28 Temmuz 2009 Salı
TARTIŞMALARA GEÇ KALMIŞ BİR KATKI
Ali Çakmaklı’nın yeğeni
Zeki Bayterin
27 Temmuz 2009
Tartışmalara nokta kondu biliyorum. Ama sonradan da olsa şöyle bir katılım yapmak istiyorum. Amacım, noktalanmışta olsa tartışılan bir sürece geç kalmış bir katkı yapmaktır. Doğrularım arkasında durma adına buna gerek duydum. Dayım Ali Çakmkalı’nın kimsenin elinde başkasına karşı bir kullanım aracı olmamasıdır.
Aşağıdaki satırlar kendisine alınan herkese hitabımdır.
Sayın zatı muhterem,
Ben internet yabancısıyım, yıllar önce bir defa küçük bir bilgi için bakmıştım ikincisi ise dayımla ilgili bir yazı olduğunu öğrendiğimde oldu. Aslında sohbetin göz göze kavganın da kaçınılmazsa yüz yüze olmasını yeğlerim, sanal söylem sanal kavga işkencedir.
Seni tanımıyorum zatı muhterem,
Seni de daha önce tanıdığım sahte hocalardan olduğunu düşündüğümde ÇAKMAKLI hocanın iki resmini gönderip hastaneden nasıl kaçtığını anlatmıştım, benden “karanlık adam” yazısını istediğinde tanıdığım sahte hocalardan olmasan da bazılarıyla birlikte olabileceğini düşündüm. Onlar bir dönem söyleyemediklerini başkalarına söyleten, yapamadıklarını duygularından yararlanıp yaptıranlar şimdi sana yazdırıyorlar diye düşündüm.
Ben Ali ÇAKMAKLI için dedikodu yaptığı söylenen öz amcamın yüzüne karşı durup amca yeğen ilişkisini bitirdim, baba tarafım hiç olmadı hayali bir söz ve 25 yılı aşan küslük, birçok örnek verilebilir.
Ali hoca sizden önce çok malzeme oldu endişem ondandı, bu bölgede görüp tanıdığımız bir dönem inandığımız birçok palavracının “abidik gubidik” olduğunu görüyorum, Senin bilmediğin süreci ADANA'lılar iyi bilir. Bir de şimdi yabancı olduğum internette yazılanları okuyorum canlanan bir şey varsa yazıyorum da, ÇAKMAKLI hoca için çarşı pazar “karanlık” diyenlerin bugün etrafınızda olduğunu görebiliyorum geçte olsa karanlık olmadığını anlamışlar diye değerlendiriyorum, o gün neden bugünkü gibi düşünmediklerini de anlayabiliyorum.
O günleri göz önüne getirip bugüne bakınca yine söylüyorum katkıları olmazsa o gün hoca ölmezdi. Şimdi soruyorum, ben sana yazdığımda kendimi mi gizledim, “araştırdım kimden geldiğini buldum” diyorsun oğlumun adresini kullanıp Ali hocanın yakını diye yazdım, yoldaşıyım demedim ki benden bahsederken “BU TARİHTEN DOĞRU DÜZGÜN BİR ADAM ÇIKMAZMI” diyorsun, hem ÇAKMAKLI'dan söz ediyor hem de birinci dereceden yakını olana hakaret ediyorsun. Hangi tarihten kimlerden bahsettiğini net anlayamadım anlasam cevap verirdim ister kayış kopsun, ister dingil kırılsın bir de üstüne basarak söylüyorum inandırıcılıkları olsa ÇAKMAKLI ile ilgili yazma zevkini sana bırakmazlardı.
“BU TARİHTEN DOĞRU DÜZGÜN BİR ADAM ÇIKMAZMI” sözüne cevap vermiyorum, nedeni “polemikten çekilme” kararın belki de verdiğin en yerinde karardır. Bir de Mihrac hocayla ilgili “zehir zemberek” yazımdan söz ediyorsun, istersen görelim zehir zemberek yazı nedir bilen bilmeyen adam kalıbına uymayan sizin tarzınızda yazdığımı sanacak, ayıp ayıp kendinize gelin.
O yazıdaki ruh halimi hocanın katledildiği bu şehri anlatacak bir kapı aralığı, aradığım net olarak görülüyor siz 5-6 kişi arada değişen figüranlarla yıllardır merkez oluşturmuş her şeyi siz biliyorsunuz, gerisi yüzeysel gazete başlıklarıyla idare eder. Bir de kime hangi siteye yazacağım beni ilgilendirir, sorma hakkı olan varsa beni sevindirir, Mihrac URAL benim için bu kadar yalan dolanın kaygının olduğu yerde Ali hocanın o günlerde anlattığı dostu olarak görüyorum. O günkü söylemlerin sahipleri ne kadar aciz çaresizse Mihrac URAL'ı da karşılarında dik görüyorum. Neyin arkasından ne çıkacak hastalığına ACİL şifalar diliyorum
Ali çakmaklı hocanın yiğeni
Zeki Bayterin
27 Temmuz 2009
Zeki Bayterin
27 Temmuz 2009
Tartışmalara nokta kondu biliyorum. Ama sonradan da olsa şöyle bir katılım yapmak istiyorum. Amacım, noktalanmışta olsa tartışılan bir sürece geç kalmış bir katkı yapmaktır. Doğrularım arkasında durma adına buna gerek duydum. Dayım Ali Çakmkalı’nın kimsenin elinde başkasına karşı bir kullanım aracı olmamasıdır.
Aşağıdaki satırlar kendisine alınan herkese hitabımdır.
Sayın zatı muhterem,
Ben internet yabancısıyım, yıllar önce bir defa küçük bir bilgi için bakmıştım ikincisi ise dayımla ilgili bir yazı olduğunu öğrendiğimde oldu. Aslında sohbetin göz göze kavganın da kaçınılmazsa yüz yüze olmasını yeğlerim, sanal söylem sanal kavga işkencedir.
Seni tanımıyorum zatı muhterem,
Seni de daha önce tanıdığım sahte hocalardan olduğunu düşündüğümde ÇAKMAKLI hocanın iki resmini gönderip hastaneden nasıl kaçtığını anlatmıştım, benden “karanlık adam” yazısını istediğinde tanıdığım sahte hocalardan olmasan da bazılarıyla birlikte olabileceğini düşündüm. Onlar bir dönem söyleyemediklerini başkalarına söyleten, yapamadıklarını duygularından yararlanıp yaptıranlar şimdi sana yazdırıyorlar diye düşündüm.
Ben Ali ÇAKMAKLI için dedikodu yaptığı söylenen öz amcamın yüzüne karşı durup amca yeğen ilişkisini bitirdim, baba tarafım hiç olmadı hayali bir söz ve 25 yılı aşan küslük, birçok örnek verilebilir.
Ali hoca sizden önce çok malzeme oldu endişem ondandı, bu bölgede görüp tanıdığımız bir dönem inandığımız birçok palavracının “abidik gubidik” olduğunu görüyorum, Senin bilmediğin süreci ADANA'lılar iyi bilir. Bir de şimdi yabancı olduğum internette yazılanları okuyorum canlanan bir şey varsa yazıyorum da, ÇAKMAKLI hoca için çarşı pazar “karanlık” diyenlerin bugün etrafınızda olduğunu görebiliyorum geçte olsa karanlık olmadığını anlamışlar diye değerlendiriyorum, o gün neden bugünkü gibi düşünmediklerini de anlayabiliyorum.
O günleri göz önüne getirip bugüne bakınca yine söylüyorum katkıları olmazsa o gün hoca ölmezdi. Şimdi soruyorum, ben sana yazdığımda kendimi mi gizledim, “araştırdım kimden geldiğini buldum” diyorsun oğlumun adresini kullanıp Ali hocanın yakını diye yazdım, yoldaşıyım demedim ki benden bahsederken “BU TARİHTEN DOĞRU DÜZGÜN BİR ADAM ÇIKMAZMI” diyorsun, hem ÇAKMAKLI'dan söz ediyor hem de birinci dereceden yakını olana hakaret ediyorsun. Hangi tarihten kimlerden bahsettiğini net anlayamadım anlasam cevap verirdim ister kayış kopsun, ister dingil kırılsın bir de üstüne basarak söylüyorum inandırıcılıkları olsa ÇAKMAKLI ile ilgili yazma zevkini sana bırakmazlardı.
“BU TARİHTEN DOĞRU DÜZGÜN BİR ADAM ÇIKMAZMI” sözüne cevap vermiyorum, nedeni “polemikten çekilme” kararın belki de verdiğin en yerinde karardır. Bir de Mihrac hocayla ilgili “zehir zemberek” yazımdan söz ediyorsun, istersen görelim zehir zemberek yazı nedir bilen bilmeyen adam kalıbına uymayan sizin tarzınızda yazdığımı sanacak, ayıp ayıp kendinize gelin.
O yazıdaki ruh halimi hocanın katledildiği bu şehri anlatacak bir kapı aralığı, aradığım net olarak görülüyor siz 5-6 kişi arada değişen figüranlarla yıllardır merkez oluşturmuş her şeyi siz biliyorsunuz, gerisi yüzeysel gazete başlıklarıyla idare eder. Bir de kime hangi siteye yazacağım beni ilgilendirir, sorma hakkı olan varsa beni sevindirir, Mihrac URAL benim için bu kadar yalan dolanın kaygının olduğu yerde Ali hocanın o günlerde anlattığı dostu olarak görüyorum. O günkü söylemlerin sahipleri ne kadar aciz çaresizse Mihrac URAL'ı da karşılarında dik görüyorum. Neyin arkasından ne çıkacak hastalığına ACİL şifalar diliyorum
Ali çakmaklı hocanın yiğeni
Zeki Bayterin
27 Temmuz 2009
23 Temmuz 2009 Perşembe
TARİHÇİ SARAH SHİELDS – MİHRAC URAL YAZIŞMALARI
SARAH SHİELDS'İN İLETİSİ
kimdenSarah Shields sarah...@...mail.com...
kimeMircihan@gmail.com
ccOMUR KAYIKCI
tarih: 14 Temmuz 2009 22:05
konu: On Antakya
Dear Mr. Ural,
I am a historian in Chapel Hill, North Carolina, USA. Omur Kayikci suggested I look at your blog. I am currently revising a book on the Sanjak, 1936-1940, and I am told you have photographs that might be helpful for the book. (It is under contract with Oxford University Press.)
I'm also wondering if you can give me any information on the man the French call Shaykh Maarouf, an Alawi leader who becomes a huge supporter of Kemalist efforts. He seems to effectively split the community in Antakya, but I can find no more information about him.
Thanks for any help you can provide.
Best wishes,
Sarah Shields
Department of History
University of North Carolina
Chapel Hill, NC 27599
MİHRAC URAL'IN CEVABI
Değerli Sarah Shields,
İletinizi aldım teşekkür ederim.
Sancak tarihiyle ilginizi, sizi çok sevdiğini anladığım yeğenim Ömür’den yeterince öğrenmiş bulunuyorum. Doğduğum evi de ziyaret etmiş, babamla konuşmuşsunuz. Son olarak, Sancak’ın işgal ve ilhaktan sonraki ikinci kuşağının bir üyesi olarak, bu vahim tarihi olayı ve sonuçlarına ilişkin sorumluluklarımızın arayışı ve tutumlarımızın şekillenişi için çabaladığımızı belirterek satırlarıma başlamak istiyorum.
Bu sorumluluk üzerine, yazılı basın başta olmak üzere sivil toplum etkinliklerinde ve web alanında sesimizi ve tarihle yüzleşme çağrılarımızı yapmaya devam ediyoruz. Blogumu izleme durumunda olursanız Sancak 1936-1940 üzerine bir çok makalemi bulabilirsiniz. Makalelerim bu günün gözüyle yorum olsa da satır aralarında, söz konusu tarihi dönemi bire bir yaşamış çok insanla olan yakın ilişkilerimin referanslarını, bilgilerini ve anlatılarını görmeniz mümkündür.
Başta babam Zeki el Kasım (Ural) ile yaptığım uzun sohbetlerin aktarımlarına işaret edeceğim. Sancak konusunda bu güne kadar en iyi belgesel yazımı yapan Av. Muhammed Ali Zerka üç ciltlik “kadiyt el liva İskenderun” ( Liva İskenderun Davası) çalışması yanı sıra önemli edebi ve siyasi yazıları da bulunmaktadır. M. Ali Zerka üstadımla Suriye’de uzun bir dönem birlikte olduk. Mısır Barosu üyesi olan bu değerli şahsiyet, Sancak'ın işgali ve arkasından ilhakı sonrası o dönemin Suriye’si, Irak'ı, Mısır’ı dolaşmış bir demokrasi ve insan hakları savunucusudur. Birlikte olduğumuz dönem boyunca bana çok önemli bilgi ve belge takdim etmiştir. Ayrıca Şam’da bulunan kütüphanesi, Amerika’da bulunan oğlu Murat Zerka’nın denetiminde ve sanırım bu tür bilimsel çalışmalar için açıktır.
Bunlar yanı sıra Suriye sağlık bakanlığı da yapmış olan (1958-60) Dr. Wehib el Ganim (Suriye'nin bu günkü Cezayir Büyük Elçisi Numeyr el Ğanim'in babası) ile de uzun yıllar oturumlar yaptım. “Kökler” kitabını yazarak bu konular için önemli bilgiler vermiştir.
Hala Suriye İlerici vatan cephesi başkan yardımcısı olan ve Nasırcı Arap Sosyalist Partisi başkanı bulunan Faiz İsmail üstadımız da bu konuda bilgi ve ilgi kaynağıdır.
Bu referansların tümü Sancak'ın işgalinden bu yana son kuşağına aittir. Bunlarla ilişkim ve diyaloglarımın verilerini, makalelerimin satır aralarında bir biçimde işlediğimi belirteceğim.
Av. Muhammet Ali Zerka'nın bana özel olarak verdiği resimler ise pek çoktur. Bu iletimle birlikte bunlardan bir kısmını size göndereceğim. Orijinalleri bende olan bu fotoğrafları yanı sıra, evlerden topladığım ve sanırım eşi benzeri olmayan fotoğraflardan da söz etmem mümkün. Bunların bilim adına bir yerlerde, okura ulaşması ve insanlık tarihi yazımının belli bir kesitinin aydınlanması adına yer alması gerektiğine inanıyorum. Bunun için elimden gelen yardımı size sunabileceğimi ifade etmeliyim. Ayrıca Ömür yeğenim, benim için çok değerli onun dostu olmanız bunu yapmam için yeterli bir referanstır.
Bütün bunlara ek olarak blogumda bir haftadır anonsunu yaptığım Leopold Gaszczyk'in anı belgesini yayınlamak üzereyim. Bu belge ilk kez yayınlanacaktır. Belge, Danimarka Kralık Arşivinden gün yüzüne çıkarılmıştır. Toplum bilimci dostum Sn. Nadir Nadi Çelik bu belgeyi gün yüzüne çıkartıp Sancak’lı olmam nedeniyle de yayın yetkisini bana tevdi etmiştir.
Leopold'un anı belgesine ön söz yazdım ve anıyla birlikte birçok tarihi fotoğrafı da yayınlayacağım. Bu çalışmalar akademik bir boyutta olmasa da amacı, tarihle cesurca yüzleşmek ve çözülmemiş sorunlarımızın kangrenleşip tüm toplumu zehirlemesine fırsat vermeden çözmektir. Öncelikle yapmaya çalıştığım, bir aydın sorumluluğudur. Bu sorumluluğun refleksidir.
Bildiğiniz gibi, bölgemiz Orta-doğu 1000 yıllık bir karabasan altında yaşamaktadır. Bundan kurtulamadı da. I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarıyla, bu güne kadar süren toprak, su, etkinlik savaşlarına toplumsal patolojileri şaşkına çeviren ölüm denklemleri dayatılmıştır. Tel armana (Firavun-Hitit) anlaşmasından bu yana, bu kirli çıkar ortamında telef olmayan bir kuşağımız kalmadı. Demokrasi algılarımız, insan haklarına yaklaşımlarımız köreltildi. Diktatörlüklerin, halklarımız ve uygarlıklar üzerindeki at nalları tepinmeleri geleceğimizi hüsrana uğrattı. Bölge insanlığının içi boşaltıldı. Boş bir çuvala dönüştürüldü. Benim çabam bu gidişe karşı bir duruştur.
Buna rağmen, insanlığın yaşam ikamesi için çabaları aynı zamanda bir dirençtir ve bu direnç olumlunun elde edilmesi için yeni dinamik ve bulguları da geliştirecektir. Bunun için tarihimizle cesurca yüzleşmemizin önemi büyüktür. Yayınlamaya hazırlandığım Leopold’un anısı bu açıdan önem taşımaktadır.
1918-1946 dönemi boyunca Sancak (Antakya-İskenderun) ve Halep yöresinde yer alan bir sivil toplum gönüllüsünün gözlemleri, çok yerinde belirlemeler yapmıştır. “Danimarkal’ı Ermeni Dostları” örgütü başkanı olan Karen Jeppe’in yardımcısı ve sonra aynı örgütün başkanı olan Leopold, aynı dönemin Sancak tarihi akademik araştırmalarına referans olacak anıları, sanırım sizin de ilgi odağınız olacaktır.
Buna eklemem gereken önemli bir nokta da Leopold’un anısında Arap halkının haklı davası yanında Türk, Kürt, Ermeni tüm etnik toplulukların destek vermesi, işgale ve ilhaka karşı mücadele edişleri vardır. Bu dünden bu güne haklarımız için taşınacak bir örnekleme olarak belirmektedir. Bu gözlem benim de yaptığım birçok araştırmayla kesişme halindedir. Bu gerçeklerin fotoğraf belgeleri de elimde mevcuttur.
Son olarak, Sancak Alevilerini bölen Şeyh Maruf el Cilli ile ilgili söylenecek çok şey bulunmaktadır. Bu konuda sağlıklı bir belirleme için sizin de bilmeniz gereken bir dizi Alevi özgününe ait verileri bu olgunun yorumu için ele alınmak gerek. Buna rağmen aradığınız Şeyh Marufun hayatı ve toplumdaki konum ve davranışlarıyla ilgili olarak kısa bir süre sonra size bilgi iletebileceğim.
Sancak Alevilerinin ikiye bölündüğü bir gerçektir. Üzerinde durulması gereken yanları bulunmaktadır. Bu bölünmede şeyh Marufun rolü olduğu doğrudur. Ancak konu bu kapsamıyla gerçek bir tarih bilgisi olarak yeterli değildir.
Bu bölünmenin iki yanlı olduğunu düşünüyorum. Akademik araştırma açısından bu tür belirlemelerin hangi boyutta önemli olduğundan çok, olayı tüm yönleriyle kavrama adına bakış yönümüzü belli bir perspektife bağlamalıyız derim. Bu açıdan şeyh marufun bu bölücü tutumunu bir yere oturtmamız gerekecek.
Bunun ikili ayağı olduğunu düşünüyorum. Birincisi, mülkiyetin korunması, güvencesi amacıyla henüz bağımsızlığını kazanmamış bir sömürge Suriye yerine Türkiye tercihi. İkincisi, Osmanlı tarihi boyunca katledilen Alevilerin laik bir devlet himayesi altında, dini gericiliğe karşı duran bir siyasal sistemde yer alma eğiliminin yoğunluğu.
Bu gün bile Samandağı ve kırsal Alevi yerleşim birimlerinde ulusal olmaktan çok inanç temelinde siyasi kaygısı olmayan duruşlar ağırlık taşımaya devam ediyor. Bu duruşların ilkel yaklaşımları, uluslaşma sürecinin detaylarını birlikte yaşamadıkları anavatanlarıyla bir fay hattı oluşturmaktadır. Arapların modern ulus olma süreçlerinin II. Dünya savaşı sonrasına denk geldiğini ayrıca hatırlatmak isterim..
Bütün bunlara rağmen elimdeki tüm veriler Arapların Sancakta yapılan her üç seçim ve sayımda çoğunluğu oluşturmuş bulundukları yönündedir. Bundan rahatsız olanlar 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında, Fransızlardan aldıkları yeşil ışıkla askeri işgal yaptılar. Sonrası ise malum. Sayımsız seçimlerle (atama) yapılan tiyatral girişimler; Araplar sayılırken inançlarına göre ayrıştırılmaları ( Alevi Arap, Sünni Arap, Hıristiyan Arap, Katolik Arap vb.) bu girişimin amacını da yeterince ortaya koymaktadır.
Ne yaparsanız yapın güçlü olan sizi azanlığa düşürme kararı almış, bunu da uygulamaktadır.
Askeri işgalin anlamı budur. Bu hukuksuzluk ise zorlama sonuçlara sahiptir. Bu girişmle, uluslararası hukuka göre Fransa’yla -Türkiye cumhuriyeti suç işlemiş bulunmaktadırlar.
Fransa’nın mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği Suriye ve Lübnan’ın toprak bütünlüğünü koruma yükümlülüğü bulunmaktadır. Fransa mandater (emanetçi, garantör) devlet olarak, bu iki devletin (Suriye-Lübnan) hiçbir toprak parçasını kira dahil kimseye verme yetkisi yoktur. Bu nedenle de, Fransa-Türkiye arasında yapılan ve sancak’ın Türkiye’ye ilhakını onaylayan 23 Haziran 1939 demeci, Miletler Cemiyeti (MC) Yasasının 18. Maddesi gereğince kütüğe geçirilmesi gerekirken, kütükte yer almamıştır. Yani yer alması reddedilmiştir. Bu ise, demecin uluslararası bir geçerliliği olmadığını, kanunsuz bir ikili belge olduğunu göstermeye yeterlidir.
En barışçıl ve en hukuki açıdan bile bakıldığında Sancak, II. Dünya savaşı arifesindeki çıkar dengelerinin sonucu, halkının iradesine rağmen haksız bir gasp olayına maruz kalmıştır.
İletimi uzatmayacağım. Sizlere bu iletimle birlikte bir kaç özgün resim göndereceğim. Bu konuyla ilgili sizlerle paylaşıma hazırım.
Baki selamlarımla
Mihrac Ural
16 Temmuz 2009
kimdenSarah Shields sarah...@...mail.com...
kimeMircihan@gmail.com
ccOMUR KAYIKCI
tarih: 14 Temmuz 2009 22:05
konu: On Antakya
Dear Mr. Ural,
I am a historian in Chapel Hill, North Carolina, USA. Omur Kayikci suggested I look at your blog. I am currently revising a book on the Sanjak, 1936-1940, and I am told you have photographs that might be helpful for the book. (It is under contract with Oxford University Press.)
I'm also wondering if you can give me any information on the man the French call Shaykh Maarouf, an Alawi leader who becomes a huge supporter of Kemalist efforts. He seems to effectively split the community in Antakya, but I can find no more information about him.
Thanks for any help you can provide.
Best wishes,
Sarah Shields
Department of History
University of North Carolina
Chapel Hill, NC 27599
MİHRAC URAL'IN CEVABI
Değerli Sarah Shields,
İletinizi aldım teşekkür ederim.
Sancak tarihiyle ilginizi, sizi çok sevdiğini anladığım yeğenim Ömür’den yeterince öğrenmiş bulunuyorum. Doğduğum evi de ziyaret etmiş, babamla konuşmuşsunuz. Son olarak, Sancak’ın işgal ve ilhaktan sonraki ikinci kuşağının bir üyesi olarak, bu vahim tarihi olayı ve sonuçlarına ilişkin sorumluluklarımızın arayışı ve tutumlarımızın şekillenişi için çabaladığımızı belirterek satırlarıma başlamak istiyorum.
Bu sorumluluk üzerine, yazılı basın başta olmak üzere sivil toplum etkinliklerinde ve web alanında sesimizi ve tarihle yüzleşme çağrılarımızı yapmaya devam ediyoruz. Blogumu izleme durumunda olursanız Sancak 1936-1940 üzerine bir çok makalemi bulabilirsiniz. Makalelerim bu günün gözüyle yorum olsa da satır aralarında, söz konusu tarihi dönemi bire bir yaşamış çok insanla olan yakın ilişkilerimin referanslarını, bilgilerini ve anlatılarını görmeniz mümkündür.
Başta babam Zeki el Kasım (Ural) ile yaptığım uzun sohbetlerin aktarımlarına işaret edeceğim. Sancak konusunda bu güne kadar en iyi belgesel yazımı yapan Av. Muhammed Ali Zerka üç ciltlik “kadiyt el liva İskenderun” ( Liva İskenderun Davası) çalışması yanı sıra önemli edebi ve siyasi yazıları da bulunmaktadır. M. Ali Zerka üstadımla Suriye’de uzun bir dönem birlikte olduk. Mısır Barosu üyesi olan bu değerli şahsiyet, Sancak'ın işgali ve arkasından ilhakı sonrası o dönemin Suriye’si, Irak'ı, Mısır’ı dolaşmış bir demokrasi ve insan hakları savunucusudur. Birlikte olduğumuz dönem boyunca bana çok önemli bilgi ve belge takdim etmiştir. Ayrıca Şam’da bulunan kütüphanesi, Amerika’da bulunan oğlu Murat Zerka’nın denetiminde ve sanırım bu tür bilimsel çalışmalar için açıktır.
Bunlar yanı sıra Suriye sağlık bakanlığı da yapmış olan (1958-60) Dr. Wehib el Ganim (Suriye'nin bu günkü Cezayir Büyük Elçisi Numeyr el Ğanim'in babası) ile de uzun yıllar oturumlar yaptım. “Kökler” kitabını yazarak bu konular için önemli bilgiler vermiştir.
Hala Suriye İlerici vatan cephesi başkan yardımcısı olan ve Nasırcı Arap Sosyalist Partisi başkanı bulunan Faiz İsmail üstadımız da bu konuda bilgi ve ilgi kaynağıdır.
Bu referansların tümü Sancak'ın işgalinden bu yana son kuşağına aittir. Bunlarla ilişkim ve diyaloglarımın verilerini, makalelerimin satır aralarında bir biçimde işlediğimi belirteceğim.
Av. Muhammet Ali Zerka'nın bana özel olarak verdiği resimler ise pek çoktur. Bu iletimle birlikte bunlardan bir kısmını size göndereceğim. Orijinalleri bende olan bu fotoğrafları yanı sıra, evlerden topladığım ve sanırım eşi benzeri olmayan fotoğraflardan da söz etmem mümkün. Bunların bilim adına bir yerlerde, okura ulaşması ve insanlık tarihi yazımının belli bir kesitinin aydınlanması adına yer alması gerektiğine inanıyorum. Bunun için elimden gelen yardımı size sunabileceğimi ifade etmeliyim. Ayrıca Ömür yeğenim, benim için çok değerli onun dostu olmanız bunu yapmam için yeterli bir referanstır.
Bütün bunlara ek olarak blogumda bir haftadır anonsunu yaptığım Leopold Gaszczyk'in anı belgesini yayınlamak üzereyim. Bu belge ilk kez yayınlanacaktır. Belge, Danimarka Kralık Arşivinden gün yüzüne çıkarılmıştır. Toplum bilimci dostum Sn. Nadir Nadi Çelik bu belgeyi gün yüzüne çıkartıp Sancak’lı olmam nedeniyle de yayın yetkisini bana tevdi etmiştir.
Leopold'un anı belgesine ön söz yazdım ve anıyla birlikte birçok tarihi fotoğrafı da yayınlayacağım. Bu çalışmalar akademik bir boyutta olmasa da amacı, tarihle cesurca yüzleşmek ve çözülmemiş sorunlarımızın kangrenleşip tüm toplumu zehirlemesine fırsat vermeden çözmektir. Öncelikle yapmaya çalıştığım, bir aydın sorumluluğudur. Bu sorumluluğun refleksidir.
Bildiğiniz gibi, bölgemiz Orta-doğu 1000 yıllık bir karabasan altında yaşamaktadır. Bundan kurtulamadı da. I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarıyla, bu güne kadar süren toprak, su, etkinlik savaşlarına toplumsal patolojileri şaşkına çeviren ölüm denklemleri dayatılmıştır. Tel armana (Firavun-Hitit) anlaşmasından bu yana, bu kirli çıkar ortamında telef olmayan bir kuşağımız kalmadı. Demokrasi algılarımız, insan haklarına yaklaşımlarımız köreltildi. Diktatörlüklerin, halklarımız ve uygarlıklar üzerindeki at nalları tepinmeleri geleceğimizi hüsrana uğrattı. Bölge insanlığının içi boşaltıldı. Boş bir çuvala dönüştürüldü. Benim çabam bu gidişe karşı bir duruştur.
Buna rağmen, insanlığın yaşam ikamesi için çabaları aynı zamanda bir dirençtir ve bu direnç olumlunun elde edilmesi için yeni dinamik ve bulguları da geliştirecektir. Bunun için tarihimizle cesurca yüzleşmemizin önemi büyüktür. Yayınlamaya hazırlandığım Leopold’un anısı bu açıdan önem taşımaktadır.
1918-1946 dönemi boyunca Sancak (Antakya-İskenderun) ve Halep yöresinde yer alan bir sivil toplum gönüllüsünün gözlemleri, çok yerinde belirlemeler yapmıştır. “Danimarkal’ı Ermeni Dostları” örgütü başkanı olan Karen Jeppe’in yardımcısı ve sonra aynı örgütün başkanı olan Leopold, aynı dönemin Sancak tarihi akademik araştırmalarına referans olacak anıları, sanırım sizin de ilgi odağınız olacaktır.
Buna eklemem gereken önemli bir nokta da Leopold’un anısında Arap halkının haklı davası yanında Türk, Kürt, Ermeni tüm etnik toplulukların destek vermesi, işgale ve ilhaka karşı mücadele edişleri vardır. Bu dünden bu güne haklarımız için taşınacak bir örnekleme olarak belirmektedir. Bu gözlem benim de yaptığım birçok araştırmayla kesişme halindedir. Bu gerçeklerin fotoğraf belgeleri de elimde mevcuttur.
Son olarak, Sancak Alevilerini bölen Şeyh Maruf el Cilli ile ilgili söylenecek çok şey bulunmaktadır. Bu konuda sağlıklı bir belirleme için sizin de bilmeniz gereken bir dizi Alevi özgününe ait verileri bu olgunun yorumu için ele alınmak gerek. Buna rağmen aradığınız Şeyh Marufun hayatı ve toplumdaki konum ve davranışlarıyla ilgili olarak kısa bir süre sonra size bilgi iletebileceğim.
Sancak Alevilerinin ikiye bölündüğü bir gerçektir. Üzerinde durulması gereken yanları bulunmaktadır. Bu bölünmede şeyh Marufun rolü olduğu doğrudur. Ancak konu bu kapsamıyla gerçek bir tarih bilgisi olarak yeterli değildir.
Bu bölünmenin iki yanlı olduğunu düşünüyorum. Akademik araştırma açısından bu tür belirlemelerin hangi boyutta önemli olduğundan çok, olayı tüm yönleriyle kavrama adına bakış yönümüzü belli bir perspektife bağlamalıyız derim. Bu açıdan şeyh marufun bu bölücü tutumunu bir yere oturtmamız gerekecek.
Bunun ikili ayağı olduğunu düşünüyorum. Birincisi, mülkiyetin korunması, güvencesi amacıyla henüz bağımsızlığını kazanmamış bir sömürge Suriye yerine Türkiye tercihi. İkincisi, Osmanlı tarihi boyunca katledilen Alevilerin laik bir devlet himayesi altında, dini gericiliğe karşı duran bir siyasal sistemde yer alma eğiliminin yoğunluğu.
Bu gün bile Samandağı ve kırsal Alevi yerleşim birimlerinde ulusal olmaktan çok inanç temelinde siyasi kaygısı olmayan duruşlar ağırlık taşımaya devam ediyor. Bu duruşların ilkel yaklaşımları, uluslaşma sürecinin detaylarını birlikte yaşamadıkları anavatanlarıyla bir fay hattı oluşturmaktadır. Arapların modern ulus olma süreçlerinin II. Dünya savaşı sonrasına denk geldiğini ayrıca hatırlatmak isterim..
Bütün bunlara rağmen elimdeki tüm veriler Arapların Sancakta yapılan her üç seçim ve sayımda çoğunluğu oluşturmuş bulundukları yönündedir. Bundan rahatsız olanlar 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında, Fransızlardan aldıkları yeşil ışıkla askeri işgal yaptılar. Sonrası ise malum. Sayımsız seçimlerle (atama) yapılan tiyatral girişimler; Araplar sayılırken inançlarına göre ayrıştırılmaları ( Alevi Arap, Sünni Arap, Hıristiyan Arap, Katolik Arap vb.) bu girişimin amacını da yeterince ortaya koymaktadır.
Ne yaparsanız yapın güçlü olan sizi azanlığa düşürme kararı almış, bunu da uygulamaktadır.
Askeri işgalin anlamı budur. Bu hukuksuzluk ise zorlama sonuçlara sahiptir. Bu girişmle, uluslararası hukuka göre Fransa’yla -Türkiye cumhuriyeti suç işlemiş bulunmaktadırlar.
Fransa’nın mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği Suriye ve Lübnan’ın toprak bütünlüğünü koruma yükümlülüğü bulunmaktadır. Fransa mandater (emanetçi, garantör) devlet olarak, bu iki devletin (Suriye-Lübnan) hiçbir toprak parçasını kira dahil kimseye verme yetkisi yoktur. Bu nedenle de, Fransa-Türkiye arasında yapılan ve sancak’ın Türkiye’ye ilhakını onaylayan 23 Haziran 1939 demeci, Miletler Cemiyeti (MC) Yasasının 18. Maddesi gereğince kütüğe geçirilmesi gerekirken, kütükte yer almamıştır. Yani yer alması reddedilmiştir. Bu ise, demecin uluslararası bir geçerliliği olmadığını, kanunsuz bir ikili belge olduğunu göstermeye yeterlidir.
En barışçıl ve en hukuki açıdan bile bakıldığında Sancak, II. Dünya savaşı arifesindeki çıkar dengelerinin sonucu, halkının iradesine rağmen haksız bir gasp olayına maruz kalmıştır.
İletimi uzatmayacağım. Sizlere bu iletimle birlikte bir kaç özgün resim göndereceğim. Bu konuyla ilgili sizlerle paylaşıma hazırım.
Baki selamlarımla
Mihrac Ural
16 Temmuz 2009
13 Temmuz 2009 Pazartesi
1982 BEYRUT KUŞATMASINDA iSRAİLE KARŞI DAYANIŞMADAN, TEMMUZ 2009 ANTAKYA'DA DEMOKRASİ DAYANIŞMASINA
Mehmet Güzel
13 temmuz 2009
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Fuad Ebu Ahmad ve Lübnan Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Sağdullah Mazrağani Antakya’da. Samandağ Evvel Temmüz Festivali kapsamında “Kanayan Ortadoğu” konulu panelin konuşmacıları olarak katılan Ebu Ahmad ve Mazrağani yoğun bir dinleyici kitlesi tarafından ilgiyle ve sempatiyle dinlendiler.
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Merkez Komite üyesi Fuad Ebu Ahmad konuşmasına Filistin’le dayanışma mücadelesinde şehit düşmüş Türkiyeli yoldaşlarımızı anarak başladı.
“Şu an aranızda, Filistin’le dayanışma amacıyla İsrail’e karşı savaşmış olan yoldaşlarımızdan bazıları bulunmaktadır” diye ifade ederek de vefa duygularını açıklayan Fuad Ebu Ahmad, Türkiyeli devrimcilerin bu dayanışma tutumlarına çok değer verdiklerini ve çok müteşekkir olduklarını belirtti.
Panelden sonra, 1982 Beyrut kuşatması savaşında bulunmuş olan yoldaşlarımızdan bir kısmıyla Sağdullah Mazrağani ve Fuad Ebu Ahmad özel olarak bir araya geldik. Bu özel sohbette 1982’deki savaş üzerine anılar da konuşuldu. Çok duygusal anlar yaşandı. O dönem Filistinli yönetici ve önderlerin akıbetlerinin konuşulduğu, bunların çok büyük kısımlarının şehit olmuş oldukları görüldü. Bu kadroların şahadet şekillerinin anlatıldığı anlar karşılıklı duygusal ortamın yaşanmasına neden oldu.
Lübnan Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Sağdullah Mazrağani ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Fuad Ebu Ahmad ile “Lübnan Seçimleri”, “Güçler Dengesi”, “Dış Güçlerin Lübnan’a Müdahaleleri”, “Lübnan İlerici Güçleri Arasındaki Çelişkiler”, “İsrail Seçimleri”, “Emperyalist Güçlerin İsrail Nezdinde Hedefledikleri”, “Obama’lı ABD’nin Bölgedeki Stratejisi”, “Bölgedeki Arap Ülkelerinin Nitelikleri”, “Filistin Güçlerinin Nitelikleri”, “Filistin Güçleri Arasındaki Çelişkiler”, Nihai Hedefler”, “Verili Koşullarda Kısa Vadeli Çözümler” gibi konularda ayrıntılı ve derin siyasi sohbetler yapıldı.
1982 Beyrut savaşı mevzilerindeki dayanışmadan 2009’da Antakya sokaklarında sürdürülen yoldaşlık ve dayanışmanın sürekliliği her iki kesim açısından çok önemliydi. Değişen dünya koşullarına rağmen her iki kesim açısından mücadele azminin ve dayanışma duygusunun devamı gurur vericiydi. Dayanışmanın vefa duygularında derin karşılık bırakmış olması da ayrıca çok anlamlıydı.
Nice acılar ve fedakârlıklar bedelinde yaşanılan onurlu tarih, esas muhataplarında böylesine gurur verici izler bırakmıştır. Bu mücadele ve dayanışma tarihe mal olmuş ve kültürel değerlere eklemlenmiştir. Bu vefa, son zamanlarda devletin Özel Harp Daireleri beslemeli zavallılar tarafından bu tarihe yapılan saldırılara en güzel yanıt olmuştur. Tarihi örgümüzün her ilmeği, bu tarihe dil uzatmaya çalışan “geçmişsizlere” çok güzel yanıtlarla doludur. Bu ilmek de yanıtlardan sadece biridir.
Konuklarımızla görüşme öncesi ve sonrasında, görüşmede bulunan yoldaşlarımızda ortak dile getirilen en önemli duygu: “bu tarihi yaşamaktan gururluyuz, yeniden dünyaya gelsek, aynı tarihi gelişmiş haliyle yaşamakta asla tereddüt etmeyiz!”
13 temmuz 2009
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Fuad Ebu Ahmad ve Lübnan Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Sağdullah Mazrağani Antakya’da. Samandağ Evvel Temmüz Festivali kapsamında “Kanayan Ortadoğu” konulu panelin konuşmacıları olarak katılan Ebu Ahmad ve Mazrağani yoğun bir dinleyici kitlesi tarafından ilgiyle ve sempatiyle dinlendiler.
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Merkez Komite üyesi Fuad Ebu Ahmad konuşmasına Filistin’le dayanışma mücadelesinde şehit düşmüş Türkiyeli yoldaşlarımızı anarak başladı.
“Şu an aranızda, Filistin’le dayanışma amacıyla İsrail’e karşı savaşmış olan yoldaşlarımızdan bazıları bulunmaktadır” diye ifade ederek de vefa duygularını açıklayan Fuad Ebu Ahmad, Türkiyeli devrimcilerin bu dayanışma tutumlarına çok değer verdiklerini ve çok müteşekkir olduklarını belirtti.
Panelden sonra, 1982 Beyrut kuşatması savaşında bulunmuş olan yoldaşlarımızdan bir kısmıyla Sağdullah Mazrağani ve Fuad Ebu Ahmad özel olarak bir araya geldik. Bu özel sohbette 1982’deki savaş üzerine anılar da konuşuldu. Çok duygusal anlar yaşandı. O dönem Filistinli yönetici ve önderlerin akıbetlerinin konuşulduğu, bunların çok büyük kısımlarının şehit olmuş oldukları görüldü. Bu kadroların şahadet şekillerinin anlatıldığı anlar karşılıklı duygusal ortamın yaşanmasına neden oldu.
Lübnan Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Sağdullah Mazrağani ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Fuad Ebu Ahmad ile “Lübnan Seçimleri”, “Güçler Dengesi”, “Dış Güçlerin Lübnan’a Müdahaleleri”, “Lübnan İlerici Güçleri Arasındaki Çelişkiler”, “İsrail Seçimleri”, “Emperyalist Güçlerin İsrail Nezdinde Hedefledikleri”, “Obama’lı ABD’nin Bölgedeki Stratejisi”, “Bölgedeki Arap Ülkelerinin Nitelikleri”, “Filistin Güçlerinin Nitelikleri”, “Filistin Güçleri Arasındaki Çelişkiler”, Nihai Hedefler”, “Verili Koşullarda Kısa Vadeli Çözümler” gibi konularda ayrıntılı ve derin siyasi sohbetler yapıldı.
1982 Beyrut savaşı mevzilerindeki dayanışmadan 2009’da Antakya sokaklarında sürdürülen yoldaşlık ve dayanışmanın sürekliliği her iki kesim açısından çok önemliydi. Değişen dünya koşullarına rağmen her iki kesim açısından mücadele azminin ve dayanışma duygusunun devamı gurur vericiydi. Dayanışmanın vefa duygularında derin karşılık bırakmış olması da ayrıca çok anlamlıydı.
Nice acılar ve fedakârlıklar bedelinde yaşanılan onurlu tarih, esas muhataplarında böylesine gurur verici izler bırakmıştır. Bu mücadele ve dayanışma tarihe mal olmuş ve kültürel değerlere eklemlenmiştir. Bu vefa, son zamanlarda devletin Özel Harp Daireleri beslemeli zavallılar tarafından bu tarihe yapılan saldırılara en güzel yanıt olmuştur. Tarihi örgümüzün her ilmeği, bu tarihe dil uzatmaya çalışan “geçmişsizlere” çok güzel yanıtlarla doludur. Bu ilmek de yanıtlardan sadece biridir.
Konuklarımızla görüşme öncesi ve sonrasında, görüşmede bulunan yoldaşlarımızda ortak dile getirilen en önemli duygu: “bu tarihi yaşamaktan gururluyuz, yeniden dünyaya gelsek, aynı tarihi gelişmiş haliyle yaşamakta asla tereddüt etmeyiz!”
Yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi
Baskın Oran
Aykırı sesler başladı: Donikian Leylekian’ın “Evet! Dedeleriniz Naziydi işte!” söylemi Ermeniler arasında nasıl karşılandı? Bilemiyorum çünkü bu konuda henüz çıt yok. Çıkması da kolay değil. Çünkü Türkler “Ne sözde Ermeni kırımıymış? Onlar bizi öldürdüler!” süphanekesini okumaya devam ettiği sürece diasporanın genelinde bir değişme beklemek saçma olur.
Bununla birlikte, sessiz çoğunluk düşünedursun, kimi aydınlar böyle durumlarda birdenbire ses yükseltebilir. Ondan sonradır ki o sessiz çoğunluk mırıldanmaya, arkasından da konuşmaya başlayabilir. Hep böyle olur bu.
Ve şu anda bu başlamış vaziyette. Paris’ten Denis Donikian konuştu. ‘Soykırım’ terimini kullanan, bu arada da blogunda yayınladığı ‘Ermeni Jenosidinin Küçük Ansiklopedisi’nde alt-başlık olarak ‘Metz Yeghern 1915’ yazan Donikian (denisdonikian.blog.lemonde.fr), ‘Laurent Leylekian’da katıldıklarım ve katılmadıklarım’ diye iki uzun makale yayınladı internette. (denisdonikian.wordpress.com).
Şayan-ı dikkattir, Leylekian’ın bildirisi ile benim konuşmamı Fransızca olarak tam metin yayınlayan diaspora dergileri ve siteleri Donikian’ın bu tarihsel dönemdeki bu tarihsel makalelerinden tek kelimeyle şu saate kadar bahsetmediler. Çünkü Donikian bu iki yazıda Leylekian’ı bu “Dedeleriniz Naziydi!” söylemi nedeniyle öyle temelden sarsıyor ki, kimin önüne atsan yemez. Çünkü Donikian bir entelektüel olarak bütün olan bitenin farkında. Birçoklarının aksine, yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyor. Pasajlar vereyim:
Diyor ki Leylekian’a hitaben: “Siz, insanlar ile onların devletlerini karıştırdınız. Size göre, bireyin devletinin ona empoze ettiğinden farklı bir varlığı olamaz. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Değişen bir sürü şey var ve siz sanki hiçbir şey değişmemiş gibi konuşmaya devam ediyorsunuz.”
Diyor ki: “Jenosit, Ermenilerin Türkleri birer insan olarak algılamalarına engel oldu. Türk dedin mi, geçmişin celladı geldi hep Ermenilerin aklına.”
Diyor ki: “Yaşadığınız Brüksel’deki faaliyetlerinizi besleyen Türk inkarcılığını ‘Dedeleriniz Naziydi!’ diyerek bizzat inşa etmeyi başardınız. Mahsus mu yaptınız acaba, diyor insan.”
Diyor ki: “Althen köyünde siz sanki bütün Ermenilerdiniz, Baskın Oran da Türk devleti. Kendisi oraya bir birey olarak çıkıp gelme cesaretini göstermişti. Ermenilerin konuğuydu. Kendisine reva gördüğünüz, konukseverliğe aykırı muameleye maruz kalmamalıydı. İstanbul’a Türkler tarafından üniversitede ders vermeye davet edilmiş bir Marc Nichanian’a aynı şeyin yapıldığını düşünün. ‘Nazi’ cümlenizle Althen’in havasını bir anda teneffüs edilemez hale getirdiniz.”
Ve sonunda Donikian, cidden yoğun bir entelektüel birikimi yansıtan şu ağır tespiti yapıyor:
Konuşmanızda, diyor Leylekian’a, Kafka’nın ‘Dava’sını okuduğunuzdan bahsetmişsiniz. Aslında B askın Oran’a yaptığınız suçlamaları yönelten siz değilsiniz; bizzat temsil ettiğiniz sistem yani dava’nın bizzat özü yöneltiyor suçlamayı. Çünkü jenosit kadar mutlak bir suç için mutlak bir adalet isteyen mutlak hukuk, sizi mutlak bir mahkeme kurmaya götürüyor. Milan Kundera’nın dediği gibi, Kafka’nın kitabındaki mahkeme “Yargılama gücünü bizatihi güçlü oluşundan alan bir güçtür”. B. Oran’ı o gün Althen köyünde bir Kafkasal kurban haline soktunuz, kendinizi de Kafkasal bir mahkeme.
Sonuç: Sivil Toplum bu işi bitirecek
Donikian’ın bu sözlerinin de gösterdiği gibi, yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi. Çünkü hem Türklerin hem de Ermenilerin içinde tartışma başladı. Hey Koca Hrant! Senin ölün tetikledi bunu.
Tabii ki henüz barışmaya çok var. Daha epey didişeceğiz. Birbirimizi kıracağız. Üzeceğiz. Çünkü iki taraftan da diyalogu önlemek isteyen bedbahtlar var; onlar da ayakta kalabilmek için çabalarını artıracaklar. Diyalog isteyenlerin yazılarını görmezden gelecekler; onları cemaat dışına sürecekler. Bazılarımızı da yine mahkemelerde süründürecekler.
Kolay değil, aramızda ‘bıçak’ var; İttihatçıların bıçağı. Ayrıca, oluşmuş koca bir menfaatler silsilesi.
Ama değişme mayası girdi bir kere içimize, ikimize. Süte giren yoğurt veya peynir mayası gibi. Bundan sonra artık hiçbir şey, şükür ki, eskisi gibi olmayacak. Türkler dedelerinin yaptığı korkunçlukları görecek, Ermeniler intikamcılıktan vazgeçecek. Türkiye şu veya bu şekilde, tekrar ediyorum, şu veya bu şekilde bir özür dileyecek.
Bunun mutlaka “Özür dilerim” formülüyle olması şart değil. “Gerçekten üzgünüz” de yetebilir. Ayrıca, malı gasp edilmiş olanın torununa, sembolik dahi olsa, malını tazmin etmeli Türkiye.
Hak yerini bir biçimde bulacak. Kan davası bitecek. Post-endüstriyel dönemde kan davası kadar gerizekalılık olamaz.
Şu anda kurulmuş olan Biz-Myassine (Biz Birlikte), Yavaş-Gamatz (Yavaş Yavaş), Şimdi-Hos (Şimdi Burada) gibi ortak sivil toplumlar yapacak bu işi, bu değişimi.
O sivil toplumlar ki, bilim onları her çeşit devlet ve her çeşit cemaat fikrine uzak, sadece ‘insan’ fikrine yakın olarak tanımlıyor.
Olacak. Yakındır. Fazlaca uzadı.
Aykırı sesler başladı: Donikian Leylekian’ın “Evet! Dedeleriniz Naziydi işte!” söylemi Ermeniler arasında nasıl karşılandı? Bilemiyorum çünkü bu konuda henüz çıt yok. Çıkması da kolay değil. Çünkü Türkler “Ne sözde Ermeni kırımıymış? Onlar bizi öldürdüler!” süphanekesini okumaya devam ettiği sürece diasporanın genelinde bir değişme beklemek saçma olur.
Bununla birlikte, sessiz çoğunluk düşünedursun, kimi aydınlar böyle durumlarda birdenbire ses yükseltebilir. Ondan sonradır ki o sessiz çoğunluk mırıldanmaya, arkasından da konuşmaya başlayabilir. Hep böyle olur bu.
Ve şu anda bu başlamış vaziyette. Paris’ten Denis Donikian konuştu. ‘Soykırım’ terimini kullanan, bu arada da blogunda yayınladığı ‘Ermeni Jenosidinin Küçük Ansiklopedisi’nde alt-başlık olarak ‘Metz Yeghern 1915’ yazan Donikian (denisdonikian.blog.lemonde.fr), ‘Laurent Leylekian’da katıldıklarım ve katılmadıklarım’ diye iki uzun makale yayınladı internette. (denisdonikian.wordpress.com).
Şayan-ı dikkattir, Leylekian’ın bildirisi ile benim konuşmamı Fransızca olarak tam metin yayınlayan diaspora dergileri ve siteleri Donikian’ın bu tarihsel dönemdeki bu tarihsel makalelerinden tek kelimeyle şu saate kadar bahsetmediler. Çünkü Donikian bu iki yazıda Leylekian’ı bu “Dedeleriniz Naziydi!” söylemi nedeniyle öyle temelden sarsıyor ki, kimin önüne atsan yemez. Çünkü Donikian bir entelektüel olarak bütün olan bitenin farkında. Birçoklarının aksine, yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyor. Pasajlar vereyim:
Diyor ki Leylekian’a hitaben: “Siz, insanlar ile onların devletlerini karıştırdınız. Size göre, bireyin devletinin ona empoze ettiğinden farklı bir varlığı olamaz. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Değişen bir sürü şey var ve siz sanki hiçbir şey değişmemiş gibi konuşmaya devam ediyorsunuz.”
Diyor ki: “Jenosit, Ermenilerin Türkleri birer insan olarak algılamalarına engel oldu. Türk dedin mi, geçmişin celladı geldi hep Ermenilerin aklına.”
Diyor ki: “Yaşadığınız Brüksel’deki faaliyetlerinizi besleyen Türk inkarcılığını ‘Dedeleriniz Naziydi!’ diyerek bizzat inşa etmeyi başardınız. Mahsus mu yaptınız acaba, diyor insan.”
Diyor ki: “Althen köyünde siz sanki bütün Ermenilerdiniz, Baskın Oran da Türk devleti. Kendisi oraya bir birey olarak çıkıp gelme cesaretini göstermişti. Ermenilerin konuğuydu. Kendisine reva gördüğünüz, konukseverliğe aykırı muameleye maruz kalmamalıydı. İstanbul’a Türkler tarafından üniversitede ders vermeye davet edilmiş bir Marc Nichanian’a aynı şeyin yapıldığını düşünün. ‘Nazi’ cümlenizle Althen’in havasını bir anda teneffüs edilemez hale getirdiniz.”
Ve sonunda Donikian, cidden yoğun bir entelektüel birikimi yansıtan şu ağır tespiti yapıyor:
Konuşmanızda, diyor Leylekian’a, Kafka’nın ‘Dava’sını okuduğunuzdan bahsetmişsiniz. Aslında B askın Oran’a yaptığınız suçlamaları yönelten siz değilsiniz; bizzat temsil ettiğiniz sistem yani dava’nın bizzat özü yöneltiyor suçlamayı. Çünkü jenosit kadar mutlak bir suç için mutlak bir adalet isteyen mutlak hukuk, sizi mutlak bir mahkeme kurmaya götürüyor. Milan Kundera’nın dediği gibi, Kafka’nın kitabındaki mahkeme “Yargılama gücünü bizatihi güçlü oluşundan alan bir güçtür”. B. Oran’ı o gün Althen köyünde bir Kafkasal kurban haline soktunuz, kendinizi de Kafkasal bir mahkeme.
Sonuç: Sivil Toplum bu işi bitirecek
Donikian’ın bu sözlerinin de gösterdiği gibi, yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi. Çünkü hem Türklerin hem de Ermenilerin içinde tartışma başladı. Hey Koca Hrant! Senin ölün tetikledi bunu.
Tabii ki henüz barışmaya çok var. Daha epey didişeceğiz. Birbirimizi kıracağız. Üzeceğiz. Çünkü iki taraftan da diyalogu önlemek isteyen bedbahtlar var; onlar da ayakta kalabilmek için çabalarını artıracaklar. Diyalog isteyenlerin yazılarını görmezden gelecekler; onları cemaat dışına sürecekler. Bazılarımızı da yine mahkemelerde süründürecekler.
Kolay değil, aramızda ‘bıçak’ var; İttihatçıların bıçağı. Ayrıca, oluşmuş koca bir menfaatler silsilesi.
Ama değişme mayası girdi bir kere içimize, ikimize. Süte giren yoğurt veya peynir mayası gibi. Bundan sonra artık hiçbir şey, şükür ki, eskisi gibi olmayacak. Türkler dedelerinin yaptığı korkunçlukları görecek, Ermeniler intikamcılıktan vazgeçecek. Türkiye şu veya bu şekilde, tekrar ediyorum, şu veya bu şekilde bir özür dileyecek.
Bunun mutlaka “Özür dilerim” formülüyle olması şart değil. “Gerçekten üzgünüz” de yetebilir. Ayrıca, malı gasp edilmiş olanın torununa, sembolik dahi olsa, malını tazmin etmeli Türkiye.
Hak yerini bir biçimde bulacak. Kan davası bitecek. Post-endüstriyel dönemde kan davası kadar gerizekalılık olamaz.
Şu anda kurulmuş olan Biz-Myassine (Biz Birlikte), Yavaş-Gamatz (Yavaş Yavaş), Şimdi-Hos (Şimdi Burada) gibi ortak sivil toplumlar yapacak bu işi, bu değişimi.
O sivil toplumlar ki, bilim onları her çeşit devlet ve her çeşit cemaat fikrine uzak, sadece ‘insan’ fikrine yakın olarak tanımlıyor.
Olacak. Yakındır. Fazlaca uzadı.
12 Temmuz 2009 Pazar
SOLUN SORUN -ı-
Yanlış tartışmalar, kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlara götürür. Sorun yanlış tespit edilince üzerine kurgu yapılan her şey de, yaşamdan alakasız, çözümden uzak ve sonuçsuz bir angajmana dönüşüyor.
Solun bir türlü yaşamda karşılık bulamamasının nedenini dağınıklılığa veya birlik olamamaya bağlamak ilk adımı yanlış atmaktır. Birlik olunamaması bir sonuçtur. Elbetteki önemli bir sonuçtur ancak bir başka sorunun yarattığı bir sonuçtur. Solun sorunu birlik değil kimlik sorunudur. Birliksizlik kimliksizliğin doğal sonucu olarak yaşanmaktadır. Kimliksiz kalan solun kimliğini birlikte araması, yeni bir yanlışa hesapsız kapılması ve sorunu görmeme ısrarından başka bir şey değildir. Yaşamın diyalektiğini kavrayamamış ve kendi bünyesinde cisimleştirememiş dünün heybetli yapılarının, dünün hayaliyle bu günde var olma çabaları ciddi bir sol kimlik sorunu yaratmış ve her alanda bu sorun kendini dayatmıştır. Kimlik sıkıntısını bir türlü aşamayan sol, birlik arayışlarıyla bir anlamıyla bu sorunu ötelemek istemektedir. Bu güne kadar yaşanan birlik denemelerinin başarısız olmasının asıl nedeni de budur. Yan yana gelen ve yaşamla bir türlü örtüşmeyen farklılar, bir olmaya, birlikte tavır almaya çalışıyorlar. Dünün heybetiyle, bu günde fırtınalar yaratmanın özlemini taşıyorlar.
Türkiye solu 25 yılı aşkın bir süredir değişik boyutlarıyla birlik sorununu tartışarak sonuç almaya çalışmıştır. Ancak bir-iki pratik girişim dışında elle tutulur bir kazanım elde edilememiş, enerjisinin önemli bir kısmını bu alanda harcayarak umutlarını tüketmiştir. Özellikle siyasal islamın yükselme dönemlerinde, ağırlıklı olarak gündeme oturan solda birlik tartışmaları, ciddi kaygılarla başlatılmış olsa bile, yanlış kulvarda sürdürülmüş, iyi niyetli heyecanların tüketilmesi dışında somut hiçbir sonuç üretilememiştir.
Kuşkusuz solda birliğin en geniş anlamda sağlanması, her duyarlı demokrat insanın istediği bir şeydir.Ancak yaşanılan sürecinde gösterdiği gibi solun temel sorunu birlik değil, kimlik sorunudur. Yaşamı bu günkü gerçekliğiyle yakalama kabiliyeti gösteremeyen, dünün heybetine sımsıkı yapışmış yapıların bu günde birlik telaşına düşmelerini çözücü olarak görmenin olanağı yoktur.
Çatı partisi tartışmaları böylesi bir düzlemde solun gündemi olarak tartışma alanına girdi. Temler sağlam, duvarlar yerinde, tek eksik çatı…
Veya önce çatıyı oluşturalım-partiyi ve organlarını, sonrasında duvarları -örgütlenmeyi, arkasından temeli yani ideolojik alt yapıyı…
Yine bir başka yanlış, yine bir umut harcanması yine bir öteleme…
On eskiden bir yeni çıkmaz. Daha fazla eskiden de yeninin çıkma şansı yoktur. Öncelikle bu günü yakalayan, yaşamın değişkenliğine kendisini uyarlayabilen, dünyayı yeni biçimiyle ve ilişkileriyle çözümleyebilenler ancak yeni bir şey için adım atabilirler. Adı geçen yeni gerçekten yeni olur ve yeni yaşamın gereklilikleri karşısında var olma şansı edinebilir.
Çatı arayışı bu anlamıyla yetersizliğin, yaşamdan kopuşun bir refleksi olarak görüle bilinir. Türkiye siyasasında yıllardır varlık gösteremeyenlerin, yaşamı yakalayamayanların, çaresizce sarıldıkları bir süreç…
İşçi sınıfının devrimci rolünü tartışmaya bile gerek duymayan, bilişim dünyasındaki gelişimin yaşamın hemen her alanını nasıl etkilediği reddeden, insanın düşünme biçimini bile nasıl etkilediğini görmemekte direnen, devrimci tavrı ve tutarlığı, 50 yıllık kavramlara sımsıkı sarılmak olarak anlayan anlayışlarla bir yeni nasıl oluşturula bilinir…
Yapılan olsa olsa eskinin yeni yaşamda yeniden var edilmesi telaşı olur ki, buda sonuçuz kalmak zorunadır.
Solun önündeki temel tartışma sol kimlik üzerine olmalıdır. Değişen dünyada nasıl bir sol sorusuna hep birlikte yanıt aranmalıdır. Yapılan tartışmalar bu eksende sürdürülürse ancak anlamlı sonuçlar üretme yolunda adım atmış olabiliriz. Diğer türlü aynı noktada debelenmek dışında bir sonuç alabilmek olası gibi görünmemetedir
Solun bir türlü yaşamda karşılık bulamamasının nedenini dağınıklılığa veya birlik olamamaya bağlamak ilk adımı yanlış atmaktır. Birlik olunamaması bir sonuçtur. Elbetteki önemli bir sonuçtur ancak bir başka sorunun yarattığı bir sonuçtur. Solun sorunu birlik değil kimlik sorunudur. Birliksizlik kimliksizliğin doğal sonucu olarak yaşanmaktadır. Kimliksiz kalan solun kimliğini birlikte araması, yeni bir yanlışa hesapsız kapılması ve sorunu görmeme ısrarından başka bir şey değildir. Yaşamın diyalektiğini kavrayamamış ve kendi bünyesinde cisimleştirememiş dünün heybetli yapılarının, dünün hayaliyle bu günde var olma çabaları ciddi bir sol kimlik sorunu yaratmış ve her alanda bu sorun kendini dayatmıştır. Kimlik sıkıntısını bir türlü aşamayan sol, birlik arayışlarıyla bir anlamıyla bu sorunu ötelemek istemektedir. Bu güne kadar yaşanan birlik denemelerinin başarısız olmasının asıl nedeni de budur. Yan yana gelen ve yaşamla bir türlü örtüşmeyen farklılar, bir olmaya, birlikte tavır almaya çalışıyorlar. Dünün heybetiyle, bu günde fırtınalar yaratmanın özlemini taşıyorlar.
Türkiye solu 25 yılı aşkın bir süredir değişik boyutlarıyla birlik sorununu tartışarak sonuç almaya çalışmıştır. Ancak bir-iki pratik girişim dışında elle tutulur bir kazanım elde edilememiş, enerjisinin önemli bir kısmını bu alanda harcayarak umutlarını tüketmiştir. Özellikle siyasal islamın yükselme dönemlerinde, ağırlıklı olarak gündeme oturan solda birlik tartışmaları, ciddi kaygılarla başlatılmış olsa bile, yanlış kulvarda sürdürülmüş, iyi niyetli heyecanların tüketilmesi dışında somut hiçbir sonuç üretilememiştir.
Kuşkusuz solda birliğin en geniş anlamda sağlanması, her duyarlı demokrat insanın istediği bir şeydir.Ancak yaşanılan sürecinde gösterdiği gibi solun temel sorunu birlik değil, kimlik sorunudur. Yaşamı bu günkü gerçekliğiyle yakalama kabiliyeti gösteremeyen, dünün heybetine sımsıkı yapışmış yapıların bu günde birlik telaşına düşmelerini çözücü olarak görmenin olanağı yoktur.
Çatı partisi tartışmaları böylesi bir düzlemde solun gündemi olarak tartışma alanına girdi. Temler sağlam, duvarlar yerinde, tek eksik çatı…
Veya önce çatıyı oluşturalım-partiyi ve organlarını, sonrasında duvarları -örgütlenmeyi, arkasından temeli yani ideolojik alt yapıyı…
Yine bir başka yanlış, yine bir umut harcanması yine bir öteleme…
On eskiden bir yeni çıkmaz. Daha fazla eskiden de yeninin çıkma şansı yoktur. Öncelikle bu günü yakalayan, yaşamın değişkenliğine kendisini uyarlayabilen, dünyayı yeni biçimiyle ve ilişkileriyle çözümleyebilenler ancak yeni bir şey için adım atabilirler. Adı geçen yeni gerçekten yeni olur ve yeni yaşamın gereklilikleri karşısında var olma şansı edinebilir.
Çatı arayışı bu anlamıyla yetersizliğin, yaşamdan kopuşun bir refleksi olarak görüle bilinir. Türkiye siyasasında yıllardır varlık gösteremeyenlerin, yaşamı yakalayamayanların, çaresizce sarıldıkları bir süreç…
İşçi sınıfının devrimci rolünü tartışmaya bile gerek duymayan, bilişim dünyasındaki gelişimin yaşamın hemen her alanını nasıl etkilediği reddeden, insanın düşünme biçimini bile nasıl etkilediğini görmemekte direnen, devrimci tavrı ve tutarlığı, 50 yıllık kavramlara sımsıkı sarılmak olarak anlayan anlayışlarla bir yeni nasıl oluşturula bilinir…
Yapılan olsa olsa eskinin yeni yaşamda yeniden var edilmesi telaşı olur ki, buda sonuçuz kalmak zorunadır.
Solun önündeki temel tartışma sol kimlik üzerine olmalıdır. Değişen dünyada nasıl bir sol sorusuna hep birlikte yanıt aranmalıdır. Yapılan tartışmalar bu eksende sürdürülürse ancak anlamlı sonuçlar üretme yolunda adım atmış olabiliriz. Diğer türlü aynı noktada debelenmek dışında bir sonuç alabilmek olası gibi görünmemetedir
10 Temmuz 2009 Cuma
Durmak yok, açlık ve sefalete devam
Kemal Doğan
Asgari ücrete alay edercesine zam. Türk-İş'in Haziran ayı "Açlık ve Yoksulluk Sınırı" raporuna göre, dört kişilik bir ailenin dengeli, sağlıklı ve yeterli beslenebilmesi için Haziran ayında yapması gereken gıda harcaması tutarı 733 TL olarak hesaplandı. Yoksulluk sınırı ise 2 bin 389 TL oldu. Mayıs ayında açlık sınırı 744 TL, yoksulluk sınırı 2 bin 424 TL olmuştu. Evet Yoksulluk sınırı 2 bin 424 TL ve asgari ücret 527 TL iken 546 TL oluyor, Emeğiyle kazanları ve insanlığı yok sayan bu sistem yoksulluk sınırının çok altında olan asgari ücrete yalnızca 19 TL zam yaparak adeta işçilerle alay ediyor.
Komisyona bak...
Çalışma Genel Müdürü ve yardımcısı, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü, Devlet İstatistik Enstitüsü Ekonomik İstatistikler Dairesi Başkanı (veya yardımcısı), Hazine Müsteşarlığı temsilcisi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'ndan konu ile ilgili dairenin başkanı veya yetki vereceği bir görevli, en çok işvereni bulunduran işveren kuruluşunun değişik işkolları için seçeceği 5 temsilci ve nihayet en çok işçiyi örgütlemiş bulunan Konfederasyonun değişik işkolları için seçeceği 5 temsilciden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu'ndan başka bir oranın çıkması da zaten mümkün değildi. Sistem insanlığa açlığı ve yoksulluğu reva gören bu sistemin sür git devam etmesi için elinden geleni yapıyor. Tarımı, köylülüğü ve hayvancılığı bitirerek insanların yaşam alanını kısıtlayan, onlardan zorla aldıklarını onlara sadaka vererek gönüllerini kazandıklarını sanan bu sistem hala daha insanları kandırmaya devam ediyor.
Emekçiler günümüzde bir ekmek parasını zor bulurken, yoksulluk sınırının çok altında olan asgari ücret ile, 'yaşama, öl!' der gibi insanlarla adeta alay edilircesine davranılıyor. Gençler TV'lerin pembe dizileriyle uyutuluyor. Bir yandan Polatvari dizilerle çetecilik ve katillik normal bir şeymiş gibi gençlere sunuluyor.
Bir yandan halkın değerlerini yok ediyorlar, bir yandan da halkı bölerek birbirine düşmanlaştırıyorlar. Çünkü birleşen ve örgütlenen bir halkın karşısında hiçbir gücün duramayacağını da çok iyi biliyorlar. Sömürücüler bir avuç, halklar ise milyonlardan oluşuyor. Bunun için güçlerimizi birleştirip, artık bizlerle alay edemeyeceklerini onlara göstermeliyiz.
İşte bir örnek...
İzmit'te Emine - Fahri Ödügel ailesinin içinde bulunduğu insanlık ayıbını anlatmaya kelimeler yetmez. Emine - Fahri Ödügel çifti 4 ay öncesine kadar M. Alipaşa Mahallesi’nde oturuyordu. Fahri Ödügel, Sanayi Sitesi’nde bir boya atölyesinde görev yapıyor. Biri 2, diğeri 1 yaşında iki çocuğu olan çift, aylık gelirleriyle ev kirasını ödeyemedikleri için evsahibi tarafından evlerinden atıldılar. Bunun üzerine Körfez Mahallesi Şehit Remzi Sokak’ta bir tanıdıklarının yanına sığınıp şimdilik burada yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Ama nereya kadar?
Buna benzer örneklerini yazmakla bitiremeyiz, sokakta yatan , hala daha çöpten ekmek toplayarak yaşayan ve ölüme terk edilen o kadar çok insanımız var ki...
Asgari ücrete yapılan 19 TL zam neye yeter? Onların ihtiyaçlarını sizler daha iyi biliyorsunuz. Demokratik haklarını bile kullanmasını bilemeyen bu insanların her tarla zaafından yararlanarak süren bu sistemden onları ancak insanlık düzeni kurtaracaktır.
Asgari ücrete alay edercesine zam. Türk-İş'in Haziran ayı "Açlık ve Yoksulluk Sınırı" raporuna göre, dört kişilik bir ailenin dengeli, sağlıklı ve yeterli beslenebilmesi için Haziran ayında yapması gereken gıda harcaması tutarı 733 TL olarak hesaplandı. Yoksulluk sınırı ise 2 bin 389 TL oldu. Mayıs ayında açlık sınırı 744 TL, yoksulluk sınırı 2 bin 424 TL olmuştu. Evet Yoksulluk sınırı 2 bin 424 TL ve asgari ücret 527 TL iken 546 TL oluyor, Emeğiyle kazanları ve insanlığı yok sayan bu sistem yoksulluk sınırının çok altında olan asgari ücrete yalnızca 19 TL zam yaparak adeta işçilerle alay ediyor.
Komisyona bak...
Çalışma Genel Müdürü ve yardımcısı, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü, Devlet İstatistik Enstitüsü Ekonomik İstatistikler Dairesi Başkanı (veya yardımcısı), Hazine Müsteşarlığı temsilcisi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'ndan konu ile ilgili dairenin başkanı veya yetki vereceği bir görevli, en çok işvereni bulunduran işveren kuruluşunun değişik işkolları için seçeceği 5 temsilci ve nihayet en çok işçiyi örgütlemiş bulunan Konfederasyonun değişik işkolları için seçeceği 5 temsilciden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu'ndan başka bir oranın çıkması da zaten mümkün değildi. Sistem insanlığa açlığı ve yoksulluğu reva gören bu sistemin sür git devam etmesi için elinden geleni yapıyor. Tarımı, köylülüğü ve hayvancılığı bitirerek insanların yaşam alanını kısıtlayan, onlardan zorla aldıklarını onlara sadaka vererek gönüllerini kazandıklarını sanan bu sistem hala daha insanları kandırmaya devam ediyor.
Emekçiler günümüzde bir ekmek parasını zor bulurken, yoksulluk sınırının çok altında olan asgari ücret ile, 'yaşama, öl!' der gibi insanlarla adeta alay edilircesine davranılıyor. Gençler TV'lerin pembe dizileriyle uyutuluyor. Bir yandan Polatvari dizilerle çetecilik ve katillik normal bir şeymiş gibi gençlere sunuluyor.
Bir yandan halkın değerlerini yok ediyorlar, bir yandan da halkı bölerek birbirine düşmanlaştırıyorlar. Çünkü birleşen ve örgütlenen bir halkın karşısında hiçbir gücün duramayacağını da çok iyi biliyorlar. Sömürücüler bir avuç, halklar ise milyonlardan oluşuyor. Bunun için güçlerimizi birleştirip, artık bizlerle alay edemeyeceklerini onlara göstermeliyiz.
İşte bir örnek...
İzmit'te Emine - Fahri Ödügel ailesinin içinde bulunduğu insanlık ayıbını anlatmaya kelimeler yetmez. Emine - Fahri Ödügel çifti 4 ay öncesine kadar M. Alipaşa Mahallesi’nde oturuyordu. Fahri Ödügel, Sanayi Sitesi’nde bir boya atölyesinde görev yapıyor. Biri 2, diğeri 1 yaşında iki çocuğu olan çift, aylık gelirleriyle ev kirasını ödeyemedikleri için evsahibi tarafından evlerinden atıldılar. Bunun üzerine Körfez Mahallesi Şehit Remzi Sokak’ta bir tanıdıklarının yanına sığınıp şimdilik burada yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Ama nereya kadar?
Buna benzer örneklerini yazmakla bitiremeyiz, sokakta yatan , hala daha çöpten ekmek toplayarak yaşayan ve ölüme terk edilen o kadar çok insanımız var ki...
Asgari ücrete yapılan 19 TL zam neye yeter? Onların ihtiyaçlarını sizler daha iyi biliyorsunuz. Demokratik haklarını bile kullanmasını bilemeyen bu insanların her tarla zaafından yararlanarak süren bu sistemden onları ancak insanlık düzeni kurtaracaktır.
3 Temmuz 2009 Cuma
OTUZ ÜÇ CAN
Mustafa Elveren – Em. Öğrt.
1993 yılı, 2 Temmuz günü akşamdan itibaren KESK yürüyüşüne ve mitingine katılmak üzere, Elazığ’dan Ankara’ya otobüsle giderken, katliamı yolda radyo haberlerinden öğrenmiştim. Dolayısıyla, 3 Temmuz’da yapılan KESK yürüyüşünün içeriği de değişmiş oldu. Yürüyüş daha çok Sivas katliamını protesto etmekle geçti.
Bilindiği üzere, Devlet gücünü arkasına alan bazı derin odaklar (aslında devletin kendisi demek daha doğru olur), planlı ve proğramlı olarak 1993 yılında 2 Temmuz günü Sivas’ta 33 Kızılbaş-Alevi aydınını vahşice yakarak bir katliam yaptılar. Bu olay tarihte “Sivas Katliamı” olarak yerini aldı.
İnternet üzerinden; gerek videolarda ve gerekse o günkü basın-yayın organlarının arşivlerinden olayları dikkatlice okuyup, incelemeye çalıştım. Aslında bu gerici güruh sadece bir maşa görevini yapmışlardır. 1970’lı yıllarında da Sivas’ta bir katliam daha yaşanmıştı. Olayların arkasında çok büyük istihbarat kuruluşları olduğu ilk bakışta hemen anlaşılıyor. Yani bu katliam kendiliğinden gelişen bir olay değil, tamamen planlı ve proğramlı olarak gerçekleştirilmiştir.
Sakallı, takkeli, cüppeli, sopalı bu gerici güruhun elindeki gazlı bezler, çakmak ve kibritlerle “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber!” şeklinde tekbir getirtilerek Madımak oteline doğru yönlendirildiği, olay günü çekilen bazı video görüntülerinden çok net olarak anlaşılmaktadır.
Bu olayda maalesef OTUZ ÜÇ CAN diri diri yakılarak, devletin güvenlik güçlerinin gözetiminde katledilmiştir. 33 canımızın acısı henüz geçmemişken, “intikam” adı altında ve hem de aynı sayıda (33 kişi), yine devlet destekli bazı karanlık odaklar tarafından Başbağlar katliamı gerçekleştirilmiştir. Bazı yasadışı silahlı örgütler bu olayı üstlense de, inandırıcı değildir. Başbağlar katliamı Sivas olaylarıyla doğrudan bağlantılı olduğu çok açık bir biçimde görülmektedir. O tarihlerde Kürt yerleşim bölgelerinde de toplu sivil katliamların sıkça yapıldığı, internet üzerinden kısa bir araştırmayla öğrenebiliriz.
Biraz daha gerilere gidersek, 12 Eylül diktatörlüğü öncesindeki 70’li-80’li yıllarında da benzer katliamların yapıldığını görürüz. Alevi – Suni dengesinin bulunduğu Maraş, Çorum, Sivas, Elazığ gibi illerde bu tür katliamların yapıldığını, benim yaşlarında olanlar bilirler. Yani bu katliamların canlı tanığı sayılırlar.
Peki, bu güne kadar yapılan bu katliamları neden engelleyemiyoruz? Bu kadar baskı ve katliamlara rağmen, neden ortak bir siyasi duruş gösteremiyoruz? Gomanweb yazarlarından Pirim Sayın Süleyman Doğan bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Kürt artı Kızılbaş artı komünist isen (o zaman iktidar elden gidiyor düzen değişiyor) felaketsin.. Ondandır ki yıllardır bu kesimlerin ortak bir cephe kurması, birlikte mücadele etmesi devletin en büyük korkusudur. Bu birlikteliklerini engellemek için Bölük pörçük bir yerlerde durmaları egemen güçleri hep memnun etmiştir.” (Süleyman Doğan-11.02.2008 / Gomanweb). Pirim’in bu tespiti, soruların cevabı niteliğindedir. Sevgili Pirim’in bu tespitine katılmamak mümkün mü? Bence çok yerinde bir tespit yapmıştır.
“Kurtuluş yok tek başına, ya hepimiz, ya hiç birimiz”. “Gelin canlar bir olalım, İri olalım, diri olalım” Bu slogan ve özdeyişler çerçevesinde demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha da yükseltebiliriz.
Bu güne kadar ortak bir siyasi duruş sağlarız diye hep umut etmekteyim. “Umut fakirin ekmeğidir” derler ya, ya da Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması gibi “Ya tutarsa”. Benimki de o hesap işte. Kim bilir? Belki bir gün tutar.
01.07.2009
Mustafa Elveren
E-POSTA: mustafaelveren@gmail.com
WEB: www.gomanweb.com
1993 yılı, 2 Temmuz günü akşamdan itibaren KESK yürüyüşüne ve mitingine katılmak üzere, Elazığ’dan Ankara’ya otobüsle giderken, katliamı yolda radyo haberlerinden öğrenmiştim. Dolayısıyla, 3 Temmuz’da yapılan KESK yürüyüşünün içeriği de değişmiş oldu. Yürüyüş daha çok Sivas katliamını protesto etmekle geçti.
Bilindiği üzere, Devlet gücünü arkasına alan bazı derin odaklar (aslında devletin kendisi demek daha doğru olur), planlı ve proğramlı olarak 1993 yılında 2 Temmuz günü Sivas’ta 33 Kızılbaş-Alevi aydınını vahşice yakarak bir katliam yaptılar. Bu olay tarihte “Sivas Katliamı” olarak yerini aldı.
İnternet üzerinden; gerek videolarda ve gerekse o günkü basın-yayın organlarının arşivlerinden olayları dikkatlice okuyup, incelemeye çalıştım. Aslında bu gerici güruh sadece bir maşa görevini yapmışlardır. 1970’lı yıllarında da Sivas’ta bir katliam daha yaşanmıştı. Olayların arkasında çok büyük istihbarat kuruluşları olduğu ilk bakışta hemen anlaşılıyor. Yani bu katliam kendiliğinden gelişen bir olay değil, tamamen planlı ve proğramlı olarak gerçekleştirilmiştir.
Sakallı, takkeli, cüppeli, sopalı bu gerici güruhun elindeki gazlı bezler, çakmak ve kibritlerle “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber!” şeklinde tekbir getirtilerek Madımak oteline doğru yönlendirildiği, olay günü çekilen bazı video görüntülerinden çok net olarak anlaşılmaktadır.
Bu olayda maalesef OTUZ ÜÇ CAN diri diri yakılarak, devletin güvenlik güçlerinin gözetiminde katledilmiştir. 33 canımızın acısı henüz geçmemişken, “intikam” adı altında ve hem de aynı sayıda (33 kişi), yine devlet destekli bazı karanlık odaklar tarafından Başbağlar katliamı gerçekleştirilmiştir. Bazı yasadışı silahlı örgütler bu olayı üstlense de, inandırıcı değildir. Başbağlar katliamı Sivas olaylarıyla doğrudan bağlantılı olduğu çok açık bir biçimde görülmektedir. O tarihlerde Kürt yerleşim bölgelerinde de toplu sivil katliamların sıkça yapıldığı, internet üzerinden kısa bir araştırmayla öğrenebiliriz.
Biraz daha gerilere gidersek, 12 Eylül diktatörlüğü öncesindeki 70’li-80’li yıllarında da benzer katliamların yapıldığını görürüz. Alevi – Suni dengesinin bulunduğu Maraş, Çorum, Sivas, Elazığ gibi illerde bu tür katliamların yapıldığını, benim yaşlarında olanlar bilirler. Yani bu katliamların canlı tanığı sayılırlar.
Peki, bu güne kadar yapılan bu katliamları neden engelleyemiyoruz? Bu kadar baskı ve katliamlara rağmen, neden ortak bir siyasi duruş gösteremiyoruz? Gomanweb yazarlarından Pirim Sayın Süleyman Doğan bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Kürt artı Kızılbaş artı komünist isen (o zaman iktidar elden gidiyor düzen değişiyor) felaketsin.. Ondandır ki yıllardır bu kesimlerin ortak bir cephe kurması, birlikte mücadele etmesi devletin en büyük korkusudur. Bu birlikteliklerini engellemek için Bölük pörçük bir yerlerde durmaları egemen güçleri hep memnun etmiştir.” (Süleyman Doğan-11.02.2008 / Gomanweb). Pirim’in bu tespiti, soruların cevabı niteliğindedir. Sevgili Pirim’in bu tespitine katılmamak mümkün mü? Bence çok yerinde bir tespit yapmıştır.
“Kurtuluş yok tek başına, ya hepimiz, ya hiç birimiz”. “Gelin canlar bir olalım, İri olalım, diri olalım” Bu slogan ve özdeyişler çerçevesinde demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha da yükseltebiliriz.
Bu güne kadar ortak bir siyasi duruş sağlarız diye hep umut etmekteyim. “Umut fakirin ekmeğidir” derler ya, ya da Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması gibi “Ya tutarsa”. Benimki de o hesap işte. Kim bilir? Belki bir gün tutar.
01.07.2009
Mustafa Elveren
E-POSTA: mustafaelveren@gmail.com
WEB: www.gomanweb.com
1 Temmuz 2009 Çarşamba
2 TEMMUZ AYNASI
Mihrac Ural
2 Temmuz 2009
Acı çekmeyi erdem saymak zalime ve zulmüne ortak olmaktır. Aleviler bu çöküşün bu bataklığın tam ortasındadır.
Katilleri başka yerde aramayın. Gerçek katil siz Alevilersiniz. Siz ektiniz siz biçiyorsunuz. Başkasını suçlayarak korunmaya çalışmayın. Gerçekle, tarihle cesurca yüzleşmediniz, bari ebede kadar susun da daha çok batmayınız. Bu halleri pür meallerinizle, daha birçok 2 Temmuz’a kapı aralarsınız, fırsat tanır yakılıp yıkılırsınız. O gün bu gün yüzlerce Kerbela’yı üreten siz oldukça, bu makus kader de peşinizde kalacaktır.
Bu tarihi böyle tamamlayamazsınız. Başınıza örülen bu cehennem denklemlerini böyle aşamazsınız. Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak, siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz artık bunu anlayın.
Sen kendini Alevi sayan sen, evet evet sen.
Koş ayanın karşısına geç, o duyarsız suratın okkalı iki şamar indir.
Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun.
Kendi tarihinle cesurca yüzleş, benliğinle hesaplaş.
Ayna bul okkalı iki şamar indir şu duyarsız suratına kendine gel
***
Ne bir söylev ne de bir anma, ne toplantı, yürüyüş, miting ne de kuru gürültü. Sivas’ta Madımak otelinde yakılanların anısını anlamlı kılabilir. 2 Temmuz 1993 katliamı, öncekiler gibi, Kerbela gibi bitip tükenmeden dayatılan, yutulup sessizce hazmedilen aynı acılarının tekrarı oldu.
Tarihin tekerrürü gibi, her kıyım, yıkım ve yakılışa karşı, bir tiyatro mizansenini hatırlatan, sessiz ve sitemsiz, teslim olmuş ve boyun eğmiş bir Alevi duruşu sergileniyor. Bu durus onurlu değil abestir.
Acı çekmeyi erdem saymak zalime ve zulmüne ortak olmaktır. Aleviler bu çöküşün bu bataklığın tam ortasındadır. Alınlarına yapışmış makus bir kader gibi tarihler boyun tekrar ede duran bu teslimiyet, kendi inancına bir ihanettir; tutarsızlık, kimliksizlik ve dayatmalar karşısında çırılçıplak kalmayı kabullenmektir. Kerbela’dan bu yana aynıyla devam eden bu amansız illet Alevilerin en büyük düşmanı, acılarının kaynağı, itilmişliklerinin, horlanmalarının günahıdır. “Günahsız olan öne çıksın”
2 Temmuz günü onurunu korumak isteyen her Alevi, bu makus tarihine artık yeter demelidir. Her defasında bir kez daha kendini küçülten, değersizleştiren kuru gürültüler yerine, kendi vicdanıyla, kendi teslimiyeti ve boyun eğişiyle yüz yüze gelmek için ayna karşısına geçsin.
Ne Sivas’ta madımak otelinin önünde ne de ülkenin herhangi bir yerinde, artık komedileşen boş haykırışlarla kendini aldatmaktan öteye geçmeyen aldanmalara ortak olmasın. Öncelikle aynanın karşısına geçsin.
İnsanlık vicdanına saplanmış hançer gibi duran 2 Temmuz gününü Muhasebe Bayramı olarak “ayna günü” ilan etsin. Kendiyle benliğiyle karşılaşsın.
“Tarih, tarih” diye de haykırsın. “Tarih, sen konuş” desin. “Acıyı erdem saydım, boyun eğdim. Her bir kesitinde doğrandım, yakılıp, yıkıldım, camide namaz kılarken hançerlendim, Kerbela’da kılıçla aç susuz doğrandım, darağaçlarında kuru bir yaprak gibi sallandım” diye de feryat etsin. Bir daha, bir kez daha aynaya baksın ve var gücüyle o aymaz suratına iki okkalı şamar aşk etsin. Kendine gelmiyorsa bir kez daha, arak arkaya şamarları suratına yapıştırsın.
Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun. Her bir Alevi, komşusundan şamar sesinin onayını alsın. Kendine lanet etsin, sissizliğine, onurunun ayaklar altına alınışına, en aydınlarının tarihler boyu koyun gibi doğranışı karşısındaki teslimiyetine lanet etsin.
Her Alevi, tarih karşısında ve toplumsal vicdanı karşısında tarihten bu yana ortak olduğu cürümün bedelini nasıl ödeyeceğini düşünsün. Korkaklığını, katledildiği yerden ıslık çalarak geçme onursuzluğuyla dile getiren çapsızlığını algılasın. Sırtında taşıdığı sahte Alevi donunu atsın, ölçüsüne uygun başka don bulsun. Katillerinin akıllarına kul-köle olsun, ayakları altına her katliamda yaptığı gibi boyun eğişiyle kırmızı halı sersin. Ehlibeyt yolunda tutarsızlık yerine, tutarlı olsun öyle olsun. Kimlik sahibi olsun. Cami avlusunda musalla taşında hakkın rahmetini arasın. Ben Aleviyim demesin…
Boşuna “1400 yıldır ağlıyorsunuz da ne oldu ?” denmiyor…
Bu gün 2 Temmuz, herkes aynı kahramanlığı terennüm edecek. Slogan atacak, haykıracak. “yolları yürüyerek aşınmaz” diyen akılları onaylayacak. Bu feryadı Figan, ayna karşısında suratına okkalı şamarlar indirip vicdan muhasebesi yapamayan Alevi için, birer timsah gözyaşından ibaret kalacaktır. Ağlayın, ağlatın sizden istenen budur. Gözyaşlarınız sel olsun, acıların insanı olun. Size yakışan bu. Bu donda geldiniz bu donda yakılacaksınız. Kerbela’nın hangi evladı olduğunuzu sanıyorsunuz. Siz Alevilerin vicdansızları, ölüme boyun eğen, sırtına zincirler vurarak hıçkırıp ağlayan, direnmeyi değil gözyaşını marifet sayanlardansınız. Bu bela bu akıllarınıza az bile. Sizler Küfe halkının torunlarısınız, misafir diye davet ettiniz gözünüzün önünde katledildiler, timsah gözyaşları dökmekten başka bir şey yapmadınız. 1400 yıldır aynı günahın izindesiniz…
Bırakın artık bu madrabazca oynanan, müptezel oyunu. Terk edin artık, kendinizi gülünç hale sokan aldanmaları.
Katilleri başka yerde aramayın. Gerçek katil siz Alevilersiniz. Siz ektiniz siz biçiyorsunuz. Başkasını suçlayarak korunmaya çalışmayın. Gerçekle, tarihle cesurca yüzleşmediniz, bari ebede kadar susun da daha çok batmayınız. Bu halleri pür meallerinizle, daha birçok 2 Temmuz’a kapı aralarsınız, fırsat tanır yakılıp yıkılırsınız. O gün bu gün yüzlerce Kerbela’yı üreten siz oldukça, bu makus kader de peşinizde kalacaktır.
Bu tarihi böyle tamamlayamazsınız. Başınıza örülen bu cehennem denklemlerini böyle aşamazsınız. Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak, siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz artık bunu anlayın.
Oysa yolunuz hak yolu, insanlığın onurlu yoludur. Bu yol boyun eğmeyenlerin, direnerek yaşamı, boyun eğerek ölüme tercih edenlerin yoludur. Tarihin derinliklerinden, özümsenerek gelen birikimlerin, insanlık düşün mirasının özgün yoludur yolunuz. Bu yol, Akıl süzgecinden geçmeyeni şeriat yapmamıştır, insanı davasının merkezine koymuştur, evrimcidir, gelişmeyi özümsemiştir ve buna açıktır; ilkelliğe takılı değildir. Dinlerin kutsal metinlerini, uhrevi erdemsel karalar saymış, inanmış ama dünyevi kural olma dayatmasına geçit vermemiştir; dünyayı maddi kurallarıyla yaratanın verdiği akılla yönetmeyi, hakka saygı olarak bilmiştir. Mesajı ne yerel ne de etniktir, insanla başlayan insanla biten bir evrensel adalet yoludur. Alevileri insanlıkla ilgili kılan bu yoldur.
Yıkılıp giden imparatorluklara, devletlere, ülkelere, bin bir çeşidiyle ideolojik medreselere karşın ayakları üzerinde dik durup, sürekliliğini koruyan bir öğreti olarak Alevilik bu temel üzerinde yükselip durmuştur. Başka yerde aramayın direnme hayat kalmanın tek yoludur buna elverişli iseniz ayakta kalabilirsiniz değilse kırılıp gidersiniz. Gerçeğinize dönün, güçlü olduğunuzu göreceksiniz.
İki büyük eylem yaptınız bir milyon Aleviyle Ankara’da yürüdünüz, Maraş katliamı anısına Adana’da yürüdünüz. Yeri göğü inlettiniz. Biraz daha silkeleyin güçlü olduğunuzu direnerek yaşayıp haklarınızı alacağınızı öğrenmekte geç kalmayacaksınız.
Dünden bu güne Aleviliğin makus kaderini yaratan Alevi, gerçek Alevi değildir. Olamaz da. Bu gidiş son bulmalı. Ölümü reddeden yaşamı talep eden bir Alevi karakteri gerek, özü yaşama bağlı olan bunun için direnen bir Alevi tarzı gerek. Alevi “ben ölmeyeceğim, yakılıp yıkılmayacağım, bana bu canı veren alır, ama hiçbir kul buna cüret edemez” diyebilendir.
Bunun için özgünce ve özgürce örgütlenmelidir. Tarihler boyu başına gelen felaketlerin tekrar edeceği öngörüsüyle, kendini koruma önlemleri alınmalıdır. Gasp edilmiş haklarını almak kadar, dayatılacak ölüme karşı yeri göğü birbirine katacak bir direnme hattı oluşturmalıdır. İnsanlık adına, önce insan yaşamını savunmak durumunda olmalıdır.
Bangladeş’te ekmek fiyatı arttı diye, yer yerinden oynadı, bizde 37 can yakıldı ses çıkmadı, bu denge insanlık adına yüz karasıdır.
Bunun öncelikli adımı, Alevilerin egemenlerle, devletleriyle ve her türden hükümranlık araçları arasında büyük bir fay hattı oluşturmalıdır. Kimliğine sahip çıkmalı, açık net tutumlarıyla sorumlu olduğu ortaya koyarak kendini ifade etmelidir. Bunun bedelini ödemekten çekinmemelidir. Başarı için ödenmeyen bedel, teslimiyetin ödülü olarak fazlasıyla ödendiği bilinmelidir.
2 Temmuzların bir kez daha dayatılmaması için, Kerbelaların bir kez daha tekrar etmemesi için önce bir ayna bulmalı. Okkalı cinsten iki şamarı suratımıza indirmeliyiz diyorum, gerisi gelecektir.
Aynaya bakıp iki şamarı suratına vurmayan Alevi 2 Temmuzu anma etkinliklerinde yer alma hakkını kullanmasın. Sözlerim alınanlaradır. Alınmayanlar, ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini zaten biliyorlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)