( Kim olursanız olun hepiniz Türksünüz. Anladınız mı? )
Mihrac Ural
Türk sosyal demokratların siyasi tarihi yoğun bir milliyetçilik tabakasıyla örtülüdür. İçinde yer aldıkları sistemin çıkmazlarını aşmak için, sık sık ürettikleri argümanlarla da, kendilerini ağır yükümlülükler altına almışlardır. Bunun sonucu, en aşırı milliyetçilik, tüm karşıt söylemlerine rağmen, onların payına düşmüştür. Bu zaman zaman öylesine çirkin boyutlar almıştır ki, en şoven ve en savaşçı eğilimlere kadar uzandığı görülmüştür; Liva İskenderun’un (Hatay) ilhakından, Kıbrıs’ın işgaline, en ağır operasyonların, sıkı yönetimlerin ve kirli savaşların Kürtlere karşı yürütülmesinden, Başkan Öcalan’ın korsanca kaçırılışına kadar, tüm kirli ihaleler bunların sırtına kalmıştır. Bu da Türkiye’de sosyal demokratların içsel dokularında ne türden bir milliyetçilik batağına saplanmış olduklarını göstermeye yeterlidir.
Bunun son örneği 7 Nisan 1999 tarihli NTV ekranlarındaki açık oturumda CHP lideri Deniz Baykal’ın ağzından, siyasal sahneye yeni bir argüman olarak sürüldü O da “bilinç Milliyetçiliği”. Bu yeni söylem oturuma katılan gazetecilerin Kürt sorunu üzerine yönelttikleri soruya cevaben yaptığı konuşmanın ardından soyutlanan bir başlık olarak belirdi. Siyasal sahneye yeni atılan bu söylem aynı çevrelerin, bir önceki dönemde ortaya attıkları “Anayasal vatandaşlık” söylemine müteakiben gündeme gelmesi, Bir kez daha, Anadolu mozaiğinin inkarı için, yeni şaklabanlıkların sahneleneceğini gösteriyordu.
Baykal, bu söylemin, içeriğini ve taşıdığı muhtevayı ardı ardına sıraladığı belirlemelerle ortaya koydu. Her biri ayrı bir başlık ve tartışma konusu olan belirlemeler, gerçek anlamıyla Türk sosyal demokrasisinin iç dünyasında taşıdığı ilkel milliyetçiliği ilanı eder gibiydi. Bunları sırasıyla görelim.
Baykal, herkes, etnik kökeni ne olursa olsun, devlete ve ülkeye anayasal vatandaşlık bağıyla bağlıdır, bu temelde aralarında hiçbir fark yoktur. Belirlemesiyle konuya giriş yaptı.
“Anayasal vatandaşlık” söylemi bir sosyal demokrat üretimidir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununun belirip, boyutlaşmaya ve dünya kamu oyunun Türkiye’yi insan hakları ihlaliyle, demokratik hak ve hukuka saygısızlıkla suçladığı bir dönemde ortaya atıldı. Bu söyleme, Türkiye’nin tüm siyasal yelpazesince, denize düşenin yılana sarılması misali, sarılarak sahip çıkıldı. Çünkü bu söylem, siyasal her türden milliyetçi perspektiflerin tıkandığı ve çözümsüzlüğe düştüğü bir anda, kafaları bulandıracak ve sorunun örtülmesine olanak sağlayacak bir çıkış sunuyordu.
Bu söylem özetle, hangi etnik yapıdan olursa olsun, anayasal vatandaş olarak etnik kökenine bakılmaksızın hak eşitliğine sahip olduğu iddiasındadır. Bu hakla, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bu gün olduğu gibi Meclis Başkanı da olunabildiğini anlatıyor. Ama ufak bir ayrıntıyla , oda olunabilen her şeyin yalnızca Türk kolektivitesine, yani Türk ulusuna ait olarak belirlenip işlev göreceğidir. Yani, Anayasal vatandaş olarak her Kürt ya da Arap, Türk Başbakanı, Türk Cumhurbaşkanı ve Türk Meclis Başkanı olmakla yetinecektir. Kürt ya da Arap genlerini taşımış olma özgürlüğüyle birlikte Türkleşmiş olacaktır. Bunun adı da “Türkiye’de Kürtler de, Araplar da devletin en üstünde en altına kadar, her makamda sorumluk üstlenebilmektedirler” olmaktadır. Anayasal vatandaşlık, işte böylesine bir aldatmaca olarak ortaya sürülmüştür.
Bu aldatmaca, malum aklın, meşhur Hitit Türkleri, Sümer Türkleri ve Güneş Dil Teorisi komedisinin yüz yılımızın son günlerdeki trajedisinden ibarettir. Ve bu, İnsan topluluğunun ortak bileşkelerinden biri olan ulusal kimliğin, bir başka ulus tarafından sömürgeleştirilmesinin örtülmesidir. Bu tez bir Kürdün ya da Arab’ın, Türkiye de kendi ulusal, kolektif kimliğini, dilini ve kültürünü, Türk devleti, Türk bayrağı, Türk resmi dili, Türk eğitimi, Türk meclisi vb, Türklüğün askeri zor dahil, tüm güç ve etkinliklerle yapılan kuşatması altında nasıl taşıyabileceğini ve geliştirebileceğini izah etmekten çok uzaktır. Anayasal vatandaşlık, yalnızca, gelişen Kürt -Arap ve diğer Anadolu ulusal hareket ve uyanışların yarattığı uluslar arası etkileri silmek, önünü kesmek ve içselleştirerek yok etmek için, sosyal demokratların akıl jimnastiği mutfaklarında üretilmiş palavradan ibarettir; bu tez hiçbir etnik topluluğun var oluşuna ve bundan kaynaklanan haklarına kabulü içermez.
Anayasal vatandaşlık, Türkiye’de, Türkleşmiş Kürt ve Türkleşmiş Arap istiyor. Meclis başkanı Hikmet Çetin, Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi Türkleşmiş Kürt yada, CHP-DYP’nin kurduğu 52. Hükümetin Sanayi Bakanı Fuat Çay ve bir önceki kabinenin Çalışma ve Sosyal İşler Bakanı Nihat Matkap gibi Türkleşmiş Arap istiyor (bu noktada bireyin iyi niyeti, demokratlığı ve ulusal kimliğine gizli bağlılığının hiçbir anlamı yoktur). Anayasal vatandaşlığın istediği, bireyin etnik köklerine ait hiçbir siyasal, sosyal ve kültürel varlığı yerine Türkleşmesidir. Kendi öz etnik varlığı yerine, Türk etnik varlığı geçirmesidir. Yani bireye ve sonuçta topluma, bir başka ulusal doku için, kendini inkar etmeyi önermektedir. İşte bu noktada şarlatan politikalar, demagojilerin eşliğinde, ulusal varlığın sosyal ve tarihi bir kategori olarak çıkışının engellenemeyeceğini inkara girişmektedir. Kürtlere, Araplara başka ulusal formasyona transfer için, vehmi moral gerekçeler oluşturmaktadır.
Oysa bireyin vatan ve vatandaşlığı, yalnızca kolektif kimliği olan, ulusal yapısında anlam bulur. Bu nedenle dünyamız farklı coğrafyalara ayrılmış ve bu coğrafyalar ulus adıyla tanımlanır olmuştur. Anadolu da Kürt coğrafyasının olması bu gerçeği anlatır. Buna karşın, Kolektif kimliğinden kendi iradesiyle vazgeçenlerin o kimliği taşıdıklarından söz edilemeyeceği açıktır. Onlar hangi coğrafyada olurlarsa olsunlar farklı bir ulusun üyesidirler. Kolektif kimlik, bireyin ulus kimliğidir. Vatan ve vatandaşlıkta ancak bu kimliğin açık, özgür ve aleni tüm vasıflarıyla taşınıp geliştirilebildiği zaman gerçekçi olur. Diğer tüm yaklaşımlar ulusal kimlikten arınma ya da arındırma anlamına gelir. Türkiye’de olan da budur. Bu noktada neden Anadolu’nun yerleşik en eski ulusları adına, Türk etnik kökenli Kürt C. Başkanı, Başbakanı, yada Meclis Başkanlığının ihdas edilmeyeceği açıklık kazanır. Türkler haklı olarak kendi kolektif kimliklerinin tüm belirtilerini, kendi siyasal egemenlik alanlarında ihdas etmek isteyeceklerdir, buna kimsenin itirazı olmaz. Ancak bunu, başka kolektif kimliklerin Kürt, Arap gibi, gasp edilip, yok edilmesi amacıyla anayasal vatandaşlık aldatmacasına başvurarak yapmaktadırlar. Sorunda burada başlamaktadır. Tartışma da, çatışma da buradan kaynaklanmaktadır. Nedeni aranan ve bitmesi beklenen kanlı bilançolar bu dayatmadandır. Kürtlerin, Arapların da itirazı bunadır; hak ve hukuk arayışlarının nedeni de budur. Burada sorun bireyler değildir. Ulusal toplulukların etnik inkarı için geliştirilen bilinçli tasfiyeciliktir.
Anayasal vatandaşlık, bireyin en doğal ve en toplumsal hakkı, onu insan yapan vasıflarının en temel unsuru olan ulusal kimliğini, bir başka ulusal kimliğin köleliğine geçirmek için yok saymaya kurgulanmış bir argümandır. Kişi ulusal kimliğini reddetmeden bu argümanı içselleştiremez. Böylesi söylemlerle tarihin en büyük ulusal davalarından bir olan Kürt sorunu asla çözülemez.
Baykal, bu başlık altında Türkiye’de bir çok etnik yapının olduğunu itirafla, ”Kürt, Ermeni, Arap her türlü etnik unsur bulunmaktadır ama hepimiz Türk'üz” diyerek sözlerini bağlamıştır. İşte Anayasal vatandaşlığın özeti de bu cümlededir, “kim olursanız olun, hepiniz Türksünüz”. Anladınız mı?
Baykal’ın “bilinç milliyetçiliği“ tam da bu konsept içinde yer almaktadır. Sosyal demokratların, milliyetçi çehreleri, Ecevit’le başlayan Baykal’la devam eden bir çizgi olarak, hızla toplumdan ve gerçek demokratlardan dıştalandıkça daha belirgin hale gelmektedir.
Baykal, “Türkiye bir göç ülkesidir” diyor. Geçmişin ve bu günün son Kosovalı göç dalgasını anarak tezini güçlendirmeye çalışıyor.
Klasik milliyetçilerin Türkiye’de ısrarla işledikleri bir yaklaşım türü vardır. O da, tarihi kendileriyle başlatmak. Bu çaba, temelde, sonradan geldikleri, gaspla işgalle üzerinde oturdukları Anadolu tarihini kendileriyle ve kendilerine ait özelliklerle bütünleştirmenin çabasıdır. Sümerler ve Hititler böylece Türk olup çıkmışlardı. Gerçek ise tamamen farklıdır.
Bilinen o ki, Anadolu insanlığın en eski yerleşim coğrafyalarından biridir. Anadolu şu saate kadar, kıyım ve yıkımlara rağmen, var oluşlarından bu güne kadar süren yerleşikliklerini terk etmeden, yaşamaya davam eden yer küremizin hiç göç etmemiş ulusal topululuklarının bulunduğu bir alandır. işte Rumlar, işte Süryaniler, işte Ermeniler, İşte Araplar, İşte Kürtler. Neyin göçü, neyin hicreti , bu uluslar tarihin yazısız ilk belirlemelerinden bu yana bu toprakların sakinidirler. Göç edenler varsa sonradan gelenlerdir, onlarda gasp ve talan için gelmişlerdir; Selçuklulardan, Osmanlılara tüm barbarlar bu türden göçmenlerdir.
İşte Baykal’ın haklı olduğu, Türkiye’nin göç ülkesi olması esprisi buradan itibaren tarihleniyor. Anadolu bu göçlerle birlikte, yerleşik ulusların üzerine barbarca binmek isteyenlerin hoyratlıklarıyla bir göç ülkesine dönüştürülmüştür. Baykal da, bu iki farklı şeyi birbirine karıştırıyor. Anadolu’nun tarihi yerleşik uluslarla başlar, göçebelerle değil. Anadolu’yu yaşama açmış onu insan topluluklarının yaşayacağı gerçek bir vatan haline emekleriyle dönüştürmüş uygarlıkların kurucusu olan yerlileri hesaba katmadan belirlenmek istenen tarih, göçebelerin kimlik sorunlarından ve bu coğrafyadaki tarihsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu, tarihe yapılan göçebe barbarlığının tecavüzüdür. Baykal, bu tecavüzü, Anadolu’nun ezilen ulus ve azınlıklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin haklı tarihi gerekçelerini yok etmek için yapmaktadır. “Bir göç coğrafyasında, son gelen göçerler, bu toprakları kendi vatanları ilan edebilir” mantık ta budur. O zaman, “var olan siyasal ulusal kimliğe teslim olunmalı ve bunun anayasal vatandaşlığıyla yetinilmelidir”, söylenmek istenen de budur. İşte “etnik milliyetçilik değil, bilinç milliyetçiliği”de bundan ibarettir. Tarihi bundan daha çirkin tarzda, sosyal demokratlardan başkası çarpıtamazdı. Baykal’ın yeni argümanı böylesi bir tarih tezi üzerinde yükselerek devam etti.
Baykal, “ devlet etnik hiçbir şeye hizmet sunmaz, resmi eğitim ve dil Türkçe’dir, devlet bununla ilgilidir, etnik sorunların ve ihtiyaçların çözümü her etnik topluluğun kendi özel çabasıyla olur” buyuruyor.
İşte size tam bir Türk sosyal demokrasi adaleti; devlete herkes vergi verecek, rızkından, gücünden, emeğinden, alın terinden devlete oluk oluk maddi katkı yapacak, ancak hizmet talep etmeye gelince, kendi kazancından bir kez daha keserek sorunlarını çözmeye mahkum olacak. Ve devlet, ayrımsız her kesimden topladığı maddi olanakları yalınızca Türk ulusal kolektivitesinin ihtiyaç ve sorunlarının çözümüne harcayacak. Böylesi bir devlet altında birlikte yaşamanın anlamını çözmek, insani algılayış içinde mümkün olması düşünülemez. Bu dayatmalarıyla devletin, kendi hükümranlığı altında farklı etnik topluluklara birlikte yaşamayı önerebilir? Bunu, onurlu hiçbir Türk kabul edemez. En ilkel sömürgeci güçler dahi, sömürgeleri için böylesi bir devlet adaletini reva görmediler. Baykal’ın bu tezine el-İnsaf diyoruz. Türk sosyal demokrasisinin, neden, liberallerin, dincilerin, sağcı faşistlerin arkasında nal topladığı şimdi dahi iyi anlaşılıyor.
Devlet sosyal bir işlev amacıyla var olmuştur. Hangi sınıfın lehine olursa olsun, şu ya da bu oranda tüm toplumun bütünsel ilişki ve çelişkilerinin ihtiyaçlarına cevap verir. Sınıflı devletler, egemenin, egemenliğini sürdürmesi için dahi ezilen sınıflara önemli oranda pay sunar. Ancak Türk sosyal demokratlarının elinde, biraz da siyasal psikozların etkisiyle, egemen milletin, mahkum millete sunacakları açısından durum alt üst oluyor. Oysa değişen hiçbir şey yok sadece lafızlar. İster bir millet egemenliği, ister bir sınıfın, sonuçta toplu yaşamın grifit çıkarların ihtiyaçları vardır ve bunlar son tahlilde birbirini tamamlamaktadır. Bu, en adaletsiz şekliyle de olsa tüm yelpazeyi kapsamak zorundadır. Farklılıkların bütünsel var oluşu, bunu gerektirir. Bunu yerine getirmemekte ısrar eden devletin egemen bir devlet olarak, tüm yelpaze üzerinde hükümranlık sürmesi mümkün değildir. Devleti, Toplumun tüm etnik kesimlerinden ayrımsızca toplanan vergiyi, yalnızca egemen olan etnik topluma eğitim hizmeti olarak sunma ayrılıkçılığına hapsetmek, üzerine kıyamet koparılan bölücülüğün ta kendisidir. Bu ırkçı temyiz, Türkiye’nin çok boyutlu bunalımının da temelidir. Baykal’ın “bilinç milliyetçiliği”nin devleti bu yanıyla klasik faşist devletten de geri bir statüye oturmaktadır. Aynı kıstaslarla, Alevilerin diyanet bütçesinden yararlanmaları yasaklanmaktadır; bu, “ Siz Alevilerin devlete ödediği vergilerden Sünni mezhebe bütçe oluşturacağız, kendi mezhebiniz doğrultusunda ibadet etmekte ısrarlıysanız, ayrıca kendi cebinizden pay ayırarak bunu yapmakta özgürsünüz” demek anlamına geliyor. İşte Türk sosyal demokrasisinin özgürlüğü ve adaleti budur. Bu ilkel milliyetçiliği bu kez Kürt, Arap ve diğer etnik topluluklarını dil ve kültür hizmetleri içinde aynıyla ilan etmektedirler. Kürtler Araplar, tüm Anadolu mozaiğinin ödediği vergilerden eğitim, kültür, dil vb. ulusal varlığın dolaysız ifadelerinden tek bir millet yararlanacak, isteyen de ek masrafla kendi etnik ihtiyaçlarının eğitimiyle ilgilenebilecek; anlaşılan Türk sosyal demokrasisi vergiyi ezilen ulus ve azınlıklardan kaldırıyor, ancak, yerine Osmanlı haracını koymayı tasarlıyor. Bunun adı faşizm bile değildir, ortaçağ barbarlığıdır. Bilinçli yapıldığı için olsa gerek, Baykal’ın dediği gibi, “bu milliyetçilik, bilinç milliyetçiliğidir”.
TC‘nin, Osmanlıdan devraldığı kirli mirası Türk sosyal demokrasinin öncülüğünde sürdürme ısrarı, Türkiye siyasal tarihinin acı bir handikabıdır. Türkiye’de faşistler, liberaller, aşırı sağcılar dahi bu ölçekte kabullenilmez bir devlet anlayışını öne süremezler. Özellikle seçim arifesinde bunu hiç yapmazlar. Bu söylemlerle, çağdaş şeffaflık, sosyal demokratların elinde, ortaçağların açık barbarlığına dönüşmüş gibidir.
Baykal, ”Terör varsa hiçbir hizmet yapılamaz, önce terör sona erdirilmeli sonra ekonomik sosyal düzenlemeler yapılabilir” kanaatindedir.
Bu önermeden de anlaşılıyor ki, Türk sosyal demokrasisi, Kürt sorununa namlunun ucundan bakmaktadır. Türkiye’nin farklı siyasal güçlerinin hızla askeri çözümü terk etmeye başlayarak, Kürt sorunu için sosyal, ekonomik ve daha da ileri boyutta siyasal bir çözüm arayışı içine girdikleri bir koşulda, sosyal demokrat anlayışın namlunun ucundan öteye geçmemesi, bu güçlerin kronik milliyetçiliklerine, ilkel devletçilik anlayışlarına önemli bir gösterge sayılmalıdır. Kürtlerin var olup olmamasını, hala hayır hah bir tutumla kabullenmeyi aşamayanların, kültür, eğitim ve dil sorunlarında çağ dışı kalmış, derin devletçi çıkmazdan sıyrılamamaları, doğal olarak, Kürt meselesindeki açmazlarıyla kendini gösterecektir. Yapılan önerme ise, terörün bitmesidir.
Öncelikle anlaşılması gereken, on yıllardır süren askeri mücadelenin iki gerçek güç arasında olduğudur. Öyle ki, tek taraflı olmayan bu mücadele, yer yer açık askeri cephe savaşı olarak sürmekte olduğudur. Askeri açıdan bu savaşı terör olarak tanımlayacak bir durum yoktur. Ferdi olmayan ve kesilmeden devam eden bu savaşın terör kapsamında değerlendirilmesi askeri bilim açısından imkansızdır. Diğer yandan, mücadele aynı milletin bir biriyle lokal boyutta ortaya çıkan sorunlarının sonucu olan bir savaş ta değildir. Biri, doğru-yanlış, açıkça Türk milleti adına, ordusuyla, tüm güvenlik güçleriyle ve etkinlikleriyle, diğeri de Kürt milleti adına tüm güç ve etkinliğiyle savaşmaktadır. Bu savaşın, Filistinlilerin, Lübnanlıların İsrail’le, Vietnamlıların bir zamanlar, Fransızlarla, Amerikalılarla, bu gün Kosovalı Arnavutların Sırplarla mücadelesinden hiçbir farklı yanı yoktur. Boyutlarına da baktığımızda, dünyanın bu güne kadar tanık olduğu en geniş kapsamlı ve yer yüzüne en çok yayılmış biricik ulusal kurtuluş savaşı, Kürtlerin ulusal kurtuluş savaşıdır. Bu özellikleriyle süren bir silahlı mücadeleyi, sosyolojik açıdan terör olarak değerlendirmenin hiçbir bilimselliği yoktur. İşte anlaşılmak istenmeyen ve yok edilme beklentisi içinde olunan da budur. Yani etnik bir topluluğu hizmet iletmek için önce bu etnik topluluğun tüm var oluş dinamiklerini ve reflekslerini oluşturan etkinliklerini top yekûn yok etmek ya da bir kez daha özgürlüğün adını ağızlarına almayacakları kadar yıkıma uğratılmalarını beklemek demektir. Sonuçta, Kürdün Kürt olmaktan çıkarıldığı bir koşulda, ona hizmet götürmek, Kürt etnik topluluğuna hizmet götürmek anlamına gelmeyecektir. Bu ise, hizmet diye bahsedilen şeyin, egemen tek ulusa yeniden sunulmasından başka bir şey değildir . Baykal da, bunu söylüyor.
Buradan da anlaşılıyor ki,Türk sosyal demokrasisi akıllı siyaset üreteme dinamiklerini tümden yitirmiştir. Tıkandığı yerde şiddeti temel alan ilkel milliyetçi kolaylığa sığınmaktadır. Kürtlerin varlığı ve talepleri ciddi ve gerçekçi bir algılanışla ela alınmadan yapılan bu tür önermelerin, altında yalnızca toptancı ve fiziki tasfiye, askeri aparatlarla ölüm olduğu görülüyor. Bu önermelere sosyal demokrasi olarak bakmak imkansızdır. Aşılması gereken de budur.
Kürtler kendi topraklarında, kendi ulusal kimliklerinin belirtileriyle, onurlu bir ulus olarak yaşamak istiyorlar. Ne kader birliği içinde oldukları ve en zor günlerinde yalnız bırakmadıkları, uluslaşma süreçlerine hiçbir engel çıkartmadıkları Türk ulusunun gelişme düzeyinden bir pay istemektedirler ne de ulus olmanın demokratik haklarından fazla bir şey istemektedirler. Tek istedikleri, kendi tarihi ve birleşik coğrafyalarında, kendi emekleri ve özgürlükleriyle yaşamaktır. Tüm dünya uluslarının geçtiği tarihi evreler sonucu kazandıkları haklarından başka bir talepleri yoktur. 150. 000 kişiyi aşmayan Kıbrıs Türkünün haklarından da daha azını, Türkiye’de bulunan 15 milyonu aşan Kürt insanına istemektedirler. Bunun ne terör bahanesiyle, ne de zaman sorunuyla ilgili ihmal edilebilir yanı yoktur. Kaldı ki, terör, askeri ve sosyal boyutlarıyla mütecaviz olan Türk yönetimlerinin eliyle ve inatla, Kürt ulusuna, tüm Anadolu’ya karşı sürdürülen kirli bir iş olarak sahnelenmektedir. Bir suçlu varsa, o da, Türk yönetimleridir. Durdurulması gereken işte bu terördür. Zira tek taraflı başlayan ve haksız olan Türk yönetimlerinin sürdürdüğü kıyımdır.
Sosyal demokratlar, her şeyi kendi tarih anlayışlarının sığlığına tabi tutmakla gerçekleri değiştiremezler. Bu sonuçsuz çabalarla kendilerini, dünyanın ve ülkenin her boydan gelişmesi karşısında en geride kalmaya mahkum etmiş olurlar. Kamu oyu yoklamalarında beliren sonuçların işaret ettiği gerçekte budur.
Bu mantık ısrarıyla, sosyal demokrasinin Kürt sorununda, son sığınak olarak seçtiği ”bilinç Milliyetçiliği” bilinçli bir ırkçı politikaya dönüştüğünü söylemek abartılı olmayacaktır. Bu politika, sosyal demokrasinin ne tarihsel mücadelesine, ne de bilinen ilkelerine içselleştirilebilecek bir yaklaşım değildir. Bunda ısrar, Ecevit milliyetçiliğinin battığı çamura batmaya kadar gider. CHP, bu yolda, %10lu baraja takılmasını beklemek ve anlamak güç olmayacaktır.
Baykal, bilinçli bir şey yapmak istiyorsa, bu noktada açığa çıkan özgürlük ve demokrasinin önündeki engellerin kalkması için, bilinçli çabaları, ezilen tüm ulus ve azınlıklarla paylaşmanın yöntemlerini bulmalıdır. CHP ilkel bir akılda ısrar ederse, nüfus oranına göre CHP’nin en yüksek oy aldığı ve kurduğu hükümete birer bakanlık sunduğu Liva İskenderun’da (Hatay), Arapların ezici çoğunluğundan da artık hiçbir şey beklememsi gerekecektir. Kürdistan’da kaybettiklerini, Hatay’da da kaybetmeye mahkum olacaktır.
8 Nisan 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder