19 Nisan 2012 Perşembe
NESNEL VE ÖZNEL DENGELER
Mihrac Ural 19 Nisan 2012 / Çarşamba
Sözlerime önceki yazılarımın girişinden farklı bir cümleyle başlayacağım. “Biyoloji dünyası belki Tanrının tayin ettiği amacı gerçekleştirmeye bilir, fakat doğal ayıklanma olgusunun şekillendirdiği bir amacı yerine getirmektedir.” ( James Gleick, KAOS s: 238) Siz Okurlarım bunu, bir süreci belirleyen gerçek etkenlerin niyetler değil nesnel veriler olduğu şeklinde okuyun. Bu makalemin konusu da Türkiye’yi bölgeden tecrit eden verilerin böylesi nesnel veriler olduğunu anlatmaya çalışacağım. Kısa bir tarih sergisi içinde nesnel ve öznel konumunun Türkiye’ye hep sıkıntı yaşattığını, orijinal olmasını engellediğini, çevresine zarar veren karanlık süreçlere sürüklediğini ifade edeceğim. Bu tarih kavranmadan da bu günün sorunlarını sağlam bir zemine oturtamayacağımızı belirteceğim.
II. Dünya savaşından bu yana bölgede rol oynama arzusu taşıyan ve bunu için çırpınan Türkiye’nin, iddia ve görünürdeki niyetlerinin aksine, çağdaş tarihinin en sorunlu ve en yoğun tecrit dönemine doğru yuvarlandığı gerçeği, bizleri bu kısa tarih seremonisine göz atmamızı g zorunlu kılıyor.
TARİHTE YATAN GERÇEKLER
1071 Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya giriş, ortaçağ adaleti denilen kılıç hakkının dayatılmasını getirdi. Anadolu fethi, daha üst bir uygarlığın eski uygarlığı özümsemesi, tasfiyesi biçiminde gerçekleşmedi. Kanlı bir kıyım savaşının ardından geldi. İstila edilen alanlar başka milletlerin emekleriyle bakir doğanın yaşama açılıp anavatan olmasını getirmişti bir barbar güç ise bunu gasp ediyordu. Kılıç hakkı da buydu. Ortaçağların ilişki bağlamlarının böyle olduğu nispeten kabul edilse de Roma, Bizans istilalarında istilan edilen alanlara taşınan yeni uygarlıkların oluşturduğu üst etkinlikler, zamanla kendi evrim dengeleri içinde yeni bir uygarlığa yükselerek ikame edilebiliyordu. Ancak Anadolu’nun istilası böyle bir sonuç getirmedi. Yıktı ama yerine bir şey kuramadı. Gelenler yıktıkları uygarlıkların etkisi altında yaşam sürdü. Eskiyle sentezleşecek bir dinamik sahibi olmadıkları içinde bu etki dün gibi bu günde tüm yoğunluğuyla belirgin kaldı. Niyetlerin getirdiği yeni ortamda bir kez daha da nesnel verilerin etkisi galip geliyordu. Bu galip gibi görülenim tarihin uzun soluklu süreçlerinde mağlubiyetiydi. Osmanlı hükmünün sürdüğü 400 yıl ardından hezimetle çıkmak zorunda olduğ4u bölgemizde geriye anılmaya değer bur uygarlık izi bırakmaması bunun önemli bir ifadesidir. Bunun da ötesinde, Türkiye diye belirlenen sınırlar içinde süren hükümranlığa rağmen, kadim, yerli ulusların kendi kültürlerini alternatif kültür olarak yaşatabilmeye devam etmeleri, ve Kürtlerde görüldüğü gibi, kendi yaşam alanlarında hızla yükselen bir değer haline getirebilmeleri bu gerçekliği ifade eder. Niyetler değil nesnel verilerin süreçleri belirlediğini görmekteyiz.
OSMANLININ BÖLGE İSTİLASI
23 Ağustos 1514 Çaldıran savaşı bölgede doğu sınırları yaklaşık olarak bu güne kadar süren çizgilerini belirledi. O kesitte bile İran, 2000 yıllık bir dev uygarlıktı ve tarihin hiçbir döneminde, kimse tarafından kalıcı bir istilaya uğramamıştı. Dünden bu güne tarih algılarımızı sağlam verilere oturttuğumuzda, bu günün olaylarını daha iyi kavrayabileceğimizi söyleyeceğim. Buradan da bölgemizde Osmanlının yerini 24 Ağustos 1516 Mercidabık savaşıyla gerçekleştirdiği istila ardından bölgede hiçbir zaman süreçleri tayin eden bir rol oynayamadığını ifade etmeye çalışacağım. Suriye’nin istilası ardından Riddaniye Muharebesiyle 22 Ocak 1517’de Memlükleri bir kez daha yenilgiye uğratarak 24 Ocak 1517’da, yani savaştan iki gün sora “dünyanın en zengin kenti Kahire’ye girer” (Chalkondylas). Yavuz Sultan Selim, Bu görkemli ve zengin şehrin etkisinde İstanbul’u da aynıyla yeniden yaratmak ister; ağaç işçiliği olan arabesk ustalarını toplar. İstanbul’a gönderir. Oysa İstanbul mermer yataklarının merkezidir, ağaçların, ormanların değil. Bu dengeyi hiçbir zaman kuramayan Osmanlı aklı, öznel ile nesnel ilişkisinde hep sınıfta kaldı. Arabesk ustaları bir iki kuşak sonra gelişme yerine kısırlaşarak yok oldu. Mermer sarayları kuracak ustaları İstanbul’un fethiyle İtalya’ya kaçıran Osmanlı, esasında Reform ve Rönesans’ın ilk kıvılcımı olan akılları hükümranlık alanlarından kaçırmış oluyordu. Bu bir kez daha yeri olmamanın, yeri olmaya yetecek bir dinamiği olamamanın öznel niyetlerle sadece zorbalık yapabileceğinin bir ifadesiydi. Zorbalık ise ne uygarlık kurabilir ne de yerlilerin siyasal süreçlerinde kendine özgü bir temsil alana açabilir. Bölgemizde devam eden olaylarda, bu tarihi kökleri her zaman hatırlamamamız gerekecektir. Zira ülkemizin bölgeden tecridiyle ilgili söyleyeceğimiz her söz, işte bu paradoks üzerinde yeşermiştir.
Mısır istilasıyla, bölge Osmanlı hükümranlığı, kılıç hakkı rahmetinin altına girmişti. Ancak, bu rahmetin kendi etkinlik dinamikleri üzerine çöreklendikleri uygarlıklardan çok geri ve onlara göre sadece bir barbarlık gücüydü. Resmi tarih bölgeden 400 yıllık hükümranlığın sürmesini 400 yıllık istikrar diye okutur. Gerçekler ise, Osmanlı ordularında hizmet gören ve daha sonra dünyanın en ünlü Feld mareşali olacak olan Alman genel kurmay başkanı Moltke’nin Remzi Kitapevinden yayınlanan “TÜRKİYE MEKTUPLARI” adlı kitabında çok güzel özetlenmiştir “Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Moltke “Türkiye Mektupları” s; 187. Remzi Kitapevi)
SON YÜZYIL
Osmanlının son yüz yılı en sancılı yüzyılıydı. Kılıçla hükümranlığın da bir sınırı vardı. Nesnel yapısını değiştiremediği bu hükümranlık sarsılmaya mahkumdu. Niyetlerin sorunları çözmesinin de imkanı yoktu.
Bu süreci çok daha bariz yönleriyle imparatorluğun son yüz yılı olaylarında 19. Yüzyılın olaylarında görmek kolaydır. Bilinen o ki, II. Viyana kuşatmasının (14 Temmuz 1683) sonuçsuz kalmasıyla, dizginlenmesi mümkün olmayan bir yıkım süreci başlamış oldu. Resmi tarihin “Duraklama Devri” (1593 - 1683), “Gerileme Devri” (1683- 1789) ve son olarak yıkılma devri diye benim belirteceğim son yüz yıl, esasında Anadolu’nun ardından Ortadoğu’ya yönelen istilanın, bir yıkım istilası, bir talan istilası olmasıyla ilgili bedel olarak ortaya çıktı. Güç uygarlığının, uygarlık gücü karşısında uzun tarihi süreçlerin soluk kesen karmaşasında erimesiydi, yenilmesiydi. Bu dönemlerin her kesiti kanlı iç kıyım tablolarından oluşuyordu. Bütün bunlar Osmanlıyı çağdaş bir ulus haline gelmede geciktirdi. Zaten iç dinamiği de yeterli değildi. Osmanlı, başka milletlerin emekleriyle, kurdukları uygarlıklar üzerinde bir tecavüz ve gasp girişimiydi. Kendi iç dinamiği, bir etkinlik oluşturamaması nedeniyle de, ne medeniyet kurma yönünde bir yerleşiklik ne de kültürel açıdan bir atılım yapma imkanına sahipti. Yerli uygar milletler, ellerinde kalan uygarlık değerleriyle Osmanlı karşısında bu güne kadar sürdürebildikleri var oluşlarını da besliyorlardı. Fransız devriminin açtığı ufuklar yeryüzünün tüm mazlumlarına ayağa kalkma şansı tanıyınca da bu gün gerçekleştirmede geç kalmadılar.
Uzun hükümranlık döneminde yeni bir sentez yaratamayan Osmanlı ebede kadar baskı altında tutacağı yerli halkların direnişiyle parça parça sökülmeye başlamıştı. Yunan bağımsızlığı uygar bir ulusun erken kurtuluşuydu.(15 Eylül 1829 Edirne anlaşması). Mısır valisi M. Ali paşa’nın Kütahya Anlaşması (8 Nisan 1833) ardından, Nizip savaşıyla (24 Haziran 1839) bölge üzerinde geleneksel etkinliğini kaybeden Osmanlı, kelimenin gerçek anlamıyla Ortadoğu’da tutunmak için çok kan kaybetti. Ama bunu hiçbir zaman oturtamadı. Suriye’de uzun süren aile valilikleri (3azmı oğulları- Kemik Oğulları gibi) Mısır’dan çok Osmanlıya sadakat gösterme eğilimleri bile bu dengeyi ikame edemedi. Sürekli bir kaybediş, kopuş, yenilgi, sürükleniş, arayışın yarattığı travmalar altında, yerli olmamanın, nesnel dayanağı olmamanın sonucu, öznelin zorbalığıyla tutunma mümkün olmuyordu. Osmanlı tarihinin hiçbir kesiti kendine ait bir uygarlık adımına sahip olmadı, eski uygarlıklarla da sentezleşecek verileri yoktu; Osmanlı bu aklıyla hiçbir zaman yerli olamadı. Bu vatanı kendi vatanı yapmak için üretim sürecine girmedi. Bu gerçeği Atatürk çok özlü bir ifadeyle dile getirir; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Cumhuriyet, sonuçta büyük kaçış ve korkunun eseri olarak, “ayrı bir planla” kurulduğu iddia edildi. Cumhuriyet önemli ilkeler getirdi, bir siyasal atılımdı. Teokratik bir devlet yapısından tarihsel bir sıyrılış olan, parlamenter sistem getiriyordu. Konumuzla ilgili en önemli yönelimi ise “yurtta sulh cihanda sulh” söylemiyle, Osmanlının yayılmacı militarist yönelimlerine karşı, savunma esasına dayalı bir ülke askeri algısı oluşturulmuştu. Bu süreç uzun sürmedi. II. Dünya savaşı hazırlıkları, Cumhuriyetteki Osmanlının yeniden dirilişi için zemin oluşturuyordu. Ancak eski hükümranlığı ve kılıç zorbalığını kaybeden bu tek dişli canavar, emperyalistlerin bir kuklası olarak bu arzularını ait olmadığı topraklarda ikame etmeye çalışacaktı. Bu yerli olmayan, tarihi ve dolaysıyla kimliği olmayan tüm uluslar ve ülkeler için geçerli bir sonuçtu.
Türk ulusu, 20.yy başlarında gelişen milliyetçi aydın hareketinin evrensel dinamiklerden beslenebildiği oranda Osmanlı sistemine karşı gelişiyordu. Cumhuriyetin tek uluslu kuruluşu ise, bir kez daha Osmanlı aklıyla yerli ulusların olduğu bir alanda onları hiçe sayarak, hak vermeden oturtuluyordu. Anadolu mozaiği bir kez daha Osmanlı aklıyla tek boyutlu zorbalığa mahkum ediliyordu. Burada da bir kez daha nesnel dengeler bozularak dayatmayla siyasal kurguların kuruluşlarına gidilmişti. Üzeri ölü toprağıyla örtüldüğü sayılan Anadolu uygarlıkları ise, tüm dirilikleriyle, dilleri, ekonomik alanları, coğrafyaları, gelenek ve görenekleriyle yaşıyorlardı. Bu veriler üzerinde Cumhuriyet de sonuçta Osmanlı aklına yem olacaktı. Bu gün işte tam bu noktada bulunuyoruz. Bu noktaya gelene kadar II. Dünya savaşı ardından Ülkemizin bölgemizdeki konumunu irdelediğimizde ise korkunç bir kukla sendromuyla hareket edildiği görülecektir.
Bunun özet bilançosu şudur; Türkiye’nin uzun yıllar NATO uşağı olarak bölge halklarına karşı Amerikan askeri üsleriyle oluşturduğu tehdit, Nasır’ın, Mısır krallığına ve emperyalizme karşı mücadelesine tavır alışları, TC. Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay aracılığıyla yaptığı İngiliz casusluğunu (4 Ocak 1954). Bağdat paktı ve sonra CENTO gibi bölge halklarına karşı baskı unsuru olarak bu tür kukla paktlarda yer alış, Arap-İsrail savaşlarında İsrail yanlısı tutumlarını ve ABD üslerini İsrail siyonizmi lehine çalıştırmasını, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist kuvvetleri desteklemesini, 14 Temmuz 1958’de krallığa karşı yükselen Irak devrimini bastırmak için yaptıkları bu sürecin en kaba bilgileridir.
Türkiye II. Dünya savaşı sonrası dış politikada, iç politikasını katlayan kirli süreçlerle alamet-i farika sahibidir. Her zamanda “en iyi ihraç ürünü ordusu” görülmüştür. Bu da kuklalığın hangi boyutta olduğunu gösteren bir belirtidir. Buna rağmen, 1989-99 döneminde Suriye’yle gelişen iyi komşuluk ilişkileri her iki ülke halkları için tarihsel bir dönüş olarak algılandı ve desteklendi. Hızlı bir tırmanışla tüm sıkıntıların aşılması için çaba sarf edildi. Güçlü ekonomisinin Pazar arayışları Türkiye’nin bu ilişkide karlı taraf olmasını sağladı. Suriye kardeşçe paylaşım adına, bölgede sadece yayılmacı düşman olarak gördüğü İsrail’e karşı, Türkiye’yle olan sınırlarının güvenlik içinde olmasını bu ilişkiden elde edeceği tek kar olarak gördü. Ama yanılıyordu.
Türkiye, öznel konumu ile nesnel konumu çatışmalı bir ülkedir. Bu tutarsızlık yerleşik bir dokudur, tarihsel bir konumlanıştır ve nedeni çok derindeki dengelerle ilgiliydi. Bölgeye kılıç zoruyla egemen olanların bunu uygarlık gücüyle sürdürememeleri kaosun da nedenidir kimlik bunalımının da. Bu gün, bu tarih üzerinden, aynı mantıkla, emperyalist güçlerin desteğini alıp, bir kukla olarak bölge halklarının üzerine çökme çabası bulunuyor; Yeni Osmanlıcılık budur. Bölge halkları ise Osmanlıyla yüzyıllara dayanan deneyleri ve yarım asırdır ABD-İsrail’le olan çatışmalı ilişkilerinden edindikleri deneylerle Türkiye’nin konumunu bir kukla devlet olarak belirlemiştir. Arap alemi için Türkiye her zaman batının uydusu bir ülke konumundadır. Son on yılda “değişme” yönünde adımların atılması bu kaygıyı asla yok edemedi. Son gelişmelerde bunu ispatladı. Sonuçta, Türkiye dış politikada işlediği akıl almaz hatalar çehresini açığa vurmuş oldu. Dengeleri olmayan, tarihi boyunca nesnel ve öznel uyuma sahip bulunmayan, kimliksiz Türkiye’nin, bir emperyalist kuklası ve BOP eş başkanlığı sıfatıyla komşularına kurulan komploların bir parçası olması bu ilişkilere tarihi bir darbe vurmuş oldu. Bölge Türkiye’nin çirkin kukla rolünü yeterince anlamış oldu.
Suriye, Türkiye’nin bölgeye girme yönündeki özlemlerine aracılık ederken, bu kez yapılan ihanetin karşısında Türkiye’nin bölgeden tecridinin nedeni olmaya başladı. Bu haklı bir sonuçtu. Türkiye’nin Irak’la İran’la, Lübnan’la ve Suriye’yle ilişkileri bu gün en had safhada gergin durumdadır. Bölgeden hızla tecrit olmaktadır. İnatla sürdürdüğü eli kanlı şebekeleri Suriye üzerine salma politikası tüm komşularda nefretle izlenmekte, herkes bu olaydan kendine pay çıkarmakta ve devletler hukukuna karşı işlenen bir cürüm olarak görmektedir. Tarihsiz ve kimliksi Arap ülkelerinin mali desteğine bu kadar boyun eğen, halkının, bağımsız siyasi iradesini çiğneyerek tutum takınan Erdoğan yönetiminin ülkemizi tehlikeli mecralara sürüklediği ise artık çok açık anlaşılmaktadır.
Bu olumsuzluk, Erdoğan yönetiminin yıkılışına kadar süreceği belirmiştir. İşte tam bu noktada, bölge halklarının kader birliği da şekil kazanmaya başladı. Ülkesinde demokrasiyi ikame edemeyenlerin, nesnel ve öznel konumları arasındaki çatışmayla ülkelerini, halklarını cehennemi denklemlere sürükleyenlerin., bölge halklarından artan oranda tecrit olmalarını kaçınılmazdı ; bu gün olanda tamamıyla budur. Bu, bölge halklarıyla daha çok el ele, omuz omuza veren Türkiye halklarına ise, kurtuluş yolunu açıyor. Komşumuz Suriye’ye karşı yapılan haksızlıklar, Erdoğan yönetimine karşı Türkiye halklarının birleşik direncini tetikleyen, dinamik veren bir unsur haline geliyor. Ülkemizdeki özgürlük ve demokrasinin yolu da buradan açılacağı belli olmuştur
SONUÇ
Erdoğan yönetimi ülkemizi, bölgeden ve bölge halklarından tecridine yol açtıkça bölge halklarının daha güçlüce omuz omuza mücadele ederek özgürlük ve demokrasi için bir çıkış kanalı yarattığını görmekteyiz. Bu süreci derinleştirmek için Suriye’yle ilgi tüm etkinliklerde öncü olmaya çalışmamız gerek. Kıssadan hissemiz de budur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder