24 Kasım 2008 Pazartesi
"Kemalistler"mi ilerici, Mazlumder'ci "islamcılar" mı?
Baskın Oran
İslamcıların içinden gelen Mazlumder’in 15-16 Kasım’daki “Dinî ve Etnik Ayrımcılık” sempozyumunda dinlediklerim kadar beni hayatta mutlu eden çok az şey dinledim. Eğer “Bu dinciler bizi Ortaçağ’a götürüyorlar”cı değil de “Dur bakalım, ne diyorlar”cı iseniz sizi de mutlu edebilir.
Bendenizin, Af Örgütü’nden Levent Korkut’un, ODTÜ’den Mesut Yeğen’in, Bilgi’den Arus Yumul’un, Malatya katliamı avukatı O. Kemal Cengiz’in, Tokat Gaziosmanpaşa’dan B. Berat Özipek’in bildirileri önemli değil. Hatta “Osmanlı’da Çingeneler Müslüman oldukları halde gayrimüslimlerin verdikleri cizyeyi öderlerdi” gibi bilgiler veren ve 1934’te Yahudilerin Trakya’dan İstanbul’a sürülmelerinden önce bölgede “incelemeler” yapan Trakya Umumi Müfettişi İ. Tali Öngören’in “Burada Yahudiler ekonomiye egemen olmuş. Bunları buradan alalım” diye gizli rapor yazdığını anlatan, Sabancı’dan Fikret Adanır’ınki de önemli değil. Genel olarak “İslamcı” terimiyle tanımladığımız insanlarınki önemli.
“Ermenilerden ve Kürtlerden özür dilensin”
Abdülbasit Bildirici’nin sunduğu “Etnik Gruplara Yönelik Ayrımcılık” raporu Egeli bir Siyah’ın söylediklerini aktarıyor: “Bundan 15 yıl öncesinde simsiyah kızlarımızın tek aradıkları şey kocalarının beyaz olması. İçkici, kumarbaz, esrarkeş ne olursa olsun beyaz olması önemli. Bugün de topluma entegre olabilmek, konu komşusuyla iyi geçinmek için tercih ediyorlar beyaz biriyle evlenmeyi”. Çok önemli iki öneride bulunuyor: “Yaşanan tehcir, kıyım ve katliamlar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti adına ve sonuçlarından bağımsız olarak Ermeni ulusundan özür dilenmelidir” ve “Yine sonuçlarından bağımsız olarak, bütün Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca inkar edilen Kürtlerden özür dilenmelidir”.
Bundan sonrası bir gökkuşağı sanki. Çok çeşitli etnik ve dinsel grupları temsilen kürsüye çıkanların hem egemen söylemden hem de birbirlerinden çok farklı tanıklıkları başlıyor.
Arap Alevisi bir din adamı: “Alevilerin Müslüman olmadıkları bir icattır. Benim mezhebim Ehli Sünnet değil, Ehli Beyt’dir. Sünni-Hanefi tasallutundan kurtulmalıyız”.
Yüzleşme Derneği’nden bir Alevi: “Tekke, zaviye vs.’yi kapatırken camiler kapatılmadı ama Alevi kurumlarını kapattılar”.
Mezoder Süryaniler Derneği temsilcisi: “Biz Avrupa’ya gitmedik; bizi siz kovdunuz. 1915 dedem, 6-7 Eylül babam. Azınlık olduğumu 7 yaşında anladım. Bir çocukla kavga ederken ‘Gâvurdur, vurun’ diye elli çocuk birden üstüme çullandı. Askerde herkes çavuş oldu, ben olamadım. Ticaret hayatımda Kapalıçarşı’da duydum: ‘Bir 6-7 Eylül daha olsa da şu gâvurların dükkanına el koysak’ ”.
Bahailerin temsilcisi bir genç kızın ardından Türkiye Protestan Kiliseleri temsilcisi kürsüye çıkıyor: “Kilisemiz bir dükkandı. Önü cam. Sigorta şirketi 1 yıldan sonra poliçeyi kaç para verirsek verelim yenilemedi; o kadar çok kırıldı ki camımız…”
Bir astsubay konuşuyor: “1997’de Kırklareli’ndeyken eşlerin ve 12 yaşından küçük kızların sağlık karneleri toplatıldı. Başı açık fotoyla yeniden müracaat istendi. Ben başvurmadım; tedavimizi dışarıya yaptırıyordum. Emre itaatsizlikten mahkemeye verildim. Mecbur olmadığım için beraat ettim. 28 Şubat’tan sonra ordudan ihraç edildim”.
“Biz kalabalığız diyemeyiz; adil olmalıyız”
Bizzat kendisi B. Britanya Çingenelerinden olan Adrian Marsh’ın “Türkiye Romanlarının Sorunları” bildirisinden sonra en ilginci geliyor: Nesip Yıldırım’ın okuduğu “İnanç Gruplarına Yönelik Ayrımcılık” raporu. “Müslümanların adil olması yükümlülüğü var. Biz kalabalığız diyemeyiz” diye başlıyor ve hemen ardından: “Herkes dinini tebliğ edebilmelidir” diye misyonerlere yapılan yasadışı baskı ve saldırılara karşı çıkıyor. Sonra ekliyor: “Gayrimüslimler ilahiyat fakülteleri kurabilmelidir”. Devam ediyor: “Fener’in ekümenikliği engellenemez”. Sonra, “Bütün gayrimüslim cemaatler tanınsın” diyor. “Kimliklerde din hanesi olmasın; isteyene belge verilir” diyor. Süryaniler evlerine dönebilsinler, diyor. Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır, diyor. Vicdani Ret’in kabulünü istiyor. İdeolojik Devlet değil Hakem Devlet olsun, diyor. Bir Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulmasını istiyor. “Bir hakkın kötüye kullanılması o hakkın kullanılmasını engellememelidir” uyarısında bulunduktan sonra konuşmayı taçlandırıyor: “[Müslümanlar olarak] Ne zulme uğrayalım ne zulmedelim. Kendimiz için istediğimizi başkalarına da isteyelim”.
Kafalar tabii ki biraz karışık ama…
Tabii, gerek genel İslamcı söylemden gerekse devletçi söylemden bu kadar farklı (ve ileri) şeylerin söylenebildiği bir yerde kafa karışıklıkları da olacak. Nitekim, “Ayrımcı Önyargının Yeşerdiği Felsefi Zemin” adlı bildiriyi veren Yasin Aktay’ın “Allah ayrıntıları bilemez diyen İslami âlimler, filozoflar vardır” mealindeki ifadesi üzerine hemen itiraz geliyor: “Kimler bunlar? Bunlara İslam demek doğru değildir!”. Batı’da yüzyıllardır devam eden “libre arbitre” (özgür irade) tartışmalarını hiç duymamış.
Dinî ayrımcılık raporunda, iki tarafın da kabul etmesi halinde çokhukukluluk savunuluyor. Resmîden önce dinî nikah yaptırmanın cezalandırılmaması isteniyor ve “Kadını korumak derseniz başka tedbirlerle korunabilir” deniyor. Çalışma saatleri içinde ibadet yapılabilmesi, dinsel sembollerin açıkça takılabilmesi öneriliyor.
Müslümanlar ile Aleviler diye farklılaştırma yapılması konusunda çoğu dinleyici sessiz ama epey huzursuz.
Utandım ve kıvandım
Bu mükemmel gökkuşağı içinde bir tek “Gökkuşağı” eksik! Eğer “Şunu bulmuş da şunu arıyor” biçimindeki meşhur (ve belden aşağı) tabirdeki kadar “müşkülpesent” iseniz, bir de ayrımcılığı cinsel açıdan ele alanları konuştursalardı diyebilirsiniz. Ama hangi ülkedeyiz yahu? Çok sınırlı sayıdaki insan hakları kuruluşları dışında buradaki çeşitlilik nerede sağlandı bugüne kadar? Elinizi vicdanınıza koyun; Yılmaz Ensaroğlu’nun başkan olduğu dönemden beri izlediğim, İslamcı kesimin içinden gelen Mazlumder’cilerin mi kafası daha açık ve ilerici, yoksa Silivri’de tutuklu emekli generallerin resimlerini taşıyarak gösteri yapan “Kemalistler”in mi? Onların yapacakları bir sempozyumu düşünebiliyor musunuz?
Onu bırakın, siz biliyor musunuz benimle konuşan çok sayıda başı bağlı genç kızdan Sıdıka’nın ne dediğini? “Başka bir terim bulmalıyız. ‘Gayrimüslim’ dediğimiz anda onları Müslimlere göre tanımlamış oluyoruz. Bu, onları aşağılamak ve ayrımcılıktır”.
Dondum kaldım. 1982’den beri azınlıklar çalışıyorum, bu konuda Türkiye’de ilklerden biriyim, Sıdıka kardeşim o yıl daha doğmamıştı bile. Onun söylediği aklıma bugüne kadar hiç gelmedi. Utandım. Ve Sıdıka’yla iftihar ettim. Türkiye’ye güvenim tazelendi.
İslamcıların içinden gelen Mazlumder’in 15-16 Kasım’daki “Dinî ve Etnik Ayrımcılık” sempozyumunda dinlediklerim kadar beni hayatta mutlu eden çok az şey dinledim. Eğer “Bu dinciler bizi Ortaçağ’a götürüyorlar”cı değil de “Dur bakalım, ne diyorlar”cı iseniz sizi de mutlu edebilir.
Bendenizin, Af Örgütü’nden Levent Korkut’un, ODTÜ’den Mesut Yeğen’in, Bilgi’den Arus Yumul’un, Malatya katliamı avukatı O. Kemal Cengiz’in, Tokat Gaziosmanpaşa’dan B. Berat Özipek’in bildirileri önemli değil. Hatta “Osmanlı’da Çingeneler Müslüman oldukları halde gayrimüslimlerin verdikleri cizyeyi öderlerdi” gibi bilgiler veren ve 1934’te Yahudilerin Trakya’dan İstanbul’a sürülmelerinden önce bölgede “incelemeler” yapan Trakya Umumi Müfettişi İ. Tali Öngören’in “Burada Yahudiler ekonomiye egemen olmuş. Bunları buradan alalım” diye gizli rapor yazdığını anlatan, Sabancı’dan Fikret Adanır’ınki de önemli değil. Genel olarak “İslamcı” terimiyle tanımladığımız insanlarınki önemli.
“Ermenilerden ve Kürtlerden özür dilensin”
Abdülbasit Bildirici’nin sunduğu “Etnik Gruplara Yönelik Ayrımcılık” raporu Egeli bir Siyah’ın söylediklerini aktarıyor: “Bundan 15 yıl öncesinde simsiyah kızlarımızın tek aradıkları şey kocalarının beyaz olması. İçkici, kumarbaz, esrarkeş ne olursa olsun beyaz olması önemli. Bugün de topluma entegre olabilmek, konu komşusuyla iyi geçinmek için tercih ediyorlar beyaz biriyle evlenmeyi”. Çok önemli iki öneride bulunuyor: “Yaşanan tehcir, kıyım ve katliamlar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti adına ve sonuçlarından bağımsız olarak Ermeni ulusundan özür dilenmelidir” ve “Yine sonuçlarından bağımsız olarak, bütün Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca inkar edilen Kürtlerden özür dilenmelidir”.
Bundan sonrası bir gökkuşağı sanki. Çok çeşitli etnik ve dinsel grupları temsilen kürsüye çıkanların hem egemen söylemden hem de birbirlerinden çok farklı tanıklıkları başlıyor.
Arap Alevisi bir din adamı: “Alevilerin Müslüman olmadıkları bir icattır. Benim mezhebim Ehli Sünnet değil, Ehli Beyt’dir. Sünni-Hanefi tasallutundan kurtulmalıyız”.
Yüzleşme Derneği’nden bir Alevi: “Tekke, zaviye vs.’yi kapatırken camiler kapatılmadı ama Alevi kurumlarını kapattılar”.
Mezoder Süryaniler Derneği temsilcisi: “Biz Avrupa’ya gitmedik; bizi siz kovdunuz. 1915 dedem, 6-7 Eylül babam. Azınlık olduğumu 7 yaşında anladım. Bir çocukla kavga ederken ‘Gâvurdur, vurun’ diye elli çocuk birden üstüme çullandı. Askerde herkes çavuş oldu, ben olamadım. Ticaret hayatımda Kapalıçarşı’da duydum: ‘Bir 6-7 Eylül daha olsa da şu gâvurların dükkanına el koysak’ ”.
Bahailerin temsilcisi bir genç kızın ardından Türkiye Protestan Kiliseleri temsilcisi kürsüye çıkıyor: “Kilisemiz bir dükkandı. Önü cam. Sigorta şirketi 1 yıldan sonra poliçeyi kaç para verirsek verelim yenilemedi; o kadar çok kırıldı ki camımız…”
Bir astsubay konuşuyor: “1997’de Kırklareli’ndeyken eşlerin ve 12 yaşından küçük kızların sağlık karneleri toplatıldı. Başı açık fotoyla yeniden müracaat istendi. Ben başvurmadım; tedavimizi dışarıya yaptırıyordum. Emre itaatsizlikten mahkemeye verildim. Mecbur olmadığım için beraat ettim. 28 Şubat’tan sonra ordudan ihraç edildim”.
“Biz kalabalığız diyemeyiz; adil olmalıyız”
Bizzat kendisi B. Britanya Çingenelerinden olan Adrian Marsh’ın “Türkiye Romanlarının Sorunları” bildirisinden sonra en ilginci geliyor: Nesip Yıldırım’ın okuduğu “İnanç Gruplarına Yönelik Ayrımcılık” raporu. “Müslümanların adil olması yükümlülüğü var. Biz kalabalığız diyemeyiz” diye başlıyor ve hemen ardından: “Herkes dinini tebliğ edebilmelidir” diye misyonerlere yapılan yasadışı baskı ve saldırılara karşı çıkıyor. Sonra ekliyor: “Gayrimüslimler ilahiyat fakülteleri kurabilmelidir”. Devam ediyor: “Fener’in ekümenikliği engellenemez”. Sonra, “Bütün gayrimüslim cemaatler tanınsın” diyor. “Kimliklerde din hanesi olmasın; isteyene belge verilir” diyor. Süryaniler evlerine dönebilsinler, diyor. Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır, diyor. Vicdani Ret’in kabulünü istiyor. İdeolojik Devlet değil Hakem Devlet olsun, diyor. Bir Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulmasını istiyor. “Bir hakkın kötüye kullanılması o hakkın kullanılmasını engellememelidir” uyarısında bulunduktan sonra konuşmayı taçlandırıyor: “[Müslümanlar olarak] Ne zulme uğrayalım ne zulmedelim. Kendimiz için istediğimizi başkalarına da isteyelim”.
Kafalar tabii ki biraz karışık ama…
Tabii, gerek genel İslamcı söylemden gerekse devletçi söylemden bu kadar farklı (ve ileri) şeylerin söylenebildiği bir yerde kafa karışıklıkları da olacak. Nitekim, “Ayrımcı Önyargının Yeşerdiği Felsefi Zemin” adlı bildiriyi veren Yasin Aktay’ın “Allah ayrıntıları bilemez diyen İslami âlimler, filozoflar vardır” mealindeki ifadesi üzerine hemen itiraz geliyor: “Kimler bunlar? Bunlara İslam demek doğru değildir!”. Batı’da yüzyıllardır devam eden “libre arbitre” (özgür irade) tartışmalarını hiç duymamış.
Dinî ayrımcılık raporunda, iki tarafın da kabul etmesi halinde çokhukukluluk savunuluyor. Resmîden önce dinî nikah yaptırmanın cezalandırılmaması isteniyor ve “Kadını korumak derseniz başka tedbirlerle korunabilir” deniyor. Çalışma saatleri içinde ibadet yapılabilmesi, dinsel sembollerin açıkça takılabilmesi öneriliyor.
Müslümanlar ile Aleviler diye farklılaştırma yapılması konusunda çoğu dinleyici sessiz ama epey huzursuz.
Utandım ve kıvandım
Bu mükemmel gökkuşağı içinde bir tek “Gökkuşağı” eksik! Eğer “Şunu bulmuş da şunu arıyor” biçimindeki meşhur (ve belden aşağı) tabirdeki kadar “müşkülpesent” iseniz, bir de ayrımcılığı cinsel açıdan ele alanları konuştursalardı diyebilirsiniz. Ama hangi ülkedeyiz yahu? Çok sınırlı sayıdaki insan hakları kuruluşları dışında buradaki çeşitlilik nerede sağlandı bugüne kadar? Elinizi vicdanınıza koyun; Yılmaz Ensaroğlu’nun başkan olduğu dönemden beri izlediğim, İslamcı kesimin içinden gelen Mazlumder’cilerin mi kafası daha açık ve ilerici, yoksa Silivri’de tutuklu emekli generallerin resimlerini taşıyarak gösteri yapan “Kemalistler”in mi? Onların yapacakları bir sempozyumu düşünebiliyor musunuz?
Onu bırakın, siz biliyor musunuz benimle konuşan çok sayıda başı bağlı genç kızdan Sıdıka’nın ne dediğini? “Başka bir terim bulmalıyız. ‘Gayrimüslim’ dediğimiz anda onları Müslimlere göre tanımlamış oluyoruz. Bu, onları aşağılamak ve ayrımcılıktır”.
Dondum kaldım. 1982’den beri azınlıklar çalışıyorum, bu konuda Türkiye’de ilklerden biriyim, Sıdıka kardeşim o yıl daha doğmamıştı bile. Onun söylediği aklıma bugüne kadar hiç gelmedi. Utandım. Ve Sıdıka’yla iftihar ettim. Türkiye’ye güvenim tazelendi.
23 Kasım 2008 Pazar
MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK
YENER ORKUNOĞUL
24 kASIM 2008
Haftada bir defa köşe yazısı yazmanın şöyle bir sıkıntısı var: Konu çokluğu nedeniyle, seçim yapmak bazen çok uzun zaman alıyor. Konu seçmedeki karar verme süreci, yazı yazmanın kendisinden uzun sürüyor.
Örneğin, ‘Mustafa’ filmi hakkında yazılanlarla ilgili yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Cumhuriyet Gazetesi’nden Ergin Yıldızoğlu’nun ünlü Alman filozofu Hegel’i nasıl yanlış anlayıp, yorumladığını sergilemeyi düşündüm. Bir ara AKP oportunizmi üzerine bir şeyler karalamak istedim. AKP’nin demokrat olduğunu ileri sürenler vardı. Şimdi aynı insanlar AKP’nin faşizan bir parti olduğunu dile getiriyorlar. Bu tür çelişkilere şaşırmadığımı dile getirmek, siyasetin yüzeyinde kulaç atanların AKP’nin gerçek analizini yapma yeteneğinde olamayacaklarını tekrar dillendirmek istedim. Yine vazgeçtim. Sonunda yüzyıllardır baş belası olan şu milliyetçilik illeti üzerine yazmaya karar verdim.
Bir başbakan, ‘ya sev yada terket’ diyor ve bir Savunma Bakanı, "Rumlar ve Ermeniler kalsaydı, bugünkü ulus ortaya çıkamazdı" sözlerini dile getirebiliyorsa, balık baştan kokmuş demektir. Savunma Bakanı, bu sözleriyle ’Ermenilerin sürgün edilişlerini’ ve ’Ermenilerin katledilmelerini’ onaylamakta ve haklı gördüğünü dile getirmektedir
Böylesi sözlerin başbakan ve bakan düzeyinde dile getirilmesi Türkiye’de faşizan ve ırkçı bir ulus anlayışının ne kadar derin kökler saldığını göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye’de en önemli sorun ırkçı-milliyetçilik sorunudur. Bu nedenle yaygın olan ulus anlayışı ile hesaplaşma her zamanınkinden daha önem kazanmaktadır. Ama milliyetçilikle hesaplaşmak için milliyetçiliğin bakış açısından kurtulmak gerekir.
Bu satırların yazarı, dini devletin dışına atan burjuva aydınlanmacılarının yaptığı işin bir benzerini savunmaktadır. Yani ‘ulusallığı’, ‘ulusal kimliği’ devlet kimliğinin dışına atmak. Nasıl ki, burjuva aydınlanmacıları, dinin ve kilisenin gücünü kırarak, dini olmayan bir devleti savundularsa, sosyalistler aydınlanmacılar da ‘ulusal kimlikten’ arınmış bir devlet anlayışını savunmalıdırlar. Gerçek demokratik bir devletin ne dini, ne de ulusal kimliği olur.
Marx, sınıflı toplumların tarihine ve kapitalizme, sınıf çelişkileri açısından yaklaştı. Marx’a göre sınıf mücadelesi, sınıflı toplumların tarihini anlamamıza bir ışık tutar. Eğer biri kalkıp da Marx’ın, her şeyi sınıf mücadelesine dayandırdığını iddia ederse, Marx’ın teorisini indirgemeci bir bakış açısından kavramış demektir. Bu bakış açısı ise Marx’ın teorisinin yoksullaştırılmasıdır. Marx’a göre sınıf savaşımı ile karşılaştırıldığında dünyadaki ulusal bölünmeler ikincil öneme sahiptir. Ulusal soruna ikincil önem atfetmek, ulus sorununun olmadığı anlamına gelmez.
Marx’ın bir ulus teorisi olmadı. Bu nedenle Marx’ın teorisi, her çeşit ulusalcı ideolojiden radikal bir şekilde ayrılır. Ulusçu ideolojilerde sınıf mücadelesine yer yoktur. Her şey yalnızca ulusların tarihi açısından ele alınmaktadır. Oysa bugün her ülkede zenginler ve yoksullar arasındaki makas açılmaktadır. Küresel kapitalizmdeki temel çelişki uluslararası işçi sınıfı ile uluslararası kapitalist sınıf arasındaki çelişkidir.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da ’İşçilerin vatanı yoktur’ derler. Günümüzde işçi sınıfının çoğunluğu bu gerçeğin bilincine varmamış olsa bile, bu gerçek değişmez.
Marx ve Engel manifestoda şunları yazıyorlardı:
’İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.’
Marx’ın, sözcüğün burjuva anlamında ’ulus’ anlayışından farklı bir ’ulus’ anlayışına sahip olduğu görülüyor. Peki ama burjuva anlamında ’ulus’ ne demek ? Marx’ın burjuva anlamda ulustan farklı olarak ulus anlayışı nedir?
Marx ve Engels’in ulusal sorun konusunda kuramsal eserleri yoktur. Ulusun tanımını da yapmamışlardır. Ama bundan hareket ederek Marx ve Engels’in ulusal soruna önem vermedikleri sonucunu çıkarmak yanılgıdır. ‘Ulusal topluluk’ saçmalıktır diyen Prudhon’cuların tersine Marx ve Engels ulusal soruna önem vermişlerdir.
Marx şöyle diyor: ‘Dün Enternasyonalin konseyinde devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu......Bekleneceği gibi tartışma, bizi, genel olarak ‘ulusal topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü...’Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal toplulukların hatta ulusların ‘çoktan eskimiş önyargılar’ olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudhonlaşmış stirnizm. ...ulusal-toplulukları yadsımakla Lafargua, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.’
Bu sözler, Marx ve Engels’in ulusal soruna verdikleri önemi gösteriyor. Prudhoncular, toplumsal devrim adına, ulusal sorunu görmezlikten geldiler. Marx ve
Engels, Prudhoncuları eleştirdiler.
Marksizmdeki ulus teorisi daha sonra gündeme geldi. II. Enternasyonal döneminde ulus sorunuyla ilgilenen iki ülke vardı: Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Her iki ülke çok-uluslu bir imparatorluktu. Çarlık Rusyası bir ’uluslar hapishanesi’ydi. Günümüzde Türkiye, ’uluslar hapishanesinden’ çok ’uluslar kasabı’ , ’uluslar mezarlığı’ veya ‘etnik temizlik coğrafyası’ haline gelmişse, yeni ulus teorilerinin bu ülkeden çıkması beklenmelidir
Çarlık Rusyası’ındaki ulusal sorununa çözüm önerilerinin Rus Marksistleri tarafından ortaya atılması rastlantı değildir. Ne var ki, o dönemdeki ulus teorisi II. Enternasyonal’da yaygın olan determinizm anlayışından kendini sıyıraramıştır. Ulusun sosyolojik analizi yapılırken, ulusun yaratılmasında öznel etkenler (devletin ve milliyetçilerin rolü vb.) yeterince dikkate alınmamıştır. 90’lı yıllların sonunda ise, ulusun yaratılmasında öznel etkenler tek yanlı abartılmıştır. Dolayısıyla tek-boyutlu bir ulus anlayışından kurtulmak gerekir. Özne-Nesne diyalektiğinin ışığında ulusun ne olduğu yeniden analiz edilmelidir. Çok uluslu ve çok dinli bir coğrafta olan Türkiye’de sorunu çözen yeni bir ulus anlayışının gerekliliği kendisini dayatmaktadır.
24 kASIM 2008
Haftada bir defa köşe yazısı yazmanın şöyle bir sıkıntısı var: Konu çokluğu nedeniyle, seçim yapmak bazen çok uzun zaman alıyor. Konu seçmedeki karar verme süreci, yazı yazmanın kendisinden uzun sürüyor.
Örneğin, ‘Mustafa’ filmi hakkında yazılanlarla ilgili yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Cumhuriyet Gazetesi’nden Ergin Yıldızoğlu’nun ünlü Alman filozofu Hegel’i nasıl yanlış anlayıp, yorumladığını sergilemeyi düşündüm. Bir ara AKP oportunizmi üzerine bir şeyler karalamak istedim. AKP’nin demokrat olduğunu ileri sürenler vardı. Şimdi aynı insanlar AKP’nin faşizan bir parti olduğunu dile getiriyorlar. Bu tür çelişkilere şaşırmadığımı dile getirmek, siyasetin yüzeyinde kulaç atanların AKP’nin gerçek analizini yapma yeteneğinde olamayacaklarını tekrar dillendirmek istedim. Yine vazgeçtim. Sonunda yüzyıllardır baş belası olan şu milliyetçilik illeti üzerine yazmaya karar verdim.
Bir başbakan, ‘ya sev yada terket’ diyor ve bir Savunma Bakanı, "Rumlar ve Ermeniler kalsaydı, bugünkü ulus ortaya çıkamazdı" sözlerini dile getirebiliyorsa, balık baştan kokmuş demektir. Savunma Bakanı, bu sözleriyle ’Ermenilerin sürgün edilişlerini’ ve ’Ermenilerin katledilmelerini’ onaylamakta ve haklı gördüğünü dile getirmektedir
Böylesi sözlerin başbakan ve bakan düzeyinde dile getirilmesi Türkiye’de faşizan ve ırkçı bir ulus anlayışının ne kadar derin kökler saldığını göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye’de en önemli sorun ırkçı-milliyetçilik sorunudur. Bu nedenle yaygın olan ulus anlayışı ile hesaplaşma her zamanınkinden daha önem kazanmaktadır. Ama milliyetçilikle hesaplaşmak için milliyetçiliğin bakış açısından kurtulmak gerekir.
Bu satırların yazarı, dini devletin dışına atan burjuva aydınlanmacılarının yaptığı işin bir benzerini savunmaktadır. Yani ‘ulusallığı’, ‘ulusal kimliği’ devlet kimliğinin dışına atmak. Nasıl ki, burjuva aydınlanmacıları, dinin ve kilisenin gücünü kırarak, dini olmayan bir devleti savundularsa, sosyalistler aydınlanmacılar da ‘ulusal kimlikten’ arınmış bir devlet anlayışını savunmalıdırlar. Gerçek demokratik bir devletin ne dini, ne de ulusal kimliği olur.
Marx, sınıflı toplumların tarihine ve kapitalizme, sınıf çelişkileri açısından yaklaştı. Marx’a göre sınıf mücadelesi, sınıflı toplumların tarihini anlamamıza bir ışık tutar. Eğer biri kalkıp da Marx’ın, her şeyi sınıf mücadelesine dayandırdığını iddia ederse, Marx’ın teorisini indirgemeci bir bakış açısından kavramış demektir. Bu bakış açısı ise Marx’ın teorisinin yoksullaştırılmasıdır. Marx’a göre sınıf savaşımı ile karşılaştırıldığında dünyadaki ulusal bölünmeler ikincil öneme sahiptir. Ulusal soruna ikincil önem atfetmek, ulus sorununun olmadığı anlamına gelmez.
Marx’ın bir ulus teorisi olmadı. Bu nedenle Marx’ın teorisi, her çeşit ulusalcı ideolojiden radikal bir şekilde ayrılır. Ulusçu ideolojilerde sınıf mücadelesine yer yoktur. Her şey yalnızca ulusların tarihi açısından ele alınmaktadır. Oysa bugün her ülkede zenginler ve yoksullar arasındaki makas açılmaktadır. Küresel kapitalizmdeki temel çelişki uluslararası işçi sınıfı ile uluslararası kapitalist sınıf arasındaki çelişkidir.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da ’İşçilerin vatanı yoktur’ derler. Günümüzde işçi sınıfının çoğunluğu bu gerçeğin bilincine varmamış olsa bile, bu gerçek değişmez.
Marx ve Engel manifestoda şunları yazıyorlardı:
’İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.’
Marx’ın, sözcüğün burjuva anlamında ’ulus’ anlayışından farklı bir ’ulus’ anlayışına sahip olduğu görülüyor. Peki ama burjuva anlamında ’ulus’ ne demek ? Marx’ın burjuva anlamda ulustan farklı olarak ulus anlayışı nedir?
Marx ve Engels’in ulusal sorun konusunda kuramsal eserleri yoktur. Ulusun tanımını da yapmamışlardır. Ama bundan hareket ederek Marx ve Engels’in ulusal soruna önem vermedikleri sonucunu çıkarmak yanılgıdır. ‘Ulusal topluluk’ saçmalıktır diyen Prudhon’cuların tersine Marx ve Engels ulusal soruna önem vermişlerdir.
Marx şöyle diyor: ‘Dün Enternasyonalin konseyinde devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu......Bekleneceği gibi tartışma, bizi, genel olarak ‘ulusal topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü...’Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal toplulukların hatta ulusların ‘çoktan eskimiş önyargılar’ olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudhonlaşmış stirnizm. ...ulusal-toplulukları yadsımakla Lafargua, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.’
Bu sözler, Marx ve Engels’in ulusal soruna verdikleri önemi gösteriyor. Prudhoncular, toplumsal devrim adına, ulusal sorunu görmezlikten geldiler. Marx ve
Engels, Prudhoncuları eleştirdiler.
Marksizmdeki ulus teorisi daha sonra gündeme geldi. II. Enternasyonal döneminde ulus sorunuyla ilgilenen iki ülke vardı: Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Her iki ülke çok-uluslu bir imparatorluktu. Çarlık Rusyası bir ’uluslar hapishanesi’ydi. Günümüzde Türkiye, ’uluslar hapishanesinden’ çok ’uluslar kasabı’ , ’uluslar mezarlığı’ veya ‘etnik temizlik coğrafyası’ haline gelmişse, yeni ulus teorilerinin bu ülkeden çıkması beklenmelidir
Çarlık Rusyası’ındaki ulusal sorununa çözüm önerilerinin Rus Marksistleri tarafından ortaya atılması rastlantı değildir. Ne var ki, o dönemdeki ulus teorisi II. Enternasyonal’da yaygın olan determinizm anlayışından kendini sıyıraramıştır. Ulusun sosyolojik analizi yapılırken, ulusun yaratılmasında öznel etkenler (devletin ve milliyetçilerin rolü vb.) yeterince dikkate alınmamıştır. 90’lı yıllların sonunda ise, ulusun yaratılmasında öznel etkenler tek yanlı abartılmıştır. Dolayısıyla tek-boyutlu bir ulus anlayışından kurtulmak gerekir. Özne-Nesne diyalektiğinin ışığında ulusun ne olduğu yeniden analiz edilmelidir. Çok uluslu ve çok dinli bir coğrafta olan Türkiye’de sorunu çözen yeni bir ulus anlayışının gerekliliği kendisini dayatmaktadır.
20 Kasım 2008 Perşembe
ŞEHİTLER HAFTASI VE TARİHİ BİR DÖNEMİN KISA DEĞERLENDİRMESİ
Mihrac Ural
24-30 Kasım Şehitler Haftası, Mahirle’rden İlkerler’e, Yüksel Eriş’ten Ömür Karamollaoğlu’na, Nebil Rahuma’dan Recep Güregen’e, Süham Över’den Hanna Maptunoğlu’na THKP-C (Acilciler) örgütü şehitlerini kapsayan bir haftadır. Buna rağmen Şehitler Haftası’nda Devrim ve Özgürlük mücadelesinde şehit düşmüş tüm devrimci değerleri anıyoruz. Her şehidi ortak şehidimiz, şehitleri de birliğimiz olarak görüyoruz.
Bu hafta her defasında Acilcilerin halkla ilişkisinin bir ifadesi ve mücadelemizin hatalarıyla sevaplarıyla üstlenilmesi olmuştur. Bu geleneği 12 eylül öncesinden sonrasına ve bu günlere taşıma kararlılığı ve bilinci göstermek gerçekte halkla ne ölçüde iç içe olunduğunun bir ifadesidir. Şehitlerimiz halkımızın evlatları ve halkımız evlatlarına sahip çıkma kararlılığındadır. Şehitler haftasının bu yılki etkinlikleri kapsam açısından da daha genişletilmiş siyasal mücadelemizin aldığı açılım ve yönelimleri dillendirecek bir boyut kazanmıştır.
Örgütsel mücadelemizin bu alanlarda belediye başkanlıklarımızın belde festivallerinden, yerel ve geleneksel kutlamalara kadar etkinlikleri bulunmaktadır. “Evvel Temmuz Bayramı” kutlamaları gibi halkın tarihin derinliklerinden gelen sosyal girişimleri, Ğadir Bayramı gibi halkın inançlarına saygı etkinlikleri de bulunmaktadır. Bu ölçekte halkın içinde olunan bir örgütsel siyasal mücadeleyi algılayabilmek için Antakya’yı, tarihini, kültürünü, inanç ve siyasal yönelimlerinin altındaki dinamikleri sağlıklı algılamayı gerektirir. Etkinliklerimizin amaçlarından biri de budur.
Bu çalışmaların tümü örgütümüzün yönlendirmeleriyle, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesine akıtılması temel amacımızı taşır. Bu mücadelenin felsefi derinliklerini ve dünyayı kavrayış dinamiklerini de sosyalizm belirlemiştir.
Bundan rahatsız olanlar, bu etkinliklerin artan genişliklerine paralel gösterdikleri tepkiler solun kaderinde olan bir gelenekti. Ancak bu geleneği devam ettirecek bir solun olmadığı, tersine en küçük bir etkinlikte tüm sol güçlerin dayanışmaya yöneldiği bir tarihi süreçten geçtiğimizi belirlemek gerek. Buna rağmen böylesi etkinliklere karşı rahatsızlıklarını gösterip, karalamalar yapanların artık örgütsel bir davranışla değil bireysel saiklerle bunu göstermeleri, tepkilerinin şüpheli olmasına, muteber olmamasına yeterlidir.
Şehitler haftasının bu tür insanların iç dünyalarında yarattığı yıkım anlaşılabilir bir şeydir. Zira bu türler hayatlarında kitlesel bir siyasal örgütlenme için de ve ortamında olmamışlardır. Halkın fiili olarak katıldığı hiçbir örgütsel süreçte yer almamışlardır. Halkın etkisi, eğilimleri, inanç ve sosyal davranışlarının hesabını yapacak bir yerde olmamışlardır. Bunun üstüne örgütlerini polise kronolojik olarak teslim etmiş birer itirafçı olarak gösterecekleri tutumların ortalığa şüpheler yaymaktan öteye geçmeyeceğin anlamak zor değildir.
Bir etkinlik yapılıyor halkın katılımı sağlanıyor yok olmuş solun bir kolu toparlanıyor bununla dayanışma varken, kara çalmalar ve şüphe üflemelere nasıl yer bulunabilir. Bunu izah edebilecek tek şey özel harp dairesi yöntemleri ve provokasyonlarıdır. Kimse bu cümleleri tepkiye tepki olarak ele almasın, sadece olayları ve tutumları karşılıklı bir şekilde yorumlasın varacağı sonuç bu olacaktır. Devrim Şehitleri Haftasına tepki bir derin devlet tutumudur.
Yeşil Kuşak ve Şehitler
Vietnam yenilgisi ABD yönetimleri üzerinde büyük bir şok olmuştur. Bu güne kadar bu sendromla boğuşmaktadırlar. 1970’lerdeki mali krizle bozulan II. Dünya savaşı sonrası tüm dengeler soğuk savaşı son bir düelloya çevirmişti. Amerikan stratejistleri Sovyetleri ve sosyalizm adına eğilimli her alanı Yeşil bir kuşakla kuşatmak için planlar ve senaryolar geliştirmeye giriştiler.
Kafkaslarda milliyetçi eğilimleri dini eğilimlerle birleştirip körükleyerek mali ve eğitim açısından gerekli katkılar yapılarak lojistik tüm sorunları temin edilerek Sovyetlerin güneyden kuşatılmasını tamamlamaya giriştiler. Afganistan’da, Pakistan’da, Hindistan’da bağnaz dinci eğilim taşıma potansiyeli olan her yerde Yeşil Kuşak örülmeye başlandı. Bu günün el Kaide’si bunun ürünü olarak şekillendi. O gün bu gündür gerçek anlamda birer terör örgütlenmesi olan bu hareketler ABD’nin ürünü olarak piyasaya sürüldü.
“Yeşil Kuşak” Sovyetler yanlısı Arap ülkelerinde de özgün senaryolarla ikame edilmeye çalışıldı. Bunların başında Suriye geliyordu. Merkezi Mısır’da olan ve orada yine Amerikan istihbarat teşkilatının ulusalcı Nasır yönetimine karşı organize ettiği ve harekete geçirdiği Müslüman Kardeşler örgütünün ideolojik uzantıları olarak Suriye’de örgütlenerek harekete sokuldu. Bu girişimle, dünyanın dinci temelde ilk terör eylemleri en yaygın ve etkin haliyle Suriye’de ikame edilmiş olundu. 1980’li yıllar inanılmaz kanlı yıllar olarak geçti; ilkokullara yapılan bombalı eylemlerle katledilen bebeleri, sokaklarda patlatılan arabalarla katledilen ilgili ilgisiz sivil halka kadar her masumu kapsayan bir cinnet ortaya konmuştu. Kimliklere bakılarak, yöreler ve isimlerden inanç farklılıkları tespit edilip insanlar katlediliyordu.
Müslüman Kardeşler Örgütü sahnede
Bu terör örgütü ilk adımda Cisir el Şuğur denilen bir beldede silahlı ayaklanmayla devlet ve sivil kurumları ele geçirmeyi denedi. Kanlı çatışmalarla dizginlenen bir girişimdi. Klasik bir sosyalist parti örgütlenmesi içinde olan Baas üyelerinin etkin katılımı ve halkın sürece desteği kazanılarak bu girişimler dizginlendi. Müslüman kardeşler örgütünün “Alevi azınlık yönetim” adlı demagojisine prim vermeyen çoğunluk Sünni Suriye Arap halkı bu mücadelenin sonucunu tayin etti.
Müslüman kardeşler hareketi etkin şekilde Saddam’ın desteklediği bir hareketti. Bölgemizin bu güne kadar kapanmayan yaralarını oluşturan Saddam yönetimi bir taraftan Kürtlere karşı inanılmaz katliamlar yürütürken diğer taraftan yoksul Şiileri topraklarından sürgüne zorlayan tehcir dayatmaları yanı sıra Suriye’de Müslüman kardeşler hareketine her türden desteği akıtıyordu. Bu girişimler 80’li yıllar boyunca, Suudi prensleri ve CİA denetiminde bir kanser hücresi gibi yaygınlaştırıldı.
Suriye ilerici yönetimi, bu organize teröre karşı halkına dayandı, Aleviler Sünniler ve özellikle ülkesindeki Kürtlerle sıkı bir dayanışma içinde bu mücadeleyi sevk ve idare etti. O günlerde Suriye’de mülteci olan bu günkü Irak Cumhurbaşkanının deyişiyle; “Suriye biz Kürtleri Saddam zulmünden koruyan ve örgütlenmemizi sağlayıp, haklı mücadelemize destek veren bir ülkedir. Suriye “ebiya” (cömerttir, kapsayıcı, kucaklayıcı) onun hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz” dedi. ( Bu sözleri son Suriye ziyaretinde TV kameraları karşısında da tekrar etti. Bu satırların yazarı bu sözleri Talabani’nin kendi ağzında Abdullah Öcalan’la görüşmesi sonrasında yapılan bir toplantıda duymuştur.)
Demem o ki, Suriye ilerci yönetimi ülkesinin mozaiğine doğru politikayla yaklaşarak ve onların desteğini alarak bu kanlı terör örgütü gericilik odağı bağnazlarla son düelloya tutuştu. Hama olayları böyle ortaya çıktı.
Bölgenin tüm gerici güçleri prensleri, kralları, Saddam gibi diktatörleri İsrail ve ABD casusları bu son karşılaşmada yerlerini almışlardı. Ortaya çıkan silahlar, paralar, pasaportlar, mühürler belge ve deliller, bu suç şebekesi Müslüman Kardeşler örgütünün ABD, İsrail bağlantısını gösteriyordu. Hedef o günkü dünya saflaşmasının mantığına uygun olarak Sovyet yanlısı İlerici Suriye yönetimini yıkmaktı.
Bu düelloyu ağır kayıplar pahasına İlerici güçler kazandı. Dünya’nın dinci temeldeki ilk terör örgütü Müslüman Kardeşler Örgütü Hama’da böylece kırıldı.
Kırılan bölge gericiliğiydi. Tüm bölge halklarının çıkarına olan bu sonuçta, bölgenin tüm dinlerinden ve etnik yapılarından insan toplulukları omuz omza mücadele etmişti; bu son kapışmada Arapların Sünni, Alevi, Dürzi, Hıristiyan inanç türleri ve etnik toplulukları Kürtler, Ermeniler, Süryaniler yerlerini almışlardı. Filistin devriminin tüm ilerici örgütleri de bu süreçte omuz omuza bulunmuştu.
ABD için, Suriye yönetiminin kırılması gerekiyordu. Bu amaç bu eğilim bu gün içinde tüm verileriyle açıktır. Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji hattını denetlemek için Suriye’ye diz çökertmek gerekiyordu.. Ancak bu başarılamadı. Çünkü Suriye yönetimi halkıyla bütünleşmişti.
ABD’nin Vietnam sendromu Suriye sendromuna dönüşmüştü. Şaşkın intikam girişimleri Lübnan’ın işgaline yol açan 1982 İsrail saldırısı ve işgali dayatılmıştı.
Bölgeye nefes aldırmıyorlardı. Her tarafı kan gölüne çevirmek ve ilerici etkinlikleri kırmak için her köşeden kıyım yapıyorlardı. Suriye burada da savaşın içindeydi 14 000 evladını Filistin davası için şehit verdi. Filistinli örgütlerin gevşeklikleri silik konumları Suriye’yi Lübnan’da savaşın merkezine koymuştu. Bu ülke Filistin davası için vermesi gereken her şeyi vermekten çekinmedi. Bu gün bile en azılı düşmanları bu savaştaki 14 000 Suriyeli şehidin anısı önünde eğilmektedirler.
Bölgede savaşlar birbirinin uzantısı olarak sürdü. Bölgemizdeki siyasi tutum ve davranışların belirleyicisi de budur. Bölgemizin her hangi bir köşesinde gelişen siyasal sosyal askeri bir olayı diğer olaylardan bağımsız ele almak mümkün değildir.
Bu nokta kavranmadan bölgemizin olayları kavranamazdı.
Cisir el Şuğur olayları, Hama olayı, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve Beyrut kuşatması (Haziran 1982) aynı zincirin birer halkasıydı. Bu halkaların tümünde Arap gericiliği, ABD ve İsrail vardı. İlerici cephede ise Suriye ilerici yönetimi, Filistin devrimci örgütleri ve 12 Eylül sonrası bu bölgeye akın akın gelen Türk-Kürt Arap devrimcileri yerlerini almışlardı.
Uzatmayacağım, bir itirafçı aptalın şehitlerimize dil uzatma cüretini kışkırtan cehaleti de tam bu gerçekleri kavrayamamakla ilgilidir. Bölgemizde olaylar bir zincirleme etkiyle birbiri ardından bu şekilde sıralanarak yaygınlaşmıştı.
80’li yıllar bu süreçleri 70 yıllardan almıştı. Bölgemizde Ürdün gericiliği yine aynı güçlerle (ABD-İsrail ve Arap gericiliğiyle omuz omuza olarak) Filistin devrimini tasfiye etmek üzere 1970 kara eylülüyle Filistin halkını kanlı kıyıma uğratmıştı.
Bu kanlı girişim Suriye’nin askeri baskısı, Libya ve Mısırın girişimiyle dizginlenebilmişti. Filistinliler Lübnan’a kaydırılmışlardı.
Bölge saflaşmasında Lübnan süreci
Filistinlilerin, Ürdün sonrası Lübnan süreçleri çok hareketli ve bir o kadar zor geçti. Filistinliler, Lübnan iç savaşında da temel bir figür olarak yerlerini aldılar. Çünkü aynı gerici güçler onları yerden yere kovalıyorlardı. Filistin davası dinamik bir kitle hareketi ve silahlıydı. Bu etkinliğin hakları vardı ve dünya kamuoyu arkalarındaydı. Gasp edilmiş toprakları ve yok edilmiş hukuklarını kazanmak için mücadeleye kararlıydılar. Bölge gericiliğin ise bu davayı tasfiye ederek sorunlarından kurtulma isteği ön plandaydı. Bu açıdan bölgemizin her alanında, vuku bulan her olayında saflaşma belirgin biçimde aynıları aynı yere ayrıları ayrı yere oturtuyordu.
Tekrar ediyorum bölgemizde her olay aynı zincirin halkaları olarak birbiri peşi sıra sıralanır ve saflar öylece belirlenir. Bunu anlamadan ne dünün ne bu günün olaylarını kavramak mümkün değildir. Ayrıntılara kaçmadan belirtilmesi gereken en önemli veri budur.
Tekrar Müslüman Kardeşler’in Hama yenilgisi ve sonrasına dönecek olursak.
Bu sarsıcı yenilgi ABD, İsrail ve tüm gerici Arapları derinden etkiledi. Eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler örgütü militanları, kadroları ve işbirlikçileri Suriye’yi hızla terk etmek zorunda kaldı.
Bu kaçakların bir bölümü 12 Eylül Türkiye’sinin himayesi altına girdi (çok doğal olarak da Türkiyeli devrimciler ilerici yönetimin olduğu ülkeye, Suriye’ye girdi. Müslüman kardeşler ne kadar gerici ise 12 Eylül o kadar gericiydi, Türkiyeli devrimciler ne kadar ilericiyse Suriye ed öyleydi. Bu dengeyi başka türlü kavramının olanağı yoktur). Bir kısmı Ürdün gericiliğinin ve en önemli kısmı da Lübnan’a sığındı. 12 Eylül rejimine sığınanlar 1984’lerde, trenlerde, toplu taşıma araçlarında, halkın yoğun olduğu çarşılarda MİT elamanlarıyla birlikte bombalamalar yapmak için Suriye’de bir kez daha boy gösterdiler. Kanlı bir kıyım yaptılar ve yakalanıp her şeyi itiraf ettiler. 80’li yıllar böylesine yaygın ve kanlı yıllardı. Derinlemesine bir saflaşma ve safların kıran kırana mücadelesi vardı. Taraf olmamak açık ve net olarak gericiliğin yararınaydı.Biz Acilciler her zaman olduğu gibi taraftık, dünya ve bölge ilerici güçleriyle omuz omza bulunduk.
Bölgede devlet olarak yönetim olarak ayakta duran ve devrimcilere ev sahipliği yapan Suriye kalmıştı. Bu nedenle dünya ve bölge gericiliğinin gazabını üzerine çekiyordu. Suriye de buna karşı daha çok halkıyla iç içe oluyor ve bölge devrimcileriyle omuz omuza tutum takınıyordu.
Suriye’yi yıkmak istiyorlardı. Bölgenin tek ilerici yönetimiydi. Irak’ta Saddam ABD kuklası olarak Kürtlere kan kusturuyordu; İran’a saldırıyor, Şiileri sürgün ediyordu. Ürdün, İsrail güdümündeydi. Lübnan mozaiği her bir etnik ya da inanç topluluğuna bir devlet kurduracak şekilde bölünmüştü. Bu gevşek ortamda, Türkiyeli devrimci hareketlerin kamp kurma ve kamplarda özgürce eğitim yapma olanağı çıkmıştı. Bu olanaklar Suriye’nin tanıdığı fırsatlar olarak değerlendirildi.
Yukarıda tabloyu sunmaya çalıştım. Bu tablodaki şehit söylemi bölgemizin herhangi bir köşesinde gericiliğe karşı savaşta ya da görevi başında ölen direnişçiye verilen bir onursal bir ödüldü. Bu kapsamda Oslo anlaşması yapılana kadar (13 Eylül 1993) yani Filistinli devrimci örgütler Filistin topraklarına bir biçimde dönene kadar, dünyanın duyduğu bildiği Filistinli devrimci şehitlerinin %99’u söz konusu ettiğim, gerici güçlerle ilerici güçler çatışmasında şehit olmuşlardı. Filistinli şehit sadece İsrail’e karşı cephede dövüşen militan değildi, iç savaşlarda da gericiliğe karşı savaşta düşen her militan bir şehitti. Filistin şehitlerinin %99’unun böyle olması da çok doğaldı. Bu oranın yüksek olması, Filistin halkının işgal edilmiş topraklarından mülteci kamplarına sürülmüş olmasının doğal sonucudur. (biz Türkiyeli Devrimci örgütlerin 12 Eylül rejimiyle başımıza gelen mültecilik olayının bir üst düzeydeki biçimidir)
Bölgenin her köşesi bir savaş alanıydı. Bu savaşlar ve olaylar süreci bir tahterevalli gibi bir yerde inişe giriyor bir diğer yerde yükseltiliyordu. Hama mücadelesi Beyrut kuşatmasına dönüşüyordu. Aynı gerici güçler, bu kez İsrail öncülüğünde “Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme” adı altında savaş başlatıp başkent Beyrut’u kuşatmaya alıyordu. Yaser Arafat, Beyrut direnişini ölümsüzleştirmek için, “II. Stalingrad Direnişi” tanımı yapıyordu. Çetin bir direnişti.Bu direnişte de ilerici ve gerici güçler karşı karşıya gelmişti.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler) bu direnişin tam merkezindeydi. Lübnan’ın en güneyinden, Beyrut kuşatmasına kadar bu gerici güçlerin saldırısına karşı militanlarıyla, kadrolarıyla savaştı.
Bu savaşta bilinçlice, başında bulunduğum Merkez Komite kararıyla yer alındı. sonuna kadar da bu tutumu sürdürdük. Tam bu sırada, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarında 14’e yakın Türkiyeli siyasal örgüt liderleriyle toplantı halindeydik. Bu toplantı Suriye’nin verdiği olanaklar içinde Demokratik Cephe’nin Şam yakınlarındaki kampında yapılmaktaydı. Katılımcılar bu savaşta yer almanın enternasyonalist bir görev olduğu ve bölgemizdeki saflaşmada açık bir yer alış olarak belirlenmesi gerektiğini ilan etmişlerdi. Örgütümüz savaş kaçkınlarından da kurtulmuştu. İtirafçı Engin ve avenesi savaş tamtamlarını duyunca kaçışları bizleri daha da özgürleştirmişti. Her santimetre kareye birkaç bombanın düştüğü savaşı kararlı komutan yoldaşlarımızla iç bütünlüğümüzle tamamlamıştık.
Bu, örgütümüzün dirayetli idaresinin bir açık beyanıydı. Bölgenin en sıcak çatışmalarında bir tek yoldaşımız bile yara almadan çıkmıştı. (Bu olay bizlere, birlik ve bütünlük içinde olununca başarının kolayca elde edilebileceğini gösteriyordu, kampları bulandıran savaş kaçkınlarının aramızdan ayrılması bize bunu kazandırdı.)
Bu savaşlar zincirinin içinde yer alışımıza aptal bir itirafçı, “paralı askerlik” diye çamur atmaya kalkışmıştı. Aynı aptal, şehitlerimize hakkında şüphe yaratma çabalarının şehitler haftasına denk gelmesinin soru işaretleri çoktur (bu dönemin ayrıntıları için geniş bilgi için bkz. 4 nolu dosya “4. Filistin dayanışmasına karşı İtirafçı Engin Erkiner’in çamurları”)
Trablus süreci
Beyrut Kuşatması bitip Filistinliler Suriye, Tunus, Yemen gibi ülkelere dağılırken Türkiyeli devrimciler Suriye’ye dönüyorlardı. Güvenli liman Suriye idi. Talabani’nin dediği gibi “Suriye ebiya” idi. PKK ve THKP-C(Acilciler) silahlı mücadele örgütleri olarak askeri kampları için Lübnan’ın bir biçimde bir kez daha değerlendirme durumunda kaldılar. Güney Lübnan’da olanaksızlaşan yer ediniş Kuzeye Trablus civarındaki Filistin devrimci güçlerinin kamplarını istihdam etmeyi gündeme getirdi.
Örgütümüz burada da yerini aldı. 12 Eylül rejimiyle savaşımız vardı gücümüz oranında yerimizi almalıydık ve bunun için burada eğitim amacıyla enternasyonalist dayanışma ruhuyla bulunuyorduk. Tarablus yakınlarındaki Halbe kampı öylece kuruldu. Bu kampın komutanı Hana Maptunoğlu yoldaştı.
Hana yoldaş MK üyesi birikimleriyle olgunluğu ve yeterlilikleriyle bu kampı sağlıklı idare etmekteydi. Kamplar her zaman sorunların öbekleridir. Buna rağmen hana yoldaş kampı en uygun tarzda idare etmekteydi.
Ancak Bölge ve özelikle Lübnan kaynamaya devam ediyordu. Filistinliler çekilmişti, Lübnan sahasında falanjistler geride kalan korumasız halka kanlı kıyım saldırıları yöneltiyordu. Sabra ve Şatilla katliamı (16 Eylül 1982) öyle ortaya çıktı. Korumasız Filistin halkı mülteci kamplarında çoluk çocuk demeden öldürüldü.
Lübnan, gerici güçlerin saldırıları altındaydı. ABD-İsrail şemsiyesi altında Arap gericiliği el ele, bölgemizin her köşesi kanlı çatışma arenasına dönüştürüyordu. Bunun bir ucu da Trablus’ta tezgahlanmıştı.
Bu noktada Suriye’den kaçan terörist Müslüman kardeşler örgütü militanları Trablus’u merkez edinmiş, onların deyimiyle şehri ayrı bir “emirlik” olarak örgütlüyorlardı. Şeyh Sait Şaban güçleri Suriye’nin Müslüman kardeşler örgütü gibiydi. Bu örgüt İsrail, ABD ve Arap gericiliğinden aldığı destekle, falanjistlerin Beyrut’ta korumasız Filistin halkına karış yönelttiği kanlı kıyımı, Trablus’ta korumasız kalan Begdavi ve Nehr el Barid Filistin mülteci kamplarını ve devrimci örgütlerine karşı yapmayı hedefliyordu. Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme amaçları güdüyorlardı. Bu yanıyla genelde bölge savaşları özelde Lübnan savaşları tüm şiddetiyle ilericiler ve gereciler arasında sürüyordu.
Farklı cepheler vardı ama aynı güçler karşı karşıya geliyorlardı. Bölgemizde coğrafi sosyal ilişkiler de buna önemli bir mekan oluşturuyordu. Bunu anlamak için Suriye ve Lübnan ilişkisi mutlaka bilmeyi gerektirir.
Bölgeyi bilmeyenler Suriye ile Lübnan’ı kitaplarda yazılan ya da dünyanın her hangi bir yerindeki iki komşu devlet olarak algılayabilirler ki bu çok yanlış bir algılayıştır. Lübnan devleti tarihte olmayan bir devletti. Zorla Suriye’den koparılmış Lübnan dağ silsilesini I. Dünya savaşı sonrasında, Hıristiyanları koruma adına dayatılmış bir devlet olarak şekillendirilmişti. Ancak iki devlet iki halk yaratmaya yetmemişti. “İki ayrı devlette tek halk” söylemi ve gerçekliği burada anlam buluyordu.
Bu söylem Suriye Lübnan ilişkisini anlatacak önemli bir söylemdir. Bir Lübnanlı okul nereye yakınsa orada okuyordu ve oradan diploma alıyordu. Bir Lübnanlı Suriye’de okuyabiliyor, bir Suriyeli Lübnan’da okuyabiliyor her tür besin maddesi alış verişi de uzaklık ve yakınlığa bağlı olarak her iki devletten de temin edilebiliniyordu. Sağlık hizmetlerinin Suriye’de karşılıksız olması Lübnanlıların yoğun olarak bu hizmetlerden bir Suriyeli vatandaş gibi yararlanabilmesine açıktı.
Son olayların iki devlet arasında ciddi kırılmalara yaratmasına rağmen bu süreç devam ediyor. Aynı aileler, sınır diye söylenmiş vehmi bir çizginin her iki tarafında bulunuyor, aynı dil, aynı tarih, aynı kültür, aynı kader verilerini bir kenara koysak da karşımızda tek bir halk ayrı devletlerde yaşamaya zorlanmış olarak duruyor.
Bu durum sorunları da çözümlerini de aynı mücadeleye bağlıyordu; ilerici güçlerle gerici güçler arasındaki mücadele bölgemizin her alanında aynıyla hakimdi.
Örgütümüz, tam bu noktada ve bu veriler içinde bölge savaşlarının her bir cephesinde aynı tutarlılıkla yer alıyordu. Aynı kaygıları taşıyan PKK ile dayanışma ve danışma süreçlerini planlanmış silahlı eylemlerimizle hayata geçirdik. Bu eylemlerin hangileri olduğunu bilenlerin bilmeyenlere aktarmasının yeterli olacağını söylemek isterim.
Trablus şehrinde böylesi bir atmosferde yer almıştık.
Trablus şehri Lübnan’ın kuzey başkentidir. Köklü gelenekleri ve tutuculukları olan ailelerin merkezidir. İslam’la iç içe Sünni mezhep doğrultusunda eğitim sahlarına sahip bir alandır. Beyrut Sünniliğinin laikliğine karşı, Trablus her zaman muhafazakarlığı temsil etmişti. Bu özelikleriyle Suriye’den kaçan Müslüman kardeşler, kardeşlerini bu bataklıkta bulmuş ve öbek öbek şehri ele geçirmişlerdi.
İsrail’in, falanjistle eliyle korumasız Filistin halkına Sabra ve Şatilla’da yaşattıkları kıyımı, Trablus’ta gerici Şeyh Sait Şaban Kuvvetleri ve destekçileriyle ikame etmek istiyorlardı. Trablusta bulunan İki büyük Filistin kampında yüz binlerce Filistinlinin gücü tehlike olarak görülmüştü. Üstelik Beyrut’tan çıkan önemli bir Filistinli silahlı devrici güç buralara kaymıştı. Bunun tasfiyesi istenmişti. Bunu isteyen de başta İsrail ve ABD’dir, destekçiler de Arap gericiliğiydi.
Arap saflarında ilerici “Red Cephesi”nin karşıtı gerici Arap yönetimleri, Amerika’yla bölgede Müslüman kardeşler isimli kuklalarla iş bitirme çabasındaydı.
İşte tam bu noktada kimin Arap olduğu, kimin Alevi ya da Sünni olduğu, kimin Filistinli Ürdünlü, Suriyeli olduğunun hiçbir önemi yoktu. Saflar açık ve net olarak gericiler ve ilericiler diye ayrışmıştı. Aptallar bunu bilmeyebilir, ama devrimciler bunun farkındaydılar. 12 Eylül rejiminin MİT güçleri, Eymür’leri, Hiram Abbasları ve diğerlerinin Beyrut sahasında yaptıklarının ve kimlerin yanında saf tutuklarının da bilincindeydi (geniş bilgi için Soner yalçın Doğan Yurdakul’un araştırması olan “Bay Pipo” Kitabına bakılabilir. Özelikle 99. sayfa ve sonraları).
Hiçbir olay, bölgenin en ücra köşesindeki olaylardan kopuk değildi. Bu açıdan 1983 yazı çok sıcaktı. İrili ufaklı çatışmalara öyle bir boyut almıştı ki, tüm veriler Ekim Kasım aylarında büyük bir düellonun patlak vereceğini gösteriyordu.
Bu kapışmalarda küçük örgütlerin elinde bile tanklardan uçak savaşlara her türden ağır silah bulunuyordu. İsrail Amerika ve gerici Arap örgütleri (bunun içinde Filistinli, Ürdünlü, Suudi Arabistanlı, Irak ve Suriyeli gericiler de yer almıştı. Tanımlamayı daha da doğru yapmak gerekirse Türkiyeli gereci güçler de resmi olarak, MİT elemanlarıyla bu saflaşmada yerlerini almıştı).
Çatışmalar en doruk noktasına Ekim sonları ve Kasım ayı başlarında ulaştı. Örgütümüz yüksek bir tepede hakim bir mevkide Halbe kampında askeri eğitim amacıyla bulunuyordu. Ancak çatışmaların tam ortasında açık ve net olarak ilerici güçlerin yanında yer almamız ilkelerimiz ve doğrularımızla da uyumluydu. Bunu yapmamak onursuzca ve rezilci bir tutumdu. Sosyalistik, devrimci ve enternasyonalisttik ve bölgemizin saflaşmasında açık ve net bir tutum içinde olduğumuz iddiasındaydık. Örgütün başında olan bir kişi olarak, ilkelerimizin arkasında kararlıca duracaktık. Nitekim bunu hayata geçirdik. Bizi eleştirecek olan önce ilkelerimize bakmalı, onlar uğruna tutarlılığımız nedeniyle ödediğimiz bedele değil.
Bizimle sorunu olan, ilkelerimizi siyasal olarak tartışabilir. Ama ilkelerimiz uğruna ödediğimiz bedelleri bizimle kimse tartışamaz. Hiç kimse ve hiçbir zaman bunu yapamayacaktır. Hele bu bir itirafçı ise, örgütünü polise satmış bir onursuz kişi ise, muhatabımız sahipleridir havlamalarını ciddiye almayacağız. Türkiye solu Doğu Perinçek medresesinin itirafçı aptallarıyla işini uzun zamandır bitirmiştir.
Halbe Kampı Şehit Komutan Hanna Maptunoğlu öğrencileriyle
Kasım 1983 Halbe kampı Trablus-Lübnan
Bu satırların yazarı 15 Kasım 1983 günü Halbe kampındaydı. Yoldaşlarını kontrole gitmiş ve onlarla uzun süren gece sohbet yapmıştı. Yiğit yoldaşım Vedat Erdal’ın kararlığını, Kuvvettin’in cesaretini, Süleyman Kılıç’ın özverili çalışmalarını ve tüm yoldaşlarının dik duruşlarını görmüştü.
16 Kasım sabahı erken saatlerde kamplardan ayrılırken top atışları, havan atışlarıyla birlikte başlamıştı. Filistin mülteci kamplarına doğru yol aldık. Çatışmanın daha yakın alanındaydık. Görevlerimiz bittiğinde dönüş yolunu tutuk. Acı haber peşimizdeydi. Kampta sorumlularından biri Şerif Yoldaş o anı bir kez daha bu satırları yazarken vakıayı tekrarla aktardı: “gün doğumunda top ve havan atışları başlamıştı, siz kamptan yeni ayrılmıştınız. Yoğun çatışmaların başladığı saatlerde, cephe hattının değişik mevzilerinde küçük gruplar olarak dağılmıştık. Yoldaşlarımızın bulunduğu mevzie bir havan topu mermisi düştü. Büyük bir patlamaydı. Çok uzaktan geldiği belliydi. Aynı grup içerisinde mevzilenen Süleyman Kılıç (Kadir) ve Vedat Erdal (Rıza) yoldaşlar, Türbül dağının eteklerinde, şarapnellerin açtığı yaralarla cesetleri parçalanmış halde yatıyorlardı. Üzerimize yoğunlaşan makineli tüfek, havan atışlarının durduğu ilk etapta şehit ve yaralı yoldaşların yanına atıldık. Filistinlisi, Sudanlısı, Yemenlisi… enternasyonalist görevde kimi şehit kimi yaralı. Yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Onlar şehitti. Bir yandan çatışmaların yoğun seyri, diğer yandan şehitlere karşı yükümlülüklerimizle karşı karşıyaydık.
Kuvvetin Külekçi yoldaş ise bulunduğu mevzi itibariyle, çatışmaların çok yoğun olduğu bir vadide (Deer Ammar-Nehr el Berd arası) şehit olmuştu. Bu ara Hanna yoldaşla, Kızıl Haçın Bulgarlara ait bir aracı vasıtasıyla yoldaşları denetlemeye çıkmıştık. Bir ara dönemdi, geçici ateşkes anlamında. Derken; Salahittin Kaya (Hıdır)’yla karşılaştık, bulunduğu mevzi itibariyle çok dikkatli olması gerekiyordu, uyarılarımızı yapmıştık, örgüt geleneğinden gelen biri değildi, ama saflarımızda bir yoldaş olarak savaşıyordu, o da aynı günün akşam saatlerinde Trablus yakınlarındaki Beddevi kampının girişinde bulunan mevzilerde suikast silahlarıyla (kannas) vurularak şehit olmuştu.
Olayın özü budur, kampımıza yapılan bir baskın söz konusu değildi.
Bu konuda o gün buna benzer haberlerin olması bilgi yetersizliğindendir. Bizler onurla, bilinçle gericiliğe karşı savaşırken, kimimiz yaralandı, kimimiz esir düştü. O kavgada ben de bir başkası da şehit olabilirdi. Bu gün şehitlerimize dil uzatanlar, gericilikle savaşırken bizi arkadan vuranlardı. Oysa biz tüm insanlık için dünya saflaşmasının içinde ilerici güçlerin safında birer etkinlik olarak yerimizi almış, bunun sonuçlarını bilerek mücadele etmiştik. Şehit yoldaşlarımıza dil uzatanlar, öncelikle bu gerçeklerin neresinde duruyorlardı bunu kendi kendilerine sormaları gerek. Bu soytarıları kınıyorum ve yanımda şehit düşen yoldaşların anısına bunun hesabının sorulacağını bildiriyorum” dedi. Sürecin canlı bir tanığı olarak yaşanan olayları aktardı. Dört şehidimiz vardı ve bir süre önce esir düşen Cihat ve Can yoldaşlarımızı ise, ateşkes ortamının sağlandığı bir ara aşamada, gericilerden esir aldığımız kişileri kızıl haç-kızılay aracılığıyla mübadele ederek kurtarmıştık.
Evet doğrularımızın bedelini ödüyorduk, bunu da onur nişanı olarak göğsümüze koyuyorduk. Bin kez aynı konumda olsak da bu onuru taşırız. Şehitlerimize dil uzatanlar bin kez polise düşseler de, polisteki itirafçı tutumlarını tekrar edeceklerini söylemişlerdi. Evet aramızdaki fark bu kadar basit.
Yoldaşlarımızı bu çatışmada şehit verdik. Bu çatışma bölgemiz gerici güçlerine karşı ilerici güçlerin bir savaşıydı. O gün bu elim hadise Merkez yayın organı CEPHE’nin Kasım 1983’te yayınlanan 21. sayısında şöyle dile getirilmişti: “Enternasyonalizim sözden ötedir, yaşamın her anında ve alanında canlı bir dayanışmadır. Acilciler bu komünist görevde yer aldılar alıyorlar…” İşte örgütümüz bu idi ve bizde buyduk.
Yıllardır devam eden, bölgemizin her köşesinde aynı gerici güçlerin fiili kışkırtmasıyla süren bir savaştı. Bağdat paktından, Lübnan çıkartmasına (1958), körfez savaşlarından Hama olaylarına, İsrail’in Lübnan işgalinden Trablus muhayyem (mülteci kampı) savaşlarına kadar süren tüm çatışmalar iki güç arasında geçiyordu. Bu, dünyanın her yerinde de aynen öyle devam ediyordu.
İlericiler biryanda gericiler diğer yanda.
Dünya ölçeğinde Sovyetlerin başını çektiği Sosyalist sistem, ilerici yönetimler ve devrimci hareketlerinden oluşan ilerici güçler hattı ve ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler ve onunla ittifak halindeki gerici yönetim ve örgütler vardı Dünya çapında bu saflaşmanın bir alt boyutu aynıyla bölgemizde de sürüyordu. Bu çatışmanın ortasındaydık ve ilkelerimiz, ödeyeceğimiz bedeli düşünmeden tutum almayı gerektiriyordu.
Bir sosyalist harekettik. Sosyalist öğretinin kurtarıcılığına inanmış ve bunun arkasında durulması gereken doğrular olarak ilkeselleştirmiştik. Böylesi bir örgüt olarak, dünyanın neresinde olursak olalım tarafsız olmamız söz konusu bile olamazdı. Bu günün değişen koşulları ve rehavetiyle bunu söylemekten kaçınmak ancak itirafçıların iç dünyalarındaki ilkesizliklerle açıklanabilirdi. Bu olmayacaktı.
Kararlıydık gericiliğe karşı savaşacaktık ve bu savaş 12 Eylül rejimine karşı savaşın bir parçasıydı. Filistin halkının haklı savaşıydı. Kamplarında eğitim görüyorduk doğruları doğrularımızla kesişiyordu, silah arkadaşı ve mevzi yoldaşıydık. Bu özellikler içinde doğrularımız için kanımızın son damlasına kadar savaşmak bizim onurumuzdu. Bunu yerine getirdik. Yoldaşlarımız şehit oldu. Ölümsüzler arasına katıldı.
Şehit yoldaşların; örgütümüz ve Filistin Nidal Cephesiyle ortak afişi
Bir süre sonra, yoldaşlarımızın şehit olması ve genel durumu değerlendirmek için kamp Komutanı yoldaşımız çağrılmıştı. Hanna yoldaş görevinin başında, askeri elbiseleriyle ve görevli olarak yola koyuldu. Yanında iki yoldaşımız vardı. Hatice kod adlı (E.O) ve kamp sorumlularından Şerif yoldaş. Bundan sonrasını Şerif yoldaş bu satırlar yazılırken şöyle aktardı “ Arabamız Renault 18 idi. Avrupa’dan yoldaşların örgüte hediye olarak getirdikleri bir arabaydı, yeni ve güçlüydü. Dağ taş demeden çalışan bir arabaydı.
Kampta bulunan önemli oranda silah ve malzemeyi arabamıza alarak yola çıktık. Halbe’den Suriye sınırına kadar yol çok berbattı. Kasisler, virajlar ve savaşın delik deşik ettiği çukurlarla doluydu. En olumsuz yolları geçmiştik. Varacağımız yere gidişte kalan yol düz sorunsuz bir yoldu. Küçük bir iki virajı dışında normal bir yoldu.
Türkiye’ye taşınacak silahlarla dolu bir arabayı sürüyordum ve kamp komutanı Hanna yoldaşta yanımdaydı. Çok dikkatliydim. Ancak o dönem Müslüman Kardeşler örgütünün sık sık saldırıları vardı ve her tarafta kontroller yapılıyordu.
Banyas beldesinin çıkışında bir askeri birim tarafından durdurulduk. Kimliklerimiz kontrol edildi, örgütümüz adına Cephe kimlikleri taşıyorduk. Ancak arabanın bagajındaki silahlar ve yoğunlukları görülünce sorun çıktı. Uzun tartışmalardan sonra bize tutuklandığımızı ve bu malzemelerin ve görev kağıdının sorgulanarak, gerçekliğinin ne olduğunun anlaşılması için “Şubeye” götürüleceğimiz söylendi. Yanımıza bir astsubay verilip bir daha yola koyulduk.
Hanna yoldaş ön koltukta oturuyordu. Astsubay, bizleri sorumluluğu altında şubeye götürürken Hanna yoldaş arka koltuğa taşınmıştı. Snowbar-Cable mevkiine geldiğimizde son bir virajı dönüyorduk. Aniden önümde eski model burunlu büyük bir yolcu otobüsü belirdi. Bu otobüsler çok süratli gider ve yollarda yolcu topladığı için bunlara “Hop Hop” arabaları denirdi. Otobüs virajı büyük bir süratle alıyordu. Yolun en sağına çekilmek üzere biçare ani bir refleks yaptım. Korkunç bir kaza! öldüğümüzü sanmıştım. Gözlerimi vatan hastanesi denilen yerde açtım, yaralıydım. Hanna yoldaş kaza sırasında başını arabanın tavanına çarpınca beyin kanaması geçirmiş ve şehit olmuştu.
Astsubay ise ayağı kırılmış, ağır yaralıydı. Benim kolum kırılmış ve ağır yaralıydım, Hatice yoldaşta yaralıydı. O elim kazada hepimiz ölebilirdik. Önde duran bizler ağır yaralı olarak yaşamda kaldık, en güvenli noktada olan Hanna yoldaş ise şehit oldu. Uzun süre hastanede de tutuklu kaldık. Olayın adli tıp raporları çıkana kadar da tutukluluğumuz sürdü. Bir Astsubay ağır yaralanmıştı ve devleti bunun tüm detaylarını bilecekti. Raporda Hanna yoldaşın kaza esnasında yerinden fırlayarak başının araba tavanına çarpması sonucu şehit olduğu anlaşılmıştı. Olayın evveli ahiri budur.
Hanna yoldaş Kamp sorumlusu olarak görevini ifa ederken yola çıkmıştı. Dönemin 12 Eylül askeri rejimine karşı savaşacak yoldaşlarına silah taşıyordu ve hepimiz tutukluyduk. Bir mücadelenin askeri ortamında, savaş koşullarında, silahlarımızla ve cephanemizle birlikteydik. Şehit olmanın bundan daha farklı bir yeri mi? Anı mı? olur. Bu itirafçı soytarının örgütümüzün yetiştirdiği böylesine değerli bir lidere dil uzatması ancak kin güdüleri ve özel harp dairesi çabalarıyla izah edilebilir ” diyerek, olayı yaşayan bir yoldaşın gözlemleriyle aktardı. Buna benim ekleyecek bir şeyim yoktur.
Hanna yoldaş MK’mızın en değerli yoldaşıydı. Türkiye devrimci hareketine katılmış az sayıda Hıristiyan bir yoldaştı. Şehrimizin özgün mozaiğinin önemli bir rengiydi. Bu satırların yazarıyla çocuklukları birlikte geçmiş, aynı dönemde de örgütlenerek mücadeleye atılmıştı. Yörenin kitlesel bir örgütü olarak bu rengin hakkıyla temsil edilme bilinci vardı. Kaybımız ve acımız büyük oldu. Acımızı kışkırtan itirafçının çamurları, bize haklı olarak en sert yanıtı verme kapılarını aralamaktadır. Bu hakkın kullanılmasını da zamana bırakıyoruz.
Bu noktada Hana yoldaşı anmak ayrıca çok önemlidir. Birbirimize ölümüne bağlı insanlardık. İtirafçıyı ve avenelerini kahreden de bu idi. Bu bağlılığı onlar bilmiyordu bilemeyeceklerdi. İnanmadıkları davaların adamı niyetine ortalıkta görünmelerinden başka bir şeyleri yoktu. Bağlılık, bilmedikleri bir şeydi. Bundan yoksun olanlar onu veremezdi. Nitekim dönüp baktığımızda adına konuşabilecekleri hiç kimseleri yoktu, girdikleri her örgütte sorunlu olmuş bölücülük yapmışlardı.
Oysa bizler hala aynı kararlılık ve bağlılıkla yolumuza devam ediyoruz onları kahreden de tastamam budur. Bu dur ki, Antakya’yı bir kez daha ayağa kaldıran. Bu yükseliş devleti de tedirgin ediyor, kuklalarını tedirgin etmesi bu açıdan çok normaldir. Toros’ların güneyi Fıratın ötesi gibi bir demokrasi manivelası olmaya adaydır.
Toros’ların güneyi, Fırat’ın ötesi
demokrasi manivelasıdır.
Toros’ların güneyi anlamlı bir slogandır. Bu satırların yazarınca bilince çıkartılmış halkına sunulmuştur. Ortak ülkemizin ortak mücadele bilincini içeren ve demokrasi mücadelesine bir manivela daha katma amacı taşımaktadır. Bu bir kararlılık ve sürekliliktir. Şehitlerimize güçlüce sahip çıkarken bu amaçları temel alıyoruz. Bundan ürkenlerin olması da çok normaldir.
Yoldaşlarımız şehit olurken itirafçı ve aveneleri neredeydi? Onlar, savaş kaçkınları olarak, ilerici güçlerin gericilere karşı mücadelesinde yer almamak üzere Avrupa yollarını aşındırmaktaydılar. Bunlar, Avrupa’nın konformizmi içinde örgüt ardı örgüt değiştirerek izlerini kaybettirip sorumluluk alacakları hiçbir örgütlenmeye yanaşmamanın planları içindeydi.
Biz ise elimizi taşın altına koymuştuk ilkelerimizin arkasında durmuştuk.
Şehitlerimiz ve hepimiz yurtdışına neden çıktık? Tek amacımız devrimci mücadeleyi yükseltmek 12 Eylül karanlığına karşı durmaktı. Bu mücadeleler olmadan bu gün ülkemiz hangi siyasal durumlarda çırpınıyor olacaktı. 12 Eylül rejiminin çözülüşü sağlanabilir miydi? Bir kuşağın en dinamik kesimlerini kovuşturan, işkencelerle sorgulayan, zindanlara atan mülteciliğe zorlayan bu rejime karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin hangi kesitinde olursa olsun ölüm şahadettir. Bunu algılamak için taraf olmak gerek. Örgütlü mücadele kararlılığında bu günde demokrasi mücadelesini yürütmek gerek: bu gelenek olmadın dünü karalamak çok kolay olur dünün değerlerini hiçe saymak çok kolay olur. Ama aynı kolaylıkla da bu türler ceza çekerler. Bu da öyle biline.
Şahadete başka türlü bakmak çok şeyi tartışmalı kılar. Bu akılla Recep Güregen yoldaşı, terbiyesizce ikili görüşmelerin gizliliği içinde “derede boğulan bir hırsız” diye suçlayıp “şehit sayılmaz” demek çok kolaydır.
Elinde bomba patlayan Yüksel Erişi’i “polisle çatışmada ölmedi ki şehit sayılmaz” deyip geçmişte aradaki sinsi rekabetlerin kini adına bunları söylemek koladır.
Yoldaşları inanç kategorilerine, etnik aidiyetlerine bakarak “bunlar şunların, bunların adamı, devrimci olamaz, şehitte olamazlar” diye suçlamak kolaydır. Geçmişte sorunlu olduğu insanlara karşı, geçmişte söylemediklerini bu gün hiçbir siyasi bağının kalmadığı bir ortamda, kırk türden siyasal evlilik yaptıktan sonra aklına getirip suçlamak kolaydır. Ama adama sorarlar dün nerdeydin diye. Bu gün sana bu görevi kim verdi diye…
Bu abeslerle iştigal eden, örgütünü polise toptan teslim etmiş bir itirafçının her şeyiyle açık olan, belge ve tanıklarıyla ortaya çıkmış olan yoldaş ölümlerini ters yüz edip suçlama amacıyla, kin Saiklerinin refleksleriyle ölüm ticaretine dönüştürmesinin vebali çok büyüktür. Bunun sonuçlarından dolayı kimse suçlanamaz.
Bu işler, özel harp dairesinin komplolarını, fiili bir müdahaleye çevirmektir.
Ne oldu da kısa bir sessizlikten sonra bir daha bu çirkeflik nüksetti demeyin. Bunu bilmeyecek bir şey yok. Şehri Antakya demokrasi mücadelesinde ayağa kalkıyor, şehitlerine sahip çıkıyor. Bunun telaşı var.
Adam şaşkın bana “12 Eylül darbesinden korkundan kaçtın” diyor. Bunun nasıl olduğunu anlamadım. Doğrusu, 12 Eylülde darbe olacak, ülkeden çık diyen olmadı. Darbe ben çıktıktan sonra oldu. Bunun için yapabilecek bir şeyim yoktu. Abdullah Öcalan benden önce çıkmıştı 1979’da. Yoksa odamı 12 Eylülden kaçmıştı bunu bilmek zor.
Ama ben iyi biliyorum ki, 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’den çıkanlar arasında itirafçı Engin de vardı. Kaçma eylemine uygun bir şey aranacaksa 12 Eylül darbesinde Türkiye’de olanların ülkeden çıkmasına denmesi gerekmiyor mu? Bunama belirtisi mi desek ne dersiniz ?
Uzun yazıyorum, tarihe mal olsun istiyorum ayrıntıları ortaya koyuyorum. Bu sürecin tek sorumlusu olarak bunu yapmakla yükümlüyüm. Belgelerle, tarihler ve yerlerle ilgili net bilgi veriyorum, tanıklarla konuşuyorum. Salmama bir şey yazarak kimse gerçekleri örtemez. Bunun için, ilgili olan, uzunda olsa yazıları okuma sorumluluğu göstermelidir. Sağlıklı bir kanaati ancak böyle elde edebiliriz.
Şehit haftasına doğru giderken süreci tüm yönleriyle kavramanın önemi büyüktür. Unutmamak gerek bölgemizde aynı ilerici güçler, aynı gerici güçlerle mücadelelerine devam etmektedirler.
Şehitlerimiz, saflarımızı yeterince açık bir şekilde belirlemiştir. Biz şehitlerimizin yolundayız. Kararlıyız ve çalışıyoruz. Derin devlet ve kuklalarının bundan tedirgin olması normaldir.
24-30 Kasım Şehitler Haftası, Mahirle’rden İlkerler’e, Yüksel Eriş’ten Ömür Karamollaoğlu’na, Nebil Rahuma’dan Recep Güregen’e, Süham Över’den Hanna Maptunoğlu’na THKP-C (Acilciler) örgütü şehitlerini kapsayan bir haftadır. Buna rağmen Şehitler Haftası’nda Devrim ve Özgürlük mücadelesinde şehit düşmüş tüm devrimci değerleri anıyoruz. Her şehidi ortak şehidimiz, şehitleri de birliğimiz olarak görüyoruz.
Bu hafta her defasında Acilcilerin halkla ilişkisinin bir ifadesi ve mücadelemizin hatalarıyla sevaplarıyla üstlenilmesi olmuştur. Bu geleneği 12 eylül öncesinden sonrasına ve bu günlere taşıma kararlılığı ve bilinci göstermek gerçekte halkla ne ölçüde iç içe olunduğunun bir ifadesidir. Şehitlerimiz halkımızın evlatları ve halkımız evlatlarına sahip çıkma kararlılığındadır. Şehitler haftasının bu yılki etkinlikleri kapsam açısından da daha genişletilmiş siyasal mücadelemizin aldığı açılım ve yönelimleri dillendirecek bir boyut kazanmıştır.
Örgütsel mücadelemizin bu alanlarda belediye başkanlıklarımızın belde festivallerinden, yerel ve geleneksel kutlamalara kadar etkinlikleri bulunmaktadır. “Evvel Temmuz Bayramı” kutlamaları gibi halkın tarihin derinliklerinden gelen sosyal girişimleri, Ğadir Bayramı gibi halkın inançlarına saygı etkinlikleri de bulunmaktadır. Bu ölçekte halkın içinde olunan bir örgütsel siyasal mücadeleyi algılayabilmek için Antakya’yı, tarihini, kültürünü, inanç ve siyasal yönelimlerinin altındaki dinamikleri sağlıklı algılamayı gerektirir. Etkinliklerimizin amaçlarından biri de budur.
Bu çalışmaların tümü örgütümüzün yönlendirmeleriyle, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesine akıtılması temel amacımızı taşır. Bu mücadelenin felsefi derinliklerini ve dünyayı kavrayış dinamiklerini de sosyalizm belirlemiştir.
Bundan rahatsız olanlar, bu etkinliklerin artan genişliklerine paralel gösterdikleri tepkiler solun kaderinde olan bir gelenekti. Ancak bu geleneği devam ettirecek bir solun olmadığı, tersine en küçük bir etkinlikte tüm sol güçlerin dayanışmaya yöneldiği bir tarihi süreçten geçtiğimizi belirlemek gerek. Buna rağmen böylesi etkinliklere karşı rahatsızlıklarını gösterip, karalamalar yapanların artık örgütsel bir davranışla değil bireysel saiklerle bunu göstermeleri, tepkilerinin şüpheli olmasına, muteber olmamasına yeterlidir.
Şehitler haftasının bu tür insanların iç dünyalarında yarattığı yıkım anlaşılabilir bir şeydir. Zira bu türler hayatlarında kitlesel bir siyasal örgütlenme için de ve ortamında olmamışlardır. Halkın fiili olarak katıldığı hiçbir örgütsel süreçte yer almamışlardır. Halkın etkisi, eğilimleri, inanç ve sosyal davranışlarının hesabını yapacak bir yerde olmamışlardır. Bunun üstüne örgütlerini polise kronolojik olarak teslim etmiş birer itirafçı olarak gösterecekleri tutumların ortalığa şüpheler yaymaktan öteye geçmeyeceğin anlamak zor değildir.
Bir etkinlik yapılıyor halkın katılımı sağlanıyor yok olmuş solun bir kolu toparlanıyor bununla dayanışma varken, kara çalmalar ve şüphe üflemelere nasıl yer bulunabilir. Bunu izah edebilecek tek şey özel harp dairesi yöntemleri ve provokasyonlarıdır. Kimse bu cümleleri tepkiye tepki olarak ele almasın, sadece olayları ve tutumları karşılıklı bir şekilde yorumlasın varacağı sonuç bu olacaktır. Devrim Şehitleri Haftasına tepki bir derin devlet tutumudur.
Yeşil Kuşak ve Şehitler
Vietnam yenilgisi ABD yönetimleri üzerinde büyük bir şok olmuştur. Bu güne kadar bu sendromla boğuşmaktadırlar. 1970’lerdeki mali krizle bozulan II. Dünya savaşı sonrası tüm dengeler soğuk savaşı son bir düelloya çevirmişti. Amerikan stratejistleri Sovyetleri ve sosyalizm adına eğilimli her alanı Yeşil bir kuşakla kuşatmak için planlar ve senaryolar geliştirmeye giriştiler.
Kafkaslarda milliyetçi eğilimleri dini eğilimlerle birleştirip körükleyerek mali ve eğitim açısından gerekli katkılar yapılarak lojistik tüm sorunları temin edilerek Sovyetlerin güneyden kuşatılmasını tamamlamaya giriştiler. Afganistan’da, Pakistan’da, Hindistan’da bağnaz dinci eğilim taşıma potansiyeli olan her yerde Yeşil Kuşak örülmeye başlandı. Bu günün el Kaide’si bunun ürünü olarak şekillendi. O gün bu gündür gerçek anlamda birer terör örgütlenmesi olan bu hareketler ABD’nin ürünü olarak piyasaya sürüldü.
“Yeşil Kuşak” Sovyetler yanlısı Arap ülkelerinde de özgün senaryolarla ikame edilmeye çalışıldı. Bunların başında Suriye geliyordu. Merkezi Mısır’da olan ve orada yine Amerikan istihbarat teşkilatının ulusalcı Nasır yönetimine karşı organize ettiği ve harekete geçirdiği Müslüman Kardeşler örgütünün ideolojik uzantıları olarak Suriye’de örgütlenerek harekete sokuldu. Bu girişimle, dünyanın dinci temelde ilk terör eylemleri en yaygın ve etkin haliyle Suriye’de ikame edilmiş olundu. 1980’li yıllar inanılmaz kanlı yıllar olarak geçti; ilkokullara yapılan bombalı eylemlerle katledilen bebeleri, sokaklarda patlatılan arabalarla katledilen ilgili ilgisiz sivil halka kadar her masumu kapsayan bir cinnet ortaya konmuştu. Kimliklere bakılarak, yöreler ve isimlerden inanç farklılıkları tespit edilip insanlar katlediliyordu.
Müslüman Kardeşler Örgütü sahnede
Bu terör örgütü ilk adımda Cisir el Şuğur denilen bir beldede silahlı ayaklanmayla devlet ve sivil kurumları ele geçirmeyi denedi. Kanlı çatışmalarla dizginlenen bir girişimdi. Klasik bir sosyalist parti örgütlenmesi içinde olan Baas üyelerinin etkin katılımı ve halkın sürece desteği kazanılarak bu girişimler dizginlendi. Müslüman kardeşler örgütünün “Alevi azınlık yönetim” adlı demagojisine prim vermeyen çoğunluk Sünni Suriye Arap halkı bu mücadelenin sonucunu tayin etti.
Müslüman kardeşler hareketi etkin şekilde Saddam’ın desteklediği bir hareketti. Bölgemizin bu güne kadar kapanmayan yaralarını oluşturan Saddam yönetimi bir taraftan Kürtlere karşı inanılmaz katliamlar yürütürken diğer taraftan yoksul Şiileri topraklarından sürgüne zorlayan tehcir dayatmaları yanı sıra Suriye’de Müslüman kardeşler hareketine her türden desteği akıtıyordu. Bu girişimler 80’li yıllar boyunca, Suudi prensleri ve CİA denetiminde bir kanser hücresi gibi yaygınlaştırıldı.
Suriye ilerici yönetimi, bu organize teröre karşı halkına dayandı, Aleviler Sünniler ve özellikle ülkesindeki Kürtlerle sıkı bir dayanışma içinde bu mücadeleyi sevk ve idare etti. O günlerde Suriye’de mülteci olan bu günkü Irak Cumhurbaşkanının deyişiyle; “Suriye biz Kürtleri Saddam zulmünden koruyan ve örgütlenmemizi sağlayıp, haklı mücadelemize destek veren bir ülkedir. Suriye “ebiya” (cömerttir, kapsayıcı, kucaklayıcı) onun hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz” dedi. ( Bu sözleri son Suriye ziyaretinde TV kameraları karşısında da tekrar etti. Bu satırların yazarı bu sözleri Talabani’nin kendi ağzında Abdullah Öcalan’la görüşmesi sonrasında yapılan bir toplantıda duymuştur.)
Demem o ki, Suriye ilerci yönetimi ülkesinin mozaiğine doğru politikayla yaklaşarak ve onların desteğini alarak bu kanlı terör örgütü gericilik odağı bağnazlarla son düelloya tutuştu. Hama olayları böyle ortaya çıktı.
Bölgenin tüm gerici güçleri prensleri, kralları, Saddam gibi diktatörleri İsrail ve ABD casusları bu son karşılaşmada yerlerini almışlardı. Ortaya çıkan silahlar, paralar, pasaportlar, mühürler belge ve deliller, bu suç şebekesi Müslüman Kardeşler örgütünün ABD, İsrail bağlantısını gösteriyordu. Hedef o günkü dünya saflaşmasının mantığına uygun olarak Sovyet yanlısı İlerici Suriye yönetimini yıkmaktı.
Bu düelloyu ağır kayıplar pahasına İlerici güçler kazandı. Dünya’nın dinci temeldeki ilk terör örgütü Müslüman Kardeşler Örgütü Hama’da böylece kırıldı.
Kırılan bölge gericiliğiydi. Tüm bölge halklarının çıkarına olan bu sonuçta, bölgenin tüm dinlerinden ve etnik yapılarından insan toplulukları omuz omza mücadele etmişti; bu son kapışmada Arapların Sünni, Alevi, Dürzi, Hıristiyan inanç türleri ve etnik toplulukları Kürtler, Ermeniler, Süryaniler yerlerini almışlardı. Filistin devriminin tüm ilerici örgütleri de bu süreçte omuz omuza bulunmuştu.
ABD için, Suriye yönetiminin kırılması gerekiyordu. Bu amaç bu eğilim bu gün içinde tüm verileriyle açıktır. Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji hattını denetlemek için Suriye’ye diz çökertmek gerekiyordu.. Ancak bu başarılamadı. Çünkü Suriye yönetimi halkıyla bütünleşmişti.
ABD’nin Vietnam sendromu Suriye sendromuna dönüşmüştü. Şaşkın intikam girişimleri Lübnan’ın işgaline yol açan 1982 İsrail saldırısı ve işgali dayatılmıştı.
Bölgeye nefes aldırmıyorlardı. Her tarafı kan gölüne çevirmek ve ilerici etkinlikleri kırmak için her köşeden kıyım yapıyorlardı. Suriye burada da savaşın içindeydi 14 000 evladını Filistin davası için şehit verdi. Filistinli örgütlerin gevşeklikleri silik konumları Suriye’yi Lübnan’da savaşın merkezine koymuştu. Bu ülke Filistin davası için vermesi gereken her şeyi vermekten çekinmedi. Bu gün bile en azılı düşmanları bu savaştaki 14 000 Suriyeli şehidin anısı önünde eğilmektedirler.
Bölgede savaşlar birbirinin uzantısı olarak sürdü. Bölgemizdeki siyasi tutum ve davranışların belirleyicisi de budur. Bölgemizin her hangi bir köşesinde gelişen siyasal sosyal askeri bir olayı diğer olaylardan bağımsız ele almak mümkün değildir.
Bu nokta kavranmadan bölgemizin olayları kavranamazdı.
Cisir el Şuğur olayları, Hama olayı, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve Beyrut kuşatması (Haziran 1982) aynı zincirin birer halkasıydı. Bu halkaların tümünde Arap gericiliği, ABD ve İsrail vardı. İlerici cephede ise Suriye ilerici yönetimi, Filistin devrimci örgütleri ve 12 Eylül sonrası bu bölgeye akın akın gelen Türk-Kürt Arap devrimcileri yerlerini almışlardı.
Uzatmayacağım, bir itirafçı aptalın şehitlerimize dil uzatma cüretini kışkırtan cehaleti de tam bu gerçekleri kavrayamamakla ilgilidir. Bölgemizde olaylar bir zincirleme etkiyle birbiri ardından bu şekilde sıralanarak yaygınlaşmıştı.
80’li yıllar bu süreçleri 70 yıllardan almıştı. Bölgemizde Ürdün gericiliği yine aynı güçlerle (ABD-İsrail ve Arap gericiliğiyle omuz omuza olarak) Filistin devrimini tasfiye etmek üzere 1970 kara eylülüyle Filistin halkını kanlı kıyıma uğratmıştı.
Bu kanlı girişim Suriye’nin askeri baskısı, Libya ve Mısırın girişimiyle dizginlenebilmişti. Filistinliler Lübnan’a kaydırılmışlardı.
Bölge saflaşmasında Lübnan süreci
Filistinlilerin, Ürdün sonrası Lübnan süreçleri çok hareketli ve bir o kadar zor geçti. Filistinliler, Lübnan iç savaşında da temel bir figür olarak yerlerini aldılar. Çünkü aynı gerici güçler onları yerden yere kovalıyorlardı. Filistin davası dinamik bir kitle hareketi ve silahlıydı. Bu etkinliğin hakları vardı ve dünya kamuoyu arkalarındaydı. Gasp edilmiş toprakları ve yok edilmiş hukuklarını kazanmak için mücadeleye kararlıydılar. Bölge gericiliğin ise bu davayı tasfiye ederek sorunlarından kurtulma isteği ön plandaydı. Bu açıdan bölgemizin her alanında, vuku bulan her olayında saflaşma belirgin biçimde aynıları aynı yere ayrıları ayrı yere oturtuyordu.
Tekrar ediyorum bölgemizde her olay aynı zincirin halkaları olarak birbiri peşi sıra sıralanır ve saflar öylece belirlenir. Bunu anlamadan ne dünün ne bu günün olaylarını kavramak mümkün değildir. Ayrıntılara kaçmadan belirtilmesi gereken en önemli veri budur.
Tekrar Müslüman Kardeşler’in Hama yenilgisi ve sonrasına dönecek olursak.
Bu sarsıcı yenilgi ABD, İsrail ve tüm gerici Arapları derinden etkiledi. Eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler örgütü militanları, kadroları ve işbirlikçileri Suriye’yi hızla terk etmek zorunda kaldı.
Bu kaçakların bir bölümü 12 Eylül Türkiye’sinin himayesi altına girdi (çok doğal olarak da Türkiyeli devrimciler ilerici yönetimin olduğu ülkeye, Suriye’ye girdi. Müslüman kardeşler ne kadar gerici ise 12 Eylül o kadar gericiydi, Türkiyeli devrimciler ne kadar ilericiyse Suriye ed öyleydi. Bu dengeyi başka türlü kavramının olanağı yoktur). Bir kısmı Ürdün gericiliğinin ve en önemli kısmı da Lübnan’a sığındı. 12 Eylül rejimine sığınanlar 1984’lerde, trenlerde, toplu taşıma araçlarında, halkın yoğun olduğu çarşılarda MİT elamanlarıyla birlikte bombalamalar yapmak için Suriye’de bir kez daha boy gösterdiler. Kanlı bir kıyım yaptılar ve yakalanıp her şeyi itiraf ettiler. 80’li yıllar böylesine yaygın ve kanlı yıllardı. Derinlemesine bir saflaşma ve safların kıran kırana mücadelesi vardı. Taraf olmamak açık ve net olarak gericiliğin yararınaydı.Biz Acilciler her zaman olduğu gibi taraftık, dünya ve bölge ilerici güçleriyle omuz omza bulunduk.
Bölgede devlet olarak yönetim olarak ayakta duran ve devrimcilere ev sahipliği yapan Suriye kalmıştı. Bu nedenle dünya ve bölge gericiliğinin gazabını üzerine çekiyordu. Suriye de buna karşı daha çok halkıyla iç içe oluyor ve bölge devrimcileriyle omuz omuza tutum takınıyordu.
Suriye’yi yıkmak istiyorlardı. Bölgenin tek ilerici yönetimiydi. Irak’ta Saddam ABD kuklası olarak Kürtlere kan kusturuyordu; İran’a saldırıyor, Şiileri sürgün ediyordu. Ürdün, İsrail güdümündeydi. Lübnan mozaiği her bir etnik ya da inanç topluluğuna bir devlet kurduracak şekilde bölünmüştü. Bu gevşek ortamda, Türkiyeli devrimci hareketlerin kamp kurma ve kamplarda özgürce eğitim yapma olanağı çıkmıştı. Bu olanaklar Suriye’nin tanıdığı fırsatlar olarak değerlendirildi.
Yukarıda tabloyu sunmaya çalıştım. Bu tablodaki şehit söylemi bölgemizin herhangi bir köşesinde gericiliğe karşı savaşta ya da görevi başında ölen direnişçiye verilen bir onursal bir ödüldü. Bu kapsamda Oslo anlaşması yapılana kadar (13 Eylül 1993) yani Filistinli devrimci örgütler Filistin topraklarına bir biçimde dönene kadar, dünyanın duyduğu bildiği Filistinli devrimci şehitlerinin %99’u söz konusu ettiğim, gerici güçlerle ilerici güçler çatışmasında şehit olmuşlardı. Filistinli şehit sadece İsrail’e karşı cephede dövüşen militan değildi, iç savaşlarda da gericiliğe karşı savaşta düşen her militan bir şehitti. Filistin şehitlerinin %99’unun böyle olması da çok doğaldı. Bu oranın yüksek olması, Filistin halkının işgal edilmiş topraklarından mülteci kamplarına sürülmüş olmasının doğal sonucudur. (biz Türkiyeli Devrimci örgütlerin 12 Eylül rejimiyle başımıza gelen mültecilik olayının bir üst düzeydeki biçimidir)
Bölgenin her köşesi bir savaş alanıydı. Bu savaşlar ve olaylar süreci bir tahterevalli gibi bir yerde inişe giriyor bir diğer yerde yükseltiliyordu. Hama mücadelesi Beyrut kuşatmasına dönüşüyordu. Aynı gerici güçler, bu kez İsrail öncülüğünde “Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme” adı altında savaş başlatıp başkent Beyrut’u kuşatmaya alıyordu. Yaser Arafat, Beyrut direnişini ölümsüzleştirmek için, “II. Stalingrad Direnişi” tanımı yapıyordu. Çetin bir direnişti.Bu direnişte de ilerici ve gerici güçler karşı karşıya gelmişti.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler) bu direnişin tam merkezindeydi. Lübnan’ın en güneyinden, Beyrut kuşatmasına kadar bu gerici güçlerin saldırısına karşı militanlarıyla, kadrolarıyla savaştı.
Bu savaşta bilinçlice, başında bulunduğum Merkez Komite kararıyla yer alındı. sonuna kadar da bu tutumu sürdürdük. Tam bu sırada, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarında 14’e yakın Türkiyeli siyasal örgüt liderleriyle toplantı halindeydik. Bu toplantı Suriye’nin verdiği olanaklar içinde Demokratik Cephe’nin Şam yakınlarındaki kampında yapılmaktaydı. Katılımcılar bu savaşta yer almanın enternasyonalist bir görev olduğu ve bölgemizdeki saflaşmada açık bir yer alış olarak belirlenmesi gerektiğini ilan etmişlerdi. Örgütümüz savaş kaçkınlarından da kurtulmuştu. İtirafçı Engin ve avenesi savaş tamtamlarını duyunca kaçışları bizleri daha da özgürleştirmişti. Her santimetre kareye birkaç bombanın düştüğü savaşı kararlı komutan yoldaşlarımızla iç bütünlüğümüzle tamamlamıştık.
Bu, örgütümüzün dirayetli idaresinin bir açık beyanıydı. Bölgenin en sıcak çatışmalarında bir tek yoldaşımız bile yara almadan çıkmıştı. (Bu olay bizlere, birlik ve bütünlük içinde olununca başarının kolayca elde edilebileceğini gösteriyordu, kampları bulandıran savaş kaçkınlarının aramızdan ayrılması bize bunu kazandırdı.)
Bu savaşlar zincirinin içinde yer alışımıza aptal bir itirafçı, “paralı askerlik” diye çamur atmaya kalkışmıştı. Aynı aptal, şehitlerimize hakkında şüphe yaratma çabalarının şehitler haftasına denk gelmesinin soru işaretleri çoktur (bu dönemin ayrıntıları için geniş bilgi için bkz. 4 nolu dosya “4. Filistin dayanışmasına karşı İtirafçı Engin Erkiner’in çamurları”)
Trablus süreci
Beyrut Kuşatması bitip Filistinliler Suriye, Tunus, Yemen gibi ülkelere dağılırken Türkiyeli devrimciler Suriye’ye dönüyorlardı. Güvenli liman Suriye idi. Talabani’nin dediği gibi “Suriye ebiya” idi. PKK ve THKP-C(Acilciler) silahlı mücadele örgütleri olarak askeri kampları için Lübnan’ın bir biçimde bir kez daha değerlendirme durumunda kaldılar. Güney Lübnan’da olanaksızlaşan yer ediniş Kuzeye Trablus civarındaki Filistin devrimci güçlerinin kamplarını istihdam etmeyi gündeme getirdi.
Örgütümüz burada da yerini aldı. 12 Eylül rejimiyle savaşımız vardı gücümüz oranında yerimizi almalıydık ve bunun için burada eğitim amacıyla enternasyonalist dayanışma ruhuyla bulunuyorduk. Tarablus yakınlarındaki Halbe kampı öylece kuruldu. Bu kampın komutanı Hana Maptunoğlu yoldaştı.
Hana yoldaş MK üyesi birikimleriyle olgunluğu ve yeterlilikleriyle bu kampı sağlıklı idare etmekteydi. Kamplar her zaman sorunların öbekleridir. Buna rağmen hana yoldaş kampı en uygun tarzda idare etmekteydi.
Ancak Bölge ve özelikle Lübnan kaynamaya devam ediyordu. Filistinliler çekilmişti, Lübnan sahasında falanjistler geride kalan korumasız halka kanlı kıyım saldırıları yöneltiyordu. Sabra ve Şatilla katliamı (16 Eylül 1982) öyle ortaya çıktı. Korumasız Filistin halkı mülteci kamplarında çoluk çocuk demeden öldürüldü.
Lübnan, gerici güçlerin saldırıları altındaydı. ABD-İsrail şemsiyesi altında Arap gericiliği el ele, bölgemizin her köşesi kanlı çatışma arenasına dönüştürüyordu. Bunun bir ucu da Trablus’ta tezgahlanmıştı.
Bu noktada Suriye’den kaçan terörist Müslüman kardeşler örgütü militanları Trablus’u merkez edinmiş, onların deyimiyle şehri ayrı bir “emirlik” olarak örgütlüyorlardı. Şeyh Sait Şaban güçleri Suriye’nin Müslüman kardeşler örgütü gibiydi. Bu örgüt İsrail, ABD ve Arap gericiliğinden aldığı destekle, falanjistlerin Beyrut’ta korumasız Filistin halkına karış yönelttiği kanlı kıyımı, Trablus’ta korumasız kalan Begdavi ve Nehr el Barid Filistin mülteci kamplarını ve devrimci örgütlerine karşı yapmayı hedefliyordu. Lübnan’ı Filistinlilerden temizleme amaçları güdüyorlardı. Bu yanıyla genelde bölge savaşları özelde Lübnan savaşları tüm şiddetiyle ilericiler ve gereciler arasında sürüyordu.
Farklı cepheler vardı ama aynı güçler karşı karşıya geliyorlardı. Bölgemizde coğrafi sosyal ilişkiler de buna önemli bir mekan oluşturuyordu. Bunu anlamak için Suriye ve Lübnan ilişkisi mutlaka bilmeyi gerektirir.
Bölgeyi bilmeyenler Suriye ile Lübnan’ı kitaplarda yazılan ya da dünyanın her hangi bir yerindeki iki komşu devlet olarak algılayabilirler ki bu çok yanlış bir algılayıştır. Lübnan devleti tarihte olmayan bir devletti. Zorla Suriye’den koparılmış Lübnan dağ silsilesini I. Dünya savaşı sonrasında, Hıristiyanları koruma adına dayatılmış bir devlet olarak şekillendirilmişti. Ancak iki devlet iki halk yaratmaya yetmemişti. “İki ayrı devlette tek halk” söylemi ve gerçekliği burada anlam buluyordu.
Bu söylem Suriye Lübnan ilişkisini anlatacak önemli bir söylemdir. Bir Lübnanlı okul nereye yakınsa orada okuyordu ve oradan diploma alıyordu. Bir Lübnanlı Suriye’de okuyabiliyor, bir Suriyeli Lübnan’da okuyabiliyor her tür besin maddesi alış verişi de uzaklık ve yakınlığa bağlı olarak her iki devletten de temin edilebiliniyordu. Sağlık hizmetlerinin Suriye’de karşılıksız olması Lübnanlıların yoğun olarak bu hizmetlerden bir Suriyeli vatandaş gibi yararlanabilmesine açıktı.
Son olayların iki devlet arasında ciddi kırılmalara yaratmasına rağmen bu süreç devam ediyor. Aynı aileler, sınır diye söylenmiş vehmi bir çizginin her iki tarafında bulunuyor, aynı dil, aynı tarih, aynı kültür, aynı kader verilerini bir kenara koysak da karşımızda tek bir halk ayrı devletlerde yaşamaya zorlanmış olarak duruyor.
Bu durum sorunları da çözümlerini de aynı mücadeleye bağlıyordu; ilerici güçlerle gerici güçler arasındaki mücadele bölgemizin her alanında aynıyla hakimdi.
Örgütümüz, tam bu noktada ve bu veriler içinde bölge savaşlarının her bir cephesinde aynı tutarlılıkla yer alıyordu. Aynı kaygıları taşıyan PKK ile dayanışma ve danışma süreçlerini planlanmış silahlı eylemlerimizle hayata geçirdik. Bu eylemlerin hangileri olduğunu bilenlerin bilmeyenlere aktarmasının yeterli olacağını söylemek isterim.
Trablus şehrinde böylesi bir atmosferde yer almıştık.
Trablus şehri Lübnan’ın kuzey başkentidir. Köklü gelenekleri ve tutuculukları olan ailelerin merkezidir. İslam’la iç içe Sünni mezhep doğrultusunda eğitim sahlarına sahip bir alandır. Beyrut Sünniliğinin laikliğine karşı, Trablus her zaman muhafazakarlığı temsil etmişti. Bu özelikleriyle Suriye’den kaçan Müslüman kardeşler, kardeşlerini bu bataklıkta bulmuş ve öbek öbek şehri ele geçirmişlerdi.
İsrail’in, falanjistle eliyle korumasız Filistin halkına Sabra ve Şatilla’da yaşattıkları kıyımı, Trablus’ta gerici Şeyh Sait Şaban Kuvvetleri ve destekçileriyle ikame etmek istiyorlardı. Trablusta bulunan İki büyük Filistin kampında yüz binlerce Filistinlinin gücü tehlike olarak görülmüştü. Üstelik Beyrut’tan çıkan önemli bir Filistinli silahlı devrici güç buralara kaymıştı. Bunun tasfiyesi istenmişti. Bunu isteyen de başta İsrail ve ABD’dir, destekçiler de Arap gericiliğiydi.
Arap saflarında ilerici “Red Cephesi”nin karşıtı gerici Arap yönetimleri, Amerika’yla bölgede Müslüman kardeşler isimli kuklalarla iş bitirme çabasındaydı.
İşte tam bu noktada kimin Arap olduğu, kimin Alevi ya da Sünni olduğu, kimin Filistinli Ürdünlü, Suriyeli olduğunun hiçbir önemi yoktu. Saflar açık ve net olarak gericiler ve ilericiler diye ayrışmıştı. Aptallar bunu bilmeyebilir, ama devrimciler bunun farkındaydılar. 12 Eylül rejiminin MİT güçleri, Eymür’leri, Hiram Abbasları ve diğerlerinin Beyrut sahasında yaptıklarının ve kimlerin yanında saf tutuklarının da bilincindeydi (geniş bilgi için Soner yalçın Doğan Yurdakul’un araştırması olan “Bay Pipo” Kitabına bakılabilir. Özelikle 99. sayfa ve sonraları).
Hiçbir olay, bölgenin en ücra köşesindeki olaylardan kopuk değildi. Bu açıdan 1983 yazı çok sıcaktı. İrili ufaklı çatışmalara öyle bir boyut almıştı ki, tüm veriler Ekim Kasım aylarında büyük bir düellonun patlak vereceğini gösteriyordu.
Bu kapışmalarda küçük örgütlerin elinde bile tanklardan uçak savaşlara her türden ağır silah bulunuyordu. İsrail Amerika ve gerici Arap örgütleri (bunun içinde Filistinli, Ürdünlü, Suudi Arabistanlı, Irak ve Suriyeli gericiler de yer almıştı. Tanımlamayı daha da doğru yapmak gerekirse Türkiyeli gereci güçler de resmi olarak, MİT elemanlarıyla bu saflaşmada yerlerini almıştı).
Çatışmalar en doruk noktasına Ekim sonları ve Kasım ayı başlarında ulaştı. Örgütümüz yüksek bir tepede hakim bir mevkide Halbe kampında askeri eğitim amacıyla bulunuyordu. Ancak çatışmaların tam ortasında açık ve net olarak ilerici güçlerin yanında yer almamız ilkelerimiz ve doğrularımızla da uyumluydu. Bunu yapmamak onursuzca ve rezilci bir tutumdu. Sosyalistik, devrimci ve enternasyonalisttik ve bölgemizin saflaşmasında açık ve net bir tutum içinde olduğumuz iddiasındaydık. Örgütün başında olan bir kişi olarak, ilkelerimizin arkasında kararlıca duracaktık. Nitekim bunu hayata geçirdik. Bizi eleştirecek olan önce ilkelerimize bakmalı, onlar uğruna tutarlılığımız nedeniyle ödediğimiz bedele değil.
Bizimle sorunu olan, ilkelerimizi siyasal olarak tartışabilir. Ama ilkelerimiz uğruna ödediğimiz bedelleri bizimle kimse tartışamaz. Hiç kimse ve hiçbir zaman bunu yapamayacaktır. Hele bu bir itirafçı ise, örgütünü polise satmış bir onursuz kişi ise, muhatabımız sahipleridir havlamalarını ciddiye almayacağız. Türkiye solu Doğu Perinçek medresesinin itirafçı aptallarıyla işini uzun zamandır bitirmiştir.
Halbe Kampı Şehit Komutan Hanna Maptunoğlu öğrencileriyle
Kasım 1983 Halbe kampı Trablus-Lübnan
Bu satırların yazarı 15 Kasım 1983 günü Halbe kampındaydı. Yoldaşlarını kontrole gitmiş ve onlarla uzun süren gece sohbet yapmıştı. Yiğit yoldaşım Vedat Erdal’ın kararlığını, Kuvvettin’in cesaretini, Süleyman Kılıç’ın özverili çalışmalarını ve tüm yoldaşlarının dik duruşlarını görmüştü.
16 Kasım sabahı erken saatlerde kamplardan ayrılırken top atışları, havan atışlarıyla birlikte başlamıştı. Filistin mülteci kamplarına doğru yol aldık. Çatışmanın daha yakın alanındaydık. Görevlerimiz bittiğinde dönüş yolunu tutuk. Acı haber peşimizdeydi. Kampta sorumlularından biri Şerif Yoldaş o anı bir kez daha bu satırları yazarken vakıayı tekrarla aktardı: “gün doğumunda top ve havan atışları başlamıştı, siz kamptan yeni ayrılmıştınız. Yoğun çatışmaların başladığı saatlerde, cephe hattının değişik mevzilerinde küçük gruplar olarak dağılmıştık. Yoldaşlarımızın bulunduğu mevzie bir havan topu mermisi düştü. Büyük bir patlamaydı. Çok uzaktan geldiği belliydi. Aynı grup içerisinde mevzilenen Süleyman Kılıç (Kadir) ve Vedat Erdal (Rıza) yoldaşlar, Türbül dağının eteklerinde, şarapnellerin açtığı yaralarla cesetleri parçalanmış halde yatıyorlardı. Üzerimize yoğunlaşan makineli tüfek, havan atışlarının durduğu ilk etapta şehit ve yaralı yoldaşların yanına atıldık. Filistinlisi, Sudanlısı, Yemenlisi… enternasyonalist görevde kimi şehit kimi yaralı. Yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Onlar şehitti. Bir yandan çatışmaların yoğun seyri, diğer yandan şehitlere karşı yükümlülüklerimizle karşı karşıyaydık.
Kuvvetin Külekçi yoldaş ise bulunduğu mevzi itibariyle, çatışmaların çok yoğun olduğu bir vadide (Deer Ammar-Nehr el Berd arası) şehit olmuştu. Bu ara Hanna yoldaşla, Kızıl Haçın Bulgarlara ait bir aracı vasıtasıyla yoldaşları denetlemeye çıkmıştık. Bir ara dönemdi, geçici ateşkes anlamında. Derken; Salahittin Kaya (Hıdır)’yla karşılaştık, bulunduğu mevzi itibariyle çok dikkatli olması gerekiyordu, uyarılarımızı yapmıştık, örgüt geleneğinden gelen biri değildi, ama saflarımızda bir yoldaş olarak savaşıyordu, o da aynı günün akşam saatlerinde Trablus yakınlarındaki Beddevi kampının girişinde bulunan mevzilerde suikast silahlarıyla (kannas) vurularak şehit olmuştu.
Olayın özü budur, kampımıza yapılan bir baskın söz konusu değildi.
Bu konuda o gün buna benzer haberlerin olması bilgi yetersizliğindendir. Bizler onurla, bilinçle gericiliğe karşı savaşırken, kimimiz yaralandı, kimimiz esir düştü. O kavgada ben de bir başkası da şehit olabilirdi. Bu gün şehitlerimize dil uzatanlar, gericilikle savaşırken bizi arkadan vuranlardı. Oysa biz tüm insanlık için dünya saflaşmasının içinde ilerici güçlerin safında birer etkinlik olarak yerimizi almış, bunun sonuçlarını bilerek mücadele etmiştik. Şehit yoldaşlarımıza dil uzatanlar, öncelikle bu gerçeklerin neresinde duruyorlardı bunu kendi kendilerine sormaları gerek. Bu soytarıları kınıyorum ve yanımda şehit düşen yoldaşların anısına bunun hesabının sorulacağını bildiriyorum” dedi. Sürecin canlı bir tanığı olarak yaşanan olayları aktardı. Dört şehidimiz vardı ve bir süre önce esir düşen Cihat ve Can yoldaşlarımızı ise, ateşkes ortamının sağlandığı bir ara aşamada, gericilerden esir aldığımız kişileri kızıl haç-kızılay aracılığıyla mübadele ederek kurtarmıştık.
Evet doğrularımızın bedelini ödüyorduk, bunu da onur nişanı olarak göğsümüze koyuyorduk. Bin kez aynı konumda olsak da bu onuru taşırız. Şehitlerimize dil uzatanlar bin kez polise düşseler de, polisteki itirafçı tutumlarını tekrar edeceklerini söylemişlerdi. Evet aramızdaki fark bu kadar basit.
Yoldaşlarımızı bu çatışmada şehit verdik. Bu çatışma bölgemiz gerici güçlerine karşı ilerici güçlerin bir savaşıydı. O gün bu elim hadise Merkez yayın organı CEPHE’nin Kasım 1983’te yayınlanan 21. sayısında şöyle dile getirilmişti: “Enternasyonalizim sözden ötedir, yaşamın her anında ve alanında canlı bir dayanışmadır. Acilciler bu komünist görevde yer aldılar alıyorlar…” İşte örgütümüz bu idi ve bizde buyduk.
Yıllardır devam eden, bölgemizin her köşesinde aynı gerici güçlerin fiili kışkırtmasıyla süren bir savaştı. Bağdat paktından, Lübnan çıkartmasına (1958), körfez savaşlarından Hama olaylarına, İsrail’in Lübnan işgalinden Trablus muhayyem (mülteci kampı) savaşlarına kadar süren tüm çatışmalar iki güç arasında geçiyordu. Bu, dünyanın her yerinde de aynen öyle devam ediyordu.
İlericiler biryanda gericiler diğer yanda.
Dünya ölçeğinde Sovyetlerin başını çektiği Sosyalist sistem, ilerici yönetimler ve devrimci hareketlerinden oluşan ilerici güçler hattı ve ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler ve onunla ittifak halindeki gerici yönetim ve örgütler vardı Dünya çapında bu saflaşmanın bir alt boyutu aynıyla bölgemizde de sürüyordu. Bu çatışmanın ortasındaydık ve ilkelerimiz, ödeyeceğimiz bedeli düşünmeden tutum almayı gerektiriyordu.
Bir sosyalist harekettik. Sosyalist öğretinin kurtarıcılığına inanmış ve bunun arkasında durulması gereken doğrular olarak ilkeselleştirmiştik. Böylesi bir örgüt olarak, dünyanın neresinde olursak olalım tarafsız olmamız söz konusu bile olamazdı. Bu günün değişen koşulları ve rehavetiyle bunu söylemekten kaçınmak ancak itirafçıların iç dünyalarındaki ilkesizliklerle açıklanabilirdi. Bu olmayacaktı.
Kararlıydık gericiliğe karşı savaşacaktık ve bu savaş 12 Eylül rejimine karşı savaşın bir parçasıydı. Filistin halkının haklı savaşıydı. Kamplarında eğitim görüyorduk doğruları doğrularımızla kesişiyordu, silah arkadaşı ve mevzi yoldaşıydık. Bu özellikler içinde doğrularımız için kanımızın son damlasına kadar savaşmak bizim onurumuzdu. Bunu yerine getirdik. Yoldaşlarımız şehit oldu. Ölümsüzler arasına katıldı.
Şehit yoldaşların; örgütümüz ve Filistin Nidal Cephesiyle ortak afişi
Bir süre sonra, yoldaşlarımızın şehit olması ve genel durumu değerlendirmek için kamp Komutanı yoldaşımız çağrılmıştı. Hanna yoldaş görevinin başında, askeri elbiseleriyle ve görevli olarak yola koyuldu. Yanında iki yoldaşımız vardı. Hatice kod adlı (E.O) ve kamp sorumlularından Şerif yoldaş. Bundan sonrasını Şerif yoldaş bu satırlar yazılırken şöyle aktardı “ Arabamız Renault 18 idi. Avrupa’dan yoldaşların örgüte hediye olarak getirdikleri bir arabaydı, yeni ve güçlüydü. Dağ taş demeden çalışan bir arabaydı.
Kampta bulunan önemli oranda silah ve malzemeyi arabamıza alarak yola çıktık. Halbe’den Suriye sınırına kadar yol çok berbattı. Kasisler, virajlar ve savaşın delik deşik ettiği çukurlarla doluydu. En olumsuz yolları geçmiştik. Varacağımız yere gidişte kalan yol düz sorunsuz bir yoldu. Küçük bir iki virajı dışında normal bir yoldu.
Türkiye’ye taşınacak silahlarla dolu bir arabayı sürüyordum ve kamp komutanı Hanna yoldaşta yanımdaydı. Çok dikkatliydim. Ancak o dönem Müslüman Kardeşler örgütünün sık sık saldırıları vardı ve her tarafta kontroller yapılıyordu.
Banyas beldesinin çıkışında bir askeri birim tarafından durdurulduk. Kimliklerimiz kontrol edildi, örgütümüz adına Cephe kimlikleri taşıyorduk. Ancak arabanın bagajındaki silahlar ve yoğunlukları görülünce sorun çıktı. Uzun tartışmalardan sonra bize tutuklandığımızı ve bu malzemelerin ve görev kağıdının sorgulanarak, gerçekliğinin ne olduğunun anlaşılması için “Şubeye” götürüleceğimiz söylendi. Yanımıza bir astsubay verilip bir daha yola koyulduk.
Hanna yoldaş ön koltukta oturuyordu. Astsubay, bizleri sorumluluğu altında şubeye götürürken Hanna yoldaş arka koltuğa taşınmıştı. Snowbar-Cable mevkiine geldiğimizde son bir virajı dönüyorduk. Aniden önümde eski model burunlu büyük bir yolcu otobüsü belirdi. Bu otobüsler çok süratli gider ve yollarda yolcu topladığı için bunlara “Hop Hop” arabaları denirdi. Otobüs virajı büyük bir süratle alıyordu. Yolun en sağına çekilmek üzere biçare ani bir refleks yaptım. Korkunç bir kaza! öldüğümüzü sanmıştım. Gözlerimi vatan hastanesi denilen yerde açtım, yaralıydım. Hanna yoldaş kaza sırasında başını arabanın tavanına çarpınca beyin kanaması geçirmiş ve şehit olmuştu.
Astsubay ise ayağı kırılmış, ağır yaralıydı. Benim kolum kırılmış ve ağır yaralıydım, Hatice yoldaşta yaralıydı. O elim kazada hepimiz ölebilirdik. Önde duran bizler ağır yaralı olarak yaşamda kaldık, en güvenli noktada olan Hanna yoldaş ise şehit oldu. Uzun süre hastanede de tutuklu kaldık. Olayın adli tıp raporları çıkana kadar da tutukluluğumuz sürdü. Bir Astsubay ağır yaralanmıştı ve devleti bunun tüm detaylarını bilecekti. Raporda Hanna yoldaşın kaza esnasında yerinden fırlayarak başının araba tavanına çarpması sonucu şehit olduğu anlaşılmıştı. Olayın evveli ahiri budur.
Hanna yoldaş Kamp sorumlusu olarak görevini ifa ederken yola çıkmıştı. Dönemin 12 Eylül askeri rejimine karşı savaşacak yoldaşlarına silah taşıyordu ve hepimiz tutukluyduk. Bir mücadelenin askeri ortamında, savaş koşullarında, silahlarımızla ve cephanemizle birlikteydik. Şehit olmanın bundan daha farklı bir yeri mi? Anı mı? olur. Bu itirafçı soytarının örgütümüzün yetiştirdiği böylesine değerli bir lidere dil uzatması ancak kin güdüleri ve özel harp dairesi çabalarıyla izah edilebilir ” diyerek, olayı yaşayan bir yoldaşın gözlemleriyle aktardı. Buna benim ekleyecek bir şeyim yoktur.
Hanna yoldaş MK’mızın en değerli yoldaşıydı. Türkiye devrimci hareketine katılmış az sayıda Hıristiyan bir yoldaştı. Şehrimizin özgün mozaiğinin önemli bir rengiydi. Bu satırların yazarıyla çocuklukları birlikte geçmiş, aynı dönemde de örgütlenerek mücadeleye atılmıştı. Yörenin kitlesel bir örgütü olarak bu rengin hakkıyla temsil edilme bilinci vardı. Kaybımız ve acımız büyük oldu. Acımızı kışkırtan itirafçının çamurları, bize haklı olarak en sert yanıtı verme kapılarını aralamaktadır. Bu hakkın kullanılmasını da zamana bırakıyoruz.
Bu noktada Hana yoldaşı anmak ayrıca çok önemlidir. Birbirimize ölümüne bağlı insanlardık. İtirafçıyı ve avenelerini kahreden de bu idi. Bu bağlılığı onlar bilmiyordu bilemeyeceklerdi. İnanmadıkları davaların adamı niyetine ortalıkta görünmelerinden başka bir şeyleri yoktu. Bağlılık, bilmedikleri bir şeydi. Bundan yoksun olanlar onu veremezdi. Nitekim dönüp baktığımızda adına konuşabilecekleri hiç kimseleri yoktu, girdikleri her örgütte sorunlu olmuş bölücülük yapmışlardı.
Oysa bizler hala aynı kararlılık ve bağlılıkla yolumuza devam ediyoruz onları kahreden de tastamam budur. Bu dur ki, Antakya’yı bir kez daha ayağa kaldıran. Bu yükseliş devleti de tedirgin ediyor, kuklalarını tedirgin etmesi bu açıdan çok normaldir. Toros’ların güneyi Fıratın ötesi gibi bir demokrasi manivelası olmaya adaydır.
Toros’ların güneyi, Fırat’ın ötesi
demokrasi manivelasıdır.
Toros’ların güneyi anlamlı bir slogandır. Bu satırların yazarınca bilince çıkartılmış halkına sunulmuştur. Ortak ülkemizin ortak mücadele bilincini içeren ve demokrasi mücadelesine bir manivela daha katma amacı taşımaktadır. Bu bir kararlılık ve sürekliliktir. Şehitlerimize güçlüce sahip çıkarken bu amaçları temel alıyoruz. Bundan ürkenlerin olması da çok normaldir.
Yoldaşlarımız şehit olurken itirafçı ve aveneleri neredeydi? Onlar, savaş kaçkınları olarak, ilerici güçlerin gericilere karşı mücadelesinde yer almamak üzere Avrupa yollarını aşındırmaktaydılar. Bunlar, Avrupa’nın konformizmi içinde örgüt ardı örgüt değiştirerek izlerini kaybettirip sorumluluk alacakları hiçbir örgütlenmeye yanaşmamanın planları içindeydi.
Biz ise elimizi taşın altına koymuştuk ilkelerimizin arkasında durmuştuk.
Şehitlerimiz ve hepimiz yurtdışına neden çıktık? Tek amacımız devrimci mücadeleyi yükseltmek 12 Eylül karanlığına karşı durmaktı. Bu mücadeleler olmadan bu gün ülkemiz hangi siyasal durumlarda çırpınıyor olacaktı. 12 Eylül rejiminin çözülüşü sağlanabilir miydi? Bir kuşağın en dinamik kesimlerini kovuşturan, işkencelerle sorgulayan, zindanlara atan mülteciliğe zorlayan bu rejime karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin hangi kesitinde olursa olsun ölüm şahadettir. Bunu algılamak için taraf olmak gerek. Örgütlü mücadele kararlılığında bu günde demokrasi mücadelesini yürütmek gerek: bu gelenek olmadın dünü karalamak çok kolay olur dünün değerlerini hiçe saymak çok kolay olur. Ama aynı kolaylıkla da bu türler ceza çekerler. Bu da öyle biline.
Şahadete başka türlü bakmak çok şeyi tartışmalı kılar. Bu akılla Recep Güregen yoldaşı, terbiyesizce ikili görüşmelerin gizliliği içinde “derede boğulan bir hırsız” diye suçlayıp “şehit sayılmaz” demek çok kolaydır.
Elinde bomba patlayan Yüksel Erişi’i “polisle çatışmada ölmedi ki şehit sayılmaz” deyip geçmişte aradaki sinsi rekabetlerin kini adına bunları söylemek koladır.
Yoldaşları inanç kategorilerine, etnik aidiyetlerine bakarak “bunlar şunların, bunların adamı, devrimci olamaz, şehitte olamazlar” diye suçlamak kolaydır. Geçmişte sorunlu olduğu insanlara karşı, geçmişte söylemediklerini bu gün hiçbir siyasi bağının kalmadığı bir ortamda, kırk türden siyasal evlilik yaptıktan sonra aklına getirip suçlamak kolaydır. Ama adama sorarlar dün nerdeydin diye. Bu gün sana bu görevi kim verdi diye…
Bu abeslerle iştigal eden, örgütünü polise toptan teslim etmiş bir itirafçının her şeyiyle açık olan, belge ve tanıklarıyla ortaya çıkmış olan yoldaş ölümlerini ters yüz edip suçlama amacıyla, kin Saiklerinin refleksleriyle ölüm ticaretine dönüştürmesinin vebali çok büyüktür. Bunun sonuçlarından dolayı kimse suçlanamaz.
Bu işler, özel harp dairesinin komplolarını, fiili bir müdahaleye çevirmektir.
Ne oldu da kısa bir sessizlikten sonra bir daha bu çirkeflik nüksetti demeyin. Bunu bilmeyecek bir şey yok. Şehri Antakya demokrasi mücadelesinde ayağa kalkıyor, şehitlerine sahip çıkıyor. Bunun telaşı var.
Adam şaşkın bana “12 Eylül darbesinden korkundan kaçtın” diyor. Bunun nasıl olduğunu anlamadım. Doğrusu, 12 Eylülde darbe olacak, ülkeden çık diyen olmadı. Darbe ben çıktıktan sonra oldu. Bunun için yapabilecek bir şeyim yoktu. Abdullah Öcalan benden önce çıkmıştı 1979’da. Yoksa odamı 12 Eylülden kaçmıştı bunu bilmek zor.
Ama ben iyi biliyorum ki, 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’den çıkanlar arasında itirafçı Engin de vardı. Kaçma eylemine uygun bir şey aranacaksa 12 Eylül darbesinde Türkiye’de olanların ülkeden çıkmasına denmesi gerekmiyor mu? Bunama belirtisi mi desek ne dersiniz ?
Uzun yazıyorum, tarihe mal olsun istiyorum ayrıntıları ortaya koyuyorum. Bu sürecin tek sorumlusu olarak bunu yapmakla yükümlüyüm. Belgelerle, tarihler ve yerlerle ilgili net bilgi veriyorum, tanıklarla konuşuyorum. Salmama bir şey yazarak kimse gerçekleri örtemez. Bunun için, ilgili olan, uzunda olsa yazıları okuma sorumluluğu göstermelidir. Sağlıklı bir kanaati ancak böyle elde edebiliriz.
Şehit haftasına doğru giderken süreci tüm yönleriyle kavramanın önemi büyüktür. Unutmamak gerek bölgemizde aynı ilerici güçler, aynı gerici güçlerle mücadelelerine devam etmektedirler.
Şehitlerimiz, saflarımızı yeterince açık bir şekilde belirlemiştir. Biz şehitlerimizin yolundayız. Kararlıyız ve çalışıyoruz. Derin devlet ve kuklalarının bundan tedirgin olması normaldir.
17 Kasım 2008 Pazartesi
ANADOLU CUMHURİYETİ
YENER ORKUNOĞLU
Son günlerde burjuva basınında yürütülen bir tartışma var. Bu tartışmada ise Anadolu Cumhuriyeti düşüncesi söz konusu ediliyor. Bir TV proğramında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ‘Kürt Sorunu’ konusundaki tutumu tartışılıyor. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal TV proğramında şunları söylüyor: ‘Ağabeyim bir keresinde ’ Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları devlete 'Türkiye Cumhuriyeti' değil de 'Anadolu Cumhuriyeti' adını verdiklerini düşünelim dedi.’
Aynı şeyleri iki yıl önce vefat eden Reha Mağden, 2004 yılında Birgün gazetesinde bir yazısında dile getirmişti. ‘Tarihte husumet ve Coğrafyada muhabbet’ başlıklı yazısında Reha Mağden şunları yazmıştı:
’Sanıyorum 1992 yılıydı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la bir röportaj yaptım. "Kürtleri, Dicle Fırat boylarına taşıyacağız, su medeniyettir," diyordu. "O zaman sorunları bitecek, bir gün valilerini de seçerler, olur biter."
O zaman bu laflar 'aşırı'ydı, galiba. Ama daha önemlisi, bana teybi kapattırıp, şunları söyledi: "Hani zihnini çalıştır, diye söylüyorum; yoksa öneri değil; mesela Türkiye'nin ismi, Anadolu Cumhuriyeti, olsaydı, bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?"
Kendini ilerici sanan Hürriyet gazetesi köşe yazarı Özdemir İnce, soruya bile tahammül edemiyor ve faşizan bir yaklaşım göstererek şunları yazıyor:
’Cumhurbaşkanı Özal'ın bu sorusunda bir keramet arayanlar çıkabilir. Ama benim için, ‘tarih-coğrafya-yurtbilgisi'nden zerre kadar anlamayan bir yetişkinin çocukça sorusudur. Bir cumhurbaşkanının zihinsel idman olarak kendine ve bir başkasına öneremeyeceği hafiflikte, ‘köşe dönme ideolojisi'ne yaraşır bir soru. Turgut Özal, ne yazık ki, ulusları ve devletleri yaratan ve kuran oluşturucu cevherin (Raison d'etat) ne olduğundan habersiz. Ulusların tarihte oynadığı kurucu rolü de bilmiyor.’
Bu bakış açısıyla Özdemir İnce ne kadar kalıpçı ve doğmatik düşündüğünü sergilemektedir. İnce, ulus denince etnik bir grubu anladığını açığa vurmaktadır. Çeşitli etnik grupları içeren bir ulus anlayışını hayal edemiyor. Ayrıca Kürt sorununa çözüm arayan bir mantıkdan ziyade, sorunu çözümsüz birakan bir mantığı ortaya koyuyor. Faşizan bir konumuna düştüğünü fark edemiyor.
Hem ’Anadolu Cumhuriyeti’ gibi tartışmaya değer bir düşüncenin ’köşe dönme ideolojisi’yle ne ilişkisi var? İnce’nin demogoji yaptığı açık bir şekilde belli oluyor.
Turgut Özal, alt-emperyalist yayılmacı bir politikaya eğilimli idi. Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin bir güç haline getirmek istiyordu. İç sorunlarından arınmış bir ülkenin etkin bir alt-emperyalist ülke olabileceğini düşünüyordu. İyice palazlanmakta olan burjuvazinin eğilimlerini yansıtan Özal, Türkiye’deki mevcut statükonun bir ölçüde aşılmasından yanaydı. Özdemir İnce, statükocu bir bakış açısından hareket ettiğinden dolayı, politik olarak Turgut Özal’ın gerisine düşmüştür. Ha bu sözlerimden Turgut Özal’ı övgüler diziyormuşum diye bir sonuç çıkarılmasın. Sosyalist bir projeyi savaunan biri olarak her koşulda kendi projemi esas alırımç Ben sadece Özdemir İnce’nin politik açıdan Özal’a nazaran daha dar görüşlü ve ufuksuz olduğuna dikkat çekmek istedim.
Gelelim yine Anadolu Cumhuriyeti düşüncesine. Reha Mağden yıkarıda adı geçen yazısında ilgiç şeyler de söylüyor
‘Şimdi bir 'tarih ve coğrafya' muhabbetidir gidiyor. Adımızı, tarihten mi alacağız, coğrafyadan mı?
Kimisi, tarihsiz ulus olmaz ve ülkenin adı tarihtendir, diyor.
Kimisi, adını tarihe dayamayan pek çok ülke var, diyor.
Tarihi adlar, coğrafi adlar…
Tarih, bir toprak parçası olmazsa olmazdı. Tarihle ilgisini koparmayanlar da coğrafyalarını özlüyor. Tarihteki husumetler bir toprak parçasının selameti için değil miydi?’
Tarihi, çoğrafyadan ayırmak mümkün değildir. Ama çok-uluslu bir coğrafyadaki tarihi tek bir ulusun (Türk tarihi) tarihi haline getirmek, o coğrafyada yaşayanları görmezlikten gelmek demektir. Özdemir İnce, Anadolu coğrafyasının tarihini sadece Türklerin tarihine indirgemektedir. Oysa Anadolu bir çok uygarlıkların ve halkların ortak bir tarihinin yaşandığı bir yerdir. Ben kendi adıma ’Anadolu Cumhuriyeti’ düşüncesine eleştiri hakkımı saklamak koşuluyla destek veriyorum. Ulusal sorun, ulus teorisi ve ulus kavramları, daha yoğun bir şekilde tartışmayı gerektiriyor.
Son günlerde burjuva basınında yürütülen bir tartışma var. Bu tartışmada ise Anadolu Cumhuriyeti düşüncesi söz konusu ediliyor. Bir TV proğramında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ‘Kürt Sorunu’ konusundaki tutumu tartışılıyor. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal TV proğramında şunları söylüyor: ‘Ağabeyim bir keresinde ’ Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları devlete 'Türkiye Cumhuriyeti' değil de 'Anadolu Cumhuriyeti' adını verdiklerini düşünelim dedi.’
Aynı şeyleri iki yıl önce vefat eden Reha Mağden, 2004 yılında Birgün gazetesinde bir yazısında dile getirmişti. ‘Tarihte husumet ve Coğrafyada muhabbet’ başlıklı yazısında Reha Mağden şunları yazmıştı:
’Sanıyorum 1992 yılıydı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la bir röportaj yaptım. "Kürtleri, Dicle Fırat boylarına taşıyacağız, su medeniyettir," diyordu. "O zaman sorunları bitecek, bir gün valilerini de seçerler, olur biter."
O zaman bu laflar 'aşırı'ydı, galiba. Ama daha önemlisi, bana teybi kapattırıp, şunları söyledi: "Hani zihnini çalıştır, diye söylüyorum; yoksa öneri değil; mesela Türkiye'nin ismi, Anadolu Cumhuriyeti, olsaydı, bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?"
Kendini ilerici sanan Hürriyet gazetesi köşe yazarı Özdemir İnce, soruya bile tahammül edemiyor ve faşizan bir yaklaşım göstererek şunları yazıyor:
’Cumhurbaşkanı Özal'ın bu sorusunda bir keramet arayanlar çıkabilir. Ama benim için, ‘tarih-coğrafya-yurtbilgisi'nden zerre kadar anlamayan bir yetişkinin çocukça sorusudur. Bir cumhurbaşkanının zihinsel idman olarak kendine ve bir başkasına öneremeyeceği hafiflikte, ‘köşe dönme ideolojisi'ne yaraşır bir soru. Turgut Özal, ne yazık ki, ulusları ve devletleri yaratan ve kuran oluşturucu cevherin (Raison d'etat) ne olduğundan habersiz. Ulusların tarihte oynadığı kurucu rolü de bilmiyor.’
Bu bakış açısıyla Özdemir İnce ne kadar kalıpçı ve doğmatik düşündüğünü sergilemektedir. İnce, ulus denince etnik bir grubu anladığını açığa vurmaktadır. Çeşitli etnik grupları içeren bir ulus anlayışını hayal edemiyor. Ayrıca Kürt sorununa çözüm arayan bir mantıkdan ziyade, sorunu çözümsüz birakan bir mantığı ortaya koyuyor. Faşizan bir konumuna düştüğünü fark edemiyor.
Hem ’Anadolu Cumhuriyeti’ gibi tartışmaya değer bir düşüncenin ’köşe dönme ideolojisi’yle ne ilişkisi var? İnce’nin demogoji yaptığı açık bir şekilde belli oluyor.
Turgut Özal, alt-emperyalist yayılmacı bir politikaya eğilimli idi. Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin bir güç haline getirmek istiyordu. İç sorunlarından arınmış bir ülkenin etkin bir alt-emperyalist ülke olabileceğini düşünüyordu. İyice palazlanmakta olan burjuvazinin eğilimlerini yansıtan Özal, Türkiye’deki mevcut statükonun bir ölçüde aşılmasından yanaydı. Özdemir İnce, statükocu bir bakış açısından hareket ettiğinden dolayı, politik olarak Turgut Özal’ın gerisine düşmüştür. Ha bu sözlerimden Turgut Özal’ı övgüler diziyormuşum diye bir sonuç çıkarılmasın. Sosyalist bir projeyi savaunan biri olarak her koşulda kendi projemi esas alırımç Ben sadece Özdemir İnce’nin politik açıdan Özal’a nazaran daha dar görüşlü ve ufuksuz olduğuna dikkat çekmek istedim.
Gelelim yine Anadolu Cumhuriyeti düşüncesine. Reha Mağden yıkarıda adı geçen yazısında ilgiç şeyler de söylüyor
‘Şimdi bir 'tarih ve coğrafya' muhabbetidir gidiyor. Adımızı, tarihten mi alacağız, coğrafyadan mı?
Kimisi, tarihsiz ulus olmaz ve ülkenin adı tarihtendir, diyor.
Kimisi, adını tarihe dayamayan pek çok ülke var, diyor.
Tarihi adlar, coğrafi adlar…
Tarih, bir toprak parçası olmazsa olmazdı. Tarihle ilgisini koparmayanlar da coğrafyalarını özlüyor. Tarihteki husumetler bir toprak parçasının selameti için değil miydi?’
Tarihi, çoğrafyadan ayırmak mümkün değildir. Ama çok-uluslu bir coğrafyadaki tarihi tek bir ulusun (Türk tarihi) tarihi haline getirmek, o coğrafyada yaşayanları görmezlikten gelmek demektir. Özdemir İnce, Anadolu coğrafyasının tarihini sadece Türklerin tarihine indirgemektedir. Oysa Anadolu bir çok uygarlıkların ve halkların ortak bir tarihinin yaşandığı bir yerdir. Ben kendi adıma ’Anadolu Cumhuriyeti’ düşüncesine eleştiri hakkımı saklamak koşuluyla destek veriyorum. Ulusal sorun, ulus teorisi ve ulus kavramları, daha yoğun bir şekilde tartışmayı gerektiriyor.
4 Kasım 2008 Salı
MARKS VE HEGEL
Yener ORKUNOĞLU
yorkunoglu@gmx.net
Sürekli olarak yalnızca güncel politikayla ilgilenmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var. Dezavantajlar kendini şöyle gösterir: Gazete bilgilerine dayanarak ‘teoriler’ üreten lafazan tipler ortaya çıkar. Güncel olaylar içinde yönünü bulamaz hale gelen lafazanlar güncelliğin çukuruna düştüklerinden, ufukları sınırlı hale gelir. Böylesi lafazanların durumuna düşmemek için güncellikle araya belirli mesafe koymak gerekir.
Güncellik ile araya mesafe koymak demek, bir dünya görüşünün ışığında güncel olayları incelemek gerekir. Tutarlı bir dünya görüşüne gazete bilgisiyle ulaşılamayacağından, felsefe ve bilim tarihi ile yoğun bir şekilde ilgilenmek gerekir.
Bir dönem bizim gibi Marksistler’e şu gözle bakılırdı: ‘Nesli tükenmiş kelaynak kuşları.’ Marksizm’den bahsettiğinizde karşınızdakilerinin yüz hatlarından ‘hala var mısınız’ mesajlarını okuyabilirdiniz.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Marksizm’i terk edip gidenlerin sayısı öylesine arttı ki, Marksizm’i savunanlara belki de ‘kaçık’ gözüyle bakılıyordu. Burjuva ideologları, ‘Tarihin Sonu Geldi’ ve ‘Marx Öldü’ sloganlarıyla kapitalizmin ‘ebedi zafer’ kazandığını ileri sürdüler. O zaman Marksistler daha büyük bir yalnızlık yaşadılar. Neyse ki durum değişmeye başlıyor. Öldü dedikleri Marx, şimdi yeni bir rönesansını yaşıyor.
Marx hem çok övülen, hem de çok eleştirilen bir düşünür. Ama ne övenlerin ne de eleştirenlerin çoğunluğu Marx’ın önemli eseri Kapital’i okumuş değil. Ama şimdilerde Marx’a ilgi artıyor. Almanya’da Marx’ın Kapital’ini incelemek için gruplar oluşuyor. Öğrencilerin ve sendikaların Marx’a ilgisi artıyor. Marx’a ilginin artmasının elbette nedenleri var. Kapitalizmi göklere çıkaran liberal teoriler inandırıcılığını sürekli yitirmektedir. Diğer yandan bir çok insan Marx’ın kapitalizm analizinin hala güncel olduğunu daha sık dillendirmektedir.
Almanya’da tanınmış siyasal bilimci Elmar Altvater, 2005 yılında yazdığı, ’Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu’ adlı kitabında kapitalizmin aşılması gerektiğini vurgular. Altvater, Marx’ın‚ sanal (fiktif) sermaye’ kavramının günümüzde yaşanan mali krizleri anlamayı mümkün kıldığını yazmaktadır. Ama göze batmayan, ama ilgili olanların dikkatini çeken bir gelişme daha var. Sadece Marx’a karşı değil, Hegel’e karşı da bir ilgi son yıllarda sürekli artma eğilimindedir.
Hegel felsefesi, farklı ve birbirine zıt olan yorumlara yol açan bir felsefedir. Örneğin ünlü Rus düşünür Herzen, ‘Hegel’in felsefesi devrimin cebiridir’ derken, eski bir Hegelci olan R. Haym ‘Hegel felsefesi restorasyon felsefesidir’ der. Rosankranz ise, ‘Hegel prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak değerlendirir.
Ne var ki, Hegel hakkındaki ‘Hegel Prusya gericiliğinin filozofudur’ şeklinde uzun zaman hüküm süren tek-yanlı yorum yavaş yavaş değişmektedir. Nihayet Son yıllarda Hegel felsefesinde yapılan araştırmalar bir şeye dikkat çekiyor: Hegel’in hukuk felsefesinin özü, burjuva toplumunu ve onun sorunlarını konu edinen bir sosyal felsefedir.
Hegel, burjuva toplumunun sorunlarını hukuk felsefesine yansıtır. Burjuva toplumunu analiz eden Hegel, zenginleşme ve yoksullaşmanın birlikte yürüdüğüne dikkat çeker. İç çelişkileri sonucu ‘kapitalizmin kendini aşmaya’ yönelik eğilimler taşıdığını vurgular.
Hegel felsefesini incelemek önem kazanmaktadır. Lenin, ’Hegel anlaşılmadan Marx anlaşılamaz’ diyordu ve Hegel felsefesinin materyalist açıdan incelenmesini öneriyordu: ’Marksizm’in Bayrağı Altında dergisi çalışanları, Marks'ın somut bir biçimde hem Kapital'inde, hem de tarihsel ve politik yazılarında büyük bir başarıyla kullandığı diyalektiğin, Hegel diyalektiğinin, sistematik, materyalist açılardan yönlendirilmiş bir çalışmasını örgütlemelidirler... Marks'ın materyalist biçimde ele aldığı Hegel diyalektiğinin kullanımına dayanarak, bu diyalektiği bütün yönleriyle işleyebiliriz ve işlemeliyiz.’
Marx-Engels ve Lenin, Hegel felsefesinin devrimci yanlarına dikkat çektiler. Geçmişte dünya Marksist hareketi ekonomik ve siyasal alana ağırlık verirken, felsefi alana yeterince önem vermedi. Oysa Lenin’in de vurguladığı gibi sağlam felsefi temeller olmadan, burjuva düşüncelerinin etkilerine ve burjuva görüşlere karşı mücadelede sosyalistlerin bağımsız varlıklarını korumaları mümkün değildir.
Marksist hareketin Hegel felsefesine yönelik geniş eleştirisi yoktur. Marx’ın Hegel felsefesi konusunda eleştirileri de toplam bir kaç sayfayı geçmez. Marx, Hegel’den ne aldı? Marx ve Hegel felsefesi arasındaki fark nedir? Hegel felsefesini tersine çevirmek ne demektir? Hegel felsefesini tersine çevirme nasıl sonuçlar doğurmuştur? Bu sorulara cevap arayacağız.
Not. Haftaya yazma olanağım olmayacak. İstanbul’daki Tüyap Kitap Fuarı’na gidiyorum. İnsancıl Dergisi’nin düzenlediği Marksizmin Güncelliği paneline konuşmacı olarak davetliyim.
yorkunoglu@gmx.net
Sürekli olarak yalnızca güncel politikayla ilgilenmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var. Dezavantajlar kendini şöyle gösterir: Gazete bilgilerine dayanarak ‘teoriler’ üreten lafazan tipler ortaya çıkar. Güncel olaylar içinde yönünü bulamaz hale gelen lafazanlar güncelliğin çukuruna düştüklerinden, ufukları sınırlı hale gelir. Böylesi lafazanların durumuna düşmemek için güncellikle araya belirli mesafe koymak gerekir.
Güncellik ile araya mesafe koymak demek, bir dünya görüşünün ışığında güncel olayları incelemek gerekir. Tutarlı bir dünya görüşüne gazete bilgisiyle ulaşılamayacağından, felsefe ve bilim tarihi ile yoğun bir şekilde ilgilenmek gerekir.
Bir dönem bizim gibi Marksistler’e şu gözle bakılırdı: ‘Nesli tükenmiş kelaynak kuşları.’ Marksizm’den bahsettiğinizde karşınızdakilerinin yüz hatlarından ‘hala var mısınız’ mesajlarını okuyabilirdiniz.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Marksizm’i terk edip gidenlerin sayısı öylesine arttı ki, Marksizm’i savunanlara belki de ‘kaçık’ gözüyle bakılıyordu. Burjuva ideologları, ‘Tarihin Sonu Geldi’ ve ‘Marx Öldü’ sloganlarıyla kapitalizmin ‘ebedi zafer’ kazandığını ileri sürdüler. O zaman Marksistler daha büyük bir yalnızlık yaşadılar. Neyse ki durum değişmeye başlıyor. Öldü dedikleri Marx, şimdi yeni bir rönesansını yaşıyor.
Marx hem çok övülen, hem de çok eleştirilen bir düşünür. Ama ne övenlerin ne de eleştirenlerin çoğunluğu Marx’ın önemli eseri Kapital’i okumuş değil. Ama şimdilerde Marx’a ilgi artıyor. Almanya’da Marx’ın Kapital’ini incelemek için gruplar oluşuyor. Öğrencilerin ve sendikaların Marx’a ilgisi artıyor. Marx’a ilginin artmasının elbette nedenleri var. Kapitalizmi göklere çıkaran liberal teoriler inandırıcılığını sürekli yitirmektedir. Diğer yandan bir çok insan Marx’ın kapitalizm analizinin hala güncel olduğunu daha sık dillendirmektedir.
Almanya’da tanınmış siyasal bilimci Elmar Altvater, 2005 yılında yazdığı, ’Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu’ adlı kitabında kapitalizmin aşılması gerektiğini vurgular. Altvater, Marx’ın‚ sanal (fiktif) sermaye’ kavramının günümüzde yaşanan mali krizleri anlamayı mümkün kıldığını yazmaktadır. Ama göze batmayan, ama ilgili olanların dikkatini çeken bir gelişme daha var. Sadece Marx’a karşı değil, Hegel’e karşı da bir ilgi son yıllarda sürekli artma eğilimindedir.
Hegel felsefesi, farklı ve birbirine zıt olan yorumlara yol açan bir felsefedir. Örneğin ünlü Rus düşünür Herzen, ‘Hegel’in felsefesi devrimin cebiridir’ derken, eski bir Hegelci olan R. Haym ‘Hegel felsefesi restorasyon felsefesidir’ der. Rosankranz ise, ‘Hegel prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak değerlendirir.
Ne var ki, Hegel hakkındaki ‘Hegel Prusya gericiliğinin filozofudur’ şeklinde uzun zaman hüküm süren tek-yanlı yorum yavaş yavaş değişmektedir. Nihayet Son yıllarda Hegel felsefesinde yapılan araştırmalar bir şeye dikkat çekiyor: Hegel’in hukuk felsefesinin özü, burjuva toplumunu ve onun sorunlarını konu edinen bir sosyal felsefedir.
Hegel, burjuva toplumunun sorunlarını hukuk felsefesine yansıtır. Burjuva toplumunu analiz eden Hegel, zenginleşme ve yoksullaşmanın birlikte yürüdüğüne dikkat çeker. İç çelişkileri sonucu ‘kapitalizmin kendini aşmaya’ yönelik eğilimler taşıdığını vurgular.
Hegel felsefesini incelemek önem kazanmaktadır. Lenin, ’Hegel anlaşılmadan Marx anlaşılamaz’ diyordu ve Hegel felsefesinin materyalist açıdan incelenmesini öneriyordu: ’Marksizm’in Bayrağı Altında dergisi çalışanları, Marks'ın somut bir biçimde hem Kapital'inde, hem de tarihsel ve politik yazılarında büyük bir başarıyla kullandığı diyalektiğin, Hegel diyalektiğinin, sistematik, materyalist açılardan yönlendirilmiş bir çalışmasını örgütlemelidirler... Marks'ın materyalist biçimde ele aldığı Hegel diyalektiğinin kullanımına dayanarak, bu diyalektiği bütün yönleriyle işleyebiliriz ve işlemeliyiz.’
Marx-Engels ve Lenin, Hegel felsefesinin devrimci yanlarına dikkat çektiler. Geçmişte dünya Marksist hareketi ekonomik ve siyasal alana ağırlık verirken, felsefi alana yeterince önem vermedi. Oysa Lenin’in de vurguladığı gibi sağlam felsefi temeller olmadan, burjuva düşüncelerinin etkilerine ve burjuva görüşlere karşı mücadelede sosyalistlerin bağımsız varlıklarını korumaları mümkün değildir.
Marksist hareketin Hegel felsefesine yönelik geniş eleştirisi yoktur. Marx’ın Hegel felsefesi konusunda eleştirileri de toplam bir kaç sayfayı geçmez. Marx, Hegel’den ne aldı? Marx ve Hegel felsefesi arasındaki fark nedir? Hegel felsefesini tersine çevirmek ne demektir? Hegel felsefesini tersine çevirme nasıl sonuçlar doğurmuştur? Bu sorulara cevap arayacağız.
Not. Haftaya yazma olanağım olmayacak. İstanbul’daki Tüyap Kitap Fuarı’na gidiyorum. İnsancıl Dergisi’nin düzenlediği Marksizmin Güncelliği paneline konuşmacı olarak davetliyim.
2 Kasım 2008 Pazar
Gençlik ve miras
Mihrac Ural
31 Ekim 2008
Gençlik sorunu çok kapsamlı bir sorundur. Bu sorunun temelinde özgürlük ve barışın, iş ve gelecek güvencesinin önemli yeri vardır. Ülkemiz gibi her özelliğiyle heterojen olan, ortak bir üst kimlik dahi oluşturamamış, devletiyle halkları sürekli sürtüşme, çatışma ve kimi yerde ağır bir askeri savaş halinde olunan ülkelerde gençliğin kimlik sahibi olarak kaybolmadan ayakta durması çok güçtür. Böylesi koşullarda gençliği şu ya da bu uç sürüklenişlere yönelmesinden dolayı onu sorumlu tutmak sağduyulu olamaz.
Gençlik ülkemiz siyasal kesit ve süreçlerinin dolaysız bir yansıması olarak saflanışını da bu kapsamda ele almamız gerek. Siyasal arenanın saflanışında gençliğin bölümlenmesi anormal değildir. Gençleri yaşları itibariyle tek boyutlu bir siyasal yörüngede görmekte sağlıklı bir yaklaşım değildir. Büyük siyasal saflaşmada gençlerinde farklı saflarda kendilerini ifade etmesi ve bunun yaratacağı rekabetçi etkinlikler gerçekti bir kuşağın kendi ortak değerlerine daha çok sarılmasını ve bunu güçlendirmesini getirecektir: bu ise gençlik aşamasını aşmaya yönelimde bir bütün olarak toplumun değerlerini şekillendirmiş olacaktır. Toplumların sürekliliğinde bu yönelimin önemini kavradıkça, tarihin oluşumunda gençliğin bir özne olarak yer alışı ve yönelimlerini daha sağlıklı algılama şansına sahip olacağız.
Ülkemizde bu günün verileriyle gençlik için geçerli olabilecek en önemli istemler özgürlük ve barış istemidir.
Özgürlük kendini ifade edebilme ve bunun fiili olarak yaşama geçirilmesiyle ilgili kapsamlı bir demokratikleşme de anlam bulur. Barış ise güvencelerini yasal ve kurumsal olarak oluşturmuş her boyutuyla bir sosyal, siyasal ve ekonomik yaşam anlamına gelir. Bunun için öncelikle ülkemizin kendine özgün yapısının bir sonucu olan savaş durumunun sona erdirilmesi gerekmektedir.
Bunun merkezinde de devletin Kürt halkının özgürlük ve demokrasi arayışına karşı yükselttiği kirli savaşın, kanlı yıkım savaşının son bulması anlamına gelmektedir. Baskıların, özgürlüğe konan yasakların, kendi kaderini tayin hakkına vurulan darbelerin rahmeti altında gençliğin ve en azından ülkemiz gençliğinin ezici bir çoğunluğunun kendini güvensizlik içinde tutsak olarak algılaması toplumu ileriye götürecek onu ayakta tutan beyinlerin travması olmuştur. Bu bir toplum için yıkıcı olduğu kadar bölücüdür de.
Gençliğin kimliksizleşmesi sorunu da aynı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Siyasal bölünmenin girdapları içinde olduğu kadar ülkesinin bir ortak bölen etrafında ortak stratejik yönelim içinde olmaması, Devletin temel kurumlarıyla farklılıkları içine sindirememiş konumunun sür git zorba bir tarzda, sömürgeci bir yöntemle topluma dayatması gençliğin de ortak bölenlerini bertaraf etmektedir. Artık farklılıkların yadsınması kendini her alanda gösteren tecellisi altında egemenler ve mahkumların Türkiye'si, gençler içinde geçerli bir tanıma dönüşmektedir.
Egemen mezhebin genci, egemen ulusun genci, egemen sınıfın genci ayrımları öne çıkmaktadır. Gençlik bu yanıyla ortak bölen dinamiklerini ağır bir hasarla kaybetmiş olmaktadır. Bu fay hattı bir kara delik gibidir, tüm değerleri, ortak bölenleri soğurur. Aynı sınıfın, aynı talep ve umudun tüm ortak değerlerini piçleştirir anlamsız kılar. Alt değerler öne çıkar ve çatışma aynı sınıfın aynı kuşağın aynı değerlerin birbirini kemiren savunuya dönüşür:
Ülkemiz işte tam da böylesi bir kesit içindedir. Bunu körükleyen de devlettir. Bu körüklemenin temelinde de tek boyutlu egemenliğin ülkemiz mozaiğine dayatılmasıdır vardır. Gençliğin içinde kıvrandığı bu açmazları tek tek sıralamanın bitip tükenmez ağırlığı altında söylenecek çok şey vardır. Ancak bütün söylenecekler ve bunun verileri sonuçta gelip gençliğin özgürlük ve barış istemindeki yere dayanacaktır. Gençliği bir ortak bölen etrafında toplayacak olan ve onun toplum ilerleme dinamikleri içindeki haklı yerini almasını sağlayacak yol kazanabildiği özgürlük ve barış oranında olacaktır.
Gençliğin öncelikli mücadelesini belirleyen de bu gerçektir. Ancak bu yönelimi biyolojik bir tanımlama olan gençlik sağlayamaz. Böylesi bir gençlik bölünmelerin girdapları içinde kuşak ardı kuşak, tüketilmeye mahkum kalır. Bunun için gençliğin düşünsel ayrışmada toplumsal ilerleme sürecinden yana saflaşmış olan kesiminin sorunları öne çıkmaktadır. Zira bu kesim bir bütün olarak gençliğin kurtuluş yönelimlerini temsil etmekte ve onun eylemi bunu gerçekleştirecek bir maya olarak ortada durmaktadır.
Devrimci gençliktir bu, sosyalist, komünist, ilerici demokrat gençliktir bu. Bu gençliğin, ülkemiz gençliğini ortak bir üst düşünsel kimlikte toplumun çıkarları için birleştirmesi siyasi mücadelenin önemli bir sorunu olarak kendini dayatmaktadır. Devrimci gençliğin ise kendine özgün sorunları onun ülke gençliğin bir yörüngede tutabilme şansını zayıflattığı gibi, kuşağının ortak değerlerini savunma ve bunu üretken bir dinamik haline çevirme olanağını da yok etmektedir. Sonuçta bir payda etrafında toplumun özgürlük ve demokrasi taleplerini ikame etme yerine, ya eğitim alanlarında ya dağlarda ölümüne çatışan bir gençlik tablosu oluşturmaya mahkum edilmektedirler.
Burada da devletin dayattığı yükümlülüklerle (askerlik gibi) dağlardaki gençlerle ölüm kalım vuruşmalarını körüklemekle, eğitim alanında, üretim ortamlarında, kamusal yetki ve sorumlulukların paylaşımında ve nemalanmalarında gösterdiğin akıllara ziyan ayrımcılıkla bu olumsuzluğun merkezinde olduğu görülmektedir. Gençliğin bu kıyısında sorunlar aşılmadan ülkemiz gençliğini bir ortak payda etrafında toplumun çıkarları için mücadeleye ne hazırlamak mümkün ne de bunu gerçekleştirmek mümkün olacaktır. Ülkemiz devrimci hareketinin gençlik sorunu bu anlamda hala aşılmamış bir sorundur. Çünkü gençlik her tarihi kesitte mirasız kalmış ve her yeni tarihi gelişme de sıfırdan başlamak zorunda kalmıştır. Gençliğin ilk adımdaki en temel isteği devamlılıktır.
Bu olmadan gençliğin kıdemi gelmiyor dönüp yine, gençlerle başlayıp gençlerle biten bir kısır döngüye düşmektedir.. Türkiye devrimci hareketi ve bir bütün olarak siyasal hareket, tek partili dönemler ve darbelerin baskısı altındaki kesintilerin rahmetine maruz kalmıştır. Her defasında belirgin bir siyasal, örgütsel, kültürel birikim oluşmaya yüz tutup ciddi bir kurumlaşmaya yönelecekken kesintiye uğramıştır. Bu nedenle gençlik her kesitte kendini boşlukta bulmuş ve bu boşluğu doldurmak için sıfırdan yola koyulmak zorunda kalmıştır.
Türkiye devrimci hareketi bir anlamda gençliğin devrimci hareketinin tarihi olmuştur. Sosyalist siyasal hareketin yüzü suyu hürmetini de koruyan bu gerçek olmuştur. Deniz'lerin Mahir'lerin İbo'ların gencecik yaşlarda lider olmaları ve devrimci hareketi yapılandırmaları, öncüllerinin yok edilmiş olmasıyla doğrudan bağıntılıdır.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli olmasaydı bu ülkede siyasal örgütsel kültürel literatürel birikimlerin devamı olacaktı ve her yeni kuşak bunlara kendinden bir şeyler katarak ilerletecekti. Ama olan kesintidir. Ara boşluklardır ve her dönem kendi gençliğinin öncülüğünde yeniden her şeyi yapılandırmak zorunda kalmıştır. Mahirleri, Denizleri, İboları liderliğe getiren, gençliğin bu talihsizliğidir. Onlar gençlik adına bu talihsizliği canlarını sunarak yenmeye giriştiler. Ancak 74-80 dönemine gençlik yine örgütsel ve siyasal büyük boşluklarla girdi.
İboların, Denizlerin, Mahirlerin mücadelesini miras aldılar ama gençlik buradan geriye ne bir örgütsel, kurumsal devamlılığı ne de siyasal bir yeterliliği miras alamadılar. Denizlerin örgütü, Mahirlerin ve İboların örgütü gibi tümü bin bir parçalı olarak yaşama çabasına girişti ve bunların tümü de siyasal olarak bir birinden çok farklı şeyler söyledi. 74-80 döneminde hala emperyalizm, faşizm, Bonapartizm, tanımlamasına ulaşmak için tartışmalar yürüyordu. Bu bir yana ülkemizin yarı feodal mi kapitalist mi, kapitalistse tekelci mi? milli mi? olduğunu tartışmaya devam ediyordu. Buna milli demokratik devrimi? sosyalist devrim mi? Tartışmalarını da eklemek gerek.
Gençlik mirasızdı 60-70 li yıllara öyle girdi, 74-80 li yıllara da öyle girdi. Bu gün de Sovyet sisteminin çözülmesiyle ortaya çıkan büyük boşlukta benzer bir mirassızlıkla yüz yüze gibi duruyor. Bu tüm dünya gençliği içinde geçerli olan verileri olduğu açıktır; bu nedenle gençlik önemli oranda boşluğu gelenekleriyle doldurmaya kaçıyor, işin kolayına hazırına bin küsur yıldır devam eden ritüellerin sihrinden etkilenmiş durumda kalıyor. Dinci oluyor yobazların peşine sahte cennet vaatlerine kendini kaptırıyor. Camilerin avlularını ve çevre sokakları dolduran namazzadeler, bu gençliğin talihsiz mirasızlığının rahmetindendir. Gençlik bu yanıyla her alanda mirassızlığın gadrine uğramış bulunuyor.
Ülkemizde bu anlamda bir örgüt içinde yaşlı olmak ile genç olmak arasında dolaşan önemli oranda iki kuşak olsa da devrimci hareketimiz siyasal, kurumsal (örgütsel) açıdan hala genç olmaya devam ediyor demek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle gençlik miras istiyor, birikim istiyor, kendi çağına ait görevler istiyor. Bu da öncüllerinin siyasal ve örgütsel devamlılıklarını kararlılıklarını ve birliğini arıyor ve acilen istiyor. Her kuşak kendi görev ve sorumluluklarını üstlenmelidir diyor Gençlik evrensel kültürden bilişim çağının birikimlerinden yararlanmayı ve bunu öncülleri olan kuşaklara paylaşmayı istiyor.
Hala Net'e girmemiş bu alanı bilmeyen büyüklerine bir ray oluşturmak istiyor ki bu rayda bir yandan siyasal mirasın derinleşerek ilerlemesine katkı diğer yandan ortak araçlarla ortak amaçlar için çalışmayı istiyor. Artık bildirileri kapı altından dağıtma çağının geçtiğin dile getiriyor. Netin açtığı küçük pencereden tüm evrene seslenme olanağına dikkat çekiyor. Bunun yarattığı bin bir gelişmenin içinde bir kuşak önceki yoldaşlarına katkı yapmak istiyor. Bu kapıların açımlısı için siyasal ve kurumsal açıdan öncüllerini geniş olmaya davet ediyor. Daha çok yetki ve sorumluluk istiyor Gençlik her türden üretimin merkezinde hayatı yeniden yaratmak için en uygun kuşaktır.
Bu kuşağın yetileri önceki kuşakların ve önceki çaların yeti gelişim zamanından çok daha kısa zaman dilimleri içinde olgunlaşıyor, büyüyor. Sanal dünyanın ortaya koyduğu fırsatlar parmak yetileri kadar akıl yetilerini de büyük tecrübeler kazama şansını doğruyor. Bilgisayarı başında gençlik çok daha bilinçli, çalışkan, üretken ve kararlı bir varlık olarak kendini ifade edebiliyor. Gençlik, kendi çağının bilgi üretimine, bilginin dolaşımına ve yabancılaşarak sentezlenip tüm insanlığın malı olmasına ait değerleri savunan yönelimleri talep ediyor. Bu belki mirasız gençliğin kendi mirasını da oluşturacak yeni başlangıçların hamuru olarak yoğrulacaktır. Bu anlamda gençlik yeniçağın tüm siyasal değerlerini hazmetmiş olarak kendi siyasal ve örgütsel yönelimlerinin oluşum ve derinleşmesinde çok büyük bir rol oynamaya aday olarak görevini bekliyor. Bu açılımı hazmetmeyen öncül kuşakların siyasal ve örgütsel durumları da tartışma götürür hale düşüyor. Gençlik, yolumuzu tıkamayın diyor.
31 Ekim 2008
Gençlik sorunu çok kapsamlı bir sorundur. Bu sorunun temelinde özgürlük ve barışın, iş ve gelecek güvencesinin önemli yeri vardır. Ülkemiz gibi her özelliğiyle heterojen olan, ortak bir üst kimlik dahi oluşturamamış, devletiyle halkları sürekli sürtüşme, çatışma ve kimi yerde ağır bir askeri savaş halinde olunan ülkelerde gençliğin kimlik sahibi olarak kaybolmadan ayakta durması çok güçtür. Böylesi koşullarda gençliği şu ya da bu uç sürüklenişlere yönelmesinden dolayı onu sorumlu tutmak sağduyulu olamaz.
Gençlik ülkemiz siyasal kesit ve süreçlerinin dolaysız bir yansıması olarak saflanışını da bu kapsamda ele almamız gerek. Siyasal arenanın saflanışında gençliğin bölümlenmesi anormal değildir. Gençleri yaşları itibariyle tek boyutlu bir siyasal yörüngede görmekte sağlıklı bir yaklaşım değildir. Büyük siyasal saflaşmada gençlerinde farklı saflarda kendilerini ifade etmesi ve bunun yaratacağı rekabetçi etkinlikler gerçekti bir kuşağın kendi ortak değerlerine daha çok sarılmasını ve bunu güçlendirmesini getirecektir: bu ise gençlik aşamasını aşmaya yönelimde bir bütün olarak toplumun değerlerini şekillendirmiş olacaktır. Toplumların sürekliliğinde bu yönelimin önemini kavradıkça, tarihin oluşumunda gençliğin bir özne olarak yer alışı ve yönelimlerini daha sağlıklı algılama şansına sahip olacağız.
Ülkemizde bu günün verileriyle gençlik için geçerli olabilecek en önemli istemler özgürlük ve barış istemidir.
Özgürlük kendini ifade edebilme ve bunun fiili olarak yaşama geçirilmesiyle ilgili kapsamlı bir demokratikleşme de anlam bulur. Barış ise güvencelerini yasal ve kurumsal olarak oluşturmuş her boyutuyla bir sosyal, siyasal ve ekonomik yaşam anlamına gelir. Bunun için öncelikle ülkemizin kendine özgün yapısının bir sonucu olan savaş durumunun sona erdirilmesi gerekmektedir.
Bunun merkezinde de devletin Kürt halkının özgürlük ve demokrasi arayışına karşı yükselttiği kirli savaşın, kanlı yıkım savaşının son bulması anlamına gelmektedir. Baskıların, özgürlüğe konan yasakların, kendi kaderini tayin hakkına vurulan darbelerin rahmeti altında gençliğin ve en azından ülkemiz gençliğinin ezici bir çoğunluğunun kendini güvensizlik içinde tutsak olarak algılaması toplumu ileriye götürecek onu ayakta tutan beyinlerin travması olmuştur. Bu bir toplum için yıkıcı olduğu kadar bölücüdür de.
Gençliğin kimliksizleşmesi sorunu da aynı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Siyasal bölünmenin girdapları içinde olduğu kadar ülkesinin bir ortak bölen etrafında ortak stratejik yönelim içinde olmaması, Devletin temel kurumlarıyla farklılıkları içine sindirememiş konumunun sür git zorba bir tarzda, sömürgeci bir yöntemle topluma dayatması gençliğin de ortak bölenlerini bertaraf etmektedir. Artık farklılıkların yadsınması kendini her alanda gösteren tecellisi altında egemenler ve mahkumların Türkiye'si, gençler içinde geçerli bir tanıma dönüşmektedir.
Egemen mezhebin genci, egemen ulusun genci, egemen sınıfın genci ayrımları öne çıkmaktadır. Gençlik bu yanıyla ortak bölen dinamiklerini ağır bir hasarla kaybetmiş olmaktadır. Bu fay hattı bir kara delik gibidir, tüm değerleri, ortak bölenleri soğurur. Aynı sınıfın, aynı talep ve umudun tüm ortak değerlerini piçleştirir anlamsız kılar. Alt değerler öne çıkar ve çatışma aynı sınıfın aynı kuşağın aynı değerlerin birbirini kemiren savunuya dönüşür:
Ülkemiz işte tam da böylesi bir kesit içindedir. Bunu körükleyen de devlettir. Bu körüklemenin temelinde de tek boyutlu egemenliğin ülkemiz mozaiğine dayatılmasıdır vardır. Gençliğin içinde kıvrandığı bu açmazları tek tek sıralamanın bitip tükenmez ağırlığı altında söylenecek çok şey vardır. Ancak bütün söylenecekler ve bunun verileri sonuçta gelip gençliğin özgürlük ve barış istemindeki yere dayanacaktır. Gençliği bir ortak bölen etrafında toplayacak olan ve onun toplum ilerleme dinamikleri içindeki haklı yerini almasını sağlayacak yol kazanabildiği özgürlük ve barış oranında olacaktır.
Gençliğin öncelikli mücadelesini belirleyen de bu gerçektir. Ancak bu yönelimi biyolojik bir tanımlama olan gençlik sağlayamaz. Böylesi bir gençlik bölünmelerin girdapları içinde kuşak ardı kuşak, tüketilmeye mahkum kalır. Bunun için gençliğin düşünsel ayrışmada toplumsal ilerleme sürecinden yana saflaşmış olan kesiminin sorunları öne çıkmaktadır. Zira bu kesim bir bütün olarak gençliğin kurtuluş yönelimlerini temsil etmekte ve onun eylemi bunu gerçekleştirecek bir maya olarak ortada durmaktadır.
Devrimci gençliktir bu, sosyalist, komünist, ilerici demokrat gençliktir bu. Bu gençliğin, ülkemiz gençliğini ortak bir üst düşünsel kimlikte toplumun çıkarları için birleştirmesi siyasi mücadelenin önemli bir sorunu olarak kendini dayatmaktadır. Devrimci gençliğin ise kendine özgün sorunları onun ülke gençliğin bir yörüngede tutabilme şansını zayıflattığı gibi, kuşağının ortak değerlerini savunma ve bunu üretken bir dinamik haline çevirme olanağını da yok etmektedir. Sonuçta bir payda etrafında toplumun özgürlük ve demokrasi taleplerini ikame etme yerine, ya eğitim alanlarında ya dağlarda ölümüne çatışan bir gençlik tablosu oluşturmaya mahkum edilmektedirler.
Burada da devletin dayattığı yükümlülüklerle (askerlik gibi) dağlardaki gençlerle ölüm kalım vuruşmalarını körüklemekle, eğitim alanında, üretim ortamlarında, kamusal yetki ve sorumlulukların paylaşımında ve nemalanmalarında gösterdiğin akıllara ziyan ayrımcılıkla bu olumsuzluğun merkezinde olduğu görülmektedir. Gençliğin bu kıyısında sorunlar aşılmadan ülkemiz gençliğini bir ortak payda etrafında toplumun çıkarları için mücadeleye ne hazırlamak mümkün ne de bunu gerçekleştirmek mümkün olacaktır. Ülkemiz devrimci hareketinin gençlik sorunu bu anlamda hala aşılmamış bir sorundur. Çünkü gençlik her tarihi kesitte mirasız kalmış ve her yeni tarihi gelişme de sıfırdan başlamak zorunda kalmıştır. Gençliğin ilk adımdaki en temel isteği devamlılıktır.
Bu olmadan gençliğin kıdemi gelmiyor dönüp yine, gençlerle başlayıp gençlerle biten bir kısır döngüye düşmektedir.. Türkiye devrimci hareketi ve bir bütün olarak siyasal hareket, tek partili dönemler ve darbelerin baskısı altındaki kesintilerin rahmetine maruz kalmıştır. Her defasında belirgin bir siyasal, örgütsel, kültürel birikim oluşmaya yüz tutup ciddi bir kurumlaşmaya yönelecekken kesintiye uğramıştır. Bu nedenle gençlik her kesitte kendini boşlukta bulmuş ve bu boşluğu doldurmak için sıfırdan yola koyulmak zorunda kalmıştır.
Türkiye devrimci hareketi bir anlamda gençliğin devrimci hareketinin tarihi olmuştur. Sosyalist siyasal hareketin yüzü suyu hürmetini de koruyan bu gerçek olmuştur. Deniz'lerin Mahir'lerin İbo'ların gencecik yaşlarda lider olmaları ve devrimci hareketi yapılandırmaları, öncüllerinin yok edilmiş olmasıyla doğrudan bağıntılıdır.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli olmasaydı bu ülkede siyasal örgütsel kültürel literatürel birikimlerin devamı olacaktı ve her yeni kuşak bunlara kendinden bir şeyler katarak ilerletecekti. Ama olan kesintidir. Ara boşluklardır ve her dönem kendi gençliğinin öncülüğünde yeniden her şeyi yapılandırmak zorunda kalmıştır. Mahirleri, Denizleri, İboları liderliğe getiren, gençliğin bu talihsizliğidir. Onlar gençlik adına bu talihsizliği canlarını sunarak yenmeye giriştiler. Ancak 74-80 dönemine gençlik yine örgütsel ve siyasal büyük boşluklarla girdi.
İboların, Denizlerin, Mahirlerin mücadelesini miras aldılar ama gençlik buradan geriye ne bir örgütsel, kurumsal devamlılığı ne de siyasal bir yeterliliği miras alamadılar. Denizlerin örgütü, Mahirlerin ve İboların örgütü gibi tümü bin bir parçalı olarak yaşama çabasına girişti ve bunların tümü de siyasal olarak bir birinden çok farklı şeyler söyledi. 74-80 döneminde hala emperyalizm, faşizm, Bonapartizm, tanımlamasına ulaşmak için tartışmalar yürüyordu. Bu bir yana ülkemizin yarı feodal mi kapitalist mi, kapitalistse tekelci mi? milli mi? olduğunu tartışmaya devam ediyordu. Buna milli demokratik devrimi? sosyalist devrim mi? Tartışmalarını da eklemek gerek.
Gençlik mirasızdı 60-70 li yıllara öyle girdi, 74-80 li yıllara da öyle girdi. Bu gün de Sovyet sisteminin çözülmesiyle ortaya çıkan büyük boşlukta benzer bir mirassızlıkla yüz yüze gibi duruyor. Bu tüm dünya gençliği içinde geçerli olan verileri olduğu açıktır; bu nedenle gençlik önemli oranda boşluğu gelenekleriyle doldurmaya kaçıyor, işin kolayına hazırına bin küsur yıldır devam eden ritüellerin sihrinden etkilenmiş durumda kalıyor. Dinci oluyor yobazların peşine sahte cennet vaatlerine kendini kaptırıyor. Camilerin avlularını ve çevre sokakları dolduran namazzadeler, bu gençliğin talihsiz mirasızlığının rahmetindendir. Gençlik bu yanıyla her alanda mirassızlığın gadrine uğramış bulunuyor.
Ülkemizde bu anlamda bir örgüt içinde yaşlı olmak ile genç olmak arasında dolaşan önemli oranda iki kuşak olsa da devrimci hareketimiz siyasal, kurumsal (örgütsel) açıdan hala genç olmaya devam ediyor demek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle gençlik miras istiyor, birikim istiyor, kendi çağına ait görevler istiyor. Bu da öncüllerinin siyasal ve örgütsel devamlılıklarını kararlılıklarını ve birliğini arıyor ve acilen istiyor. Her kuşak kendi görev ve sorumluluklarını üstlenmelidir diyor Gençlik evrensel kültürden bilişim çağının birikimlerinden yararlanmayı ve bunu öncülleri olan kuşaklara paylaşmayı istiyor.
Hala Net'e girmemiş bu alanı bilmeyen büyüklerine bir ray oluşturmak istiyor ki bu rayda bir yandan siyasal mirasın derinleşerek ilerlemesine katkı diğer yandan ortak araçlarla ortak amaçlar için çalışmayı istiyor. Artık bildirileri kapı altından dağıtma çağının geçtiğin dile getiriyor. Netin açtığı küçük pencereden tüm evrene seslenme olanağına dikkat çekiyor. Bunun yarattığı bin bir gelişmenin içinde bir kuşak önceki yoldaşlarına katkı yapmak istiyor. Bu kapıların açımlısı için siyasal ve kurumsal açıdan öncüllerini geniş olmaya davet ediyor. Daha çok yetki ve sorumluluk istiyor Gençlik her türden üretimin merkezinde hayatı yeniden yaratmak için en uygun kuşaktır.
Bu kuşağın yetileri önceki kuşakların ve önceki çaların yeti gelişim zamanından çok daha kısa zaman dilimleri içinde olgunlaşıyor, büyüyor. Sanal dünyanın ortaya koyduğu fırsatlar parmak yetileri kadar akıl yetilerini de büyük tecrübeler kazama şansını doğruyor. Bilgisayarı başında gençlik çok daha bilinçli, çalışkan, üretken ve kararlı bir varlık olarak kendini ifade edebiliyor. Gençlik, kendi çağının bilgi üretimine, bilginin dolaşımına ve yabancılaşarak sentezlenip tüm insanlığın malı olmasına ait değerleri savunan yönelimleri talep ediyor. Bu belki mirasız gençliğin kendi mirasını da oluşturacak yeni başlangıçların hamuru olarak yoğrulacaktır. Bu anlamda gençlik yeniçağın tüm siyasal değerlerini hazmetmiş olarak kendi siyasal ve örgütsel yönelimlerinin oluşum ve derinleşmesinde çok büyük bir rol oynamaya aday olarak görevini bekliyor. Bu açılımı hazmetmeyen öncül kuşakların siyasal ve örgütsel durumları da tartışma götürür hale düşüyor. Gençlik, yolumuzu tıkamayın diyor.
1 Kasım 2008 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)