Önceki makalem “Lozan Tartışmaları ve Farklı gerçekler”, Baskın Oran hoca ile Kemal Burkay arasında geçen Lozan tartışmalarına bir katkıydı. Makalemi arkadaşlar Baskın hocaya iletmişler. Yazıda soruyordum ya Arapların durumu ne olacak? diye. Hoca teşekkür etikten sonra şu satırları iletti.
(yazımda, "İster Kürtçe, ister paşa keyfi isterse Japonca." demiştim. Demek ki eklemek lazımmış: İsterse de Arapça.) (Tarih: 07 Temmuz 2008 Pazartesi 16:25, ileti gönderimi)
Bende Baskın hocaya bu duyarlılığından dolayı teşekkür ediyorum. Ortak ülkemizde bu türden aydınların olması, geleceğe adına umutlu olmamızı gerektirecek çok şeyin olduğunu inancını pekiştirmektedir.
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
8 Temmuz 2008
Baskın Oran hoca bu ara yoğun olarak Lozan didikliyor. Son makalesi “İmroz ve Bozca ada Vitrini” ilkel akıllara ziyan gerçekleri bir tokat gibi savuruyor. Lozan anlaşmasının 14. maddesini hatırlatıyor, oradaki “özel yönetim”e vurgu yapıyor. Baskın Oran hoca haklı. Lozan anlaşmasının Türkiye Cumhuriyeti için taşıdığı anlamı biliyor.
Lozan kurucu bir uluslararası anlaşmadır. Lozan için Atatürk’ten İnönü’ye kadar herkesin açıklamaları ve meclis kararları bu yöndedir. Atatürk Lozan için “Bu muahadename, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muahadenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidamını (çöküşünü bn.) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nemasbuk (örneği olmayan bn.) bir siyasi zafer eseridir.” (M. Kemal Atatürk 1927) demiştir. Yıllar sonra da Başbakan Şükrü Saraçoğlu; “Lozan muahedesi… Türkiye devletinin toprak ve hak bütünlüğünü ve tamlığını, harbi kazanan devletler başta olmak üzere bütün milletler alemine tanıttıran ve tasdik ettiren siyasi zaferin şanlı ve şerefli vesikasıdır.” ( Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 07.07.1943, Ali Naci Karacan’ın LOZAN kitabına önsüz). Bu anlaşma Türkiye Cumhuriyetinin Kabe’sidir. Ama kimsenin yönü bu Kabe’ye dönmüş gibi durmuyor. Lozan anlaşmasını ismi bilinen, içeriği hiç bilinmeyen ve yaşatılmayan bir anlaşma haline dönüştüren egemen ilkel akıl sistematiğinin öğütücü çarkları, ülkeyi artan sancılara sürüklemekte hala engelsiz gibi çalışıyor.
Bu anlamda bir Türk aydını olarak Baskın hocanın ortaya koyduğu bu çaba gerçekten takdirle izlenip desteklenmelidir. Yeni yazısında adlardaki statü ve Rumların haklarıyla ilgili önemli bilgiler aktarmaktadır. Uzun yıllar Lozan anlaşması ve azınlık hakları üzerindeki çalışmalarımla doğal bir kesişme içinde olan bu açıklamalara destek vermeyi ülkemdeki yaşamın barış ve güvenliği için gerekli olan özgürlük ve demokrasi mücadelesine bir katkı olarak görüyorum.
Diğer taraftan önümüzdeki dönem bu tartışma sürecine Hatay davasının da katılacağı düşüncesindeyim. Zira Lozan anlaşması bir yanıyla içindeki azınlık hakları kadar dışındaki olguların Türkiye Cumhuriyeti sınırları çizilirken belirlenen temel konumu açısından da bir müracaat kaynağı olmaya devam etmektedir. Hatay davası, Hatay Arapları konusu kadar, Türkiye vatandaşı Arap ulusal kökenli milyonlarca insanı da ilgilendiren yanıyla Lozan anlaşması bir ilgi ve bir mihver olmaya devam edecektir.
Makalemin ana konusu olan Hatay ve Lozan üzerinde görüşlerimden önce, Baskın hocaya bir sorumuz olacak. O da şudur, Kürtlerden sonra ikinci en büyük etnik ulusal topluluk olarak Araplarla ilgili olarak, Lozan anlaşmasına dayanarak bir açıklama ve yönlendirmeyle ilgilenip ilgilenmediğini soracağım.
Bu soruyu Baskın Hocanın aydın kimliğine büyük bir güvenle gündeme getireceğim. Kaygım o ki, ağlamayan çocuğa mama verilmez diye, Arapların da, Kürtler gibi ölümlere yıkımlara vuruşmalara yönelerek mi bu hakları hatırlanacak ya da Rumlar Ermeniler ve diğer azınlıkların doğal ve haklı inançsal Avrupai bağlarının bastırmasıyla mı ortaya konacaktır. Bunlara zorlanmak istemeyen Arapların haklarını Türk aydını hatta bu gün itibariyle Kürt aydınları ve diğer azınlık aydınları dile getirme çabası içinde olacaklar mıdır. Bir Arap devrimcisi olarak bu satırların yazarı, Türk ulusu ve halkı için, Kürt ulusu ve halkı için olduğu kadar tüm azınlıkların haklarıyla ilgili makale ve yazı kaleme almış, bu hakları savunup durmuştur. Bu duyarlılığı diğer aydınların da gösterebileceklerine inançla sorumu burada noktalıyorum.
LOZAN VE AZINLIK HAKLARI
Lozan anlaşmasındaki azınlıklar sorununa bu yoğun ilginin başlangıcında Kürt sorunu olduğu açıktır. Kürtler büyük acılar çekerek, hakları için özgürlük mücadelesi yolunda yürüdüler. Önemli mesafeler de kat ettiler. Küllerinden yeniden doğmak gibi bir süreç yaşadılar. Bu gelişmelerin sarsıntıları tüm yetersizliklerine karşı belli bir aydın kesimi bireysel bazda da olsa harekete geçirdi: beklenen de buydu. Egemen ulus aydınlarının görevlerini hatırlatan binlerce gelişme içinde sonuçsuz beklentilere rağmen tek tük örneklerin belirmesi önemliydi. Baskın Oran’ın çabaları bu kapsamdadır. Buradan Lozan tüm yanlarıyla ele alınma sürecine girdi. Belki bu davranış resmi tarihin kabul sınırlarında ve ötesinde Cumhuriyetin kuruluş Kıblesi olarak görülen Lozan anlaşmasından başlamak, toplum psikolojisi açısından gerekli bir tercihti.
İncelemeler unutulmuş hakların güncellenmesi anlamına geliyordu. Ancak bu haklar bu gün medyatik ortamda dile gelen azınlıklarla sınırlı değildi. Bu ülkede büyüklüğün sayısal olarak ifade edildiği koşulda, üç büyük ulusal topluluktan söz edilebilir. Bunlar Türkler, Kürtler ve Araplardır. Milyonlarla ifade edilen etnik topluluklar bunlardır.
Osmanlının I. Paylaşım savaşından yenilgiyle çıktığı ve çözülüp dağıldığı bir kesitte ortaya çıkan anlaşma, protokol ve bağıtlarla belirlenen sınırlarda Toros dağlarının tüm güney yamaçları ve düzlükler Arap etnik topluluğun yaşam alanları olarak ayrılmış, belirlenmiş ve Suriye’ye bırakılmıştır: Suriye ise Fransız mandası altında bir ülke konumundadır. Bu sınırların bu gün taşıdığı anlam üzerine söylenecek çok şey vardır, ancak konumuz bu değil. Lakin bu ayrımların dile getirdiği bir gerçek olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bu kuşakta yaşayan Arap ulusal topluluğu bu gün Türkiye Cumhuriyeti denilen devletin hükmü altındadır ve ulusal kimlik haklarından, dil ve buna bağlı kültürel tüm haklarından yoksun olmaya mahkum edilmişlerdir. Ermeni, Rum gibi ülkenin batı taraflarında yaşamını sürdüren azınlıklara göre, “Müslüman olmanın azınlık olmayacağı çoğunluğun bir parçası olarak “ aldatıldığı bir söylem altında ayrıca böylesi haklarını tespit ettirememişlerdir. Ancak bu Lozan Anlaşması 39/4’te yer alan hakları kullanma önünde bir engel olmadığı gibi, önemli bir avantaj ve ülkenin özgürlük ve demokrasi mücadelesine bir katkı olarak değerlendirilebilecek çaptadır.
Lozan anlaşmasının içerdikleriyle Arapların hakları, kültürel bazda diğer azınlık haklarından az değildir; dillerini serbestçe her alanda, mahkemelerde bile kullanma hakları bulunmaktadır 39/4 bunu açıkça belirlemiştir. Lozan anlaşması bununla yetinmemiş, KESİM III AZINLIKLARIN KORUNMASI başlığı altında yer alan maddelerin ilki olan 37. madde ise, bu haklara çok önemli bir koruma getirmiştir.
“Madde 37- Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanınmasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder”.
Arapların, Cumhuriyetin kurucu uluslararası anlaşmasında var olan bu haklarını talep edip, kendilerini bu açıdan da ifade etmeleri beklenen bir gelişmedir: Türkiye siyasal ortamının bu gerçekleri, içereceği ve bunun karşısında alınacak tutumlarla herkesin sınanacağı açıktır.
Kendi özgün kimlikleriyle bu sürecin bir parçası olarak yer almanın yolu da buradan geçecektir. Ülkemizin demokratik gelişme kanallarının büyütülmesinin de bu katılımlara bağlı olduğu açıktır. Ancak sorunun diğer yanında yani Arap ulusal kimlik hakları yanı sıra Hatay Davası olarak kendini “ayrı varlık” ölçeklerinde tanımlayan bir sorun daha bulunmaktadır. Hatay davası bir ulusal kimlik davası ve halkın kendi kaderini özgürce belirleme davası olarak bir siyasal konumlanışa sahiptir. Bunu algılamak için uzağa gitmeye gerek yoktur. Lozan anlaşmasının içerdiği haklar kadar, dışında tutuğu var oluş haklarının kavranması yeterlid
LOZAN VE HATAY
Lozan anlaşmasında Hatay Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yer almamıştır. Almaması doğaldır. İskenderun sancağı ve Antakya sancağı bir Arap toprağıdır. Ulusal, tarihsel dokusu, mutlak çoğunluğuyla Arap’tır. I. Paylaşım savaşı ardından gelen Lozan ve öncesi anlaşmalarda Hatay’ın dışta tutulmasının anlamı da budur. 5 milyon km² alanı hükmü altında işgalleriyle tutan bir imparatorluğun yıkılması ardından, taşların yerine oturması ve ulusal toprakların sahiplerine dönmesi, bir denge yönelişidir. Bu dengeler bir savaş sonucu oturma eğilimi gösterirken bir sonraki savaşın çıkar dengeleri içinde dengesizleşmesi gerçekte bu güne kadar bölgemizde sorun halinde duran kapanmamış dünya savaşı dosyalarının sık sık açılmasına neden olmaktadır.
Lozan’da Hatay’ın Suriye topraklarında kalkmasının mantıki ve hukuki yanı, daha sonra yapılacak iki halk oylamasının gösterdiği sonuçlarlarda kesindir. 14-15 Mayıs 1936 seçimleri ve 15 Nisan 1938 seçimlerinin sonucu Arapların mutlak çoğunluğunu yansıtan birer halk oylaması olması bunu göstermeye yeterlidir ( 22 Temmuzda bir daha yenileceği belirtilen seçimler bir daha hiç yapılmamıştır, Milletler Cemiyeti (MC) seçim komisyonu verilerine göre %49,98’i Türk, %50,02’si Arap olarak belirlenen seçmenler temsilcilerini seçerken kimi etnik, kimi inançsal verilere dayandırılarak Arap potansiyel 4’lü bölünmeye uğratılmıştır. Bu yanıyla üçüncü seçim hiçbir zaman olmamıştır. Ayrı Varlık statüsü olarak Hatay Devleti de, 23 Haziran 1939 Bağıtı ve 5 Temmuzda 1939’da Albay Şükrü Kanatlı komutasında askerleri girişimiyle işgal ve ilhak edilmiştir).
Arap Liva İskenderun ve Antakya sancağı’nın idari olarak, yüzyıllardır Halep’e bağlı olması ve bu merkezin hukuki statüsüyle birlikte mütalaa edilmesi de bunu ifade etmektedir. Nitekim Mondros Mütarekesinden sonra, Lozan’a kadar uzanan bir dizi uluslararası konferans, mütareke, anlaşma, bağıt tekrardan bu gerçeği teyit etmiş, bunun tartışılmasını bile gerekli görmemiştir; Nöyyi Anlaşması (San Remo) (19 Nisan 1920), Sevr anlaşması (10 Ağustos 1920), Londra konferansı (27 Şubat 1921), Ankara Anlaşması (20 Ekim 1921), Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922). Ve sonuçta Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti güney sınırlarını tespit etmiş ve Hatay’ı içine almamıştır.
Liva İskenderun ve Antakya sancağı, kendi ulusal topraklarının bir parçası olarak, anavatanları Suriye’de kalmıştır. Ancak Suriye o kesitte (Nöyyi) San Remo Anlaşması gereğince Fransız mandaterliği altındaydı. Ve kendi toprakları üzerinde hüküm süren özgür ne bir devleti ne de hükümeti vardı. Fransız işgal kuvvetlerinin kuklası Suriye hükümetleri ise, mandaterlik yasasının 4. maddesinde belirtilmiş olan mandater devletin korunması altındaki ülke topraklarının kimseye verilemeyeceği, kiralanmayacağı hükmünden doğan haklarını korumaktan acizdiler.
LOZAN YOLUNDA ANKARA ANLAŞMASI
Mondros mütarekesiyle Osmanlı süreci sona ermiştir (30 Ekim1918). Osmanlı paşası olarak Mustafa Kemal paşanın, adından başka bir şey kalmamış Yıldırım Orduları Komutanı olarak, İstanbul’a karşı (Ahmet İzzet Paşa hükümetiyle) kimi telegraf direnmeleri bir sonuç getirmemiştir. Mustafa Kemalin, Musul’da 6. ordunun başına gelen çöküşün, İskenderun limanının İngilizlere teslimiyle Anadolu’nun güvenliğinin çökeceği üzerine yaptığı beyhude uyarılar, İngilizler İskenderun körfezini kullanırlarsa silahla karşı dururuz tepkileri kuru bir gürültü olarak gelip geçmiştir; İngilizler ardından Fransızlar gelip yerleşmiş İskenderun ve Antakya sancağı işgal kuvvetlerinin eline düşmüştür. Ama Atatürk’ün aklından, İskenderun’un Anadolu güvenliği için taşıdığı önem hiç çıkmamıştır.
Atatürk Osmanlıdan farklı bir yaşam planıyla kurguladığını iddia ettiği Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, Hatay’ın Misak-ı Milli (milli ant) sınırlarında yer almamasını, bu sürecin hiçbir uluslararası görüşme ve anlaşmasında önemsememiştir. Tersine, savaşın galipleri arasında birincil önemde yer alan Fransızlarla ilk anlaşmayı yaparak Güney sınırlarındaki savaş halini sona erdirme yönünde çok tavizkar bir politikayla anlaşmalara yönelmiştir.
Dışişleri makamında Yusuf Kemal’in, Fransa Cumhuriyeti, eski bakanlarından Franklen-Buyyon (Henry Franklin-Bouillon)’la karşılıklı yazışma, sözleşme ve imzalanan tutanaklarda bu süreç tüm yönleriyle kendini göstermiştir. (Türk-Fransız ittilafnamesi Ankara 20 Ekim 1921 de 10. maddede yer alan ve aynı gün karşılıklı tutanak ve mektuplarda dile gelen ekonomik tavizlerle ilgili yazışma ve tutanaklar bunu tüm yönleriyle ortaya koymuştur. Bkz; Reha Parla LOZAN-MONTRÖ s:139- 146, T.C. Dışişleri Bakanlığı 2.9.1985 tarih ve 100004/7835 sayı izinleriyle bastırılmış kitap).
20 Ekim 1921 Ankara anlaşması bunun tecellisidir.
Bu anlaşama üzerine Atatürk Nutuk’ta, “ Ankara anlaşması ile ulusal isteklerimizi ilk kez, batılı düşman devletlerden birisi kabul ederek onaylamış oldu. Bu durum, kurtuluş tarihimizde önemli bir gelişme olarak değerlendirildi.” (M.K. Atatürk, Nutuk s:83, Ahmet Köklügiller’in hazırladığı derleme, Milliyet yayınları) İnönü ise; “ Fransa ile 1921 Ekimi’nde Ankara’da bir anlaşma yapmıştık. Bu anlaşma ile Suriye hudutlarını tespit etmiş ve aramızdaki muharebeyi kesmiştik.” der. (İsmet İnönü hatıraları Lozan Anlaşması I. s:65 Cumhuriyet yayınları)
I.Dünya savaşı bitmiş ancak galip devletler orta doğudaki sorunlarını bir türlü yerli yerine oturtamamıştı. Bir dizi konferans ve anlaşma, ikili bağıtlar ve anlaşmalar bütünsel bir oturmuşluk getirmemişti. Lozan’ın esamisi bile yoktu. Venedik’te bir konferans yapılacağı söylentileri çok sonraları gündeme gelecek ve geldiği gibi yok olacaktı. Böylesi bir ortamda Fransız Hariciyesinin derin tarihi tecrübe ve sezileriyle yükselen ve kazanma şansı daha çok olan taraflarla erken vuruş anlamına gelecek anlaşmalar bağlama yönünde hızlanıyordu. Fransız bakanın kurtuluş savaşı sırasında cepheden cepheye dolaşması bunu gösteriyordu. Fransızlar savaş galibi güçler arasında daha pratik ve pragmatik bir ulustu. Sorunlu bölgelerin meydanlarından topladıkları gözlemleri sınayıp siyasal tutumlarını netleştiriyorlardı. Nitekim bunu yaparken önemli ekonomik kazanımlar elde etmeyi ihmal etmiyorlardı. Her şey birbirine bağlı gelişen bu süreçte Ankara Anlaşması taraflara önemli bir rahatlama getirmiştir. Madde 10’da dile gelen “TBMM Hükümeti Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat Demir yolu parçası imtiyazının ve Adana vilayetinde kurulmuş bulunan şubelerin imtiyazı ile birlikte imtiyazlara bağlı ve özellikle işletmeye ve taşımacılık ticaretine ilişkin bütün haklar, izinler ve menfaatlerle birlikte Fransız Hükümetinin göstereceği bir Fransız gurubuna devredilmesini kabul eder.” Hükümler bu anlaşmanın diğer yüzünü anlatması açısından önemlidir. Bu anlaşmanın gününde mektup alış verişleri de bir dizidir ve tümü, anlaşmanın bir parçası olarak imtiyaz ve hakların kazanımı çevresinde dönmüştür.
ANKARA ANLAŞMASI 8. MADDE
Tarihte her anlaşmanın belli bir kararlılık dayanakları vardır. Bu anlaşma da belli dayanaklara sahipti. Her şeyden önce toprağa ayağı basan ordular vardı ve savaşın yıpratıcı etkisi altında, işgal toprakları yönetme sorunu vardı. Avrupa’da bitip tükenmeyen sorunlar ve savaş sonucunun haksız dengeleri hüküm sürüyordu. Derin yarıklar oluşmuş dünyaya bu ölçüde güç yaymanın sıkıntıları, ayrıntılarda takılmadan toparlayıcı etkinlikler göstermeyi gerektirmiştir. Bu aynıyla daha çok TBMM hükümeti içinde geçerliydi. Nitekim Ankara anlaşması için gerekli ve yeterli kararlık dinamikleri buradan beslendi. 3. maddede, anlaşmanın ardından 2 ay içerisinde Türk ve Fransız ordularının 8. maddede belirlenen sınırların gerisine çekilmesi hükmü bunu ifade ediyordu.
Ankara Anlaşması 8. maddesi, II. Dünya savaşı arifesine kadar sürecek kararlılığıyla Türkiye’nin güney sınırlarını, Hatay ‘ı toprakları dışında tutarak şu şekilde belirliyordu.
“Madde 8.
3. maddede sözü edilen sınır çizgisi aşağıdaki gibi belirtilmiştir: Sınır çizgisi, İskenderun Körfezi üzerinde Payas mevkiinin hemen güneyinden olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından Meydanı Ekbeze doğru gidecektir. (Tren istasyonu ve bu mevki Suriye’de kalacaktır.) Sınır çizgisi oradan Marsuva mevkiini Suriye’ye ve Karnaba mevkii ile Kilis şehrini Türkiye’ye bırakmak üzere güneydoğuya doğru kıvrılacaktır. Oradan Çobanbey istasyonunda demiryoluyla birleşecektir. Bundan sonra Bağdat demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybin’e kadar Türk toprağı üzerinde kalacaktır. Oradan Nusaybin ile Cezirei İbni Ömer arasındaki eski yolu izleyerek Cezirei İbni Ömer’de Dicle’ye ulaşacaktır. Nusaybin ve Cezirei İbni Ömer mevkileriyle yol Türkiye’ye kalacaktır. Bu yoldan yararlanmada her iki ülke ayrı haklara sahip olacaklardır. Çobanbey ile Nusaybin arasındaki demiryolunun istasyon ve mevkifleri demiryolu platformunun parçalarından sayılarak Türkiye’ye kalacaktır.
İşbu itilafnamenin imzasından başlayarak bir ay içinde sözü geçen hattı saptamak üzere tarafların temsilcilerinden kurulu bir komisyon görevlendirilecektir. Bu komisyon aynı süre içinde işe başlayacaktır”
Ankara anlaşması Fransa ile Türkiye arasında bağlanmış bir anlaşmadır. Ancak bu anlaşmanın 8. maddesi, sonra gelen tüm uluslararası anlaşmalarda önemini koruyan bir madde olmuştur. Bu da, Ankara anlaşmasının kararlılığını sağlayan dinamiklerin güçlü olduğuna işaret etmiştir.
20 Ekim 1921 tarihinden sonra Türkiye çok çetin yollardan geçti. Anlaşmalar bağıtlar yaptı. Ancak güney sınırı değişmedi. Ne basında nede resmi ortamda bununla ilgili bir gelişme emaresi yoktu. 11 Ekim 1922 Mudanya mütarekesi ardından 18 Ekimde İstanbul’a giren Türk jandarması yaklaşan doğu barışı için TBMM hükümetine önemli bir moraldi. 26 Ekim 1922’de Ankara’nın hariciye vekili (Dışişleri bakanı) Yusuf Kemal, sağlık nedeniyle istifa ederken ertesi gün 27 Ekim’de toplanan Büyük millet meclisi 150 oyla, garp cephesi komutanı İsmet paşa’yı dışişleri bakanlığına yaklaşan konferansın murahhas üyesi olmak üzere getiriyordu.( Bkz. Ali Naci Karacan, Lozan s:46. Nokta kitap)
Aynı tarihte Britanya, Fransa ve İtalya doğu barışı ve boğazlar sorun için 13 Kasımda ilgili devletleri Lozan’a davet ediyordu. İstanbul hükümetinin de bu konferansa katılma isteğine tutum alan Ankara Hükümeti Türk ulusu adına tek yetkili olarak Lozan’a gitmeyi başarıyordu. 22 Kasım 1922 Salı günü Mont Benon Gazinosunda açılan konferans, çetin bir siyasal diploması savaşı olarak ve önemli bir kesintiyle Temmuz 1923 yılına kadar devam etti. Baş delege İsmet paşa, delegeler Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur, sabık Maliye Bakanı Hasan Beyler, aralarında Celal Bayar’ında bulunduğu müşavirler, sekreterler, yaverler ve refakatçilerden 50’yi aşkın zevat bulunmaktaydı.
24 Temmuz 1923 tarihinde taraflarca kabul ve imza edilen Lozan anlaşmasının ince ayrıntılarla, detaylarla, çekişme ve tavizlerle geçen, ayların ayları kovaladığı, geceli gündüzlü ağır maratonda, en az tartışılan, konusu tartışılmaya gerek görülmeyen, üzerinde yorum bile yapılmayan, katılımcıların önemli bir kesiminin yazdıkları anılarda dahi sözü edilmeyen Lozan anlaşmasının tek bir maddesi vardı. O da 3. maddenin 1. bendi olan Suriye ile sınırdır.
Lozan Anlaşması 3. maddesi “Akdeniz’den İran sınırına kadar Türkiye’nin sınırları aşağıdaki gibi saptanmıştır: “ diye başlar. Devamında Suriye sınırını belirleyen tek cümlelik kısım gelir “1. Suriye ile: 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız ittilafnamesinin 8.maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır;(1)” denilerek bir dip notla, Ankara anlaşmasının 8. maddesine işaret edilir.
Lozan’ın çetin diplomasisi, ayrıntılara boğulan sinirleri geren etik olmayan davranışları körükleyen çekişmeleri içinde sesiz ve sedasızca tek cümleyle kabul edilen Türkiye’nin güney sınırları, yine Hatay’ı içine almadan belirlenmiş oluyordu.
Lozan bu güne kadar, Türkiye Cumhuriyetinin Kabe’si, kurucu uluslararası anlaşması olarak kabul edilir ama, içerdiği hakların bir çoğu uygulanmaz, azınlık hakları bir ateş hattı olarak göz ardı edilir, bunun için konuşanlar ağır cezalara çarptırılır. İnsanlık için bir utanç tablosu olan anadili konuşma hakkının bile yasaklandığı bu coğrafyada Lozan gibi bir anlaşmanın sumen altı olması, basit bir rakı sofrasında mezeden öte anlama sahip olmaz.
Lozan içerdiği basit hakları bir ateşten gömleğe çevirenlerin Lozan’ın dışında kalan haklara nasıl bir hamakat ve ceberutlukla bakacağını anlatmaya gerek yok sanırım. Hatay böylesi bir akıl sisteminin kovuşturması süreci sonunda işgal ve ilhak edilmiştir.
Lozan anlaşmasından, uluslararası temayüllere aykırı olarak, hukuk dışı, hiçbir yasal dayanağı ve hakkı olmayan, mandaterlik yasalarına pervasızca bir tecavüz şeklinde 23 Haziran 1939 tarihinde yapılan Türk-Fransız anlaşmasıyla Hatay, tarihi köklerinden, ayrı varlık olma gerçeğinden koparılarak ilhak ediliyordu.
LOZANDAN HATAY’IN İLHAKINA
Lozan anlaşmasında Hatay’ın, Türkiye Cumhuriyeti, sınırları içinde yer almaması çok doğal bir sonuçtu. Zira mandater devlet olarak, Fransa, Suriye topraklarının tümünü ya da bir kısmını bir başka devlete vermesini yasaklayan mandaterlik anlaşmasının bağlayıcı hükümleriyle karşı karşıdır. “Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine” başlığı taşıyan makalemde, bu noktaya şu açıklığı getirmiştim:
“Birincisi;1922 Manda yasası (Suriye’nin Fransız mandası altına alındığı milletler cemiyetince onaylanmış olan yasa) 4. madde hükmü gereğince, “Mandaterin Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetimi altına bırakmaz”. Bu açıdan Mandater Fransa, Türkiye’nin Hatay için Israrla istediği özerk ya da bağımsız yapı uluslar arası anlaşmalara aykırı görülerek şiddetle reddedilmiştir. Lozan anlaşması gereğince belirlenmiş olan Türkiye Suriye sınırında ısrar edilmiştir ki, bu anlaşma bu günde tek geçerli uluslar arası anlaşma olarak Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. (Aktaran. Emekli Büyükelçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumunca verilen konferans, ‘Hatay sorunu ve Türk-Fransız siyasal ilişkileri. Ayrıca, Türk Tarih Kurumu üç aylık yayını BELLETEN cilt:XLVII, sa.188, ekim 1983, sayfa:987-8)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyetinin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Anlaşmasında Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Anlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilaf namesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından meydanı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslar arası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102)
Buna göre Hatay’ın, Fransa ile Türkiye arasında yapılan özel anlaşmalarla devlet değiştirmesini tezgahlayan girişim, uluslararası bir onay görmemiş, meşru olmayan bir ilhak olarak gündemde durmaktadır. Türkiye Hariciyesi bu gerçeğin farkında olarak bu sorunun taşıdığı “handikaptan” bahsetmektedir.
İkincisi; II. dünya savaşı hazırlıklarının yapıldığı bir ortamın dar emperyalist çıkar güdüleriyle, Fransızların uluslar arası anlaşmalara ve mandaterlik yasasına aykırı olarak Türkiye’yle ikili anlaşmalar aracılığıyla, önce Hatayı Suriye anavatanı içinde bir “Ayrı varlık” (Entite’ distincte) ilan edip, sonra anayasasıyla birlikte ayrı bir devlete dönüştürerek, komik cinsten bir sayım ve seçmen belirleyip, Arapları mezheplerine göre ayırıp azınlık yaparak oluşturulan Mecliste, ilhak kararı aldırmakla işlenen uluslar arası gasp suçu, Milletler Cemiyeti tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemiştir.
Bu hukuksuz anlaşma (23 Haziran 1939 ilhak anlaşması) ve eklerinin, 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasayla TBMM’ce onaylanması ve genel sekreterliğe iletilmiş olmasına rağmen, Milletler Cemiyeti (MC) 18. Madde gereğince Kütüğe geçirilmiş olması gerekirken ki, uluslar arası bir onay görmesi için bu zorunludur, reddedilmiş ve kütüğe geçirilmemiştir. Bu gerçeğin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Türkiye hariciyesi bu gün dahi pür telaş bu açığın kaygısını taşımaya devam etmekte, “nedenlerinin araştırılması gerekir”diyerek bunu dile getirmektedirler. Bundan da anlaşılması gereken şey, Hatay davası hukuki planda dahi çözülmemiş, sosyal ve ulusal alanda ise hiçbir geçerliliği olmamış bir sorun olarak gündemde durmaktadır. (Bkz. Adı geçen konferans s:102)”
Bir başka makalemde aynı konuyu şu şekilde dile getirmeye çalıştım:
“3 Haziran 1939 tarihli ve 30 Haziran 1939 TBMM onaylı olan anlaşma, o zamanın Milletler Cemiyeti Yasasının 18. Maddesi uyarınca Kütüğe geçirilmemiştir. Bu da, yapılan anlaşmanın uluslar arası hukuk açısından geçersizliğini ifade eder. Anlaşılan o ki, Milletler Cemiyeti bu anlaşmanın hukuk dışı olduğunu görmüş Kütük kayıtlarına geçmesini onaylamamıştır. Bu da Hatay ilhakının gayri meşru olduğunu ve bu durumun bu güne kadar, dava sahibi olma eğilimi gösterecek olan kuşakların itirazına kadar devam etmekte olduğunu gösterir. Tarihi açıdan bu hadise, Hatay’ın sorununun uygun zaman ve zemin içinde bu temel dayanaklara bağlı olarak, halkının istenci çerçevesinde statüsünün tartışmaya açık olduğunu gösterir. Bu konuda Türk diplomasisinin kaygıları da değişik yazılarda sık sık dile gelmiştir.
Eski Büyükelçi İsmail Soysal, Fransız-Türk siyasal ilişkileri üzerine yazdığı makalede, Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin 23 Haziran 1939 tarihli Fransız-Türk anlaşması üzerine, dikkat çekici şu 34’nolu dip notu düşmüştür: “Anlaşma ve ekleri TBMM’ce 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasa ile onaylanmıştır. Türkçe yasal metni için Düstur, Ter. III.c 20, S.1530; bu günkü Türkçe metin içinde de İsmail Soysal’ın aynı kitabına XXXIV Bl. Bkz. Bu Anlaşmanın yapıldığı Genel Sekreterliğe bildirildiğine ve metin de gönderildiğine göre (SDN, Journal Officiel, 1939, S. 356-361) MC yasasının 18. Md. Uyarınca Kütüğe geçirilmiş olması gerekirdi. Ancak MC antlaşmalar dizisinde bu metnin yer almadığına bakılırsa, geçmediği anlaşılıyor. Bunun nedenini araştırmak gerekiyor.” (Agm. S. 102). Bu verileri davacı öğretmenlerimiz edebiyatçı ve tarihçi olarak ta iyi okumaları gerekiyor.
Bu aktarmada dile gelenleri sıralarsak, Hatay sorunuyla ilgili yapılacak her ne türden bir girişim olursa olsun, bu güne kadar aşılmamış olan, uluslar arası hukuka dayanmadan ve bu hukuku aldatarak yapılmış girişimleri göz önüne alması gerekmektedir. Bunu için; uluslar arası onay görmüş olan Lozan anlaşmasında yer alan Türkiye-Suriye sınırlarını bilmesi, 25 Nisan 1925 Sen Remo anlaşmasını ve 1922 milletler cemiyeti onaylı Mandaterlik anlaşması hükümlerini bilmesi, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasını sağlayan Ankara anlaşması dahil, Fransa ve Türkiye arasında yapılan bir dizi anlaşma ve protokolün uluslar arası bir anlam ifade etmesi ve onay görmesi için Cemiyeti Akvam kütüklerine kayıtlı olup olmadığını bilmesi gerekmektedir. Bunları bilmeden, kimin kimden ne aldığını ve ne verdiğini, kimin zalim ve kimin mazlum olduğunu tespit etmek mümkün değildir.
Bu bilgileri ciddi bir şekilde araştırdığı iddiasında olan bu satırların yazarı, ısrarla ve bir daha, dava sahibi bu iki öğretmenin gündeme getirmesi dolaysıyla da tekrar eder ki, Fransa Hatay’ı, Türkiye Cumhuriyeti’ne haksızca ve tüm uluslar arası anlaşmalara aykırı olarak vermiştir. Bu nedenle dava edilmesi gereken gaspçı Fransa ile birlikte Türkiye Cumhuriyetidir.
Bu iki devlet, Kendilerine mülk olmayan toprakları kendi aralarında hukuksuzca alıp vermeleri nedeniyle suçludur. Ciddi bir hukuki dava bu temelde açılır. Bu nedenle 20 yıllık Fransız istilasının hesabı değil, aynı zamanda o günden bu güne devam eden ilhakın da hesabı sorularak, tarihte işlenmiş ve bu güne kadar sürmekte olan haksızlık sona erdirilebilir. Bu haksızlıklar arasında, tarihte eşine eder rastlanır etnik dil katliamı da bulunuyor; Türkiye cumhuriyeti, Anadolu’nun Türkleştirilmesi adına, 4000 yıllık yani, 40 asırlık Türk yurdu söylencesi uğruna, 68 yıldır sürdürdüğü asimilasyon politikasıyla gerçekleştirdiği etnik dil katliamının mağdurları olarak, Arap ulusal topluluğuna zulüm etmiştir. Bu açıdan, böylesi bir tarihi davada mağdur taraf ve davacı olarak Arap ulusal topluluğunun yer alacağını bilmek gerek. Böylesi bir davanın da beklenenden daha erken, tüm dünya kamuoyu gündemine geleceğinin muhkem olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Lozan Anlaşmasından ilhaka olan süreç, ayrıntılarıyla “Hatay davası ve 7. Ordu“ yazımda yer almaktadır. Bu yazı http://mirural.blogspot.com/ da yer almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder