Ayşe Hür
Geçtiğimiz günlerde, Yerevan’daki Soykırım Müzesi ve Enstitüsü direktörü Hayk Demoyan’ın saygın İngiliz gazetesi The Guardian’a ‘Atatürk’ün Ermenilere karşı savaş suçu işlediğini hatta bu nedenle gıyabında idama mahkûm edildiğini’ açıkladığını duyduk. Bu en azından benim için yeni bir bilgiydi. Çünkü, her ne kadar Lozan’dan itibaren İttihatçıların Ermeni karşıtı politikalarını daha meşru bir kılıfa sokarak sürdürdüğünü düşünsem de Mustafa Kemal’in doğrudan ya da dolaylı olarak Ermeni kırımında rol aldığına dair bir kanıttan haberdar değildim. Şaşkınlığım sürerken, gazetemizin yazarı Amberin Zaman’ın Hayk Demoyan’la yaptığı röportajı okudum. Bu röportajdan, ciddiyetiyle tanınan The Guardian’ın (nedense) Demoyan’ın söylediklerinin tam tersini yazdığını, aslında Mustafa Kemal’in bir tren yolculuğu sırasında İzmit civarında rastladığı binlerce Ermeniyi kurtaran bir kahraman olduğunu öğrendim. Demoyan bir tarih vermiyordu ama ‘binlerce kadın ve çocuktan oluşan kafile’, ‘tehcir’, ‘binlerce Ermeni’nin sürüldüğü ve öldüğü Der Zor çölleri’ gibi 1915 kırımını sembolize eden bir terminoloji kullandığı için, olayın 1915 civarında yaşandığını iddia ettiğini düşündüm. Bu da, Mustafa Kemal’in görev takvimi açısından pek inandırıcı gelmedi. Kafamdaki soru işaretlerini Hayk Demoyan’a yazdım.
ÇELİŞKİLER . Kendisi ayrıntıların yeni yeni netleştiğini, söz konusu ‘kahramanlık’ olayının 1915’te değil, 1931 veya 1932’de yaşanmış olabileceğini düşündüğünü söyledi. Kafam iyice karıştı. Çünkü hem genel olarak Mustafa Kemal’in ve çevresinin Ermenilere yönelik politikalarını, hem de özel olarak Avrupa’da yükselen ırkçılığa ve savaş tehlikesine paralel olarak, gayrimüslim düşmanlığının 1930’larda aldığı şekli biliyordum. Nitekim diğer gayrimüslimlerle birlikte her nasılsa Anadolu’nun köy ve kasabalarında kalan Ermeniler 1929-1930, 1934 ve 1938-1939’da üç büyük dalga halinde önce büyük şehirlere göçertilmeye, sonra da ülkeden kaçırtılmaya çalışılmışlardı. Ama doğrusu işin ‘binlerce çocuk ve kadından oluşan Ermeni kafileleri’ne dönüştüğünü duymamıştım. Üstelik, o dönemin neredeyse tek karar vericisi Mustafa Kemal’in bir yandan gayrimüslim karşıtı uygulamalara imza atarken, bir yandan da yolda gördüğü kafilelere şaşırması ve onları geri göndermesi bana garip görünmüştü. Sonuçta Demoyan’ın bu kadar sansasyonel bir iddiayı yeterince araştırma yapmadan ortaya attığını hissettim ama son sözümü söylemek için iddialarını netleştirmesini beklemeye, beklerken de aslında çoktan yapmam gereken bir işe girişmeye, ‘tarihle barışma’ ya da ‘geçmişle hesaplaşma’ konusundaki düşüncelerimi paylaşmaya karar verdim.
YENİ KAVRAMLAR . İlk kez Federal Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilk cumhurbaşkanı Theodor Heuss’un ağzından duyduğumuz ‘Vergangenheitsbewältigung’ kavramının başka dillere çevrilmesi çok zor olmuştu. ‘Üstesinden gelinmemiş bir geçmişin gölgesiyle hesaplaşma’ diye çevrilebilecek bu Almanca terim bazı dillere ‘geçmişle hesaplaşma’, bazılarına ‘geçmişle baş etme’, bazılarına ‘geçmişin üstesinden gelme’ diye çevrildi. Bu ifadelerdeki negatif tonlamadan kaçınmak isteyenler ise ‘geçmişle ilişki’, ‘geçmiş politikası’, “geçmişin işlenmesi’, ‘hatırlama kültürü’ gibi daha yansız terimleri kullanmaya çalıştılar. Benim kendimi yakın hissettiğim ise daha pozitif bir tonlaması olduğunu sandığım ‘tarihle barışma’ terimi.
Türkiye’de bu alanda önemli çalışmalara imza atmış Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma (İletişim, 2007) adlı kitabının adından da anlaşıldığı üzere tercihini ‘geçmişle hesaplaşma’ teriminden yana yapmış. Bunu yaparken de, bir zamanlar benim tercihim olan ‘geçmişle yüzleşme’ teriminin sadece geçmişe tartışmaya, geçmişle ilgili ‘hakikatleri’ ortaya çıkarmaya ve kabul etmeye açık olma cesaretini içerdiğini, halbuki ‘geçmişle hesaplaşma’ denince bunlara ek olarak sorunlu geçmişle ilgili başka edimleri de (örneğin yargılama, tazminat, cezalandırma gibi hukuki sonuçları da) içeriği için daha kapsayıcı olduğunu söylüyor.
UNUTMAK MI HATIRLAMAK MI?. Antik Yunan’da, Peloponez Savaşları’nın ardından geçmişteki kötü olayları hatırlamayı yasaklayan bir yasa çıkarılmıştı. Roma’da Sezar’ın öldürülmesinden sonra Senato’da konuşan büyük hatip Cicero ‘bu cinayete dair bütün anılar ebedi unutuşa havale edilmelidir’ demişti.
Avrupa’yı kana boyayan 30 Yıl Savaşları’nı sonlandıran 1648 tarihli Westphalia Barışı’nın şartlarından biri, savaş boyunca işlenen suçları unutmakla ilgiliydi. Fransız Devrimi’nden sonra önce Napolyon, onun sürgüne gönderilmesinden sonra da tahta geçen 18. Louise Fransız Devrimi’nin hatırlanmasını kanunla yasaklamıştı. ‘Modern’ ve ‘ilkel’ toplum demek, yerine sırasıyla ‘sıcak’ ve ‘soğuk’ toplum tanımlarını öneren antropolog Claude Levi-Strauss’a göre ‘soğuk’ toplumlar (örneğin Amazon yerlileri), yaşadıkları tarihsel olayların toplumsal denge ve devamlılık üzerine yapabileceği olumsuz etkileri yok etmek için onları mitler yoluyla kolektif hafızalarına başarıyla dahil ediyorlardı. Bizim de dahil olduğumuz ‘modern’ ya da ‘sıcak’ toplumlar ise, neredeyse İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, geçmişin kötü olaylarını unutma ve affetmeyi bir kural haline getirmişlerdi.
Ancak, günümüzde radikal bir değişiklik yaşanıyor. İspanya, Avusturya veya Mozambik’te olduğu gibi bir kuşağın yarattığı vahşet üzerine fazlaca konuşmadan daha barışçıl ilişkilere geçmeyi tercih edenler olduysa da günümüzün genel eğilimi geçmişle yüzleşmek yönünde. Bunun temel nedenlerinden biri 20. yüzyılın başta ‘Holocaust’ olmak üzere tarihin en korkunç kıyımlarına, vahşetlerine sahne olmasıysa, diğeri küreselleşme ile birlikte bireylerin ve toplumların birbirini gözleme tarzlarının geçirdiği büyük değişim ve gelişim. Günümüzde artık (ne iyi ki) hiç bir kabahat gizli kalamıyor. Küreselleşmeyle birlikte yerel/ulusal hafızalar küresel (kozmopolitan) hafızaya doğru evriliyor. Örneğin evrensel insan hakları kavramı küresel hafızanın ürünü.
‘SANAL’ HAFIZA . Geçmişle yüzleşmenin ana unsuru olan ‘toplumsal hafıza’ son yıllarda sosyal bilimlerin temel çalışma alanlarından biri haline geldi. Bu bağlamda bireysel hafıza ile toplumsal hafıza arasındaki ilişkiler de irdeleniyor. Hafızanın nasıl işlediği konusunda bilgilerimiz arttıkça daha iyi anlıyoruz ki, hafıza, tarihsel gerçekliği birebir yansıtan bir ayna değil. Hiçbir hafıza geçmişi olduğu gibi koruyamıyor. Aksine ondan geriye ancak, bireyin dahil olduğu grubun her dönemde kendi bağlamına özgü olarak yeniden kurabildiği biçimi kalıyor. Örneğin bugün pek ateşli tartışmalara neden olan ‘kimlikler’ ‘gerçek’ ve ‘uydurulmuş/yaratılmış’ sanal bir hafızaya müracaat edilmeden inşa edilemiyor.
Hafızanın alt başlıklarına hızlıca göz atarsak; İletişimsel hafıza yakın geçmişe ilişkin anıları kapsar. Bazıları daha az, bazıları daha fazla iletişimsel hafızaya sahip olur. 40 yıl gibi bir süreden sonra iletişimsel hafıza nitelik değiştirir ve gündelik olmayan olayların kaydedildiği ‘kültürel hafıza’ devreye girer. Kültürel hafızanın temel unsurları, sembolleştirme, efsaneleştirme, törenselleştirme gibi süreçler. Bu hafızayı şamanlar rahipler, öğretmenler, yazarlar, filozoflar, ve diğer toplumsal önderler, anıtlar, heykeller, tarih kitapları, yer isimleri, anma günleri, marşlar gibi çeşitli araçlar kuşaktan kuşağa aktarırlar. Bu iki hafıza, etkileşim içinde faaliyet gösterir.
NEDEN HATIRLAMALIYIZ? . Peki, geçmiş neden hatırlanır? Temel olarak iki nedenle: Birincisi geçmişin çizgisinden ayrılmamak için, ikincisi ayrılmak için. Birinci durumda geçmişi, bugünkü ihtiyaçlar doğrultusunda ‘yeniden kurma’ çabası ağırlık kazanır. Geçmişin gurur verici yönleri öne çıkarılırken, kötü yanları gözden kaçırılmaya çalışılır. Özellikle yeni bir başlangıç yapma iddiasında olan toplumlar ‘geçmişe kalın bir çizgi çekme’ ve ‘bir sıfır noktası’ tespit ederek geleceğe yönelme politikalarını yaşama geçirirken çeşitli ‘bastırma’ stratejileri kullanırlar. Bastırma bazı durumlarda ‘kamusal suskunluk’, bazı durumlarda ‘resmi hatırlama yasağı’ şeklinde tezahür eder. Daha çok ‘unutma’ ile ‘hatırlama’nın (gerçeğin başka türlü hatırlatılması da dahil) çeşitli kombinasyonları kullanılır çünkü düşünür Nietzsche’nin dediği gibi ‘İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.’
NEYİ HATIRLAMALIYIZ? . “Fetihler, baskı ve sömürüler, kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm, Nazi vahşeti, sosyal ve sosyalist devrimler adına sayısız insanın kurban edilmesi gibi büyük şiddet eylemlerine ilişkin hatıralardan bir eleştirel dünya hafızası çıkabilir. Bunun ön şartı, hafızanın seçici olmaması, daha çok bir hatırlama adaletini esas almasıdır.” (Otfried Höffe’den aktaran Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma, İletişim, 2007, s. 82) Gerçekten de geçmişin çizgisini sürdürmek istemeyen bir toplumun ‘unutma-hatırlama’ ikiliğinden ‘hatırlama’ yönünde hareket etmesi gerektiği açık. Peki hatırlayalım da, neyi hatırlayalım?
Bugün bu konuda çalışan bilim adamlarının ezici bir çoğunluğu, esas olarak geçmişteki haksızlıkların, mağduriyetlerin hatırlanmasına ağırlık verilmesinden yana. Çünkü, Adorno’nun dediği gibi geçmişi bastırmak ve hatırlamayı engellemek, kurbanları ikinci kez kurban etmek demek. İşte bu yaklaşım, insanlık tarihinde çok yeni bir durum, çünkü bugüne dek toplumsal/ulusal hafızanın kurgulanması, ya kahramanca bir geçmişi referans alarak, ya da bizzat faillerin kurban-mağdur rolünü benimseyerek yapılırdı. Halbuki günümüzün ‘geçmişle hesaplaşma’ politikalarının esasını, bir ulusun kendini kabahatleri üzerinden tanımlaması oluşturuyor.
Resmî siyasal kimliğini Nazi rejimini ret ve mahkûm etme üzerine inşa etmiş Almanya, ‘negatif hafıza’ diye adlandırabileceğimiz bu yeni hafızanın işlevsel olarak kullanıldığı ilk örnek. Gerçi Almanya da bu işi tamamen gönüllü bir biçimde yapmadı. Hatta, ‘suçüstü’ hali olmasaydı belki onlar da eski usule devam edeceklerdi ancak, Türkiye’de 1970’lerden beri hepimizin gözü önünde işlenen yüzlerce suçun nasıl üstünün örtüldüğünü hatırlayınca, Alman deneyiminin her şeye rağmen takdire layık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu konuda ikinci önemli örnek ise Güney Afrika Cumhuriyeti.
MAĞDURUN GÖZÜYLE BAKABİLMEK . Bu noktada, geçmişle hesaplaşma deyince akıllarına ilk olarak Almanya örneğinde olduğu gibi mahkemeler, cezalar gelenlere bir hatırlatma yapmak istiyorum. Aslolan, birilerini suçlu ilan etmek ya da yargılamak değil, bir insani acının ya da mağduriyetin giderilmesi, dindirilmesidir. Bir acıyı dindirmenin en önemli yolu da geçmişe mağdurların ve kurbanların gözüyle bakmaya çalışmak, onların bakış açısını kavramaya çalışmak, onlarla birlikte yas tutabilmektir. Böylece, kurbanların failler tarafından ayaklar altına alınan haysiyetleri biraz olsun onarılır. Artık konuşmaya hazır hale gelen bireyler, kuşaklar, toplumlar arasındaki güven ve dayanışma duyguları güçlenir. Birbirine güvenen insanların toplumsal barış ve uzlaşmayı sağlaması kolaylaşır. Ayrıca, geçmişin tecrübelerinden hareket ederek, aynı kötülüklerin gelecekte tekrar edilmesinin önü daha kolay alınır.
Öte yandan geçmişi hatırlamanın özgürleştirici etkisi sadece kurban/mağdur grupları için değil, ‘fail grupları’ için de geçerlidir. Adorno ‘onlar da yaptı, biz de yaptık’, ‘ilk onlar yaptı’, ‘asıl sorumlu dış güçlerdi’, ‘hastalıktan ve açlıktan öldüler’, ‘hak etmeselerdi niye yapılsın ki’ türü savunmalar için “bu tür tepkiler bir sorunun halledilmemiş olduğunun, bir yara olarak durduğunun göstergeleridir” der. Gerçekten de, eğer geçmişle sağlıklı biçimde hesaplaşmak mümkün olmazsa, geçmişte o grubu ‘fail’ haline getiren kin, öfke, dışlama gerekçeleri, biçimleri sürekli yeniden üretilir, yara adeta irin torbasına döner. Bu da, geçmişin kötülüklerinin her an hortlaması tehlikesi demektir. Eski Yugoslavya’da, Ruanda’da yaşananlar bunun kanıtıdır.
DENGEYİ TUTTURMAK . Peki, ‘tarihle hesaplaşma’ çabalarının amacından sapmasını nasıl önleyeceğiz? ‘Fazla hatırlama’ ile ‘bastırma/unutma’ arasında dengeyi nasıl tutturacağız? Bu konudaki örneklerden ilk akla gelenler İspanya, Avusturya ve Mozambik’te uygulanan ‘affet ve unut’ yöntemi, Almanya’da uygulanan ‘cezaya dayalı adalet’ yöntemi ve Güney Afrika’da uygulanan ‘onarıcı adalet’ yöntemi. (Benim tercihim son yöntemden yana ama hepsi hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenlere Mithat Sancar’ın kitabını salık veriyorum.)
Gelecekteki sorunları önlemek açısından ise Maria Marchetta’nın ‘demokratik hatırlama politikası’ dediği kavramın önemi büyük. Bu politikaların temel şartı bireylerin ve toplumsal grupların o toplumun geçmişiyle ilişkisini belirleyen karar ve uygulama süreçlerine aktif katılımı. Demokratik hatırlama süreçleri için yukarıdan düzenlenen ve denetlenen politikalar değil, bireylere farklı iletişim imkânları ve teklifleri sunan hatırlatma faaliyetleri programına ihtiyaç var. Bu nedenle geçmişe dair tasavvur farklılıklarını kabul etmek ve farklı tarih yorumlarının özgürce dile getirilmesine olanak sağlamak gerekiyor.
TARAF’IN TUTUMUNA DAİR . Konuyu baştaki bölüme bağlayarak bitirmek istiyorum. Gerek, gelecek vadeden bir tarihçi olduğunu bildiğim Hayk Demoyan’ın, gerekse bu sayfada Mustafa Kemal’i de içine alan bir resmi tarih eleştirisinin yapılmasına olanak sağlayan, bu konuda en ufak bir kısıtlama getirmeyen, aksine beni cesaretlendiren Taraf yöneticilerinin, henüz gerçekliği pek şüpheli bir olaydan kalkarak, bu ülkede ‘resmî tarihin’ en büyük kurucu figürü hakkında, eski klişeleri yeniden üreterek güya yeni bir anlatı kurma çabaları (bu çaba öylesine ateşliydi ki, röportajın duyurusu iki gün üst üste, manşet üstüne atılmış dev spotlarla yapılmıştı), ‘demokratik hatırlama politikası’ kapsamında hoş görülebilir mi? Bence hayır.
Tarih, amacımız ne kadar yüce olursa olsun, istediğimiz gibi eğip bükebileceğimiz bir alan olmamalı. Tarihsel anlatımızı, tekil olayları göz ardı etmeden ama tekil olayların toplamından çok daha fazla bir şey olan daha üst bir düzleme oturtmalıyız. Geçmişle yüzleşirken, elbette sadece kötülükler üzerine odaklanmamalıyız. Aksine, iyi örnekleri de ortaya koymalıyız. Ama bu örnekleri tarihsel gerçeklikten ve tarihsel bağlamından koparmamalıyız. (‘Kahramanlık’, ‘hainlik’ gibi sübjektif kategorilerin ciddi bir tarih anlatısında yeri olmadığını söylemeye herhalde gerek yok.)
Muhtemelen (diyorum çünkü kendilerinden bu konuda doyurucu bir cevap alamadım) Taraf yöneticileri Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerde yaşanan yumuşama sürecine kendilerince katkıda bulunmayı istediler. Ne de olsa Demoyan’a atıfla The Guardian’da yayımlanan ‘Atatürk kırım suçlusuydu’ şeklindeki haber Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Yerevan (Erivan) ziyaretiyle başlayan bahar havası dinamitlenebilirdi. Bu da son derece üzücü olurdu. Öyleyse, pek çok kesim için, söyledikleri adeta hadis, yaptıkları sünnet olan bir büyük adamın dahil olduğu iddia edilen bir kahramanlık hikayesi aracılığıyla, Ermeni-Türk yakınlaşmasına çeşitli nedenlerle direnen kesimleri birazcık olsun etkilemeyi, geriletmeyi denemenin ne sakıncası olabilirdi? Eğer durum böyleyse, bunun yukarıda anlattığım ‘geçmişle hesaplaşma’ ya da ‘tarihle barışma’ ilkelerine uymadığı açıktır.
‘Özür dileme’ çağından örnekler
1970 . Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, eskiden Varşova Gettosu’nun olduğu yerde, diz çökerek Almanya’nın soykırımdaki sorumluluğunu, bundan duyduğu suçluluk duygusunu, üzüntüyü dile getirdi.
1988 . ABD, 2. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında “enterne” edilen Japon asıllı Amerikan vatandaşlarından resmen özür dilediği gibi, enterne edilenlerden halen sağ olanların her birine 20’şer bin dolardan toplam 1,2 milyar dolar tazminat ödenmeye ve bu kesimin kültürel ve tarihsel meselelerini kamuoyuna duyurmalarında kullanılmak üzere 50 milyon dolarlık bir fon oluşturulmasına karar verdi.
1993 . Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı F.W. de Klerk ‘apartheid’ (ırk ayrımı) politikalarından dolayı özür diledi. Nelson Mandela da Afrika Ulusal Kongresi tarafından ‘düşmanlara’ karşı yürütülen katliamlardan dolayı özür diledi. Güney Afrika’da gelişen süreç, bu ülkeyi ‘geçmişle hesaplaşma’ konusunda örnek haline getirdi.
Aynı yıl, Japonya Başbakanı Tomiichi Murayama 1937’de 200 bin Asyalı kadının Japon askerleri tarafından seks kölesi olarak kullanılmasından dolayı özür dilerken, Asyalı kadınlar için bir de fon kurdu. Ancak Japonya bu tavrını devam ettirmedi.
Ardından İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth 1863’de Maorilerin topraklarını ellerinden aldıkları için Yeni Zelanda hükümetinden özür diledi, 39 bin dönümlük toprağı Maorilere iade etmekle kalmadı, ayrıca 112 milyon dolarlık tazminat ödemeyi kabul etti. Ancak bu tavır Maorilerce yetersiz ve ‘ikiyüzlü’ bulundu.
1998 . Kanada hükümeti ülkenin yerlilerine karşı yürütülen geçmiş politikalardan dolayı resmen özür diledi.
Aynı yıl, Vatikan, Nazi soykırımına sessiz kaldığı için özür diledi.
1999 . Danimarka Başbakanı Poul Nyrup Rasmussen ABD’ye askeri üs açmak için Grönland’ın yerlileri olan Inuitleri göçe zorladıkları için özür diledi.
Aynı yıl, 2 bin kadar Hıristiyan, Haçlı Seferleri dolayısıyla özür dilemek amacıyla ‘Kutsal Topraklara’ doğru bir yürüyüş başlattı.
2000 . Hollanda hükümeti, geçmişte verdikleri zararlardan dolayı Yahudiler, Çingeneler ve Endenozyalılardan özür diledi ve 180 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti.
2002 . Belçika hükümeti Kongo Başbakanı Patrice Lumumba’nın öldürülmesine karıştıkları için özür diledi ve Kongo gençliğine ve demokrasisine adanmış bir fon kurdu.
Aynı yıl, Norveç Parlamentosu İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkeyi işgal eden Alman askerlerinin geride bıraktığı 12 bin gayri meşru çocuğa, yetişmeleri sırasında ayrımcılık yapıldığı için tazminat ödemeye karar verdi.
2004 . Almanya Dışişleri Bakanı Josckha Fisher tarihsel ve ahlaki sorumluluklarından söz ederek, 1904-1907 arasında Namibya’da (bugünkü Botswana) 65 bin Herero’nun Alman birliklerince katledilmesinin ‘soykırım’ olduğunu kabul etti ancak tazminat ödemeye hazır olmadıklarını bildirdi.
2006 . Fransa bir yandan sömürgecilikle ilgili resmen özür dileyip sömürgeciliğin acılı bir uzantısı olan göçün tarihi konusunda müzeler açma kararı aldı, bir yandan da okul kitaplarına ‘sömürgeciliğin aslında ne kadar kahramanca bir dönem olduğuna’ dair bölümler koydu. Dahası, Cezayir’i yöneten eski yöneticilerini ödüllendirmek için kanun teklifleri verdi. Böylece tarihe ‘kötü örnek’ olarak geçti. Bu iyi ve kötü uygulamalardan dersler çıkarak, geçmişle hesaplaşmayı, şartı ‘söyle kurtul’, ‘itiraf et temizlen’ olan bir çeşit ‘sivil din’ yerine daha iyi, daha güzel bir dünyanın ahlaki kaldıracı yapmak elimizde….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder