HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

8 Haziran 2008 Pazar

BAYKAL VE ÜST KİMLİK






MİHRAC URAL





25 Kasım 2005




Bir milletin adı, ortak yaşam çerçevesinde olan diğer milletlerin üst kimliği olamaz. Böyle bir önerme, etnik toplulukları belli bir etnik topluluğun siyasal kölesi yapar. Bu ise diğerlerine olduğu kadar, o millete de haksızlıktır. Tüm etnik toplulukları Anayasal vatandaşlık adı altında bir üst kimlikle birleştirmekte bir aldatmacadan ibarettir. Anayasal vatandaşlık, kişinin etnik yapısını belirlemez, vatandaşlık haklarıyla ilgili bireysel hak ve yükümlülüklerini belirler. Belli bir devlet sınırları içinde doğan ve yaşayan herkes, özel bir durumda değilse, anayasal vatandaşlığını nüfus memurlarının yaptığı kayıtla birlikte alır. Bunun için ayrıca bir işleme gerek yoktur.




Ancak, ayrıca anayasada belirlenmedikçe, etnik toplulukların hak ve hukukundan bahsetmek mümkün değildir; bireyin kolektif kimliği ve hakları da burada başlar. Bu yüzden de üst kimlik tanımlaması, ülkemiz gibi etnik mozaiğin olduğu bir koşulda, herkesi kapsayan, özgür ve ortak onaya sahip bir tanımlama olmak durumundadır. Bu anlamda Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olamazlar. Ayrıca, farklı etnik topluluklara ortak bir üst kimlik bulmak bu gün için geç kalınmış bir tarihsel aşama gibidir. Bilişim çağı, özeli, bireyi daha çok toplumsal yapma yönündedir yani gelişen bilim ve teknoloji imkanlarıyla birey daha az bir alan ve araçla daha çok toplumsal hizmet verme konumuna varmıştır. Bu yüzden geçmiş tarih içinde farklı etnik yapıları ortak bir üst kimlikte birleştirememiş olanların bu gün bunu, siyasi bir kararla yapabilmeleri imkansız gibidir. Türkiye’nin kimlik bunalımının müzmin oluşunu bu açıdan algılamak gerek.





Baykal’ın, CHP’nin tarihsel, siyasal evrimiyle doğru orantılı evriminin sonuçları olarak ortaya çıkan siyasi çizgisinin argümanları, Türkiye etnik topluluklarını “anayasal vatandaşlık”la yetinin ve üst kimlik olarak “Türk milleti kimliği taşıyın” da ifadesini bulan önermesi, artık ilkel bir milliyetçi noktaya gelip dayanmış bulunmaktadır. Bu yaklaşım milliyetçiliği de aşmaktadır, bu bir faşizanlık gibidir. Bu argüman, CHP’nin kimlik bunalımının ifadesidir. CHP, kimliğini tarih içinde “ortanın-solu”, “demokratik-sol” ve bilinç milliyetçiliğinde ifadesini bulan “Türk milleti bir üst kimliktir” diyerek kaybetmiştir. CHP, bununla temsil ettiği kitleleri de kaybetmiştir. CHP, siyasal söylemlerinin kimliği itibariyle milliyetçiliğe düşmüştür. Ancak, bunun da sahibi var. CHP bu söylemlerle, MHP’ye siyasi mülteci olmuştur. Aslı dururken taklide yer olmayacağı gerçeği, Baykal’la birlikte CHP’nin kimlik kaosu, yeni sorunlara gebe kalmaya devam edecek demektir. Türkiye gerçeği böylesi bir noktada, CHP’yi sırtında daha fazla taşıyamaz.






CHP’nin oyları her zaman toplumun nispeten aydın, orta ve az gelirli kesimlerinden gelmiştir. CHP ise ilerleyen zamanla kendi tabanına karşı derinleşen bir yabancılaşma içinde olmuştur. 1960’lardan itibaren de kimlik bunalımı içindedir. O artık, dayandığı tabanın mozaik yapısını temsil etmekten uzak, bir milliyetçi partidir. Sol söylemin değişen dünya koşullarında önem taşımaktan çıkmasıyla birlikte, artan bir sağ çizgi üzerine oturmaya başlamıştır.




1979’da yazdığım bir makalede CHP’nin geliştirmekte olduğu siyasal çizgi ve argümanlarının “Modern faşist” diye tanımlanabileceğini belirlemiştim. “bu tespit çok ağırdır” denildi. Ben de, bir daha böylesine ağır bir belirlemeyi, aynı kavramlarla ifade etmekten kaçındım. Burada da tekrar etmeyeceğim. Dikkat çekmek istediğim şey, Ecevit’in bu gün kedi ağzıyla, açıkça ilan ettiği siyasal konumuydu; bu gün Ecevit’in aşırı milliyetçi sağ ve dini motiflere dayanan konumu üzerinde ve bunun sonucu halktan aldığı tokat gibi ağır cevapla ilgili kimsenin tartışacağı bir şey kalmamıştır. Baykal’lı CHP’de bu noktaya hızla sürüklenmektedir.




CHP, dünya değişip geliştikçe gerilerde kaldı. Kimlik belirlemede sıkıntılar yaşadıkça da, insanların ilkel tepkilerine kendini endeksle di. Milliyetçiliğe sarılmanın objektivitesi buradandı. II. dünya savaşı sonrası gelişen teknoloji devrimlerinin gereklerine uygun bir politika oluşturmak yerine, eskinin tekrarına tutundu. ABD uydusuna hızla akan dünyanın diğer ülke liberalleri, bir biçimde ülkemizde de kendilerine bu aralıktan geçiş tüneli bulduklarında, CHP’nin seçim sandıklarında ağır bir yenilgi alması kaçınılmaz oldu. Demokrat Parti iktidarı bu süreçte belirdi; bu süreç aynı zamanda demokrasi mücadelesinin kitleler nezdinde, fiili bir boyut almasına da olanak yarattı.




Soğuk savaş sürecinin etkilediği geniş bir aydın kitlesi, CHP saflarından başka bir alan bulamadığından, CHP yeni bir kimlik sahibi olma ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Ancak CHP bu gerçek anlamda bir kitle partisi olmak üzere bir kimlik kazanımı için değerlendirmedi. 60 darbesi, askerlerin girişimiyle, elit ve halkın demokrasi mücadelesine katılımcı olarak yer almasına olanak vermeyen bir kısırlıkta takılı kaldı. Ayrıca CHP, 60 sonrası nispi özgürlükler ortamında gelişen ilerici güç ve siyasal eğilimleri özümseme başarısı gösteremedi. Böylelikle arada kaldı. Kitleler meydanlara indikçe artan siyasal çeşitlilik ve arayışlarda CHP sonuçta en karlı tarafa olacağı hayaliyle oyalanıp durdu. Oysa toplum bir çok düzlemde ayrışıyordu. Sınıfsal olduğu kadar ulusal açıdan da siyasal oluşumlar kendini ifade etme çabasındaydı. CHP tabandan gelen inanılmaz zorlamalara ancak, “Ortanın Solu” olduğunu ilan ederek cevap veriyordu. Oysa bu bir kimlik değildi, arayışta bir tıkanıştı.




Süreç derinleşip sol güçler 70’li yıllarla birlikte dünyanın tüm iktidarlarına karşı ciddi kitlesel kalkışmalara yönelince, CHP de, derinden sarsıldı. Kendi kadrolarını bir arada tutmakta aciz kaldı. Kıbrıs işgali ise, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibiydi. CHP bu girişimle kazandığını kimlik yitimiyle kaybediyordu. Bir kez daha Osmanlı genlere kendini CHP’nin siyasal tutumlarında göstermişti. İşgalcilikti bu. Oysa çağdaş dünyanın kimliğinde böylesi orta çağ anlayışları yoktur. Hatay’ın ilhakından, Kıbrıs’ın işgalini kadar geçen süre CHP’ye yeni bir çağdaş kimlik kazandırmamıştı. Bu yıllar dünya demokrasi güçlerinin her alanda mevzi kazandığı yıllardı. ABD, Vietnam’dan ağır bir yenilgiyle, onuru kırılarak çıkmıştı. Sokaklar demokrasi ve özgürlük diye inliyordu. “Demokratik-sol” söylemi artık kimseyi tatmin edecek bir slogan değildi. Bu gün Ecevit’in “Demokratik Sol” kimliğinin nerede olduğu malumdur.





CHP ayrışmanın son duraklarındaydı. Devletin anti-demokratik baskıları arttıkça, sokaklar, mahalleler, sendikalar ve askeri kışlalar saflaştıkça, illegale itilmiş sol, ağırlığını yerel olan her alanda göstermeye başlamıştı. CHP de, artık gereksiz bir örtü haline gelmişti. Her siyasal görüş kendini adıyla tanımlıyordu. CHP bu sürece karşı, nehir akıntısına kapılmış bir odun parçası gibiydi. Siyasal bir kimlik olarak hiç kimseyi temsil etmiyordu. Dengeler toplumun gelişimine uygun, yeniden şekillenme sürecinin sonuna gelmişti. Gerçek kitleler, gerçek kimlikleriyle kendilerini ifade etmenin son rötuşlarıyla meşguldü. CHP yeni bir kimlik arayışı bir yana ayakta duracak durumda değildi, o da ayrışıyordu. Ancak, 12 Eylül faşist askeri darbesi bu süreci de kesintiye uğrattı.




12 EYLÜL DARBESİ YIKIMDI


12 Eylül darbesi bir yıkımdı. Tüm siyasal eğilimler için, kitlelerin gerçek kimlikleriyle özgürce kendilerini ifade etmelerine karşı bir darbeydi. Bu solcular için olduğu kadar sağcılar içinde böyleydi. Demirel’in meşhur “tapulu araziye gecekondu yaptırıyorlar” demesinin tarihi anlamı da budur. 12 Eylül askeri darbesiyle, iç dinamikleriyle belli bir dengeye doğru, çatışmalı süreçlerle de olsa ilerleyen toplumun kimlik arayışları dumura uğratıldı. Cunta başı Kenan Evren’in “Biz gelmeseydik onlar gelecekti” söyleminde ifadesini bulan “onlar”, toplumun gerçek temsilcisi ve dolaysıyla kimlik sahibi olan siyasal etkinliklerinden başkaları değildi. Toplum bir kez daha, tüm dokularıyla ve siyasal varlıklarıyla, kimlik kaosuna giriyordu.





12 Eylül dönemi bir dağılma dönemiydi. Bu dağılma dünya güçler dengesinin alt üst olduğu dönemle kesişme içindeydi. Dünyanın, yaşamsal her alanda olduğu gibi, siyasal alanda da kıstaslarının yenileneceği yıllara gebeydi. 1990 ve sonrası yıllar bunu tüm açıklığıyla gösterdi. CHP, bu süreçte de inanılmaz bir şans yakaladı. Oda Türkiye’nin kuruluş mozaiğini temsil etme şansıydı. Yeni bir kimlik üstelik eski sol söylem ve değerlerle de çatışmayan bir kimlik fırsatı. CHP bunu da çok ucuz etkiler altında harcadı. Halkın oylarıyla parlamentoya gelmiş Kürt temsilcileri, saflarından apar topar kovdu. Sırtında bir kambur olarak gördü ve dışladı. Onlarda hakları olan kendilerini ifade etmeyi, bağımsızca yapma yoluna yönelmeyi seçti. CHP, burada da milliyetçili içgüdülerini gösterdi. Bölücülük yaptı, toplumun en dinamik siyasal kitleleri olan Kürtlere karşı acımasız bir infaz yaptı; bu infazdan sonra parlamento ve dışı yasal siyasal yaşamda Kürtlere yönelen yargısız infazların tümü, CHP’nin açtığı bu kirli yarıktan geçmeye başladı. Ancak Kürtler çok daha ağır bir süreçten geçmiş bu günlere geliyordu. Kürtlerin, on yılların silahlı-silahsız, legal-illegal siyasi mücadele birikimleri, gerçek bir ulusal temsilcilik boyutundaydı, bundan dolayı da bu güne dek etkin varlığını koruyup, geliştirmeyi başarmıştı. CHP’nin dışlaması gerçekleri değiştirecek bir anlam taşımazdı. Tersine zararlı taraf CHP’nin kendisi olmuştu. CHP, artık rakamsal olarak gerçek anlamda tabanının aktif yarısını kaybetmişti. İçinde etkin bir Kürt siyasal varlığı olmayan, siyasal bir hareketin, ülke genelini temsil iddiasında bulunması ciddi olamazdı. Bu gün AKP, bunu bilinçlice algılayan parti olmuştur. İslam söylemli olmanın verdiği, “din birliği ırk birliğinin önündedir” değer yargıları buna yeterli bir sunaktı. AKP, Türkleşmişte olsa önemli bir Kürt kadro ve potansiyele sahip olduğunu söylemek yanlış değildir; Erdoğan’ın aydınlar toplantısı ve Diyarbakır gezisinde, milliyetçi söylemlerle gösterdiği gerçek kimliği, Yüksekova-Hakkari olaylarıyla, daha bir açık hale gelmiş olsa da, bu gerçek olduğu gibi bu günde geçerlidir.






Saflarından Kürtleri tasfiye eden CHP, Türkleşmiş Kürtleri dahi içine sindirebilecek durumda değildi. Siyasal yönelimleri milliyetçilik bataklığında battıkça, kimliksizliği içi dengelerini de yerle bir ediyordu. Bu darlık, kimlik sahibi olma yeteneklerini de kısırlaştırıyordu. Son gelişmeler ve söylemler, Deniz Baykal’ın ağzından CHP’nin gerileyip, battığı milliyetçi ilkelliği gösteriyordu. Artık CHP bir Türk Milleti Partisidir. Türkleşmiş Kürtler, Araplar ve diğer etnik topluluk temsilcilerine dahi bu ortamda yer bırakılmamıştır. CHP buna rağmen orijinal bir kimlik sahibi olamıyordu. Zira bu siyasal çizginin orijinal sahipleri vardı. MHP hala yaşıyordu ve onun söylemleri, bu kimlik için yapılacak binaya, çok daha derin temeller atmıştı. Bugünkü söylemleriyle CHP, MHP’ye siyasi mülteci olmuş gibidir.





CHP bu gün geldiği yeri üst kimlik tartışmaları içinde buldu. Baykal ısrarla etnik bir tanımlamayı, tek üst kimlik olarak Anadolu’da yaşayan tüm etnik topluluklara dayatama çabasındadır. O “Türkiye Cumhuriyeti üst kimliğini” (!) dahi artık yeterli görmemektedir. “Türk milleti üst kimliktir diyerek, Anadolu’nun onu aşkın etnik topluluğuna, ne olursanız olun, tek seçeneğiniz Türk milletinden olmaktır diyor ve bunun üst kimlik olarak yutulmasını istiyor. CHP de, kendini ifade etmek isteyen hiçbir etnik topluluğa ve unsurlarına artık yer olmadığını ilan ediliyor; ya Türk milleti üst kimliği ile kendini tanımlayacaksın yada olmayacaksın. Kürt ya da Arap isen Türk milletine mensup bir Arap ya da Kürt olacaksın, bu her ne demekse. Baykal bu adımla “anayasal vatandaşlık” ve “bilinç milliyetçiliği” söylemlerini de aşmıştır. Bilindiği gibi Baykal, ilk kez NTV ekranlarından bu argümanları dile getirmişti (7 Nisan 1999) ve bizler bunun üzerine uzun bir eleştirel yazıyla “Baykal’ın bilinç milliyetçiliği” adı altında cevap vermiştik. CHP’nin içine sürüklendiği kimlik bunalımını orada da dile getirmiş, bu sürecin tarihin dokularını belirlemiştik. Baykal, o gün, “bir göç ülkesi” olarak tanımladığı Türkiye’de Kürtlere ve diğer etnik topluluklara, “anayasal vatandaşlıkla” yetinmelerini önerilmiş ve bununla yetinmeyenlere devletin onlara hiçbir yardım yapmayacağı tehdidini “ Devlet etnik hiçbir şeye hizmet sunmaz, resmi eğitim ve dil Türkçe’dir, devlet bununla ilgilidir, etnik sorunlarla ve ihtiyaçlarla her etnik yapı kendi özel çabasıyla bunu yapar” diyerek ilan etmişti. Buna, o günlerde devletin neden Kürt bölgelerine hizmet götürmediği yönündeki bir soruya da “Terör varsa hiçbir hizmet yapılmaz” diyerek cevap vermiştir; Bu anlamda Baykal’ın düşünce labirentlerinde, etnik topluluklar kendilerini Türk milleti mensubu olarak tanımlamadıkça ve tepkileri sürdükçe hizmet beklememeleri gerektiği belirtilmiş olmaktadır. Oysa, sömürgeci ülkeler bile sömürge halklarına hizmet götürdüğü herkesçe bilinir, bunun için özel bir kimlik taşımaya bile gerek yoktur.






BİLİNÇ MİLLİYETÇİLİĞİ




Baykal, “bu söylemler milliyetçi söylemlerdir” yönündeki sorulara ise, “bu bir bilinç milliyetçiliğidir” diye cevap vermişti. “bilinç milliyetçiliği” sosyolojik olarak her ne demekse, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Kürdün, Arab’ın, Çerkez’in, Rum’un Ermeni’nin, hangi araçlarla bu bilinci taşıyacaklarını izah etmekte zorlanıyordu. Kişinin anayasal vatandaş olması ise (özel koşullar, iltica, daimi ikamet vb olmadıkça) dünyanın hiçbir yerinde ve devletinde bir hak kazanımı değildir. Kişi hangi etnik topluluktan olursa olsun, istese de istemese de, doğumuyla birlikte nüfus memurları tarafından vatandaş olacağı yani, anayasal vatandaşlığı tescil edileceği için fiilen egemen olan etnik topluluğun unsuru sayılmış olacaktır, bununla kendi etnik hak ve hukukunu tanımlamaya yarayacak bir kazanım sahibi olmayacaktır. Yani anayasal vatandaşlık dahi, bir hak kazanımı değildir. Etnik haklar anayasal olarak tescil etmedikçe, anayasal vatandaşlığın, etnik toplulukları zorla, egemen etnik yapının mahkumları haline getirmesi engellenemez. Bu tehlikeden uzaklaşmanın tek yolu, bireylerin kolektif kimlikleri olan etnik mensubiyetlerini anayasal güvencelere bağlamak gerekmektedir. Bireyin kolektif kimliği ulusal kimliğidir ve onunla ilgili hakları, bireysel vatandaşlığının anayasal olarak tanınmasından doğan haklarıyla çok farklıdır. Bunların bir birine karıştırılması, her zaman bireyin kolektif kimliğini yok saymaya yönelik olmuştur. Ülkemizde sürekli gündemde olan üst kimlik tartışmalarının altında da bu gerçekler yatmaktadır. Farklı etnik topluluklardan ayrıca, bilinç milliyetçiliği adı altında yada üst kimlik olarak Türklük “bilinci” taşımalarını istemek, en hafif deyimle faşistlikten başka bir şey değildir. Düne ait olan bu tartışma, bu gün Baykal’ın açıklamalarıyla farklı bir boyut daha kazandı. Baykal, söylediklerimize açıklık getirecek yeni bir argüman geliştirerek, işi daha açık hale getirdi. “Türkiye’de yaşayan her kesin üst kimliği Türk milletidir” dedi. Bu söylem, üst kimlik olmaktan çok, üstün kimlik gibi geliyor ve insana çok vahim şeyler hatırlatıyor.





Üst kimlik bir konsensüs olayıdır, tarihsel, coğrafyasal, kültürel bir harmanlanış ve özgür bir ortaklığın belirlediği tanımlamadır. Bu çerçevede, Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olmaları mümkün değildir. Türkler de Türkiyelidir, yeterli olmasa da, diğerleriyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla ortak payda sahibi olarak algılanmalıdır (burada Cumhuriyetin, Türk adıyla anılması bile, demokrasi ve özgür ortaklığın kabul sınırları içinde mütalaa edilmeye bilinir). Oysa bir millet diğer milletlerin üst kimliği olamaz. O, her milletin alt kimliğidir. Baykal, vardığı son aşamada farkında olmasa da, ilkel Türk milliyetçilerinin yanına düşmüştür. Bu kanaatimizi haklı çıkartacak tutumlar ise az değildir. O, Avrupa birliğine katılımda, Kıbrıs sorununda gösterdiği tutum da bir bütün olarak siyasal çizgisini bu yönde belirlemiştir. Bu çizginin kimliği bellidir, onu da CHP temsil etmez. Dolaysıyla CHP bu gün hızla kimliksiz haliyle bir başka kimliğe siyasi olarak mülteci düşmüştür demek yanlış olmayacaktır. Bu davranışın Türk milletine karşıda bir haksızlık olduğunu fark etmeyen Baykal, halkçılık adına geride kalan tüm değerlerini yitirmekte olduğunu söylemeliyiz.





Baykal dahil milliyetçi solcuların anlamakta zorlandıkları gerçek, Anadolu’da yaşayan etnik toplulukların, her şeye rağmen Türkleşmemesidir. Tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel ve dil açısından da bu süreç gerçekleşmemiştir. Türk milleti, Anadolu’ya geldiği günden bu güne geçen bin yıllık süreçte, hiçbir milleti asimle edebilecek üst bir kültür odağı, potası oluşturamamıştır. Tersine Türk dili, sanatı, kültürü hata dini dahi, Anadolu’nun yerli ulusları tarafından yoğun olarak asimle edilmiştir denebilir.





Türk diline baktığımızda, öz Türkçe olan kelimeler artık, kullanılan dilin sadece %10’u kadardır. Sanat-kültür alanında ise, İslam-Bizans karması bir sonuç vardır ve öz Türk göçebe “sanat ve kültürüyle” hiçbir ilintisi yoktur, Rumlardan, Ermenilerden, Araplardan, Kürtlerden vd. milletlerden etkilenmişlerdir. Dine gelince, Türklerin öz inancı Şamanizm, geçmiş bir değer olarak dahi korunamamıştır. Türkler tamamen İslamlaşmıştır, dini bir asimilasyona uğramıştır. Türkler kendi özlerinden, Anadolu milletlerine, onları bir ulusu olarak yeniden yapılandırabilecek bir şey katmamıştır. Bundan dolayı Anadolu etnik topluluklarını bir potada yeni ve üst bir ortak kültür ve kimlikle özümseyip, homojen bir topluluk oluşturamamışlardır. Rumlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler hala kendi dillerini, kültür ve coğrafi birlikteliklerini korumaya devam etmekte ve kendilerini öz etnik yapılarıyla tanımlamaktadırlar.





Aynı şeyi Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da göremezsiniz. Orada tarihi süreç, etnik yapıları bir üst kimlikte özümseyebilmiştir. Baykal bu gerçeği görmezden gelmeye çalışıyor, bu yüzden de, iddiası zayıf olanların düştüğü katı ve uzlaşmaz durumlara düşüyor. Bu ise başta Türk milletine karşı yapılmış bir haksızlıktır. Bilişim çağının küreselleşme değerlerinde, Türk milletinin içine zorla başka milletleri sokuşturarak, kendi gerçeğine yabancılaştırmanın getireceği zarardan başka bir şey yoktur. Her millet kendi etnik orijinalitesiyle küreselleşen dünya ilişkileri içinde bir dişli olmaya çalışmalıdır. Başkasının değerlerini, kendi adına bir yerlere taşımakla orijinal olunmaz. Bunun için Türkiye birimizin değil hepimizindir diyoruz. Başka milletlerin özgürlüğünü tanımayan milletler özgür olamaz diyoruz. Ülkemizde gerçek anlamda bir demokrasi istiyorsak, bu işin alfabesinin buradan geçtiğini bilmek gerek.





Bu satırların yazarı, Türkiye’de üst kimlikle ilgili, tartışmaya açık bir yaklaşımını buraya aktarmak ister. O da, Türkiye’de farklı etnik toplulukları bir üst kimlikte birleştirmek tarihsel açıdan imkansızdır.




Üst kimlik olgusu tarihseldir. Bu tarih, belli bir coğrafyada yerleşmiş etnik toplulukların merkantilist dönemin ilişki ve çelişkileri içinde, çevre coğrafyalarda yerleşmiş etnik topluluklarla iktisadi, sosyal ve siyasi ilişkilerini, farklılaştırdığı ve kendini diğerlerinden ayırmak üzere farklı tanımlamaya başladığı bir dönemdir. Bu dönem modern ulusların doğuş, modern sınırların oluşmaya başladığı bir dönemdir. Bu dönemin özellikleri itibariyle, ortak coğrafyada daha sıkı bir kaynaşma içinde olan etnik topluluklar, içe kapanma ve iç ortak bölenlerini artırma yönünde bir eğilim göstermişlerdir. Bu eğilim, farklı coğrafya ve farklı etnik yapılarla ilişkilerinde kendilerini tanımlamak üzere ortak bir üst kimlik oluşumuyla belirmeye başlamışlar. Hadise bir karar yada bir ortak toplantının sonuç bildirisi değildir, öncelikle iktisadi, ortak tarihsel geçmişin şekillendirdiği değerler toplamı ve sosyal-siyasal gerekler sonucudur. Bu ortak paydalar, kaçınılmaz olarak ortak ileri hedefleri yaratır. Merkantilist dönem sonrası gelişmeleri göz önüne aldığımızda, ortak bir uluslaşma sürecine katılan etnik toplulukların nasıl da, ortak bir hedef etrafında daha çok ortak payda oluşturduklarını görmek zor değildir. Bu dönem, ortak bir üst kimlik içinde kendini ifade etmeye başlayan ulusular için büyük bir hazırlık dönemidir. Sermaye birikimleri, keşifler, teknik gelişmeler ve üretime yansıyan sonuçları ve bil cümle ortak toplumsal dinamikler bir üst kimlik içinde, dünyanın diğer alanlarına ve diğer üst kimliklerine açılma yönünde ilerliyordu. Avrupa’nın Reform ve Rönesanssı, merkezi devleti iktisadın bir sonucu ve gereği olarak üreten, farklı etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştiren ve her türlü hukuki güvencesini sağlayarak iç kaynaşmasını tamamlayan bir uluslaşma süreci olarak tarih sahnesinde kendini gösteriyordu Oysa, aynı dönemde, coğrafyamızda orta çağın en kasvetli karanlığı hüküm sürüyordu, tarihi çok geriden, hiçbir bilinç değeri taşımadan, dinin sağladığı ortak böleni bir araç olarak kullanıp hazıra konma yönünde bir yaşam süreci yaşanıyordu. Atatürk bu eğilimi şu meşhur sözleriyle ifade etmişti; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” ( Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)




Bu konuyla ilgili olarak “Kürtler ve ulusal devlet” adlı makalemizde de şöyle bir belirleme yapmıştık; “Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğar. Diye beylik bir sözümüz vardır. Bu belirleme, tamamıyla materyalist, Marksist gerçekçi bir belirlemedir ve tarihin çok önemli bir kesitine aşılmamış doğruluğuyla ışık tutar. Bu özlü cümle dev bir tarihi açıklar ve kısaca şunu ifade eder, tarihsel gelişimi içinde ticaret burjuvazisi feodalizmin kapalı ekonomilerinden, sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, belli bir toprak parçası üzerinde ortak tarihle şekillenen, gelenek ve görenekleriyle kaynaşan, merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak merkezi bir ekonomi yaratma yönünde ilerleyen, etnik köklerini geride bırakarak ortak bir dil ile tüm ilişkilerini düzenleyen insan toplulukları, daha merkezi, daha güçlü ve güven içinde servetlerinin birikimlerini değerlendirmesi yönünde tek bir ulus çatısı ve değerleri içinde, merkezi bir ulus devleti altında belirlenen tarihsel bir örgütlenmeye yönelmişlerdir. Kapitalizm gelişirken ulusta bir sonuç olarak, tarihi bir kategori olarak, insan topluluklarının bir örgütlenme biçimi olarak kendini gösteriyordu.” İşte Üst kimlik budur ve tarihsel olması da bundandır.




Oysa bu gün yapılan, dayatmadan başka bir şey değildir. Üst kimlik öneriliyor gibi, ancak “başka şansınız yoktur, kendinizi Türk milletinden hissedeceksiniz” dayatması yapılmakta. Tarihsel süreçlerinde başarılmayan yapılanmalar bu gün dayatmalarla giydirilmeye çalışılmaktadır. Tarihe karşı direnme gibi bir şeydir bu. Bu gün Türkiye’de yaşayan etnik toplulukların üst kimlik oluşturmak bir yana, birleşebilecekleri ortak bir üst hedef dahi yoktur. Buyursunlar bir ortak üst hedef olduğunu göstersinler. Ortak bölen olarak var olanlar ise, henüz dini birliği aşmamıştır, o da önerilen Türk milleti üst kimliğine ait bir değer değildir. Tersine, Türklerin öz dinleri Şamanizm’i asimle eden, Arapların kattığı bir değerdir. Tüm çabalara rağmen, dil konusunda dahi nüfusun küçümsenmeyecek bir kısmı Türkçe’yi bilmemekte, yaşamsal ilişkilerinin önemli bir kısmını ana dilleriyle (Kürtçe, Arapça, Ermenice vb) yürütmeye devam etmektedir. Dil konusunda da yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi, 40.000 kelimelik Türk Dil Kurumu Sözlüğünün (7. Baskısı 1983 tarihli, Türkçe sözlük) sadece %15-20 öz Türkçe’dir, kullanılan Türkçe dilin diğer kelimeleri Arapça, Farsça, Fransızca,İngilizce, Latince, Yunanca vd. dillere aittir. Öz Türk dili, asimle olmuş bir dil konumundadır; Kimi ilkel milliyetçilerin bunu zenginlik olarak görmesi, bilimsel açıdan dil yoğunluğu ve etkisi anlamında bir kıymete sahip değildir ( bu konuyla ilgili en önemli çalışma Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü- adılı çalışmasıdır. Adam yayınları). Oysa, Alman, Fransız, İtalyan üst kimliğinde birleşen onlarca etnik topluluğun kullandığı dil, egemen etnik topluluğun öz diline dayalıdır, yabancı kelimeler etkin ya da yoğun değildir. Sanat ve kültür alanında da aynı şeyleri tekrar etmek yanlış olmayacaktır. Bu yüzden, üst kimlik ortaklığı Anadolu’da yaşayan etnik topluluklar açısından tarihi süreci ve bu sürece ait halkaları kaybetmiş bulunmaktadır. Bu iddialarımı, bu günün en önemli ulusalcılarından bilim adamı Emre Kongar’ın, yukarıda aktardığım Atatürk’ün sözleriyle çok anlamlı bir şekilde kesişen sözleriyle noktalamaya çalışacağım; “ Geçmiş bin yılda doğu’dan geldik, Batı’ya doğru yol aldık. Geçmiş bin yıla Şaman olarak başladık. Moğollarla ve Çinlilerle karışık Oğuz boyları olarak Orta Asya’dan yola çıktık. İslam diniyle tanıştık. Bizans’ın yerine geçerek, başta Rumlar olmak üzere, tüm Arap, acem, Kafkas, Anadolu ve Balkan halklarıyla Karıştık. Osmanlılar olarak Üç semavi dinin, Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslam’ın, tüm mezhepleri ve tarikatlarıyla ile ilişkiye girdik, kimini benimsedik geliştirdik, kimine üvey evlat kimine düşman muamelesi yaptık. Kılıçlarımızla Avrupa’nın ortasına ulaştık... Kendi oluşturduğumuz gelişmelerin kurbanı olduk, toprak ağalığına bağlı dinsel bir tarım imparatorluğunu, endüstriyel bir ulus-devlete dönüştüremedik, zayıfladık, yenildik, işgal edildik, siyasal haritadan silindik.” ( Emre Kongar, Küresel terör ve Türkiye s: 153-154) bu sözlere eklenecek hiçbir şey olamaz. Diyeceğim o ki, kendine ait olmayan değerlerle başka etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştirmek traji-komiktir, hepsi o kadar.




Yukarıda yer alan üç paragraftaki görüşler şahsi olduğu, yazarı açısından da tartışmaya açık görüşlerdir. Bu yaklaşım, yazarı, Türkiye etnik dokusuna ait bir üst kimlik oluşturmanın güç olduğu sonucuna götürüyor. Türkiye’nin müzmin kimlik bunalımının altında bu olduğu sonucuna ulaştırıyor. Bu sonucu güçlendiren siyasi iktidarların yaptırımları ise, ülkede bir üst kimlik yerine artan bir bölücülük ortamı yaratmakta olduğuna inandırıyor.




Baykal bu gerçeklere gözlerini yummaktadır. Milletini sevmek adına giriştiği rekabette, milletinin hiç ihtiyaç duymayacağı dayatmaları yaparak, onu küçük düşürmektedir. Sorulan bir soru üzerine, bu saçmalıklarıyla tutarlı olma adına da, , Almanya’daki Türkler Alman milletindendir” deme komikliğine düşmektedir.





Makalemizin son bölümüne, tartışmaların sürdüğü şu ortamda ortaya atılan taciz sorulardan en önemli bir iki tanesine cevap vererek görüşümüze detay katmayı uygun gördük.




a. Çok uluslu bir merkezi devlet olunacaksa bu devletin adı etnik bir topluluğun adı olarak nasıl devam edebilir; Türkiye Cumhuriyeti’nin adı mı değişecek. Diye hayıfla sorulan sorulara cevabımız şudur; doğrudur, etnik bir isim üst kimlik unsurlarından biri olan devlet adı olmamalıdır. Egemen etnik toplumun hoşuna gitmese de demokrasi bunu gerektirir. Başlangıçta, Kuruluşta Osmanlı devleti adı yerine Anadolu Cumhuriyeti adı tercih edilseydi, şimdi kimse alınmayacak ve hayıflanmayacaktı. Bakınız, Çekoslovakya Cumhuriyeti devlet adı, belli bir gerçek üzerine dayandığı için, Çekler ve Slovaklar birlikteyken ve ayrılınca da bir sorun çıkmadı. Her kes adını aldı ve dost-kardeş olmaya devam etti, güney Slavlar adına Yugoslavya da, Sırp, Hırvat, Sloven, Karadağlı, Bosna-Hersek’li vd. birlikteyken ve ayrılınca da isim kapma sorunu olmadı. Kuruluşta bir yanlış varsa sonradan düzeltilmesinin bir sıkıntı yaratması sadece ilkel milliyetçiler için bir nedendir, demokratlar için değil. Bölücülük tas tamam buradan başlar. Hata, kuruluşta yapılan tanımlamadadır. Bunun nedeni ne olursa olsun, başlangıçtaki hata bu günün çözümleri için veri olmamalıdır. Aksi taktirde Osmanlı tabası olan onlarca devletin,bu gün farklı adlar almasını, “ayıp ettiler” diye eleştirmek gerekir. Bilinmesi gereken Türkiye sadece Türklerin değil, hepimizindir ve bunun, bu gerçeklikle tespiti gereklidir. İsim değiştirmekte dahil. Adil, barışçıl ve kardeşçe bir birlikte tutarlı olunmak isteniyorsa bunları kaldırabilecek genişlik ve olgunlukta olmak gerekiyor.




. FFederatif bir devlet yapısı olmadan devlet adı değişimi anlamlı olur mu. Yönünde sorulan tuzak sorularda, “işi buraya kadar mı getiriyorsunuz” demek isteyen milliyetçi bir eğilim bulunmaktadır. Bunlara cevap açık, kısa ve nettir. Evet, aynen öyledir. Daha da ötesi, bu topraklarda birlikte yaşamanın, güçlü olmanın, barış ve kardeşlikte komşulara da örnek oluşturmanın yolu buradan geçecektir. Ne kadar geç kalınırsa kalınsın bu yoldan geçmek kader gibidir. Yok milliyetçilik adına bölücülük yapılmak isteniyorsa ayrılık, ne tür felaketlere ve faturalara yol açarsa açsın bir kader olacaktır. Tercih, egemen ulusundur. Ayrıca sorunu Türk-Kürt ulusları diye sık sık iki ulusa indirgeme çabası da kabul görmeyecek bir tür darlıktır. Ortak devlet ya da ayrılık iki ulusa mahsus değildir. Anadolu’da Türkler, Kürtler gibi Araplar da başkaları da bir ulusal topluluktur ve onların hakları diğerlerinden az değildir. Buradan nereye varılır diye hayıflanmaya hiç gerek yok, varılacak yer açıktır, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkıdır. Bu hak kullanılmadan bu ülke özgür olmayacaktır. Zaman adım adı bu gerçekleri önümüze sürdükçe tartışmaya devam etmekte olduğumuzu gösteriyor. Dün Kürtler, “dağda yürürken kart kurt sesleri çıkartan dağ Türkleri” değil miydi ? Hadi bakalım, bu gün hangi akıllı bu lafları tekrar edebilir, bir boy göstersin bakalım. Adım adım gerçeklerle yüz yüze kalınacaktır derken hiçte hayal içinde değiliz.





c. Anayasal vatandaşın adı ne olacaktır, ulusu nedir, üst kimliği ne olacaktır. Yönündeki sorulara cevabımız; öncelikle bilinmeli ki, anayasal vatandaşlık bir üst kimlik değildir. Bireyin devlet karşısındaki konumunu, hak ve ödevlerinin sınırlarını belirleyin bir konum tespitidir. Anayasal vatandaş olmak, ne etnik ne de üst kimlik belirlemek üzere bir veri olamaz. Buradan hareketle Türkiyeliliği bir üst kimlik olarak değerlendirmek dahi ciddi sayılmayabilir. Bu gün için Türkiyeli kavramı nispeten bu konudaki tartışmalar için bir ortak bölen, tampon kavram olarak görülüyorsa da yeterli değildir. Türkiyeli olmak bir yerden olmak anlamına gelir. Bu yer ise, coğrafi tarihte hiç bir zaman olmayan bir yerdir. İsim olarak Türkiye, bildiğimiz köy adları, cadde adları, şehir adları değiştirmek gibi bir davranışın sonucu oluşmuştur. Yoksa Türklerin öz yurdu anlamında Türkiye denilmemiştir. Unutulmamalı ki, Kürdistan diye bir coğrafi yer çok daha eskidir ve üstünde Kürtler yaşamaya devam etmektedir. Oysa, bu gün Türklerin de yaşadığı coğrafyanın tarihi adı Anadolu’dur, Küçük-Asya’dır. Ancak 85 yıllık kullanımın etkisiyle, Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşlarının kendilerini Türkiyeli olarak görmeleri, çok itiraz edilen bir konu olarak belirmemektedir. Ama bu da gerçekçi değildir ve zaman bu sorunu da getirip yüzümüze çalacağı günler uzak değildir. Tekrar ediyoruz, Türkiye’de üst kimlik arayışları, tarihi treni kaçırmış bir zorlamadır. Doğru arayış, barışçıl kardeşçe bir ortak yaşam için, kavramların etimolojik sınırlarına hapis olmamış, dayatmalardan uzak en demokratik en anayasal güvencelerle zırhlanmış tüm etnik toplulukların özgür yaşamı için projeler oluşturmaktır. Orada, etnik toplulukların, etnik bir anlam taşıyacak üst kimlik altında yaşama mecburiyeti olmayacaktır. Bu gün, Türkiyeli olmaya gösterilen rızanın daha çok zedelenmemesi yapılacak arayışlar içinde iyi bir zemindir, ortak bölendir. İlkel milliyetçi ısrarlar, bunu da dinamitlemekte olduğu bilinmelidir.





d. Bilinebilen tek üst kimliğimiz dindir, hepimiz Müslüman’ız başka bir şey üst kimlik olamaz. Bu söylem belki de akla an yakın, sahipleri açısından da tutarlı tek iddiadır. Ancak bu iddianın handikabı çoktur. Zira bir kez inanç dünyasını bir üst kimlik olarak belirlemek, dünyasal değerlerle kazanılmış üst kimlik değerlerine tanrıyı karıştırmak ve bunun doğal sonucu insanların yaşam sistemlerine yön vermede kendileri dışında önceden verili vahi (Kuran), kıyas, icma, ve sünnet’e dayanmak demektir. Oysa üst kimlik tarihsel olarak kazanılmış, gerisin geriye dönülüp yorumu yapılabilecek bir veri değildir. Bu gün İslam alimleri hemen hemen hiçbir temel konuda ne içerik ne de şekli açıdan anlaşmış değillerdir. İcma , kıyas ve sünnet bir yana vahi (yani Kuran-ı kerim) konusunda bile farklılıklar bitip tükenecek gibi değildir. Dört mezhep ve Şiilik arasındaki uçurumları, bu arada hiç saymıyoruz. İkincisi; bu iddia coğrafi ve etnik bir sınır ve veriyi esas almaz. Tüm Müslümanlar tek ümmettir iddiasında olup, etnik toplulukları farklı bir açıdan ezme, yok edip sindirme eğilimi taşır ve hak hukuk konusunda hiçbir özgürlüğü tanımaz. Sözde etnik ayrılığı yalnızca din ortadan kaldırır, zira onlara her türlü etnik mensubiyeti hak olarak görür. Kuran’da bunu teyit eder; “ Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, ‘Allahın buyrukları dışına çıkmaktan’ en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır (Hucurat Süresi ayet no:13) . Ancak bu iddiada olmalarına karşın, inanılmaz bir asimilasyon çabası içinde olurlar; tek tek tüm İslam ülkelerinde yaşanan deney bunu göstermiştir, Arap ülkelerinde Arap olmayan İslam kalmamıştır, İran’da Farslaştırılmayan yada Fars asimilâsyonuna uğramayan hiçbir farklı etnik topluluk kalmamıştır, Osmanlı-Türkiye’de aynı süreç bu günde tüm ağırlığıyla sürmüştür. Yani egemen etnik topluluk, din kardeşini yok etmek için hiçbir çabadan kaçınmamıştır. Bu da dinin üst kimlik adına, yararlı bir davranışı olmayacağını tarihi deneyleriyle göstermiştir. Üçüncüsü; İslam ümmetinin ortak büyük hedefi aynı olan topluluklardan oluşmamaktadır. Her ülkede, her coğrafyada ayrı binlerce bağla birbirlerine bağlı olanların, tek bir üst ve ortak hedefte birleşmeleri mümkün değildir, jeo-stratejik veriler buna engeldir. Müslüman Arapların, Türkiye Müslümanları gibi Avrupa birliğine katılma yönünde stratejik bir hedefi yoktur olamaz da. Müslüman Batı Sahralıların ortak hedefi olan haklı bağımsızlık talebi, Fas Müslümanlarının topraklarını bölme anlamına geliyor. Bu çelişkiler İslam’ın uygulanmamasına değil, İslam’ın her türünün denenmesine rağmen, etnik çıkarları aşabilecek bir üst kültür yaratabilme yeteneğinin olmamasındandır; tarihin tüm deneyleri buna tanıktır. İslam Mekke’de, Kabe etrafında dünyanın tüm etnik topluluklarını birleştirebilmesine rağmen, aynı ülkede, hatta aynı şehirde farklı etnik topluluğu birleştirmekten acizdir. Bu yüzden inancın üst kimlik değeri taşıması zordur. İranlı Müslüman ile Arap Müslüman arasında tarihten bu yana, inanılmaz bir rekabet, mücadele ve savaşlar vardır; bunun nedenini, tek ümmette birleşmemiş olmalarına bağlamak, İranlıları, İranlı üst kimliğinde birleştiren tarihi nedenleri yok farz etmek demektir. İslam, zamanında, etnik yapıyı aşabilecek bir üst kültür yaratabilmiş olsaydı, zaten ne Arap ne İranlı diye ayrı bir etnik gelişim ve üst kimlik oluşabilirdi. Din bu konuda dünyanın tüm ülkelerinde zayıf kalmıştır. Hz. Muhammed ve dört halife zamanında (ki bu süreç İslam’ın asır-ı saadeti diye anılır, yani altın çağı) dahi üst kimlik olarak İslam, etnik yapı dışında bir işlev görememiştir; Emevilerin kurduğu Arap imparatorluğu bu asır-ı saadet döneminin üstünde ve onun bilinciyle yükselmiştir. Bu imparatorluk bir zülüm imparatorluğu olarak, peygamber “sahabelerinden” (!) sayılan insanlar eliyle oluşmuştur. Sonraki dönemler için ise söz söylemeye gerek yoktur, bölgemizin tüm savaşları kıran kırana, insan kıyımı olarak, İslam devletleri ve etnik toplulukları arasında geçmiştir. Din bunları hiçbir zaman üst bir kimlikte birleştirebilme etkinliği gösterememiştir. Bundan sonra, tarihsel treni kaçırmış olma dolaysıyla da bu imkansızdır; artık her etnik topluluk kendini ifade etme kanalları bulmuş bir üst kimlik oluşturmuş ve dini, bu üst kimliklere yararlı olabildiği oranda değerlendirmeyi yeterli görmüştür (afet zamanlarında, kutsal bayramlarda, yardım toplama işlerinde, savaşlarda vb). Dördüncüsü; dinin emirleri Allah’tandır. Her zaman ve mekan için aynı ve değişmezdir. Kutsallığı ve muhkemliği, dünya işlerinin izafi kurallar içinde işlerliğinin dışındadır. Böylesi bir mutlaklığı, toplum ve bireylerin izafi olan dünyasal yaşam düzenlemelerine bir üst kimlik olarak önermek, onu tartışılabilir hale getirmek demektir. Tartışılabilen, izafi işlerlik dolaysıyla kuralları zaman ve mekana göre değiştirilebilen bir kutsiyet insanların kabul edebilecekleri bir fenomen olamaz. Ünlü bir yazarın dediği gibi “tanrının prestiji görülmemesindendir”. İnsan erdem ve ahlak kuraları anlamında bir üst yapı unsuru olarak dini, üst kimliği güçlendiren unsurlar arasında telakki etmek, insanlığın bu günkü düşün düzlemlerinin tarihi kesiti itibariyle daha akli bir yorumdur. Aksi, dini izafi işlere karıştırmak olur, içine haksızca başka unsurları sokuşturmak anlamına gelir ki, bunlar dinin özüyle çelişen ve onu yıpratın öğelerdir. Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Orta çağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şaman izimden İslam’a ya da Şaman izimden Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dinin kurucusu olan bir millettir, aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyada olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür; Araplar dünyanın her yerinde, kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli,Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır.









Sonuç




Üst kimlik tartışmalarının, Yüksekova-Hakkari olaylarındaki devlet-çete işbirliğinin ortaya çıkmasıyla alevlenmesi bir kez daha, tüm etnik topluluklar adına Kürt ulusal varlığının anayasal olarak tanınıp-tanınmaması sorununa gelinip dayanılmıştır. Bu konuda onlarca makale yazdık durduk, hadise Kürt ulusunun varlığının kabul edilip, edilmemesiyle ilgilidir dedik. Bu ulusun haklarının anayasal hükümlerde belirlenip, belirlenmemesiyle ilgilidir tespitini yaptık. Kimse kendini aldatmasın, ne dini söylemlerle AKP’nin yaptığı gibi, hepimiz din kardeşiyiz deyip, işi tanrının huzuruna ertelemekle ne de, kırk dereden su getirip, egzotik argümanlar geliştirerek, “anayasal vatandaşlık”, “bilinç milliyetçiliği”, “Türk milleti üst kimliği” ilanları ve tehditleriyle boğmaya hiç gerek yoktur. Kürtler çağdaş bir ulusun tüm özelliklerini taşıyan bir ulustur ve onun da diğer uluslar gibi kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Birlikte yaşanacaksa, diğer etnik topluluklarda dahil Kürt ulusunun hak ve hukuku anayasal güvencelere kavuşturulmalıdır. Türk orijinli her aydının yapması gereken en yaşamsal önerme tas tamam budur; dünya ve bölgemizdeki gelişmeleri takip eden vatanseverin önünde böylesi bir görev olduğunu tekrar tekrar belirtmekte yarar vardır. Aksi davranışlar kişileri olduğu kadar egemen olduğunu sanan milletleri de bölücü duruma düşürecektir. Katılık, zorlama, dayatmayla Kürt milletini Türk milleti yapamazsınız. Bunda ısrar ederseniz, bölgemizin parçalanmış yapısını bir kez daha parçalamak isteyen şer güçlerinin taleplerini yerine getirmiş olursunuz, üstelik kendinizi birleştirici sanarak. Irak’ın başına gelenlere, Suriye’nin başına örülmek istenenlere bakınız ve ders alınız. Bu dersi öncelikle de Baykal’ın alması gerekmektedir.

Hiç yorum yok: