarılarak bırakılmıştı. Sefil biriydi zaten. İlginç olan İtirafçı Enginin sitesinde MİT’e kendini satmış ve ilişkisi hala devam eden İbrahim Yalçın’a ek, Arap Ayhan’ın ve onun dostu Reşit Duran’ın da yer almaya başlamasıdır. MİT uzantısı bu kadar kişinin bir WEB sitesinde bir araya gelmesi nedir? Bunu herkesin düşünmesini istiyorum…
Rahmetli Bedri Yağan sürecini ise ayrıca anlatacağım…
Ankara Emniyet Müdürlüğünde (10 Mart 1978), sorguya benimle yüzleşmek üzere getirilen yoldaşlarımı da katarak (Bunlar arasında M. Burgaz ve kardeşi Fuat’ta vardı), emniyete meydan okur tarzda, yerel halk türkülerimizi hücremden, anadilimle, yüksek sesle söylediğimi burada uzun uzadıya anlatmayacağım.
Bu satırların sonunda yine yüksek sesle, Bush’un suratına vurulan sırmay gibi, “Utanmaz adamlar, itirafçılar, MİT’e satılmışlar, hilkatinizi, pis ağzınızı ve kirli ellerinizi Nebil yoldaştan uzak tutunuz “ diyerek suratlarına vuracağım.
Nebil yoldaş için dürüstçe, sesiz ve sitemsizce, boş tenekenin çok ses çıkaran gürültülerine medet bağlamadan çalışan her kişinin emeklerine saygımı ve salamımı iletiyorum. Bu süreç tamamlanınca bu konuya özel olarak ayrıca yer vereceğim.
Bu dosyada Nebil yoldaşı uzun uzun anlatmayacağımı baştan söyledim. Ama onu kalleşçe ve hunharca katledenlere bir çift sözüm olacak.
Katiller her kimseniz, Mete Özer mi? Başkası mı? Kim olursanız olun. Oturun yaptığınız ve sizin de içinizin, en azından bu gün itibariyle, burkulduğuna inandığım bu menfur cinayetten dolayı özür dileyin. Bunu yazılı ve açık olarak yapınız; cinayetinizi detaylarıyla anlatıp özür dileyiniz. Bakın, cinayetinizin üzerinden bunca yıl geçti ama Antakya halkı olarak şehidimizi unutmadık. Şehit haftaları düzenlemeye başladık. Şehidimizi bulacak toprağıyla kucaklaşmasını da sağlayacağız. Bu vebalden kaçamayacaksınız. Bunun dışında ihsan istemiyoruz.
Bu çağrıyı Ali Çakmaklı’yı öldürenler için de tekrar ediyorum.
Bu çağrıyı, örgütümün sorumluluğunu üstlendiği, olumlu olumsuz her yükümlülüğünün arkasında 2. Kongremiz bağlanıp karar alana kadar duracağımı bir kez daha belirterek, yineliyorum. Kimseye bir sorumluluk yüklemeden (61. Dosya’da bu konuyla ilgili her detayı açıkladım), kimseyi şaibe altında da bırakmadan, bu çağrımı tekrar ediyorum.
Son notum şu olacak.
1 Mart 2009
Sefil itirafçı yüzünden firarı duruma düştüğüm 1977 Ağustos’undan bu güne ve bu saate kadar kod adlarıyla yaşadım. Adımı hep gizledim. İlticamı bile başkasının adıyla yaptım. Fotoğrafımın yayınlanmaması, Adımla görüntümün bir arada algılanmaması için çaba verdim. Kod adımı bile seçerken yaygın olanı tercih ettim, hep Ali oldum, Ali kaldım…
Adana cezaevinde hummalı bir kaçış hazırlığı vardı. Tünel son aşamalarındaydı. Siyasi temsilciler olarak, devlete büyük bir darbe olur düşüncesiyle tünelden ilk elden ağır mahkumları çıkaracaktık. Sonra istisnasız tüm mahkum ve tutukluları da hatta cezaevinin meşhur bir kedisi vardı onu da çıkarmayı düşündük (1000’i aşkın kişi). Bu önerim kabul edildi. Büyük ve sansasyonel bir çıkış böyle gerçekleşecekti. Burada şahıslar ve adları yoktu. Olayın kendisi büyük bir etki yaratacaktı. Ancak tünelde bir devrimci yoldaşın şehit olması tüm planlarımızı alt üst etmişti. Farklı arayışlar içindeyken, tünelin açığa çıkması nedeniyle, jandarmalarla aramızda başlayan silahlı çatışmaların ardından, cezaevi çevresinde birikmiş ailelerin tepkilerini dindirmek için 6. kolordu komutanından görüş izni geldi.
Durum değerlendirmesiyle yeni kaçış planımızı hayata geçirdik. Bir gece önce görüş yapılacak kabinlerde, görüşmeci tarafına geçerek sabahladık. Gardiyanlardan örgütlü olanlar, solculara sempati görenlerin de yardımıyla, firar ettik.
Firar ettiğimizin anlaşılmaması amacıyla, koğuş sayımında adımız okununca “buradayım” diyecek yoldaşları da belirleyerek çıkmıştık. Onlarca kişi çıkmamıza rağmen, kaçışımız geç anlaşıldı ve bu olay basında önemli bir yer bulmadı. İstediğimiz de buydu. Aptal itirafçının her olayda ve söylemde bir Mihrac Ural parıltısı yaratmak için çırpınışı sadece yalandan ibarettir.
Bu gerçeği, benimle kaçmasına onay verdiğim, İtirafçının yakın arkadaşı Adil Okay’a da iyi bilir. Anlaşılan itirafçının salladığı yalanı durdurmakta geç kalmış.
Bu verilerin ışığında, “şöhret peşinde” koştuğumu iddia eden itirafçının bilmek istemediği çok şey olduğunu söylemeliyim.
Örgütümüz, Türkiye’de en etkin askeri eylemlerini ANAP’a karşı yaptığında, medyanın tek kelimeyi bile abartarak vereceği bir ortamda, Mihrac Ural yerine Bedreddin Mahir örgüt sözcüsü olarak konuşmuştur. Bedreddin Mahir’in ise, şeyh Bedreddin ve Mahir Çayanı çağrıştıran bileşkesiyle şöhrete hiç ihtiyacı olmayacağını söylemeye gerek yoktur.
Buradan da itiraf etmeliyim ki, Engin Erikener benden çok daha meşhurdur.
Bu zevatın şöhretinin milyonda biri bile olamam, Allah kimseyi de yapmasın derim.
Örgütümüzü itiraflarıyla polise teslim etmesinin şöhretine ülkemizde, Doğu Perinçek’ten başka kimsenin ulaşamadığını belirtmeliyim; bu şöhreti, işkencelerde kanlar içinde kalan vücutlarımızın üzerine basılarak oluştuğunu ayrıca hatırlatmama gerek yoktur. Polise yaptığı itiraflarla, istisnasız geride hiçbir şey bırakmadan, olan ve olacak olan tüm eylemlerini, olan ve olma ihtimali olan tüm adres ve sorumlularını, tanıdıklarını, kendisine selam atanları, akrabalarını ele vermiş ve ifadesinde bir ton ithamla, adını 12 kez andığı Mihrac Ural’ı vererek meşhur olmuştur. (Bkz. 1. Dosya; itirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesi http://mirural.blogspot.com/)
Özür dilerim, böylesi bir şöhretle ben asla başa edemem…
Mihrac Ural sendromuyla yaşama ısrarı, bu adamı kepaze durumlara da soktu. Bunca karalama çabasına rağmen sonuç alamayınca, siyasi yazılarımın arkasından nal toplayan eleştiri çırpınışlarına yönelmesi dikkat çekicidir. Özel olarak benim adım etrafında dolaşan sitesindeki her yazıda, yazılarımı “okumadığını, hiç bakmadığını, ilgilenmediğini” yazıp durdu. Oysa anı anına yazı performansımın izleyicisi olduğu anlaşılıyordu. Bu dengesiz durumu kimsenin gözünden kaçmadı. Alay konusu oldu; bu kadar karalama ve iddiadan sonra, geriye hangi siyası eleştirinin kıymeti itibarı kalır ki…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)