30 Ocak 2009 Cuma
Davos'taki söz düellosu ve bölgemizin son verileri
Mihrac Ural
30 Ocak 2009
29 Ocak 2009’da Davos’ta R.Tayip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Perez arasında sert bir tartışma gündeme geldi. Etkisi ve anısı uzun yıllar zihinden silinmeyecek bir tartışma oldu. İsrail Siyonizminin Nazi katliamlarına karşı uluslar arası bir platformda ilk kez böylesi sert bir tutumu ortaya konmaktaydı. Araplar bile böylesi bir cüreti göstermeye hiç bir zaman yanaşmamıştı. Bu tutum takınılması bölgemizde oynanmak istenen rollerle ilgili önemli mesajlar taşıyordu.
Eğri oturup doğru konuşalım. R.T Erdoğan tartışmasız doğruları dile getirdi. Ortaya koyduğu sert tutumla da samimi olduğunu yansıttı. “Diploması dili” denilen şekilsiz, onursuz, “ehveni şer”ci dilin İsrail’le ilişkide bir kıymeti itibarının olmaması da göz önüne alınınca Erdoğan’ın ortaya koyduğu tutum isabetliydi. BM kararları dahil insanlığın ortaya koyduğu hiçbir erdemli tutuma onay vermeden kendi Nazi barbarlığını her an dayatmayı bir üstünlük, “tanrının seçilmiş ulusu” olma edasıyla sürdüren İsrail’e karşı ortaya konan bu tutum, uzun yıllar konuşulacak Türkiye açısından önemli bir puan olarak ortaya konmuştur.
Erdoğan, İsrail’i doğru tanımladı; “insan katletmekte çok başarılı” olduğu belirtilerek “Gazze’de yaptığının bir insanlık suçu” olduğunu dile getirdi. “Panelde söz hakkının adil olmadığını, moderetörün Perez’e 25 dakikalık konuşma hakkı tanımasına karşın Türkiye başbakanının konuşmasını 12 dakikayla sınırlandırıldığı”nı dile getirerek tepki gösterip paneli terk etmesi, önemli bir tutumdu. Perez’in konuşmasını yüksek sesle yapmasına da değinen Erdoğan, Perez’e dönerek “sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojinizle ilgilidir“ demesi. Paneli sona erdirmesi kadar dünya haber ajanslarına bomba etkisiyle inen bir veri oluşturuyordu. Bu veri haber olmanın çok ötesindeydi. Bu verinin Türkiye’nin bölgede oynamaya hazırladığı rollerle de ilgili derin bir anlama sahipti.
Bu satırların yazarı bu paneli aynı anda TV’lerden takip etmekteydi. Bu sert konuşmanın bir düello gibi olduğuna, el ve kol hareketleriyle de oldukça tırmandığına şahitti. O an vardığım sonuç bu konuşmanın Arap alemine bir bomba etkisi yaratacağını gösteriyordu. Nitekim yorumlar akıp gelmeye başlayınca yanılmadığımı gördüm. Arap haber ajansları ve TV haberleri konuyu enine boyuna uzak-yakın anlamlarıyla ela almaya başlamıştı.
İlk yorumculardan biri, aynı panelde oturan ve Erdoğan’ı konuşması dolaysıyla tebrik eden Arap birliği başkanı Amru Musa’nın neden dönüp yerine oturduğunu, neden Erdoğan’ı takip edip paneli terk etmediğini sorguluyordu. Bu nedenle de Arap birliğinin işlevsizliğine, silik varlığına ve başkanı Amru Musa’nın panelde kalmasını onursuzluk-erdemsizlik gösterisi olduğuna ilişkin sert eleştiriler yöneltiyordu. Arap halkı adına utanç verici bir tutum takınan Arap liderlerine karşı Erdoğan’nın tutumunu onaylıyordu.
Arap izleyici Erdoğan’ın tutumunda kendi onurunun, kendi içsel tepkisinin dile gelişini gördükçe okyanuslardan Hindistan’a kadar bir bütün olarak Arap ve İslam alemi içinde Türkiye’nin yeni açılımlarına önemli bir dinamik katıyordu.
Dakikalar ilerledikçe gelen yorumlar dalga dalga yayıldı. Yorumculardan biri Erdoğanı Başkanlık süresi bitmiş olan Mahmut Abbas yerine “Filistin halkının Başkanlığına aday olmasını öneriyorum” demesi, sokaklarda Türkiye lehine oluşan havayı anlatması açısından önem taşıyordu. Bölgemizin demokrasi ve özgürlük umutları açısından dini referanslı bir Başbakanın kazandığı bur prestij ciddi riskler taşımasına karşın Demokrasi güçlerinin işlevsizliği, silikliği Türkiye’yi bu güne kadar yöneten sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bölgemizden uzaklıkları, “bölgemizin sorunlarını bataklık” olarak adlandırıp ondan kaçışlarıyla oluşan boşluğu bu gün birileri gelip doldurduğunu gözlemliyoruz. Türkiye bölgemizdeki rolünü maalesef bu araçlarla oynamaya yelken açmış durumdadır.
Davos hadisesinin yorumlarında farklı seslerde yükseliyordu. İnal Batu gibi soğuk savaş dönemi diplomatlar “sözleri doğru olmasına karşın yöntemi yanlıştı” diye yorumladılar. Bu tür yorumlar “Diplomatik dil”, pragmatizm, mutedil olmak, arada bulunmak kimseden yana tutum takınmamak gibi, şekilsiz erdemsiz onursuz arada kalmakla zalimi mazluma karşı yalnız bırakan, insanlık erdeminin her boyutuyla çirkin bir çatışma halindeki tutumlar bir ülkenin kendi bölgesinde yabancılaşmasından başka bir şey getirmez. Sosyal demokratların, ulusalcı, ilkel milliyetçilerin yönelimlerini belirleyen bu tutumlar, güç karşısında teslimiyetin tutumları olarak belirmiştir. Soğuk savaş döneminin Persleri altında arada kalmakla sorunlu süreçlerden sorunsuz kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak bu tutumlar sonuçta Güçlünün tutumlarını onaylamaktan öteye bir sonuç getirmemiştir. Bu da tüm soğuk savaş dönemi boyunca Amerikanın kuklalığı demekti. Ülkemizin soğuk savaş dönemi boyunca oynadığı rolü hatırladığımızda bunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Bu tür yorumlar, bölgemiz saflaşmasında çirkin bir tarzda Siyonist İsrail devletinin terörü, Nazi katliam yöntemlerinin yanında olmak demektir. Nitekim solun her soy ve boyunda belirmeye başlayan Siyonistler bunu seslendirmekten geri kalmamaktadırlar. Sosyal demokratların tarihi ise bu konuda sabıkalarla doludur.
Erdoğan’ın gösterdiği tutum gerçekte Türkiye halklarının dile getirmek istediği tutumdur. Bunu her ne amaçla olursa olsun her Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının yaması gerekmektedir. Bu güne kadar bunu sol referanslı kimsenin yapamaması gerçekte solu ile bölgemiz ve sol ile ülkemiz gerçeği arasında bulunan derin fay hatlarına bir işarettir ki. Bu konu sol halkan kopuk bir kadro hareketini ötesine geçirmeyen özelliklerine de işaret gibidir.
Türkiye halkının ya da onun adına seçilmişlerin alması gereken onurlu davranışın hiçe sayan yorumlar, İsrail-Arap sorununun anlam ve mahiyetini olduğu kadar bundan mütevellit saflaşmada ülkemizi küçük düşüren bir yerde bulunmaktadır. Bu yanlış tutumlar ülkemizin bölgede hakkettiği rolü kısırlaştırmakla kalmıyor sol içinde Siyonistlerin düz alan üzerinde halklarımızın çıkarlarına aykırı olan İsrail’i aklama yönelimlerine daha da eğilimli olmalarını getirmektedir. Gerekçesi cürümünden büyük olan dini referanslı yönetimlerin desteklenmesi yerine ortaya sergilenmek istenen bu tutumlar, kendi yetmezliklerini, kendi eğri duruşlarını ve işlevsizliklerini, bölge ve halkımız nezdindeki sorumsuzluklarını örtmekten başka bir anlama da sahip değildir.
Paneli terk eden Erdoğan ardından bir basın toplantısı yaptı. Orada da görüşlerini tekrar etmekten çekinmedi ve İsrail’i bir kez daha “insanlık suçları işlemek”le itham etti. Devamla da “Tarihin ve siyaset biliminin Perez’i yalancı çıkardığını” dile getirdi.
Gece boyu süren gelişmeler, Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, Erdoğan’ı telefonla arayarak bu tırmanışı yatıştırmak üzere özür anlamana gelen “iki ülkenin ilişkilerinin bu tartışmadan yara almaması dileğini” belirttiği dile gelmiştir.
Bu gelişmeler 30 Ocak 2009 tarihi sabah itibariyle, Erdoğan’nın İstanbul’a dönüşü ve kendi çevresinden insanlar tarafından coşkuyla karşılanması, haber ajanslarına “Davos fatihi” olarak övülmesi, gerçekte bölgemizde Türkiye’nin oynamak istediği rol için önemli bir kazanç olarak gündeme gelmiştir.
Bu gelişmeler ülkemiz demokrasi güçlerinin hoşnut olacağı gelişmeler değildir. Ancak demokrasi güçlerinin ektiklerini biçmekte oldukları gerçeği, halkın iradesi karşısında onarılması güç gerilemeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken veriler olduğunu göstermektedir.
Bu noktada olayın haber yönü bitmiştir.
SOĞUK SAVAŞTAN BU GÜNE
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Bu haberin arka palında, daha sonra gelecek çok önemli etkilerin bulunmaktadır. Bunların başında da hızla önemsenmeye başlanan, Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rol ve bunun gerektirdiği tutumlar bulunmaktadır.
Bölgede Türkiye’nin rol oynama çabaları eskiyi dayanır. Osmanlı egemenlik yıllarının işgal ve istilalarla süren varlığı bir yana, Osmanlının son dönemleri bölgede oynanmak istenen rolle ilgili girişimlerin her zaman “İslam birliği” adı altında ve İslamcı referanslarla olduğu görülmüştür. Bu bir yanıyla zorlama bir yanıyla da bölge gerçekliğinin verileriyle belirlenmiş bir güzergah gibidir. Dün olduğu gibi bu günde aynı güzergah üzerinden yürünmekte, birileri bir koltuk değneğiyle bir yerlere ağır aksak da olsa yürümek durumunda olmaktadır.
Bir başlangıç noktası olması itibariyle bu çabaları Osmanlının I. Dünya savaşına girişine neden olan Osmanlı Alman gizli anlaşmasıyla başlamayı uygun gördüm.
1996 yılında basına yansıyan bu gizli anlaşma 10 Kasım 1914 tarihi taşımaktadır ve Almanya’nın Osmanlıya vereceği 5 000 000 ( beş milyon) Mark, düşük faizli kredinin 5 maddesini içermektedir. Anlaşma, Alman tarafı adına Dar Saadet (Osmanlı) sefiri Baron Wagenheim ile “Hüküme-i seniye-i Osmaniye nam ve hesabına hareket eden Edirne Mebusu, Dahiliye Nazır Vekili Talat Beyefendi Hazretleri”nin imzasını taşımaktadır.
Bu anlaşmada iki dost ülkenin karşılıkla kredi alış verişi dışında hiçbir belirti yok ama anlaşmanın ertesi günü 11 Kasım 1914 tarihiyle birlikte gelen “Cihad-ı Ekber” fetvası, bu alış verişin hiçte masum olmadığını gösterdi. Osmanlı savaşa giriyordu ve cihad çağrısını şeyhülislam aracılığıyla bir fetvayla onaylıyordu. Padişah V. Mehmet han, “orduma, Donanmama ..” diye başlayan fetvası İslam alemini halife sıfatıyla bu savaşta Alman imparatorluğunun arkasında, İngilizlere karşı savaşa çağırmaktan başka bir şey değildi. O gün buna “Alman malı cihad “ adı verilmişti.
Fetvanın yazımında Teşkilatı Mahsusiye’nin önemli bir elamanı yer almıştı. O da Saidi Nursi idi. Alman taraftarlığı öyle bir boyuttaydı ki İmparator II. Wilhelm İslam aleminin korucusu hatta gizli Müslüman olarak propaganda edilmesi gündeme gelmekteydi. Bu çevrenin içinde İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif’in, Almancılığı şiirlerine öylesine sinmiş öylesine ağdalı hale gelmiş ki daha sonra yazdığı istiklal marşında yer alan “ korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği şey, alman övgüsü karşısında hafif kalan bir tanımlamaydı.
Osmanlı yıkıldı. Bu çabaları da sonuçsuz kaldı. İslam alemi 20.yy değerleriyle ulusal bir uyanış ve özgürlük mücadelesi sürdürdü. İngiliz Fransız etkisiyle de olsa bunun için adım attı. Osmanlı aklı bunu bir ihanet arkadan vurma olarak dile getirdi bunun izlerini de bu güne kadar böylece taşıyıp durdu; “Araplar hain millet, arkadan hançer vuranlar” diye aşağılandı. Oysa Araplarında tarih sahnesinde, tarihlerinden gelen yoğunluklarıyla bağımsız yaşama hakları vardı ve bu hakları elde etmek için her yolu seçme özgürlüklerini kullanmalarına kimsenin bir kulp takmaması gerekirdi. İslam’ı siyasetlerinin aracı olarak kullanmak isteyenlere, bir başka alandan aynı yöntemle cevap verilmişti. Osmanlının alman cihadına, İngilizlerin Arap cihadı karşılık düşmüştü. Birine hak olan diğerine neden hak olmasın…
Bu süreç II. Dünya savaşı arifesinde de yeniden küllerinden doğup pazarlanmaya başlandı. Alman Nazi hareketinin yükselişini takiben dünyada yaygınlaşan dini algılar, vekalete tanrından alınmış “misyonlar”a destek olarak kendini gösterdi. Hitlere Katolik kilisenin başı Papa XII. Pius tarafından sunulan destek, İspanya’da Franko kuvvetlerinin kutsanması, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin İngilizlerin Yahudi yerleşimcilere çanak açan tutumuna karşı gösterdiği tepki, kaçışı ve Hitler Almanya’sına sığınarak fetvalar yapması, Türkiye’de aynı süreçte Cevat Rıfat Atilhan gibilerin Nazi yanlısı çabalarıyla oluşun b.ir tablo vardı. Bu tabloda Türkiye Alman esintisi inanç düşmanlıkları ve etnik düşmanlık birlikte yürüyordu. Türkiye ikili oyununda, emperyalist çıkarların petrol alanlarının denetimi için bölgemizde sürdürdüğü ayrışmada din yine en önde yürüyen bir siyasal araç olmuştu.
Ancak bölgemiz İngiliz ve Fransız mandası altında Türkiye’ye bırakacağı bir rol yoktu. Bu sürede Türkiye’nin dini aracını içte en pervasız yöntemlerle kullandığına tanıklık yapmaktayız. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası bardaktan boşalırcasına ortaya konmaya ve bölge üzerinde süre giden emellerin çatışması olarak belirlemeye yöneldi. Bu dönem 1990’lara kadar sürecek soğuk savaş dönemiydi.
Türkiye orta-doğuda rol oynaması çok güç bir ülkedir. Bunun derin tarihi nedenleri 400 yıllık feodal bir barbarlığın bölgeyi karanlık ortaçağ yöntemleriyle hükmü altına almış olmasından ve Arap uyanışının temsil edildiği Mısır gibi bir ülkeyle olan kadim sürtüşme ve rekabetinden kaynaklanır. Kavalalı M. Ali paşa ve oğullarıyla olan sert rekabet süreci Osmanlı’nın son döneminde bölge üzerindeki etkisinin önemle kırılmasını getirmiştir. Osmanlı sonrası süreçte ise bu kırlıma devamla I. Dünya savaşı ve sonrası, II dünya savaşı ve sonrası soğuk savaş sürecinin tümünde kendisini açıkça belirginleştirmiştir.
II. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş ortamı Türkiye için çok daha talihsiz bir dönemdi. İkinci dünya savaşı öncesinden başlayan anti-komünizm çabaları “Dinler arası diyalog” adı altında ve “tek dünya devleti” söylemleriyle iç içe yürümüştür.
Bu adamın isim babası, Kasım 1933 – Mayıs 1936 yılları arasında Amerika’nın Rus büyük Elçiliği görevini gören ve “Soğuk Savaş” önermeleriyle, II. Dünya savaşı sonrası dönem dünya ilişkilerini belirleyin siyasal yönelimlerin öncülüğünü yazdığı “The Great Globe İtself” adlı kitabıyla yapana William Christian Bullitt’tir.
Sovyetlerin bir yeşil kuşakla İslam kuşatması altına alınması ve bu amaçla “dinler arası diyalog” söylemleriyle gerektiğinde İslam ordularıyla ezilmesini ön görmekteydi. Tanrının yeryüzündeki emirlerini artık Amerika icra edecektir. Tüm dinlerin önderidir Amerika. Tanrı tanımaz komünizmi yeryüzünden silip atmak için dünyayı tek bir “federal dünya devleti“olarak algılamak ve bunun içinde ulusal ve bireysel her şeyi eritmek gereklidir. Bullitt, “Üçüncü dünya savaşı Orta-doğuda çıkacaktır” dedikten sonra, Hitleri tanrı adına kutsayıp destekleyen Papa XII.Puis’in savaş sonrası Amerika’yı kutsayan şu sözlerini öne çıkarıyordu. “ Amerikan milleti parlak atılımlar yapmak için yaratılmıştır. Tanrı acı çeken insanlığın yazgısını Amerikalılara emanet etti” ( W.C.Buillitt. Age)
Bu mantık Türkiye için bölgesel dini bir federasyon öngörmüştür. Bu ise Türkiye cumhuriyetinin Yeni Osmanlı olmasından başka bir şey değildi. Bullitt’in temel görüşleri sonraki tüm ABD yönetimleri tarafından bin bir gerekçeyle dayatılan bölgenin kontrolüyle ilgili biçilen rolü bu doğrultuda seyretmiştir.
Bu çabaların sivil alandaki destekleri de Hitlerin Nazi girişimlerini desteklemek üzere yola çıkanların çabalarıyla yürümüştür. 1930 Amerika’sında Evangelist Oxford Grup lideri Rahip Frank Buchman, Hitler’in başarısı için çırpınan ve Amerika’nın zenginlerini bu yönde sivil etkinlik olarak istihdam edenlerin başında geliyordu. “ Manevi silahlanma” bu çevrenin stratejisiydi. Hedef dünyanın tüm dinlerini bir araya getirip komünizm tehlikesine karşı savaşa sürmekti. Bu savaş enerji yollarının korunma altına alınması, enerji kaynaklarının emin bir şekilde emperyalist ülkelere taşınması ve bunun için dünyanın tüm dinlerinin tanrıdan aldığı vekaleti öne sürmekti.
Bu sürece Türkiye en erken çekilen ülkeydi. Hitler hayranı Rahip Buchman yakın arkadaşı Mehmet Emin yalman ve fener Patrik’i Atenagoras’nin Eyüp camine gidip dua etmeleriyle başlatılan “Manevi seferberlik” bu sürecin hangi teamüllerle yürüyeceğine işaret ediyordu. CHP İnönü önderliğinde 1947 yıllarında okullarda din dersi eğitimiyle ilgili hazırladığı tasarı, 27 Aralık 1949 tarihinde Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “kültür anlaşması” ardından, 1 Mart 1950 yılında TBMM’den geçerek onaylanır. Süreç artık engelsiz tırmanacaktır.
Evangalistlerin ışık evleri, Fethullah Güven’in Nurculuğundaki “Nur” evleriyle kesişerek, “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” (1963) “dinler arası diyalog”ların ne işlevler için çalıştığını gösteriyordu.
Şeyhliği 1930’da ölen Küçük Hüseyin Efendi’den Arusi şeyhi Ömer Fevzi Mardin (görüşlerini daha çok, Münir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi çakmak gibi yüksek bürokratlar arasında yayıyordu) Avengalist kilise rahiplerine benzeyen modern giyimli din adamları olarak Amerika için şunları yazıyordu: “ Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah’ın birlik bayrağını çekerek Miletlerin kurtuluşuna çalışıyor…
Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkanlı millet Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir.” (6 Eylül 1946 tarihli bir mektubundan. Aktaran Cengiz Özakıncı “ Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘Yeni-Osmanlı’ tuzağı. s: 112-113)
Bu çevrenin Amerikancılığı “Mesih=Amerika” denklemine kadar uzanmış ve bu yolda, “Varidat-ı Süleyman” adlı bir semavi kitap daha ihdas ederek Enis Behiç Koryürek peygamber bile ilan edilmiştir. Bu sahte peygamberler devri böylece açılarak bu güne kadar gelen bir dizi soytarının kendini Peygamber olarak ilan etmesine kapılar aralanmıştır.
DP dönemi bu süreci sonuna kadar zorlayacaktır. Said-i Nursi’nin 12 Nisan 1957’de Cumhuriyetin kuruluş palanına tamamen aykırı olan bir askeri birliğinde kurulacak olan “tugay Camii”ne temel atması için daveti din algılarının hangi yönde nereye kadar vardığına önemli bir işarettir. Bu süreci doğal olarak bölgede üstlenilen siyasal, askeri ve sosyal rollerde takip ediyordu. Türkiye’ye biçilen yeni Osmanlıcılık rolü tüm çirkinliğiyle kendini gösterdikçe, bölge halklarının Türkiye’yi bölgenin bir yerli varlığı olmaktan çok bir diş işgalci ve tehlikeli varlık olarak algılaması tüm çıplaklığıyla görünüyordu.
İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin olması, İsrail’le süren gizli ilişkiler ve anlaşmaların ardı sıra yapılması, 1958 Lübnan iç karışıklıklarında İncirlik üssünün Arap halkının çıkarlarına aykırı olarak kullanılması, bunun İsrail Arap savaşlarında kaba ve hoyratça bir taraflılıkla devam etmesi. Cezayir sorununda Fransız tarafında yer alınması, Sadabat paktı, SENTO gibi bölgede emperyalizmin uşaklığından başka bir anlamı olmayan ittifakların başrol oyunculuğuna bir kukla olarak soyunmak. Bu ve benzeri konumlar Ülkemizi bölgemizin gerçeğinden koparan kendi çıkarlarına da aykırı, tarihine, gelecek nesillere miras bırakacağı her türden değere bir ihanet olarak ortaya konmuştur. Bu süreçte Komünizme karşı olmak adına, kurulan üsler, casus uçaklarının platformu olmak, ordu ve yönelimlerini bu çerçevede stratejik olarak yönlendirmek ve bundan kaynaklanan sonuçlar konumuz dışı olması itibariyle üzerinde tekrardan durmayacağız.
Bu tehlikeli sürecin son halkaları 1980 sonrası dönemlerde geliştirilmiş, 2003 Irak işgaliyle oluşan yeni bölge konjonktürünün aldatıcı etkileri altında ise bir intihar girişimi olarak yeni Osmanlıcılık parlatılmaya çalışılmıştır. Bölgenin haritası yeniden çizilecek, yeni, küçük ve daha çok devlet ortaya çıkacaktır. Bu süreçte “Türkiye bir koyup üç almalıdır” denilmiştir. Bu siyasetler Türkiye’yi bu süreçlere kışkırtanları bile ürkütecek bölge halklarının tepkisiyle karşılaşmıştır: bu açıdan Amerika başta olmak üzere tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ikircimli oyunlarla Ülkemizin bölgeden alabildiğine koparılmaya, tarihten inanç birliğinden gelen etkinliklerini sıfırlamaya çalışmıştır.
Türkiye’yi bölge gerçeğinden koparım pompalanan vehimlerle onu “lider” edalarına sürükleyerek altını boşaltan emperyalist siyasetler, Türkiye’yi bölgenin bir düşmanı, bir kukla olarak lanse etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu süreçte ulusalcıların, sosyal demokratların batı ya teslim olmuş ruhları ve ondan üreyen parametreleri Türkiye’yi bölgenin yabancısı olma konusunda uğradığı tecridi katmerleştirmiştir. Türkiye, bölgede hiçbir rol oynayamaz yabancı kuklası bir ülke olarak görülmüştür.
Türkiye’yi bu konuma iten Amerika’ydı. Amerika kendi kuklasının tecridini derinleştirirken Arap alemi içinde böl yönet yöntemleriyle yandaş topluyor bu yandaşlar da Türkiye’yle hiçbir zaman barışık olmayan Arap ülkelerinden oluşuyordu. Çirkef bir politikanın girdaplarına alınmış olan ülkemiz ardı sıra gelen hükümetlerin basiretsizliğiyle bu batağın daha çok yaygınlaşmasına emperyalistler adına hizmet ediyordu. ABD Araplarla derin bağlar kurdukça tanık olduğu tepkiler, Türkiye’ye Araplarla ilgili bir önderlik rolünün verilemeyeceğine kesin kanatlar oluşturuyordu. Bu eğilim mısır ve Suudi Arabistan gibi gericiliğinde çıkarına ve rağbetlerine cevap veren özeliktedir. Bu yanıyla Türkiye’nin bölge sorunlarında yer almasına kırmızı bir sınır oluşturulmuştu ve bu sınır bu ülkelerce hala yürürlüktü olmaya devam etmiştir. Kuklalara bölgede yer yoktu bunu yine kuklalar söylüyor ve hayata geçiriyordu. ABD İsrail’in kararlı savunucusu olarak Arap alemine çektirdiği acılara rağmen Türkiye’nin bu kuşatmayı kıracak kadar ileriyi görebilecek bir diplomasisinin olmaması ülkemizin düştüğü gülünç kısırlıklara da bir göstergedir. Soğuk savaş diplomasisi işte tas tamam budur. Davos’taki söz düellosuyla ilgili sosyal demokrat diplomatların yorumları bu dönemden çıkmamış düzeysizlikleri gösteriyordu.
Bu makus kadere boyun büken ülke, bir savaş tehlikesi ardından kendine gelmeye yöneldi. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkışıyla başlayan süreç, Hafız El Esad’ın ölümünü fırsat görerek teziyeye koşulması Türkiye’nin bölgede kendine farklı bir rol aramasıyla önemli bir boyut kazanmıştır (bu konuyu Türkiye-Suriye ilişkiler adlı makalemde tüm yönleriyle irdelemeye çalıştım bkz. http://www.mirural.blogspot.com/)
Hafız el Esad döneminin dengeleri değişmişti. Hafız el Esad döneminde bir general olan Hüsnü Mübarek Mısırın başına, Enver Sedat’ın ölümüyle birlikte geçişi, Suudi Arabistan’da kral Fahd’ın hastalığı süresince veliaht Abdullah’ın Suriye’yle iyi ilişkileri Arapların etkin bir troyka oluşturmalarına yol açmıştı. Bu üçlü uzun bir süre Arapların gücü (Mısır), mali kaynağı (Suudi Arabistan) ve siyasal etkinliği (Suriye) olarak rol oynamıştı. Bu üçlü döneminde, daha sonra zorlamayla yaratılan bir sorun olarak Suriye’nin Iran ilişkisi çok dengeli bir şekilde, kimsenin rahatsız olmayacağı süreçler içinde sürdürülmekteydi.
Ancak Genç lider Beşşar el Esad, babasının çok bilinmeyenli denklemler içindeki usta manevralarına karşın, gelip dayatan bölge savaşlarındaki tutumlarında gösterdiği kararlılık diplomatik sınırları çok zorluyordu. Irak savaşı ve ardından Suriye’ye yönelen tehdit, Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ve bunun Suriye’nin sırtına yıkılması, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve ardından gelen siyasal kaynamalar. Amerikanın bölgede gerçekleştirmek istediği tüm planların bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü ve Suriye’nin bu süreçte oynadığı direnme güçleri yanlısı politikası Arap üçlünün birlikte yürümesini daha fazla kaldıramazdı. Mısır ve Suudi Arabistan’nın Suriye’den kopuşuna, daha çok Amerikan yanlısı olmalarına, direnme güçlerine karşı İsrail’den yanan tutum takınmalarına, bunun için de Iran tehlikesinin “Şii atom bombası” söylemiyle pazarlanarak, bölgeyi yeni bir saflaşmanın eşiğine getirmiştir. Bu dağılma Türkiye’nin fırsatıydı.
Bölgemizde saflaşma öylesine ayan beyan hale gelmişti ki, Amerika bile artık Türkiye halklarını aldatamayacağı bir konumlanış içinde bölgede düştüğü bataktan kurtulma çırpınışlarına, can derdine düşmüştü. Arap-İslam alemine dolaysıyla bölgemizdeki sorunlarda etkin bir rol oynamak üzere Türkiye’nin girişi önünde duran en önemli iki etkin ülkenin oluşturduğu kuşatmanın dağılması gündeme geliyordu.
BÖLGEDEN OLMAK,
BÖLGEDE AKTİF BİR UNSUR OLARAK YER ALMAK İÇİN
YENİ DÖNEM.
Suriye Türkiye’nin önünü açtı. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkisinde üç temel sorun vardı. Su, güvenlik ve toprak sorunu.
Su sorunu basit bir anlaşmayla gerçek komşular olarak aldatmacasız adımlarla giderilebilirdi. Nitekim Demirel’in “yazın onlar bizden alırlar kışın ise biz onlara veririz” aldatmacaları üzerine kurulu dış politika demagojileri yerine iyi niyet ve komşulukla ilgili dostluk çerçevesinde bu sorun çözüldü. Suriye, Türkiye’de fazlasıyla olan Fırat nehrinden hakkı olan su miktarını aldı. 500 mtr küp/sn ve bu konu aşıldı.
Güvenlik sorunu sayın Öcalan sorunun çözülmesiyle birlikte karşılıklı olarak Adana anlaşmasıyla aşan iki ülke, topraklarında diğeri için hiçbir askeri faaliyete üs olmama kararı aldı. Türkiye’nin Müslüman kardeşlere üs olması, Suriye’nin PKK’ye üs olması olayı aşıldı.
Toprak konusu ise, karmaşık bir sorundu. Bu konuda varılan ortak algı anlaştığımız konuları öne çıkartmak anlaşmazlık konularımızı zamana erteleme yönünde sorunsuzca ele almak olarak belirlendi. Buna rağmen, bu satırların yazarının yakinen bildiği ve gözlemlediği ölçüler içinde, Suriye’nin Türkiye’den bir toprak talebi stratejisi yada politikası olmadığı yönündedir. Suriye bu yönde hiçbir zaman hiç bir çevreyle bir plan içinde olmamıştır. Hatay davasını bir kimlik, bir kültür sorunu çerçevesinde gören Türkiyeli devrimcilere karşı bile sert uyarılarla, Türkiye ilişkisinin bu nedenle zedelenmesini istenmediğini, topraklarını bunun için bir alan haline getirmeyeceğini belirtmiştir. Türkiye’den Suriye’ye akın akın gelen ticari, sosyal, kültürel etkinliklerde bu konunun esamisine bile rastlanmaması toprak konusunda Suriye’nin özgün bir plan içinde olmadığını yeterince açık etmiştir. Bu yanıyla olayı kavrayan Türkiye bu sorunu da geride bıraktığı izlenimi ortaya koymuş, iki ülke sağlıklı bir komşuluk ilişkisini yükselteme çalışmıştır.
Bu zemin üzerinde iki önemli gelişme olmuştur. Birincisi İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi olmuştur. İkincisi ise Suriye’nin Türkiye’yi, Madrid konferansından bu yana 16 yıldır kesik olan barış görüşmelerine Türkiye’yi aracı rolü oynamak üzere sürece katmasıdır. Bu adımlar Türkiye’nin hiçbir hükümeti tarafından kazanılmamıştı. Erdoğan hükümetinin yapısal verileri, kadroları, bölgeye ilişkin algıları ve kültürel etkinlikleriyle dini parametreleriyle bu sürece en uygun özelikleri gösteriyordu. Nitekim süreç Erdoğan’a bu fırsatı sağladı ve bu konuda önemli adımların atıldığı gözlemlendi.
Erdoğan geleneğinden geldiği Erbaka’nın İsrail’le ilişkilerde kırdığı potların riskleri altında yürüdü. Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı geniş bir alan ve çevrenin içsel tepkileri, rekabetin verdiği itimlerin de tehlikesi altında süreçte bir tırmanma yönelimi içindedir. Gazze’ye karşı İsrail savaşı Türkiye’yi ve Erdoğan hükümetinin politikasını sınamak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Türkiye bölgenin gerçekçi bir yerli unsuru olduğunu göstermek için, ABD politikalarına ve İsrail’e terörüne karşı, geçmiş Türkiye hükümetlerinin “diplomatik tarafsızlık” gibi onursuz ve erdemsiz siyasetlerinden kopmaya çalıştığını göstermesi için bir fırsat doğmuştu. Nitekim, bu adımı atmaktan çekinmemiştir. En azından Arap alemine önemli bir mesaj olarak yansıtmıştır. Gazze’de İsrail terörünün yaptığına en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. Bu adımlar geçmişte kalan Kukla Türkiye algılarını değiştiriyordu. Elbette ki bu algılar hala eski dirilikleriyle mevcuttur ve bir kırılma anında çok daha derinlemesine etki yapacak olumsuzlukları da içinde barındırmaktadır. Türkiye bölgede yer almak istemesin kendi bağımsız kararıyla, ülke ve halklarının bağımsız çıkarlarıyla belirledikçe bu süreçte aşılabilecektir.
Davos’taki söz düellosu bu gelişmeler üzerine gelip oturunca bir yapı taşı daha örülmüş olundu. Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bir kukla rolü olmaması gerektiği bir kez daha ülkemiz halklarının gözü önünde belirginlik kazanıyordu.
Erdoğan’a puan kazandıran bu tutumlar Arap aleminin günlünü fetheden bir Türkiye imajına hizmet ettiği kadar, Türkiye halklarının bölgede hakkettiği tutumların ne olduğuna da bir gönderme sayılabilir. Ancak bunun gerçekliğini zaman sınayacaktır. Halkların birbirine inanması birkaç parlak sözle gerçekleşmez. Tutumların gerçekçi olması, bir devlet politikası haline gelmesi ve sürekliliğinin olması gerek.
AKP ve bu devlet bunu başaramayacaktır. Objektif verileri bu tutumların arkasında durup, kararlıca savunup, sürekli kılacak durumda değildir. Dünya saflaşmasında ekonomik ve siyasal olarak alınan yer bu devlete ve bu hükümete bu konuda kararlı olacak kadar şans tanımamaktadır.
Bu açıdan bakınca böylesi olumlu tutumlara bir gerekçe bulup karşı çıkmak anlamlı değildir. Tersine bu tutumları sürekli kılmak, derinleştirmek yönünde baskı yapmak doğru tutum olacaktır. Çünkü olumlu tutumları sürdüremeyenlerin çehresi kısa sürede açığa çıkacaktır. Olumlu tutumların gerektirdiği pratik adımları atamayan, onlarla ilgili yaptırımları gündeme koyamayanların açığa çıkması gündeme gelecektir.
Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Bu ise halkamızın gerçekleri görmesi, kimlerin doğru tutumlarla nereye kadar yürüyebileceğini bilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan, olumlu tutumlara tepki göstermek anlamlı değildir diyorum. Tersine bu tutumların arkasını getirmek için peşininin bırakılmaması gereklidir. Siyasi mücadelenin görevi de budur.
Erdoğan’ın bir süredir geliştirdiği ve olumlu yansımaları olan tutumları, bin bir bağla batıya bağlı olan verileri içinde kararlılıkla sürdürmesi ve bunların gerektirdiği derinliği sağlaması çok zordur. Bu tutumlar belli bir süreci geçiştirme, yaklaşan seçimlerde puan artırma, komşular üzerinde egemenlik taslama aracına yönelik olarak yapılıyorsa bunun sonucu büyük bir yıkım olacaktır. Türkiye bir türlü toparlayamadığı şüpheli konumuna bir kez daha batacaktır. AKP yönetimi bölge politikasında bu kırıma noktasında yürümektedir. Bunu aşması da çok güç görülmektedir.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.
Türkiye’nin ne liderlik ne de yeni Osmanlıcılık yönelimlerine ihtiyacı vardır. Türkiye iç sorunlarını aşacak daha çok özgürlük ve demokrasi süreçlerine ihtiyaç duyduğu kadar, bölgede de eşit taraflar olarak tüm komşularıyla demokratik bir ilişkiler çerçevesinde, barış içinde herkesin kazandığı bir sürece ihtiyacı vardır. Bunun içinde bölgeye yönelik emperyalistlerin tasallutlarına karşı dayanışmayı hedeflemesi gerekmektedir. Bu politik perspektifi olmayanların yaptığı olumlu çıkışlar arkasında durulamayan göz boyama çıkışları olarak algılanacaktır.
BÖLGENİN SON VERİLERİ
Bölge önemli bir dönemecin eşiğindedir. Bir sathı mail halindedir. Bölgenin son kesitinde ortayla çıkan her bir olayın hızla dönüştürülebilir olması için süren etkin çabalar bulunmaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik kıyım savaşı, 27 Aralık 2008’de başladı. Aceleleri vardı. 21 Ocak 2009 da Obama, Bush yerine yönetime geliyordu Bu süreyi sonuna kadar kullanmayı deneyecekti ve ayrıca seçim dönemi başlamak üzeriydi.
Mahmut Abbas, Filistin özerk yönetimi başkanlığı süreci bitmek üzereydi ve nitekim Gazze savaşı sürecinde de bitmiş (10 Ocak 2009 tarihi itibariyle) yetkisiz bir konumda koltukta oturur hale gelmiştir. Filistin genel seçimleri yaklaşmış, bunun direnme güçlerine katacağı taze güç ve yetkilerin olduğu belirgin hale gelmiştir.
Lübnan seçimleri, Lübnan siyasal dengesini direnme güçlerinin lehine derinden değiştireceği de bilinmektedir. Tüm veriler Lübnan’ın bölgede Mısır, Suudi Arabistan ve ABD etkisinden tamamen çıkacağını göstermektedir.
Irak seçimleri, emperyalistlerin bu ülkeye dayattıkları olumsuzluklardan sıyrılmak için atılmış bir adım olacağı ve yeni denem için bölgede daha sağlıklı amerikancı dayatmalardan daha uzak bir Irak7ın doğması için kapı aralayacağını göstermektedir.
Türkiye yerel seçimleri, özgürlük ve demokrasi güçleri için önemli bir atılım olanağı yaratıyor. Özellikle, Kürt halkına karşı AKP’nin takındığı tutarsız tutumlar, Ordunun pervasız zulümleri Kürdistan’da beli kırılması planlanan özgürlük hareketine, Kürt halkının gerçek temsilcilerine atılım fırsatı yaratacaktır. Bu ise AKP hükümetinin seçimlerden gerileyerek çıkmasını sağlayacak, halklarımız karşısında attığı adımların daha dengeli olması gerektiği uyarısını yapacaktır.
Ordunun siyasal imlalarının etkisizleştirilmesi, AKP hükümetinin gerilemesi ülkemiz içinde gelişecek özgürlük ve demokrasi kazanımlarının artması aynı zamanda bölgemizde oynanacak roller içinde önemli olacaktır. Bu veriler ortamında bölgemizde saflar yeniden şekillenirken, takınılacak her tutumun bölge halklarına ileteceği önemli mesajlar olacaktır.
Bu seçim süreçleri içinde bölgemiz ülke iç sorunlarını sağlıklı olarak aşmış, halkının taleplerine uyumlu dış politikalar üretebilmiş ülkelerin, eşitlik koşulunda, barış ve ortak paylaşım ilkeleri etrafında bölgemize yönelik, kıyım ve yıkım projelerinden kurtulmayı ve hep birlikte kazanma sürecine katkı sağlayabilirler.
Bölgemizin verileri kimlerin gerilediğini yeterince açık olarak göstermektedir. Emperyalistler ve onların her tür soy ve boydan işbirlikçileri büyük bir kırılma ve gerileme içindedir. İlerleyenlerde bellidir. Bölge halkları ve onların direnmede kararlı olan etkinlikleridir. Bu etkinliklerin hangi parametrelerle halkı kazandıklarının öneminden çok halkların çıkarı için sunabildikleriyle ilgili bir değerlendirme perspektiflerimizin temel yönelimlerini oluşturmalıdır. Bölgemizin dini hareketlerini bu açıdan birer siyasi hareket olarak algılamayı bilmek ve buna göre ilişkilerimizi belirlemek en sağlıklı yol olacaktır.
Dini referanslar dünyayı yorumlama ve değiştirmede tarihin hiçbir döneminde temel ölçü olarak alınmamıştır. Din referanslı her hareket tarih içinde dünyevi ölçüler içinde takındığı siyasal tutumlarla var olmuş ve buna göre yeri belirlenerek ona karşı tutum alınmıştır.
Bir dönem bu referanslarla emperyalist kuklalığını ifa edenlerin dünyevi siyasal ölçekleri gericilikti. Bugün aynı referanslarla siyasal birer hareket olarak emperyalizme karşı direnenlerin dünyevi siyasal algıları halkın çıkarlarıyla kesişmektedir. Bu ise olumludur, normaldir ve dikkate alınmayı gerektirmektedir.
Bu süreçte sol bir mevtadır. Sol politikasızdır. Boş bir çuval gibidir Ne dünya ne bölge olaylarıyla ilgili ciddiye alınacak bir söylemi yoktur. Milliyetçidir, ulusalcı verilerle, yerli yerine bile oturtamadığı, ayakları havada, soyut bir sınıf mücadelesi söylemiyle nereye gideceğini bilmemektedir. Ülkemizde sol kimliksizdir kendini artık tanımlayacak halde değildir. Farklılıklara karşı ırkçılığa varan refleksleriyle halkın dışına çıkmıştır.
Bu sol Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı milliyetçi kin duygu taşıyanlarla tıka basa doludur. Böylesi bir var oluşun halk nezdinde kıymeti itibarının olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Solun ülkemiz siyasal sahnesinde yarattığı boşluğun kimler tarafından doldurulmakta olduğunu söylemek ise çok daha acıdır.
Davos’taki söz düellosunun bölgede yarattığı etkiler bu açıdan dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Siyasal mücadele, ortak ülke ve bölge ortamında daha iyisini yapma ve halkın daha çok kazanmasını sağlama mücadelesidir. Halkı kazanmanın yolu da buradan geçer. Dünyayı yorumlama ve değiştirme yönelimlerine inanmadığımız karşıtlarımızın halkımız için ortaya koydukları kazanımları yadsımadan, onlardan daha iyisini daha tutarlısını daha köklüce yapmak için mücadele etmeliyiz.
30 Ocak 2009
29 Ocak 2009’da Davos’ta R.Tayip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Perez arasında sert bir tartışma gündeme geldi. Etkisi ve anısı uzun yıllar zihinden silinmeyecek bir tartışma oldu. İsrail Siyonizminin Nazi katliamlarına karşı uluslar arası bir platformda ilk kez böylesi sert bir tutumu ortaya konmaktaydı. Araplar bile böylesi bir cüreti göstermeye hiç bir zaman yanaşmamıştı. Bu tutum takınılması bölgemizde oynanmak istenen rollerle ilgili önemli mesajlar taşıyordu.
Eğri oturup doğru konuşalım. R.T Erdoğan tartışmasız doğruları dile getirdi. Ortaya koyduğu sert tutumla da samimi olduğunu yansıttı. “Diploması dili” denilen şekilsiz, onursuz, “ehveni şer”ci dilin İsrail’le ilişkide bir kıymeti itibarının olmaması da göz önüne alınınca Erdoğan’ın ortaya koyduğu tutum isabetliydi. BM kararları dahil insanlığın ortaya koyduğu hiçbir erdemli tutuma onay vermeden kendi Nazi barbarlığını her an dayatmayı bir üstünlük, “tanrının seçilmiş ulusu” olma edasıyla sürdüren İsrail’e karşı ortaya konan bu tutum, uzun yıllar konuşulacak Türkiye açısından önemli bir puan olarak ortaya konmuştur.
Erdoğan, İsrail’i doğru tanımladı; “insan katletmekte çok başarılı” olduğu belirtilerek “Gazze’de yaptığının bir insanlık suçu” olduğunu dile getirdi. “Panelde söz hakkının adil olmadığını, moderetörün Perez’e 25 dakikalık konuşma hakkı tanımasına karşın Türkiye başbakanının konuşmasını 12 dakikayla sınırlandırıldığı”nı dile getirerek tepki gösterip paneli terk etmesi, önemli bir tutumdu. Perez’in konuşmasını yüksek sesle yapmasına da değinen Erdoğan, Perez’e dönerek “sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojinizle ilgilidir“ demesi. Paneli sona erdirmesi kadar dünya haber ajanslarına bomba etkisiyle inen bir veri oluşturuyordu. Bu veri haber olmanın çok ötesindeydi. Bu verinin Türkiye’nin bölgede oynamaya hazırladığı rollerle de ilgili derin bir anlama sahipti.
Bu satırların yazarı bu paneli aynı anda TV’lerden takip etmekteydi. Bu sert konuşmanın bir düello gibi olduğuna, el ve kol hareketleriyle de oldukça tırmandığına şahitti. O an vardığım sonuç bu konuşmanın Arap alemine bir bomba etkisi yaratacağını gösteriyordu. Nitekim yorumlar akıp gelmeye başlayınca yanılmadığımı gördüm. Arap haber ajansları ve TV haberleri konuyu enine boyuna uzak-yakın anlamlarıyla ela almaya başlamıştı.
İlk yorumculardan biri, aynı panelde oturan ve Erdoğan’ı konuşması dolaysıyla tebrik eden Arap birliği başkanı Amru Musa’nın neden dönüp yerine oturduğunu, neden Erdoğan’ı takip edip paneli terk etmediğini sorguluyordu. Bu nedenle de Arap birliğinin işlevsizliğine, silik varlığına ve başkanı Amru Musa’nın panelde kalmasını onursuzluk-erdemsizlik gösterisi olduğuna ilişkin sert eleştiriler yöneltiyordu. Arap halkı adına utanç verici bir tutum takınan Arap liderlerine karşı Erdoğan’nın tutumunu onaylıyordu.
Arap izleyici Erdoğan’ın tutumunda kendi onurunun, kendi içsel tepkisinin dile gelişini gördükçe okyanuslardan Hindistan’a kadar bir bütün olarak Arap ve İslam alemi içinde Türkiye’nin yeni açılımlarına önemli bir dinamik katıyordu.
Dakikalar ilerledikçe gelen yorumlar dalga dalga yayıldı. Yorumculardan biri Erdoğanı Başkanlık süresi bitmiş olan Mahmut Abbas yerine “Filistin halkının Başkanlığına aday olmasını öneriyorum” demesi, sokaklarda Türkiye lehine oluşan havayı anlatması açısından önem taşıyordu. Bölgemizin demokrasi ve özgürlük umutları açısından dini referanslı bir Başbakanın kazandığı bur prestij ciddi riskler taşımasına karşın Demokrasi güçlerinin işlevsizliği, silikliği Türkiye’yi bu güne kadar yöneten sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bölgemizden uzaklıkları, “bölgemizin sorunlarını bataklık” olarak adlandırıp ondan kaçışlarıyla oluşan boşluğu bu gün birileri gelip doldurduğunu gözlemliyoruz. Türkiye bölgemizdeki rolünü maalesef bu araçlarla oynamaya yelken açmış durumdadır.
Davos hadisesinin yorumlarında farklı seslerde yükseliyordu. İnal Batu gibi soğuk savaş dönemi diplomatlar “sözleri doğru olmasına karşın yöntemi yanlıştı” diye yorumladılar. Bu tür yorumlar “Diplomatik dil”, pragmatizm, mutedil olmak, arada bulunmak kimseden yana tutum takınmamak gibi, şekilsiz erdemsiz onursuz arada kalmakla zalimi mazluma karşı yalnız bırakan, insanlık erdeminin her boyutuyla çirkin bir çatışma halindeki tutumlar bir ülkenin kendi bölgesinde yabancılaşmasından başka bir şey getirmez. Sosyal demokratların, ulusalcı, ilkel milliyetçilerin yönelimlerini belirleyen bu tutumlar, güç karşısında teslimiyetin tutumları olarak belirmiştir. Soğuk savaş döneminin Persleri altında arada kalmakla sorunlu süreçlerden sorunsuz kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak bu tutumlar sonuçta Güçlünün tutumlarını onaylamaktan öteye bir sonuç getirmemiştir. Bu da tüm soğuk savaş dönemi boyunca Amerikanın kuklalığı demekti. Ülkemizin soğuk savaş dönemi boyunca oynadığı rolü hatırladığımızda bunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Bu tür yorumlar, bölgemiz saflaşmasında çirkin bir tarzda Siyonist İsrail devletinin terörü, Nazi katliam yöntemlerinin yanında olmak demektir. Nitekim solun her soy ve boyunda belirmeye başlayan Siyonistler bunu seslendirmekten geri kalmamaktadırlar. Sosyal demokratların tarihi ise bu konuda sabıkalarla doludur.
Erdoğan’ın gösterdiği tutum gerçekte Türkiye halklarının dile getirmek istediği tutumdur. Bunu her ne amaçla olursa olsun her Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının yaması gerekmektedir. Bu güne kadar bunu sol referanslı kimsenin yapamaması gerçekte solu ile bölgemiz ve sol ile ülkemiz gerçeği arasında bulunan derin fay hatlarına bir işarettir ki. Bu konu sol halkan kopuk bir kadro hareketini ötesine geçirmeyen özelliklerine de işaret gibidir.
Türkiye halkının ya da onun adına seçilmişlerin alması gereken onurlu davranışın hiçe sayan yorumlar, İsrail-Arap sorununun anlam ve mahiyetini olduğu kadar bundan mütevellit saflaşmada ülkemizi küçük düşüren bir yerde bulunmaktadır. Bu yanlış tutumlar ülkemizin bölgede hakkettiği rolü kısırlaştırmakla kalmıyor sol içinde Siyonistlerin düz alan üzerinde halklarımızın çıkarlarına aykırı olan İsrail’i aklama yönelimlerine daha da eğilimli olmalarını getirmektedir. Gerekçesi cürümünden büyük olan dini referanslı yönetimlerin desteklenmesi yerine ortaya sergilenmek istenen bu tutumlar, kendi yetmezliklerini, kendi eğri duruşlarını ve işlevsizliklerini, bölge ve halkımız nezdindeki sorumsuzluklarını örtmekten başka bir anlama da sahip değildir.
Paneli terk eden Erdoğan ardından bir basın toplantısı yaptı. Orada da görüşlerini tekrar etmekten çekinmedi ve İsrail’i bir kez daha “insanlık suçları işlemek”le itham etti. Devamla da “Tarihin ve siyaset biliminin Perez’i yalancı çıkardığını” dile getirdi.
Gece boyu süren gelişmeler, Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, Erdoğan’ı telefonla arayarak bu tırmanışı yatıştırmak üzere özür anlamana gelen “iki ülkenin ilişkilerinin bu tartışmadan yara almaması dileğini” belirttiği dile gelmiştir.
Bu gelişmeler 30 Ocak 2009 tarihi sabah itibariyle, Erdoğan’nın İstanbul’a dönüşü ve kendi çevresinden insanlar tarafından coşkuyla karşılanması, haber ajanslarına “Davos fatihi” olarak övülmesi, gerçekte bölgemizde Türkiye’nin oynamak istediği rol için önemli bir kazanç olarak gündeme gelmiştir.
Bu gelişmeler ülkemiz demokrasi güçlerinin hoşnut olacağı gelişmeler değildir. Ancak demokrasi güçlerinin ektiklerini biçmekte oldukları gerçeği, halkın iradesi karşısında onarılması güç gerilemeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken veriler olduğunu göstermektedir.
Bu noktada olayın haber yönü bitmiştir.
SOĞUK SAVAŞTAN BU GÜNE
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Bu haberin arka palında, daha sonra gelecek çok önemli etkilerin bulunmaktadır. Bunların başında da hızla önemsenmeye başlanan, Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rol ve bunun gerektirdiği tutumlar bulunmaktadır.
Bölgede Türkiye’nin rol oynama çabaları eskiyi dayanır. Osmanlı egemenlik yıllarının işgal ve istilalarla süren varlığı bir yana, Osmanlının son dönemleri bölgede oynanmak istenen rolle ilgili girişimlerin her zaman “İslam birliği” adı altında ve İslamcı referanslarla olduğu görülmüştür. Bu bir yanıyla zorlama bir yanıyla da bölge gerçekliğinin verileriyle belirlenmiş bir güzergah gibidir. Dün olduğu gibi bu günde aynı güzergah üzerinden yürünmekte, birileri bir koltuk değneğiyle bir yerlere ağır aksak da olsa yürümek durumunda olmaktadır.
Bir başlangıç noktası olması itibariyle bu çabaları Osmanlının I. Dünya savaşına girişine neden olan Osmanlı Alman gizli anlaşmasıyla başlamayı uygun gördüm.
1996 yılında basına yansıyan bu gizli anlaşma 10 Kasım 1914 tarihi taşımaktadır ve Almanya’nın Osmanlıya vereceği 5 000 000 ( beş milyon) Mark, düşük faizli kredinin 5 maddesini içermektedir. Anlaşma, Alman tarafı adına Dar Saadet (Osmanlı) sefiri Baron Wagenheim ile “Hüküme-i seniye-i Osmaniye nam ve hesabına hareket eden Edirne Mebusu, Dahiliye Nazır Vekili Talat Beyefendi Hazretleri”nin imzasını taşımaktadır.
Bu anlaşmada iki dost ülkenin karşılıkla kredi alış verişi dışında hiçbir belirti yok ama anlaşmanın ertesi günü 11 Kasım 1914 tarihiyle birlikte gelen “Cihad-ı Ekber” fetvası, bu alış verişin hiçte masum olmadığını gösterdi. Osmanlı savaşa giriyordu ve cihad çağrısını şeyhülislam aracılığıyla bir fetvayla onaylıyordu. Padişah V. Mehmet han, “orduma, Donanmama ..” diye başlayan fetvası İslam alemini halife sıfatıyla bu savaşta Alman imparatorluğunun arkasında, İngilizlere karşı savaşa çağırmaktan başka bir şey değildi. O gün buna “Alman malı cihad “ adı verilmişti.
Fetvanın yazımında Teşkilatı Mahsusiye’nin önemli bir elamanı yer almıştı. O da Saidi Nursi idi. Alman taraftarlığı öyle bir boyuttaydı ki İmparator II. Wilhelm İslam aleminin korucusu hatta gizli Müslüman olarak propaganda edilmesi gündeme gelmekteydi. Bu çevrenin içinde İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif’in, Almancılığı şiirlerine öylesine sinmiş öylesine ağdalı hale gelmiş ki daha sonra yazdığı istiklal marşında yer alan “ korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği şey, alman övgüsü karşısında hafif kalan bir tanımlamaydı.
Osmanlı yıkıldı. Bu çabaları da sonuçsuz kaldı. İslam alemi 20.yy değerleriyle ulusal bir uyanış ve özgürlük mücadelesi sürdürdü. İngiliz Fransız etkisiyle de olsa bunun için adım attı. Osmanlı aklı bunu bir ihanet arkadan vurma olarak dile getirdi bunun izlerini de bu güne kadar böylece taşıyıp durdu; “Araplar hain millet, arkadan hançer vuranlar” diye aşağılandı. Oysa Araplarında tarih sahnesinde, tarihlerinden gelen yoğunluklarıyla bağımsız yaşama hakları vardı ve bu hakları elde etmek için her yolu seçme özgürlüklerini kullanmalarına kimsenin bir kulp takmaması gerekirdi. İslam’ı siyasetlerinin aracı olarak kullanmak isteyenlere, bir başka alandan aynı yöntemle cevap verilmişti. Osmanlının alman cihadına, İngilizlerin Arap cihadı karşılık düşmüştü. Birine hak olan diğerine neden hak olmasın…
Bu süreç II. Dünya savaşı arifesinde de yeniden küllerinden doğup pazarlanmaya başlandı. Alman Nazi hareketinin yükselişini takiben dünyada yaygınlaşan dini algılar, vekalete tanrından alınmış “misyonlar”a destek olarak kendini gösterdi. Hitlere Katolik kilisenin başı Papa XII. Pius tarafından sunulan destek, İspanya’da Franko kuvvetlerinin kutsanması, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin İngilizlerin Yahudi yerleşimcilere çanak açan tutumuna karşı gösterdiği tepki, kaçışı ve Hitler Almanya’sına sığınarak fetvalar yapması, Türkiye’de aynı süreçte Cevat Rıfat Atilhan gibilerin Nazi yanlısı çabalarıyla oluşun b.ir tablo vardı. Bu tabloda Türkiye Alman esintisi inanç düşmanlıkları ve etnik düşmanlık birlikte yürüyordu. Türkiye ikili oyununda, emperyalist çıkarların petrol alanlarının denetimi için bölgemizde sürdürdüğü ayrışmada din yine en önde yürüyen bir siyasal araç olmuştu.
Ancak bölgemiz İngiliz ve Fransız mandası altında Türkiye’ye bırakacağı bir rol yoktu. Bu sürede Türkiye’nin dini aracını içte en pervasız yöntemlerle kullandığına tanıklık yapmaktayız. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası bardaktan boşalırcasına ortaya konmaya ve bölge üzerinde süre giden emellerin çatışması olarak belirlemeye yöneldi. Bu dönem 1990’lara kadar sürecek soğuk savaş dönemiydi.
Türkiye orta-doğuda rol oynaması çok güç bir ülkedir. Bunun derin tarihi nedenleri 400 yıllık feodal bir barbarlığın bölgeyi karanlık ortaçağ yöntemleriyle hükmü altına almış olmasından ve Arap uyanışının temsil edildiği Mısır gibi bir ülkeyle olan kadim sürtüşme ve rekabetinden kaynaklanır. Kavalalı M. Ali paşa ve oğullarıyla olan sert rekabet süreci Osmanlı’nın son döneminde bölge üzerindeki etkisinin önemle kırılmasını getirmiştir. Osmanlı sonrası süreçte ise bu kırlıma devamla I. Dünya savaşı ve sonrası, II dünya savaşı ve sonrası soğuk savaş sürecinin tümünde kendisini açıkça belirginleştirmiştir.
II. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş ortamı Türkiye için çok daha talihsiz bir dönemdi. İkinci dünya savaşı öncesinden başlayan anti-komünizm çabaları “Dinler arası diyalog” adı altında ve “tek dünya devleti” söylemleriyle iç içe yürümüştür.
Bu adamın isim babası, Kasım 1933 – Mayıs 1936 yılları arasında Amerika’nın Rus büyük Elçiliği görevini gören ve “Soğuk Savaş” önermeleriyle, II. Dünya savaşı sonrası dönem dünya ilişkilerini belirleyin siyasal yönelimlerin öncülüğünü yazdığı “The Great Globe İtself” adlı kitabıyla yapana William Christian Bullitt’tir.
Sovyetlerin bir yeşil kuşakla İslam kuşatması altına alınması ve bu amaçla “dinler arası diyalog” söylemleriyle gerektiğinde İslam ordularıyla ezilmesini ön görmekteydi. Tanrının yeryüzündeki emirlerini artık Amerika icra edecektir. Tüm dinlerin önderidir Amerika. Tanrı tanımaz komünizmi yeryüzünden silip atmak için dünyayı tek bir “federal dünya devleti“olarak algılamak ve bunun içinde ulusal ve bireysel her şeyi eritmek gereklidir. Bullitt, “Üçüncü dünya savaşı Orta-doğuda çıkacaktır” dedikten sonra, Hitleri tanrı adına kutsayıp destekleyen Papa XII.Puis’in savaş sonrası Amerika’yı kutsayan şu sözlerini öne çıkarıyordu. “ Amerikan milleti parlak atılımlar yapmak için yaratılmıştır. Tanrı acı çeken insanlığın yazgısını Amerikalılara emanet etti” ( W.C.Buillitt. Age)
Bu mantık Türkiye için bölgesel dini bir federasyon öngörmüştür. Bu ise Türkiye cumhuriyetinin Yeni Osmanlı olmasından başka bir şey değildi. Bullitt’in temel görüşleri sonraki tüm ABD yönetimleri tarafından bin bir gerekçeyle dayatılan bölgenin kontrolüyle ilgili biçilen rolü bu doğrultuda seyretmiştir.
Bu çabaların sivil alandaki destekleri de Hitlerin Nazi girişimlerini desteklemek üzere yola çıkanların çabalarıyla yürümüştür. 1930 Amerika’sında Evangelist Oxford Grup lideri Rahip Frank Buchman, Hitler’in başarısı için çırpınan ve Amerika’nın zenginlerini bu yönde sivil etkinlik olarak istihdam edenlerin başında geliyordu. “ Manevi silahlanma” bu çevrenin stratejisiydi. Hedef dünyanın tüm dinlerini bir araya getirip komünizm tehlikesine karşı savaşa sürmekti. Bu savaş enerji yollarının korunma altına alınması, enerji kaynaklarının emin bir şekilde emperyalist ülkelere taşınması ve bunun için dünyanın tüm dinlerinin tanrıdan aldığı vekaleti öne sürmekti.
Bu sürece Türkiye en erken çekilen ülkeydi. Hitler hayranı Rahip Buchman yakın arkadaşı Mehmet Emin yalman ve fener Patrik’i Atenagoras’nin Eyüp camine gidip dua etmeleriyle başlatılan “Manevi seferberlik” bu sürecin hangi teamüllerle yürüyeceğine işaret ediyordu. CHP İnönü önderliğinde 1947 yıllarında okullarda din dersi eğitimiyle ilgili hazırladığı tasarı, 27 Aralık 1949 tarihinde Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “kültür anlaşması” ardından, 1 Mart 1950 yılında TBMM’den geçerek onaylanır. Süreç artık engelsiz tırmanacaktır.
Evangalistlerin ışık evleri, Fethullah Güven’in Nurculuğundaki “Nur” evleriyle kesişerek, “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” (1963) “dinler arası diyalog”ların ne işlevler için çalıştığını gösteriyordu.
Şeyhliği 1930’da ölen Küçük Hüseyin Efendi’den Arusi şeyhi Ömer Fevzi Mardin (görüşlerini daha çok, Münir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi çakmak gibi yüksek bürokratlar arasında yayıyordu) Avengalist kilise rahiplerine benzeyen modern giyimli din adamları olarak Amerika için şunları yazıyordu: “ Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah’ın birlik bayrağını çekerek Miletlerin kurtuluşuna çalışıyor…
Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkanlı millet Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir.” (6 Eylül 1946 tarihli bir mektubundan. Aktaran Cengiz Özakıncı “ Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘Yeni-Osmanlı’ tuzağı. s: 112-113)
Bu çevrenin Amerikancılığı “Mesih=Amerika” denklemine kadar uzanmış ve bu yolda, “Varidat-ı Süleyman” adlı bir semavi kitap daha ihdas ederek Enis Behiç Koryürek peygamber bile ilan edilmiştir. Bu sahte peygamberler devri böylece açılarak bu güne kadar gelen bir dizi soytarının kendini Peygamber olarak ilan etmesine kapılar aralanmıştır.
DP dönemi bu süreci sonuna kadar zorlayacaktır. Said-i Nursi’nin 12 Nisan 1957’de Cumhuriyetin kuruluş palanına tamamen aykırı olan bir askeri birliğinde kurulacak olan “tugay Camii”ne temel atması için daveti din algılarının hangi yönde nereye kadar vardığına önemli bir işarettir. Bu süreci doğal olarak bölgede üstlenilen siyasal, askeri ve sosyal rollerde takip ediyordu. Türkiye’ye biçilen yeni Osmanlıcılık rolü tüm çirkinliğiyle kendini gösterdikçe, bölge halklarının Türkiye’yi bölgenin bir yerli varlığı olmaktan çok bir diş işgalci ve tehlikeli varlık olarak algılaması tüm çıplaklığıyla görünüyordu.
İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin olması, İsrail’le süren gizli ilişkiler ve anlaşmaların ardı sıra yapılması, 1958 Lübnan iç karışıklıklarında İncirlik üssünün Arap halkının çıkarlarına aykırı olarak kullanılması, bunun İsrail Arap savaşlarında kaba ve hoyratça bir taraflılıkla devam etmesi. Cezayir sorununda Fransız tarafında yer alınması, Sadabat paktı, SENTO gibi bölgede emperyalizmin uşaklığından başka bir anlamı olmayan ittifakların başrol oyunculuğuna bir kukla olarak soyunmak. Bu ve benzeri konumlar Ülkemizi bölgemizin gerçeğinden koparan kendi çıkarlarına da aykırı, tarihine, gelecek nesillere miras bırakacağı her türden değere bir ihanet olarak ortaya konmuştur. Bu süreçte Komünizme karşı olmak adına, kurulan üsler, casus uçaklarının platformu olmak, ordu ve yönelimlerini bu çerçevede stratejik olarak yönlendirmek ve bundan kaynaklanan sonuçlar konumuz dışı olması itibariyle üzerinde tekrardan durmayacağız.
Bu tehlikeli sürecin son halkaları 1980 sonrası dönemlerde geliştirilmiş, 2003 Irak işgaliyle oluşan yeni bölge konjonktürünün aldatıcı etkileri altında ise bir intihar girişimi olarak yeni Osmanlıcılık parlatılmaya çalışılmıştır. Bölgenin haritası yeniden çizilecek, yeni, küçük ve daha çok devlet ortaya çıkacaktır. Bu süreçte “Türkiye bir koyup üç almalıdır” denilmiştir. Bu siyasetler Türkiye’yi bu süreçlere kışkırtanları bile ürkütecek bölge halklarının tepkisiyle karşılaşmıştır: bu açıdan Amerika başta olmak üzere tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ikircimli oyunlarla Ülkemizin bölgeden alabildiğine koparılmaya, tarihten inanç birliğinden gelen etkinliklerini sıfırlamaya çalışmıştır.
Türkiye’yi bölge gerçeğinden koparım pompalanan vehimlerle onu “lider” edalarına sürükleyerek altını boşaltan emperyalist siyasetler, Türkiye’yi bölgenin bir düşmanı, bir kukla olarak lanse etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu süreçte ulusalcıların, sosyal demokratların batı ya teslim olmuş ruhları ve ondan üreyen parametreleri Türkiye’yi bölgenin yabancısı olma konusunda uğradığı tecridi katmerleştirmiştir. Türkiye, bölgede hiçbir rol oynayamaz yabancı kuklası bir ülke olarak görülmüştür.
Türkiye’yi bu konuma iten Amerika’ydı. Amerika kendi kuklasının tecridini derinleştirirken Arap alemi içinde böl yönet yöntemleriyle yandaş topluyor bu yandaşlar da Türkiye’yle hiçbir zaman barışık olmayan Arap ülkelerinden oluşuyordu. Çirkef bir politikanın girdaplarına alınmış olan ülkemiz ardı sıra gelen hükümetlerin basiretsizliğiyle bu batağın daha çok yaygınlaşmasına emperyalistler adına hizmet ediyordu. ABD Araplarla derin bağlar kurdukça tanık olduğu tepkiler, Türkiye’ye Araplarla ilgili bir önderlik rolünün verilemeyeceğine kesin kanatlar oluşturuyordu. Bu eğilim mısır ve Suudi Arabistan gibi gericiliğinde çıkarına ve rağbetlerine cevap veren özeliktedir. Bu yanıyla Türkiye’nin bölge sorunlarında yer almasına kırmızı bir sınır oluşturulmuştu ve bu sınır bu ülkelerce hala yürürlüktü olmaya devam etmiştir. Kuklalara bölgede yer yoktu bunu yine kuklalar söylüyor ve hayata geçiriyordu. ABD İsrail’in kararlı savunucusu olarak Arap alemine çektirdiği acılara rağmen Türkiye’nin bu kuşatmayı kıracak kadar ileriyi görebilecek bir diplomasisinin olmaması ülkemizin düştüğü gülünç kısırlıklara da bir göstergedir. Soğuk savaş diplomasisi işte tas tamam budur. Davos’taki söz düellosuyla ilgili sosyal demokrat diplomatların yorumları bu dönemden çıkmamış düzeysizlikleri gösteriyordu.
Bu makus kadere boyun büken ülke, bir savaş tehlikesi ardından kendine gelmeye yöneldi. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkışıyla başlayan süreç, Hafız El Esad’ın ölümünü fırsat görerek teziyeye koşulması Türkiye’nin bölgede kendine farklı bir rol aramasıyla önemli bir boyut kazanmıştır (bu konuyu Türkiye-Suriye ilişkiler adlı makalemde tüm yönleriyle irdelemeye çalıştım bkz. http://www.mirural.blogspot.com/)
Hafız el Esad döneminin dengeleri değişmişti. Hafız el Esad döneminde bir general olan Hüsnü Mübarek Mısırın başına, Enver Sedat’ın ölümüyle birlikte geçişi, Suudi Arabistan’da kral Fahd’ın hastalığı süresince veliaht Abdullah’ın Suriye’yle iyi ilişkileri Arapların etkin bir troyka oluşturmalarına yol açmıştı. Bu üçlü uzun bir süre Arapların gücü (Mısır), mali kaynağı (Suudi Arabistan) ve siyasal etkinliği (Suriye) olarak rol oynamıştı. Bu üçlü döneminde, daha sonra zorlamayla yaratılan bir sorun olarak Suriye’nin Iran ilişkisi çok dengeli bir şekilde, kimsenin rahatsız olmayacağı süreçler içinde sürdürülmekteydi.
Ancak Genç lider Beşşar el Esad, babasının çok bilinmeyenli denklemler içindeki usta manevralarına karşın, gelip dayatan bölge savaşlarındaki tutumlarında gösterdiği kararlılık diplomatik sınırları çok zorluyordu. Irak savaşı ve ardından Suriye’ye yönelen tehdit, Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ve bunun Suriye’nin sırtına yıkılması, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve ardından gelen siyasal kaynamalar. Amerikanın bölgede gerçekleştirmek istediği tüm planların bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü ve Suriye’nin bu süreçte oynadığı direnme güçleri yanlısı politikası Arap üçlünün birlikte yürümesini daha fazla kaldıramazdı. Mısır ve Suudi Arabistan’nın Suriye’den kopuşuna, daha çok Amerikan yanlısı olmalarına, direnme güçlerine karşı İsrail’den yanan tutum takınmalarına, bunun için de Iran tehlikesinin “Şii atom bombası” söylemiyle pazarlanarak, bölgeyi yeni bir saflaşmanın eşiğine getirmiştir. Bu dağılma Türkiye’nin fırsatıydı.
Bölgemizde saflaşma öylesine ayan beyan hale gelmişti ki, Amerika bile artık Türkiye halklarını aldatamayacağı bir konumlanış içinde bölgede düştüğü bataktan kurtulma çırpınışlarına, can derdine düşmüştü. Arap-İslam alemine dolaysıyla bölgemizdeki sorunlarda etkin bir rol oynamak üzere Türkiye’nin girişi önünde duran en önemli iki etkin ülkenin oluşturduğu kuşatmanın dağılması gündeme geliyordu.
BÖLGEDEN OLMAK,
BÖLGEDE AKTİF BİR UNSUR OLARAK YER ALMAK İÇİN
YENİ DÖNEM.
Suriye Türkiye’nin önünü açtı. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkisinde üç temel sorun vardı. Su, güvenlik ve toprak sorunu.
Su sorunu basit bir anlaşmayla gerçek komşular olarak aldatmacasız adımlarla giderilebilirdi. Nitekim Demirel’in “yazın onlar bizden alırlar kışın ise biz onlara veririz” aldatmacaları üzerine kurulu dış politika demagojileri yerine iyi niyet ve komşulukla ilgili dostluk çerçevesinde bu sorun çözüldü. Suriye, Türkiye’de fazlasıyla olan Fırat nehrinden hakkı olan su miktarını aldı. 500 mtr küp/sn ve bu konu aşıldı.
Güvenlik sorunu sayın Öcalan sorunun çözülmesiyle birlikte karşılıklı olarak Adana anlaşmasıyla aşan iki ülke, topraklarında diğeri için hiçbir askeri faaliyete üs olmama kararı aldı. Türkiye’nin Müslüman kardeşlere üs olması, Suriye’nin PKK’ye üs olması olayı aşıldı.
Toprak konusu ise, karmaşık bir sorundu. Bu konuda varılan ortak algı anlaştığımız konuları öne çıkartmak anlaşmazlık konularımızı zamana erteleme yönünde sorunsuzca ele almak olarak belirlendi. Buna rağmen, bu satırların yazarının yakinen bildiği ve gözlemlediği ölçüler içinde, Suriye’nin Türkiye’den bir toprak talebi stratejisi yada politikası olmadığı yönündedir. Suriye bu yönde hiçbir zaman hiç bir çevreyle bir plan içinde olmamıştır. Hatay davasını bir kimlik, bir kültür sorunu çerçevesinde gören Türkiyeli devrimcilere karşı bile sert uyarılarla, Türkiye ilişkisinin bu nedenle zedelenmesini istenmediğini, topraklarını bunun için bir alan haline getirmeyeceğini belirtmiştir. Türkiye’den Suriye’ye akın akın gelen ticari, sosyal, kültürel etkinliklerde bu konunun esamisine bile rastlanmaması toprak konusunda Suriye’nin özgün bir plan içinde olmadığını yeterince açık etmiştir. Bu yanıyla olayı kavrayan Türkiye bu sorunu da geride bıraktığı izlenimi ortaya koymuş, iki ülke sağlıklı bir komşuluk ilişkisini yükselteme çalışmıştır.
Bu zemin üzerinde iki önemli gelişme olmuştur. Birincisi İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi olmuştur. İkincisi ise Suriye’nin Türkiye’yi, Madrid konferansından bu yana 16 yıldır kesik olan barış görüşmelerine Türkiye’yi aracı rolü oynamak üzere sürece katmasıdır. Bu adımlar Türkiye’nin hiçbir hükümeti tarafından kazanılmamıştı. Erdoğan hükümetinin yapısal verileri, kadroları, bölgeye ilişkin algıları ve kültürel etkinlikleriyle dini parametreleriyle bu sürece en uygun özelikleri gösteriyordu. Nitekim süreç Erdoğan’a bu fırsatı sağladı ve bu konuda önemli adımların atıldığı gözlemlendi.
Erdoğan geleneğinden geldiği Erbaka’nın İsrail’le ilişkilerde kırdığı potların riskleri altında yürüdü. Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı geniş bir alan ve çevrenin içsel tepkileri, rekabetin verdiği itimlerin de tehlikesi altında süreçte bir tırmanma yönelimi içindedir. Gazze’ye karşı İsrail savaşı Türkiye’yi ve Erdoğan hükümetinin politikasını sınamak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Türkiye bölgenin gerçekçi bir yerli unsuru olduğunu göstermek için, ABD politikalarına ve İsrail’e terörüne karşı, geçmiş Türkiye hükümetlerinin “diplomatik tarafsızlık” gibi onursuz ve erdemsiz siyasetlerinden kopmaya çalıştığını göstermesi için bir fırsat doğmuştu. Nitekim, bu adımı atmaktan çekinmemiştir. En azından Arap alemine önemli bir mesaj olarak yansıtmıştır. Gazze’de İsrail terörünün yaptığına en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. Bu adımlar geçmişte kalan Kukla Türkiye algılarını değiştiriyordu. Elbette ki bu algılar hala eski dirilikleriyle mevcuttur ve bir kırılma anında çok daha derinlemesine etki yapacak olumsuzlukları da içinde barındırmaktadır. Türkiye bölgede yer almak istemesin kendi bağımsız kararıyla, ülke ve halklarının bağımsız çıkarlarıyla belirledikçe bu süreçte aşılabilecektir.
Davos’taki söz düellosu bu gelişmeler üzerine gelip oturunca bir yapı taşı daha örülmüş olundu. Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bir kukla rolü olmaması gerektiği bir kez daha ülkemiz halklarının gözü önünde belirginlik kazanıyordu.
Erdoğan’a puan kazandıran bu tutumlar Arap aleminin günlünü fetheden bir Türkiye imajına hizmet ettiği kadar, Türkiye halklarının bölgede hakkettiği tutumların ne olduğuna da bir gönderme sayılabilir. Ancak bunun gerçekliğini zaman sınayacaktır. Halkların birbirine inanması birkaç parlak sözle gerçekleşmez. Tutumların gerçekçi olması, bir devlet politikası haline gelmesi ve sürekliliğinin olması gerek.
AKP ve bu devlet bunu başaramayacaktır. Objektif verileri bu tutumların arkasında durup, kararlıca savunup, sürekli kılacak durumda değildir. Dünya saflaşmasında ekonomik ve siyasal olarak alınan yer bu devlete ve bu hükümete bu konuda kararlı olacak kadar şans tanımamaktadır.
Bu açıdan bakınca böylesi olumlu tutumlara bir gerekçe bulup karşı çıkmak anlamlı değildir. Tersine bu tutumları sürekli kılmak, derinleştirmek yönünde baskı yapmak doğru tutum olacaktır. Çünkü olumlu tutumları sürdüremeyenlerin çehresi kısa sürede açığa çıkacaktır. Olumlu tutumların gerektirdiği pratik adımları atamayan, onlarla ilgili yaptırımları gündeme koyamayanların açığa çıkması gündeme gelecektir.
Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Bu ise halkamızın gerçekleri görmesi, kimlerin doğru tutumlarla nereye kadar yürüyebileceğini bilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan, olumlu tutumlara tepki göstermek anlamlı değildir diyorum. Tersine bu tutumların arkasını getirmek için peşininin bırakılmaması gereklidir. Siyasi mücadelenin görevi de budur.
Erdoğan’ın bir süredir geliştirdiği ve olumlu yansımaları olan tutumları, bin bir bağla batıya bağlı olan verileri içinde kararlılıkla sürdürmesi ve bunların gerektirdiği derinliği sağlaması çok zordur. Bu tutumlar belli bir süreci geçiştirme, yaklaşan seçimlerde puan artırma, komşular üzerinde egemenlik taslama aracına yönelik olarak yapılıyorsa bunun sonucu büyük bir yıkım olacaktır. Türkiye bir türlü toparlayamadığı şüpheli konumuna bir kez daha batacaktır. AKP yönetimi bölge politikasında bu kırıma noktasında yürümektedir. Bunu aşması da çok güç görülmektedir.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.
Türkiye’nin ne liderlik ne de yeni Osmanlıcılık yönelimlerine ihtiyacı vardır. Türkiye iç sorunlarını aşacak daha çok özgürlük ve demokrasi süreçlerine ihtiyaç duyduğu kadar, bölgede de eşit taraflar olarak tüm komşularıyla demokratik bir ilişkiler çerçevesinde, barış içinde herkesin kazandığı bir sürece ihtiyacı vardır. Bunun içinde bölgeye yönelik emperyalistlerin tasallutlarına karşı dayanışmayı hedeflemesi gerekmektedir. Bu politik perspektifi olmayanların yaptığı olumlu çıkışlar arkasında durulamayan göz boyama çıkışları olarak algılanacaktır.
BÖLGENİN SON VERİLERİ
Bölge önemli bir dönemecin eşiğindedir. Bir sathı mail halindedir. Bölgenin son kesitinde ortayla çıkan her bir olayın hızla dönüştürülebilir olması için süren etkin çabalar bulunmaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik kıyım savaşı, 27 Aralık 2008’de başladı. Aceleleri vardı. 21 Ocak 2009 da Obama, Bush yerine yönetime geliyordu Bu süreyi sonuna kadar kullanmayı deneyecekti ve ayrıca seçim dönemi başlamak üzeriydi.
Mahmut Abbas, Filistin özerk yönetimi başkanlığı süreci bitmek üzereydi ve nitekim Gazze savaşı sürecinde de bitmiş (10 Ocak 2009 tarihi itibariyle) yetkisiz bir konumda koltukta oturur hale gelmiştir. Filistin genel seçimleri yaklaşmış, bunun direnme güçlerine katacağı taze güç ve yetkilerin olduğu belirgin hale gelmiştir.
Lübnan seçimleri, Lübnan siyasal dengesini direnme güçlerinin lehine derinden değiştireceği de bilinmektedir. Tüm veriler Lübnan’ın bölgede Mısır, Suudi Arabistan ve ABD etkisinden tamamen çıkacağını göstermektedir.
Irak seçimleri, emperyalistlerin bu ülkeye dayattıkları olumsuzluklardan sıyrılmak için atılmış bir adım olacağı ve yeni denem için bölgede daha sağlıklı amerikancı dayatmalardan daha uzak bir Irak7ın doğması için kapı aralayacağını göstermektedir.
Türkiye yerel seçimleri, özgürlük ve demokrasi güçleri için önemli bir atılım olanağı yaratıyor. Özellikle, Kürt halkına karşı AKP’nin takındığı tutarsız tutumlar, Ordunun pervasız zulümleri Kürdistan’da beli kırılması planlanan özgürlük hareketine, Kürt halkının gerçek temsilcilerine atılım fırsatı yaratacaktır. Bu ise AKP hükümetinin seçimlerden gerileyerek çıkmasını sağlayacak, halklarımız karşısında attığı adımların daha dengeli olması gerektiği uyarısını yapacaktır.
Ordunun siyasal imlalarının etkisizleştirilmesi, AKP hükümetinin gerilemesi ülkemiz içinde gelişecek özgürlük ve demokrasi kazanımlarının artması aynı zamanda bölgemizde oynanacak roller içinde önemli olacaktır. Bu veriler ortamında bölgemizde saflar yeniden şekillenirken, takınılacak her tutumun bölge halklarına ileteceği önemli mesajlar olacaktır.
Bu seçim süreçleri içinde bölgemiz ülke iç sorunlarını sağlıklı olarak aşmış, halkının taleplerine uyumlu dış politikalar üretebilmiş ülkelerin, eşitlik koşulunda, barış ve ortak paylaşım ilkeleri etrafında bölgemize yönelik, kıyım ve yıkım projelerinden kurtulmayı ve hep birlikte kazanma sürecine katkı sağlayabilirler.
Bölgemizin verileri kimlerin gerilediğini yeterince açık olarak göstermektedir. Emperyalistler ve onların her tür soy ve boydan işbirlikçileri büyük bir kırılma ve gerileme içindedir. İlerleyenlerde bellidir. Bölge halkları ve onların direnmede kararlı olan etkinlikleridir. Bu etkinliklerin hangi parametrelerle halkı kazandıklarının öneminden çok halkların çıkarı için sunabildikleriyle ilgili bir değerlendirme perspektiflerimizin temel yönelimlerini oluşturmalıdır. Bölgemizin dini hareketlerini bu açıdan birer siyasi hareket olarak algılamayı bilmek ve buna göre ilişkilerimizi belirlemek en sağlıklı yol olacaktır.
Dini referanslar dünyayı yorumlama ve değiştirmede tarihin hiçbir döneminde temel ölçü olarak alınmamıştır. Din referanslı her hareket tarih içinde dünyevi ölçüler içinde takındığı siyasal tutumlarla var olmuş ve buna göre yeri belirlenerek ona karşı tutum alınmıştır.
Bir dönem bu referanslarla emperyalist kuklalığını ifa edenlerin dünyevi siyasal ölçekleri gericilikti. Bugün aynı referanslarla siyasal birer hareket olarak emperyalizme karşı direnenlerin dünyevi siyasal algıları halkın çıkarlarıyla kesişmektedir. Bu ise olumludur, normaldir ve dikkate alınmayı gerektirmektedir.
Bu süreçte sol bir mevtadır. Sol politikasızdır. Boş bir çuval gibidir Ne dünya ne bölge olaylarıyla ilgili ciddiye alınacak bir söylemi yoktur. Milliyetçidir, ulusalcı verilerle, yerli yerine bile oturtamadığı, ayakları havada, soyut bir sınıf mücadelesi söylemiyle nereye gideceğini bilmemektedir. Ülkemizde sol kimliksizdir kendini artık tanımlayacak halde değildir. Farklılıklara karşı ırkçılığa varan refleksleriyle halkın dışına çıkmıştır.
Bu sol Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı milliyetçi kin duygu taşıyanlarla tıka basa doludur. Böylesi bir var oluşun halk nezdinde kıymeti itibarının olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Solun ülkemiz siyasal sahnesinde yarattığı boşluğun kimler tarafından doldurulmakta olduğunu söylemek ise çok daha acıdır.
Davos’taki söz düellosunun bölgede yarattığı etkiler bu açıdan dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Siyasal mücadele, ortak ülke ve bölge ortamında daha iyisini yapma ve halkın daha çok kazanmasını sağlama mücadelesidir. Halkı kazanmanın yolu da buradan geçer. Dünyayı yorumlama ve değiştirme yönelimlerine inanmadığımız karşıtlarımızın halkımız için ortaya koydukları kazanımları yadsımadan, onlardan daha iyisini daha tutarlısını daha köklüce yapmak için mücadele etmeliyiz.
İNKAR SENDROMUNDAN HAKİKATE..
Orhan Miroğlu
Savaş suçu işlemiş insanlar, suçu meşrulaştırmayı ve bu meşrulaştırma üzerinden de geçmişte işlenen insanlık suçlarını inkar etmeyi benimserler.
Uygun koşullar oluşup inkar sürecinin bittiği ve hakikatle yüzleşmenin başladığı zamanlarda ise, toplum bu sefer de inkardan, hakikati kabule giden süreçte derin travmalar yaşar.
Çünkü, böylesi tarihi dönemlerde, işlenmediği, asla gerçekleşmediği söylenen ve inkar edilen suçlar gizlenemeyecek bir şekilde ortaya çıkmakta ve suçun inkarı imkansız hale gelmektedir.
Türkiye'nin tarihinde inkar sendromları başlıca iki temel meselede baş gösteriyor.
Ermeni ve Kürt meselesi. Buna Kıbrıs -1974 hadisesini de ekleyebilirsiniz
Atilla Olgaç, Kıbrıs harekatına katılmış ve savaş suçu işlemiş biri. Olgaç, savaş suçlusu kimselerin pek öyle kolayca göze alamayacağı bir itirafta bulundu. Esir alınmış bir Rum askerini aldığı emir üzerine öldürdüğünü açıkladı.
Yaptığının bir savaş suçu itirafı olduğunun bile farkında değildi belki. Farkında olsa yapar mıydı, buna cesareti var mı Olgaç'ın, muhtemelen bundan hiçbir zaman emin olamayacağız . Bunca yıl sustuğuna bakılırsa, suçunu itiraf edecek cesarette olmadığı anlaşılıyor.
O halde durup dururken ve Kıbrıs'ta işlenen savaş suçlarının soruşturulması gibi bir mesele ağırlıklı olarak gündemde değilken, üstelik ortada ciddi bir yüzleşme ve hesaplaşma baskısı yokken, bu itirafı neden yaptı?
Onu kimse bu itirafa zorlamadı, herhangi bir baskı söz konusu bile değildi.
O halde, Atilla Olgaç 35 yıl sonra bir magazin programında hayatının bu önemli sırrını kamuoyuyla paylaşırken acaba ne düşündü dersiniz? Kullandığı sözcüklerden ve hikayeyi anlatırken bize hissettirdiği soğukkanlılığından anlıyoruz ki vicdanıyla hesaplaşan ve bu cinayetler nedeniyle yaşadığı travmalardan kurtulmaya çalışan bir halde değildi.
Gerçi uzun zaman et filan yemediğini söylüyor, ama ertesi gün sarf ettiği bu sözleri yalanlıyor. Ve aslında bu olaylardan sonra da normal bir hayat yaşadığını ifade eden sözler sarf ediyor. Kurduğu cümlelerde bir pişmanlık ifadesi söz konusu bile değil.
Peki o halde Olgaç, bu itirafı neden yaptı dersiniz?
Aklıma bir tek şey geliyor benim. Olgaç'ı bu günlerde inkar sendromundan kurtulmaya çalışan Türkiye'nin ortamı, derinden etkilemiş olabilir ve Olgaç, Güneydoğu'da ortaya çıkan hakikatler üzerine derinden düşünmüş olabilir..
Sezgin Tanrıkulu JİTEM'in işlediği beş bine yakın faili meçhul cinayetten söz ediyor. Askeri hiyerarşi içinde Güneydoğu'da işlenmiş bu cinayetlerle, yine askeri bir hiyerarşi ve emir-komuta zinciri altında Kıbrıs'ta işlenmiş cinayetler arasında muhtemelen bir fark olmadığını düşündü Olgaç.
Böylece de, insanların öldürüldükten sonra toplu mezarlara, kuyulara gömüldüğü ve kimsenin bu olup bitenlere 25 yıl boyunca bir şey demediği bir ülkede, 35 yıl önce, komutanının emrine uyarak önce bir, sonra on kişiyi öldürdüğünü söylemenin normal olduğu sonucuna vardı.
Suçun meşru görüldüğü bir ülkede, kendi suçunu meşrulaştırabileceğine inandı.
Üstelik öldürdükleri insanlar, ezeli ve ebedi düşman sayılan bir milletin mensuplarıydı!
Olgaç'ın vaktiyle savaş suçu işlediğine kimsenin pek bir şey dediği yok aslında.
Bir savaş suçunu itiraf edip Türkiye'yi sıkıntıya soktuğu için kızıyorlar ona. Türkiye'nin dışarıda başı ağrıyacak, AB süreci zarar görecek, işin sonu Lahey'e kadar uzanacak diyorlar.
Anlaşılan Olgaç'ın talihsizliği Kıbrıs'ın suçun işlendiği yer olması. Suç mahali Güneydoğu'da olsa daha kolay olurdu her şey.
Çünkü Olgaç belki bilmiyordu konuşurken, ama Kıbrıs'ta Rumlara karşı işlenen bir suçun hesabı yıllar sonra da sorulur. Ama Güneydoğu'da Kürtlere karşı işlenen suçun hesabı sorulmaz. Sorulacak gibi olduğunda, suçun failleri, 'bize bu da yapılır mı, ne yaptıysak vatan uğruna yaptık' diye kafalarına kurşun sıkarlar.
Sonra, bir Rum'un hayatı hem ulusal hem de uluslar arası hukukun güvencesi altındadır.
Ama bir Kürdün hayatı devlete emanettir. Devlet isterse yaşatır, isterse öldürür.
Ama Rumları öldürmek, Kürtleri öldürmeye benzemez.
Kürtlerin binlercesini öldürmek bile, şimdiye kadar uluslar arası bir davaya konu olmadı. Böyle bir suçtan kimse uluslar arası savaş suçlusu gibi bir muameleyle karşılaşmadı.
Yani Kürtler'in hayatı, sınırları içinde yaşadıkları devletlerin bir iç sorunu.
Bizim devletimiz de dahil, bu devletler istediğinde istediği kadar Kürdü öldürebilir.
Susurluk Raporunu hatırlayın. Devletin, bir etnik grubu kısmen veya tamamen yok etmek için sistemli olarak işlenen suçlar kapsamında olan bir takım suçları işleyebileceğini teyit ediyordu bu rapor. İtiraz sadece bu suçların öyle ulu orta işlenmiş olmasınaydı.
Dünya böyle işte. İstediğin kadar Kürt öldür, hesap soran olmaz sana. Bu dünyada Kürt öldürmek kadar kolay bir şey yok çünkü. Ama Rum öldürmek bu kadar kolay değildir, hesabı sorulur bir gün.
Bu ülkede, Kürtler 1990'dan bu yana o kadar çok öldürüldüler ki, gün geldi bu ölümlerin ortasına doğan ve büyüyen çocuklar yanlarında ne babalarını ne amcalarını, ne ablalarını ne de ağabeylerini göremez oldular. Babasız, ablasız, abisiz, amcasız bir aile hayatı normal değildi tabi.
Bunu anlayan çocuklar, gidenlerin bir gün geri döneceklerine dair kendilerine anlatılan masallara inanmayıp, akılları, olup biten her şeye ermeye başladığında sorup duruyorlardı annelerine: 'Biz neden bu kadar öldük anne? Babam ölüyor, amcam ölüyor, dedem ölüyor, biz neden bu kadar çok ölüyoruz anne!'
Ne bu devletin, ne bu dünyanın Kürt çocuklarının sorusuna verilecek cevabı yok hala. Belki hiçbir zaman da olmayacak. Bu insanlık suçlarının hesabını sormaya yanaşmıyor kimse. İnkar sendromu sürüyor. Aygan'ın anlattığı hakikatler bile fazla geliyor. Aygan'ın anlattıkları karşısında bozguna uğramış gibiler . Köşe yazarları böyle giderse, Güneydoğu'da savaşacak yeni kahramanlar bulunamayacak diye endişe içinde yazılar yazıyorlar.
Kimileri devlete çağrı yapıyor, şu işleri bir de devlet anlatsın diye.. Devlet bildiği gibi anlatınca bu işleri, Aygan ve onun gibiler, kafaları karıştıramayacak, buna inanmamızı istiyorlar..
Oysa Türkiye'nin inkar sendromundan bir türlü kurtulamaması ve hakikate itiraz etmesinin asıl problemi şurada: Suçu işleyenlerin içlerinden, 1915'te işlenen suçu kabul edip, inkar etmeyen Talat Paşa ayarında cesur bir insan henüz çıkmadı.
Aygan'a kim inanır ki, Ruşen Çakır'a konuşan, M. Ali Birand bile inanmadıktan sonra!
M. Ali Bey, çok haklı, Aygan'ın anlattıkları yetmez bize, suçu inkar etmeden hakikati anlatacak bir Paşa lazım.
Savaş suçu işlemiş insanlar, suçu meşrulaştırmayı ve bu meşrulaştırma üzerinden de geçmişte işlenen insanlık suçlarını inkar etmeyi benimserler.
Uygun koşullar oluşup inkar sürecinin bittiği ve hakikatle yüzleşmenin başladığı zamanlarda ise, toplum bu sefer de inkardan, hakikati kabule giden süreçte derin travmalar yaşar.
Çünkü, böylesi tarihi dönemlerde, işlenmediği, asla gerçekleşmediği söylenen ve inkar edilen suçlar gizlenemeyecek bir şekilde ortaya çıkmakta ve suçun inkarı imkansız hale gelmektedir.
Türkiye'nin tarihinde inkar sendromları başlıca iki temel meselede baş gösteriyor.
Ermeni ve Kürt meselesi. Buna Kıbrıs -1974 hadisesini de ekleyebilirsiniz
Atilla Olgaç, Kıbrıs harekatına katılmış ve savaş suçu işlemiş biri. Olgaç, savaş suçlusu kimselerin pek öyle kolayca göze alamayacağı bir itirafta bulundu. Esir alınmış bir Rum askerini aldığı emir üzerine öldürdüğünü açıkladı.
Yaptığının bir savaş suçu itirafı olduğunun bile farkında değildi belki. Farkında olsa yapar mıydı, buna cesareti var mı Olgaç'ın, muhtemelen bundan hiçbir zaman emin olamayacağız . Bunca yıl sustuğuna bakılırsa, suçunu itiraf edecek cesarette olmadığı anlaşılıyor.
O halde durup dururken ve Kıbrıs'ta işlenen savaş suçlarının soruşturulması gibi bir mesele ağırlıklı olarak gündemde değilken, üstelik ortada ciddi bir yüzleşme ve hesaplaşma baskısı yokken, bu itirafı neden yaptı?
Onu kimse bu itirafa zorlamadı, herhangi bir baskı söz konusu bile değildi.
O halde, Atilla Olgaç 35 yıl sonra bir magazin programında hayatının bu önemli sırrını kamuoyuyla paylaşırken acaba ne düşündü dersiniz? Kullandığı sözcüklerden ve hikayeyi anlatırken bize hissettirdiği soğukkanlılığından anlıyoruz ki vicdanıyla hesaplaşan ve bu cinayetler nedeniyle yaşadığı travmalardan kurtulmaya çalışan bir halde değildi.
Gerçi uzun zaman et filan yemediğini söylüyor, ama ertesi gün sarf ettiği bu sözleri yalanlıyor. Ve aslında bu olaylardan sonra da normal bir hayat yaşadığını ifade eden sözler sarf ediyor. Kurduğu cümlelerde bir pişmanlık ifadesi söz konusu bile değil.
Peki o halde Olgaç, bu itirafı neden yaptı dersiniz?
Aklıma bir tek şey geliyor benim. Olgaç'ı bu günlerde inkar sendromundan kurtulmaya çalışan Türkiye'nin ortamı, derinden etkilemiş olabilir ve Olgaç, Güneydoğu'da ortaya çıkan hakikatler üzerine derinden düşünmüş olabilir..
Sezgin Tanrıkulu JİTEM'in işlediği beş bine yakın faili meçhul cinayetten söz ediyor. Askeri hiyerarşi içinde Güneydoğu'da işlenmiş bu cinayetlerle, yine askeri bir hiyerarşi ve emir-komuta zinciri altında Kıbrıs'ta işlenmiş cinayetler arasında muhtemelen bir fark olmadığını düşündü Olgaç.
Böylece de, insanların öldürüldükten sonra toplu mezarlara, kuyulara gömüldüğü ve kimsenin bu olup bitenlere 25 yıl boyunca bir şey demediği bir ülkede, 35 yıl önce, komutanının emrine uyarak önce bir, sonra on kişiyi öldürdüğünü söylemenin normal olduğu sonucuna vardı.
Suçun meşru görüldüğü bir ülkede, kendi suçunu meşrulaştırabileceğine inandı.
Üstelik öldürdükleri insanlar, ezeli ve ebedi düşman sayılan bir milletin mensuplarıydı!
Olgaç'ın vaktiyle savaş suçu işlediğine kimsenin pek bir şey dediği yok aslında.
Bir savaş suçunu itiraf edip Türkiye'yi sıkıntıya soktuğu için kızıyorlar ona. Türkiye'nin dışarıda başı ağrıyacak, AB süreci zarar görecek, işin sonu Lahey'e kadar uzanacak diyorlar.
Anlaşılan Olgaç'ın talihsizliği Kıbrıs'ın suçun işlendiği yer olması. Suç mahali Güneydoğu'da olsa daha kolay olurdu her şey.
Çünkü Olgaç belki bilmiyordu konuşurken, ama Kıbrıs'ta Rumlara karşı işlenen bir suçun hesabı yıllar sonra da sorulur. Ama Güneydoğu'da Kürtlere karşı işlenen suçun hesabı sorulmaz. Sorulacak gibi olduğunda, suçun failleri, 'bize bu da yapılır mı, ne yaptıysak vatan uğruna yaptık' diye kafalarına kurşun sıkarlar.
Sonra, bir Rum'un hayatı hem ulusal hem de uluslar arası hukukun güvencesi altındadır.
Ama bir Kürdün hayatı devlete emanettir. Devlet isterse yaşatır, isterse öldürür.
Ama Rumları öldürmek, Kürtleri öldürmeye benzemez.
Kürtlerin binlercesini öldürmek bile, şimdiye kadar uluslar arası bir davaya konu olmadı. Böyle bir suçtan kimse uluslar arası savaş suçlusu gibi bir muameleyle karşılaşmadı.
Yani Kürtler'in hayatı, sınırları içinde yaşadıkları devletlerin bir iç sorunu.
Bizim devletimiz de dahil, bu devletler istediğinde istediği kadar Kürdü öldürebilir.
Susurluk Raporunu hatırlayın. Devletin, bir etnik grubu kısmen veya tamamen yok etmek için sistemli olarak işlenen suçlar kapsamında olan bir takım suçları işleyebileceğini teyit ediyordu bu rapor. İtiraz sadece bu suçların öyle ulu orta işlenmiş olmasınaydı.
Dünya böyle işte. İstediğin kadar Kürt öldür, hesap soran olmaz sana. Bu dünyada Kürt öldürmek kadar kolay bir şey yok çünkü. Ama Rum öldürmek bu kadar kolay değildir, hesabı sorulur bir gün.
Bu ülkede, Kürtler 1990'dan bu yana o kadar çok öldürüldüler ki, gün geldi bu ölümlerin ortasına doğan ve büyüyen çocuklar yanlarında ne babalarını ne amcalarını, ne ablalarını ne de ağabeylerini göremez oldular. Babasız, ablasız, abisiz, amcasız bir aile hayatı normal değildi tabi.
Bunu anlayan çocuklar, gidenlerin bir gün geri döneceklerine dair kendilerine anlatılan masallara inanmayıp, akılları, olup biten her şeye ermeye başladığında sorup duruyorlardı annelerine: 'Biz neden bu kadar öldük anne? Babam ölüyor, amcam ölüyor, dedem ölüyor, biz neden bu kadar çok ölüyoruz anne!'
Ne bu devletin, ne bu dünyanın Kürt çocuklarının sorusuna verilecek cevabı yok hala. Belki hiçbir zaman da olmayacak. Bu insanlık suçlarının hesabını sormaya yanaşmıyor kimse. İnkar sendromu sürüyor. Aygan'ın anlattığı hakikatler bile fazla geliyor. Aygan'ın anlattıkları karşısında bozguna uğramış gibiler . Köşe yazarları böyle giderse, Güneydoğu'da savaşacak yeni kahramanlar bulunamayacak diye endişe içinde yazılar yazıyorlar.
Kimileri devlete çağrı yapıyor, şu işleri bir de devlet anlatsın diye.. Devlet bildiği gibi anlatınca bu işleri, Aygan ve onun gibiler, kafaları karıştıramayacak, buna inanmamızı istiyorlar..
Oysa Türkiye'nin inkar sendromundan bir türlü kurtulamaması ve hakikate itiraz etmesinin asıl problemi şurada: Suçu işleyenlerin içlerinden, 1915'te işlenen suçu kabul edip, inkar etmeyen Talat Paşa ayarında cesur bir insan henüz çıkmadı.
Aygan'a kim inanır ki, Ruşen Çakır'a konuşan, M. Ali Birand bile inanmadıktan sonra!
M. Ali Bey, çok haklı, Aygan'ın anlattıkları yetmez bize, suçu inkar etmeden hakikati anlatacak bir Paşa lazım.
29 Ocak 2009 Perşembe
Siyonist Varlığa Karşı Akademik Boykot
Kristen Cheid
Çeviren: Somer Sultan
thesultanpost@hotmail.com
6.4.2002 tarihinde 120 akademisyen ve araştırmacı, The Guardian gazetesinde yayınlanan açık bir mektuba imza attılar. Bu mektupta Avrupa Birliği'ni İsrail'le akademik anlamda imzaladığı yardım sözleşmelerinden vazgeçmesine ve ona verdiği hibeleri kesmeye davet etmişlerdi. Nitekim Avrupa Birliği 1995 yılında İsrail'le ortaklık sözleşmesi imzalamıştı. Bu sözleşme gereği A.B, İsrail'de bilimsel araştırmaların ve alt yapının gelişmesi için ekonomik destek yanı sıra İsrail ürünlerine ticari öncelik tanıyan protokoller uygulamaya başlatmıştır. Ancak bu ilişkinin sürekliliği için İsrail'in insan hakalarına ve demokrasi ilkelerine uyma zorunluluğu şartı koyulmuştu. İmzacılar isteklerine, İsrail'in Filistin halkına karşı uyguladığı insanlık dışı muameleyi ve Dünya kamoyunun bütün çağrılarını umursamamasını neden gösterdiler. İsrail'in en büyük müttefiki ABD, bu haklara saygı duymasına zorlamadığından dolayı AB 10.4.2002'de İsrail'e mali desteğini durdurma kararı almıştır. Bu karar gerçekte yürürlüğe geçmese de İsrail'e karşı akademik boykotun gelişmesine neden oldu. İsrail'in Akademik kuruluşlarına karşı başlayan akademik boykot hareketinden bahsetmekte yarar vardır.
Kasım 2002'de the Guardian gazetesinde yayınlanan mektup 600 ek imzacı kazandı. Dünya'da benzer eylemlerin doğmasına yol açtı. Fransa'da akademisyenler benzer bir mektup yayınladıklarında 1000 imzaya kadar ulaşabildiler. Avusturya, İtalya ve Norveç'te de benzer kampanyalar başlatıldı. Bazıları, internet sitelerinden İsrail kuruluşların link'lerini sildiler. Bazıları, İsrail'li araştırmacıların yazdığı araştırmaları yayınlamayı reddettiler. Yönetmeni Mona Bâker'in olduğu bir dergi, İsrail'li iki editörünü kovdu. Aynı zamanda kuruluşlarca da bazı işlemler oldu; İngilter'de iki büyük meslek ve akedemik kuruluş olan "NATFHE" ve "AUT" üyelerinin İsrail'le akademik ilişkilerini kesmesi yönünde fikirleri değerlendirmeleri için davetleri onayladılar ve A.B'nin İsrail'e finans desteğini kesmesi çağrısında bulundular. Fransa'da dört tane üniversitenin yüksek kurulu aynı çağrıda bulundu (Paris 6, Paris 7, Grenoble ve Monpélie üniversiteleri) ; "İsrail'in süper olanakları Filistin topraklarında dramatik gelişmelere yol açmaması için".
Akademik boykotun başlamasının bir yıl sonrasında meyvasını vermeye başladı. Cenevre'de meşhur CERN laburatuvarında nükleer fizik araştırmalarına İsrail'li bilim adamlarının katılması yasaklandı. 2002 - 2003 yılları içinde İsrail'de düzenlenmesi planlanan bütün uluslararası akademik konferanslar iptal edildi. İsrail'lilerin yazdığı bir sürü araştırma geri çevrildi, zira hakem kurulu zarflarını açmayı bile kabul etmediler. "Akademik boykotun etkisi, İsrail'in akademik yaşantısının gündeminde kendini göstermeye başlamıştır... Akademik aktivitelerde gerileme vardır". Bu sözler "İsrail'de bilim" kuruluşunu temsil eden bir İsrail'li araştırmacıya aittir. Akademik boykotun etkisi zamanla daha da etkili olacağı şu sebeplerden dolayı kesindir:
1. Çevresiyle ilişki kuramayan İsrail'liler için Avrupa ile olan ilişkilerinin kesilmesi Onlara acı bir etki yaratacaktır.
2. Akademik boykot, özellikle İsrail "Devleti" için acı bir etki taşıyacaktır; çünkü İsrail sanayii ve ziraat alanında nisbeten zayıf olsa da "Dünya'da birey başına düşen en yüksek araştırma kağıtlarına sahip" olduğundan dolayı bununla hep övüncünü ifade ederdi.
3. Bu akademik/mali ambargo, akademik anlamda zor günler geçiren, devletin İntitfada'ya karşı açtığı savaş nedeniyle harcamalarına kısıtlama getirdiği bir zamanda üniversitelere olumsuz bir etki taşımıştır.
İsrail yanlısı medya ve lobi güçlerinin bu kampanya karşısında suskun kalmaması normal bir şeydir. İsrail'e karşı çalışılması gerektiğini dile getiren her akademisyeni "Anti Semist" ve "Özgürlük düşmanı" töhmetleriyle karşı karşıya bıraktı. Bu akademisyenlerin bütün isteği, sadece 1967'den sonra işgal edilen Arap topraklarından çekilmesi bile olsa bu töhmetlerden kurtulamamıştır. (belli ki yazar Radikal Arapların düşünü; İsrail'in topyekün dağılması düşünü benimsemektedir. Ben de bir radikal Arap olarak O'nu tebrik ediyorum; zira 1967 bölgelerini kurtarmakla işgal bitmiyor. İsrail'in kendisi işgaldir - çevirmenin notu). Bu güçler, İsrail'e akademik boykot uygulanması çağrısında bulunanları ayrımcılıkla suçladı ;(Çünkü - kendi deyimleriyle - Dünya'da diğer hak gaspçılarından göz yummuşlar ve 67 bölgesindeki durumdan dolayı sadece İsrail'i suçlamışlardır),
- Bilgisizlikle (İsrail'i eski G. Afrika aparted yönetimine benzettikleri için),
- Kendini beyenmişlikle (İsrail'i dışarıdan değişime zorlamaya çalıştıkları için),
- Güç kullanmakla (İsrail'li akademisyenlerin hayatını tehlikeye soktukları için),
- Denetim yapmakla (İsrail akademik özgürlükleri kısıtlamaya çalıştıkları için),
- Yanlış bakış açılarına tutunmakla ("Barışın kaynağı" olan üniversiteleri hedef aldıkları için ve "kültürel diyalogları" desteklemek yerine akademisyenleri yalnız bırakmaya çalıştıkları için),
- Düşünce darlığıyla (Bilimin enternasyonal yönünün aksine akadmiye siyaset karıştırdıkları için).
Bütün bu töhmetler beklenmişti; çünkü aparted G.Afrika'ya karşı düzenlenen boykotlarda da aynı töhmetler kendini göstermişti.
Ancak siyonist yanıtta dikkat alıcı bir husus var; özellikle eğitim sahasında Dünya genelinde akademisyenlerin kendi aralarında İsrail'in insanlık dışı politikalarını tartışmalarına kapı açmıştır. Meşhur Fransız filozof Bernard Henry – Levy'in boykotçuları "Filistin'li radikaller içinde en uç radikallere" benzetmesi üzerine Hélén Salmon adında bir ingliz öğrenci, "Beyt Lahem üniversitesi kütüphanesine düşen bir roket, akademik özgürlükleri bir kaç İsrail'li konuşmacının küçük bir çeviri dergisinden kovulmalarından daha fazla tehdit etmektedir" cevabında bulundu. Filistin'le İskoçya Dayanışma Kampanyası, İsrail'in akademik hareketini denetleme suçlmasında olan büyük yalana dikkatleri çekti; "2001 – 2002 yılları arasında 216 Filistin'li öğrenci öldürüldü, 2514 yaralandı, 164 tutuklandı. 17 hoca/görevli öldürüldü, 71 tutuklandı. 1289 okul üç hafta ve fazlası süresince kapatıldı. Filistin'li çocukların %50 si ile 35000 eğitim görevlisinin okullarına gitmesi yasaklandı". Bu istatistikler yayınlandığında İsrail'i savunmaya çalışan ve "Akademik özgürlükler"e inandığını öne sürenlerin yalanını ulu orta sermiştir. NATFHE başkanı Tom Wilson şu sonuca vardı: "Birleşik krallığın akademisyenleri mesleklerini önemsiyorlarsa boykotu desteklemeleri lazımdır".
İsrail'liler kendi akademisyenlerinin, boykotu hakketmediklerini ispat etmek zorunda kaldılar (!) Bu, basın organların İsrail'in akademik haklara nasıl saldırdığını tartışmaya başlamasına yol açtı. Bilinen "Nature" dergisi, üniversitelerin kültürel ilişkileri güçlendirdiğinden dolayı barış köprüleri kuruduğundan bahsederek, barışı isteyen akademisyenleri İsrail'i boykot edeceklerine uluslar arası sempozyumlar düzenlemelerine davet etti. Ancak, Tanya Reinhart derginin kamuoyunu aldatmaya çalıştığını şu örnekle açıkladı: İsrailliler 1998 yılında Kudüs üniversitesi içinde Spenoza kolejinin düzenlediği uluslararası bir konferanstan faydalanmak istemişlerdir: konferans hazırlıkları sırasında üniveritede çalışan Prof. Musa El-Büdeyri'nin kimlik kartı elinden alınmış, yerine turist vizesi verilmişti (9000 Kudüs'lüye yapılanın aynısı); bu sırada yabancı katılımcıların İsrail içişleri bakanlığına gönderdikleri şikayet mektubunu konferans sırasında dağıtmalarına imkan tanınmadı. Öne sürülen gerekçe de şöyleydi; siyasetle akademik işleri karıştırmamak lazım (!) El-Büdeyri'nin bu olayı Filistin'lilerin köprülere ihtiyaç duymadıklarını zira kendilerini diğerlerinden ayıran uçurum yoktur, ama onların insanlık ve ulusal haklarının dayandığı deyneklerin korunması gerektiğini göstermiştir. Lorens Davidson bu konu hakkındaki düşüncesini şöyle belirtiyor: "İsrail'lilerin Dünya'yla "kültürel alış verişleri" 1948'den beri sürmektedir... ama ard arda gelen İsrail hükümetlerinin uyguladığı vahşi-kolonyalist politikalarını değiştirmek için hiç bir şey yapamadı"
El-Büdeyri olayı aynı zamanda, "İsrail ve Filistin siyasi yaşantısının bilimsel mesleklerden ayırt edilemez" olduğunu göstermiştir. 25000 kişi İsrail devletinin uygulamalarından İsrail'li bilim kuruluşlarının sorumlu olmadığını belirten bir bildiriye imza atmlarıyla birlikte boykot yanlıları İsrail devletinin Filistinli akademik yaşantı ve kaynakları sistematik bir şekilde yok ettiğini savundular. Örneğin, Filitin'le Dayanaışma Kampanyası - İskoçya şubesi internet sitesinde "Namlu Ucunda Eğitim" başlığı altında yayınladığı bir raporda; işgalin çocukların öğrenme kapasiteleri üzerinde, güven duymalarında, akıl sağlıklarında, onurlarında ve hatta bilinçlerinde olan negatif etkisini açıklamıştır.
Boykotu eleştirenlere cevaben NATFHE'den Bob Ferguson, Batı Şeria'da gezip, göreceklerini kendi gözüyle gördükten sonra şöyle dedi: "Biz karşı bir boykota davet ediyoruz, çünkü Filistin'liler her gün hissedilebilir bir boykot yaşıyorlar". Üstelik, İsrail'i boykot etmeyi tartışmaya açan kanallar giderek bu varlıkta akademiye bir denetim olduğunu ispat eden birer şahit haline geldi. İlan pape, Hayfa üniversitesi içinde 1948 yılında cereyan eden toplu kıyımları ele alan bir konfrans düzenlemeyi denediğinde bu üniversite tarafından uğraşları nasıl tahrip edildiğini detaylarıyla anlattı. Diyor ki: "İsrail akademisini dışarıda boykot etmek açıklanabilir bir şeydir; sadece yahudi devlete işgalini bitirmek için kapsamlı bir baskının bir parçası olarak değil, aynı zamanda İsrail araştırmacıları toplumuna giderek büyüyen ahlaki korkaklılıklarının bir fiyatı olduğunu ifade eden bir uyarıdır. Bu akademi, bölgesi içinde hala baskı ve korkutmaya devam ediyorsa, işgal edilen topraklar içinde akademik yaşantının yıkılmsı önünde hala suskunsa, bir parçası olmayı ümit ettiği aydın ve ilerici dünya'ya asla dahil olamaz"
Bu konuya değin yüzlerce Filistinli akademisyen bir bildiri imzaladılar, bütün İsrailli akademisyenleri İsrail'in politikalarını kınamasına davet edildi, aksi takdirde İsrail hükümetinin bir işbirlikçisi sayılıp boykota meşruu bir hedef haline geleceği uyarısında bulunuldu.
İki yıl önce bir ahlaki uyarı olarak başlayan akademik boykot bir çok insan için İsrail baskılarının gerçeklerini bilmesi için ve bu gerçekleri başkalarına aktarmaları için bir ileti haline geldi. 67 bölgelerindeki işgal politikalarına bir eleştiri olarak başlatılan şey Filistin 48 bölgesi içi İsrail devletinin ırkçılığını tahlil etmeye kadar uzandı. Eylül 2001'de Human Rightes Watche örgütü eğitim kuruluşları içerisinde 1948 bölgesindeki araplara karşı uygulanan insanlık dışı ayrımcılığını ele alan ürkütücü bir rapor yayınladı; küçük çocuk yurtlarından, yetersiz görevlileriyle ilk okullara, ırkçı ve ayırımcı kitap ve sınavlara, diploma alabilen ve saygın işlerde çalışma imkanı yakalayan arapların çok az sayıda olmasına kadar. Belki akademik boykot düzenleyenler, 1948 bölgesi sınırları içerisinde ve dışarısındaki Filisitn'lilere karşı İsrail politikalarının aynı olmasına dikkat etmeliler. Bu konuda bizatihi gören birisi şöyle demiş: "Bu bir aparted yönetimidir; aynı ülkede iki kanun sistemi, biri işgalcilere, öteki ise işgale maruz kalanlara özel." Başka boykot türlerine davet edenler ki boykotun bütün şekilleri bir birini tamamladığı düşünülmeli, akademik boykotun ince detaylarının üzerinde durmasından ders almaları gerek. Nitekim Siyonist varlıktan eşitliği sağlamasını istemek, kuruluşlarından surumluklarını üstlenmelerine davet etmek bile Akademik boykotu bir tartışma yaratma fırsatı haline getirmiştir. Dünya gözleri önünde Siyonizmin gerçek yüzünü gösterme imkanı sağlamıştır.
Bu yazımı yazdıktan sonra oturup, bunun benim için kişisel olarak hissedilebilir anlamını sordum kendime. İtalya'nın Floransa kentinde Robert Shuman Akdeniz programı tarafından düzenlenen bir atölyeye davet edilmiştim. Gitmeden bir kaç gün önce aynı atölyeye Ben Gorion üniversitesinden İsrail'li bir katılımcının olacağını öğrendim. Araştırmacı karşı kampanyaya imza atan 25000 kişiden birisiydi. Kendi içimde, işgali destekleyen ürünleri boykot ederken içimizden geçen sorunun bir benzeri geçmişti: İsrail'li bir akadimisyenle 2 gün boyunca 14 kişiyle birlikte oturmayı boykot etmemin bir etkisi olacak mı acaba? Aynı şekilde İsrail'in ürettiği bir şurubu boykot etmemin Siyonizmin yakın zaman içerisinde devrilmesini sağlıyacak mı diye hep sorardım kendi kendime. Ancak, beni en fazla sinirlendiren şey, konferansı düzenleyenlerden birisinin takıldığı tavırdı. Amerikalı bu araştırmacı benim bir Lübnanlı olarak kendi ülkemin kanunlarını çiğnemeye ve bir İsrailli araştırmacıyla birlikte oturmaya hazır olmam gerketiğini anlattı (ki söz ettiğimiz araştırmacı Ben Gorion üniversitesinden olması nedeniyle oturduğu yerden Filistinli bedevilerin Nakab çölünden nasıl kovuludklarını bir itiraz kelimesi dahi etmeden görmüştür). Mısır'lı araştırmalar uzmanı olan Walter Armbrast adlı bu organizatör konferansın sonunda, Siyonizmi boykot etmenin "siyasi etki açısından içi boş bir mesaj" olduğunu ifade etti. Ödediği vergilerin bir kısmının İsrail'e destek olarak gitemesini engelleme girişimlerinin kendisine "büyük problemler yaratacığını, bunun da ABD'nin İsrail'e verdiği desteği durdurmıyacağını" ekleyerek kendini bu yönde yormıyacağını açıkladı. Bilakis benim birşeyler yapma denemelerimi cezalandırmak istedi, Lübnanlı diğer bir akademisyen arakadaşla bu programdan kovmaya çalıştı. Ancak diğer üyeler takındığı bu tavrını kınadılar. İçinde hiç bir İsrailli varlık olmayan başka bir atölyeye davet ettiler bizi. Bu sırada katılanların tümü bu olaydan haberdar olmuşlardı. Çok sayıda insan tavrımızı desteklediler, ve sn. Walter'ın tavrını kınadılar (hem kendisinin hem de diğer Mısırlı organizatör bayanın tavrı da kınandı). Böylece öğredim ki İsrail akademesi ve İsrailli akademisyenleri boykot etmek bizi iki seçenek karşısında bırakıyor; ya işgalin ve ırkçılığın normal bir şey olduğunu kabul edip görmemezlikten geleceğiz ya da hepsini reddedip işbirlikçilerini de reddedeceğiz.
Çeviren: Somer Sultan
thesultanpost@hotmail.com
6.4.2002 tarihinde 120 akademisyen ve araştırmacı, The Guardian gazetesinde yayınlanan açık bir mektuba imza attılar. Bu mektupta Avrupa Birliği'ni İsrail'le akademik anlamda imzaladığı yardım sözleşmelerinden vazgeçmesine ve ona verdiği hibeleri kesmeye davet etmişlerdi. Nitekim Avrupa Birliği 1995 yılında İsrail'le ortaklık sözleşmesi imzalamıştı. Bu sözleşme gereği A.B, İsrail'de bilimsel araştırmaların ve alt yapının gelişmesi için ekonomik destek yanı sıra İsrail ürünlerine ticari öncelik tanıyan protokoller uygulamaya başlatmıştır. Ancak bu ilişkinin sürekliliği için İsrail'in insan hakalarına ve demokrasi ilkelerine uyma zorunluluğu şartı koyulmuştu. İmzacılar isteklerine, İsrail'in Filistin halkına karşı uyguladığı insanlık dışı muameleyi ve Dünya kamoyunun bütün çağrılarını umursamamasını neden gösterdiler. İsrail'in en büyük müttefiki ABD, bu haklara saygı duymasına zorlamadığından dolayı AB 10.4.2002'de İsrail'e mali desteğini durdurma kararı almıştır. Bu karar gerçekte yürürlüğe geçmese de İsrail'e karşı akademik boykotun gelişmesine neden oldu. İsrail'in Akademik kuruluşlarına karşı başlayan akademik boykot hareketinden bahsetmekte yarar vardır.
Kasım 2002'de the Guardian gazetesinde yayınlanan mektup 600 ek imzacı kazandı. Dünya'da benzer eylemlerin doğmasına yol açtı. Fransa'da akademisyenler benzer bir mektup yayınladıklarında 1000 imzaya kadar ulaşabildiler. Avusturya, İtalya ve Norveç'te de benzer kampanyalar başlatıldı. Bazıları, internet sitelerinden İsrail kuruluşların link'lerini sildiler. Bazıları, İsrail'li araştırmacıların yazdığı araştırmaları yayınlamayı reddettiler. Yönetmeni Mona Bâker'in olduğu bir dergi, İsrail'li iki editörünü kovdu. Aynı zamanda kuruluşlarca da bazı işlemler oldu; İngilter'de iki büyük meslek ve akedemik kuruluş olan "NATFHE" ve "AUT" üyelerinin İsrail'le akademik ilişkilerini kesmesi yönünde fikirleri değerlendirmeleri için davetleri onayladılar ve A.B'nin İsrail'e finans desteğini kesmesi çağrısında bulundular. Fransa'da dört tane üniversitenin yüksek kurulu aynı çağrıda bulundu (Paris 6, Paris 7, Grenoble ve Monpélie üniversiteleri) ; "İsrail'in süper olanakları Filistin topraklarında dramatik gelişmelere yol açmaması için".
Akademik boykotun başlamasının bir yıl sonrasında meyvasını vermeye başladı. Cenevre'de meşhur CERN laburatuvarında nükleer fizik araştırmalarına İsrail'li bilim adamlarının katılması yasaklandı. 2002 - 2003 yılları içinde İsrail'de düzenlenmesi planlanan bütün uluslararası akademik konferanslar iptal edildi. İsrail'lilerin yazdığı bir sürü araştırma geri çevrildi, zira hakem kurulu zarflarını açmayı bile kabul etmediler. "Akademik boykotun etkisi, İsrail'in akademik yaşantısının gündeminde kendini göstermeye başlamıştır... Akademik aktivitelerde gerileme vardır". Bu sözler "İsrail'de bilim" kuruluşunu temsil eden bir İsrail'li araştırmacıya aittir. Akademik boykotun etkisi zamanla daha da etkili olacağı şu sebeplerden dolayı kesindir:
1. Çevresiyle ilişki kuramayan İsrail'liler için Avrupa ile olan ilişkilerinin kesilmesi Onlara acı bir etki yaratacaktır.
2. Akademik boykot, özellikle İsrail "Devleti" için acı bir etki taşıyacaktır; çünkü İsrail sanayii ve ziraat alanında nisbeten zayıf olsa da "Dünya'da birey başına düşen en yüksek araştırma kağıtlarına sahip" olduğundan dolayı bununla hep övüncünü ifade ederdi.
3. Bu akademik/mali ambargo, akademik anlamda zor günler geçiren, devletin İntitfada'ya karşı açtığı savaş nedeniyle harcamalarına kısıtlama getirdiği bir zamanda üniversitelere olumsuz bir etki taşımıştır.
İsrail yanlısı medya ve lobi güçlerinin bu kampanya karşısında suskun kalmaması normal bir şeydir. İsrail'e karşı çalışılması gerektiğini dile getiren her akademisyeni "Anti Semist" ve "Özgürlük düşmanı" töhmetleriyle karşı karşıya bıraktı. Bu akademisyenlerin bütün isteği, sadece 1967'den sonra işgal edilen Arap topraklarından çekilmesi bile olsa bu töhmetlerden kurtulamamıştır. (belli ki yazar Radikal Arapların düşünü; İsrail'in topyekün dağılması düşünü benimsemektedir. Ben de bir radikal Arap olarak O'nu tebrik ediyorum; zira 1967 bölgelerini kurtarmakla işgal bitmiyor. İsrail'in kendisi işgaldir - çevirmenin notu). Bu güçler, İsrail'e akademik boykot uygulanması çağrısında bulunanları ayrımcılıkla suçladı ;(Çünkü - kendi deyimleriyle - Dünya'da diğer hak gaspçılarından göz yummuşlar ve 67 bölgesindeki durumdan dolayı sadece İsrail'i suçlamışlardır),
- Bilgisizlikle (İsrail'i eski G. Afrika aparted yönetimine benzettikleri için),
- Kendini beyenmişlikle (İsrail'i dışarıdan değişime zorlamaya çalıştıkları için),
- Güç kullanmakla (İsrail'li akademisyenlerin hayatını tehlikeye soktukları için),
- Denetim yapmakla (İsrail akademik özgürlükleri kısıtlamaya çalıştıkları için),
- Yanlış bakış açılarına tutunmakla ("Barışın kaynağı" olan üniversiteleri hedef aldıkları için ve "kültürel diyalogları" desteklemek yerine akademisyenleri yalnız bırakmaya çalıştıkları için),
- Düşünce darlığıyla (Bilimin enternasyonal yönünün aksine akadmiye siyaset karıştırdıkları için).
Bütün bu töhmetler beklenmişti; çünkü aparted G.Afrika'ya karşı düzenlenen boykotlarda da aynı töhmetler kendini göstermişti.
Ancak siyonist yanıtta dikkat alıcı bir husus var; özellikle eğitim sahasında Dünya genelinde akademisyenlerin kendi aralarında İsrail'in insanlık dışı politikalarını tartışmalarına kapı açmıştır. Meşhur Fransız filozof Bernard Henry – Levy'in boykotçuları "Filistin'li radikaller içinde en uç radikallere" benzetmesi üzerine Hélén Salmon adında bir ingliz öğrenci, "Beyt Lahem üniversitesi kütüphanesine düşen bir roket, akademik özgürlükleri bir kaç İsrail'li konuşmacının küçük bir çeviri dergisinden kovulmalarından daha fazla tehdit etmektedir" cevabında bulundu. Filistin'le İskoçya Dayanışma Kampanyası, İsrail'in akademik hareketini denetleme suçlmasında olan büyük yalana dikkatleri çekti; "2001 – 2002 yılları arasında 216 Filistin'li öğrenci öldürüldü, 2514 yaralandı, 164 tutuklandı. 17 hoca/görevli öldürüldü, 71 tutuklandı. 1289 okul üç hafta ve fazlası süresince kapatıldı. Filistin'li çocukların %50 si ile 35000 eğitim görevlisinin okullarına gitmesi yasaklandı". Bu istatistikler yayınlandığında İsrail'i savunmaya çalışan ve "Akademik özgürlükler"e inandığını öne sürenlerin yalanını ulu orta sermiştir. NATFHE başkanı Tom Wilson şu sonuca vardı: "Birleşik krallığın akademisyenleri mesleklerini önemsiyorlarsa boykotu desteklemeleri lazımdır".
İsrail'liler kendi akademisyenlerinin, boykotu hakketmediklerini ispat etmek zorunda kaldılar (!) Bu, basın organların İsrail'in akademik haklara nasıl saldırdığını tartışmaya başlamasına yol açtı. Bilinen "Nature" dergisi, üniversitelerin kültürel ilişkileri güçlendirdiğinden dolayı barış köprüleri kuruduğundan bahsederek, barışı isteyen akademisyenleri İsrail'i boykot edeceklerine uluslar arası sempozyumlar düzenlemelerine davet etti. Ancak, Tanya Reinhart derginin kamuoyunu aldatmaya çalıştığını şu örnekle açıkladı: İsrailliler 1998 yılında Kudüs üniversitesi içinde Spenoza kolejinin düzenlediği uluslararası bir konferanstan faydalanmak istemişlerdir: konferans hazırlıkları sırasında üniveritede çalışan Prof. Musa El-Büdeyri'nin kimlik kartı elinden alınmış, yerine turist vizesi verilmişti (9000 Kudüs'lüye yapılanın aynısı); bu sırada yabancı katılımcıların İsrail içişleri bakanlığına gönderdikleri şikayet mektubunu konferans sırasında dağıtmalarına imkan tanınmadı. Öne sürülen gerekçe de şöyleydi; siyasetle akademik işleri karıştırmamak lazım (!) El-Büdeyri'nin bu olayı Filistin'lilerin köprülere ihtiyaç duymadıklarını zira kendilerini diğerlerinden ayıran uçurum yoktur, ama onların insanlık ve ulusal haklarının dayandığı deyneklerin korunması gerektiğini göstermiştir. Lorens Davidson bu konu hakkındaki düşüncesini şöyle belirtiyor: "İsrail'lilerin Dünya'yla "kültürel alış verişleri" 1948'den beri sürmektedir... ama ard arda gelen İsrail hükümetlerinin uyguladığı vahşi-kolonyalist politikalarını değiştirmek için hiç bir şey yapamadı"
El-Büdeyri olayı aynı zamanda, "İsrail ve Filistin siyasi yaşantısının bilimsel mesleklerden ayırt edilemez" olduğunu göstermiştir. 25000 kişi İsrail devletinin uygulamalarından İsrail'li bilim kuruluşlarının sorumlu olmadığını belirten bir bildiriye imza atmlarıyla birlikte boykot yanlıları İsrail devletinin Filistinli akademik yaşantı ve kaynakları sistematik bir şekilde yok ettiğini savundular. Örneğin, Filitin'le Dayanaışma Kampanyası - İskoçya şubesi internet sitesinde "Namlu Ucunda Eğitim" başlığı altında yayınladığı bir raporda; işgalin çocukların öğrenme kapasiteleri üzerinde, güven duymalarında, akıl sağlıklarında, onurlarında ve hatta bilinçlerinde olan negatif etkisini açıklamıştır.
Boykotu eleştirenlere cevaben NATFHE'den Bob Ferguson, Batı Şeria'da gezip, göreceklerini kendi gözüyle gördükten sonra şöyle dedi: "Biz karşı bir boykota davet ediyoruz, çünkü Filistin'liler her gün hissedilebilir bir boykot yaşıyorlar". Üstelik, İsrail'i boykot etmeyi tartışmaya açan kanallar giderek bu varlıkta akademiye bir denetim olduğunu ispat eden birer şahit haline geldi. İlan pape, Hayfa üniversitesi içinde 1948 yılında cereyan eden toplu kıyımları ele alan bir konfrans düzenlemeyi denediğinde bu üniversite tarafından uğraşları nasıl tahrip edildiğini detaylarıyla anlattı. Diyor ki: "İsrail akademisini dışarıda boykot etmek açıklanabilir bir şeydir; sadece yahudi devlete işgalini bitirmek için kapsamlı bir baskının bir parçası olarak değil, aynı zamanda İsrail araştırmacıları toplumuna giderek büyüyen ahlaki korkaklılıklarının bir fiyatı olduğunu ifade eden bir uyarıdır. Bu akademi, bölgesi içinde hala baskı ve korkutmaya devam ediyorsa, işgal edilen topraklar içinde akademik yaşantının yıkılmsı önünde hala suskunsa, bir parçası olmayı ümit ettiği aydın ve ilerici dünya'ya asla dahil olamaz"
Bu konuya değin yüzlerce Filistinli akademisyen bir bildiri imzaladılar, bütün İsrailli akademisyenleri İsrail'in politikalarını kınamasına davet edildi, aksi takdirde İsrail hükümetinin bir işbirlikçisi sayılıp boykota meşruu bir hedef haline geleceği uyarısında bulunuldu.
İki yıl önce bir ahlaki uyarı olarak başlayan akademik boykot bir çok insan için İsrail baskılarının gerçeklerini bilmesi için ve bu gerçekleri başkalarına aktarmaları için bir ileti haline geldi. 67 bölgelerindeki işgal politikalarına bir eleştiri olarak başlatılan şey Filistin 48 bölgesi içi İsrail devletinin ırkçılığını tahlil etmeye kadar uzandı. Eylül 2001'de Human Rightes Watche örgütü eğitim kuruluşları içerisinde 1948 bölgesindeki araplara karşı uygulanan insanlık dışı ayrımcılığını ele alan ürkütücü bir rapor yayınladı; küçük çocuk yurtlarından, yetersiz görevlileriyle ilk okullara, ırkçı ve ayırımcı kitap ve sınavlara, diploma alabilen ve saygın işlerde çalışma imkanı yakalayan arapların çok az sayıda olmasına kadar. Belki akademik boykot düzenleyenler, 1948 bölgesi sınırları içerisinde ve dışarısındaki Filisitn'lilere karşı İsrail politikalarının aynı olmasına dikkat etmeliler. Bu konuda bizatihi gören birisi şöyle demiş: "Bu bir aparted yönetimidir; aynı ülkede iki kanun sistemi, biri işgalcilere, öteki ise işgale maruz kalanlara özel." Başka boykot türlerine davet edenler ki boykotun bütün şekilleri bir birini tamamladığı düşünülmeli, akademik boykotun ince detaylarının üzerinde durmasından ders almaları gerek. Nitekim Siyonist varlıktan eşitliği sağlamasını istemek, kuruluşlarından surumluklarını üstlenmelerine davet etmek bile Akademik boykotu bir tartışma yaratma fırsatı haline getirmiştir. Dünya gözleri önünde Siyonizmin gerçek yüzünü gösterme imkanı sağlamıştır.
Bu yazımı yazdıktan sonra oturup, bunun benim için kişisel olarak hissedilebilir anlamını sordum kendime. İtalya'nın Floransa kentinde Robert Shuman Akdeniz programı tarafından düzenlenen bir atölyeye davet edilmiştim. Gitmeden bir kaç gün önce aynı atölyeye Ben Gorion üniversitesinden İsrail'li bir katılımcının olacağını öğrendim. Araştırmacı karşı kampanyaya imza atan 25000 kişiden birisiydi. Kendi içimde, işgali destekleyen ürünleri boykot ederken içimizden geçen sorunun bir benzeri geçmişti: İsrail'li bir akadimisyenle 2 gün boyunca 14 kişiyle birlikte oturmayı boykot etmemin bir etkisi olacak mı acaba? Aynı şekilde İsrail'in ürettiği bir şurubu boykot etmemin Siyonizmin yakın zaman içerisinde devrilmesini sağlıyacak mı diye hep sorardım kendi kendime. Ancak, beni en fazla sinirlendiren şey, konferansı düzenleyenlerden birisinin takıldığı tavırdı. Amerikalı bu araştırmacı benim bir Lübnanlı olarak kendi ülkemin kanunlarını çiğnemeye ve bir İsrailli araştırmacıyla birlikte oturmaya hazır olmam gerketiğini anlattı (ki söz ettiğimiz araştırmacı Ben Gorion üniversitesinden olması nedeniyle oturduğu yerden Filistinli bedevilerin Nakab çölünden nasıl kovuludklarını bir itiraz kelimesi dahi etmeden görmüştür). Mısır'lı araştırmalar uzmanı olan Walter Armbrast adlı bu organizatör konferansın sonunda, Siyonizmi boykot etmenin "siyasi etki açısından içi boş bir mesaj" olduğunu ifade etti. Ödediği vergilerin bir kısmının İsrail'e destek olarak gitemesini engelleme girişimlerinin kendisine "büyük problemler yaratacığını, bunun da ABD'nin İsrail'e verdiği desteği durdurmıyacağını" ekleyerek kendini bu yönde yormıyacağını açıkladı. Bilakis benim birşeyler yapma denemelerimi cezalandırmak istedi, Lübnanlı diğer bir akademisyen arakadaşla bu programdan kovmaya çalıştı. Ancak diğer üyeler takındığı bu tavrını kınadılar. İçinde hiç bir İsrailli varlık olmayan başka bir atölyeye davet ettiler bizi. Bu sırada katılanların tümü bu olaydan haberdar olmuşlardı. Çok sayıda insan tavrımızı desteklediler, ve sn. Walter'ın tavrını kınadılar (hem kendisinin hem de diğer Mısırlı organizatör bayanın tavrı da kınandı). Böylece öğredim ki İsrail akademesi ve İsrailli akademisyenleri boykot etmek bizi iki seçenek karşısında bırakıyor; ya işgalin ve ırkçılığın normal bir şey olduğunu kabul edip görmemezlikten geleceğiz ya da hepsini reddedip işbirlikçilerini de reddedeceğiz.
23 Ocak 2009 Cuma
YENİ OSMANLICILIK VE HANDİKAPLARI
Mihrac Ural
21 Ocak 2009
Yeni Osmanlıcılık eğilimleri bölge karıştıkça kimi ulusalcıların aklına gelip gelip gidiyor. Ulusalcılar ki, Osmanlı gibi ümmetçi bir yapılanmayla uzak-yakın bir ilişiği olmaması gerekirken akıllarına böylesi siyasal tercihlerin gelmesi, konunun önemini artırmaktadır. Bu önermelerin derin köklerinde Osmanlı aklı denilen sendromla ilgili bir yana sahiptir. Genetik bir şey. Gelip kendini hatırlatıyor. Bölge karışık, Osmanlı döneminde ise bölge çok “barışıktı”(!). İşte size alternatif;Türkiye Cumhuriyeti artık kabına sığamıyor (iç sorunlarını aşıp bitirmiş, her şeyi günlük gülistanlık) sıra komşularımızı tedip etmekte, onlara barışı ve güveni Osmanlı dönemindeki gibi getirmekte. Bu mantık, bir kılıç darbesiyle her kör düğümü çözeceğini sanıyor. Bölgeye yayılmayı, egemenlik kurmayı denetlemeyi planlıyor. Bölge halkları da Irakta ABD’yi güllerle,çiçeklerle beklediği gibi Osmanoğullarını bekliyor..
Bu önerme, milliyetçi duygularınızı okşayabilir. Mısır Suriye Suudi Arabistan arasındaki üçlü uyumun bozulmasıyla ortaya çıkan Arap sorunlarının derinleşmesi, Erdoğan’ın İslamik referanslı çıkışlarıyla bir açılım bulması bu algıları besliyor da olabilir. Ama geçici konjonktürlerden ibaret olan bu durumlar, bölgenin gerçek dengelerinde Kavalalı Mehmet Ali paşadan bu yana Mısır’ın Arap alemindeki önderliğini ya da etkinliğini bir başkasına bırakacağı hiç düşünülmemelidir. Nitekim alışageldiğimiz Arap küsme ve barışmalarından biri de Kuveyt Arap Zirvesinde de tekrar etti. Suudi Kralı Abdullah, Suriye lideri Beşşar El Esad’ı, Mısır Lideri Hüsnü Mübarek’i, Katar lideri Emir Hamad’i bir araya getirip düne kadar birbirine etmedik laf bırakmayan bu çevreyi barıştırdı. Türkiye’nin Gazze’ye yönelen Siyonist İsrail terörüne karşı takındığı “olumlu” tutumun Arap aleminde inanılmaz etkiler yarattığından söz etmek yanlış olmayacaktır.
Halkın en yakın çevresinden edindiğimiz izlenimlerle bu etkinin ticari, kültürel, sosyal hatta kimsen de olsa siyasal sonuçları olacağı kesindir. Türk mallarına artan rağbet ve güven, sinema, TV dizileri ve sanatsal etkinliklerin yaygınlaşmasını da bunlar arasında saymak gerekir. Ancak bunlar ne dünün tarihini aşabilecek ne de yakın dönem için yeterli tarih biriktirebilecek veriler değildir. İsrail’le Türkiye’nin ikili anlaşmalarını ve gizliliklerini bilmeyen yoktur. Türkiye bunlara dokunmadıkça da inandırıcılığı üzerinde ciddi kuşkular olamaya devam edecektir. Kaldı ki Türkiye iç sorunlarla kaynayan kendi denge ve kimlik arayışlarını bitirmemiş bir ülkedir. Bu yanıyla uluslaşma süreci bile tamamlanmamış kaosların girdabından bir ülkedir demek abartılı olmayacaktır. Bölgemizin derin siyasal etkinlikleri bu gerçeği çok yakından bilir ve bölgede ağırlık koyacak bir ülkenin vizesiyle ilgili referansları, paradigmaları parametreleri ince eleyip sık dokurlar.
Ayrıca kimse unutmamalı ki, orta çağlarda yaşamıyoruz, siz gibi başkasının da milliyetçi virüsleri bulunuyor ve karşıt önermeleri ve girişim hazırlıkları vardır. Size hak olan karşınızdakine de hak olacağı gerçeğinden hareketle, her milletin şovenizme eğilimli üstelik geniş tabanlı siyasal etkinlikleri atılım yapmaya hazırdır. . Bölgeyi karıştıran da tastamam budur. On binlerce km ötelerden, okyanusların berisinden gelip talan kıyım ve yıkım için bölgemizi istilan eden veba tüm sorunların nedeni değimlidir. Bu ha ABD olmuş ha Osmanlı olmuş sonuçta ölen katledilen eriyip giden bu bölgenin servetleri olduğu kadar insanı değimli biz değimliyiz. Şimdi bunlar bir yana, konuyu sakince ele almak gerek. Osmanlıyı bilmeyenlere bir kez daha hatırlatmakla konuya girmek gerek
Osmanlı Selçukluların devamıdır ve bu süreç 1071’ den bu yana gelmektedir. Ama Selçuklu ve sonrası Osmanlı, 14 Temmuz 1683 II. Viyana kuşatmasına kadar yaşam stratejisi ve planlamasıyla Batı'ya daha çok Batı'ya yürüme üzerine kuruludur. Bir göçebe imparatorluktur, yerleşikliği ise zorla gasp ettiği topraklar üzerinde yaşayan halkların servetleri ve emeklerini talan etmekle yürüyen bir yaşam. Çadır kültürünün hükmü, İslam’ı kabule rağmen cami etrafında bir medeniyet (yerleşim anlamında), bir uygarlık kurma eğilimi olmayan yaşam süreci. Bu açıdan Bizans’tan ve eski Anadolu uygarlıklarından ve İslam’dan alınan hiçbir malzeme ( devlet kurum ve yönetmenliği, yapı, üretim tarzı, her boyutuyla kültür) bir medeni yaşam için hakkıyla işlenmemiştir. Çarpık kalmış, zaman içindede tıkanmanın gerekçesi olarak toplumu da iç bükey etmiştir (içene kapalı bir kırılmaya götürmüştür).
Zaman zaman Yavuz gibi Mercidabık Savaşı’yla birlikte (1516) Doğu seferleri yaparak, savaşçı ve güçlü ideolojik kurumsal etkinliklerin ganimetlerini ele geçirse de (İslam hilafeti gibi) bunlar toplumu kendine özgü gerçekçi bir medeni yaşama yöneltememiştir. Gözler hep yeni istilalarda, hep daha çok batıya doğru başka milletlerin emeklerini, topraklarını talana yönelmiştir. Bu süreç tümüyle bir vahşet çağı olarak, karanlık bir Ortaçağ sürüklenişi olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı insanlık adına hiçbir şey yapmamıştır. Ne bir keşif ne bir buluş ne bir bilim adımı ne bir üretim atılımı içinde olmuştur. Mimar Sinan’ın cami yapıları dışında (bu da tamamen başka milletlerin emeklerini gasp etmek üzere gerekli olan ideolojik unsur olma işlevleri nedeniyle din istismarı amacıyla) hiçbir ize sahip değildir. Bazınsın son dönemlerine ait hiçbir birikimi koruyamayan tersine kaçırtan barbarlıklarıyla Batı’nın reform ve Rönesansına kaynaklık edecek potansiyellerden de uzak kalmıştır. İpek yollarını kesmiş bunu kendi üretim ve ticari çabaları için bir dinamik olarak kullanamamıştır. Batının ticari yollarını kestikçe batı da Kafkaslar üzerinden dönüp kuzey bölgelerinin ticari dinamiklerini hızlandırmış okyanusları da aşarak keşiflerine keşifler katıp dünya ticaretini ve kendi uygarlığının unsurlarını yükseltmiştir. Osmanlı ise kendi tabasını iliklerine kadar sömürmek ve çevredeki milletlerin servetlerini talan etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu süreç bir noktadan sonra gerileyerek bitişe doğru sürüklenmiştir.
II. Viyana kuşatması sonrası gerisin geriye Anadolu’ya tıkılan ve daha da doğuya gitme şansı olmayan Osmanlının kıstırıldığı yerde zaman içinde eriyerek I. Dünya paylaşım savaşı akıbetine gelmesi kaçınılmaz olmuştu. İnsanlığı ve çevreyi tahrip eden onursuz bir tarih, onur arayan bir ulusun son şansı olarak Cumhuriyetin kuruluşuyla noktalanmıştır.
5 milyon km² bir alanda hüküm süren Osmanlı bu toprakları kendine hiç bir zaman anavatan yapmaya çalışmamıştır. Anavatan oluşturmak çok farklı bir tarihsel işlevdir. Kısaca da bunu bilelim ki sonra kimse oflayıp puflayarak neden bunca toprakları kaybettik diye saçını başını yolmasın. Olmadık gerekçeler üretip yeniden boş ümitlerin peşine koşmasın.
Anavatan toprağı, bir bakir toprağın yaşama, ziraata ilk kez açılması ve üzerinde kararlı, sürekli bir sosyal yaşam birliği oluşturulmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzü coğrafi yaşam alanlarına doğal sınırlarla bölünmüş gibidir. Göçebeler hariç kadim tarihten bu yana her etnik topluluk ve daha sonra uluslar belli bir toprak parçasını anavatan edinmiştir. Bu çok net çizgilerle olmasa da belirgin yanlarıyla her ulus için geçerli bir belirti gibidir. Ancak tarihte toprağı ilk kez yaşama açıp bunu başkalarının zoruyla, şiddetiyle kaybedenler de olmuştur. İşgalci gaspçı imparatorluklar böyle kanlı süreçleri yapmıştır. Ancak bunlar bile kalıcı olmamış. Milletler anavatan olarak yarattıkları topraklar üzerinde er ya da geç bağımsızlıklarını kazanarak bu toprakların siyasi hakimleri de olmuştur. Ancak bunu başaramayanlar, başarmak için bu gün de özgürlük mücadelesi verenlerin olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan imparatorlukların bir nedenle parçalanması geniş toprakların başkasına uçup gitmesini getirmemiş tersine imparatorluk egemenliği altındaki esir ulusların bu toprakları anavatan haline getirme süreçlerinin devamını sağlayarak ulusal topraklar haline getirmelerine olanak vermiştir. Sonuçta güç bela imparatorluğun egemen etnik toplumuna yetecek kadar toprak kalma şansı olabilmiştir. Bu örnek Osmanlı için çok geçerli bir örnektir. Cumhuriyet elde kalan topraklar üzerinde bir ulusal topuluk olarak Türk milletini tarih sahnesine çıkartırken içinde başka bir handikabı da barındırmıştı. Zira Osmanlıdan arta kalan bu topraklarda Türklerden çok daha önce bu toprakları anavatana çeviren ulusal topluluklar yaşıyordu ve onlar da hala yaşamlarını sürdürüyorlardı; Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar gibi. Bu sorun ise bu güne kadar süren ciddi siyasal olaylarında alt yapısını oluşturacaktı.
Ne Selçuklu ne de Osmanlı Batı’ya doğru sürükleniş süreci içinde, egemenlikleri altındaki toprakları anavatana çevirme gibi bir kaygı taşımadılar. Her yeni istila edilen toprak geçici bir otaktı. Hiçbir toprağı anavatan oluşturacak bir eğilimle ele almamış üzerinde kalıcı olma gibi bir düşünce taşınmamıştır. Gasp etseniz de toprağı her defasından yeniden yaşama verimli olarak katmadıkça, sürekli sürüp onu ziraatın bir unsuru haline getirmedikçe ve bu konuda kararlı olunmadıkça o topraklar sizi geçici olarak sırtında taşısa da size anavatan olamaz.
Osmanlı bu bilinçte bir etkinlik sahibi bile değildi. İçgüdüsel bir aidiyetin olmaması öyle bir boyuta sahip ki Osmanlının başkent anlayışı bile bunu göstermeye yeterlidir. Bunun çok önemli belirtilerinden biri de değişen başkentleridir. Söğüt, Bursa, Edirne İstanbul gibi... Hatta Fatih döneminde Fatih’in Papa’ya yazdığı söylenen ünlü mektupta; Truva Savaşı’nda katledilen Hektor’un intikamını almak için Egememnon torunlarına karşı savaşta Papa’dan yardım isterken, kendisi ve tebaasının Papa’nın dini tercihlerine uyabileceğini bile belirtmesi gerçekte Batı’ya dönük yürüyüşle ilgili bir vakıadır (söylence olsa da).
Söylemek istediğim şu, Selçuklu da Osmanlı da feodal Ortaçağ dönemlerinin tipik birer imparatorluğu gibi talan, gasp üzerine kurulmuşlardı. Ne ziraat ne yerleşim ne başkent kararlılığı ne de bir toprak parçasını anavatana çevirmek için sarf edilen bir çabaları vardı. Hep ileri, hep başka milletlerin malını mülkünü ve emeklerini kılıç zoruyla gasp etme eğilimi vardı. Bu, o dönemin tüm dünya ilişkisinde böyle bir eğilim olarak vardı. Osmanlı da bunun bir parçasıydı. Ama aynı kesitte aynı tür imparatorlukların yaşadığı toprakları merkez edinerek oraları anavatana çevirmiş olmaları, Osmanlı’nın uğradığı akıbetten kurtulmalarını da gündeme getirmiştir.
Osmanlı yok olmuştur. Çünkü ne anavatanı vardı ne de yaşamla açtığı üzerinde kararlıca kendi etnik topluluğunu yaşattığı bir toprak algısı vardı. Osmanlı’nın dinsel açıdan çok yumuşak olduğu, dinleri serbest bıraktığı, başka etnik topluluklara çok rahmetli davrandığı gibi saçmalıklara burada değinmeyeceğim. 1071’de Anadolu’ya gelen bir kavimin, egemenlik altına kılıçla aldığı bu topraklarda %100 olan farklı dini ve etnik yapısını nasıl bu gün %99 Müslüman ve tek etnik yapılı bir egemenliğe çevirdiğini bilmek yeterlidir.
Bütün bu tarih sürecini Atatürk de çok özet bir cümleyle, çarpıcı bir tarzda dile getirmiştir; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu sözlere bir şey eklemeye hiç gerek yoktur. Fetihlerin arkasından serserilik edilerek geçirilen bir yaşam planlaması. Osmanlı budur. Bu sürüklenişte Türk etnik dokusunun uğradığı hakaretler ve kıyımları ayrıca burada dile getirmeyeceğiz. Osmanoğulları hiçbir zaman kendilerine Türk denmesini layık görmemişlerdir ; Türk “kara kemikli”, “Etrak bile idrak”tı..
Cumhuriyet bu bataklıktan doğdu üzerinde izleri olsa da farklı bir yaşam planının eseri olarak planlandı. Bunun ilk adımı bir modern ulus yaratmaktı elbette tek başına bir iradeci kararla olmayacak bir dua idi bu. Bunun için tarih bir kez daha yazılmakla yüz yüze kaldı. Anadolu’nun Türkleştirilmesinin ikinci büyük hamlesi böyle başladı. Türk etnik dokusuna bir anavatan oluşturmak buradan başladı. Sahipleri üzerinde yaşarken hiç konusu edilmeyen Anadolu’yu Türkün anavatanı olarak tanımlanmak için görücüye çıkarıldı. 40 asırlık Türk yurdu hikayeleri böylece üretildi. Bu da tarihin bir cilvesiydi; “Tarih hareket halindeki geçmiş” iddiasını kanıtlarcasına süreçler başlatılmıştı. Türk dil teorisi, Güneş Dil iddiaları da ardı arkası kesilmeden üretildi.
Yani olmayan bir anavatanı, Anadolu’yu anavatan toprağı ilan ederek, orada üreterek, çalışarak kendi ürettiğini tüketerek, başkasına düşman olmadan ve tüm dünyayla barışık bulunarak bir cumhuriyet kurulduğu iddiası yapıldı. Dünyanın o günkü kesiti böylesi bir iddia içinde çok uygun gibiydi. Hatalarıyla sevaplarıyla Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle cumhuriyet farklı bir yaşam palanın eseri olsun istendi. Bunun için gerekli adımlar da atıldı. “Yurtta sulh Cihanda sulh” dendi. Esasında ulus da tam bu noktada siyasi bir iradenin çabalarıyla da tarih sahnesine çıkma şansı buldu. Osmanlı bunu asla yapamazdı.
Bu işin bilimsel mantık dokusunda zorunlu olan bir öğe vardı; o da bir toprağı anavatana çevirmekti. Anadolu cumhuriyetle birlikte başka etnik yapıların varlığına rağmen (Kürt, Ermeni, Rum, Arap v.b) böylece bir ulusun anavatanı olma kapısını araladı. Ama bu kapı hala tam açık değildi; bunu da iyi bilmek gerek. Yeniden bir Osmanlı deneyi ise bunu ebede kadar kapatabilir de. Kimse kimseyi aldatmasın; güçle ele geçirilen topraklar üzerinde sahipleri yaşıyorsa, onlarla anavatan olarak paylaşmaksızın ve siyasi açıdan özgürlük ve demokrasi içinde olmaksızın o toprakları, kalıcı olarak korumanın yeryüzündeki hiçbir kudret tarafından sağlanması mümkün değildir.
Kimse farklı türden alavere dalavere ulus tanımı fetvaları da vermesin, “ulus anayasal vatandaşlıktır” demesin, Bulgaristan’daki birkaç yüz bin Türk için, Kıbrıs’taki birkaç yüz bin Türk için ayrı devlet kurma hakkı isteyerek ve kimine bunu kurdurarak, kendi anavatan toprağında bulunan milyonlarca Kürt’ün haklarını gasp ederek siyaset yapmaya kalkışmasın. Bu dengesiz ve zalim siyasetler sadece ve sadece bölücüdür. Türk milletinin böylesi bölücülüğe ihtiyacı yoktur ve Osmanlı aklının bir uzantısı olan bu yaklaşım Atatürk tarafından cumhuriyetin kuruluş ilkesiyle reddedilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluş planı Osmanlıdan bir kopuştur. Kurtuluşun ilk adımı buradadır. Böylesi bir toplumsal yeniden kuruluş, üreten bir toplumu gerekli kılar. Bu ise Osmanlı’dan tam ve gerçekçi bir kopuştur.
Bu noktada devamlılık nedir sorusu sorulabilir. Devamlılık ne ırkidir ne de dilsel ya da aynı toprak üzerinde yaşamak ya da bir önceki dönemin kadrolarıyla yeni bir süreçte yer almaktır. Devamlılık toplumsal yaşam formlarınızı aynıyla sürdürüp sürdürmemektir. Osmanlı bu noktada ölmüştür ve bunu hiç kimse diriltemez. Cumhuriyet, bu kopuşu yüzyılların acılarının sonucu sağlamıştır. Bu kopuş bir kırılmadır da. Her ne kadar genetik bin bir bağıyla Osmanlı, cumhuriyet içinde de var olma, kendini ifade etme, egemen olmaya çalışma direnişleri göstermiş olsa da.
Evet bütün bunlar var. Osmanlı bir biçimde cumhuriyette var oldu ve hala devam da eden akıl izleri de az değildir. Üstelik cumhuriyetin tüm sorunlarının ve handikaplarının en tehlikeli akıl artığı olarak sürmüştür. Bunu da zaman zaman Musul olayları sırasında, Hatay ilhakında, 6-7 Eylül 1955 olaylarında, Kıbrıs savaşında ve Kürt halkına reva görülen acımasız operasyonlarda kendini göstermiştir.
Oysa Atatürk Osmanlı’yla tüm bağını koparmak üzere, büyük korku ve kaçışların, büyük toprak kaybedişlerin mana ve hikmetini yakalamış bir pragmatik lider olarak, Türklerin tarih sahnesine çıkardığı en önemli sima olarak, Cumhuriyeti yeni bir yaşam planıyla kurmanın zorunluluğunu dile getirmiştir. Üreten ve ürettiğini tüketen, böyle zengin olan ve dünyada ve cihanda sulhu savunan bir yaşam perspektifi planı çerçevesinde cumhuriyetin kurulması istendi. Bunun ne kadar başarılıp başarılmadığı ise işin farklı bir boyutudur.
Bu özelikleri başarabilecek bir cumhuriyet bölgemiz açısından önemiydi. Tel armana anlaşmasından bu yana bölgemizde huzur olduğu söylenemez. Osmanlı dönemi ise bölgede çok huzurlu bir dönem de değildi kesintisiz bir savaş ve iç karışıklıklar dönemiydi. Osmanlı padişahlarının doğu seferleri ve sık sık devam eden tedip hareketleri bunu dile getirir. I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı ve bugüne kadar bölgemizde süre giden, bitip tükenmeyen savaşlar bölgenin değişmeyen kaderi gibidir. Bölgemizin çıkar savaşlarının bataklığından korunması ve Türkiye halklarının bu batıklıkta bir kan gölüne dönüşmemesi, Osmanlıdan kopuş olmanın hikmetiyle kurulan Cumhuriyetin bir sonucudur. Bu olmasaydı bu gün Türkiye Lozan’dan sonraki durumunda asla kalamazdı. Bin bir parçaya daha ayrılırdı.
Osmanlı kendisine asla anavatan olmayan toprakları kaybetti. Bu toprakları kazananlar onu anavatan haline getirenler oldu. Her ulus kendi toprağını Osmanlı’dan özgürleştirdi: Balkan ulusları ve Araplar. Bu onların hakkıydı. Bu topraklar onların emekleriyle vatan olmuş topraklardı. Osmanlı gelip onu kanla zulümle kılıçla tepeleyerek aldı. Ama sonuna kadar tutamadı, hak yerini buldu; bu milletler kendi topraklarını gerisin geriye aldı. Atatürk’te bunu onaylıyor ve Osmanlı’ya en şiddetli tutumu takınıyordu.
Cumhuriyette bu deneyler üzerinde modern bir ulusun tarih sahnesine çıkışı amacıyla siyasal bir yapılanma olarak belirdi. Başkasının toprağına göz koymadan, ona ilişmeden, ona saygı göstererek ve kendi üretip-yaşama stratejisiyle.
Bugün bölgemizde Osmanlı’nın rolünü emperyalistlerle İsrail Siyonistleri oynuyor, halkları kanlı yıkımlarla ölüme götürüyor. Ama sonuçta kazanamıyor, hep kaybediyor. Bunu Osmanlı’nın yeniden dirilişiyle tekrar etmek isteyenler bilmelidirler. Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalimcedir de. Milliyetçiliğin de ötesinde şovenizmdir. Bu, resmen talancılık, hırsızlık gasp ve tam Atatürk’ün dediği gibi bir serseriliktir.
Türk ulusu böyle bir öneriyi elinin tersiyle iter. Böyle bir bela, var olanı da elinden almaya götürecek maceradan başka bir şey değildir. Bu açıdan daha demokratik ve iç farklılıklarını koruyan, onlara en yoğun özgürlükleri veren bir ülke olarak cumhuriyeti farklılıklarımızın ortak ülkesi olarak yeniden özgürlük ve eşitlik içinde düzenlemek gerekmektedir. Ortak bir ülke birimizin olmayan, ama hepimizin eşitler olarak yeniden kurduğu bir demokratik Cumhuriyet Osmanlı umut ve tercihlerine göre milyonlarca kez daha barışçıl, daha insancıl ve daha gerçekçidir. Bölgemizde hakkedilebilir bir rolü ancak bu özeliklerle oynamak mümkündür.
Bu bölgede tüm uluslar eşit ve kendi ana topraklarında yaşama özgürlüğü içinde olmalıdır. Bu toprakları kimse askerleri gücüyle oluşturduğu suni sınırlar olarak kullanmaya devam edemez. Bakın haritalar ne kadar sık değişiyor. Sizde ülkenizin haritasından sıkıntılı iseniz buyurun başka halkların haklarına dokunun, Osmanlıcılık yapın bakın sonuçta elinizde ne kalacak onu görün.
Bu bölgeyi Osmanlı gibi fiili olmasa da siyasi olarak denetim altına alma algıları da Donkişotluktur. II. Viyana Kuşatması’ndan bu yana hiçbir askeri zafer kazanmamış bir Osmanlı’nın bu bölgede kurda kuşa kepaze olması için, yeterince neden ve yeterince çıkar çevresi bulunmaktadır.
Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji alanlarının kontrolü için, emperyalist zorbalığın bölgemize dayattığı yıkım bunu anlatmaya yeterlidir. Bu evrensel ölçekli oyunda ne Osmanlı ne de onun gibi bin hasta adamın oynayacağı bir rol olabilir. Tüm roller birer figüranın işlevi kadardır; bu bölgenin sorunlarından kurtuluşun tek yolu halklarının hak arayışı ve direnişinden tecelli eden siyasi iradedir. Başka kurtuluş yolu da yoktur. Bu gün bu kapı da sonuna kadar açılmıştır. Lübnan’da 12 Temmuz 2006 savaşında yenilgi alan Siyonist İsrail devleti Gazze’de istediği sonucu alamamıştır ve bu da dönemin artık direnen halklar lehine bir açılımda olduğunu göstermektedir.
Bunun için bölgemizin tüm ulusları her türden barış karşıtı çıkarcı talancıya karşı omuz omuza olma çabası sürdürmeli, bunu önermeliyiz. Yeni bir emperyal güç olarak kimseye ne bela vermeli ne belasını almalıyız.
Bu gün bölgeyi istila etme planlarının, yeni Osmanlıcılık oynamanın günü değildir. Bu gün bölgede özgür ve demokratik bir ülke olarak yaşama günüdür. Çağdaş yaklaşım da budur. Ulusal devletler çağının geçtiği iddiasında olup da yeni Osmanlıcı çağrışımlarla bölgede etkin olma hayali ise tarihin çok gerisinde kalmış bir komediden ibarettir.
Bu bölgeyi kendi halkları yönetecektir. Kimse kendini vekaleti tanrıdan alınmış yüksek ulus gibi faşizan eğilimlere kaptırıp “bölgeye barışı ancak biz getirebiliriz” yönlü düşünmesin. Böyle düşünen hep esir olmuştur; ya kendi egosunun esiri ya da bir başkasının esiri. Kendi iç sorunlarını aşamamış bir Cumhuriyet, yüz yaşına gelmeden dökülmeye başlamışken kimse boş hayallerle kendini aldatmasın.
21 Ocak 2009
Yeni Osmanlıcılık eğilimleri bölge karıştıkça kimi ulusalcıların aklına gelip gelip gidiyor. Ulusalcılar ki, Osmanlı gibi ümmetçi bir yapılanmayla uzak-yakın bir ilişiği olmaması gerekirken akıllarına böylesi siyasal tercihlerin gelmesi, konunun önemini artırmaktadır. Bu önermelerin derin köklerinde Osmanlı aklı denilen sendromla ilgili bir yana sahiptir. Genetik bir şey. Gelip kendini hatırlatıyor. Bölge karışık, Osmanlı döneminde ise bölge çok “barışıktı”(!). İşte size alternatif;Türkiye Cumhuriyeti artık kabına sığamıyor (iç sorunlarını aşıp bitirmiş, her şeyi günlük gülistanlık) sıra komşularımızı tedip etmekte, onlara barışı ve güveni Osmanlı dönemindeki gibi getirmekte. Bu mantık, bir kılıç darbesiyle her kör düğümü çözeceğini sanıyor. Bölgeye yayılmayı, egemenlik kurmayı denetlemeyi planlıyor. Bölge halkları da Irakta ABD’yi güllerle,çiçeklerle beklediği gibi Osmanoğullarını bekliyor..
Bu önerme, milliyetçi duygularınızı okşayabilir. Mısır Suriye Suudi Arabistan arasındaki üçlü uyumun bozulmasıyla ortaya çıkan Arap sorunlarının derinleşmesi, Erdoğan’ın İslamik referanslı çıkışlarıyla bir açılım bulması bu algıları besliyor da olabilir. Ama geçici konjonktürlerden ibaret olan bu durumlar, bölgenin gerçek dengelerinde Kavalalı Mehmet Ali paşadan bu yana Mısır’ın Arap alemindeki önderliğini ya da etkinliğini bir başkasına bırakacağı hiç düşünülmemelidir. Nitekim alışageldiğimiz Arap küsme ve barışmalarından biri de Kuveyt Arap Zirvesinde de tekrar etti. Suudi Kralı Abdullah, Suriye lideri Beşşar El Esad’ı, Mısır Lideri Hüsnü Mübarek’i, Katar lideri Emir Hamad’i bir araya getirip düne kadar birbirine etmedik laf bırakmayan bu çevreyi barıştırdı. Türkiye’nin Gazze’ye yönelen Siyonist İsrail terörüne karşı takındığı “olumlu” tutumun Arap aleminde inanılmaz etkiler yarattığından söz etmek yanlış olmayacaktır.
Halkın en yakın çevresinden edindiğimiz izlenimlerle bu etkinin ticari, kültürel, sosyal hatta kimsen de olsa siyasal sonuçları olacağı kesindir. Türk mallarına artan rağbet ve güven, sinema, TV dizileri ve sanatsal etkinliklerin yaygınlaşmasını da bunlar arasında saymak gerekir. Ancak bunlar ne dünün tarihini aşabilecek ne de yakın dönem için yeterli tarih biriktirebilecek veriler değildir. İsrail’le Türkiye’nin ikili anlaşmalarını ve gizliliklerini bilmeyen yoktur. Türkiye bunlara dokunmadıkça da inandırıcılığı üzerinde ciddi kuşkular olamaya devam edecektir. Kaldı ki Türkiye iç sorunlarla kaynayan kendi denge ve kimlik arayışlarını bitirmemiş bir ülkedir. Bu yanıyla uluslaşma süreci bile tamamlanmamış kaosların girdabından bir ülkedir demek abartılı olmayacaktır. Bölgemizin derin siyasal etkinlikleri bu gerçeği çok yakından bilir ve bölgede ağırlık koyacak bir ülkenin vizesiyle ilgili referansları, paradigmaları parametreleri ince eleyip sık dokurlar.
Ayrıca kimse unutmamalı ki, orta çağlarda yaşamıyoruz, siz gibi başkasının da milliyetçi virüsleri bulunuyor ve karşıt önermeleri ve girişim hazırlıkları vardır. Size hak olan karşınızdakine de hak olacağı gerçeğinden hareketle, her milletin şovenizme eğilimli üstelik geniş tabanlı siyasal etkinlikleri atılım yapmaya hazırdır. . Bölgeyi karıştıran da tastamam budur. On binlerce km ötelerden, okyanusların berisinden gelip talan kıyım ve yıkım için bölgemizi istilan eden veba tüm sorunların nedeni değimlidir. Bu ha ABD olmuş ha Osmanlı olmuş sonuçta ölen katledilen eriyip giden bu bölgenin servetleri olduğu kadar insanı değimli biz değimliyiz. Şimdi bunlar bir yana, konuyu sakince ele almak gerek. Osmanlıyı bilmeyenlere bir kez daha hatırlatmakla konuya girmek gerek
Osmanlı Selçukluların devamıdır ve bu süreç 1071’ den bu yana gelmektedir. Ama Selçuklu ve sonrası Osmanlı, 14 Temmuz 1683 II. Viyana kuşatmasına kadar yaşam stratejisi ve planlamasıyla Batı'ya daha çok Batı'ya yürüme üzerine kuruludur. Bir göçebe imparatorluktur, yerleşikliği ise zorla gasp ettiği topraklar üzerinde yaşayan halkların servetleri ve emeklerini talan etmekle yürüyen bir yaşam. Çadır kültürünün hükmü, İslam’ı kabule rağmen cami etrafında bir medeniyet (yerleşim anlamında), bir uygarlık kurma eğilimi olmayan yaşam süreci. Bu açıdan Bizans’tan ve eski Anadolu uygarlıklarından ve İslam’dan alınan hiçbir malzeme ( devlet kurum ve yönetmenliği, yapı, üretim tarzı, her boyutuyla kültür) bir medeni yaşam için hakkıyla işlenmemiştir. Çarpık kalmış, zaman içindede tıkanmanın gerekçesi olarak toplumu da iç bükey etmiştir (içene kapalı bir kırılmaya götürmüştür).
Zaman zaman Yavuz gibi Mercidabık Savaşı’yla birlikte (1516) Doğu seferleri yaparak, savaşçı ve güçlü ideolojik kurumsal etkinliklerin ganimetlerini ele geçirse de (İslam hilafeti gibi) bunlar toplumu kendine özgü gerçekçi bir medeni yaşama yöneltememiştir. Gözler hep yeni istilalarda, hep daha çok batıya doğru başka milletlerin emeklerini, topraklarını talana yönelmiştir. Bu süreç tümüyle bir vahşet çağı olarak, karanlık bir Ortaçağ sürüklenişi olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı insanlık adına hiçbir şey yapmamıştır. Ne bir keşif ne bir buluş ne bir bilim adımı ne bir üretim atılımı içinde olmuştur. Mimar Sinan’ın cami yapıları dışında (bu da tamamen başka milletlerin emeklerini gasp etmek üzere gerekli olan ideolojik unsur olma işlevleri nedeniyle din istismarı amacıyla) hiçbir ize sahip değildir. Bazınsın son dönemlerine ait hiçbir birikimi koruyamayan tersine kaçırtan barbarlıklarıyla Batı’nın reform ve Rönesansına kaynaklık edecek potansiyellerden de uzak kalmıştır. İpek yollarını kesmiş bunu kendi üretim ve ticari çabaları için bir dinamik olarak kullanamamıştır. Batının ticari yollarını kestikçe batı da Kafkaslar üzerinden dönüp kuzey bölgelerinin ticari dinamiklerini hızlandırmış okyanusları da aşarak keşiflerine keşifler katıp dünya ticaretini ve kendi uygarlığının unsurlarını yükseltmiştir. Osmanlı ise kendi tabasını iliklerine kadar sömürmek ve çevredeki milletlerin servetlerini talan etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu süreç bir noktadan sonra gerileyerek bitişe doğru sürüklenmiştir.
II. Viyana kuşatması sonrası gerisin geriye Anadolu’ya tıkılan ve daha da doğuya gitme şansı olmayan Osmanlının kıstırıldığı yerde zaman içinde eriyerek I. Dünya paylaşım savaşı akıbetine gelmesi kaçınılmaz olmuştu. İnsanlığı ve çevreyi tahrip eden onursuz bir tarih, onur arayan bir ulusun son şansı olarak Cumhuriyetin kuruluşuyla noktalanmıştır.
5 milyon km² bir alanda hüküm süren Osmanlı bu toprakları kendine hiç bir zaman anavatan yapmaya çalışmamıştır. Anavatan oluşturmak çok farklı bir tarihsel işlevdir. Kısaca da bunu bilelim ki sonra kimse oflayıp puflayarak neden bunca toprakları kaybettik diye saçını başını yolmasın. Olmadık gerekçeler üretip yeniden boş ümitlerin peşine koşmasın.
Anavatan toprağı, bir bakir toprağın yaşama, ziraata ilk kez açılması ve üzerinde kararlı, sürekli bir sosyal yaşam birliği oluşturulmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzü coğrafi yaşam alanlarına doğal sınırlarla bölünmüş gibidir. Göçebeler hariç kadim tarihten bu yana her etnik topluluk ve daha sonra uluslar belli bir toprak parçasını anavatan edinmiştir. Bu çok net çizgilerle olmasa da belirgin yanlarıyla her ulus için geçerli bir belirti gibidir. Ancak tarihte toprağı ilk kez yaşama açıp bunu başkalarının zoruyla, şiddetiyle kaybedenler de olmuştur. İşgalci gaspçı imparatorluklar böyle kanlı süreçleri yapmıştır. Ancak bunlar bile kalıcı olmamış. Milletler anavatan olarak yarattıkları topraklar üzerinde er ya da geç bağımsızlıklarını kazanarak bu toprakların siyasi hakimleri de olmuştur. Ancak bunu başaramayanlar, başarmak için bu gün de özgürlük mücadelesi verenlerin olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan imparatorlukların bir nedenle parçalanması geniş toprakların başkasına uçup gitmesini getirmemiş tersine imparatorluk egemenliği altındaki esir ulusların bu toprakları anavatan haline getirme süreçlerinin devamını sağlayarak ulusal topraklar haline getirmelerine olanak vermiştir. Sonuçta güç bela imparatorluğun egemen etnik toplumuna yetecek kadar toprak kalma şansı olabilmiştir. Bu örnek Osmanlı için çok geçerli bir örnektir. Cumhuriyet elde kalan topraklar üzerinde bir ulusal topuluk olarak Türk milletini tarih sahnesine çıkartırken içinde başka bir handikabı da barındırmıştı. Zira Osmanlıdan arta kalan bu topraklarda Türklerden çok daha önce bu toprakları anavatana çeviren ulusal topluluklar yaşıyordu ve onlar da hala yaşamlarını sürdürüyorlardı; Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar gibi. Bu sorun ise bu güne kadar süren ciddi siyasal olaylarında alt yapısını oluşturacaktı.
Ne Selçuklu ne de Osmanlı Batı’ya doğru sürükleniş süreci içinde, egemenlikleri altındaki toprakları anavatana çevirme gibi bir kaygı taşımadılar. Her yeni istila edilen toprak geçici bir otaktı. Hiçbir toprağı anavatan oluşturacak bir eğilimle ele almamış üzerinde kalıcı olma gibi bir düşünce taşınmamıştır. Gasp etseniz de toprağı her defasından yeniden yaşama verimli olarak katmadıkça, sürekli sürüp onu ziraatın bir unsuru haline getirmedikçe ve bu konuda kararlı olunmadıkça o topraklar sizi geçici olarak sırtında taşısa da size anavatan olamaz.
Osmanlı bu bilinçte bir etkinlik sahibi bile değildi. İçgüdüsel bir aidiyetin olmaması öyle bir boyuta sahip ki Osmanlının başkent anlayışı bile bunu göstermeye yeterlidir. Bunun çok önemli belirtilerinden biri de değişen başkentleridir. Söğüt, Bursa, Edirne İstanbul gibi... Hatta Fatih döneminde Fatih’in Papa’ya yazdığı söylenen ünlü mektupta; Truva Savaşı’nda katledilen Hektor’un intikamını almak için Egememnon torunlarına karşı savaşta Papa’dan yardım isterken, kendisi ve tebaasının Papa’nın dini tercihlerine uyabileceğini bile belirtmesi gerçekte Batı’ya dönük yürüyüşle ilgili bir vakıadır (söylence olsa da).
Söylemek istediğim şu, Selçuklu da Osmanlı da feodal Ortaçağ dönemlerinin tipik birer imparatorluğu gibi talan, gasp üzerine kurulmuşlardı. Ne ziraat ne yerleşim ne başkent kararlılığı ne de bir toprak parçasını anavatana çevirmek için sarf edilen bir çabaları vardı. Hep ileri, hep başka milletlerin malını mülkünü ve emeklerini kılıç zoruyla gasp etme eğilimi vardı. Bu, o dönemin tüm dünya ilişkisinde böyle bir eğilim olarak vardı. Osmanlı da bunun bir parçasıydı. Ama aynı kesitte aynı tür imparatorlukların yaşadığı toprakları merkez edinerek oraları anavatana çevirmiş olmaları, Osmanlı’nın uğradığı akıbetten kurtulmalarını da gündeme getirmiştir.
Osmanlı yok olmuştur. Çünkü ne anavatanı vardı ne de yaşamla açtığı üzerinde kararlıca kendi etnik topluluğunu yaşattığı bir toprak algısı vardı. Osmanlı’nın dinsel açıdan çok yumuşak olduğu, dinleri serbest bıraktığı, başka etnik topluluklara çok rahmetli davrandığı gibi saçmalıklara burada değinmeyeceğim. 1071’de Anadolu’ya gelen bir kavimin, egemenlik altına kılıçla aldığı bu topraklarda %100 olan farklı dini ve etnik yapısını nasıl bu gün %99 Müslüman ve tek etnik yapılı bir egemenliğe çevirdiğini bilmek yeterlidir.
Bütün bu tarih sürecini Atatürk de çok özet bir cümleyle, çarpıcı bir tarzda dile getirmiştir; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu sözlere bir şey eklemeye hiç gerek yoktur. Fetihlerin arkasından serserilik edilerek geçirilen bir yaşam planlaması. Osmanlı budur. Bu sürüklenişte Türk etnik dokusunun uğradığı hakaretler ve kıyımları ayrıca burada dile getirmeyeceğiz. Osmanoğulları hiçbir zaman kendilerine Türk denmesini layık görmemişlerdir ; Türk “kara kemikli”, “Etrak bile idrak”tı..
Cumhuriyet bu bataklıktan doğdu üzerinde izleri olsa da farklı bir yaşam planının eseri olarak planlandı. Bunun ilk adımı bir modern ulus yaratmaktı elbette tek başına bir iradeci kararla olmayacak bir dua idi bu. Bunun için tarih bir kez daha yazılmakla yüz yüze kaldı. Anadolu’nun Türkleştirilmesinin ikinci büyük hamlesi böyle başladı. Türk etnik dokusuna bir anavatan oluşturmak buradan başladı. Sahipleri üzerinde yaşarken hiç konusu edilmeyen Anadolu’yu Türkün anavatanı olarak tanımlanmak için görücüye çıkarıldı. 40 asırlık Türk yurdu hikayeleri böylece üretildi. Bu da tarihin bir cilvesiydi; “Tarih hareket halindeki geçmiş” iddiasını kanıtlarcasına süreçler başlatılmıştı. Türk dil teorisi, Güneş Dil iddiaları da ardı arkası kesilmeden üretildi.
Yani olmayan bir anavatanı, Anadolu’yu anavatan toprağı ilan ederek, orada üreterek, çalışarak kendi ürettiğini tüketerek, başkasına düşman olmadan ve tüm dünyayla barışık bulunarak bir cumhuriyet kurulduğu iddiası yapıldı. Dünyanın o günkü kesiti böylesi bir iddia içinde çok uygun gibiydi. Hatalarıyla sevaplarıyla Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle cumhuriyet farklı bir yaşam palanın eseri olsun istendi. Bunun için gerekli adımlar da atıldı. “Yurtta sulh Cihanda sulh” dendi. Esasında ulus da tam bu noktada siyasi bir iradenin çabalarıyla da tarih sahnesine çıkma şansı buldu. Osmanlı bunu asla yapamazdı.
Bu işin bilimsel mantık dokusunda zorunlu olan bir öğe vardı; o da bir toprağı anavatana çevirmekti. Anadolu cumhuriyetle birlikte başka etnik yapıların varlığına rağmen (Kürt, Ermeni, Rum, Arap v.b) böylece bir ulusun anavatanı olma kapısını araladı. Ama bu kapı hala tam açık değildi; bunu da iyi bilmek gerek. Yeniden bir Osmanlı deneyi ise bunu ebede kadar kapatabilir de. Kimse kimseyi aldatmasın; güçle ele geçirilen topraklar üzerinde sahipleri yaşıyorsa, onlarla anavatan olarak paylaşmaksızın ve siyasi açıdan özgürlük ve demokrasi içinde olmaksızın o toprakları, kalıcı olarak korumanın yeryüzündeki hiçbir kudret tarafından sağlanması mümkün değildir.
Kimse farklı türden alavere dalavere ulus tanımı fetvaları da vermesin, “ulus anayasal vatandaşlıktır” demesin, Bulgaristan’daki birkaç yüz bin Türk için, Kıbrıs’taki birkaç yüz bin Türk için ayrı devlet kurma hakkı isteyerek ve kimine bunu kurdurarak, kendi anavatan toprağında bulunan milyonlarca Kürt’ün haklarını gasp ederek siyaset yapmaya kalkışmasın. Bu dengesiz ve zalim siyasetler sadece ve sadece bölücüdür. Türk milletinin böylesi bölücülüğe ihtiyacı yoktur ve Osmanlı aklının bir uzantısı olan bu yaklaşım Atatürk tarafından cumhuriyetin kuruluş ilkesiyle reddedilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluş planı Osmanlıdan bir kopuştur. Kurtuluşun ilk adımı buradadır. Böylesi bir toplumsal yeniden kuruluş, üreten bir toplumu gerekli kılar. Bu ise Osmanlı’dan tam ve gerçekçi bir kopuştur.
Bu noktada devamlılık nedir sorusu sorulabilir. Devamlılık ne ırkidir ne de dilsel ya da aynı toprak üzerinde yaşamak ya da bir önceki dönemin kadrolarıyla yeni bir süreçte yer almaktır. Devamlılık toplumsal yaşam formlarınızı aynıyla sürdürüp sürdürmemektir. Osmanlı bu noktada ölmüştür ve bunu hiç kimse diriltemez. Cumhuriyet, bu kopuşu yüzyılların acılarının sonucu sağlamıştır. Bu kopuş bir kırılmadır da. Her ne kadar genetik bin bir bağıyla Osmanlı, cumhuriyet içinde de var olma, kendini ifade etme, egemen olmaya çalışma direnişleri göstermiş olsa da.
Evet bütün bunlar var. Osmanlı bir biçimde cumhuriyette var oldu ve hala devam da eden akıl izleri de az değildir. Üstelik cumhuriyetin tüm sorunlarının ve handikaplarının en tehlikeli akıl artığı olarak sürmüştür. Bunu da zaman zaman Musul olayları sırasında, Hatay ilhakında, 6-7 Eylül 1955 olaylarında, Kıbrıs savaşında ve Kürt halkına reva görülen acımasız operasyonlarda kendini göstermiştir.
Oysa Atatürk Osmanlı’yla tüm bağını koparmak üzere, büyük korku ve kaçışların, büyük toprak kaybedişlerin mana ve hikmetini yakalamış bir pragmatik lider olarak, Türklerin tarih sahnesine çıkardığı en önemli sima olarak, Cumhuriyeti yeni bir yaşam planıyla kurmanın zorunluluğunu dile getirmiştir. Üreten ve ürettiğini tüketen, böyle zengin olan ve dünyada ve cihanda sulhu savunan bir yaşam perspektifi planı çerçevesinde cumhuriyetin kurulması istendi. Bunun ne kadar başarılıp başarılmadığı ise işin farklı bir boyutudur.
Bu özelikleri başarabilecek bir cumhuriyet bölgemiz açısından önemiydi. Tel armana anlaşmasından bu yana bölgemizde huzur olduğu söylenemez. Osmanlı dönemi ise bölgede çok huzurlu bir dönem de değildi kesintisiz bir savaş ve iç karışıklıklar dönemiydi. Osmanlı padişahlarının doğu seferleri ve sık sık devam eden tedip hareketleri bunu dile getirir. I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı ve bugüne kadar bölgemizde süre giden, bitip tükenmeyen savaşlar bölgenin değişmeyen kaderi gibidir. Bölgemizin çıkar savaşlarının bataklığından korunması ve Türkiye halklarının bu batıklıkta bir kan gölüne dönüşmemesi, Osmanlıdan kopuş olmanın hikmetiyle kurulan Cumhuriyetin bir sonucudur. Bu olmasaydı bu gün Türkiye Lozan’dan sonraki durumunda asla kalamazdı. Bin bir parçaya daha ayrılırdı.
Osmanlı kendisine asla anavatan olmayan toprakları kaybetti. Bu toprakları kazananlar onu anavatan haline getirenler oldu. Her ulus kendi toprağını Osmanlı’dan özgürleştirdi: Balkan ulusları ve Araplar. Bu onların hakkıydı. Bu topraklar onların emekleriyle vatan olmuş topraklardı. Osmanlı gelip onu kanla zulümle kılıçla tepeleyerek aldı. Ama sonuna kadar tutamadı, hak yerini buldu; bu milletler kendi topraklarını gerisin geriye aldı. Atatürk’te bunu onaylıyor ve Osmanlı’ya en şiddetli tutumu takınıyordu.
Cumhuriyette bu deneyler üzerinde modern bir ulusun tarih sahnesine çıkışı amacıyla siyasal bir yapılanma olarak belirdi. Başkasının toprağına göz koymadan, ona ilişmeden, ona saygı göstererek ve kendi üretip-yaşama stratejisiyle.
Bugün bölgemizde Osmanlı’nın rolünü emperyalistlerle İsrail Siyonistleri oynuyor, halkları kanlı yıkımlarla ölüme götürüyor. Ama sonuçta kazanamıyor, hep kaybediyor. Bunu Osmanlı’nın yeniden dirilişiyle tekrar etmek isteyenler bilmelidirler. Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalimcedir de. Milliyetçiliğin de ötesinde şovenizmdir. Bu, resmen talancılık, hırsızlık gasp ve tam Atatürk’ün dediği gibi bir serseriliktir.
Türk ulusu böyle bir öneriyi elinin tersiyle iter. Böyle bir bela, var olanı da elinden almaya götürecek maceradan başka bir şey değildir. Bu açıdan daha demokratik ve iç farklılıklarını koruyan, onlara en yoğun özgürlükleri veren bir ülke olarak cumhuriyeti farklılıklarımızın ortak ülkesi olarak yeniden özgürlük ve eşitlik içinde düzenlemek gerekmektedir. Ortak bir ülke birimizin olmayan, ama hepimizin eşitler olarak yeniden kurduğu bir demokratik Cumhuriyet Osmanlı umut ve tercihlerine göre milyonlarca kez daha barışçıl, daha insancıl ve daha gerçekçidir. Bölgemizde hakkedilebilir bir rolü ancak bu özeliklerle oynamak mümkündür.
Bu bölgede tüm uluslar eşit ve kendi ana topraklarında yaşama özgürlüğü içinde olmalıdır. Bu toprakları kimse askerleri gücüyle oluşturduğu suni sınırlar olarak kullanmaya devam edemez. Bakın haritalar ne kadar sık değişiyor. Sizde ülkenizin haritasından sıkıntılı iseniz buyurun başka halkların haklarına dokunun, Osmanlıcılık yapın bakın sonuçta elinizde ne kalacak onu görün.
Bu bölgeyi Osmanlı gibi fiili olmasa da siyasi olarak denetim altına alma algıları da Donkişotluktur. II. Viyana Kuşatması’ndan bu yana hiçbir askeri zafer kazanmamış bir Osmanlı’nın bu bölgede kurda kuşa kepaze olması için, yeterince neden ve yeterince çıkar çevresi bulunmaktadır.
Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji alanlarının kontrolü için, emperyalist zorbalığın bölgemize dayattığı yıkım bunu anlatmaya yeterlidir. Bu evrensel ölçekli oyunda ne Osmanlı ne de onun gibi bin hasta adamın oynayacağı bir rol olabilir. Tüm roller birer figüranın işlevi kadardır; bu bölgenin sorunlarından kurtuluşun tek yolu halklarının hak arayışı ve direnişinden tecelli eden siyasi iradedir. Başka kurtuluş yolu da yoktur. Bu gün bu kapı da sonuna kadar açılmıştır. Lübnan’da 12 Temmuz 2006 savaşında yenilgi alan Siyonist İsrail devleti Gazze’de istediği sonucu alamamıştır ve bu da dönemin artık direnen halklar lehine bir açılımda olduğunu göstermektedir.
Bunun için bölgemizin tüm ulusları her türden barış karşıtı çıkarcı talancıya karşı omuz omuza olma çabası sürdürmeli, bunu önermeliyiz. Yeni bir emperyal güç olarak kimseye ne bela vermeli ne belasını almalıyız.
Bu gün bölgeyi istila etme planlarının, yeni Osmanlıcılık oynamanın günü değildir. Bu gün bölgede özgür ve demokratik bir ülke olarak yaşama günüdür. Çağdaş yaklaşım da budur. Ulusal devletler çağının geçtiği iddiasında olup da yeni Osmanlıcı çağrışımlarla bölgede etkin olma hayali ise tarihin çok gerisinde kalmış bir komediden ibarettir.
Bu bölgeyi kendi halkları yönetecektir. Kimse kendini vekaleti tanrıdan alınmış yüksek ulus gibi faşizan eğilimlere kaptırıp “bölgeye barışı ancak biz getirebiliriz” yönlü düşünmesin. Böyle düşünen hep esir olmuştur; ya kendi egosunun esiri ya da bir başkasının esiri. Kendi iç sorunlarını aşamamış bir Cumhuriyet, yüz yaşına gelmeden dökülmeye başlamışken kimse boş hayallerle kendini aldatmasın.
19 Ocak 2009 Pazartesi
EMPERYALİZM VE DİL
Faiz CEBİROĞLU
Dil ve dili geliştirmek; dili emperyalist dil yozlaşmasına ve kirlenmesine karşı korumak, yaşadığımız bu küresel emperyalist çağda çok zordur. Bunun tarihsel ve ekonomik nedenleri vardır.
Serbest rekabet dönemindeki mal ihracı, yerini sermayeye terketmesiyle birlikte büyüyen ve daha sonra dünyamızı saran emperyalist ekonomi ve kültür egemenliği, tüm dünya ülkelerini her alanda etkiliyor. Böylesi bir oluşumun halkası olan bizim gibi ülkeleri de daha fazla etkiliyor. Yaşamdaki yozlaşma ve yabancılaşma, böylesi bir sistemin ürünüdür. Dilimizdeki “kirlenme”, böylesi bir çağın ve oluşumun ürünüdür.
Bütün bu nesnel gerçeklik karşısında, emperyalist kültür ve onun yarattığı “dil çirkinleşmesine” karşı çıkan aydınlarımız da var. Değişik sitelerde yazan, Sayın Nuri Sağaltıcı ve diğer dostlar da var. Sevindiricidir. Bilimsel zeminde dili, emperyalist dil kirlenmesine karşı, her hal ve şartta savunan aydınlarımızı, gerçekten, kutlamak gerekiyor. Yalnız kutlamak değil, onları, aynı zamanda fiili olarak desteklemek de gerekiyor. Böylesi bir tutum, insan kimliğinin, “sertifikası” oluyor.
Dilimiz “yozlaşıyor”, dilimiz “çirkinleşiyor” diyoruz. Doğrudur. Yozlaşan ve çirkinleşen yalnızca “yazı” ve “sözlü dilimiz” değildir! Yaşamda kullandığımız “tüm” dillerimizdir: Yazı dili, konuşma dili, işaret dili, vücut dili, resim, müzik, drama, dans gibi dillerimiz de böylesi bir “yozlaşma” ve “çirkinleşme” ile karşı karşıyadır. Böylesi bir durum, “özdeğer” ve “kimliğimizi” olumsuz olarak etkilediği açıktır. Bu nokta da önemlidir, zira bizler bütün bu dilleri kullanarak, hem kendi düşünce ve duygularımızı ifade ediyor, hem de aynı kültürü taşıyan başkalarını da bu yolla/yollarla anlamaya çalışıyoruz.
Dil iletişimi, her zaman, karşılıklı ve bütünseldir. Çizdiğimiz resim, dans, şarkı v.b. hülyalarımızı, düşüncelerimizi, sevdamızı ve kavgamızı iletmek ve ifade etmek içindir. Biz insanlar, bu yolla/yollarla değişik dilleri kullanarak, ifade, özduygu ve kimliğimizi geliştiriyoruz. Bu anlamda dil, toplumsal “değerler” ve “kültürel ifade tarzı” için de zorunlu bir elementtir.
Yaşadığımız bu küresel sermaye çağında, yukardaki zorunlu noktaları muhafaza etmek, çok zordur. Zordur, zira dilimiz, emperyalist sermaye dilinin baskı ve etkisi altındadır. Sermaye çağı demek, herkesin birbirine bağlı ve bağımlı olması demektir. Böylesi bir küresel yapı, tek tek ülkelerdeki dili, dilleri de etkiliyor, yozlaştırıyor, asimile ediyor.
Bu durumu gören ve yaşayan sorumlu aydınlarımız, haklı olarak, böylesi bir “dil kirlenmesine” karşı çıkmaktalar. Haklıdırlar. Dil kavgaları önemlidir, ama yeterli değildir. Sorun yapısaldır. Türkiye de dünya içindedir. Türkiye de ekonomik olarak emperyalist sistemin bir halkasıdır. Böylesi bir iç ve dış dinamik üzerine yükselen üst yapı, doğal olarak, siyasetimizi, hukuk, etik, din, felsefe, sanat ve bunların ifade tarzı olan hem Türkçeyi hem de Anadolu’da kullanılan tüm dilleri etkiliyor…
Çözüm, radikaldır. Radikalcı çözüm, köktenci çözümdür. Devrimcidir. Bu anlamda, köktenci çözüm, hem emperyalist sermaye ilişkisi ve onun yarattığı “dil kirlenmesine” karşı bir yöntem; hem de insanın “sürü” olmaktan çıkışın yöntemi oluyor.
www.eylemselyetke2.blogspot.com
Dil ve dili geliştirmek; dili emperyalist dil yozlaşmasına ve kirlenmesine karşı korumak, yaşadığımız bu küresel emperyalist çağda çok zordur. Bunun tarihsel ve ekonomik nedenleri vardır.
Serbest rekabet dönemindeki mal ihracı, yerini sermayeye terketmesiyle birlikte büyüyen ve daha sonra dünyamızı saran emperyalist ekonomi ve kültür egemenliği, tüm dünya ülkelerini her alanda etkiliyor. Böylesi bir oluşumun halkası olan bizim gibi ülkeleri de daha fazla etkiliyor. Yaşamdaki yozlaşma ve yabancılaşma, böylesi bir sistemin ürünüdür. Dilimizdeki “kirlenme”, böylesi bir çağın ve oluşumun ürünüdür.
Bütün bu nesnel gerçeklik karşısında, emperyalist kültür ve onun yarattığı “dil çirkinleşmesine” karşı çıkan aydınlarımız da var. Değişik sitelerde yazan, Sayın Nuri Sağaltıcı ve diğer dostlar da var. Sevindiricidir. Bilimsel zeminde dili, emperyalist dil kirlenmesine karşı, her hal ve şartta savunan aydınlarımızı, gerçekten, kutlamak gerekiyor. Yalnız kutlamak değil, onları, aynı zamanda fiili olarak desteklemek de gerekiyor. Böylesi bir tutum, insan kimliğinin, “sertifikası” oluyor.
Dilimiz “yozlaşıyor”, dilimiz “çirkinleşiyor” diyoruz. Doğrudur. Yozlaşan ve çirkinleşen yalnızca “yazı” ve “sözlü dilimiz” değildir! Yaşamda kullandığımız “tüm” dillerimizdir: Yazı dili, konuşma dili, işaret dili, vücut dili, resim, müzik, drama, dans gibi dillerimiz de böylesi bir “yozlaşma” ve “çirkinleşme” ile karşı karşıyadır. Böylesi bir durum, “özdeğer” ve “kimliğimizi” olumsuz olarak etkilediği açıktır. Bu nokta da önemlidir, zira bizler bütün bu dilleri kullanarak, hem kendi düşünce ve duygularımızı ifade ediyor, hem de aynı kültürü taşıyan başkalarını da bu yolla/yollarla anlamaya çalışıyoruz.
Dil iletişimi, her zaman, karşılıklı ve bütünseldir. Çizdiğimiz resim, dans, şarkı v.b. hülyalarımızı, düşüncelerimizi, sevdamızı ve kavgamızı iletmek ve ifade etmek içindir. Biz insanlar, bu yolla/yollarla değişik dilleri kullanarak, ifade, özduygu ve kimliğimizi geliştiriyoruz. Bu anlamda dil, toplumsal “değerler” ve “kültürel ifade tarzı” için de zorunlu bir elementtir.
Yaşadığımız bu küresel sermaye çağında, yukardaki zorunlu noktaları muhafaza etmek, çok zordur. Zordur, zira dilimiz, emperyalist sermaye dilinin baskı ve etkisi altındadır. Sermaye çağı demek, herkesin birbirine bağlı ve bağımlı olması demektir. Böylesi bir küresel yapı, tek tek ülkelerdeki dili, dilleri de etkiliyor, yozlaştırıyor, asimile ediyor.
Bu durumu gören ve yaşayan sorumlu aydınlarımız, haklı olarak, böylesi bir “dil kirlenmesine” karşı çıkmaktalar. Haklıdırlar. Dil kavgaları önemlidir, ama yeterli değildir. Sorun yapısaldır. Türkiye de dünya içindedir. Türkiye de ekonomik olarak emperyalist sistemin bir halkasıdır. Böylesi bir iç ve dış dinamik üzerine yükselen üst yapı, doğal olarak, siyasetimizi, hukuk, etik, din, felsefe, sanat ve bunların ifade tarzı olan hem Türkçeyi hem de Anadolu’da kullanılan tüm dilleri etkiliyor…
Çözüm, radikaldır. Radikalcı çözüm, köktenci çözümdür. Devrimcidir. Bu anlamda, köktenci çözüm, hem emperyalist sermaye ilişkisi ve onun yarattığı “dil kirlenmesine” karşı bir yöntem; hem de insanın “sürü” olmaktan çıkışın yöntemi oluyor.
www.eylemselyetke2.blogspot.com
18 Ocak 2009 Pazar
DİRENME GÜÇLERİ KAZANDI...
Mihrac Ural
18 Ocak 2009
Dünyanın dördüncü en güçlü ordusu olduğu söylenir. Girdiği her savaşta Arapları yenilgiye uğrattığı da biliniyor;ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında bir direnme örgütü olan Hizbullah tarafından inanılmaz bir darbe alarak yenilgiye uğratıldı. İsrail ordusu, her seferinde geziye çıkar gibi istila ettiği Arap topraklarından Lübnan savaşında uğradığı yenilgi akabinde kaçarak, ağır yaralarla, boynu bükük çıkmak zorunda kaldı. Bu kaçış, bölge tarihinin uzun erimli değişiminin de ilk adımı oldu. ABD'nin bölgeye dayatacağı Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) adlı talan ve çıkar projesi bu savaşın yenilgisiyle birlikte çöktü. Bölge artık ABD'nin istediği gibi at koşturamayacağı bir alandı. Gericilik tüm etkinlikleriyle Direnmenin zaferi karşısında gerilemişti; bölgemizde hak kazanmanın tek yolunun direnme olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştı.
Bush yönetimi son günlerine gelip dayandığı bir kesitte, ABD'nin her zamanki iğrenç ölüm denklemleri örülmeye başlandı. 27 Aralık 2008 de Gazze'ye açılan savaş bu yönetimin ve Siyonistlerin bölgede oynayabilecekleri son koz olarak sahnelendi.
Gazze üzerine ölüm yağdırıldı. Hedef, bölgedeki direnmenin varlığını kırmak için son bir denemeydi. Bunun için tüm Arap gericiliği ve Emperyalist güçler her türden destek kapısını açık bıraktı. İsrail’e “asın, kesin, katledin, yakın, yıkın ama bitirmeden sonuçlandırmayın” denildi. ABD yeni yönetimi 21 Ocak 2009 da görevi teslim alacaktı. Bu süre yeterli görülmüştü. Zaten tüm hesaplar 6 günde en çok 10 gün içinde Gazze'de direnmenin her türden varlığı yok edileceği üzerineydi.
Dünyanın en güçlü dördüncü ordusu; Deniz, Kara ve Hava Kuvvetleriyle, teknolojinin en gelişmiş araçları, silahların en gelişmişi ve ilk kez denenmekte olanlarıyla saldırıya geçti. Yer gök ölüm kusmaya başladı.
Varılması istenen hedef,
1. Gazze'nin istilası
2. Tüm direniş güçlerinin mutlak olarak tasfiyesi
3. İsrailli esir asker Cilat Şalit'in kurtarılması
4. Gazze'nin El Fetih'li teslimiyetçilere (Mahmut Abbas- Muhammed Dehlan) sunulması. 5. Sınır kapıları denetiminin uluslar arası güce bırakılması.
6. Silah girişini sağlayan tünellerin yok edilmesi.
İsrail Siyonistlerinin bu hedef için Gazze'de yıkmadığı ev, dağıtmadığı tarımsal alan ,kazmadığı yol kalmadı. Beyaz fosfor bombalarıyla da yakmadığı bir canlı türü kalmadı. %90 sivil olan 1300'den fazla şehit ( 410 çocuk, 103 kadın) ve 5340'tan fazla yaralılarla (enkaz altındakiler hariç) bir cehennemi tablo oluştu. Sonuç; hiçbir hedefin gerçekleşmemesiydi.
Olmert, tek taraflı ateş kes açıklamasını yaptığı anda direnme güçlerinin füzeleri akın akın İsrail üzerine yürüyordu. Zaten tek taraflı ateş kes olayı başlı başına bir yenilginin ifadesiydi de.
Sivillerin katlinden başka hiçbir hedef gerçekleştirememiş olmak, yeni ABD yönetimi arifesine kadar tanınmış süreyi doldurarak ölüm kusmak, Mısır gibi Arapların yüz karası gerici bir yönetimi düştüğü açmazdan kurtarmak için son bir hamlede birçok unsurun kesişmesi gerçekleştirildi. Mısır'ın sanki bu savaşın bitmesinde son sözü söyleyen taraf olduğu imajı yaratıldı. Hüsnü Mübarek’in açıklaması ve bu gün (18 Ocak 2009) Şerm El Şeyh'te Avrupalı liderlerle yapılan zirve Mısır'ın Gazze yıkımı karşısındaki sorumsuzluğunu örtme amacı taşıyordu. Mısır bu müdahalesiyle ateşkesi sağlayabilseydi bunu ilk günden yapması gerekirdi diye dile gelen eleştirilere ise cevap yoktu.
Bütün bu gelişmeler bölgede İsrail ve ABD lehine beklenen denge değişimini sağlayamadı. Bu kıyım ve yıkım sadece sivillerin ölümüne yol açtı. İnsanlık gözleri önünde BM’nin işlevsizliği gibi Batının aymaz ahlaksızlığı da açığa çıktı.
Gazze savaşı ABD ve Siyonist İsrail’in bölgede gerileyen bir güç olduğunun ilk belirtisini gösterdi. Son şanslarını da kaybettiler. Arap gericiliği de onlarla birlikte bu şansı yitirdi. Direnme güçleri hala dik ve direnmeye devam etme kararlılığında; zedelenmeden, gücünden de bir şey kaybetmeden varlığını koruyabildiğini gösterdi. Bu gelişmeler bölgemizin yakın tarihini şekillendirecek en önemli verilerin temellendiği bir zemin oldu. Bölgenin yakın dönemi bu verilerle şekillenecektir. Hak kazanımının tek yolunun direnme olduğu açığa çıkmıştır. Direnmeye karşı duran tüm bölge yönetimlerinin kaybeden taraf olacağı da burada açıkça belirgin hale gelmiştir. Bu gerçeği ülkemiz açısından da aynıyla ele almak yanlış olmayacaktır.
18 Ocak 2009
Dünyanın dördüncü en güçlü ordusu olduğu söylenir. Girdiği her savaşta Arapları yenilgiye uğrattığı da biliniyor;ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında bir direnme örgütü olan Hizbullah tarafından inanılmaz bir darbe alarak yenilgiye uğratıldı. İsrail ordusu, her seferinde geziye çıkar gibi istila ettiği Arap topraklarından Lübnan savaşında uğradığı yenilgi akabinde kaçarak, ağır yaralarla, boynu bükük çıkmak zorunda kaldı. Bu kaçış, bölge tarihinin uzun erimli değişiminin de ilk adımı oldu. ABD'nin bölgeye dayatacağı Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) adlı talan ve çıkar projesi bu savaşın yenilgisiyle birlikte çöktü. Bölge artık ABD'nin istediği gibi at koşturamayacağı bir alandı. Gericilik tüm etkinlikleriyle Direnmenin zaferi karşısında gerilemişti; bölgemizde hak kazanmanın tek yolunun direnme olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştı.
Bush yönetimi son günlerine gelip dayandığı bir kesitte, ABD'nin her zamanki iğrenç ölüm denklemleri örülmeye başlandı. 27 Aralık 2008 de Gazze'ye açılan savaş bu yönetimin ve Siyonistlerin bölgede oynayabilecekleri son koz olarak sahnelendi.
Gazze üzerine ölüm yağdırıldı. Hedef, bölgedeki direnmenin varlığını kırmak için son bir denemeydi. Bunun için tüm Arap gericiliği ve Emperyalist güçler her türden destek kapısını açık bıraktı. İsrail’e “asın, kesin, katledin, yakın, yıkın ama bitirmeden sonuçlandırmayın” denildi. ABD yeni yönetimi 21 Ocak 2009 da görevi teslim alacaktı. Bu süre yeterli görülmüştü. Zaten tüm hesaplar 6 günde en çok 10 gün içinde Gazze'de direnmenin her türden varlığı yok edileceği üzerineydi.
Dünyanın en güçlü dördüncü ordusu; Deniz, Kara ve Hava Kuvvetleriyle, teknolojinin en gelişmiş araçları, silahların en gelişmişi ve ilk kez denenmekte olanlarıyla saldırıya geçti. Yer gök ölüm kusmaya başladı.
Varılması istenen hedef,
1. Gazze'nin istilası
2. Tüm direniş güçlerinin mutlak olarak tasfiyesi
3. İsrailli esir asker Cilat Şalit'in kurtarılması
4. Gazze'nin El Fetih'li teslimiyetçilere (Mahmut Abbas- Muhammed Dehlan) sunulması. 5. Sınır kapıları denetiminin uluslar arası güce bırakılması.
6. Silah girişini sağlayan tünellerin yok edilmesi.
İsrail Siyonistlerinin bu hedef için Gazze'de yıkmadığı ev, dağıtmadığı tarımsal alan ,kazmadığı yol kalmadı. Beyaz fosfor bombalarıyla da yakmadığı bir canlı türü kalmadı. %90 sivil olan 1300'den fazla şehit ( 410 çocuk, 103 kadın) ve 5340'tan fazla yaralılarla (enkaz altındakiler hariç) bir cehennemi tablo oluştu. Sonuç; hiçbir hedefin gerçekleşmemesiydi.
Olmert, tek taraflı ateş kes açıklamasını yaptığı anda direnme güçlerinin füzeleri akın akın İsrail üzerine yürüyordu. Zaten tek taraflı ateş kes olayı başlı başına bir yenilginin ifadesiydi de.
Sivillerin katlinden başka hiçbir hedef gerçekleştirememiş olmak, yeni ABD yönetimi arifesine kadar tanınmış süreyi doldurarak ölüm kusmak, Mısır gibi Arapların yüz karası gerici bir yönetimi düştüğü açmazdan kurtarmak için son bir hamlede birçok unsurun kesişmesi gerçekleştirildi. Mısır'ın sanki bu savaşın bitmesinde son sözü söyleyen taraf olduğu imajı yaratıldı. Hüsnü Mübarek’in açıklaması ve bu gün (18 Ocak 2009) Şerm El Şeyh'te Avrupalı liderlerle yapılan zirve Mısır'ın Gazze yıkımı karşısındaki sorumsuzluğunu örtme amacı taşıyordu. Mısır bu müdahalesiyle ateşkesi sağlayabilseydi bunu ilk günden yapması gerekirdi diye dile gelen eleştirilere ise cevap yoktu.
Bütün bu gelişmeler bölgede İsrail ve ABD lehine beklenen denge değişimini sağlayamadı. Bu kıyım ve yıkım sadece sivillerin ölümüne yol açtı. İnsanlık gözleri önünde BM’nin işlevsizliği gibi Batının aymaz ahlaksızlığı da açığa çıktı.
Gazze savaşı ABD ve Siyonist İsrail’in bölgede gerileyen bir güç olduğunun ilk belirtisini gösterdi. Son şanslarını da kaybettiler. Arap gericiliği de onlarla birlikte bu şansı yitirdi. Direnme güçleri hala dik ve direnmeye devam etme kararlılığında; zedelenmeden, gücünden de bir şey kaybetmeden varlığını koruyabildiğini gösterdi. Bu gelişmeler bölgemizin yakın tarihini şekillendirecek en önemli verilerin temellendiği bir zemin oldu. Bölgenin yakın dönemi bu verilerle şekillenecektir. Hak kazanımının tek yolunun direnme olduğu açığa çıkmıştır. Direnmeye karşı duran tüm bölge yönetimlerinin kaybeden taraf olacağı da burada açıkça belirgin hale gelmiştir. Bu gerçeği ülkemiz açısından da aynıyla ele almak yanlış olmayacaktır.
15 Ocak 2009 Perşembe
İTİRAFÇILAR BİRBİRİNE BENZER
Mihrac Ural
16 Ocak 2009
Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’in yaptığı çağrışımla bu başlığı attım.
Tüm itirafçılar birbirine benziyor. Hayretle izledim. Bir yönetmenin, film senaryosunu oyunculara anlattığı gibi tiyatral ve kronolojik olarak her şeyi ama her şeyi anlatıyor; hakim gibi savcı gibi anlatıyor. Yorum yapıyor, ilgili ilgisiz her şeyi veriyor. İtirafçıların tipik özelliğidir bu. Bir kez çözülünce ardı arkası kesilmeden konuşurlar. Mensup oldukları Ergenekon çirkinliği kadar insana bunaltı veren hukuk adına, iddia adına yalanın nerede başlayıp bittiği, gerçeğin nerede başlayıp bittiği belli olmayan bir şehvetle konuşuyor. Hukukçu olmadan da görülecek uydurmalar dekorize edilip inanılmaz bir kafa karıştırma çabası sergileniyor. Bu itirafçı, Ergenekon davasının hakettiği adil hüküm için konuşmuyor; kendini kurtarmak için, davayı sulandırmak için konuşuyor.
Ergenekon gerçek bir terör örgütüdür. Halka karşı hiçbir gerçekçi ideal taşımadan yönelmiş bir uluslararası ölüm yapılanmasıdır. Bu yapılanma klasik tipte bir örgüt yapısıyla belirlenmese de yöneticileri, ideologları, kadro ve militanlarıyla, suç aletleriyle kapsamlı bir çetedir. Üstelik devletin en ücra köşesinde yer alan ve onu kullanan ve onun adına halka ölüm saçan bir teşkilattır. Ruhu, ittihatçılardan bu yana gelen bir Osmanlı aklı artığının uluslararası çıkarlarla eklemlenerek şekillenmiştir. Bu açıdan milliyetçi söylemleri bile sahtedir. Ortak ülkemizin Farklılıklarına gösterdiği düşmanca tutumla, ölüm listeleriyle gerçek bölücülüğün temsilcisidir; zira bunların algılarında farklıların ortak ülkesi değil, tek boyutlu algılıların vatanı vardı. Beğenmeyenler gidebilir de... Ülkeyi ve siyasal süreçlerini teke aldığı sanısında olan bu teşkilatı mahsusiye hilkati, vekaleti kimden alınmış belli olmayan bekçiler olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Bu güruh, dünüyle bugünüyle itirafçılıktan, komitacılıktan, ihbarcılıktan başka bir başarısı olmayan kişilerin zalim çevresi olarak şekillenmiştir. Bu çetede Doğu Perinçek gibi bir itirafçının olması tesadüf değildir.
Doğu Perinçek’i de unutmamak gerek. O da sıkı bir itirafçıydı. Polis ifadesi bu güne kadar alnında bir kara leke olarak takılıdır. Öyle ki, ülkemiz devrimci hareketindeki tüm itirafçılar için bir medrese konumundadır. Tüm itirafçıların, poliste çözülenlerin ortak özelliklerinden biri de inanılmaz şekilde yalan söyleyip kurgular yaparak, ilişkisiz durumları birbiriyle ilintili hale getirip çamur atmaktır. İtirafçının tek kanıtı yalandır daha çok yalan ve daha da çok yalan üretmektir!
İtirafçılar bir kez çözülmüş olmanın kefaretini susarak özre çevirmek yerine, tüm çirkinliğiyle milliyetçilikten herkesi ihbara kadar yönelirler. Her bilgiyi, her hatırayı bir bağlantı unsuru olarak, çamur atmanın bir aracı olarak kullanırlar. İlgisiz insanları, gerçek olay ve isimler etrafında kurgular kurarak küçük yemler halinde yalanlarına alet ederler.
Hiçbir kanıta ve belgeye dayanmazlar; buna gerek duymazlar. Görevleri budur. Sadece kurgularının suçlama olarak yöneltilmesi vardır. Tahminleri, ihtimalleri, duyduklarını, gazete kupürlerini, olmamış olayları, olabilecek olayları birbirine katarak konuşurlar. Poliste çözülmenin psikolojisi normal yaşamda da devam eder. Her taşın altında aynı fenomen aranır. Akıllara ziyan denklemlerle, bu yalan yüzlerce kez tekrar edilir.
İki kez tekrar edilen aynı konuda onlarca çelişki olmasına aldırmaz itirafçı; yalana devam eder. Her an her şeyi yeniden harmanlayıp, daha uygun bir kurguyla bulanıklık için ortaya atar. Amaç kaostur; kaç kişi bundan etkilenirse etkilensin amaç budur. Bu bir çözülüştür, sorumluluk duygusuna karşı isyandır. Zaten onları bağlayacak bir şey de yoktur; merhum vicdanlarına örgütsüzlükleri de eklenince, yalan üzerine yalanla örgütlülüğü “rezillik” olarak suçlamaktan, geçmiş üzerinde en olumlu ayrıntıyı bile olumsuzlamaya kadar intikam almaktan yorulmazlar. Kanada da olsa Almanya’da da olsa kin bunların temel güdüleridir.
Ergenekon itirafçısının çirkin halleri, ülkemiz tarihinin önemli davalarından biri olması gereken bir davayı karartacak kadar çelişkilerle sunuyor. Bu yöntemi, Lübnan Başbakanı Refik El Hariri suikastıyla ortaya çıkan Züheyr El Saddik itirafçısı aynı tarzda bir tiyatro olarak oynamıştır; bulanıklık yaratmış, üç devletler arası tahkikat savcısının değişimiyle at başı giden bir karmaşıklık oluşmuştur. Bu benzerlik dikkat çekici cinstendir.
“Yaratıcı anarşi” için bölgemizde böylesine yankı uyandıracak eylemlerle ilerici ülkeleri çökertmek ve direnen güçleri töhmet altında bırakıp kaskatı hale getirerek bölgedeki çıkarlarını sürdürmek isteyen Emperyalistler, bu tür itirafçılarla kukla gibi oynayıp dururlar. Bir çıkartır bir çekerler; tek amaçları kendi ürünleri olan ve halkın vicdanında mahkum olan Ergenekon gibi terör örgütlerini bir biçimde örtmektir. Bu konuda Kürt halkının özgürlük mücadelesine atılmak istenen çamur, bu çabaların nereye kadar uzanma amacı taşıdığının da önemli bir göstergedir.
Halkımızın kanlı süreçlerde acılar çekmesine yol açanların yargılanmasını sulandıran bu itirafçılar, devrimci hareketlerde de aynıyla var olmuşlardır. Ergenekon itirafçısı bu önemli davayı sulandırmak için konuşma maratonuna yönelmişken, devrimci safların itirafçıları ise örgütlülüğü yerle bir etmek, yakmak, yıkmak ve teslim etmek için koşturmuştur. Doğu Perinçek’in devrimci harekete karşı sürdürdüğü kin ve ihbar furyasının genetik mirasçılarının saflarımızda ortaya çıkan itirafçılarla devam ettiğini görmek, bu denklemin nerelere kadar uzanacağını anlamak açısından önem taşımaktadır.
Ergenekon itirafçısı her itirafçı gibi çirkindir. Devlete teslim olan her itirafçı gibi milliyetçidir; farklılıklara rahmet tanımaz. Edilgendir, bukalemun gibidir; her ortamın rengini alır. Onursuzca sık sık saflardan kaçar, saf değiştirir. Çevresi yoktur, ilişkisi vardır; ama sorumluluğunu alacağı çevresi yoktur; bu açıdan korkaktır.
Devrimci hareketlere musallat olan ve ihbarlar medresesinin kurucusu Doğu Perinçek yolundan yürüyenlerin milliyetçi eğilimleri, ortak ülkemizdeki özgürlükler konusuna bakış açıları, Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’in ortaya sergilediği duruşla aynıdır.
Ergenekon öncelikle halklarımızın vicdanında yargılanmıştır. Bu adalet tartışmasız gerçekleşmiştir. Devletin derinlikleriyle ilgili dengeleri, bu adaleti resmi yargı kurumlarıyla nereye kadar götürüp götürmeyeceği ise ayrı bir sorundur. Bunun zaman açısından da bir önemi yoktur. Ancak halklarımıza acı çektirenlerin verili yargı ölçeğinde de mahkum edilmesi önem taşımaktadır. Bu tür itirafçıların çabalarında belirgin olan sulandırmalara aldanmadan, Ergenekon üzerinde daha da etkin olarak halkın müdahalesini sağlamanın yollarını bulmak gereklidir.
Halkımız Ergenekon’u her düzeyde mahkum etmek için çabalamalıdır. Gözünü olayların akışından kaçırmamalıdır. Zaman aşımına, örtülmesine, yalanlarla genişletilmek istenen ve hedeflerin kaybedilmesi amacını taşıyan şaklabanlıklara prim vermemelidir. Bu ülke gelecek kuşaklara barışı miras bırakmak istiyorsa bu görevin bekçisi olmalıdır.
16 Ocak 2009
Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’in yaptığı çağrışımla bu başlığı attım.
Tüm itirafçılar birbirine benziyor. Hayretle izledim. Bir yönetmenin, film senaryosunu oyunculara anlattığı gibi tiyatral ve kronolojik olarak her şeyi ama her şeyi anlatıyor; hakim gibi savcı gibi anlatıyor. Yorum yapıyor, ilgili ilgisiz her şeyi veriyor. İtirafçıların tipik özelliğidir bu. Bir kez çözülünce ardı arkası kesilmeden konuşurlar. Mensup oldukları Ergenekon çirkinliği kadar insana bunaltı veren hukuk adına, iddia adına yalanın nerede başlayıp bittiği, gerçeğin nerede başlayıp bittiği belli olmayan bir şehvetle konuşuyor. Hukukçu olmadan da görülecek uydurmalar dekorize edilip inanılmaz bir kafa karıştırma çabası sergileniyor. Bu itirafçı, Ergenekon davasının hakettiği adil hüküm için konuşmuyor; kendini kurtarmak için, davayı sulandırmak için konuşuyor.
Ergenekon gerçek bir terör örgütüdür. Halka karşı hiçbir gerçekçi ideal taşımadan yönelmiş bir uluslararası ölüm yapılanmasıdır. Bu yapılanma klasik tipte bir örgüt yapısıyla belirlenmese de yöneticileri, ideologları, kadro ve militanlarıyla, suç aletleriyle kapsamlı bir çetedir. Üstelik devletin en ücra köşesinde yer alan ve onu kullanan ve onun adına halka ölüm saçan bir teşkilattır. Ruhu, ittihatçılardan bu yana gelen bir Osmanlı aklı artığının uluslararası çıkarlarla eklemlenerek şekillenmiştir. Bu açıdan milliyetçi söylemleri bile sahtedir. Ortak ülkemizin Farklılıklarına gösterdiği düşmanca tutumla, ölüm listeleriyle gerçek bölücülüğün temsilcisidir; zira bunların algılarında farklıların ortak ülkesi değil, tek boyutlu algılıların vatanı vardı. Beğenmeyenler gidebilir de... Ülkeyi ve siyasal süreçlerini teke aldığı sanısında olan bu teşkilatı mahsusiye hilkati, vekaleti kimden alınmış belli olmayan bekçiler olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Bu güruh, dünüyle bugünüyle itirafçılıktan, komitacılıktan, ihbarcılıktan başka bir başarısı olmayan kişilerin zalim çevresi olarak şekillenmiştir. Bu çetede Doğu Perinçek gibi bir itirafçının olması tesadüf değildir.
Doğu Perinçek’i de unutmamak gerek. O da sıkı bir itirafçıydı. Polis ifadesi bu güne kadar alnında bir kara leke olarak takılıdır. Öyle ki, ülkemiz devrimci hareketindeki tüm itirafçılar için bir medrese konumundadır. Tüm itirafçıların, poliste çözülenlerin ortak özelliklerinden biri de inanılmaz şekilde yalan söyleyip kurgular yaparak, ilişkisiz durumları birbiriyle ilintili hale getirip çamur atmaktır. İtirafçının tek kanıtı yalandır daha çok yalan ve daha da çok yalan üretmektir!
İtirafçılar bir kez çözülmüş olmanın kefaretini susarak özre çevirmek yerine, tüm çirkinliğiyle milliyetçilikten herkesi ihbara kadar yönelirler. Her bilgiyi, her hatırayı bir bağlantı unsuru olarak, çamur atmanın bir aracı olarak kullanırlar. İlgisiz insanları, gerçek olay ve isimler etrafında kurgular kurarak küçük yemler halinde yalanlarına alet ederler.
Hiçbir kanıta ve belgeye dayanmazlar; buna gerek duymazlar. Görevleri budur. Sadece kurgularının suçlama olarak yöneltilmesi vardır. Tahminleri, ihtimalleri, duyduklarını, gazete kupürlerini, olmamış olayları, olabilecek olayları birbirine katarak konuşurlar. Poliste çözülmenin psikolojisi normal yaşamda da devam eder. Her taşın altında aynı fenomen aranır. Akıllara ziyan denklemlerle, bu yalan yüzlerce kez tekrar edilir.
İki kez tekrar edilen aynı konuda onlarca çelişki olmasına aldırmaz itirafçı; yalana devam eder. Her an her şeyi yeniden harmanlayıp, daha uygun bir kurguyla bulanıklık için ortaya atar. Amaç kaostur; kaç kişi bundan etkilenirse etkilensin amaç budur. Bu bir çözülüştür, sorumluluk duygusuna karşı isyandır. Zaten onları bağlayacak bir şey de yoktur; merhum vicdanlarına örgütsüzlükleri de eklenince, yalan üzerine yalanla örgütlülüğü “rezillik” olarak suçlamaktan, geçmiş üzerinde en olumlu ayrıntıyı bile olumsuzlamaya kadar intikam almaktan yorulmazlar. Kanada da olsa Almanya’da da olsa kin bunların temel güdüleridir.
Ergenekon itirafçısının çirkin halleri, ülkemiz tarihinin önemli davalarından biri olması gereken bir davayı karartacak kadar çelişkilerle sunuyor. Bu yöntemi, Lübnan Başbakanı Refik El Hariri suikastıyla ortaya çıkan Züheyr El Saddik itirafçısı aynı tarzda bir tiyatro olarak oynamıştır; bulanıklık yaratmış, üç devletler arası tahkikat savcısının değişimiyle at başı giden bir karmaşıklık oluşmuştur. Bu benzerlik dikkat çekici cinstendir.
“Yaratıcı anarşi” için bölgemizde böylesine yankı uyandıracak eylemlerle ilerici ülkeleri çökertmek ve direnen güçleri töhmet altında bırakıp kaskatı hale getirerek bölgedeki çıkarlarını sürdürmek isteyen Emperyalistler, bu tür itirafçılarla kukla gibi oynayıp dururlar. Bir çıkartır bir çekerler; tek amaçları kendi ürünleri olan ve halkın vicdanında mahkum olan Ergenekon gibi terör örgütlerini bir biçimde örtmektir. Bu konuda Kürt halkının özgürlük mücadelesine atılmak istenen çamur, bu çabaların nereye kadar uzanma amacı taşıdığının da önemli bir göstergedir.
Halkımızın kanlı süreçlerde acılar çekmesine yol açanların yargılanmasını sulandıran bu itirafçılar, devrimci hareketlerde de aynıyla var olmuşlardır. Ergenekon itirafçısı bu önemli davayı sulandırmak için konuşma maratonuna yönelmişken, devrimci safların itirafçıları ise örgütlülüğü yerle bir etmek, yakmak, yıkmak ve teslim etmek için koşturmuştur. Doğu Perinçek’in devrimci harekete karşı sürdürdüğü kin ve ihbar furyasının genetik mirasçılarının saflarımızda ortaya çıkan itirafçılarla devam ettiğini görmek, bu denklemin nerelere kadar uzanacağını anlamak açısından önem taşımaktadır.
Ergenekon itirafçısı her itirafçı gibi çirkindir. Devlete teslim olan her itirafçı gibi milliyetçidir; farklılıklara rahmet tanımaz. Edilgendir, bukalemun gibidir; her ortamın rengini alır. Onursuzca sık sık saflardan kaçar, saf değiştirir. Çevresi yoktur, ilişkisi vardır; ama sorumluluğunu alacağı çevresi yoktur; bu açıdan korkaktır.
Devrimci hareketlere musallat olan ve ihbarlar medresesinin kurucusu Doğu Perinçek yolundan yürüyenlerin milliyetçi eğilimleri, ortak ülkemizdeki özgürlükler konusuna bakış açıları, Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’in ortaya sergilediği duruşla aynıdır.
Ergenekon öncelikle halklarımızın vicdanında yargılanmıştır. Bu adalet tartışmasız gerçekleşmiştir. Devletin derinlikleriyle ilgili dengeleri, bu adaleti resmi yargı kurumlarıyla nereye kadar götürüp götürmeyeceği ise ayrı bir sorundur. Bunun zaman açısından da bir önemi yoktur. Ancak halklarımıza acı çektirenlerin verili yargı ölçeğinde de mahkum edilmesi önem taşımaktadır. Bu tür itirafçıların çabalarında belirgin olan sulandırmalara aldanmadan, Ergenekon üzerinde daha da etkin olarak halkın müdahalesini sağlamanın yollarını bulmak gereklidir.
Halkımız Ergenekon’u her düzeyde mahkum etmek için çabalamalıdır. Gözünü olayların akışından kaçırmamalıdır. Zaman aşımına, örtülmesine, yalanlarla genişletilmek istenen ve hedeflerin kaybedilmesi amacını taşıyan şaklabanlıklara prim vermemelidir. Bu ülke gelecek kuşaklara barışı miras bırakmak istiyorsa bu görevin bekçisi olmalıdır.
14 Ocak 2009 Çarşamba
Gazze; "savaş karşıtlığı" ve ikircimli olma tehlikesi
Mihrac Ural
13 Ocak 2009
(18. GÜNÜNDE GAZZE ÜZERİNE ÇÖKEN ÖLÜM 1000 ŞEHİT 4500 YARALIYLA DEVAM EDİYOR. BU İNSANLIK DIŞI SAVAŞI DURDURMAK İÇİN SAVAŞA KARŞI DURMAK GEREK. SAVAŞA KARŞI DURMAK DEMEK, SİYONİZM’İN İSRAİL DEVLETİ ELİYLE YÜRÜTTÜĞÜ TERÖRE KARŞI DURMAK DEMEKTİR. ARADA OLMAK İKİRCİMLİKTİR. NEDENSİZ HİÇ BİR SAVAŞ YOKTUR NEDENLERİ BELLİ OLAN BU SAVAŞTA TARAFSIZLIK ZALİMDEN YANA OLMAKTIR. HANGİ SÖYLEM ALTINDA OLURSA OLSUN TARAFSIZLIK, ZALİMDEN YANA OLMAKTIR. ZALİM BELLİDİR; SİYONİST İSRAİL DEVLETİDİR, ONUN NAZİ YÖNTEMİ, TERÖRÜDÜR, KIYIM VE YIKIMIDIR.)
Diyarbakır grupta savaş karşıtı çabalar sürüyor ve bunlarla ilgili bir yorumda Mehmet Bozkuş şunları yazdı:
“Sayın Ayşe Hanım her ne kadar bende bu savaşta İşgalci İsrail Devletinin uyguladığı katliamı ve İsrail halkının kahir ekseriyatının buna destek vermesini nefretle kınasam ve süreç içinde meşru hükümetinin silahlı güçleri ile kendi topraklarını savunan bir halka destek versemde işin "köpekler girebilir yahudiler ve ermeniler giremez" boyutuna gelmesinden müthiş rahatsızlık duymaktayım. Ancak bu ülkenin faşizmden reyting alan medyası maalesef bunu hep yapıyor. "KERKÜRT" (eşek kürt) manşetlerinin atıldığı dönemleri unutmamız mümkün değil...Esen kalın... Mehmet Bozkuş”
Ben de bu satırlardan Mehmet Bozkuş arkadaşın sözlerine sözlerimi katıyorum. Irkçılığın her türüne şiddetle karşı olmalıyız. Yahudi düşmanlığı ırkçılıktır. Irkçılık ise insanlığın tanık olduğu en iğrenç veba türüdür. Her ortamda hızla yayılan çift ağızlı bir testeredir. Herkesi ve her şeyi keser. Ülkemiz açısından ırkçılık ise bölücülüktür,
Anadolu mozaiğinin barışına, umutlarına karşı kurgulanan bir handikaptır. Tüm etkinliğiyle de sürmekte olan bir tehlikedir.
Bu açıdan ırkçılığa karşı durmak onurlu her insanın erdemli davranışı sayılmalıdır.
Arap-İsrail savaşlarında olduğu kadar, son Gazze savaşında da bunu yapabilmek ise, öncelikle Siyonizm’in İsrail devleti eliyle işlemekte olduğu toplu kıyımlara karşı durmaktan geçer. Irkçılık tastamam buradadır. Toprağı işgal edilmiş Filistin halkının yaşamak için direnmesi hiç bir zaman ne milliyetçilik ne de ırkçılıktır. Ve sanırım bu noktada kimsenin itirazı bulunmamaktadır.
Tamamıyla Batılı emperyalist gelişim süreçlerinin bir ürünü olan Siyonizm, yayılmacı karakterini İsrail devleti eliyle kanlı bir tarzda Filistin halkına karşı yönlendirmiştir. II. Dünya Savaşı’nın Batılı cürümlerinin kefareti olarak kurulan bu devletin, Yahudi halkının yaşamıyla ilgili bir kaygısı hiç olmamıştır. Yahudi halkı 2000 yıldır bu bölgede, bu halklarla nispi bir barış içinde yaşamaktaydılar. İnsanlığı meşgul edecek böylesi sorunlarda da yer almamıştır. Ne zaman ki, Batılılar kefaretlerini Filistin halkına ödetmek üzere İsrail devletini kurdurdularsa ve bu devlet için tarihi hiçbir birliği olmayan, dil birliği bile bulunmayan Yahudi inancından insanları dünyanın dört bir yanından toplayıp Filistin toprağına yerleştirdilerse, sorunlar da öyle başladı.
Bu yerleşim nasıl oldu diye uzunca anlatmayacağım; ama bilinsin milyonlarca Filistinli evinden, köyünden, tarlasından, mahallesinden ve şehirlerinden silahla, katliamlarla mülteci haline getirildi; tehcir ve tenkil edildi. Öyle ki hala kapı anahtarlarını, mülk senetlerini taşıyanların yaşadığı acıların canlı tanıkları yurtlarına dönüşü beklemektedirler. Onların bitip tükenmeyen acılarının nedeni ise ortadadır. Bunun nedeni Siyonist İsrail devletidir. Bu devlet, bugün terörün en acımasızını, en kanlısını yaşam hakkı için direnen Filistin halkı üzerinde sürdürmektedir.
Dürüst olmak gerekir. Bölgemizi ve dünyayı meşgul eden sorunun nedenini bilmeden, bunu açıkça algılamadan sağlıklı tutum takınmak mümkün değildir. Bu başlangıcı bilmeden, halkın asla içselleştirmeyeceği kuru çabalarla, boş tenekenin çok ses çıkartması hallerine düşülür. Bu yüzden nedenleri, başlangıcı ve sürdürülüşünün tüm yönleri bilinen bir savaşta açık ve net taraf olmak gerekir. Bu hiçbir zaman savaş taraflısı olmak değildir, tersine savaşa son vermenin en kestirme yoludur. Zira savaşı çıkaranlar bunun tüm hazırlıklarını ve uzun süreli rantları için uzun sürmesini sağlayacak gerekleri de oluşturmuşlardır.
Savaşa karşı olmak savaşla savaşmayı gerektirir. Bunun yolu Filistin halkının yaşam mücadelesinin yanında olmaktan geçer. Bu aynı zamanda her türden ırkçılığa karşı tutum almakla özdeştir. Bunları bir arada yürütmeden, soyut savaş karşıtlığı sadece savaşın nedenine ve sürdürücülerine katkı sağlamış olur. İnsanlık onur ve erdemleri ise böyle bir ikircimliği kaldıramaz. Siyonist eğilimlere destek anlamına gelecek bu davranış, ırkçılığa karşı durmanın çok uzağındadır.
Savaşa soyut bir karşı çıkış, haksızın yanında saf tutmak kadar risklidir. Dikkat ediniz; Gazze’de soyut bir savaş yoktur. Bu savaşta suçlu bellidir, savaş mekanizmaları, destekçileri ve silah aparatları türleriyle ortadadır. Yahudi halkının bu savaşta hiçbir çıkarı yoktur. Kimse Yahudi halkına yönelik bir husumet içinde olamaz da. Bunu yapanların parametreleri savaşın bitmesine hiçbir zaman hizmet edemez. Tersi de doğrudur, bu savaşta açıkça Filistin halkının yanında olmadan savaşın sona ermesine katkı yapılamaz.
Unutulmamalı ki bu savaşta Filistin halkı topraklarını da değil, yaşamı savunmaktadır. Yaşama şansı aramaktadır. Bunu da sadece Hamas ve Cihad gibi dini referanslı örgütlerle yapmamaktadır. Kimsenin laikliği tehlikeye girmesin, bu savaşta Filistin halkının yaşam için direnişinde Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Demokratik Cephe (FHKDC) ve irili ufaklı laik direnme örgütleri de tüm etkinlikleriyle yer almaktadır. Bu savaşa karşı olmak bu nedenle de Yahudi düşmanlığına sapmadan, ikircimsizce İsrail terörüne karşı olmak demektir.
Bu savaş Filistin halkıyla Yahudi halkı arasında değildir. Bu savaş Siyonist İsrail devletinin terörüyle Filistin halkının yaşam tutkusu arasındadır. Bu savaşta doğru tutum, Filistin halkının yanında olmaktır. Tanımlaması net olmayan bir “Savaşa karşı olmak” söylemi, kocaman bir soru işareti olarak karşımızda durur. Irkçılık böylesi bulanık ortamda daha çok yeşerir ki, Siyonizm’in en başarılı olduğu alan budur; ırkçılığını, mazlum görüntüsü altında en acımasız ölüm denklemleriyle örer.
Bu noktada “savaş karşıtı” olma iddiasında olanların, İsrail terörünün bir Nazi terörü olduğu gerçeğine işaret edenlere gösterdiği tepkileri anlamak zordur.
Yahudi halkına gelince; tarihi duygusallıktan uzak okumalarımız halinde görülecektir ki Yahudi halkı kendi yönetimlerinin dayattığı belaların zulmü altındadır. Bunun dinsel kaynakları, kültürel, ekonomik coğrafi dinamikleri nedir sorusunun cevabı, ayrı bir konudur. Ancak bugün Yahudi halkından dünya çapında beklenen şey (ki Yahudi halkı dünya ölçeğinde, basın-yayın ve finans kurumlarıyla bilinenden çok daha etkin bir güçtür) terörist bir devletin militanları olmadıklarını ortaya koyacak aktif ve etkin tutumlardır. Bu anlamda savaş karşıtlığını ilk adımda göstermesi gerekenler, işgal edilen Filistin toprakları üzerinde yaşayanlarla birlikte dünyanın her yerinde yaşamakta olan Yahudiler olmalıdır. Bunu hissetmeyen, bu eğilimleriyle uluslararası savaş karşıtı güçlere öncülük yapamayan Yahudi halkını da uyarmak bir görev olarak karşımızda durmaktadır.
Bu noktada kimse kimseyi aldatmasın, savaş karşıtı olmak için kimseyi beklememek gerekiyorsa; haksıza, zalime karşı haklının, mazlumun yanında yer almamız gereklidir. Savaşlar ancak öyle sona erer. Kendi adıma hiçbir savaşın yakıtı olmamak için, savaşta taraf olma gereğini duyuyorum. Bunun için diyorum ki, kendi devletinin terörüne karşı durmayanların savaş karşıtlıkları gerçekçi olmakta zorlanır. Ülkemiz gerçeğinde bu veriler çok daha net ve açıktır.
Kürt halkının üzerine yönelen baskıların, savaşı da terörü de aşan cinsten olduğu bilinmektedir. Bu açıdan Gazze savaşını irdelediğimizde birilerinin birilerine çok benzediğinden söz etmek abartılı olmayacaktır. Gazze’de süren kıyım ve yıkım savaşına karşı olmak, öncelikle Filistin halkının yanında olmayı gerektirir. Yahudi halkına düşmanlık ise Filistin halkına düşmanlıktır. Siyonist yayılmacılığın savaş araçlarına hizmettir, bölgemizi kana bulamasına hizmettir. Bu noktada savaşa karşı olmak, “hangi savaşa” sorusuna doğru yanıt vermekten geçer.
13 Ocak 2009
(18. GÜNÜNDE GAZZE ÜZERİNE ÇÖKEN ÖLÜM 1000 ŞEHİT 4500 YARALIYLA DEVAM EDİYOR. BU İNSANLIK DIŞI SAVAŞI DURDURMAK İÇİN SAVAŞA KARŞI DURMAK GEREK. SAVAŞA KARŞI DURMAK DEMEK, SİYONİZM’İN İSRAİL DEVLETİ ELİYLE YÜRÜTTÜĞÜ TERÖRE KARŞI DURMAK DEMEKTİR. ARADA OLMAK İKİRCİMLİKTİR. NEDENSİZ HİÇ BİR SAVAŞ YOKTUR NEDENLERİ BELLİ OLAN BU SAVAŞTA TARAFSIZLIK ZALİMDEN YANA OLMAKTIR. HANGİ SÖYLEM ALTINDA OLURSA OLSUN TARAFSIZLIK, ZALİMDEN YANA OLMAKTIR. ZALİM BELLİDİR; SİYONİST İSRAİL DEVLETİDİR, ONUN NAZİ YÖNTEMİ, TERÖRÜDÜR, KIYIM VE YIKIMIDIR.)
Diyarbakır grupta savaş karşıtı çabalar sürüyor ve bunlarla ilgili bir yorumda Mehmet Bozkuş şunları yazdı:
“Sayın Ayşe Hanım her ne kadar bende bu savaşta İşgalci İsrail Devletinin uyguladığı katliamı ve İsrail halkının kahir ekseriyatının buna destek vermesini nefretle kınasam ve süreç içinde meşru hükümetinin silahlı güçleri ile kendi topraklarını savunan bir halka destek versemde işin "köpekler girebilir yahudiler ve ermeniler giremez" boyutuna gelmesinden müthiş rahatsızlık duymaktayım. Ancak bu ülkenin faşizmden reyting alan medyası maalesef bunu hep yapıyor. "KERKÜRT" (eşek kürt) manşetlerinin atıldığı dönemleri unutmamız mümkün değil...Esen kalın... Mehmet Bozkuş”
Ben de bu satırlardan Mehmet Bozkuş arkadaşın sözlerine sözlerimi katıyorum. Irkçılığın her türüne şiddetle karşı olmalıyız. Yahudi düşmanlığı ırkçılıktır. Irkçılık ise insanlığın tanık olduğu en iğrenç veba türüdür. Her ortamda hızla yayılan çift ağızlı bir testeredir. Herkesi ve her şeyi keser. Ülkemiz açısından ırkçılık ise bölücülüktür,
Anadolu mozaiğinin barışına, umutlarına karşı kurgulanan bir handikaptır. Tüm etkinliğiyle de sürmekte olan bir tehlikedir.
Bu açıdan ırkçılığa karşı durmak onurlu her insanın erdemli davranışı sayılmalıdır.
Arap-İsrail savaşlarında olduğu kadar, son Gazze savaşında da bunu yapabilmek ise, öncelikle Siyonizm’in İsrail devleti eliyle işlemekte olduğu toplu kıyımlara karşı durmaktan geçer. Irkçılık tastamam buradadır. Toprağı işgal edilmiş Filistin halkının yaşamak için direnmesi hiç bir zaman ne milliyetçilik ne de ırkçılıktır. Ve sanırım bu noktada kimsenin itirazı bulunmamaktadır.
Tamamıyla Batılı emperyalist gelişim süreçlerinin bir ürünü olan Siyonizm, yayılmacı karakterini İsrail devleti eliyle kanlı bir tarzda Filistin halkına karşı yönlendirmiştir. II. Dünya Savaşı’nın Batılı cürümlerinin kefareti olarak kurulan bu devletin, Yahudi halkının yaşamıyla ilgili bir kaygısı hiç olmamıştır. Yahudi halkı 2000 yıldır bu bölgede, bu halklarla nispi bir barış içinde yaşamaktaydılar. İnsanlığı meşgul edecek böylesi sorunlarda da yer almamıştır. Ne zaman ki, Batılılar kefaretlerini Filistin halkına ödetmek üzere İsrail devletini kurdurdularsa ve bu devlet için tarihi hiçbir birliği olmayan, dil birliği bile bulunmayan Yahudi inancından insanları dünyanın dört bir yanından toplayıp Filistin toprağına yerleştirdilerse, sorunlar da öyle başladı.
Bu yerleşim nasıl oldu diye uzunca anlatmayacağım; ama bilinsin milyonlarca Filistinli evinden, köyünden, tarlasından, mahallesinden ve şehirlerinden silahla, katliamlarla mülteci haline getirildi; tehcir ve tenkil edildi. Öyle ki hala kapı anahtarlarını, mülk senetlerini taşıyanların yaşadığı acıların canlı tanıkları yurtlarına dönüşü beklemektedirler. Onların bitip tükenmeyen acılarının nedeni ise ortadadır. Bunun nedeni Siyonist İsrail devletidir. Bu devlet, bugün terörün en acımasızını, en kanlısını yaşam hakkı için direnen Filistin halkı üzerinde sürdürmektedir.
Dürüst olmak gerekir. Bölgemizi ve dünyayı meşgul eden sorunun nedenini bilmeden, bunu açıkça algılamadan sağlıklı tutum takınmak mümkün değildir. Bu başlangıcı bilmeden, halkın asla içselleştirmeyeceği kuru çabalarla, boş tenekenin çok ses çıkartması hallerine düşülür. Bu yüzden nedenleri, başlangıcı ve sürdürülüşünün tüm yönleri bilinen bir savaşta açık ve net taraf olmak gerekir. Bu hiçbir zaman savaş taraflısı olmak değildir, tersine savaşa son vermenin en kestirme yoludur. Zira savaşı çıkaranlar bunun tüm hazırlıklarını ve uzun süreli rantları için uzun sürmesini sağlayacak gerekleri de oluşturmuşlardır.
Savaşa karşı olmak savaşla savaşmayı gerektirir. Bunun yolu Filistin halkının yaşam mücadelesinin yanında olmaktan geçer. Bu aynı zamanda her türden ırkçılığa karşı tutum almakla özdeştir. Bunları bir arada yürütmeden, soyut savaş karşıtlığı sadece savaşın nedenine ve sürdürücülerine katkı sağlamış olur. İnsanlık onur ve erdemleri ise böyle bir ikircimliği kaldıramaz. Siyonist eğilimlere destek anlamına gelecek bu davranış, ırkçılığa karşı durmanın çok uzağındadır.
Savaşa soyut bir karşı çıkış, haksızın yanında saf tutmak kadar risklidir. Dikkat ediniz; Gazze’de soyut bir savaş yoktur. Bu savaşta suçlu bellidir, savaş mekanizmaları, destekçileri ve silah aparatları türleriyle ortadadır. Yahudi halkının bu savaşta hiçbir çıkarı yoktur. Kimse Yahudi halkına yönelik bir husumet içinde olamaz da. Bunu yapanların parametreleri savaşın bitmesine hiçbir zaman hizmet edemez. Tersi de doğrudur, bu savaşta açıkça Filistin halkının yanında olmadan savaşın sona ermesine katkı yapılamaz.
Unutulmamalı ki bu savaşta Filistin halkı topraklarını da değil, yaşamı savunmaktadır. Yaşama şansı aramaktadır. Bunu da sadece Hamas ve Cihad gibi dini referanslı örgütlerle yapmamaktadır. Kimsenin laikliği tehlikeye girmesin, bu savaşta Filistin halkının yaşam için direnişinde Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Demokratik Cephe (FHKDC) ve irili ufaklı laik direnme örgütleri de tüm etkinlikleriyle yer almaktadır. Bu savaşa karşı olmak bu nedenle de Yahudi düşmanlığına sapmadan, ikircimsizce İsrail terörüne karşı olmak demektir.
Bu savaş Filistin halkıyla Yahudi halkı arasında değildir. Bu savaş Siyonist İsrail devletinin terörüyle Filistin halkının yaşam tutkusu arasındadır. Bu savaşta doğru tutum, Filistin halkının yanında olmaktır. Tanımlaması net olmayan bir “Savaşa karşı olmak” söylemi, kocaman bir soru işareti olarak karşımızda durur. Irkçılık böylesi bulanık ortamda daha çok yeşerir ki, Siyonizm’in en başarılı olduğu alan budur; ırkçılığını, mazlum görüntüsü altında en acımasız ölüm denklemleriyle örer.
Bu noktada “savaş karşıtı” olma iddiasında olanların, İsrail terörünün bir Nazi terörü olduğu gerçeğine işaret edenlere gösterdiği tepkileri anlamak zordur.
Yahudi halkına gelince; tarihi duygusallıktan uzak okumalarımız halinde görülecektir ki Yahudi halkı kendi yönetimlerinin dayattığı belaların zulmü altındadır. Bunun dinsel kaynakları, kültürel, ekonomik coğrafi dinamikleri nedir sorusunun cevabı, ayrı bir konudur. Ancak bugün Yahudi halkından dünya çapında beklenen şey (ki Yahudi halkı dünya ölçeğinde, basın-yayın ve finans kurumlarıyla bilinenden çok daha etkin bir güçtür) terörist bir devletin militanları olmadıklarını ortaya koyacak aktif ve etkin tutumlardır. Bu anlamda savaş karşıtlığını ilk adımda göstermesi gerekenler, işgal edilen Filistin toprakları üzerinde yaşayanlarla birlikte dünyanın her yerinde yaşamakta olan Yahudiler olmalıdır. Bunu hissetmeyen, bu eğilimleriyle uluslararası savaş karşıtı güçlere öncülük yapamayan Yahudi halkını da uyarmak bir görev olarak karşımızda durmaktadır.
Bu noktada kimse kimseyi aldatmasın, savaş karşıtı olmak için kimseyi beklememek gerekiyorsa; haksıza, zalime karşı haklının, mazlumun yanında yer almamız gereklidir. Savaşlar ancak öyle sona erer. Kendi adıma hiçbir savaşın yakıtı olmamak için, savaşta taraf olma gereğini duyuyorum. Bunun için diyorum ki, kendi devletinin terörüne karşı durmayanların savaş karşıtlıkları gerçekçi olmakta zorlanır. Ülkemiz gerçeğinde bu veriler çok daha net ve açıktır.
Kürt halkının üzerine yönelen baskıların, savaşı da terörü de aşan cinsten olduğu bilinmektedir. Bu açıdan Gazze savaşını irdelediğimizde birilerinin birilerine çok benzediğinden söz etmek abartılı olmayacaktır. Gazze’de süren kıyım ve yıkım savaşına karşı olmak, öncelikle Filistin halkının yanında olmayı gerektirir. Yahudi halkına düşmanlık ise Filistin halkına düşmanlıktır. Siyonist yayılmacılığın savaş araçlarına hizmettir, bölgemizi kana bulamasına hizmettir. Bu noktada savaşa karşı olmak, “hangi savaşa” sorusuna doğru yanıt vermekten geçer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)