HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

23 Nisan 2012 Pazartesi

EKMEĞİN DİRENİŞİ




Mihrac Ural – 23 Nisan 2012 / Pazartesi

Halkın ekmeğiyle oynamak, dünyasal ve semavi yasaları çiğnemektir. Bu nedenle ekmekle oynanmaz o kutsaldır diye kadim insan topluluklarının oluşturduğu kültürel algılar, tüm diriliğiyle bu gün de gerçekçiliğini korumaktadır. Bu nedenle söylenmiş atasözü az değildir.  Bunu çok anlamlı kılan bir atasözünü biz Araplar “katı3 el a3nak vala katı3 el arzak” ( boynunu kes rızkını-ekmeğini- kesme) diye günlük yaşamımızda sık sık kullanırız. “Ekmek kokusu” bir başka tutkudur (Ekmek kokusu, benim tutkularımda yeri, çok başkadır); kıtlıkla bereketin simgesidir. Buğdayı bereket, arpayı kıtlık simgesi yapan halk söylencelerinin anlamı da buradadır.

Tam öyle bir şey. Suriye’de yürüyen kıyımın vicdansızlığı ve ahlaksızlığı üzerine çok şey yazdım eli kalem tutan tüm yüreklerde bu vahşet dayatmasını yazdı. Ama bu, başka bir şey; Halkın ekmeğiyle oynamak, canıyla oynamaktır boyun kesmekten de ağır bir cürümdür. Eli kanlı şebekeler, dış güçlerin vatan hainlerinin kirli ve karanlık amaçlarının birer maşası olarak buna da cüret ettiler. Suriye halkının devlet destekli ucuz ekmeğin tek ham maddesi buğdayın yüklü olduğu trene bombalı saldırı düzenleyerek, açlık, kıtlık yaratma barbarlığına da yöneldiler. Bununla, bir yandan askeri eylem koymuş olacaklar, bir yandan korku salacaklar, bir yeniden devlete meydan okuyacaklar, halkı ürkütecekler, insanları, hatta cesetleri parça parça doğrayıp dehşet salacaklar ve sonunda halkın ekmeğiyle oynayacaklar. İflasların birbirini kovaladığı bu seremonide, eli kanlı şebekelerin içine düştüğü açmaz artık doğrudan halkı hedef alan şaşkın eylemlere kadar uzanmış oldu. Buğday taşıyan tern bombalanarak raydan çıkıp devrilmesine ve buğdayın un fabrikalarına ulaşması engellenmiş oldu.

 BUĞDAYDAN EKMEĞE

Suriye’de ekmek algısı, özellikle devlet ve yönetim açısından, dünyadaki benzerlerine göre ekmek algısından çok farklı bir boyuta sahip. Bu ülkede ekmek, herhangi bir meta değildir, pazarla, pazarlıkla ilgili bir boyutun dışına çıkarılmıştır. Tanrısal bir lütuf gibi, hesabı yapılmadan üretilen ve Hz İsa gibi bitip tükenmeden dağıtılabilin yaşamsal bir beslenme kaynağıdır. Baas’çıların yaptığı bir ton olumlu ve bir ton olumsuzluk içinde, en kutsanacak veri ekmektir; pazar ekonomisinin her türden etkisi dışına çıkarmaktır. Suriye’de ekmek, dokunulmazlar arasındadır, insana ait olan ve kimsenin üzerinde oynamaya hakkı bulunmayan bir kırmızı çizgidir ekmek…

Sondan başlayarak anlatmaya çalışayım. Suriye vatandaşı 2 kg ekmeği 15 SL’ye alır (28 Kuruş TL). Ekmeğin ham maddesi buğday. Devlet buğdayı ham haliyle üreticiden, birinci sınıf ve ikinci sınıf diye 18-20 SL karşılığı satın alır. Devlet, vatandaşına ekmek sunmak üzere kilo başına 10-12 SL zararla işe başlar. Buna, taşıma, ayıklama, öğütme, kepeğin dışlanması ve ulaştırma süreçlerini eklediğimizde, 10-12 SL bir ek daha geldiği belirleniyor. Yani Suriye halkçı yönetimi vatandaşına ekmeği en uygun ve dokunulmaz bir fiyatla ulaştırmak için kilo başına yaklaşık olarak 22 SL zarara uğrar. Buna, “ekmeğe devletin patlığı destek” adı veriliyor. Yani 1 kg ekmek 30-32 SL civarında maliyeti varken, Suriye devleti vatandaşına bu ekmeği 7,5 SL karşılığı veriyor. 30 yıldır da fiyatı değişmeyen birçok temel gıda maddesinden bir de işte bu ekmek.

Devlet, köylüsüne dünya piyasalarının üzerinden bir bedel ödeyerek buğdayı satın alıyor. Yeryüzünün tüm ülkelerinde tarım ürünleri pazarda, arz-talep dengesine bağlı olarak üretici tarafından tüccarlara satılır. Ama Suriye’de üretici,  buğdayı devlete satmak için sıraya dizilir. Çünkü Suriye devleti, halkçı yönetimin iktidarında olmanın gereklerini yerine getirirken, piyasadaki rekabette buğdaya en yüksek bedeli ödeyerek halkına en ucuz ekmeği sunmaya çalışır. Suriye devleti halkına,  desteklediği ve koruması altına aldığı ekmeği en ucuza fiyata sunma kararlılığı gösterir. Buğdayın un ve ekmek olana kadarki serüveni ise yüksek maliyetle sonuçlanır. Buna rağmen Suriye’nin halkçı yönetimi, kilo başına 20-22 SL zarara rağmen vatandaşını ekmeksiz bırakmaz.

EKMEĞİN DİRİNEŞİ

Suriye’nin siyasal duruşu kadar ekmeği de bu açıdan direniyor demek yanlış olmayacaktır. Bu ülke, yaşamın her alanında böylesi direniş odaklarıyla halkın direnme bilincini güçlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, Suriye’nin yakın dönem tarihini oluşturan en önemli çizgilerden biridir. Bu noktada, halkın ekmek hakkının yolunu eşkıyalar kesti demek tam yeridir. Eli kanlı şebekeler, dış güçlerin yıkmak istediği Suriye ekonomisinin en temel dayanklarından biri olan ekmeğe saldırıyor. Bu, tıpkı Suriye halkçı yönetimin liderleri Beşşar Esad'la gerçekleştirdikleri reform paketinin yolunu kesmek gibidir; Suriye'yi bölgenin en demokratik ülkesi konumuna yükselten reform paketi, resmi gazede yayınlanarak halkın müktesabatı haline gelmesi karşısında çaresiz kalan dünya şer güçleri, bu hakkın kullanılmasını engellemek için, eli kanlı şebekeleri Erdoğan iktidarı maşasıyla salması gibidir. Hepsi yol kesme peşindedir; ilerlemeyi durdurma, insana, insanlığa, halka, halklara, bölge ve coğrafyalara yönelik karanlık çıkar amaçlarını ikame etme çabasıdır. Siyasettin, ekmekle  yollar böyle kesişiyor. Her ikisinide de halkın hakları gasp ediliyor. Meşruiyetin her soy ve boydan sınırlarını yıkan "Muhalefeti silahlandırma tezi budur.

Bu açıdan bakınca, direnmeyi bölgemizden yok etmek isteyen dünya şer güçlerinin hedefleri arasına Suriye vatandaşının ekmeğini de almış olması oldukça manidardır. Bu aynı zamanda eli kanlı şebekelerin kaçınca sınıf bir kukla olduklarının da önemli göstergesi. Vatan ihaneti diye bir şey varsa o da tamamıyla budur.

SONUÇ

Bu savaşta direnme güçler zaferden zafere koşuyor. Suriye halkının emkmeği de tüm baskılara, kahrdedici ihanetlere rağmen direnerek zafer kazanıyor. Bu ekmeği yemesine rağmen ona ihanet edenlere inat o da direniyor. Suriyede, karşılıksız eğitim sistemi halk lehine direniyor, Suriye'de karşılıksız sağlık da halk lehine direnmeye devam ediyor. Suriye'nin dostları yüryüzünün her köşesinde onun için direniyor. Biz Türkiyeli devrimcileri de Sureyi için elde silah direnmenin orta yerindeyiz barikatlerde, hedeklerde ölümüne bu ülkeyi ve halkını dış güçlerin şerrinden korumaya kararlıyız.

Suriye, hepimiz adına BOP ahmaklığının kolunu kanadını farklı dönemlerde kırarak bugüne geldi. Bölgede ikame edilmesine geçit vermedi.Bu gün de bu oyunun birinci perdesini zaferle kapattı. 1. Siyasi zafer kazandı ( Anayasa dahil, reform pakatenin halkının kazanımları arasına koydu) 2.  Askeri zafer kazandı (Humus'a çöreklenmiş Wahabi-Selefi şebekelerin ve ortakları vatan haini kuklaların karşı-devrimci askeri gücü yerle bir edildi. İdlip ve özellikle Canudiye beldesinin tamizlenmesiyle bu zafer noktalandı) 3. Diplomasi zaferi kazandı ( Kofi Annan palnıyla, bir yıldır Suriye halkçı yönetimi gayri-meşru ilan eden dünya şer güçleri, tek meşru gücün bu yönetim olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı) 4. Mali zafer ( Suriye ekonomisinin dahileri özellikle Merkez Bankası Hakimi, piyasada karborsacılıkla ekonomiyi çökertmek isteyenlere unutamayacakları tarihi bir tokat attı. Doları dalgalanmaya bırıktı. Dolar 47 SL'den 110 SL'ye kadar tırmandı. Karaborsacılar bayram yaptı, maliye ha çöktü ha çökecek dediler. Dolar satın almaya yüksek fiat vermeye başladılar. Merkez bankası tam bu sırada, doların psikolojik sınırları zorladığı bir sırada, piyasaya 3 milyar dolar saldı (3 000 000 000 $ ). Devlet dolarını en yüksek kurdan sattı. Dolar bu büyük yığılma karşısında 70 SL'ye düştü. Tam 40 SL farkla düştü. Tarihte ender rastlanır bir piyasa oyunu oynandı. Devlet kasasına, bu kan emici  sülük karaborsacıların cebinden tam 1 miylar 200 milyon dolar çekmiş oldu. Devlet, bu zor cenhennemi koşullarda bile, böylesine yüklü bir kazancı net olarak elde etmesi bir mali zafer oldu)

İşte, Suriye ekmeğinin hikayesi de budur. Bu makaleyi "ekmek kokusu"na olan tutukumla yazdım, yazdırana buradan yoğun duygularımı iletiyorum. İkimizin de  ikinci anavatanı Suriye için ölümüne direneceğimizi bir kez daha bun-rdan da ilan ederim.

19 Nisan 2012 Perşembe

NESNEL VE ÖZNEL DENGELER

Mihrac Ural 19 Nisan 2012 / Çarşamba

Sözlerime önceki yazılarımın girişinden farklı bir cümleyle başlayacağım. “Biyoloji dünyası belki Tanrının tayin ettiği amacı gerçekleştirmeye bilir, fakat doğal ayıklanma olgusunun şekillendirdiği bir amacı yerine getirmektedir.” ( James Gleick, KAOS  s: 238) Siz Okurlarım bunu, bir süreci belirleyen gerçek etkenlerin  niyetler değil nesnel veriler olduğu şeklinde okuyun.  Bu makalemin konusu da Türkiye’yi bölgeden tecrit eden verilerin böylesi nesnel veriler olduğunu anlatmaya çalışacağım.  Kısa bir tarih sergisi içinde nesnel ve öznel konumunun Türkiye’ye hep sıkıntı yaşattığını, orijinal olmasını engellediğini, çevresine zarar veren karanlık süreçlere sürüklediğini ifade edeceğim. Bu tarih kavranmadan da bu günün sorunlarını sağlam bir zemine oturtamayacağımızı belirteceğim.

II. Dünya savaşından bu yana bölgede rol oynama arzusu taşıyan ve bunu için çırpınan Türkiye’nin, iddia ve görünürdeki niyetlerinin aksine, çağdaş tarihinin en sorunlu ve en yoğun tecrit dönemine doğru yuvarlandığı gerçeği, bizleri bu kısa tarih seremonisine göz atmamızı g zorunlu kılıyor.

 TARİHTE YATAN GERÇEKLER

1071 Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya giriş, ortaçağ adaleti denilen kılıç hakkının dayatılmasını getirdi. Anadolu fethi, daha üst bir uygarlığın eski uygarlığı özümsemesi, tasfiyesi biçiminde gerçekleşmedi. Kanlı bir kıyım savaşının ardından geldi. İstila edilen alanlar başka milletlerin emekleriyle bakir doğanın yaşama açılıp anavatan olmasını getirmişti bir barbar güç ise bunu gasp ediyordu. Kılıç hakkı da buydu. Ortaçağların ilişki bağlamlarının böyle olduğu nispeten kabul edilse de Roma, Bizans istilalarında istilan edilen alanlara taşınan yeni uygarlıkların oluşturduğu üst etkinlikler, zamanla kendi evrim dengeleri içinde yeni bir uygarlığa yükselerek ikame edilebiliyordu. Ancak Anadolu’nun istilası böyle bir sonuç getirmedi. Yıktı ama yerine bir şey kuramadı. Gelenler yıktıkları uygarlıkların etkisi altında yaşam sürdü. Eskiyle sentezleşecek bir dinamik sahibi olmadıkları içinde bu etki dün gibi bu günde tüm yoğunluğuyla belirgin kaldı. Niyetlerin getirdiği yeni ortamda bir kez daha da nesnel verilerin etkisi galip geliyordu. Bu galip gibi görülenim tarihin uzun soluklu süreçlerinde mağlubiyetiydi. Osmanlı hükmünün sürdüğü 400 yıl ardından hezimetle çıkmak zorunda olduğ4u bölgemizde geriye anılmaya değer bur uygarlık izi bırakmaması bunun önemli bir ifadesidir. Bunun da ötesinde, Türkiye diye belirlenen sınırlar içinde süren hükümranlığa rağmen,  kadim, yerli ulusların kendi kültürlerini alternatif kültür olarak yaşatabilmeye devam etmeleri, ve Kürtlerde görüldüğü gibi, kendi yaşam alanlarında hızla yükselen bir değer haline getirebilmeleri bu gerçekliği ifade eder. Niyetler değil nesnel verilerin süreçleri belirlediğini görmekteyiz.

OSMANLININ BÖLGE İSTİLASI

23 Ağustos 1514 Çaldıran savaşı bölgede doğu sınırları yaklaşık olarak bu güne kadar süren çizgilerini belirledi. O kesitte bile İran, 2000 yıllık bir dev uygarlıktı ve tarihin hiçbir döneminde, kimse tarafından kalıcı bir istilaya uğramamıştı. Dünden bu güne tarih algılarımızı sağlam verilere oturttuğumuzda, bu günün olaylarını daha iyi kavrayabileceğimizi söyleyeceğim. Buradan da bölgemizde Osmanlının yerini 24 Ağustos 1516 Mercidabık savaşıyla gerçekleştirdiği istila ardından bölgede hiçbir zaman süreçleri tayin eden bir rol oynayamadığını ifade etmeye çalışacağım. Suriye’nin istilası ardından Riddaniye Muharebesiyle 22 Ocak 1517’de Memlükleri bir kez daha yenilgiye uğratarak 24 Ocak 1517’da, yani savaştan iki gün sora “dünyanın en zengin kenti Kahire’ye girer” (Chalkondylas). Yavuz Sultan Selim, Bu görkemli ve zengin şehrin etkisinde İstanbul’u da aynıyla yeniden yaratmak ister; ağaç işçiliği olan arabesk ustalarını toplar. İstanbul’a gönderir. Oysa İstanbul mermer yataklarının merkezidir, ağaçların, ormanların değil. Bu dengeyi hiçbir zaman kuramayan Osmanlı aklı, öznel ile nesnel ilişkisinde hep sınıfta kaldı. Arabesk ustaları bir iki kuşak sonra gelişme yerine kısırlaşarak yok oldu. Mermer sarayları kuracak ustaları İstanbul’un fethiyle İtalya’ya kaçıran Osmanlı, esasında Reform ve Rönesans’ın ilk kıvılcımı olan akılları hükümranlık alanlarından kaçırmış oluyordu. Bu bir kez daha yeri olmamanın, yeri olmaya yetecek bir dinamiği olamamanın öznel niyetlerle sadece zorbalık yapabileceğinin bir ifadesiydi. Zorbalık ise ne uygarlık kurabilir ne de yerlilerin siyasal süreçlerinde kendine özgü bir temsil alana açabilir. Bölgemizde devam eden olaylarda, bu tarihi kökleri her zaman hatırlamamamız gerekecektir. Zira ülkemizin bölgeden tecridiyle ilgili söyleyeceğimiz her söz, işte bu paradoks üzerinde yeşermiştir.  

Mısır istilasıyla, bölge Osmanlı hükümranlığı, kılıç hakkı rahmetinin altına girmişti. Ancak, bu rahmetin kendi etkinlik dinamikleri üzerine çöreklendikleri uygarlıklardan çok geri ve onlara göre sadece bir barbarlık gücüydü.  Resmi tarih bölgeden 400 yıllık hükümranlığın sürmesini 400 yıllık istikrar diye okutur. Gerçekler ise, Osmanlı ordularında hizmet gören ve daha sonra dünyanın en ünlü Feld mareşali olacak olan Alman genel kurmay başkanı Moltke’nin Remzi Kitapevinden yayınlanan “TÜRKİYE MEKTUPLARI” adlı kitabında çok güzel özetlenmiştir Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Moltke “Türkiye Mektupları” s; 187. Remzi Kitapevi)

SON YÜZYIL

Osmanlının son yüz yılı en sancılı yüzyılıydı. Kılıçla hükümranlığın  da bir sınırı vardı. Nesnel yapısını değiştiremediği bu hükümranlık sarsılmaya mahkumdu. Niyetlerin sorunları çözmesinin de imkanı yoktu.

Bu süreci çok daha bariz yönleriyle imparatorluğun son yüz yılı olaylarında 19. Yüzyılın olaylarında görmek kolaydır. Bilinen o ki, II. Viyana kuşatmasının (14 Temmuz 1683) sonuçsuz kalmasıyla, dizginlenmesi mümkün olmayan bir yıkım süreci başlamış oldu. Resmi tarihin “Duraklama Devri” (1593 - 1683), “Gerileme Devri” (1683- 1789) ve son olarak yıkılma devri diye benim belirteceğim son yüz yıl, esasında Anadolu’nun ardından Ortadoğu’ya yönelen istilanın, bir yıkım istilası, bir talan istilası olmasıyla ilgili bedel olarak ortaya çıktı. Güç uygarlığının, uygarlık gücü karşısında uzun tarihi süreçlerin soluk kesen karmaşasında erimesiydi, yenilmesiydi. Bu dönemlerin her kesiti kanlı iç kıyım tablolarından oluşuyordu. Bütün bunlar Osmanlıyı çağdaş bir ulus haline gelmede geciktirdi. Zaten iç dinamiği de yeterli değildi. Osmanlı, başka milletlerin emekleriyle, kurdukları uygarlıklar üzerinde bir tecavüz ve gasp girişimiydi. Kendi iç dinamiği, bir etkinlik oluşturamaması nedeniyle de, ne medeniyet kurma yönünde bir yerleşiklik ne de kültürel açıdan bir atılım yapma imkanına sahipti. Yerli uygar milletler, ellerinde kalan uygarlık değerleriyle Osmanlı karşısında bu güne kadar sürdürebildikleri var oluşlarını da besliyorlardı. Fransız devriminin açtığı ufuklar yeryüzünün tüm mazlumlarına ayağa kalkma şansı tanıyınca da  bu gün gerçekleştirmede geç kalmadılar.

Uzun hükümranlık döneminde yeni bir sentez yaratamayan Osmanlı ebede kadar baskı altında tutacağı yerli halkların direnişiyle parça parça sökülmeye başlamıştı. Yunan bağımsızlığı uygar bir ulusun erken kurtuluşuydu.(15 Eylül 1829 Edirne anlaşması). Mısır valisi M. Ali paşa’nın Kütahya Anlaşması (8 Nisan 1833) ardından, Nizip savaşıyla (24 Haziran 1839) bölge üzerinde geleneksel etkinliğini kaybeden Osmanlı, kelimenin gerçek anlamıyla Ortadoğu’da tutunmak için çok kan kaybetti. Ama bunu hiçbir zaman oturtamadı. Suriye’de uzun süren aile valilikleri (3azmı oğulları- Kemik Oğulları gibi) Mısır’dan çok Osmanlıya sadakat gösterme eğilimleri bile bu dengeyi ikame edemedi. Sürekli bir kaybediş, kopuş, yenilgi, sürükleniş, arayışın yarattığı travmalar altında, yerli olmamanın, nesnel dayanağı olmamanın sonucu, öznelin zorbalığıyla tutunma mümkün olmuyordu. Osmanlı tarihinin hiçbir kesiti kendine ait bir uygarlık adımına sahip olmadı, eski uygarlıklarla da sentezleşecek verileri yoktu; Osmanlı bu aklıyla hiçbir zaman yerli olamadı. Bu vatanı kendi vatanı yapmak için üretim sürecine girmedi. Bu gerçeği Atatürk çok özlü bir ifadeyle dile getirir; Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Cumhuriyet, sonuçta büyük kaçış ve korkunun eseri olarak, “ayrı bir planla” kurulduğu iddia edildi. Cumhuriyet önemli ilkeler getirdi, bir siyasal atılımdı. Teokratik bir devlet yapısından tarihsel bir sıyrılış olan, parlamenter sistem getiriyordu. Konumuzla ilgili en önemli yönelimi ise “yurtta sulh cihanda sulh” söylemiyle, Osmanlının yayılmacı militarist yönelimlerine karşı, savunma esasına dayalı bir ülke askeri algısı oluşturulmuştu. Bu süreç uzun sürmedi. II. Dünya savaşı hazırlıkları, Cumhuriyetteki Osmanlının yeniden dirilişi için zemin oluşturuyordu. Ancak eski hükümranlığı ve kılıç zorbalığını kaybeden bu tek dişli canavar, emperyalistlerin bir kuklası olarak bu arzularını ait olmadığı topraklarda ikame etmeye çalışacaktı. Bu yerli olmayan, tarihi ve dolaysıyla kimliği olmayan tüm uluslar ve ülkeler için geçerli bir sonuçtu.

Türk ulusu, 20.yy başlarında gelişen milliyetçi aydın hareketinin evrensel dinamiklerden beslenebildiği oranda Osmanlı sistemine karşı gelişiyordu. Cumhuriyetin tek uluslu kuruluşu ise, bir kez daha Osmanlı aklıyla yerli ulusların olduğu bir alanda onları hiçe sayarak, hak vermeden oturtuluyordu. Anadolu mozaiği bir kez daha Osmanlı aklıyla tek boyutlu zorbalığa mahkum ediliyordu. Burada da bir kez daha nesnel dengeler bozularak dayatmayla siyasal kurguların kuruluşlarına gidilmişti. Üzeri ölü toprağıyla örtüldüğü sayılan Anadolu uygarlıkları ise, tüm dirilikleriyle, dilleri, ekonomik alanları, coğrafyaları, gelenek ve görenekleriyle yaşıyorlardı. Bu veriler üzerinde Cumhuriyet de sonuçta Osmanlı aklına yem olacaktı. Bu gün işte tam bu noktada bulunuyoruz. Bu noktaya gelene kadar II. Dünya savaşı ardından Ülkemizin bölgemizdeki konumunu irdelediğimizde ise korkunç bir kukla sendromuyla hareket edildiği görülecektir.

Bunun özet bilançosu şudur; Türkiye’nin uzun yıllar NATO uşağı olarak bölge halklarına karşı Amerikan askeri üsleriyle oluşturduğu tehdit, Nasır’ın, Mısır krallığına ve emperyalizme karşı mücadelesine tavır alışları, TC. Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay aracılığıyla yaptığı İngiliz casusluğunu (4 Ocak 1954). Bağdat paktı ve sonra CENTO gibi bölge halklarına karşı baskı unsuru olarak bu tür kukla paktlarda yer alış, Arap-İsrail savaşlarında İsrail yanlısı tutumlarını ve ABD üslerini İsrail siyonizmi lehine çalıştırmasını, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist kuvvetleri desteklemesini, 14 Temmuz 1958’de krallığa karşı yükselen Irak devrimini bastırmak için yaptıkları bu sürecin en kaba bilgileridir.

Türkiye II. Dünya savaşı sonrası dış politikada, iç politikasını katlayan kirli süreçlerle alamet-i farika sahibidir. Her zamanda “en iyi ihraç ürünü ordusu” görülmüştür. Bu da kuklalığın hangi boyutta olduğunu gösteren bir belirtidir.  Buna rağmen, 1989-99 döneminde Suriye’yle gelişen iyi komşuluk ilişkileri her iki ülke halkları için tarihsel bir dönüş olarak algılandı ve desteklendi. Hızlı bir tırmanışla tüm sıkıntıların aşılması için çaba sarf edildi. Güçlü ekonomisinin Pazar arayışları Türkiye’nin bu ilişkide karlı taraf olmasını sağladı. Suriye kardeşçe paylaşım adına, bölgede sadece yayılmacı düşman olarak gördüğü İsrail’e karşı, Türkiye’yle olan sınırlarının güvenlik içinde olmasını bu ilişkiden elde edeceği tek kar olarak gördü. Ama yanılıyordu.

Türkiye, öznel konumu ile nesnel konumu çatışmalı bir ülkedir. Bu tutarsızlık yerleşik bir dokudur, tarihsel bir konumlanıştır ve nedeni çok derindeki dengelerle ilgiliydi. Bölgeye kılıç zoruyla egemen olanların bunu uygarlık gücüyle sürdürememeleri kaosun da nedenidir kimlik bunalımının da. Bu gün, bu tarih üzerinden, aynı mantıkla, emperyalist güçlerin desteğini alıp, bir kukla olarak bölge halklarının üzerine çökme çabası bulunuyor; Yeni Osmanlıcılık budur. Bölge halkları ise Osmanlıyla yüzyıllara dayanan deneyleri ve yarım asırdır ABD-İsrail’le olan çatışmalı ilişkilerinden edindikleri deneylerle Türkiye’nin konumunu bir kukla devlet olarak belirlemiştir. Arap alemi için Türkiye her zaman batının uydusu bir ülke konumundadır. Son on yılda “değişme” yönünde adımların atılması bu kaygıyı asla yok edemedi. Son gelişmelerde bunu ispatladı. Sonuçta, Türkiye dış politikada işlediği akıl almaz hatalar çehresini açığa vurmuş oldu. Dengeleri olmayan, tarihi boyunca nesnel ve öznel uyuma sahip bulunmayan, kimliksiz Türkiye’nin, bir emperyalist kuklası ve BOP eş başkanlığı sıfatıyla komşularına kurulan komploların bir parçası olması bu ilişkilere tarihi bir darbe vurmuş oldu. Bölge Türkiye’nin çirkin kukla rolünü yeterince anlamış oldu.

Suriye, Türkiye’nin bölgeye girme yönündeki özlemlerine aracılık ederken, bu kez yapılan ihanetin karşısında Türkiye’nin bölgeden tecridinin nedeni olmaya başladı. Bu haklı bir sonuçtu. Türkiye’nin Irak’la İran’la, Lübnan’la ve Suriye’yle ilişkileri bu gün en had safhada gergin durumdadır. Bölgeden hızla tecrit olmaktadır. İnatla sürdürdüğü eli kanlı şebekeleri Suriye üzerine salma politikası tüm komşularda nefretle izlenmekte, herkes bu olaydan kendine pay çıkarmakta ve devletler hukukuna karşı işlenen bir cürüm olarak görmektedir. Tarihsiz ve kimliksi Arap ülkelerinin mali desteğine bu kadar boyun eğen, halkının, bağımsız siyasi iradesini çiğneyerek tutum takınan Erdoğan yönetiminin ülkemizi tehlikeli mecralara sürüklediği ise artık çok açık anlaşılmaktadır.

Bu olumsuzluk, Erdoğan yönetiminin yıkılışına kadar süreceği belirmiştir. İşte tam bu noktada, bölge halklarının kader birliği da şekil kazanmaya başladı. Ülkesinde demokrasiyi ikame edemeyenlerin, nesnel ve öznel konumları arasındaki çatışmayla ülkelerini, halklarını cehennemi denklemlere sürükleyenlerin., bölge halklarından artan oranda tecrit olmalarını kaçınılmazdı ; bu gün olanda tamamıyla budur. Bu, bölge halklarıyla daha çok el ele, omuz omuza veren Türkiye halklarına ise, kurtuluş yolunu açıyor. Komşumuz Suriye’ye karşı yapılan haksızlıklar, Erdoğan yönetimine karşı Türkiye halklarının birleşik direncini tetikleyen, dinamik veren bir unsur haline geliyor. Ülkemizdeki özgürlük ve demokrasinin yolu da buradan açılacağı belli olmuştur

SONUÇ

 Erdoğan yönetimi ülkemizi, bölgeden ve bölge halklarından tecridine yol açtıkça bölge halklarının daha güçlüce omuz omuza mücadele ederek özgürlük ve demokrasi için bir çıkış kanalı yarattığını görmekteyiz. Bu süreci derinleştirmek için Suriye’yle ilgi tüm etkinliklerde öncü olmaya çalışmamız gerek. Kıssadan hissemiz de budur.


16 Nisan 2012 Pazartesi

SURİYE ETKİSİ

Mihrac Ural – 16 Nisan 2012 / Pazartesi. Türkiye-Suriye sınırı Zenbakiyya köyü.



Bu makalemde iki eşkıya çevresinden söz edeceğim. Biri dünya şer güçleri eşkıyalarının Suriye halkının reformlarla kazandıklarını kullanma yollarını nasıl kestiğinden. Diğeri ise ülkemizde Erdoğan iktidarının, halkımızın demokratik haklarını kullanma hakkını, eşkıya gibi nasıl engellemeye çalıştığından söz edeceğim. Bu eşkıyaların esasında, insanlığa, halklara, ülke ve haklı davalara karşı karanlık örgülerle örülü bir saf oluşturduklarını belirteceğim. Bu şer güçlerinin karşısında Suriye’nin halkı ve yönetimiyle ortaya koyduğu direnmenin anlamından söz edeceğim, ülkemiz solunun yeniden toparlanıp dirilmesi için bu direnmenin yaptığı katkıdan söz edeceğim. Yani, “kelebek etkisi” (Lorenz) tezini Suriye etkisi olarak anlatmaya çalışacağım. Solun, Suriye olaylarıyla “yakaladığı havayı”, yeniden dirilişinin yükselişi için nasıl kontrol etmesi gerektiği üzerinde duracağım.

Yazımın özetini de şu cümlelerle siz okurlara aktaracağım:

Türkiye solu yakaladığı bu havayı doğru yönlendirmesi gerektiğini ise söylemeye gerek yok. Galileo Aristo’nun anlamadığı fizik gerçeğini yaklaşık olarak şöyle tanımlar “ hareket eden bir cisim harekete devam etme eğilimindedir, hızında ya da yönünde meydana gelecek bir değişiklik ancak bir dış kuvvetle, mesela sürtünmeyle açıklanabilir”. Bu tezi Türkiye solunun Suriye dinamiğiyle gerçekleştirdiği hareketini, milliyetçilik, klasik “sınıf mücadelesi” gibi etmenlerle sürtünerek yavaşlatmaması, farklı yönlere kaydırmaması gerekir.

Suriye etkisi, ülkemiz halkı için bu gerici iktidardan kurtuluşa kadar gidecek bir etkidir. Erdoğan iktidarının Suriye’yle ilgili her etkinlikte gösterdiği reflekslerin kaynağı da buradadır. Çünkü bu dış sorun içte halkımız için bir güç ve can simidi gibi işlev görmekte…

İKTİDAR EŞKIYALIĞI

Erdoğan iktidarı artık yol kesiyor. Demokratik hakların dile gelmesini engellemek için devletin güvenlik güçlerini harekete geçiren iktidar, Suriye’ye yönelik savaşa karşı durmak üzere, dün 15 Nisan 2012 tarihi itibariyle Antakya’da miting kararı alan demokratik güçlerin toplanmasına karşı anti demokratik, gayri meşru eşkıyalık yöntemlerine başvuruyor. Mitinge katılmak üzere ülkenin her köşesinden akıp gelen barış gönüllüleri, güvenliklerini sağlayacak güçler yerine, yol kesen eşkıyaları buluyor; otobüsler kent çıkışında durduruluyor, arama, kimlik kontrolü adı altında yola devam etmeleri engelleniyor. Demokratik bir hakkın kullanılması böylece dizginlenmeye çalışılıyor.


Demokrasiden korkan iktidar, insan hakları ihlalleri yanı sıra tüm demokrasi söylemlerinin bir aldatmaca olduğunu ortaya koyan tavırlarla, savaşa karşı toplanmak isteyen ve anayasaca güvence altına alınmış gösteri hakkının kullanmasına engel oluyor. Başkasına demokrasi dersleri verme iddiasında olan Erdoğan iktidarı, kendi vatandaşının iller arası dolaşım hakkını engelliyor. Suriye düşmanlığının bu ölçüde pervasızca tırmandırılmasının, bölgemizde hangi ateşlere atılmak anlamına geldiğini bilmeyenlerin, ülkemizi maceralara sürükleyeceği açıktır.

Komşumuz Suriye’ye tarihte eşine ender rastlanır bir vicdansızlık ve ahlaksızlık örneğiyle düşmanlık güdülerek, iç işlerine karışıldığı artık çuvala sığmayan bir mızrak gibidir. İktidar bunu izah etmek için de çalışmamaktadır. BOP çerçevesinde alınan kararların infazcısı olarak ortaya konan bu tutum, Suriye başardıkça çılgınlıklarına, eli kanlı şebekelere verdiği desteği artırmıştır. Bu öylesi bir boyut almaya başladı ki, ülke içinde demokratik güçlerin iflasla malul siyasete karşı duruşlarına da anti-demokratik yaptırımlar reva görülür oldu. Suriye lehine olacak her girişimin arkasından yasaklar birbirini kovalar hale geldi; 25 Haziran 2011 tarihli ve 19 Şubat 2012 tarihli Antakya’da miting düzenleme etkinliğine karşı yapılan yasakçı baskılar, bunların bir örneğidir.


YASAKÇI ZİHNİYETİN SONUÇLARI

Bu yasakçı zihniyeti bir çok boyutuyla incelediğimizde, Türkiye Arap halkına verilen göz dağlarını, Hatay’ın emperyalist istihbarat teşkilatlarını askeri karargahı olma girişimleri, inanç farklılıkları nedeniyle yapılan bin bir baskıyı ve sınırları cehenneme çevirecek, şehrin demografik yapısını değiştirmek için iskan oyunları organize etmek, tarihin kirli bir cilvesiyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkı, aynı anda kıyıma uğratma planlarını da görmek güç değildir. Ancak bu oyunların kesiştiği ortak bölen, demokrasi düşmanlığıdır, sivil diktatörlük kurma hezeyanlarıdır, bölgemizde emperyalist oyunların eş başkanlığına soyunma çırpınışlarıdır diyeceğim. Başka hiçbir izah bu gidişin, nedensiz komşu düşmanlığını açıklayamaz.


İÇ VE DIŞ POLİTİKADA İFLAS


Sorun iflas eden iç politikanın dış politikada da iflasıdır. İç politika iflaslarının dökümünü burada yapmayacağım demokratikleşme sürecinin nasıl bir traji-komik yalan olduğu artık çok açıktır; Kürtlerin KCK davası yargılanmalarından aydınlara, gazetecilere, hatta rastgele subay tutuklamalarına kadar, 135 yıldır yapılamayan sivil anayasadan bu yıllar içinde halka dayatılan ölüm denklemlerine kadar her şey bu iflasın bir belgesidir. İçteki bu çöküş, dış politikadaki iddialı tüm söylemlerin de bir aldatmaca olduğunu gösterdi; komşularla sıfır sorun, bölge işbirliği, komşu ülkelerle adil, eşit ve kardeşçe üretim ve paylaşım iddiaları birer yalandan ibaret olarak kendini gösterdi. Üstelik bu öylesine ahlaksızca sergilendi ki, bir milletin alnına yöneticileri tarafından bundan daha kara bir leke sürülemezdi.

Erdoğan iktidarı, cumhuriyetteki Osmanlı iktidarıdır. Bölgede kardeşlik değil, hegemonya peşinde koşan ve 21. Yy da bunu ancak emperyalist uşağı olarak ikame etmeye çalışan bir iktidar olarak belirmiştir. Bu duruş, Türkiye’yi bölgede tecrit eden, hızla yalnızlaştıran bir sona gelip dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Emperyalistlerin de istediği tamamen budur; emperyalistler için çevresinden yalıtılmış bir Türkiye, en iyi kukladır. İşte bu, Erdoğan iktidarının ülkemizi sürüklediği yer budur.

TÜRKİYE SOLU ÜZERİNDE SURİYE ETKİSİ


Türkiye solu yeniden bir canlanma sürecine giriyor; solun silikleşen takati tükenen iç dinamiği Suriye aşısıyla hayat dönüyor. 12 Eylül faşist askeri darbesinden bu yana Kürt özgürlük hareketinin kanatları altında bitkisel hayatta devam eden sol, Suriye olaylarını doğru algıladıkça, halkın bir parçası olarak orijinalleşip gerçeklere yaklaştıkça üzerindeki ölü toprakları atmaya başlıyor.

Tam bu noktada algılanması gereken ön önemli gelişme Türkiye halklarının yaptığı ataktır.; Erdoğan’ın iç ve dış politikalardaki iflaslarına karşı, Suriye gerçeğini kavrayan savaş karşıtı eğilimler bunun ifadesidir. Sol siyasal güçlerin bu yönde attığı adımlar halkın arkasından gelen adımlardır; hala bu düzeye yükselmeyen kimi sol güçlerin olması da bu gerçeğe işaret eder.

Bu gelişmelerin diğer boyutu, Erdoğan yönetiminin, ülkemizi bölgeden yalıtmaya başlayan duruşları karşısında halkımız bölge halklarıyla daha çok dayanışmaya yönelmeleriyle belirginleşiyor. Bu unsur da, ülkemiz solunun yeniden dirilişi için bir manivela görevi görmektedir. Bir yıl önce Suriye olayları başladığında hayır hah tutum takınanlar bile, artık gerçekleri germekte ve Suriye üzerine oynanan oyunlara karşı, komşuluk refleksini gösterme sürecine girmektedir. Türkiye solu, demokratları, emekçileri, çeyrek asrı aşkın süredir Kürt özgürlük hareketinin kanatları altındaki konumundan sıyrılma yönünde adımları Suriye sayesinde atmaya başlamış bulunmaktadır. Bu, ülkemizin demokrasi mücadelesi açısından, Suriye konusunu tutulacak önemli bir dal haline getiriyor. Bu da bir kez daha Suriye’nin her zaman sığınılacak bir liman olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Suriye bir kez daha bölgede pusula durumunda oluyor.


Türkiye solu yakaladığı bu havayı doğru yönlendirmesi gerektiğini ise söylemeye gerek yok. Galileo Aristo’nun anlamadığı fizik gerçeğini yaklaşık olarak şöyle tanımlar “ hareket eden bir cisim harekete devam etme eğilimindedir, hızında ya da yönünde meydana gelecek bir değişiklik ancak bir dış kuvvetle, mesela sürtünmeyle açıklanabilir”. Bu tezi Türkiye solunun Suriye dinamiğiyle gerçekleştirdiği hareketini, milliyetçilik, klasik “sınıf mücadelesi” gibi etmenlerle sürtünerek yavaşlatmaması, farklı yönlere kaydırmaması gerekir.

Suriye etkisi, ülkemiz halkı için bu gerici iktidardan kurtuluşa kadar gidecek bir etkidir. Erdoğan iktidarının Suriye’yle ilgili her etkinlikte gösterdiği reflekslerin kaynağı da buradadır. Çünkü bu dış sorun içte halkımız için bir güç ve can simidi gibi işlev görmekte


Bu gün itibariyle Suriye Türkiye sol hareketinin ana dinamosu olmuştur, demek abartılı olmayacaktır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden bu yana çözülmenin, kimlik bunalımının, dağılmanın marjinal olmanın kaosları içinde olan sol hareket bir yıldır devam eden Suriye olaylarının dersleriyle ve sağladığı zeminle yeniden yeşermeye başlamış gibidir. İçte Kürt özgürlük hareketinin kapsadığı genişlik ve derinlik nedeniyle, kendi konumu ötelenen sol hareket, Suriye olaylarını başlamasıyla geçirdiği hayır hah tutumlar, uzaktan gözlemci duruşlarını terk edip, savaş karşıtlığı adı altında tutum geliştirmeye başlamıştır. Bu atılımın önemli bir adımı olarak yeniden yükselişin de belirtisi olmuştur

SONUÇ


Dünya şer güçleri, Suriye halkının, resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe geçen devrim gibi reform kazanımlarının yaşam bulmasının yolunu keserken, Erdoğan iktidarı, halkımızın demokratik haklarını kullanma, savaşa karşı protestolarını dile getirme yolunu kesiyor. Bu iki güç dünyanın yol kesen eşkıyaları olarak halklara düşmanlık yapmaya, halkları kanlı süreçlere sürüklemeye devam ediyor. Bu gün Suriye’yi kanlı bir iç savaşa sürmek isteyen ama bir türlü bunu başaramayanlar da bu güçlerdir


“Bu gün hepimiz Suriyeliyiz” derken işte bu gerçekleri dile getiriyoruz. Bu, Suriye’nin gücüdür, başarısının da sırrıdır. Böylesi bir komşuya sahip çıkmak, halkımızın demokrasi mücadelesinde başarısı için oldukça önemlidir. Bunun için Ortadoğu halkları sıklaştırın safları diyeceğiz

TAŞLARI YERLİ YERİNE OTURTALIM

Mihrac Ural - 8 Nisan 2012 / Pazar. Cisir el Şuğur - Sınır köyü Katrin




"KESİK BAŞLAR" başlıklı makalem altta. Bu makalemde, her alanda süren hezimetlerini örtmek için vahşetin sınırlarını zorlayanların eylemlerini anlattım. Cisir el Şuğurdaki kafa kesme girişimlerini ve mahiyetini detaylarıyla açıkladım. Bu makaleme yorum yapan Hemşerim Kazım Secerli, her zamanki iğneleyici yorumlarını burada da ortaya koydu. Dedi ki;

"Kişilerdeki ve kurumlardaki vahşet, Ortadoğu ülkelerinde 1960 ve sonrası yönetimlerin yozlaşmasındandır?"




CEVABIMDIR

Değerli hemşerim Kazım Secerli, eksik doğru her zaman yanlıştır ve yanlışa yönlendirir. Suriye gerçeğinde durumu irdelersek ki konumuz budur.

Suriye'yi bilmiyorsunuz ve bilmeden yanlış söylem ve soyutlamalar üretiyorsunuz diyerek sözlerime başlayacağım. Suriye'de soğuk savaş döneminden kalma tek partili sistemin tıkanması elbette önemli yarala açtı. Ancak bu ülke, kendi sistemini, dış işgale ya da Irak'ta, Mısır'da, Tunus'ta olduğu gibi devleti yıkarak ya da hiç bir olduğu gibi bırakarak değil, devrim gibi demokratik reformlarla nitelikçe değiştirip, toplumun ihtiyacı olan hakları Resmi gazetede yayınlayarak halkına sundu. Halkın kazanç hanesine yazılan bu adımlarla tıkanmadan çıkış yolu buldu.

Buna rağmen, özellikle Erdoğan yönetiminin kışkırttığı iç savaş, Katar-Suudi gibi yoz, tarihsiz ve kimliksiz devletlerce mali destek sunup, ABD-İsrail- Fransa-İngiltere gibi emperyalist yayılmacı devletlerin medya dahil her türden diplomasi baskısıyla Suriye halkının kazanç hanesine yazılan bu reformları değerlendirmesine fırsat tanınmadı. Tanınmak da istenmemektedir. Bu bir yol kesme hareketiydi ve tamamen Suriye düşmanlarının işiydi. 1 Nisan 2012'de İstanbul’da toplanan devletlerin konumu tamamıyla budur.

Dünyanın şer güçleri böylece, hukuki olarak bölgenin en demokratik sistemini yaratma olanağı bulan Suriye'nin özgür olmasını sağlayacak güvenlik koşulunu yok ettiler, etmeye de devam ediyorlar. Böyle olunca sokakların sıcak tutulmasını, yani gergin bir çatışma ortamının sürmesi halkasında ısrarlı oldular; bunu herkesin malumu olan "insan hakları, güvenlik koridoru, insanı destek" gibi yaftalarla yapmaya çalıştılar.

Bu komplo, BOP planın önemli bir parçası olarak zaten yıllardır sürüp durmaktaydı. Ancak, askeri, mali, siyasi ve diplomatik iflastan kurtulamadılar. Buna rağmen, ikinci perde için bu kışkırtmaya devam etmektedirler. Bu görüntü sizi aldatmasın.

Suriye'de geriye kalan öbeklerin çırpınışları ne bir halk hareketidir ne de kitlesel bir özelliği kalmış hareketlerdir; tabloda bu yapılanlar birer cinayet şebekesinin yaptıklarından ibarettir.

Suriye zafer kazanmıştır ancak tarama devam edecektir. Bu taramanın medya abartılarıyla sunulmasını, baştan bu yana ortaya konan yalanların, abartıların kurguların komplo senaryolarının bir parçası olarak algılamak en doğru olanıdır. Bunları size yerinde tanıklığımla iletiyorum. Sonuç olarak komşumuz başardı diyeceğim.

Erdoğan bu başarının altında ezilecektir ve gittikçe yalnızlaşan Türkiye, malum tarihi hatalarının içinde bölgeden tekme tokat atılmış olacaktır; Özellikle II. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren "Bağdat paktı", CENTO,Nasır hareketine karşı İngiliz emperyalizminin ajanlığını yapmak "Büyükelçi Tugay olayı ( 4 Ocak 1954), "Yeşil Kuşak Projesi", 1958 Lübnan iç savaşında Amerikancı falanjistlerle birlikte olmak ve lojistik destek sağlamak, 1958 Irak devrimine karşı kralcılar lehine saldırmak, tüm Arap-İsrail savaşlarında İsrail lehine müdahalelerde yer almak, 12 Eylül rejimi döneminde özellikle 1982 İsrail'in Lübnan'ı işgaline yardım etmek ve sonrası tüm olaylarda emperyalist-Siyonist kuklası olarak rol oynamak. Bunlar bilinen başlıca kirli duruşlardır.

Suriye, 20.Yüz yılın bu kirli verileri ve 400 yıllık zalim Osmanlı sürecine rağmen, Türkiye'yi bölgeye girişi için kardeşçe çırpındı; elinden tutu ve bu alana girmesine kapı araladı. Kardeşlik adına, dostluk adına, tarihi kültürel ortaklık adına bunu masumca ve öz veriyle yapan Suriye, bunun karşılığında ihaneti gördü, arkadan hançerlemeye gördü.

Türkiye’yi istila eden Erdoğancı gerici algı iktidarı, Yeni-Osmanlının Ahmet Davutoğlu eliyle "STARTEJİK DERİNLİK" kitabında formüle ettiği yayılmacı militarist yaklaşımlara yönelmek gibi bir macerayı tercih etti. Türkiye halkının siyasi iradesinin çiğnenerek sahnelenen bu çirkin politika sözde komşularla sıfır sorunu sonsuz sorun haline getirdi.

Bunun en basit anlamı, Atatürk'ün "YURTTA SULH CİHANDA SULH" tezini yıkmaktır. Cumhuriyetteki Osmanlıyı ifade eden bir dış politik girişimi ikame etmektir. Bu akıl karanlık bir akıldır, zayıfların, güçsüzlerin askeri zorla ya da onun uydusu vatan hainleriyle komşu ülkeye saldırmaktır. Türkiye'nin bölgeyle yüz yıllık kopukluğunu gideren Suriye'nin yüz yüze bırakıldığı bu ihanet, doğal olarak Erdoğan iktidarı için oynanan son oyun olacaktır. Türkiye halkının makus kaderi bu nedenle Suriye’nin başarısıyla son bulacaktır demek abartılı olmayacaktır (bu cümlemi de bir kenara yazın).

Bunun için, "Bu gün hepimiz Suriyeliyiz" diyorum. Suriye halkıyla direnen halkçı yönetimiyle omuz omuza olmak ülkemizin demokratik süreci içinde önemli hale gelmiştir.

Buradan bakınca Suriye olaylarındaki ana olguları yakalamak zor olmaz. Suriyelilik bilinçaltı, yani vatan algısı, 7000 yıllık tarihin oluşturduğu kimlikle, gericiliğin simgesi vahşetin temsilcisi mezhepsel, bölgeci, ayrımcı, ötekileştirici her türden bilinçaltını yenilgiye uğratmıştır diye bu konuyu özetleyeceğim.

Kurtuluş savaşının 7 düvele karşı zaferi, bu anlamıyla Suriye'de bizim tanıklığımızda gerçek olmuştur.

Lütfen taşları yerli yerine oturtun, Dünya şer medyasının esiri algılarla olayları yorumlamayın...

6 Nisan 2012 Cuma

SURİYELİ OLMAK


Mihrac Ural
– 6 Nisan 2012 / Cuma. İdlip- Cisir el Şuğur- sınır köyleri Cemiliyyi ve Zembakiyyi


“Zahira siyasiyyi” (siyasal fenomen) olan bir halktan söz edeceğim, dünya da örneği az olan. Bir yıl kesilmeden bıkmadan yorulmadan, hiç bir karşılık beklemeden, kendi gücüyle gönüllüce ülkesini savunan bir halktan; ülke içinde irili ufaklı binlerce etkinlikle, 50’yi aşkın milyonluk miting organize ederek “ben buradayım, halkçı yönetimimin arkasındayım” diyen bir halktan. Yurt dışında, ülke ülke, devlet devlet, bölge bölge dolaşarak “ülkemi savunuyorum, dış müdahaleyi şiddetle ret ediyorum, bağımsızlığımızı savunuyor, iç işlerimize karışmayı hedef alan komplolara geçit vermeyeceğiz” diyen bir halk; biber gazlarına, polis joplarına, zindan, işkence ve sürgünlere rağmen bu duruşu sergiledi. Bu çabalar Suriyeli olmakla, Suriye’nin taşıdığı 7000 yıllık sentezin kimliğini taşımakla ilgili olduğunu dünya gösteren Suriye halkından söz edeceğim.


Dün olduğu kadar bu günün dünyasında bir halkın, yönetimi için bu ölçekte fedakarca mücadele ettiğine az rastlanır. Görgü tanığı olarak tarihe not düşeceğim şey, Suriye halkı bu etkinliklere akın akın katılımla, içinden gelen kaygıları ifade edip bilinçli bir siyasal tercihini ortaya koymuştur.


Bu halk meydanlarda, sokaklarda, her türden etkinlikte somut olarak vardı. Ama kendine muhalefet diyen kuklalar ise, sadece medya abartmalarında, kurgularında, yalan ve senaryolarında vardı. Yani Arapların zengin siyasi argümanlarının ürettiği deyimle “Zahira savti”den ibaretti (çığırtkanlık fenomeni).


Bu gerçekliği bilmeyen, bilmek isteyenler ya bu duruşu bilinçlice görmezden geliyorlar ya da cahil cüretiyle sürükleniş içindedirler. Suriye’yi yarım asırdır direniş çizgisinde dik tutan, bölgenin tüm halkları adına mücadele öncüsü, tüm devrimci siyasal etkinliklerin güvenli limanı yapan gerçek budur. İşte bu gün hepimizi Suriyeli olmaya çağıran gerçek de tamamıyla bu zemin üzerinde yükseliyor. Ülkesi ve halkı, lideri ve devrim gibi reformlarıyla kazandığı siyasal değerleri korumak, bu değerleri gelecek kuşaklara taşımak bu duruşun mantıki sonucudur. Bu aynı zamanda, bölgenin en özgür ve en demokratik ülkesini ikame etme çabasıdır. Suriye’yi tanımlayan bu çabalar, bölge halklarının demokrasi atılımında birer ders niteliğindedir.


YURT İÇİ



Ülke içinde yapılan etkinlikler saymakla bitmeyecek kader kapsamlı, ciltler dolusu çabalardan oluşuyor. Siyasal, toplumsal, kültürel, diplomatik yerel ve genel etkinliklerin kapsamı bu ülkenin ne kadar duyarlı insanlarla dolup taştığını gösteriyor.

Bu etkinliklerin en önemlisi, 25 Mart 2011 yani olayların başlaması üzerine henüz 10 gün geçmemişken Yönetimin reform paketini açıklaması üzerine halkın spontan olarak meydanlara, sokaklara dökülmesiydi. Ülkemde, Avrupa’da, Kuzey Afrika ve Kuzey Kore’de tanık olduğum en büyük gösterilire kat be kata aşan ülke çapına yayılmış bir karnaval havasında coşan milyonların milyonlara eklendiği gösteriler, bu tür gösterilerin ilk işareti olmuştu. Bu dizinin son halkası 15 Mart 2012 tarihi itibariyle olayların başladığı yıl dönümünde ülke ölçeğinde milyonlar milyonlara eklenerek, 16 Mart ise dünyanın her köşesinde Suriye dostlarının düzenlediği etkinliklerle duruş sergilendi. Bu süreçte, Suriye’nin en uzun bayrağı olarak 23 milyon vatandaşı temsilen 2300 m bayrak, 15 Haziran 2011’de Şam’da açıldı, ardından 10 Temmuz 2011’de dünyanın en uzun bayrağı, 14 il + Golan tepeleri + liva İskenderun adına16 km olarak Lazkiye’de açıldı. Cuma günlerini tatil ve ibadet günü yerine kanlı kıyım günü yapan eli kanlı şebekelere karşı Suriye halkı, her Cuma milyonluk gösterilerini organize etmeye başladı (2 Aralık 2011).


Bu etkinlikler içinde en dikkat çekici olanı ve iliklere kadar dondurucu olan en anlamlı eylemi, siyasallaşmada, ülkesini savunmada doruklara tırmanan Suriyeli Arap kadını ortaya koydu; “Suriye kadını seç kesti” bu cümleyi başlık yaptığım makalede, bu duruşun anlamını şöyle dile getirdim;


“Arap geleneğinde, savaş esiri olan kadınların saçını keserler. Bu düşman saydıkları erkeklerin onurunu kırmak, namuslarını lekelemek için yapılır. Bu onursuzluğu dayanamayan erkekler saldırır ya ölür ya esir düşer. Çünkü Arap insanı kültür algılarında kadının saçı onun tacıdır, kadınlığının en yalın tanımıdır. Ona uzanan el, namusa uzanmıştır. Kadına hakaretin en kestirme yollarından biri de budur. Kadın böyle bir şeye maruz kalınca kendini çok onursuzlaşmış hisseder.


Arap kadını, kendi saçını keserse, sevgilisi, nişanlısı, kocası, çok sevdiği biri için yas anlamına ya da daha çok katledilen böylesi bir sevginin intikamını almak için bir mesaj olarak saçını keser. Toplu saç kesimi ise böylesi intikamların ne anlamlısıdır. Topluluğun tüm savaşçılarına “hadi ne duruyorsunuz bakın onursuzlaştım, namus ve şerefiniz varsa bu onursuzluğa son verin intikam alın, savaşın” mesajı verilmiş olur.


Kadın hüzün için saçını kulak hizasına kadar keser, intikam için ise her yerinden kırpar…” (M: Ural makale15 Kasım 2011 “SURİYLE KADINI SAÇ KESTİ”)


Bu gelişmeler, özellikle medyaya sızan “22 Aralık 2011’de Beşşar Esad yıkılacaktır” söyleminin ABD- İsrail-Katar-Suudi yetkililerinden sızdırılması üzerine, Suriye halkı her gün gösterilere başladı. Tek vücut olarak, coşkun bir insan seliyle halkçı yönetimin ve Resmi gazetede yayınlanarak halkın kazanımları arasına katılan reformların arkasında durduğunu ilan etti. Suriye halkı bu süreçte bir dev olarak sahneye çıktı, siyasallaşmanın, ülkesine sahip çıkmanın, emperyalizme-siyonizme ve gericiliğe karşı direnmenin her türlü komploya karşı sonun kadar dik duracağını gösterdi. Suriye halkı tanık olduğum okuduğum halklardan çok ötelere geçmiş bir siyasal halk olarak meydanları elinde tuttu. Ülkesini parçalamaya, siyasal duruşun bedel ötemeye çalışanlara geçit vermedi. Yerel seçimlerin yapılması (12 Aralık 2011) ve ardından anayasa oylamasının %89.4 oy oranı alarak başarıyla onaylanması (26 Şubat 2012).

Buraya tarihe not düşmek için MUKAVEME SURİYYİ kuruluşunun bu halkın bağrından kendi özverileriyle, hiçbir resmi kuruma dayanmadan oluşması ve sınırlardan sızmalara, dış müdahalelere karşı gönüllüce savaşa katılmasını da hatırlatacağım. Bu girişim başarılı çabalarıyla, siyasal duruşuyla, yöneticilerinin kararlı mücadelesiyle Suriye halkının ülke savunmasında neler üretebileceğini gösteren önemli bir yapılanma olarak tarihe geçmiştir (21 Şubat 2012 / Salı)



Bir yılın bilançosunda Suriye halkı yönetimi ve dostlarıyla omuz omuza şu oyunları bozdu 1. Mezhep çatışması komplosu, 2. Kurtarılmış bölge kurdurma taktiği, 3. Coğrafi bölünme taktiği yerle bir edilmiş, 4. Orduyu bölme taktikleri boşa çıkarılmış, 5. Meydanları ele geçirip, Libya senaryosunu tekrar etme çabalarına geçit verilmemiştir. 6. Ambargolar işlevsiz kılınmış 7. Türkiye kaynaklı sınır sızıntılarıyla ulaşılmak istenen “silahtan arındırılmış bölgeler” taktiği ağır bir askeri darbeyle çökertilmiş sınırlar hala hassas bölge olmasına karşı tehlike büyük oranda aşılmıştır.



YURT DIŞI





Yurt dışında ise anlamlı çabalar ortaya kondu. Bu çabaları anlamlı kılan, ülke içinde yönetime destek olmak her ne kadar bilinçle yapılmış olursa olsun, nispi rahatlığı, ulaşımı, korunması gibi birçok unsuru taşımasına karşın yurt dışında durum çok farklıdır. Ülke içinde sağlanan tüm dengeler yurt dışında birer cehennemi risk haline gelebilir. Dili, yolu, çevresi hukuku bilinmeyen bir ülkede, eyleme gitmek hele hele bu ülke düşmanlığını her yöneyle ortaya koymuş bir ülke ise orada ülkeyi, halkı bir de yönetimi savunmak çok güç bir duruştur.


Yurtdışında, ülkesini savunmak benim okuduğum tarih içinde, 20,yy ikinci yarısından sonra gelişen ulusal kurtuluş hareketleri sürecinde çok az sayıda, göçmen, mülteci, öğrencinin duruşu olarak gündeme gelmiştir. Kurtuluştan sonra ise, aynı retsek süreci gittikçe gerileyip yok olmuştur. Bunun dışında sosyalist sitem ülkesi vatandaşların yurt dışı çıkış rahatlıkları olmadığı için bunu hiç görmedik. İdeolojik nedenlerle Sovyetleri desteklemek için dünya ölçeğinde “Barış İçin”, “Nükleer Bomba”, ”Nükleer Savaş Karşıtlığı”, “Küresel Güçlere Karşı Mücadele” için çok eylem düzenlenmiş olsa da bunların hiç biri, bir ülkeyi, halkını, yönetimi ve yönetiminin kararlarını savunmak için yurt dışına gönüllüce, yüzler, binler olarak gidip eylem yapılmamıştır, direnme çabası ortaya konmamıştır. Dünyada bu duruşun bir başka örneği var mı? Böylesini kararlı ve devamlı olmuş mu? Bilen bana aktarsın.


Yabancı bir ülkede, kendi ülkenizin yönetimine destek için eylem yapmak, durup düşünülmesi gereken bir etkinliktir. Bu eylemliliği sürekli kılmak, işkenceyi, tutuklanmayı, zindana atılmayı, pasaportunuza kırmızı mühürle “bir daha bu ülkeye geçemez” damgası yemeyi göze almak, kolay kolay hiçbir vatandaşın göze alacağı bir davranış olamaz. Ancak Suriye insanı, farklı bir duruş sergiliyor. Bu alanda da öncülüğü kimseye bırakmıyor. Üstelik bunu, ülkesine kast eden vatan hainlerinin toplanacağı yerde, misafir devletin koruyuculuğu koşulunda, eli kanlı şebekelere sert tepki göstermekten çekinmeden yapıyor.


Ve maalesef bu eylemlerin çoğu ülkemiz yönetiminin halkımız alnına sürdüğü kara leke olan Suriye muhalefeti konferanslarını örgütleyerek, onları koruyup misafir ederek zemin hazırlıyor. Eli kanlı şebekeler, Erdoğan yönetiminin sağladığı imkanlarla Amerika, Fransa, Katar, Suudi Arabistan’ın desteğiyle toparlanma konferansı yapma kararı aldılar; Tarih 1 Haziran 2011. Haftalar önce medyaya düşen bu haber Suriye’de ciddi bir infial yarattı. Başta sanatçılar, üniversite prof ve doktorları aydınlar, her meslekten emekçiler ceplerinden ödeyerek uçaklar kiralayıp binlercesi akın akın uçakla Antalya’ya aktılar. Ve ne yazık ki, düne kadar, on yıllık sürede kardeşçe kapılarını birbirine açan bu iki komşu ülke, Erdoğan yönetiminin hiç nedensiz savruluşlarıyla düşman hale gelmeye başlıyordu. Suriyeli protestocuları otellerden bile kovmaya kalkıştılar, polis kuşatması altına alınıp engellendiler, joplandılar, Ancak yılmadılar, ülkeleri, halklarını ve yönetimlerini ve yönetimlerini aldığı reform kararını destekleyen haykırışlarını dile getirdiler. Dış müdahaleye geçit vermeyeceklerini ilan ettiler. “sokaklarda da yatsak, halkımıza, Beşşar Esad’a liderliğindeki yönetimimize karşı, Türkiye’de organize edilmek istenen tezgaha tepkimizi ortaya koymaktan çekinmeyeceğiz” dediler.


Bu eylemin yankısı ülke içinde de çok güçlü sonuçlar üretti. Halk ayaktaydı Biz Türkiyeli devrimciler olarak bu eylemin tüm aşamalarında planlama ve katılım olarak yerimizi aldık. Konuşmalar yaptık tercümeleri gerçekleştirdik. bildirilerimizi dağıttık. Bu eylemde yine Suriyeli kadınlar öne geçiyordu; siyasallaşmış halkın kadını, tarihi omuzlarına yüklemiş, kimliğini yeryüzünün her köşesinde onurla taşıyan Suriyeli Arap kadının duruşu burada da kendini gösterdi. Onlar en öndeydi, en çok direnenlerdi acıyı, işkenceyi görenlerdi. Onlar Suriye’nin kadınlarıydı. Binlerce yılın kimliğini göğüslerinde taşıyanlardı.


1 Haziran Antalya etkinliğinin yarattığı coşkunun ardından, 25 Haziran 2011’de ilerici güçlerin Antakya’da, “Suriye’ye destek” mitingi düzenleyeceği haberi, yeni hazırlıkları getirdi; Suriye mozaiğinin tüm renkleri aydınları, sanatçıları esnafı emekçisi bir kez daha yollara koyuldu. Halep’ten, Lazkiye’den otobüsler yola çıktı. Binlerce insan bu miting alanına koştu.


Halep’ten giden göstericiler sınırı sorunsuz geçerken, uğurlamak için aralarında benim de bulunduğum topluluk, Yayladağı sınır kapısında bekletildi. O gün ancak savaş hallerinde kapatılacak sınır kapısı Erdoğan iktidarı tarafından girişe kapatıldı. Demokratik tepkisini dile getirmek için Türkiye’ye akın eden Suriyelilerin yolu kesildi, sınır kapısı yüzlerine kapatıldı. Demokrasiden nasibini almamış bu iktidar komşu ülkeye yaptığı acımasız ihanetlere bir yenisini ekliyordu. Sınır kapısı gün boyu kapatıldı. Bu ara Antakya mitingi valilik tarafından iptal edilmişti, sadece basın açıklamasına izin verileceği ilan edilmişti. Baskı, sansür, yasak bu iktidarın karakteriydi, bunu yapıyordu.


Halep’ten Antakya’ya ulaşabilen Suriyeli kitlelerin bir kısmı de yemek yerken masa başında tutuklanmış, ülkelerine zorunlu dönüş yaptırılmıştı. Buna rağmen miting alanlarına akan Suriyeliler Antakyalı akraba ve kardeşleriyle hep bir ağızda dış müdahaleye karşı duruşlarını haykırıp yönetimleri ve yönetimlerinin reform kararlarını desteklediğini ortaya koymuştu. Sınırda bekletilen bizim ekip ise gösterilerin sınırın sıfır noktasında başlatıp, geç saatlere kadar sürdüren protesto etkinlikleri yapılmıştık. O coşkulu insanların, sınır kapılarını yıkarcasına salladığı sahneler, kadınlarımızın zılgıtları ise, hala kulağımda bana coşku vermeye devam etmektedir.


Bu duruş, bir kez daha kadınlı erkekli Suriye halkının yeryüzünde çok az toplumda görülebilen, yönetimini başka ülkelerde savunma dinamiklerini ortaya koyuyordu. Bu veriler, Suriyeli olmanın derin köklerini, anlamlı ve uygar tarihsel birikimlerine birer veriydi. Bunlar bilinmeden Suriye’yi bildiğini iddia etmek ise cahilcedir diyeceğim.


Bu etkinliklerle birlikte, dünyanın her köşesinde Suriyeli eylemi başladı. Elçiliklerinin, konsolosluklarının önünde, meydanlarda sahalarda dünyanın tüm başkentlerinde düzenli eylem sürecini başlattılar. Amerikan’dan İngiltere’ye Fransa’dan Almanya’ya, Belçika, Hollanda, İtalya Yunanistan, Japonya, İspanya gibi dünyanın her yerinde Suriye’nin siyasallaşmış haklı direniş sergiliyordu. Dış müdahaleye hayır diyor, halkçı yönetimin reform kararlarına destek veriyordu.


Bu tür onlarca etkinlik, dünyanın birçok alanında ikame edilirken, Suriyeli din adamlarının sergilediği tavır da aynı kapsamda dikkat çekiciydi. 15 Ocak 2012 Ankara’da yapılan Haccı Bektaşi Veli Vakfı 2. Alevi Kurultayına katılan Araştırmacı gazeteci. (15 Ocak 2012) için ülkelerinden yola çıktılar. O gün Ankara’da Suriye’yle dayanışma gösterileri ve basın açıklaması vardı. Alevi şeyhlerinin sokak gösterilerine cübbeleri ve sarıklarıyla katılmaları, ilerici sloganlarla, emperyalizme karşı haykırışları oldukça anlamlıydı. Suriye din adamları, siyasal bir duruş sergilemişti. Kendi tanıklığım da bu gerçeğin Suriye’nin her yerinde geçerli olduğunu teyit eder. Suriye tarihin derinliklerinden bu güne gelen kimliğiyle gerçek anlamda ortak bir kimlik etrafında anlam bulan davranışa sahip olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Ülkemizin kimlik bunalımlarıyla oluşan kaoslarını gördükçe, Suriye’de sorunların ne ölçüde dış kaynaklı olduğunu anlamak zor değil.

Bu sürecin son halkasında 1 Nisan 2012 İstanbul etkinliği yer almaktadır. Bu tarihte yine ülkemiz Suriye düşmanlığında, vicdansız ve ahlaksız bir rol oynuyordu. “2. Suriye Dostları Konferansı” (Siz bunu “Suriye Düşmanları Konferansı” alarak okuyun) İstanbul’da toplanıyordu. 174 devlet temsilcisi, Suriye’nin vatan haini muhalifleri, eli kanlı şebekeleri bu toplantıda yine ölüm denklemleri örecekti. Erdoğan iktidarı da, emperyalist bir tetikçi olarak bunlara lojistik desteğin her türünü sağlayacaktı.

Suriye halkı, bu hayasız toplantıya karşı demokratik tepkisini göstermek üzere yine yollara koyuldu. Türkiye-Suriye hava hattını ve uçuşları 31 Marta 2012 tarihi itibariyle uçuştan menedilmesi kararı almıştı. Onlar da son uçak seferiyle Türkiye’ye aktılar. Ölüm nereden gelirse gelsin dediler. Ülkelerini, halklarını, yönetimlerini ve yönetimlerinin demokratik reform kararlarının arkasında olduklarını haykırdılar. Bu demokratik tepkiye, polis biber gazı, jop, kaba dayak dahil her yöntemle müdahale etti. İnsanlar yaralandı, onurlar kırıldı. Ancak Suriyeli, haklı davasında sesini insanlığa duyurma çabasında ülkeden ülkeye koşarak bu duruşunu sergileme kararlılığındaydı.


Suriye halkı, benzeri az olan siyasallaşmış bir halktır. Bu halk yarım asırdır zalimlere, işgalcilere, talancılara gericiliğe direniyordu. Emperyalist–siyonist ve Arap fericiliğinin baskısı karşısında dik duruyordu. Yurt dışında ortaya koyduğu tutum binlerce yılın birikimiyle oluşan Suriyelilik bilincinin tutumuydu; özgür insan, bağımsız ülke direnen halkın tutumuydu. Kimlik sahibi olmak, tamamıyla budur.


Bütün bunlar, “bu gün hepimiz Suriyeliyiz” deyişimizin de anlamlı birer ifadesidir. Kendi adıma bundan onur ve gurur duyuyorum. Suriyeli olmak, ne ırk ne milliyetçiliktir, belli bir coğrafyada tarihi evrim birikimlerinin kimliğini taşımaktır. Bu nedenle, dün de, bu gün de yarın da ben Suriyeliyim.

UYGAR İNASAN DURUŞU VE ANTAKYA




Mihrac Ural

3 Nisan 2012 / Salı

Antakya'nın bölgemizdeki son olaylarda sessiz gibi görülmesinden acı duyanlara ithafımdır..

... Bir Antakyalı olarak, şehrimin bölge olayları karşısında mezar sessizliği gibi görülen durundan ben de acı duyarım, bu kadim Roma kenti için olumsuz bir şey söylenmesi beni derinden yaralıyor. Ama gerçek biraz daha farklıdır. Bunu tarihten bir kıssada hisse olarak aktaracağım. ...

Perslerin Yunan istilasında son düello Maraton savaşında olmuştu. Pers İmparator Keserkses bütün İyonya’yı ele geçirdikten sonra sıra Atina'ya gelmişti. Ancak dağ geçitlerini Yunanlı küçük birlikler tutmuştu. İmparator bunun üzerine gözcü gönderir ve bilgi almaya çalışır. Gelen bilgi, Yunan savaşçılarının geçidi tutuğunu ve bu savaşçıların kadınlar gibi "saçlarını taradıklarını gördüğü" bilgisini iletir. Bunun üzerine, Pers imparatoru İyonya’dan şaşkındır "abuk sabuk işlere dalmış olduklarını düşünür" Bunun üzerine esir aldığı yunan krallarına danışır bu nedir? Anlamı nedir diye? sorar. Aldığı cevap ilginç olur. "Adetleri böyledir; ölümü göze aldıkları zaman başlarını süslerler". Nitekim savaş patlak verir ve Perslerin o dev orduları, ölümüne savaşmaya hazır olan inançlı insanların karşısında hezimete uğrar. (Herodot tarihi s: 395-6. Remzi Kitapevi II. Baskı 1983).

Herodot tarihi kitabında bu estantane için benim bulduğu anlamlı cümlelerden biri şudur;"Ustalık isteyen bir işte kuvvete ihtiyaç duyulmaz" (Herodot Tarihi 191. Remzi Kitapevi.II. Baskı 1983). Yunanlılar milyonlarca kişisiyle gelen Persleri yenerler geri püskürtüler. Bu haberi Atina'ya taşıyan asker, bu günde olimpiyatlarda koşulan 40 küsur Kimlik mesafeyi aşarak zafer haberini iletir. Kısadan hisse; Antakya'nın uygar halkı, diğer uygar halklar gibi, geç kalsa da, sessiz gibi görünse de Tedmur imparatoriçesi Zennubiya'nın dediği "uygarlığın gücüyle güç uygarlıklarını er ya da geç yenilgiye uğratacaktır". Evet bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bu halkın bir evladı olarak bu duyguyu ve duruşu çok iyi bilirim.

"24 YIL BEKLENEN RAFET BALLI - MİHRAC URAL BULUŞMASI" başlıklı son yazımda (3 nisan 2012) kararlıca, inançla, doğrular arkasında durarak sabırla bekleyenler zafere kavuşacağını kendi deneyimimle anlattım. Antakya halkı da ayağa kalkacak bu geç olmayacaktır, diye tüm okarlarıma hatırlatırım...

3 Nisan 2012 Salı

BİRİNCİ PARDE KAPANIRKEN

Mihrac Ural – 2 Nisan 2012 / Pazartesi



Suriye olaylarının birinci perdesi kapanıyor. 2. Perde aynı figüranlarla uzun sayılmayacak bir geçiş sürecinden sonra yeniden sahnelenecektir. ABD Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu sorumlusu Fieldman’nin “Esad yönetimini yıkamadık ama sarsarak vidalarını gevşettik” sözü birinci perdenin özeti olmuştur. Bu bir yanıyla iflasın itirafıdır ancak diğer yanıyla da inatla bu yıkım için yeniden yola. koyulacaklarının da işaretidir.


Birinci perde üç sahnede kapanmıştır.


Birincisi; ABD-İngiltere-Fransa-Katar ve Suudi Arabistan önderliği, Erdoğan yönetiminin tetikçiliği ve 74 devletin katılımıyla, ilki Tunus’ta, ikincisi İstanbul’da 1 Nisan 2012 tarihinde bağlanan “Suriye’nin Dostları Konferansı”nda (siz bunu Suriye’nin düşmanları olarak okuyun), son nefesini vermiştir. Bu konferans, hezimetin son nefesidir. Suriye’yi sürekliliği olan bir kaosta tutabilecek, irili ufaklı sokak, mahalle çevre çatışmalarının sürdürülmesini sağlayacak malı, askeri destek kararlarıyla kapanmıştır. Oyunun ikinci perdesi başlayana kadar ortamı, kabul edilebilir bir sıcaklıkta tutmayı hedeflemiştir. Artık Suriye, yılda bir ya da birkaç yılda bir yüz yüze kaldığı komplolarla değil, kesilmeden devam eden çatışmaların devamlılığıyla, iç kanamayla yaşatılacaktır.


Suriye halkı yönetimiyle ve bölge ve dünyadaki dostlarıyla kuşatacak, bu baskıların etkisini en aza indirerek ikinci perdede sahnelenmek istenin oyunlara karşı güç toplamaya çalışacaktır.


İkincisi; Suriye, halkı ve yönetimi, ordusu ve güvenlik güçleri, bölge eve dünyadaki dostlarıyla, içte ve dışta birinci perdede dünya şer güçlerinin sahnelemek istedikleri karşı-devrimci, gerici, oyunları askeri olduğu kadar, siyasal açıdan da hezimete uğratmıştır. Kıran kırana yürüyen savaşta, Suriye’nin halkçı yönetimi, halkının demokratik taleplerini fazlasıyla yerine getirmiş, “devrim gibi reformları” Resmi Gazetede yayınlayarak resmileştirip, kazanımları arasına koymuştur. Yerel seçimlerini bu en zorlu süreçte yapmış ve süreci demokratik bir anayasa oluşturarak halk oyuna sunup %89.4 gibi oldukça anlamlı ve yüksek bir oyla onaylatmıştır. Parlamento seçimleri ise 7 Mayıs olarak açıklayıp, içte ve dışta bulunan tüm şer güçlerini, eli kanlı şebekeleri sadığa davet etmiştir; aramızda tek hakem Suriye halkıdır demiştir.


Üçüncüsü; Suriye sorunu üzerine bir yıldır ortak bir görüşe ulaşamayan BM Güvenlik Konseyi üyeleri oybirliğiyle başkanlık bildirgesi yayınlayarak Annan Palnı’nı onaylamış ve çatışmanın taraflarını diyaloga, siyasi çözüme davet etmiştir.

6 maddelik plan, Suriye’nin birinci perdeyi zaferle sonuçlandırdığını uluslar arası bir beyanla tespit etmiştir. Sorunların çözümü, meşru Suriye hükümetinin önderliğinde, denetiminde ve yönlendirmesinde gerçekleşeceğini onaylamıştır. Bir yıldır yönetimi gayri-meşru ilan eden başta ABD olmak üzere dünya şer güçleri kendilerinin de altında imzası olan bu planla iflaslarını da resmi olarak ilan etmiş oldular. Bu plan, silahlı şebekelere karşı meşru güvenlik güçlerinin cevap verme hakkını içerdiği gibi, gözlemcilerin konuşlandırılmasında tek muhatabın Suriye hükümeti olduğunu teyit etmiştir.

Her üç sahne, kendi algılarıyla sürecin ikinci perdesi için bir çıkış noktası olacağı açıktır. Bu satırların yazarı bölgedeki deney ve gözlemlerine dayanarak, ikinci perdenin zaman boyutu itibariyle Fransız ve ABD seçimleri ardından, fiili boyutu itibariyle bu dönemde Suriye’ye dayatılan iç kanamanın yeterli görülmesini bağlı olacaktır. Ancak gerileyen ve ağır darbelerle beli bir daha doğrulması güç olan eli kanlı ve silahlı şebekelerin, uzun bir süre iç kanamayı ölüme götürme şanslarının olmayacağını burada belirlemek isterim. Erdoğan yönetiminin tetikçiliği ise işlevsiz kalacak, Suriye başardıkça iktidarı sarsılarak yıkılmaya mahkum olacaktır; bu noktada sık sık belirlediğim bölge olaylarının artık ülkemizin iç olayı olduğu gerçeğini tekrar vurgulamak isterim. Bu aynı zamanda, “bu gün hepimiz Suriyeli olmalıyız” çağrılarımın da gerekçesidir.

HATIRLATMALAR


Suriye olaylarının evrensel boyutunda dünya güçler dengesinin etkinlik alanlarını yeniden dizayn etme boyutu da bulunmaktadır. Akdeniz üzerinden Kafkaslara uzanan bu bölgede petrol, doğal gaz, tahıl, pamuk tatlı su, yer altı ve üstü diğer servetlerin talanı ve talan yollarının denetim bu olaylarda önemli bir unsurdur. Suriye’nin, tüm bölge halkları adına, yarım asırdır sürdürdüğü direnme etkinliği bu projeler önünde engel oluşturmuştur. Bu engelin yıkılması için on yıllardır farklı adlar altında yeniden organize edilen hamlelerin en kapsamlısı böylece sahnelenmiştir.



Farklı isimlerle Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bu bölgenin alınyazısına kader gibi dayatılmıştır; yenildikçe, farklı biçimlerde yeniden doğup bölge halklarının tüm dinamiklerini eriten, iflas etse de geride bıraktığı acılarla yıkım oluşturan bu projelerin sonuncusu, yeryüzünün tüm şer güçlerini birleştirip Suriye’nin halkçı yönetimini çökertmeye girişmiştir. Kanlı süreç, Suriye halkının yönetimini destekleyen milyonların haykırışıyla bu gidişe dur demiştir; tarihin en kapsamlı mali, askeri ve medya baskısı altına alınan Suriye, destansı bir direnmeyle bu vahşetin birinci perdesini zaferle kapatmıştır. Bir yıllık süreçte; 1. Mezhep çatışması komplosu, 2. Kurtarılmış bölge kurdurma taktiği, 3. Coğrafi bölünme taktiği yerle bir edilmiş, 4. Orduyu bölme taktikleri boşa çıkarılmış, 5. Meydanları ele geçirip, Libya senaryosunu tekrar etme çabalarına geçit verilmemiştir. 6. Ambargolar işlevsiz kılınmış 7. Türkiye kaynaklı sınır sızıntılarıyla ulaşılmak istenen “silahtan arındırılmış bölgeler” taktiği ağır bir askeri darbeyle çökertilmiş sınırlar hala hassas bölge olmasına karşı tehlike büyük oranda aşılmıştır.


Bundan sonrası ikinci perde. Bu perdenin açılmaması, bölge insanı olarak dayanışmamızı katlayarak yoğunlaştırmalıyız, daha çok Suriyeli olarak duruş sergilemeli ve irili ufaklı demeden destek etkinliklerimizi harekete geçirmeliyiz. Suriye bizim için de mücadele ederken onu yalnız bırakmamalıyız…