30 Ocak 2009 Cuma
İNKAR SENDROMUNDAN HAKİKATE..
Orhan Miroğlu
Savaş suçu işlemiş insanlar, suçu meşrulaştırmayı ve bu meşrulaştırma üzerinden de geçmişte işlenen insanlık suçlarını inkar etmeyi benimserler.
Uygun koşullar oluşup inkar sürecinin bittiği ve hakikatle yüzleşmenin başladığı zamanlarda ise, toplum bu sefer de inkardan, hakikati kabule giden süreçte derin travmalar yaşar.
Çünkü, böylesi tarihi dönemlerde, işlenmediği, asla gerçekleşmediği söylenen ve inkar edilen suçlar gizlenemeyecek bir şekilde ortaya çıkmakta ve suçun inkarı imkansız hale gelmektedir.
Türkiye'nin tarihinde inkar sendromları başlıca iki temel meselede baş gösteriyor.
Ermeni ve Kürt meselesi. Buna Kıbrıs -1974 hadisesini de ekleyebilirsiniz
Atilla Olgaç, Kıbrıs harekatına katılmış ve savaş suçu işlemiş biri. Olgaç, savaş suçlusu kimselerin pek öyle kolayca göze alamayacağı bir itirafta bulundu. Esir alınmış bir Rum askerini aldığı emir üzerine öldürdüğünü açıkladı.
Yaptığının bir savaş suçu itirafı olduğunun bile farkında değildi belki. Farkında olsa yapar mıydı, buna cesareti var mı Olgaç'ın, muhtemelen bundan hiçbir zaman emin olamayacağız . Bunca yıl sustuğuna bakılırsa, suçunu itiraf edecek cesarette olmadığı anlaşılıyor.
O halde durup dururken ve Kıbrıs'ta işlenen savaş suçlarının soruşturulması gibi bir mesele ağırlıklı olarak gündemde değilken, üstelik ortada ciddi bir yüzleşme ve hesaplaşma baskısı yokken, bu itirafı neden yaptı?
Onu kimse bu itirafa zorlamadı, herhangi bir baskı söz konusu bile değildi.
O halde, Atilla Olgaç 35 yıl sonra bir magazin programında hayatının bu önemli sırrını kamuoyuyla paylaşırken acaba ne düşündü dersiniz? Kullandığı sözcüklerden ve hikayeyi anlatırken bize hissettirdiği soğukkanlılığından anlıyoruz ki vicdanıyla hesaplaşan ve bu cinayetler nedeniyle yaşadığı travmalardan kurtulmaya çalışan bir halde değildi.
Gerçi uzun zaman et filan yemediğini söylüyor, ama ertesi gün sarf ettiği bu sözleri yalanlıyor. Ve aslında bu olaylardan sonra da normal bir hayat yaşadığını ifade eden sözler sarf ediyor. Kurduğu cümlelerde bir pişmanlık ifadesi söz konusu bile değil.
Peki o halde Olgaç, bu itirafı neden yaptı dersiniz?
Aklıma bir tek şey geliyor benim. Olgaç'ı bu günlerde inkar sendromundan kurtulmaya çalışan Türkiye'nin ortamı, derinden etkilemiş olabilir ve Olgaç, Güneydoğu'da ortaya çıkan hakikatler üzerine derinden düşünmüş olabilir..
Sezgin Tanrıkulu JİTEM'in işlediği beş bine yakın faili meçhul cinayetten söz ediyor. Askeri hiyerarşi içinde Güneydoğu'da işlenmiş bu cinayetlerle, yine askeri bir hiyerarşi ve emir-komuta zinciri altında Kıbrıs'ta işlenmiş cinayetler arasında muhtemelen bir fark olmadığını düşündü Olgaç.
Böylece de, insanların öldürüldükten sonra toplu mezarlara, kuyulara gömüldüğü ve kimsenin bu olup bitenlere 25 yıl boyunca bir şey demediği bir ülkede, 35 yıl önce, komutanının emrine uyarak önce bir, sonra on kişiyi öldürdüğünü söylemenin normal olduğu sonucuna vardı.
Suçun meşru görüldüğü bir ülkede, kendi suçunu meşrulaştırabileceğine inandı.
Üstelik öldürdükleri insanlar, ezeli ve ebedi düşman sayılan bir milletin mensuplarıydı!
Olgaç'ın vaktiyle savaş suçu işlediğine kimsenin pek bir şey dediği yok aslında.
Bir savaş suçunu itiraf edip Türkiye'yi sıkıntıya soktuğu için kızıyorlar ona. Türkiye'nin dışarıda başı ağrıyacak, AB süreci zarar görecek, işin sonu Lahey'e kadar uzanacak diyorlar.
Anlaşılan Olgaç'ın talihsizliği Kıbrıs'ın suçun işlendiği yer olması. Suç mahali Güneydoğu'da olsa daha kolay olurdu her şey.
Çünkü Olgaç belki bilmiyordu konuşurken, ama Kıbrıs'ta Rumlara karşı işlenen bir suçun hesabı yıllar sonra da sorulur. Ama Güneydoğu'da Kürtlere karşı işlenen suçun hesabı sorulmaz. Sorulacak gibi olduğunda, suçun failleri, 'bize bu da yapılır mı, ne yaptıysak vatan uğruna yaptık' diye kafalarına kurşun sıkarlar.
Sonra, bir Rum'un hayatı hem ulusal hem de uluslar arası hukukun güvencesi altındadır.
Ama bir Kürdün hayatı devlete emanettir. Devlet isterse yaşatır, isterse öldürür.
Ama Rumları öldürmek, Kürtleri öldürmeye benzemez.
Kürtlerin binlercesini öldürmek bile, şimdiye kadar uluslar arası bir davaya konu olmadı. Böyle bir suçtan kimse uluslar arası savaş suçlusu gibi bir muameleyle karşılaşmadı.
Yani Kürtler'in hayatı, sınırları içinde yaşadıkları devletlerin bir iç sorunu.
Bizim devletimiz de dahil, bu devletler istediğinde istediği kadar Kürdü öldürebilir.
Susurluk Raporunu hatırlayın. Devletin, bir etnik grubu kısmen veya tamamen yok etmek için sistemli olarak işlenen suçlar kapsamında olan bir takım suçları işleyebileceğini teyit ediyordu bu rapor. İtiraz sadece bu suçların öyle ulu orta işlenmiş olmasınaydı.
Dünya böyle işte. İstediğin kadar Kürt öldür, hesap soran olmaz sana. Bu dünyada Kürt öldürmek kadar kolay bir şey yok çünkü. Ama Rum öldürmek bu kadar kolay değildir, hesabı sorulur bir gün.
Bu ülkede, Kürtler 1990'dan bu yana o kadar çok öldürüldüler ki, gün geldi bu ölümlerin ortasına doğan ve büyüyen çocuklar yanlarında ne babalarını ne amcalarını, ne ablalarını ne de ağabeylerini göremez oldular. Babasız, ablasız, abisiz, amcasız bir aile hayatı normal değildi tabi.
Bunu anlayan çocuklar, gidenlerin bir gün geri döneceklerine dair kendilerine anlatılan masallara inanmayıp, akılları, olup biten her şeye ermeye başladığında sorup duruyorlardı annelerine: 'Biz neden bu kadar öldük anne? Babam ölüyor, amcam ölüyor, dedem ölüyor, biz neden bu kadar çok ölüyoruz anne!'
Ne bu devletin, ne bu dünyanın Kürt çocuklarının sorusuna verilecek cevabı yok hala. Belki hiçbir zaman da olmayacak. Bu insanlık suçlarının hesabını sormaya yanaşmıyor kimse. İnkar sendromu sürüyor. Aygan'ın anlattığı hakikatler bile fazla geliyor. Aygan'ın anlattıkları karşısında bozguna uğramış gibiler . Köşe yazarları böyle giderse, Güneydoğu'da savaşacak yeni kahramanlar bulunamayacak diye endişe içinde yazılar yazıyorlar.
Kimileri devlete çağrı yapıyor, şu işleri bir de devlet anlatsın diye.. Devlet bildiği gibi anlatınca bu işleri, Aygan ve onun gibiler, kafaları karıştıramayacak, buna inanmamızı istiyorlar..
Oysa Türkiye'nin inkar sendromundan bir türlü kurtulamaması ve hakikate itiraz etmesinin asıl problemi şurada: Suçu işleyenlerin içlerinden, 1915'te işlenen suçu kabul edip, inkar etmeyen Talat Paşa ayarında cesur bir insan henüz çıkmadı.
Aygan'a kim inanır ki, Ruşen Çakır'a konuşan, M. Ali Birand bile inanmadıktan sonra!
M. Ali Bey, çok haklı, Aygan'ın anlattıkları yetmez bize, suçu inkar etmeden hakikati anlatacak bir Paşa lazım.
Savaş suçu işlemiş insanlar, suçu meşrulaştırmayı ve bu meşrulaştırma üzerinden de geçmişte işlenen insanlık suçlarını inkar etmeyi benimserler.
Uygun koşullar oluşup inkar sürecinin bittiği ve hakikatle yüzleşmenin başladığı zamanlarda ise, toplum bu sefer de inkardan, hakikati kabule giden süreçte derin travmalar yaşar.
Çünkü, böylesi tarihi dönemlerde, işlenmediği, asla gerçekleşmediği söylenen ve inkar edilen suçlar gizlenemeyecek bir şekilde ortaya çıkmakta ve suçun inkarı imkansız hale gelmektedir.
Türkiye'nin tarihinde inkar sendromları başlıca iki temel meselede baş gösteriyor.
Ermeni ve Kürt meselesi. Buna Kıbrıs -1974 hadisesini de ekleyebilirsiniz
Atilla Olgaç, Kıbrıs harekatına katılmış ve savaş suçu işlemiş biri. Olgaç, savaş suçlusu kimselerin pek öyle kolayca göze alamayacağı bir itirafta bulundu. Esir alınmış bir Rum askerini aldığı emir üzerine öldürdüğünü açıkladı.
Yaptığının bir savaş suçu itirafı olduğunun bile farkında değildi belki. Farkında olsa yapar mıydı, buna cesareti var mı Olgaç'ın, muhtemelen bundan hiçbir zaman emin olamayacağız . Bunca yıl sustuğuna bakılırsa, suçunu itiraf edecek cesarette olmadığı anlaşılıyor.
O halde durup dururken ve Kıbrıs'ta işlenen savaş suçlarının soruşturulması gibi bir mesele ağırlıklı olarak gündemde değilken, üstelik ortada ciddi bir yüzleşme ve hesaplaşma baskısı yokken, bu itirafı neden yaptı?
Onu kimse bu itirafa zorlamadı, herhangi bir baskı söz konusu bile değildi.
O halde, Atilla Olgaç 35 yıl sonra bir magazin programında hayatının bu önemli sırrını kamuoyuyla paylaşırken acaba ne düşündü dersiniz? Kullandığı sözcüklerden ve hikayeyi anlatırken bize hissettirdiği soğukkanlılığından anlıyoruz ki vicdanıyla hesaplaşan ve bu cinayetler nedeniyle yaşadığı travmalardan kurtulmaya çalışan bir halde değildi.
Gerçi uzun zaman et filan yemediğini söylüyor, ama ertesi gün sarf ettiği bu sözleri yalanlıyor. Ve aslında bu olaylardan sonra da normal bir hayat yaşadığını ifade eden sözler sarf ediyor. Kurduğu cümlelerde bir pişmanlık ifadesi söz konusu bile değil.
Peki o halde Olgaç, bu itirafı neden yaptı dersiniz?
Aklıma bir tek şey geliyor benim. Olgaç'ı bu günlerde inkar sendromundan kurtulmaya çalışan Türkiye'nin ortamı, derinden etkilemiş olabilir ve Olgaç, Güneydoğu'da ortaya çıkan hakikatler üzerine derinden düşünmüş olabilir..
Sezgin Tanrıkulu JİTEM'in işlediği beş bine yakın faili meçhul cinayetten söz ediyor. Askeri hiyerarşi içinde Güneydoğu'da işlenmiş bu cinayetlerle, yine askeri bir hiyerarşi ve emir-komuta zinciri altında Kıbrıs'ta işlenmiş cinayetler arasında muhtemelen bir fark olmadığını düşündü Olgaç.
Böylece de, insanların öldürüldükten sonra toplu mezarlara, kuyulara gömüldüğü ve kimsenin bu olup bitenlere 25 yıl boyunca bir şey demediği bir ülkede, 35 yıl önce, komutanının emrine uyarak önce bir, sonra on kişiyi öldürdüğünü söylemenin normal olduğu sonucuna vardı.
Suçun meşru görüldüğü bir ülkede, kendi suçunu meşrulaştırabileceğine inandı.
Üstelik öldürdükleri insanlar, ezeli ve ebedi düşman sayılan bir milletin mensuplarıydı!
Olgaç'ın vaktiyle savaş suçu işlediğine kimsenin pek bir şey dediği yok aslında.
Bir savaş suçunu itiraf edip Türkiye'yi sıkıntıya soktuğu için kızıyorlar ona. Türkiye'nin dışarıda başı ağrıyacak, AB süreci zarar görecek, işin sonu Lahey'e kadar uzanacak diyorlar.
Anlaşılan Olgaç'ın talihsizliği Kıbrıs'ın suçun işlendiği yer olması. Suç mahali Güneydoğu'da olsa daha kolay olurdu her şey.
Çünkü Olgaç belki bilmiyordu konuşurken, ama Kıbrıs'ta Rumlara karşı işlenen bir suçun hesabı yıllar sonra da sorulur. Ama Güneydoğu'da Kürtlere karşı işlenen suçun hesabı sorulmaz. Sorulacak gibi olduğunda, suçun failleri, 'bize bu da yapılır mı, ne yaptıysak vatan uğruna yaptık' diye kafalarına kurşun sıkarlar.
Sonra, bir Rum'un hayatı hem ulusal hem de uluslar arası hukukun güvencesi altındadır.
Ama bir Kürdün hayatı devlete emanettir. Devlet isterse yaşatır, isterse öldürür.
Ama Rumları öldürmek, Kürtleri öldürmeye benzemez.
Kürtlerin binlercesini öldürmek bile, şimdiye kadar uluslar arası bir davaya konu olmadı. Böyle bir suçtan kimse uluslar arası savaş suçlusu gibi bir muameleyle karşılaşmadı.
Yani Kürtler'in hayatı, sınırları içinde yaşadıkları devletlerin bir iç sorunu.
Bizim devletimiz de dahil, bu devletler istediğinde istediği kadar Kürdü öldürebilir.
Susurluk Raporunu hatırlayın. Devletin, bir etnik grubu kısmen veya tamamen yok etmek için sistemli olarak işlenen suçlar kapsamında olan bir takım suçları işleyebileceğini teyit ediyordu bu rapor. İtiraz sadece bu suçların öyle ulu orta işlenmiş olmasınaydı.
Dünya böyle işte. İstediğin kadar Kürt öldür, hesap soran olmaz sana. Bu dünyada Kürt öldürmek kadar kolay bir şey yok çünkü. Ama Rum öldürmek bu kadar kolay değildir, hesabı sorulur bir gün.
Bu ülkede, Kürtler 1990'dan bu yana o kadar çok öldürüldüler ki, gün geldi bu ölümlerin ortasına doğan ve büyüyen çocuklar yanlarında ne babalarını ne amcalarını, ne ablalarını ne de ağabeylerini göremez oldular. Babasız, ablasız, abisiz, amcasız bir aile hayatı normal değildi tabi.
Bunu anlayan çocuklar, gidenlerin bir gün geri döneceklerine dair kendilerine anlatılan masallara inanmayıp, akılları, olup biten her şeye ermeye başladığında sorup duruyorlardı annelerine: 'Biz neden bu kadar öldük anne? Babam ölüyor, amcam ölüyor, dedem ölüyor, biz neden bu kadar çok ölüyoruz anne!'
Ne bu devletin, ne bu dünyanın Kürt çocuklarının sorusuna verilecek cevabı yok hala. Belki hiçbir zaman da olmayacak. Bu insanlık suçlarının hesabını sormaya yanaşmıyor kimse. İnkar sendromu sürüyor. Aygan'ın anlattığı hakikatler bile fazla geliyor. Aygan'ın anlattıkları karşısında bozguna uğramış gibiler . Köşe yazarları böyle giderse, Güneydoğu'da savaşacak yeni kahramanlar bulunamayacak diye endişe içinde yazılar yazıyorlar.
Kimileri devlete çağrı yapıyor, şu işleri bir de devlet anlatsın diye.. Devlet bildiği gibi anlatınca bu işleri, Aygan ve onun gibiler, kafaları karıştıramayacak, buna inanmamızı istiyorlar..
Oysa Türkiye'nin inkar sendromundan bir türlü kurtulamaması ve hakikate itiraz etmesinin asıl problemi şurada: Suçu işleyenlerin içlerinden, 1915'te işlenen suçu kabul edip, inkar etmeyen Talat Paşa ayarında cesur bir insan henüz çıkmadı.
Aygan'a kim inanır ki, Ruşen Çakır'a konuşan, M. Ali Birand bile inanmadıktan sonra!
M. Ali Bey, çok haklı, Aygan'ın anlattıkları yetmez bize, suçu inkar etmeden hakikati anlatacak bir Paşa lazım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder