Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
15 Ekim 2008
Makaleme son bulgulardan biriyle başlayacağım.
"Güney Afrika'da yeraltında, oksijensiz olarak, tümüyle kendi başına yaşayan bir bakteri bulundu.
Latince desulforudis audaxviator, ingilizce adının çevirisiyle cesur seyyah olarak adlandırılan bu bakteri enerjisini su, hidrojen ve sülfattan sağlıyor. Bakterinin oksijensiz yaşayabilmesi nedeniyle başka gezegenlerde olası yaşam hakkında ipuçları verebileceği düşünülüyor. Bilinen en yalnız canlı türü Johannesburg yakınlarındaki bir altın madeninde, yeryüzünden 2,8 kilometre derinde bulundu. Bakteri kesif bir karanlıkta, başka yaşam türlerinden tümüyle tecrit edilmiş halde ve 60 derece sıcaklıkta yaşıyor."
Canlı yaşam için oksijen şarttı. Ama oksijensiz yaşam bulgusu, evrendeki yaşam algıları için yeni bir açılımdı. Her ne kadar bilinen organik her şey belli verilerin bir araya gelmesiyle inorganik maddelerden oluşturduğu bilimsel varsayımını yıllardır biliyor olsak da; laboratuvarlarda bu deneyler olumlu sonuç vermişlerse de ilk kez oksijensiz yaşayan, hücre bölünmesi yoluyla da kendi kendine üreyen bir canlıyla resmen tanışmış oldu insanlık.
Bilim dünyası bu yeni keşifle ilgilenirken, siyasi mücadele içinde olan bizlerin bu buluşu konu etmemizi gerektiren nedir sorusu sorula bilir. Bu sorunun cevabı yaşamın hür türünün birbiriyle ilgisidir diyeceğim. Ama konu bu değil. Makalemin konusu bilim ve teknik okuma serüvenim ve algılarım üzerine olacak.
KÜÇÜK ADIMLARLA BAŞLIYOR HER ŞEY
Bilim ve teknik yazmak bir uzmanlık işidir. Ama okumak için bu zorunlu değildir. Benim işim siyasal mücadeledir. Ancak on yıllardır bilim ve tekniğin yakın takipçisi olarak siyasetin de bilim ve teknik dışında bir konu olmamasına dayanarak her bilimsel gelişmenin siyasete yansımaları ve anlamı olduğunu söylemeye çalışacağım.
Bilim ve teknik okumalarım, malum Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) yayınlarının tiryakiliğiyle başlamıştır. Teknik okul geçmişim ve bu okulda bizleri eğiten üstün vasıflı öğretmenlerin etkisiyle bu okumalar bir hobiye dönüştü. Bu serüven bir yandan onlarca bilimsel kitap okumalarıyla birlikte (dergiler de dahil), büyük bilim adamlarının, Nobel ödüllü akademisyenlerin keşif ve bulgularını içeren tezlerini yakından takiple devam etti. Bu eğilimdeki ısrarın bir ucu da çevreyle ilgili, çevreye uyum okumalara dinamik katıyor.
Küçük adımlarla başlıyor her şey, bir de çevreniz öğrenim eğilimli ise onun etkisiyle siz de adımlarınıza adımları katıyorsunuz. Yeğenim ODTÜ mahreçli olunca (şimdi genetik üzerine Amerika’da doktora yapıyor, uluslar arası önemli bilimsel dergilerde makaleleri yayınlanıyor.) kitap ve dergi hediyeleri zindandan sürgüne kadar peşimi bırakmadı. Bir diğeri iktisatçı, bir diğeri de jeofizik alanında, oradan da akıyor. Büyük oğlumun devletler hukuku üzerine başarıyla tamamladığı mastırı birlikte çalıştığımızı da eklemeliyim. Evet çevre diyorum her daim, bilim teknik okumalarım öyle diyor…
Kişiliğimi ve düşünce tarzımı etkince belirleyen bu okumalarda, insanlık bilgi birikiminin doruklarını teşkil eden kimi konularda siyasal düşüncelerimin ataklarını oluşturmaya çalıştım.
Küreselleşme üzerine sık sık makaleler yazmam ve iki farklı küreselleşme ayrımına gidişim de bu serüvene yol açmıştı; küreselleşmenin küresel ölçekte olmak anlamına gelmediğini, farklı bir şeyleri ifade de ettiğini bu süreçte ortaya koyma şansı yakaladım. İki küreselleşme vardı benim için. Biri, tarihe karşı eskiyi korumak üzere direniyordu, o da emperyalistlerin küresel ölçekteki dayatmaları, ekonomi politikaları, talanları, savaşları, baskıları ve saldırılarıydı. Diğeri ise, tüm insanlığı ve evreni kapsayan bir küreselleşmeydi; bilimsel araştırma ve gelişimle insan kolektif aklının keşifleri, teknik ilerlemelerinin bir ürünü olan yeni uygarlıktı.
Bu uygarlık, Batı uygarlığının kanatları altında gelişiyordu. Sanki tarih biçimsel açıdan tekrar ediyordu. Kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesi gibi, olumlu küreselleşme de kapitalizmin kanatları altında gelişen yeniyi temsil ediyordu.
Yeterli olgunluğa gelince özgürleşecek ve tarihsel olarak geri dönülmesi mümkün olmayan bir evreye varacak yeni bir uygarlıktı. Tarlayı artık kara sabanla sürmenin tarihsel olarak mümkün olmaması gibi, kapitalist üretim sürecine geri dönülmeyecek bir yeni üretim ilişkisinin olgunlaşması sürecidir bu.
Ben ikincisinden yana oldum. Küreselleşme taraflısı olduğumu bu zemin üzerinde ilan ettim. Bunda bilim ve teknik okumalarımın payı büyüktür. Mütevazi soyutlamalarım ise kimseye yetmese bile kendi bilgi birikimlerime ve içinde yaşadığım kesitteki siyasal duruşuma yeterli olmuştu.
Bu çarpıcı gelişmelere kaynaklık eden nereden başlasam diye düşündüğüm bir dizi temel gelişme ve buna ilişkin okumalarımı belirtmeliyim. Fizik, kimya, biyoloji, teknik, elektronik ve bil cümle bilim alanıyla ilgili okumalar.
İLK VE SON ÜÇ DAKİKA ARASINDA
Sırasıyla olmasa da aktarayım. Bir küçük kitapçıkta bir öykü okudum. “İkili sarmal DNA yapı çözümünün öyküsü” diye. Yazarını bilirsiniz James D. Watson. DNA yapı modeli kaşifleri ve Nobel ödüllülerinden Francis H. Crick ve James D. Watson ikilisinin, ikincisi162 sayfalık bir broşür. Orada genetik maddenin özünün proteinler değil de deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü olduğunu okudum; “hayat gizinin anahtarı porteinlerde değil DNA’da”ydı (Age: s:7). DNA bir kalıtsal maddeydi ve bu gerçeği ilk ele alıp keşfedenler Amerikalı araştırmacı O. T. Avery, C. M. Macleod ve M. Mc Carty genlerin yalnızca deoksiribonükleik asitten (DNA) ibarettir dediler. Bu iddiayı da 1952’de yine Amerikalı A.D. Hershey ve Marta Chase deneylerle kanıtladılar. Ama bunun modelini, yapısını tanımlayamadılar. Bu sürece biyolog Max Delbrük yağlı boya tablolarından izlediği Habusburg hanedanlarının kalın ve sarkık alt dudak yapılarından da ilham alarak, “eğer genler birer molekülse, bunların eşleşme özelliği ve böylece yüzyıllar boyunca kararlı biçimde varlığını sürdürebilme yeteneği olmalıydı” sonucuna vardı.
Bu,üst üste atom üzerine atom, molekül üzerine molekülle inşa edilen bilgi birikimleri sonucunda DNA’nın yapısı çözülmüş oldu. “Bir DNA molekülü görülmeyecek kadar küçüktür (eni 2 nanometredir (nm), boyu yaklaşık 10 baz çifti 360 derecelik tam bir dönümü 3.4 nm dir. ). Yapısal biçimi dahice yollarla ortaya çıkartılmıştır, 'çifte sarmal’ ya da ‘ölümsüz sarmal’ (Gen bencildir. S:43).
Bunu İngiliz Francis H. Crick ve Amerikalı James D. Watson keşfettiler (1953) ve Nobel Fizyoloji-Tıp ödülünü, “deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü yapısının bulunması üzerine” aldılar (1962).
Bir DNA molekülü, nükleotit diye adlandırılan birimlerden oluşan iki zincirden meydana gelir ve her nükleotitte bir şeker molekülü, bir fosfat gurubu ve azotlu bir organik bağ yer alır. İşte bu zincirin üç boyutlu yapısı genlerin eşlenme mekanizmasını (replikasyon) anlamaya olanak vermiş oldu. Azotlu bazların her zaman belirli bir kurala uygun olarak eşleşme durumları (adenin (A) ile timin (T) ve sitozin (S) ile guanin (G) ) çift sarmalın titizlikle kendini nasıl eşlediğini de açıklıyordu. Bu da “Watson-Crick eşleşme kuralı” olarak bilim alemine geçmiş oldu.
DNA iplikçiklerinin sarmal bir tarzda uzayıp giden molekül bağlarıyla yaşam sırlarına olan insan aklı yolculuğu önemli bir aşama kat ediyordu. “Hayat gizinin potansiyel anahtarıydı o”(Age. S:23) “Hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme yeteneği, yani genin kendi kendini çoğaltabilmesi” (Age. s:90), “genlerin ölümsüzlüğü fikri” (Age. S:109) “beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçları” olması, esas olanın temel yaşamsal madde DNA olduğunu, yaşamın ise onun yönlendiriciliğinde, onun yaşam kavgasının ihtiyaçlarınca belirlenen bir süreç olduğunu algılarımıza sunuyor.
Bu aşamanın sosyal siyasal ve ekonomik boyutları hızla belirginleşerek ilerlediği bu günümüzde, bu basit bilginin bir devrimcinin ufuklarına ne türden bir genişlik katacağını söylemeye bile gerek yoktu. Irkçıların ve de milliyetçilerin iki yüzlülükleri daha önceki veriler üzerine bu verilerle de bilimsel olarak kanıtlanabilirdi. DNA’nın ne ırkı ne milleti ne de dini var.
Bir bilim adamı olarak Francis H. Crick “Din geçmiş kuşaklara ait bir hata idi; günümüzde ise sürdürülmesi gereksizdi” diyerek, bilim ile düşüncenin her boyutu arasındaki ilişkiye güzel bir gönderme de yapıyordu.
Crick daha sonraları beyin üzerine çalışmalara yöneldi, “insan varlığının temel sorunlarına yanıt arayışı”na yöneldi “Şaşıran Varsayım” kitabını yazdı (TUBİTAK yayınları). O da bize şöyle seslendi: “ ‘siz’, neşeleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, ihtiraslarınız, benlik ve özgür irade duygularınız ile aslında çok sayıda nöron (sinir hücresi bn.) ve bunlarla ilişkili moleküllerin bir arada davranışından ibaretsiniz” (Francis Crick, Şaşırtan Varsayım. s:3 )
Bununla da kalmadı, bize, olağanüstü bir sinir makinesi olan beyni anlamak için onun doğal ayıklanma ile uzun evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu kavramamız gerektiğini, evrimin ise temiz çalışan bir tasarımcı olmadığını, küçük birikimler üzerinde yükselen bir sarmal süreç olarak yükselip genişlediğini anlatıyor. (Age.s:13)
Hareket algılarımızın her zaman doğru olmayabileceğini, milyarlarca yılda doğal ayıklanma ile evrimleşmiş küçük boyuttaki kimyasal mucize olan hücreyi algımıza sunan Crick, bir PC’nin temel çevrim hızı saniyede 10 milyon işleme tekabül ederken, bir nüronun ateşleme hızı saniyede 100 darbe dolayında olduğu dolaysıyla bilgisayarın beynimizden “milyon kat daha hızlı çalıştığı"na dikkat çekiyor (Age. s:194)
Crick, “beynin dilinin temeli nüronlardır” (Age.s:282) diyerek “beynin nasıl çalıştığını gerçek anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını yapacağız. Bu da beynimizin tamamının işleyişini daha doğru ve tutarlı biçimde kavramamıza yardım edecek ve bun günkü bulanık popüler düşünceleri söküp atacak” (Age. s:182) belirlemesi yapmaktadır.
Bir devrimci için bu ayrıntının belki hiçbir önemi yoktu. Ama bilim ve teknik okurken öğrendiğim değişim, mutlak bir iddianın yapılamayacağı, en iddialı akademik varsayımın bile bir başka bilimsel varsayımla altüst olacağı gerçeği siyasal yaşantımda da derin izler bırakıyordu.
Bunun ardından “Hayatın Kökleri” (Mahlon b.Hoagland, TUBİTAK yayınları 7. baskı) küçücük kitapçığı ise DNA serüveninin ezeldeki başlangıçlarını açıklarken verdiği “çorba” tarifi esasında tüm canlı yaşamın ham maddesinin tanımlıyordu: “Deniz suyunda erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşkeler, ultraviyole ışınları ve şimşeklerle sürekli yüz milyonlarca yıl boyunca bombardıman edilerek, bol ve bütün molekülleri içeren bir koyu çorba oluşuyor.” (age.s:39-40)
Bu çorba zamanın inanılmaz ağırlığı altında zincir molekülleri oluşturması, yaşam zincirini, inorganik maddeden organik maddeye geçişi sağladı. Buna tanık kimse olmadığı için süreci tüm ayrıntılarıyla bilmeyebiliriz. Laboratuvar koşullarında da taklit edilen bu senaryo sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen organik maddelerinde elde edilmesini sağladı. Bunlar ise genetik molekül DNA’nın yapı taşlarıdır. ( Gen bencildir. S:31)
“Her evrim tek kez yaşanır tekrar edilmez” yasasına dayanarak da gerisin geriye süreçleri yaşayıp bunu bilemeyiz, ama labaratuvar ortamında bu deneyi yapmak mümkündü. Nitekim bilim bunu da başarmıştır.
Yaşam için enerji gerekli. Bunun kaynağı da güneştir. Tüm canlıların canlılık kaynağı, enerjiyi temelde güneş enerjisinin molekülleri (insanlar için) ya da bitkilerden (hayvanlar için) içinde kilitleyip koruyan adenosin trifosfatktır (ATP) Ateş böceği ışını da sağlayan ATP’dir. (age. S:52) Enerji süreklilik için zorunludur. Süreklilik ise tek düze değildir değişimlerin evrimlerin sürecidir de.
Çeşitlenme ise mutasyon ve cinsel birleşmenin eseridir. Biri var olan düzeneğin rastlantılarla bozulup yeni bir düzenek kurması ya da cinsel ilişkiyle yeni bir bileşke kurmasının eseridir. “Evrim, sonsuz genişleyen ‘çeşitliliğin’ tarihidir. “(Age.s:80) Burada da bilincimize, “çeşitliliğin” nedeninde “DNA’nın mutasyonu ve cinsel karışım” (age. S:90) olduğunu bilmeden de olsa Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisini algılamaya kapı açabiliyoruz. “Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır.” (Gen Bencildir. S:27) “canlı toplum, gerçekte, bütün geçmiş DNA değişikliklerinin ve çevrenin yaptığı bütün geçmiş etkilerin deposudur. Bu topluluk içindeki bireylerin büyük çeşitliliğinin nedenidir. Doğal seçme işte bu çeşitliliği kullanarak topluluğun daha çok gelişmesini sağlar” (Age. S:91)
Çevre tümüyle pasiftir. Çevreye uyum sağlayan çoğalır ve yaşar. Sağlamayanlar dökülür. Kültür bir ölçüde bunun için insanın geliştirdiği bir mekanizma olarak, çevreyle uyumu biyolojik etkenler dışında sağlamak üzere etken olur. Çevreye uyum vardır, çevrenin uydurması yoktur. Evrimin ham maddesi ise çevre değil mutasyondur, cinsel bileşkedir. Evrim tekrarı olmayan yok olması halinde yerine hiçbir şeyin konulması mümkün olmayandır (Age. s.69).
“Bütün canlı yaratıklar kendilerini oluşturan bilgiyi DNA’da biriktirirler. DNA’yı mesajcı RNA’ya kopya ederler, mesajcı RNA’yı proteine tercüme ederler. Dahası DNA’nın mutasyonuyla veya cinsel karışımla değişmesi proteinlerin kalıcı değişimine neden olur. Böylece organizmalar arasında gittikçe artan farklılıklar ortaya çıkar ve sonunda yeni türler doğar.” 60 trilyon hücrenin uyumlu işbirliğine ihtiyaç duyan insanın kaderini doğal çevrenin etkilerinden çok, insanın doğal çevreyle ilişkisi belirleyici olacağı sonucuna varmak güç olmayacaktır.
Evrimi bu boyutta kavramamızı sağlayan bilimsel süreçler doğal olarak insani her yönelimimize de katkı sunuyorlar.
Bir devrimci olarak bu bilimsel verilerin siyasal, sosyal düşüncelerimde oynadığı rolün ne olacağını buradan kestirmek zor değildir.
Okumalar açılıp derinleştikçe çarpıcı kitapların izleri düşünsel bilinçaltımızın oluşumunda da etkilerini gösterir. Ayın konuda kalmak kaydıyla, Richard Dawkins’in “ Gen Bencildir” (TÜBİTAK yayınları 2. basım) kitabının öğrettiği çok şey olmuştur diyeceğim. Bir devrimci olarak doğayı sevmek ve tüm canlı türleri arasında bir eşitlik algısını bilince çıkartmak için, öncelikle siyası mücadele içinde olanların okunmasını tavsiye edeceğim bir kitaptır bu.
Kitabı açar açmaz şu cümleyi görmek müthiş bir etkidir. “Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim olarak tanıdığımız süreç içinde evrimleştik” ( Gen bencildir. s:1)
Dawkins bu sözlerini “Yaşama Darwinci Bir Bakış Cennetten Akan Irmak” adlı Varlık-bilim yayınlarından çıkan kitabında “ yeryüzünde yaşayan tüm canlılar tek bir atadan gelmiştir“ diyerek tekrar etti. (Age.s: 22)
150 -250 bin yol önce yaşadığı varsayılan “Afrikalı Havva” ya da “Mitokondriyal Havva”nın “tüm modern insanların salt dişi soy çizgisiyle kökeni olduğu söylenebilecek, tarihsel olarak bize an yakın kadın olduğudur” (Age. s:60) tezi aynı zamanda spermlerin enerjisini veren (bir kaç tane) mitokondrilerin yalnızca anneden alındığını gösteriyor. Yaşam enerjimizin temelinde bu enerji istasyonunun rol oynadığını (Age. s:52-53) bilince çıkarmakla cinsimizin dişisine nasıl bakmamız gerektiğine ilişkin mesajlar vermektedir.
Bilimsel araştırmalar genlerimizin belirli nitelikleri arasında “bencillik olduğu”nu bunun da benciliğimizin birey davranışlarımızda da yansıması olduğu gerçeğine işaret ediyor. Başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği ve yapamayacağı bir şeyi yapmak üzere, bu gerçeği değiştirmek için kültürel aktarımlarla insan olarak yeni kuşaklara vereceğimiz çok şeyin olduğunu bilmek gerekir. “Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile çocuklarınıza genetik yollardan geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır” ( Gen Bencildir. s:45)
Bilim okumanın işte bu hallerde de siyasal, sosyal algılara, ekonomik düşün arayışlarına sevk etme boyutu olduğunu görmek güç olmayacaktır.
Bu konuyu neden ele aldım: Okumanın ezbercilik olmadığı, aktarmacılık olmaması gerektiği, çıkarsamaların, soyutlamaların okumayı bilgi birikimine çevirdiğini anlatmak için söz konusu ettim. Genç kuşağın okumalarına yön vermek için, okuduğunu sanan bazı ahmakların gerçekte eklektik aktarmalarla kendilerini göstermek istedikleri gibi birikimli olmadıklarını yansıtmaya çalıştım.
Kimisi Stephen Hawking’i ve zamanın kısa tarihinde kara delikleri anıyor, kimisi Hubbel’li ele alıyor, onu bir uzay teleskopu sanıyor. İsim anıyor ama bilince yansıyan algı ne içerik açısından ne de soyutlamaları açısından bir bilgi vermiyor. Bilimle de uğraşıyorum numarası çekiyor. Hiç ilgisi yok. Kitap okuyorlar ama bilgi birikimi yapmıyorlar, çünkü bilimden soyutlamalar yapıp siyasal-sosyal mücadelelerine yön vermiyorlar. Bunun için bilim okumak, bilgi birikimi amacına soyutlamalarla sonuçlar çıkartmaya yönelmedikçe, kağıt üzerindeki mürekkep lekeleriyle uğraşmak anlamından öteye geçmiyor.
Konusu açılmışken kısaca belirteyim:
Kiminin sandığı ve sığlığı gereği isim anarak bilgili olduğu süs verme çabasından mütevellit “Hubble, atmosferin dışına yerleştirilen ilk büyük teleskop” algısı, esasında bilimle ilgili okumalardan hiçbir şey öğrenmemek anlamına geliyor. Zaten çoğu gösterişçinin okuma eylemi de bu gösteri içindir, ötesi için değil. Bilimsel veriler ve faaliyetleri üzerinde tartışmalar iyi mi olur kötü mü olur sınırında ilkokul çocukları düzeyini aşmaz. Üstelik bunu ele alanlar başkalarını da bilimle uğraşmazlar, ilgisizler diye eleştirir, özrü kabahatinden büyük bir eda içinde olurlar.
Hubble deyince çok şey anlamak ve çok önemli soyutlamalara gitmek gerek. Bunlar bir devrimci siyasal mücadele insanı için elbette ki formüllerden, rakamlardan, kareköklerinden, logaritma ve diferansiyel hesaplarından çok farklı bir şey olacaktır: Zaten bunun için soyutlama yöntemi, her okumayı bilgi birikimine çevirme şansı yaratmış olur.
Bu amaçla bilim ve teknik okumalarımdan çıkan soyutlamaları okurlarımla paylaşmak üzere bu konuya benim açımdan nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koyacağım, farkı da okur algılasın.
.Edwin Powell Hubble (20 Kasım 1889 - 28 Eylül 1953) ABD’li astronom. Hukuk mezunu olup, gök bilimlerine sonradan ilgi duymuştur. Samanyolu galaksisinden ibaret olduğu sanılan evrenimizi, Andromeda bulutsusunu keşif ve bireysel yıldızlarına ayrıştırmayı başararak evrenimizin çok galaksili olduğunu ispatladı (1923).
Işık tayfı incelemeleri ve kızıla kayan renklerin galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstererek genişlemeye devam eden bir evren senaryosunu bilimsel olarak ispat etti. Bu “Hubble sabiti” sayesinde oldu; “birim uzaklık başına belli bir hız artışını veren sayı ( Bu sayı, hız ve uzaklık arasındaki orantılılığın, verilen bir zamanda, bütün gökadalar için aynı olduğu anlamında sabittir; yoksa evren evrimleştikçe sabit değişir)” (Steven Weinberg, İlk Üç dakika, s:27) .
Buradan başlayan veriler evrenimizin yaşını belirleyecek ve evrenimizin gelişim süreçlerini izah edecek, Big Bang teorisinin temellerini oluşturacak açılımların başlangıcını oluşturdu. “Modern evrenbilimin temeli” (Paul Davies, Son Üç Dakika, s:32) böylece atılmış oldu.
Bilim teknik yayınlarının başucu haline getirdiğim kitapları arasında, Steven Weinberg’in “İlk Üç Dakika” adlı kitabında güzel bir anlatımla, “Gökadalar, uzaklıkla orantılı olan bir hızla bizden uzaklaşmaktadırlar… her gökada çifti, aralarındaki uzaklıkla orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır… Hubble sabitinin her bir milyon ışık yılı için saniyede 15 km civarında olduğuna inanılmaktadır…” (Age. s:28) diyor ve buradan hareketle “karakteristik genişleme zamanı” tespit edilerek evrenimizin yaşı bulunur. Bulunan sayı 20 milyar yıldır. Ancak evrenimiz daha gençtir zira Hubble sabiti, gökadaların kütle çekim etkisi altında sürekli yavaşlaması nedeniyle sürekli sabit bir hızla birbirinden uzaklaşmamışlardır. Düzeltmelerle sonucu ( Walter Bade ve diğerleri tarafından, Age. s:28) evrenimizin yaşının 13.7 – 14 milyar yıl olduğu tespit edilmiştir.
Hubble sabiti’nin açtığı ufuklarda evrenimizin genişleme özelliklerini kavradığımız gibi, sonunda büzülüp içe çökerek bir kez daha Big bang öncesi anın yoğunluğuna dönüp dönmeyeceğini de öğreniyoruz. “Evrendeki maddenin ortalama yoğunluğu belli bir kritik değerden küçük ya da ona eşit ise evren uzaysal olarak sonsuz olmalıdır. Bu durumda evrenin şimdiki genişlemesi sonsuza dek sürecektir. Öte yandan eğer evrenin yoğunluğu bu kritik değerden büyük ise, o zaman maddenin doğurduğu kütle çekim alanı evreni geriye kendi üstüne kıvırır… Bu durumda kütle çekim alanları evrenin genişlemesini sonunda durdurmaya yetecek güçtedir; öyle ki evren sonunda içe, belirsiz büyük yoğunluklara doğru çökecektir. Kritik yoğunluk Hubble sabitinin karesiyle doğru orantılıdır; bu günün benimsenen değeri olan bir milyon yılda 15 km/s için kritik yoğunluk santimetre küpte 5x10 üs -30 grama eşittir: Bu bin litrelik uzay içinde üç hidrojen atomuna eşdeğerdir.” (Age. s:34)
Bu bilgilere ek, gökadalar arısındaki uzaklaşmanın özgün bir kuvvetle olmadığı, bir tür ilk patlamanın eseri olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgilerimize Arno Penzias ve Robert W. Wilson’un 1965’te 3 Kelvinlik (K) kozmik mikrodalga (gürültüsü) arkalan ışınımının kozmik olduğunun keşfedilmesi. Ve bu 3K’nın evrenin her tarafında aynı olmasının bulgulanması, genişlemesi nedeniyle hiçbir zaman ısısal dengeye sahip olmayan bir evreninin bir dönem ısısal dengede olmasına önemli bir kanıt olmuştur. Bu ise, “başlangıçtan beri gelişen olayların akışını buradan çıkartabilme"mizi sağlayacaktır. (Age. s:58) 20. yy’ın en önemli bilimsel keşfi de budur.
“İlk Üç Dakika” kitabı kadar heyecanla okunacak “Son Üç Dakika” kitabından da bilgi birikim edinimlerimize katkı bulunuyor. Kütle çekiminin gökadaların dışa doğru hızla kaçışlarını engelleyen bir faktör olması evrenin geçmişten bu güne daha hızlı bir saçılma, genişleme durumunda olduğunu, gerisin geriye giderek evrenin sıfır boyut ve sonsuz yoğunlukta olduğu, bu yoğunlaşmanın sıfır noktasındaki patlamasıyla evrenin ve maddenin her türünün oluşmaya yöneldiğini gösteriyor. “Büyük patlama madde ve enerji kadar, uzayın da kökenidir. Bu tabloya göre, içinde büyük patlamanın gerçekleştiği, önceden mevcut bir boşluk olmadığını anlamamız çok önemlidir” belirlemesi yapılıyor. (age. s:35)
Buradan da “önce yoktu, zamanın olmadığı yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olamaz” (Age. s:35) sonucuna vararak “büyük patlamada hiçlikten var olan bir evren büyük çöküşte hiçliğe dönüşüp yok olur” (Age. s:127) belirlemesi, evrensel boyutlarıyla fizik aleminin başını ve sonunu nasıl kavramamız gerektiğine işaret ediyor. Ve sonucu çok güzel olasılıkla kapatıyor: “ Evrenin sınırı olsa bile, düşüncelerin sınır tanımayabileceği olasılığını” vurguluyor (Age. s:157)
“İlk Üç Dakika” ve “Son Üç Dakika” kitabını okumak bir devrimci için evrenle ilgili müthiş soyutlamaları algılamak demektir. Madde kadar karşı maddeyi algılamak, evren kadar sonsuz yoğunluktaki atom büyüklüğünü algılamak demektir. Bu ise siyasal-kültürel sosyal yaşamımızda her olay derinliğine bakma yöntemi kazanmak demektir. Olayın ve olayların içine nüfus etmek, tesadüfleri, olasılıkları, iç bağlantılarını kavramak demektir. Kendi adıma bilim teknik okumalarım bana evrenin her bir unsurunun önemini sosyal ve siyasal yaşamda her verinin önemini algılamayı öğretmiştir.
Hubble sabiti, devrimci hareketin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kimi sabitleri gibi algılanmadan, onlarla ölçümler yapmadan, 3K kozmik akalan ışınım algıları tarihsel siyasal mücadelelerin tüm değişkenliklerine karşın başlangıç dengelere sahip olduğu bilincini taşıyor.
En ilkel rakamsal araştırmalardan en uzak kozmik araştırmalara bilim ve teknik okumaları, bir hobi olduğu kadar aklın gelişim dinamiklerine de bir katkıdır. George İfrah’ın elimdeki 8 cildiyle TÜBİTAK yayınlarından “Rakamların Evrensel Tarihi” de, “el, tüm çağların ilk sayım ve hesap makinesi” (Age. C: I, s:12) olduğunun ilginç serüvenini, sayılar bilimini ve bunun toplumların sosyo-kültür yapılarındaki etkilerini, “İnsan zihninin büyük ustalığı” olan sıfırın bulunuşu ve az sayıda şekille sayıları simgeleyerek inanılmaz ölçekteki sayımı en az sayıyla ifade edişin öyküsünü öğreniyoruz. Ondalık sisteminin en yetkin sistem olmasının on parmağımızla ilgili bir marifet olduğunu (Age. s:123), büyük soyutlamaların üreticisi insan aklının tarih serüveninden, siyasal, toplumsal, kültürel yaşamımıza çok önemli bilgileri ve yönlendirmeleri sunduğuna işaret etmektedir. Rakamların evrensel tarihi, tarih içinde gereksinim duyacağımız tüm rakamsal işlemlerin aynı zamanda bir sosyal, kültürel, siyasal işlem olduğuna da önemli bir veri olduğunu anlıyoruz.
Bilim ve teknikten, James Gleick’in “Kaos” kitabı, David Ruelle‘nin “Rastlantı ve Kaos” kitabından fizikçilerin ve matematikçilerin düzenlilikler arayışı karşısında düzensizliğin gaydasını, bilimini ve bunu yaşantımızdaki yerini öğreniyoruz. Patrik değerlendirmeler için birikimlerimiz arasına alıyoruz. “Kelebek etkisi”nin basit bir itimin nasılda zaman ve mekan faktörü içinde dev bir gücün oluşuna gittiğini kaosun ifade ettiği karmaşa algısı öğretiyor.
YABANCILAŞMANIN DİNAMİĞİ
Okumalarım bilginin yabancılaşması gerektiğine götürdü beni. Dikkat ettim, yabancılaşmamış bilgi ilerlemiyor gelişmiyor insanlık malı olmuyor. Tersine tekelleşiyor, kırılıyor, içe bükülerek işlevsizleşiyor. Tüm bilim dünyası birbirinden bağımsız çalışmaların ve bilgi akışlarının yarattığı yabancılaşma (basit bulguların bile ilk sahibinden uzaklaşarak ona yabancılaşarak başka bilgilerle sentezleşerek) dinamikleriyle ilerlemeler keşifler ortaya çıkıyor. Bu konu çok önemli daha öncede yazdım az kişinin dikkatini çekti tekrar aktarayım.
“Yabancılaşma “iş bölümü”nün ürünüdür. İş bölümünün artışı her türlü emeği derinlemesine yabancılaştırır.
“Üretim sürecinde soyut üretim ve dolaysıyla bunun temel ham maddesi olan bilginin de rol oynamaya başladığı küreselleşme çağında yabancılaşma daha da artacak ve daha da dinamik üretici bir rol almış olacaktır. Bu bir olumsuzluk değil, tersine tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz etkinliğidir. Yabancılaşma olmadan ciddi bir üretim süreci olamaz demek bu anlamda yanlış değildir.
“Yabancılaşmanın dinamiği, emek gibi bilgiyi de üretimin temel maddesi yapar. Artık sanal üretimin etkin olduğu, değişim değerinin kullanım değeri aleyhine olağanüstü büyüdüğü bir yeni uygarlıkta, kapitalist üretimin emeği yabancılaştıran üretim komplekslerindeki kollektivitelerden, çok daha büyük kolektvitelerin devreye girmesine yol açar. Böylesi büyük ortaklıklarda kimin, nereden, nasıl ve ne kadar kattığına bakılmadan bilginin üst boyutlara varan teatisi gündeme gelir. Burada bilgi sentezleri birer ürün olarak yeryüzünü hatta evreni dolaşırken, üreticisine yabancılaşmış olarak döner. Bilgi yabancılaşması derinleştikçe de paylaşım daha yaygın ve daha ekonomik olur. Bu anlamda yabancılaşma bir olumsuzluktan çok dinamizmdir, devrimci ve ilerici tarih akışının bir unsuru olarak belirir. Yabancılaşma bu yanıyla gerçekte birey yerine toplumları tüm insanlığı buluşturan, dinamik, üretken, zengin mineralli bir havuz gibidir.” ( http://www.mirural.blogspot.com/ Batılı Marjinal Önermeler ve Orijinalitemiz)
Sonuç
Bütün bunlar evrimsel gelişmenin durağan olmadığını, hareketin, emek ve bilginin birikimlerinin birden bire mucizelerle gündeme gelmediğini, üst üste gelen çabaların ekip çalışmalarının, rekabetin kışkırtıcı dinamiklerinin katılımıyla oluştuğunu öğretiyor. Bilim ve teknik okumak, olayı sayılara değil niteliklere bakmayı öğretiyor.
Bilim okumak; emeğe saygıyı, küçük ayrıntıların önemini, hiç bir şeyi hor görmemeyi, tersine önemsemeyi öğretir.
Her çabanın bir yeni başlangıç olduğunu, tek bir çabanın yetersizliğini, üs üste gelen bilgi birikimleri olmadan bir sonucun elde edilemeyeceğini, evrimi, evrimin doğasını, mutasyonu ve bunun sosyal-siyasal yaşamdaki işlevlerini öğretiyor. Bilim okumak, bireye siyasal yolculuğunda başarı şansını yakalamayı, yeni ufuklara açılmayı sağlıyor. Benim açımdan okumalarım beni hep böylesi soyutlamalara götürdü. Bana güç veren, kararlılığımı, sürekliliğimi sağlayan bu kaynaklardan aldığım feyizdir.
Bu okumalarda insan kolektif aklının ürettiği tüm keşiflerin, bulguların, araştırmaların yakın takipçileri olarak ilgi alanımıza, uzmanlık alanımıza, içinde yer aldığımız çalışma alanına ait soyutlamalarla yönlendirmeler yapma olanağı vermektedir.
Bu makalemde, ben gibi yüzlerce devrimcinin önemle ilgili olduğu bilim ve teknik okumalarını yorumlamaya çalıştım. Okumalarım arasında yüzlerce temel konu bulunuyor. Bunlar arasında evrenimizin sırlar perdesi ardında Fizikçi Jon Wheeler’in isim babalığını yaptığı “Kara delik”leri ve içlerinin adı gibi kara olmadığı “zayıf bir ısı ışınımı pırıltısı yaydığını” bulan (1974) Stephen Hawking’i ve “Hawking süreci”ni, Hawking’in yakın dostu ve çalışma arkadaşı birçok ödülü de birlikte paylaştığı Roger Penrose’nin III. Ciltlik Kralın Yeni Usu adlı eserinde evrenbilimi, matematik, yapay zeka zaman modern fizik üzerine algılarımızı genişleten yaklaşımları, onlarca eserde yer alan karşıt maddeleri, süpernovalar, beyaz cüceler, mavi süper devler, atom altı fiziksel varlıklar, kuantumun belirsizlik ve olasılık ilkesi ısı ve ışık gibi elektromanyetik ışınımların doğası bilgi birikimi için irdeledim durdum. Okuduğum her şeyin etkisini yazarak ifade ettim.
Diplomasız alimleri, diplomalı sahtekarları ve tersini tanırken, soyutlamalara yönelmek için uzun geceler hep uykusuz kaldım. Michael Rowan- Robinson’un “Yıldızların Altında” çalışmasının ufuk açıcı evren kılavuzunu izledim. L. Vlasov ve D. Trifonov’un kitabı“107 Kimya Öyküsü” kitabından elementlerin keşfindeki komiklikleri. Siyasal mücadeledeki komikliklerle nasıl benzeştiklerini gördüm. Carl sagan’ın “ Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”nda uygarlıkların nasıl yükseldiğini, Arap-İslam uygarlığının yükseliş çağında “Avrupa’da karanlık çağların yaşandığı” (Age. s:6), gerçeğini, bilimi ele geçirip kullanan ahlaksızlara bakıp bilimden uzaklaşmamak gerektiğini (Age. s:9), bilimin doğrudan gözlenir başarısı, her zaman akıl yolundan geldiğini (Age. s:24), boş inançların tarihler boyunca iblisten, UFOlara kadar, cadılardan cinlere kadar toplumsal çöküş dönemlerinde pompalanmasının nedenlerini çarpıcı anlatımıyla sunarken, siyasal mücadelemde gerçeklere sıkıca bağlı olmanın başarı için zorunlu olduğunu, bunun bir etik değer olarak algılanması gerektiğini kavrama şansı yakalıyordum.
Makalemi sonlarken bir kez daha bilim ve teknik okumak, yazı ve soyutlamalı amaçları içermiyorsa bilgi birikimine dönüşmeyeceği uyarısını yapmayı gerekli görüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder