24 Temmuz 2008 Perşembe
"1908 DEVRİMİ"NİN KAYNAKLARI
AYŞE HÜR
‘Devrim’ karşılığında Hint-Avrupa dillerinde kullanılan revolution, revolucion, rivoluzione gibi sözcükler Latince revolvere sözcüğünden türemiştir. ‘Revolvere’ ise, geriye dönmek, dönmek, kendi üzerine yansımak, bir aks üzerinde hareket etmek, bir gök cisminin yörüngesi etrafında dönmesi anlamına gelen bir astronomi terimidir. Copernicus'un İskenderiyeli astronom Ptolemaeus’un dünya merkezli güneş sistemine meydan okuyan ünlü eseri De revolutionibus orbium coelestium’dan (1543) sonra bilim dünyasında yaygınlaşan terim, siyasi anlamını 1642-1653 arasında İngiltere’de, Parlamento ile Kral arasında yaşanan ve I. Charles’ın idamı ile biten mücadeleden sonra kazandı. O zamana dek İngiltere’de yaşanan onlarca iç savaş esas olarak ‘kimin yöneteceği’ konusuna odaklanmışken, ilk kez ülkenin ‘nasıl yönetileceğini’ mesele olmuştu. Ancak bu olay ileriye doğru çizgisel bir hareketten çok düzenin restorasyonunu içeriyordu.
GERİYE DEĞİL İLERİYE . Terimin ‘geriye dönüş’ anlamını yitirmesi Fransız Devrimi ile oldu. 1787'de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799'a kadar süren bu büyük toplumsal altüst oluş Fransa’da ‘ancién regime’i sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. Gerçi, 1792’de Cumhuriyetin ilanından sonraki 75 yıl içinde Fransa cumhuriyet, imparatorluk ve monarşik yönetimler arasında gidip geldi ve taraflar arasındaki hesap ancak 1894-1906 arasında Fransa’yı altüst eden Dreyfus Davası’ndan sonra kapandı ama sonuçta, iktidar feodaliteden burjuvaziye geçti, (her ne kadar evrenselci iddialarla yola çıkıldıysa da) ulus-devlet egemen siyasi yapı haline geldi, laiklik, vatandaşlık gibi kavramlar ortaya çıktı. Bu hafta, 23 Temmuz’da 100. yıldönümünü ‘idrak’ edeceğimiz II. Meşrutiyet’in ilham kaynaklarına ve bazılarının iddia ettiği gibi ‘geç kalmış liberal bir devrim’ mi yoksa ‘devleti kurtarmak için yapılmış radikal bir müdahale’ mi olduğu sorusuna cevap arayacağım.
İLK ÖRGÜTLENMELER . Meşrutiyet 23 Aralık 1876’da ilan edilmiş fakat II. Abdülhamit’in 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı (’93 Harbi’) bahane ederek, 14 Şubat 1878’de Meclis-i meclisi tatil etmesi ve Kanun-ı Esâsî’yi yürürlükten kaldırarak katı bir istibdatta yönelmesi üzerine anayasayı tekrar yürürlüğe koymak için ülke içinde ve dışında yoğun bir siyasi muhalefet hareketi başlamıştı. Abdülhamit’i alaşağı etmeye karar veren Müslüman-Türklerin ilk hücresi, Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümünün kutlandığı 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de kuruldu. İlk adı İttihad-ı Osmanî olan bu gizli cemiyetin hedefi halkın temel hak ve özgürlüklerini gasp eden ‘istibdat’ yönetimini sonlandırmak ve imparatorluğun dağılmasının önüne geçmekti. 1902’de Abdülhamid’e muhalif güçlerin Paris’te gerçekleştirdiği kongreye tüm Osmanlı halklarını temsilen 60-70 kişi katılmış, İngiliz tipi liberalizme yakın duran Prens Sabahattin kongre başkanı seçilmiş, Ermeni Ahoranyan ve Rum Satus ise yardımcılıklara getirilmişti. Ama kongre başarıya ulaşamadı ve Prens Sabahattin’in grubu Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyetçilik Cemiyeti adında bağımsız örgütlenmeye gittiler.
Jön Türklerin ilham kaynakları arasında 1789 Fransız Devrimi’nin önemli bir yeri oldu. Örneğin 1908’in ‘Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet’ şiarı (Jön Türkler buna bir de ‘Adalet’i eklemişlerdi) Fransız Devrimi’nin ‘Liberté, Égalité, Fraternité’ sloganından ödünç alınmıştı. Jön Türkler gerek okudukları okulların pozitivist programlarından, gerekse sürgünde bulundukları sıralarda gözlediklerinden dolayı Fransız Devrimi’ni oldukça iyi tanıyorlardı. Fransız Devrimi’nin en önemli hedefi ‘Aydınlanma’ düşüncesini yaşama geçirmekti. ‘Aydınlanma’ insanoğlunun tüm korkularından ve doğadan akıl yoluyla özgürleşmesini ve böylece yeryüzünü kontrolü altına alabilmesinin kod adıydı. Aslında ‘Aydınlanma’ ile birlikte, daha önce ‘bir önceki duruma geri dönme’ anlamını taşıyan ‘devrim’ kavramı radikal bir dönüşüm geçirmişti. Bundan böyle ‘devrim’ artık ‘eskisi ile aynı olmayan daha ileri bir aşamaya gitmekti’. Bu yeni durumda, insanın ve onun doğuştan sahip olduğu temel hakların büyük önemi vardı. Nitekim 1789 ve 1793 bildirgelerinin temelini bu kavramlar oluşturdu. Ancak 1793-1794 yılları arasında yaşanan ve tarihe ‘Terör Dönemi’ olarak geçen dönemde başvurulan ‘devrimci şiddet’, Aydınlanma felsefesinin temellerine büyük bir darbe vurdu. ‘Jakobenler’ sadece ‘iç düşman’a karşı değil, aynı zamanda dış düşmana karşı da şiddeti tırmandırdılar. Zorunlu askerlik uygulaması bu dönemde başladı ve Fransa’da federalist talepler tırmandığında hükümetin ilk işi İspanya’ya karşı savaş ilan etmek oldu. Böylece bireyin üstünlüğü fikri, ‘millet’ fikri ile karışmaya başladı. Bir süre sonra ‘millet’ siyasi iktidarın ve meşruiyetin kaynağı haline geldi ve içte baskı ve dışarıda egemenlik kurmak, ‘milletin bekası’ sorununa çare olarak sunuldu ve giderek insan hakları kağıt üzerinde kalmaya başladı.
Devrimci ideallerdeki bu dönüşüm Jön Türklere uygundu, ama devrimin ‘geniş halk kitlelerine dayanması’ ve ‘kanlı’ olması fikrini sevmemişlerdi. Çünkü onlara göre halkın işin içine girmesi, Osmanlı İmparatorluğu gibi son derece hassas dengelere dayanan bir yapıda, etnik ve/veya dinsel çatışmalara yol açabilir, böyle bir çatışma merkezi zayıflatabilir, bunu fırsat bilen büyük devletler azınlıkların haklarını koruma bahanesi ile imparatorluğa müdahale edebilirlerdi.
‘HALKSIZ VE KANSIZ’ JAPON DEVRİMİ . Jön Türklerin beğendiği ‘devrim’ çok uzak bir ülkede, Japonya’da 1868’de İmparator Meiji tarafından başlatılan anayasacı reform hareketi idi. Tarihe ‘Meiji Restorasyonu’ diye geçen hareket sayesinde Japonya, 30 yıl gibi kısa bir sürede ordudan sanayiye, bilimden sanata, ekonomiden eğitime, velhasıl hayatın tüm alanlarında büyük bir modernleşme hamlesini gerçekleştirmişti. ‘Aydınlanmış’ ‘milli’ bir liderin önderliğinde gerçekleştirilen bu hareket, geniş halk kitlelerinin katkısı olmaksızın başlamış ve kan dökülmeden sürdürülmüştü. Batılılar tarafından ırksal sınıflandırmanın en altına yerleştirilen sarı ırktan bir halkın bu kadar kısa sürede Batılı anlamda ‘medenileşmesi’ ve ‘ilerlemesi’ Jön Türkleri çok etkilemişti. Jön Türklerin ‘halksız ve kansız’ Japon modeline hayranlığı, 1904’te Japonların toprak talebi ile Rusya’ya savaş ilan etmesi ve 1905’te savaştan galibiyetle ayrılmasıyla pekişecekti. Olay etkileyiciydi, çünkü Japonların yendikleri Ruslar Türklerin kadim düşmanıydı. İkincisi, Japonya aynen Osmanlılar gibi ‘Asyalı’ bir güç idi. Yendiği Rusya ise kendini ‘Avrupalı’ sayıyordu. Üçüncüsü Japonya küçük bir ada ülkesi idi, Rusya ise iki kıtaya yayılmış bir devdi ve güçlü bir ordusu ile güçlü bir donanması vardı. Japon başarısından sonra Jön Türklerin ‘yukarıdan aşağı kansız bir darbe’ fikri güçlendi.
‘HALKLI VE KANLI’ RUS DEVRİMİ . Tam bu sırada Rusya’da yaşananlar Jön Türklere yepyeni bir perspektif kazandırdı. Rusya Osmanlı Devleti’nin tarihsel düşmanı olmakla birlikte, pek çok açıdan Osmanlı Devleti’ne benziyordu. Her ikisi de, eski ve köklü medeniyetlerin üzerine kurulmuştu. Her ikisi de şanlı bir tarihten sonra yenilgiler ve başarısızlıklarla tanışmıştı. Her ikisi de halklarının özgürlük taleplerine kulaklarını tıkayan despot monarklar yüzünden kaosa ve çürümeye mahkum olmuşlardı. Daha önemlisi, iki ülke o kadar yakındı ki, Abdülhamit’in sıkı sansürüne rağmen Duma’da (Parlamento) yapılan tüm konuşmalar anında İstanbul’da yankı buluyordu. Duma’nın Türk kökenli üyelerinin ateşli konuşmaları sayesinde, Jön Türkler arasında sosyalist fikirlere sempati başlamıştı.
Rus halkı ile Romanov Hanedanı arasında iplerin kopmasına Rus-Japon Savaşı’nda yaşanan başarısızlıklar neden oldu. Japonların henüz galibiyetlerini ilan etmedikleri bir zamanda, 9 Ocak 1905’te, Çar’ın istifasını isteyen halka Çar’ın muhafızlarının (Koşaklar/Kazaklar) ateş açması sonucu binlerce kişi öldü, binlercesi yaralandı. Tarihe kanlı ‘Kanlı Pazar’ diye geçen bu olaydan sonra kitlesel şiddet olayları tüm ülkeye yayıldı.‘Devrim’ ancak 19076 Temmuz’unda yenilgiye uğratılabildi. Dağıtılan Devlet Duma’sının üyeleri Finlandiya’nın Vyborg şehrinde toplandılar ve halkı Duma yeniden toplanıncaya kadar devlete vergi vermemeye ve askere gitmemeye çağıran ünlü manifestolarını ilan ettiler. Jön Türklerin yayın organı Şura-yı Ümmet’te Vyborg Manifestosu’nun kelimesi kelimesine yayınlanması, Rus Devrimi’nin ne kadar yakından takip edildiğinin göstergelerinden biriydi. Sonuçta 1905 Devrimi başarısız oldu ama, Jön Türkler bu devrim sayesinde, sendikaları, kitlesel grevleri tanıdılar, halkın vergi vermeyi reddetmesi, halkın saraya ve hükümete delegeler göndererek taleplerde bulunması, teröristlerin üst düzey yetkililere intihar saldırıları düzenlemesi gibi yepyeni yöntemlerle tanıştılar. Çapı ne olursa olsun her türlü halk hareketinin ancak kendini devrime adamış kadrolar ve halka öncülük eden entelektüeller sayesinde başarılı olabileceğini öğrendiler. Ancak Ruslardan asıl henüz olgunlaşmamış bir parlamenter sistemin sürdürülmesinin, ancak parlamento dışı teşkilatlanmalarla mümkün olduğunu öğrendiler. Çünkü, milyonlarca kişilik orduya komutanlık eden Çar’ın kalbine korku düşüren ve onu işçilere ve köylülere taviz vermeye zorlayan, kitlelerin öfkeli patlaması değil, bir avuç teröristin bombalarıydı. O ana kadar entelektüel yanları ağır basan unsurların bile 1906’dan sonra bütün enerjilerini, gizli örgütlenmeye ve ‘fedailere’ hasretmelerinde ve 1908’den sonra da buna devam etmelerinde Rusya tecrübesinin rolü büyüktü.
‘HALKLI VE KANSIZ’ İRAN DEVRİMİ . 1906 Temmuzunda Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde toplanan halk “Adalet istiyoruz; Şah’la dilencinin hukuk önünde eşit olacağı bir millet meclisi istiyoruz” diye haykırıyordu. Sonuçta Şah, taleplere boyun eğdi, Belçika anayasası temelinde bir anayasa hazırlandı. Anayasada toplumsal haklar, serbest basın, bağımsız yargıdan söz ediliyordu.
İran, Jön Türkleri çok ilgilendiriyordu, çünkü İran Osmanlı İmparatorluğu gibi bir ‘İslam ülkesi’ idi ve hemen yanı başındaydı. Öte yandan Jön Türklerin kriterleri açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan ‘daha geri’ bir ülke idi. Yani, Osmanlı Devleti’nden önce ‘anayasal devrim’ yapması Jön Türkler için mahcubiyet vericiydi. Devrimin hem kitlesel hem de kansız olması dikkat çekici başka bir özellikti. Ama daha ilginci, o güne dek ‘gerici’ olarak niteledikleri din adamlarının ‘ilerici’ ve ‘özgürlükçü’ bir rol oynayabileceğini görmüşlerdi. Jön Türkler bu tarihten itibaren ‘ümmet’, ‘şeriat’, ‘şura’ gibi dinsel terimleri daha sık kullanmaya başladılar, daha önce Abdülhamit yandaşlığından ve sessizliğinden dolayı kınadıkları Şeyhülislamı halkı ‘doğru yola’ yöneltmek üzere göreve davet ettiler, din adamlarına ‘Necef tecrübesini inceleme’ tavsiyesinde bulundular. İslamcı retoriği 1909’da (31 Mart Vak’ası sırasında) orduyu harekete geçirirken, 1914’ten itibaren gayrimüslim unsurları ülkeden sürerken de kullandılar.
VERGİ AYAKLANMALARI . Jön Türkleri 1906-1907 arasında Kastamonu, Erzurum ve Bitlis’te yaşanan halk ayaklanmaları da çok etkiledi. Kastamonu’da halk, validen dürüst olmayan bazı yöneticilerin görevden alınmasını talep etmiş, istekleri yerine gelmeyince de on gün süre ile telgrafhaneyi işgal ederek İstanbul’la iletişimi kesmişlerdi. Bunu Erzurum’daki isyan izledi. Vergilerin arttırılmasına kızan halkın gösterisi yöneticilerce yasaklanınca, halk valinin evini kuşattı, vali ancak, birkaç polisin ölmesiyle biten silahlı müdahaleden sonra kurtarılabildi. Esnafın dükkanlarını açmayı reddetmesi ve protestoların devam etmesi üzerine vali görevden alındıktan sonra olaylar yatıştı. Bitlis’te beş bin Müslüman Türk ve Kürt, rüşvet almak ve zimmetine mal geçirmekle suçladıkları valinin evini sardı, vali kaçtı ama isyan ancak, isyanın lideri öldürüldükten sonra bitirilebildi. Bölgede kontrolü sağlamak ancak ordu birlikleri sağlayabildi.
Başlangıçta Jön Türkler önce bu isyanları Kürt ve Ermenilerin ayrılıkçı hareketleri sandılar ancak daha sonra olayların tümüyle baskıcı ve sömürücü devlete yönelik hareketler olduğunu anladılar. Özellikle etnik açıdan son derece hassas bir durumda olan Erzurum’da, Hıristiyan ve Müslüman unsurların birbirine düşmeden, sadece vergi ve yönetimsel haksızlıklara odaklanması onlar için çok öğretici olmuştu. Gerçi olaylardan sonra Ahmet Rıza sadece Kastamonu ve Erzurum’un ‘Müslüman-Türk’ isyancıların başarısını kutlamış ve bazı İttihatçılar benzer isyanları imparatorluğun diğer bölgelerine de yaymayı önerdiğinde, isyanların ‘avami’ yanını görmezden gelmişti ama, lideri kim olursa olsun Jön Türkler, halkın tahammülünün kalmadığını anlamışlar ve Abdülhamit’i devirmek için cesaretleri artmıştı.
HIRİSTİYANLAR KOMİTACILAR . Selanik’teki ‘radikal’ Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Paris’teki ‘entelektüel’ Terakki ve İttihat Cemiyeti, Eylül 1907’de, birleşerek Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti aldı ve örgütte radikallerle entelektüeller arasındaki makas iyice kapandı. Yeni cemiyet Makedonya’daki ayrılıkçı, milliyetçi hareketlerden, özellikle Yunanlılar ve Bulgarlardan, devrime adanmış 10-15 kişilik silahlı köylü gruplarının hayati rolünü öğrendi. Ancak Jön Türkler, işbirliği yaptıkları Makedon VMORO’dan (Dahilî Örgüt)) farklı olarak, Müslüman-Türk köylülerinin örgütlenmesinde ağırlığı, köylülere değil askeri kadrolara verdiler. Öyle ki, 1895'ten beri bu tür örgütlenmeye karşı çıktığı için genç subaylarca ağır eleştirilere uğrayan Ahmed Rıza bile genç Osmanlı subaylara ‘Çete Teşkili Lüzûmuna Dair Mektub’ yazacak hale gelmişti. Özellikle Manastır, Resne, Ohri, Üsküp, Gevgili, Edirne, Kosova, Drama gibi merkezlerde, İkinci ve Üçüncü Ordu’nun kadrolarının yer almadığı tek bir toplantı, tek bir gösteri, tek bir ayaklanma gerçekleşmedi. Cemiyetin fedaileri, 1908 Haziran’ından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirdiler. Onlarca kişiyi ‘cemiyete karşı çıkmak’ veya ‘hafiyelik yapmak’ gibi gerekçelerle öldürdüler. Ama, sadece fedailer değil Cemiyet’in ‘millî taburlar’ ve ‘alaylar’ adını verdiği birlikler ve VMORO sol kanadı çeteleri de askerî ayaklanmayla ilgisi olmayan eylemler gerçekleştirdiler. İttihatçıların bu yöntemi çok sevdikleri 1908 sonrasında gerçekleştirdikleri suikastlardan görüldü.
İTTİHATÇI-TAŞNAK İTTİFAKI . Abdülhamit’in Müslüman-Türk muhalifleri İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde örgütlenirken, Rusya’daki Narodnik (Rusça ‘Halka Doğru’ demek) hareketinden etkilenen Ermeniler ise, 1887’de İsviçre’de kurulan ‘Marksist’ Hınçak (Çan) Cemiyeti (1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı) ile 1890’da Tiflis’te kurulan ‘milliyetçi-sosyalist’ Taşnaksutyun’da (Ermeni Devrimci Federasyonu-EDF) örgütlenmişlerdi.
1894-1896 arasında Doğu Anadolu ve İstanbul’da yaşanan olaylar sırasında yüz bine yakın Ermeni’nin hayatını kaybetmesi üzerine ‘Büyük Devletler’ in Osmanlı Devleti’ne müdahale etmesinden korkan Jön Türkler, Ahmed Rıza ve Dr. Nazım aracılığıyla Hınçak Partisi’ne Doğu bölgelerindeki reform taleplerinden vazgeçmelerini önermişti. Benzer temaslar Tunalı Hilmi Bey aracılığıyla Cenevre’deki Taşnaklar ile yapılmıştı. Aslında Ermeni tarafı geri adım atmak istemiyordu ama, Jön Türklerin İstanbul’daki merkezlerinin, 1897’de Abdülhamit tarafından basılması üzerine geri adım attılar. İki taraf da, tek başına Abdülhamit’i alaşağı edemeyeceğini anlamıştı.
1907 KONGRESİ . 1905’de Abdülhamit’e karşı düzenlenen başarısız suikastı İttihatçıların destekleyip desteklemediği hala açıklığa kavuşmadı ancak 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede, Anadolu’da yaygın bir teşkilatları ve etkinlikleri olmayan İttihatçıların Ermenilerle temasa geçtiklerine dair belgeler var. Jön Türklerin 1902 ve 1907 kongrelerine de katılmayan Hınçak partisi ittifak teklifini geri çevirdi ancak Taşnaklar kabul etti. İttifakın temel hedefleri, mevcut rejimin devrilmesi, meşruti bir yönetim kurulmasıydı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Avusturya sınırından Selanik limanına uzanan bir demiryolu inşa etmeye karar vermesi, Makedonya’nın Osmanlı Devleti’nden kopmasından korkan Jön Türkleri alarma geçirecek, 3 Temmuz 1908’de Resneli Niyazi Bey komutasındaki kuvvetler dağa çıkacak ve 20 gün sonra da İttihatçılar Abdülhamid’e 1876 Kanuni Esâsî’sini ikinci kez ilan ettireceklerdi. Enver Bey “ezelden beri hepimiz kardeşiz. Artık Bulgar, Rum, Romen Yahudi, Müslüman yok. Bu mavi gökyüzü altında hepimiz eşitiz. Bizler Osmanlı olmakla gururluyuz” demiş, Talat, Dr. Nazım ve Bahaddin Şakir İttihatçılar daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişlerdi. Ancak daha ilk günden, Abdülhamit’i tahttan indirmekten vazgeçtikleri anlaşıldı.
Ekim-Kasım aylarında yapılan seçimler için çıkarılan İntihap Kanunu ‘Müslüman-Türk’ unsurlara ayrıcalık sağladığı için bazı bölgelerde gayrimüslimler seçimlere katılmaktan vazgeçtiler. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen, 17 Aralık 1908’de açılan Mecliste 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi üye vardı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı (Prens Sabahaddin yanlısı), 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar ‘Devrimci’, 1 Bulgar ‘Sosyal Demokrat’ ve 70 bağımsız şeklindeydi.
Ancak bu ılımlı atmosfer de uzun sürmedi. 31 Mart 1909 Olayı’ndan sonra ülke padişahın mutlakıyetçi yönetiminden kurtulmuştu ama kendini diğer etnisitelerden üstün gören ‘millet-i hakime’ adına göstermelik bir meclis ve ordudan aldığı destekle ülkeyi perde arkasından istediği gibi yöneten İttihat ve Terakki’nin, daha doğrusu, onun içindeki küçük bir kliğin sultası altına girmişti. Vatandaşlık hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasa ve bir dizi baskıcı uygulamadan sonra, 1908’i coşkuyla karşılayan gayri-Türk unsurlar, bir süre sonra anayasanın eşitlikler üzerine kurulu bir toplum düzeninin garantisi olmadığını görünce, Avrupa’da ve Balkanlarda esen milliyetçilik rüzgarlarının da etkisiyle, İttihatçılarla kurdukları ittifakları gözden geçirmeye başladılar, birkaç yıl sonra da imparatorluk kaçınılmaz sonuna doğru gitti.
SONSÖZ YERİNE . Bazı araştırmacıların, ‘vergi ayaklanmaları’nı öne çıkararak II. Meşrutiyet’in İlanı olayına bir halk ayaklanması karakteri vermek istemesi gerçeği yansıtmıyor. Öncelikle, 1908’i hazırlayan kitlesel olaylar imparatorluğun Makedonya toprakları ile sınırlıydı. Doğu Anadolu’daki ayaklanmalar ise Jön Türklerin kontrolünde değildi. Nitekim Jön Türkler Doğu’daki eksikliklerini Taşnaklarla ittifak kurarak gidermek zorunda kalmışlardı. İkinci olarak Jön Türklerin devrimden anladığı, Osmanlı tarihi boyunca Yeniçerilerin yaptıklarından ya da 1876’da Abdülhamit’e I. Meşrutiyet’i ilan ettiren asker sivil bürokratların anladığından çok farklı değildi. Yani ‘devrim’ denilen şey, devletin içinde iktidarın el değiştirmesinden ibaretti. Üçüncü olarak, İttihatçılar için ‘anayasal devrim’ etnik kavgaları ve ayrılıkçı hareketleri önleyerek imparatorluğu kurtarmak, hatta görkemli geçmişi canlandırmak için önemliydi, yoksa ‘birey ve vatandaşlık hakları’ ve ‘özgürlükler’ için değildi. Sonuç olarak, İttihat ve Terakki başından itibaren mevcut düzeni ‘restore’ etmek üzere yola çıkmıştı. Dolayısıyla ‘1908’ yürütücülerinin ‘Aydınlanma’ felsefesinden beslenmesine rağmen ‘Aydınlanmacı’ anlamda bir ‘devrim’ değildi, daha çok kavramın 17. yüzyılda taşıdığı anlamıyla ‘restorasyoncu’ bir hareketti. İttihatçılar bireyin ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini, ‘milletin hakları’na kurban ettikleri için ‘liberal’ de değildi.
Son olarak İttihatçılar başlangıçta liberal olup, sonradan muhafazakarlaşmış da değildi. Aksine bu seçim 1908’den önce yapılmıştı.
Kaynakça: Nader Sohrabi, “Global Waves, Local Actors: What the Young Turks Knew about Other Revolutions and Why It Mattered”, Comparative Studies in Society and History, (2002), S. 44, s. 45-79; Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı Ittihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, Cilt I: (1889–1902). İstanbul:İletişim Yayınları, 1986; a.g.y., Preparation for a Revolution, The Young Turks (1902-1908), New York: Oxford University Press, 2001; Aykut Kansu, The Revolution of 1908 in Turkey, Leiden: E. J. Brill, 1997.
‘Devrim’ karşılığında Hint-Avrupa dillerinde kullanılan revolution, revolucion, rivoluzione gibi sözcükler Latince revolvere sözcüğünden türemiştir. ‘Revolvere’ ise, geriye dönmek, dönmek, kendi üzerine yansımak, bir aks üzerinde hareket etmek, bir gök cisminin yörüngesi etrafında dönmesi anlamına gelen bir astronomi terimidir. Copernicus'un İskenderiyeli astronom Ptolemaeus’un dünya merkezli güneş sistemine meydan okuyan ünlü eseri De revolutionibus orbium coelestium’dan (1543) sonra bilim dünyasında yaygınlaşan terim, siyasi anlamını 1642-1653 arasında İngiltere’de, Parlamento ile Kral arasında yaşanan ve I. Charles’ın idamı ile biten mücadeleden sonra kazandı. O zamana dek İngiltere’de yaşanan onlarca iç savaş esas olarak ‘kimin yöneteceği’ konusuna odaklanmışken, ilk kez ülkenin ‘nasıl yönetileceğini’ mesele olmuştu. Ancak bu olay ileriye doğru çizgisel bir hareketten çok düzenin restorasyonunu içeriyordu.
GERİYE DEĞİL İLERİYE . Terimin ‘geriye dönüş’ anlamını yitirmesi Fransız Devrimi ile oldu. 1787'de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799'a kadar süren bu büyük toplumsal altüst oluş Fransa’da ‘ancién regime’i sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. Gerçi, 1792’de Cumhuriyetin ilanından sonraki 75 yıl içinde Fransa cumhuriyet, imparatorluk ve monarşik yönetimler arasında gidip geldi ve taraflar arasındaki hesap ancak 1894-1906 arasında Fransa’yı altüst eden Dreyfus Davası’ndan sonra kapandı ama sonuçta, iktidar feodaliteden burjuvaziye geçti, (her ne kadar evrenselci iddialarla yola çıkıldıysa da) ulus-devlet egemen siyasi yapı haline geldi, laiklik, vatandaşlık gibi kavramlar ortaya çıktı. Bu hafta, 23 Temmuz’da 100. yıldönümünü ‘idrak’ edeceğimiz II. Meşrutiyet’in ilham kaynaklarına ve bazılarının iddia ettiği gibi ‘geç kalmış liberal bir devrim’ mi yoksa ‘devleti kurtarmak için yapılmış radikal bir müdahale’ mi olduğu sorusuna cevap arayacağım.
İLK ÖRGÜTLENMELER . Meşrutiyet 23 Aralık 1876’da ilan edilmiş fakat II. Abdülhamit’in 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı (’93 Harbi’) bahane ederek, 14 Şubat 1878’de Meclis-i meclisi tatil etmesi ve Kanun-ı Esâsî’yi yürürlükten kaldırarak katı bir istibdatta yönelmesi üzerine anayasayı tekrar yürürlüğe koymak için ülke içinde ve dışında yoğun bir siyasi muhalefet hareketi başlamıştı. Abdülhamit’i alaşağı etmeye karar veren Müslüman-Türklerin ilk hücresi, Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümünün kutlandığı 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de kuruldu. İlk adı İttihad-ı Osmanî olan bu gizli cemiyetin hedefi halkın temel hak ve özgürlüklerini gasp eden ‘istibdat’ yönetimini sonlandırmak ve imparatorluğun dağılmasının önüne geçmekti. 1902’de Abdülhamid’e muhalif güçlerin Paris’te gerçekleştirdiği kongreye tüm Osmanlı halklarını temsilen 60-70 kişi katılmış, İngiliz tipi liberalizme yakın duran Prens Sabahattin kongre başkanı seçilmiş, Ermeni Ahoranyan ve Rum Satus ise yardımcılıklara getirilmişti. Ama kongre başarıya ulaşamadı ve Prens Sabahattin’in grubu Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyetçilik Cemiyeti adında bağımsız örgütlenmeye gittiler.
Jön Türklerin ilham kaynakları arasında 1789 Fransız Devrimi’nin önemli bir yeri oldu. Örneğin 1908’in ‘Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet’ şiarı (Jön Türkler buna bir de ‘Adalet’i eklemişlerdi) Fransız Devrimi’nin ‘Liberté, Égalité, Fraternité’ sloganından ödünç alınmıştı. Jön Türkler gerek okudukları okulların pozitivist programlarından, gerekse sürgünde bulundukları sıralarda gözlediklerinden dolayı Fransız Devrimi’ni oldukça iyi tanıyorlardı. Fransız Devrimi’nin en önemli hedefi ‘Aydınlanma’ düşüncesini yaşama geçirmekti. ‘Aydınlanma’ insanoğlunun tüm korkularından ve doğadan akıl yoluyla özgürleşmesini ve böylece yeryüzünü kontrolü altına alabilmesinin kod adıydı. Aslında ‘Aydınlanma’ ile birlikte, daha önce ‘bir önceki duruma geri dönme’ anlamını taşıyan ‘devrim’ kavramı radikal bir dönüşüm geçirmişti. Bundan böyle ‘devrim’ artık ‘eskisi ile aynı olmayan daha ileri bir aşamaya gitmekti’. Bu yeni durumda, insanın ve onun doğuştan sahip olduğu temel hakların büyük önemi vardı. Nitekim 1789 ve 1793 bildirgelerinin temelini bu kavramlar oluşturdu. Ancak 1793-1794 yılları arasında yaşanan ve tarihe ‘Terör Dönemi’ olarak geçen dönemde başvurulan ‘devrimci şiddet’, Aydınlanma felsefesinin temellerine büyük bir darbe vurdu. ‘Jakobenler’ sadece ‘iç düşman’a karşı değil, aynı zamanda dış düşmana karşı da şiddeti tırmandırdılar. Zorunlu askerlik uygulaması bu dönemde başladı ve Fransa’da federalist talepler tırmandığında hükümetin ilk işi İspanya’ya karşı savaş ilan etmek oldu. Böylece bireyin üstünlüğü fikri, ‘millet’ fikri ile karışmaya başladı. Bir süre sonra ‘millet’ siyasi iktidarın ve meşruiyetin kaynağı haline geldi ve içte baskı ve dışarıda egemenlik kurmak, ‘milletin bekası’ sorununa çare olarak sunuldu ve giderek insan hakları kağıt üzerinde kalmaya başladı.
Devrimci ideallerdeki bu dönüşüm Jön Türklere uygundu, ama devrimin ‘geniş halk kitlelerine dayanması’ ve ‘kanlı’ olması fikrini sevmemişlerdi. Çünkü onlara göre halkın işin içine girmesi, Osmanlı İmparatorluğu gibi son derece hassas dengelere dayanan bir yapıda, etnik ve/veya dinsel çatışmalara yol açabilir, böyle bir çatışma merkezi zayıflatabilir, bunu fırsat bilen büyük devletler azınlıkların haklarını koruma bahanesi ile imparatorluğa müdahale edebilirlerdi.
‘HALKSIZ VE KANSIZ’ JAPON DEVRİMİ . Jön Türklerin beğendiği ‘devrim’ çok uzak bir ülkede, Japonya’da 1868’de İmparator Meiji tarafından başlatılan anayasacı reform hareketi idi. Tarihe ‘Meiji Restorasyonu’ diye geçen hareket sayesinde Japonya, 30 yıl gibi kısa bir sürede ordudan sanayiye, bilimden sanata, ekonomiden eğitime, velhasıl hayatın tüm alanlarında büyük bir modernleşme hamlesini gerçekleştirmişti. ‘Aydınlanmış’ ‘milli’ bir liderin önderliğinde gerçekleştirilen bu hareket, geniş halk kitlelerinin katkısı olmaksızın başlamış ve kan dökülmeden sürdürülmüştü. Batılılar tarafından ırksal sınıflandırmanın en altına yerleştirilen sarı ırktan bir halkın bu kadar kısa sürede Batılı anlamda ‘medenileşmesi’ ve ‘ilerlemesi’ Jön Türkleri çok etkilemişti. Jön Türklerin ‘halksız ve kansız’ Japon modeline hayranlığı, 1904’te Japonların toprak talebi ile Rusya’ya savaş ilan etmesi ve 1905’te savaştan galibiyetle ayrılmasıyla pekişecekti. Olay etkileyiciydi, çünkü Japonların yendikleri Ruslar Türklerin kadim düşmanıydı. İkincisi, Japonya aynen Osmanlılar gibi ‘Asyalı’ bir güç idi. Yendiği Rusya ise kendini ‘Avrupalı’ sayıyordu. Üçüncüsü Japonya küçük bir ada ülkesi idi, Rusya ise iki kıtaya yayılmış bir devdi ve güçlü bir ordusu ile güçlü bir donanması vardı. Japon başarısından sonra Jön Türklerin ‘yukarıdan aşağı kansız bir darbe’ fikri güçlendi.
‘HALKLI VE KANLI’ RUS DEVRİMİ . Tam bu sırada Rusya’da yaşananlar Jön Türklere yepyeni bir perspektif kazandırdı. Rusya Osmanlı Devleti’nin tarihsel düşmanı olmakla birlikte, pek çok açıdan Osmanlı Devleti’ne benziyordu. Her ikisi de, eski ve köklü medeniyetlerin üzerine kurulmuştu. Her ikisi de şanlı bir tarihten sonra yenilgiler ve başarısızlıklarla tanışmıştı. Her ikisi de halklarının özgürlük taleplerine kulaklarını tıkayan despot monarklar yüzünden kaosa ve çürümeye mahkum olmuşlardı. Daha önemlisi, iki ülke o kadar yakındı ki, Abdülhamit’in sıkı sansürüne rağmen Duma’da (Parlamento) yapılan tüm konuşmalar anında İstanbul’da yankı buluyordu. Duma’nın Türk kökenli üyelerinin ateşli konuşmaları sayesinde, Jön Türkler arasında sosyalist fikirlere sempati başlamıştı.
Rus halkı ile Romanov Hanedanı arasında iplerin kopmasına Rus-Japon Savaşı’nda yaşanan başarısızlıklar neden oldu. Japonların henüz galibiyetlerini ilan etmedikleri bir zamanda, 9 Ocak 1905’te, Çar’ın istifasını isteyen halka Çar’ın muhafızlarının (Koşaklar/Kazaklar) ateş açması sonucu binlerce kişi öldü, binlercesi yaralandı. Tarihe kanlı ‘Kanlı Pazar’ diye geçen bu olaydan sonra kitlesel şiddet olayları tüm ülkeye yayıldı.‘Devrim’ ancak 19076 Temmuz’unda yenilgiye uğratılabildi. Dağıtılan Devlet Duma’sının üyeleri Finlandiya’nın Vyborg şehrinde toplandılar ve halkı Duma yeniden toplanıncaya kadar devlete vergi vermemeye ve askere gitmemeye çağıran ünlü manifestolarını ilan ettiler. Jön Türklerin yayın organı Şura-yı Ümmet’te Vyborg Manifestosu’nun kelimesi kelimesine yayınlanması, Rus Devrimi’nin ne kadar yakından takip edildiğinin göstergelerinden biriydi. Sonuçta 1905 Devrimi başarısız oldu ama, Jön Türkler bu devrim sayesinde, sendikaları, kitlesel grevleri tanıdılar, halkın vergi vermeyi reddetmesi, halkın saraya ve hükümete delegeler göndererek taleplerde bulunması, teröristlerin üst düzey yetkililere intihar saldırıları düzenlemesi gibi yepyeni yöntemlerle tanıştılar. Çapı ne olursa olsun her türlü halk hareketinin ancak kendini devrime adamış kadrolar ve halka öncülük eden entelektüeller sayesinde başarılı olabileceğini öğrendiler. Ancak Ruslardan asıl henüz olgunlaşmamış bir parlamenter sistemin sürdürülmesinin, ancak parlamento dışı teşkilatlanmalarla mümkün olduğunu öğrendiler. Çünkü, milyonlarca kişilik orduya komutanlık eden Çar’ın kalbine korku düşüren ve onu işçilere ve köylülere taviz vermeye zorlayan, kitlelerin öfkeli patlaması değil, bir avuç teröristin bombalarıydı. O ana kadar entelektüel yanları ağır basan unsurların bile 1906’dan sonra bütün enerjilerini, gizli örgütlenmeye ve ‘fedailere’ hasretmelerinde ve 1908’den sonra da buna devam etmelerinde Rusya tecrübesinin rolü büyüktü.
‘HALKLI VE KANSIZ’ İRAN DEVRİMİ . 1906 Temmuzunda Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde toplanan halk “Adalet istiyoruz; Şah’la dilencinin hukuk önünde eşit olacağı bir millet meclisi istiyoruz” diye haykırıyordu. Sonuçta Şah, taleplere boyun eğdi, Belçika anayasası temelinde bir anayasa hazırlandı. Anayasada toplumsal haklar, serbest basın, bağımsız yargıdan söz ediliyordu.
İran, Jön Türkleri çok ilgilendiriyordu, çünkü İran Osmanlı İmparatorluğu gibi bir ‘İslam ülkesi’ idi ve hemen yanı başındaydı. Öte yandan Jön Türklerin kriterleri açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan ‘daha geri’ bir ülke idi. Yani, Osmanlı Devleti’nden önce ‘anayasal devrim’ yapması Jön Türkler için mahcubiyet vericiydi. Devrimin hem kitlesel hem de kansız olması dikkat çekici başka bir özellikti. Ama daha ilginci, o güne dek ‘gerici’ olarak niteledikleri din adamlarının ‘ilerici’ ve ‘özgürlükçü’ bir rol oynayabileceğini görmüşlerdi. Jön Türkler bu tarihten itibaren ‘ümmet’, ‘şeriat’, ‘şura’ gibi dinsel terimleri daha sık kullanmaya başladılar, daha önce Abdülhamit yandaşlığından ve sessizliğinden dolayı kınadıkları Şeyhülislamı halkı ‘doğru yola’ yöneltmek üzere göreve davet ettiler, din adamlarına ‘Necef tecrübesini inceleme’ tavsiyesinde bulundular. İslamcı retoriği 1909’da (31 Mart Vak’ası sırasında) orduyu harekete geçirirken, 1914’ten itibaren gayrimüslim unsurları ülkeden sürerken de kullandılar.
VERGİ AYAKLANMALARI . Jön Türkleri 1906-1907 arasında Kastamonu, Erzurum ve Bitlis’te yaşanan halk ayaklanmaları da çok etkiledi. Kastamonu’da halk, validen dürüst olmayan bazı yöneticilerin görevden alınmasını talep etmiş, istekleri yerine gelmeyince de on gün süre ile telgrafhaneyi işgal ederek İstanbul’la iletişimi kesmişlerdi. Bunu Erzurum’daki isyan izledi. Vergilerin arttırılmasına kızan halkın gösterisi yöneticilerce yasaklanınca, halk valinin evini kuşattı, vali ancak, birkaç polisin ölmesiyle biten silahlı müdahaleden sonra kurtarılabildi. Esnafın dükkanlarını açmayı reddetmesi ve protestoların devam etmesi üzerine vali görevden alındıktan sonra olaylar yatıştı. Bitlis’te beş bin Müslüman Türk ve Kürt, rüşvet almak ve zimmetine mal geçirmekle suçladıkları valinin evini sardı, vali kaçtı ama isyan ancak, isyanın lideri öldürüldükten sonra bitirilebildi. Bölgede kontrolü sağlamak ancak ordu birlikleri sağlayabildi.
Başlangıçta Jön Türkler önce bu isyanları Kürt ve Ermenilerin ayrılıkçı hareketleri sandılar ancak daha sonra olayların tümüyle baskıcı ve sömürücü devlete yönelik hareketler olduğunu anladılar. Özellikle etnik açıdan son derece hassas bir durumda olan Erzurum’da, Hıristiyan ve Müslüman unsurların birbirine düşmeden, sadece vergi ve yönetimsel haksızlıklara odaklanması onlar için çok öğretici olmuştu. Gerçi olaylardan sonra Ahmet Rıza sadece Kastamonu ve Erzurum’un ‘Müslüman-Türk’ isyancıların başarısını kutlamış ve bazı İttihatçılar benzer isyanları imparatorluğun diğer bölgelerine de yaymayı önerdiğinde, isyanların ‘avami’ yanını görmezden gelmişti ama, lideri kim olursa olsun Jön Türkler, halkın tahammülünün kalmadığını anlamışlar ve Abdülhamit’i devirmek için cesaretleri artmıştı.
HIRİSTİYANLAR KOMİTACILAR . Selanik’teki ‘radikal’ Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Paris’teki ‘entelektüel’ Terakki ve İttihat Cemiyeti, Eylül 1907’de, birleşerek Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti aldı ve örgütte radikallerle entelektüeller arasındaki makas iyice kapandı. Yeni cemiyet Makedonya’daki ayrılıkçı, milliyetçi hareketlerden, özellikle Yunanlılar ve Bulgarlardan, devrime adanmış 10-15 kişilik silahlı köylü gruplarının hayati rolünü öğrendi. Ancak Jön Türkler, işbirliği yaptıkları Makedon VMORO’dan (Dahilî Örgüt)) farklı olarak, Müslüman-Türk köylülerinin örgütlenmesinde ağırlığı, köylülere değil askeri kadrolara verdiler. Öyle ki, 1895'ten beri bu tür örgütlenmeye karşı çıktığı için genç subaylarca ağır eleştirilere uğrayan Ahmed Rıza bile genç Osmanlı subaylara ‘Çete Teşkili Lüzûmuna Dair Mektub’ yazacak hale gelmişti. Özellikle Manastır, Resne, Ohri, Üsküp, Gevgili, Edirne, Kosova, Drama gibi merkezlerde, İkinci ve Üçüncü Ordu’nun kadrolarının yer almadığı tek bir toplantı, tek bir gösteri, tek bir ayaklanma gerçekleşmedi. Cemiyetin fedaileri, 1908 Haziran’ından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirdiler. Onlarca kişiyi ‘cemiyete karşı çıkmak’ veya ‘hafiyelik yapmak’ gibi gerekçelerle öldürdüler. Ama, sadece fedailer değil Cemiyet’in ‘millî taburlar’ ve ‘alaylar’ adını verdiği birlikler ve VMORO sol kanadı çeteleri de askerî ayaklanmayla ilgisi olmayan eylemler gerçekleştirdiler. İttihatçıların bu yöntemi çok sevdikleri 1908 sonrasında gerçekleştirdikleri suikastlardan görüldü.
İTTİHATÇI-TAŞNAK İTTİFAKI . Abdülhamit’in Müslüman-Türk muhalifleri İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde örgütlenirken, Rusya’daki Narodnik (Rusça ‘Halka Doğru’ demek) hareketinden etkilenen Ermeniler ise, 1887’de İsviçre’de kurulan ‘Marksist’ Hınçak (Çan) Cemiyeti (1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı) ile 1890’da Tiflis’te kurulan ‘milliyetçi-sosyalist’ Taşnaksutyun’da (Ermeni Devrimci Federasyonu-EDF) örgütlenmişlerdi.
1894-1896 arasında Doğu Anadolu ve İstanbul’da yaşanan olaylar sırasında yüz bine yakın Ermeni’nin hayatını kaybetmesi üzerine ‘Büyük Devletler’ in Osmanlı Devleti’ne müdahale etmesinden korkan Jön Türkler, Ahmed Rıza ve Dr. Nazım aracılığıyla Hınçak Partisi’ne Doğu bölgelerindeki reform taleplerinden vazgeçmelerini önermişti. Benzer temaslar Tunalı Hilmi Bey aracılığıyla Cenevre’deki Taşnaklar ile yapılmıştı. Aslında Ermeni tarafı geri adım atmak istemiyordu ama, Jön Türklerin İstanbul’daki merkezlerinin, 1897’de Abdülhamit tarafından basılması üzerine geri adım attılar. İki taraf da, tek başına Abdülhamit’i alaşağı edemeyeceğini anlamıştı.
1907 KONGRESİ . 1905’de Abdülhamit’e karşı düzenlenen başarısız suikastı İttihatçıların destekleyip desteklemediği hala açıklığa kavuşmadı ancak 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede, Anadolu’da yaygın bir teşkilatları ve etkinlikleri olmayan İttihatçıların Ermenilerle temasa geçtiklerine dair belgeler var. Jön Türklerin 1902 ve 1907 kongrelerine de katılmayan Hınçak partisi ittifak teklifini geri çevirdi ancak Taşnaklar kabul etti. İttifakın temel hedefleri, mevcut rejimin devrilmesi, meşruti bir yönetim kurulmasıydı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Avusturya sınırından Selanik limanına uzanan bir demiryolu inşa etmeye karar vermesi, Makedonya’nın Osmanlı Devleti’nden kopmasından korkan Jön Türkleri alarma geçirecek, 3 Temmuz 1908’de Resneli Niyazi Bey komutasındaki kuvvetler dağa çıkacak ve 20 gün sonra da İttihatçılar Abdülhamid’e 1876 Kanuni Esâsî’sini ikinci kez ilan ettireceklerdi. Enver Bey “ezelden beri hepimiz kardeşiz. Artık Bulgar, Rum, Romen Yahudi, Müslüman yok. Bu mavi gökyüzü altında hepimiz eşitiz. Bizler Osmanlı olmakla gururluyuz” demiş, Talat, Dr. Nazım ve Bahaddin Şakir İttihatçılar daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişlerdi. Ancak daha ilk günden, Abdülhamit’i tahttan indirmekten vazgeçtikleri anlaşıldı.
Ekim-Kasım aylarında yapılan seçimler için çıkarılan İntihap Kanunu ‘Müslüman-Türk’ unsurlara ayrıcalık sağladığı için bazı bölgelerde gayrimüslimler seçimlere katılmaktan vazgeçtiler. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen, 17 Aralık 1908’de açılan Mecliste 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi üye vardı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı (Prens Sabahaddin yanlısı), 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar ‘Devrimci’, 1 Bulgar ‘Sosyal Demokrat’ ve 70 bağımsız şeklindeydi.
Ancak bu ılımlı atmosfer de uzun sürmedi. 31 Mart 1909 Olayı’ndan sonra ülke padişahın mutlakıyetçi yönetiminden kurtulmuştu ama kendini diğer etnisitelerden üstün gören ‘millet-i hakime’ adına göstermelik bir meclis ve ordudan aldığı destekle ülkeyi perde arkasından istediği gibi yöneten İttihat ve Terakki’nin, daha doğrusu, onun içindeki küçük bir kliğin sultası altına girmişti. Vatandaşlık hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasa ve bir dizi baskıcı uygulamadan sonra, 1908’i coşkuyla karşılayan gayri-Türk unsurlar, bir süre sonra anayasanın eşitlikler üzerine kurulu bir toplum düzeninin garantisi olmadığını görünce, Avrupa’da ve Balkanlarda esen milliyetçilik rüzgarlarının da etkisiyle, İttihatçılarla kurdukları ittifakları gözden geçirmeye başladılar, birkaç yıl sonra da imparatorluk kaçınılmaz sonuna doğru gitti.
SONSÖZ YERİNE . Bazı araştırmacıların, ‘vergi ayaklanmaları’nı öne çıkararak II. Meşrutiyet’in İlanı olayına bir halk ayaklanması karakteri vermek istemesi gerçeği yansıtmıyor. Öncelikle, 1908’i hazırlayan kitlesel olaylar imparatorluğun Makedonya toprakları ile sınırlıydı. Doğu Anadolu’daki ayaklanmalar ise Jön Türklerin kontrolünde değildi. Nitekim Jön Türkler Doğu’daki eksikliklerini Taşnaklarla ittifak kurarak gidermek zorunda kalmışlardı. İkinci olarak Jön Türklerin devrimden anladığı, Osmanlı tarihi boyunca Yeniçerilerin yaptıklarından ya da 1876’da Abdülhamit’e I. Meşrutiyet’i ilan ettiren asker sivil bürokratların anladığından çok farklı değildi. Yani ‘devrim’ denilen şey, devletin içinde iktidarın el değiştirmesinden ibaretti. Üçüncü olarak, İttihatçılar için ‘anayasal devrim’ etnik kavgaları ve ayrılıkçı hareketleri önleyerek imparatorluğu kurtarmak, hatta görkemli geçmişi canlandırmak için önemliydi, yoksa ‘birey ve vatandaşlık hakları’ ve ‘özgürlükler’ için değildi. Sonuç olarak, İttihat ve Terakki başından itibaren mevcut düzeni ‘restore’ etmek üzere yola çıkmıştı. Dolayısıyla ‘1908’ yürütücülerinin ‘Aydınlanma’ felsefesinden beslenmesine rağmen ‘Aydınlanmacı’ anlamda bir ‘devrim’ değildi, daha çok kavramın 17. yüzyılda taşıdığı anlamıyla ‘restorasyoncu’ bir hareketti. İttihatçılar bireyin ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini, ‘milletin hakları’na kurban ettikleri için ‘liberal’ de değildi.
Son olarak İttihatçılar başlangıçta liberal olup, sonradan muhafazakarlaşmış da değildi. Aksine bu seçim 1908’den önce yapılmıştı.
Kaynakça: Nader Sohrabi, “Global Waves, Local Actors: What the Young Turks Knew about Other Revolutions and Why It Mattered”, Comparative Studies in Society and History, (2002), S. 44, s. 45-79; Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı Ittihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, Cilt I: (1889–1902). İstanbul:İletişim Yayınları, 1986; a.g.y., Preparation for a Revolution, The Young Turks (1902-1908), New York: Oxford University Press, 2001; Aykut Kansu, The Revolution of 1908 in Turkey, Leiden: E. J. Brill, 1997.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder