AYŞE HÜR
ASİMİLASYON İNSAN SUÇUDUR • Ardından AKP İstişare Toplantısı’nda Mardin Milletvekili Mehmet Halit Demir, anadilde eğitime izin verilmesi, bu çerçevede Kürtçe eğitimin önünün açılmasını talep ettiğinde Başbakan Erdoğan, “Kürtçe eğitime izin veremeyiz. Bunlar hassas konular. Bu konularda çok dikkatli olmalıyız. Bunlar ülkeyi bölünmeye götürecek konulardır” diyerek Demir’i azarladı. Halbuki, Türkiye’nin ancak 2000 yılında imzaladığı 1966 tarihli BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler gurubun diğer üyeleriyle birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez” diyordu.
Almanya’daki ‘Türk’ asıllılar söz konusu olduğunda ‘“asimilasyon insanlık suçudur’ diyen Başbakana göre, ‘Kürtçe asimile edilmiyordu, bunu söyleyen sanal bir şey söylüyordu, çünkü isteyen kurslara gidip Kürtçe’yi öğrenebiliyordu, Kürtler Almanya’daki Türklerden farklıydı, çünkü Türkiye’de asli unsurlardı’. Peki, Tayyip Erdoğan’ın tespiti doğru muydu? Ulus-devletin inşası sürecinde çok önemli işlevi olan dil politikalarını inceleyerek, ideolojik ve politik tartışmalarda açıkça dile getirilmeyen pek çok hususun, örneğin ulus-devleti kuranların kimleri ‘aslî’, kimleri ‘sözde’ unsur saydığını veya ‘biz’ ile ‘öteki’nin kimler olduğunu anlayabiliriz. Biz de bu gerçekten yola çıkarak bu hafta dil milliyetçiliğinin ve Kürtçe’ye karşı amansız savaşın tarihçesine göz atacağız ve ‘asli’ ve ‘tali’ unsur konularına ilişkin bir fikir edinmeye çalışacağız.
DİLLERE SAYGI! • Tanzimat’tan beri Osmanlı aydınlarının temel sorunu imparatorluğu hızla parçalanmaya doğru götüren süreci durdurmaktı. Dolayısıyla Jön Türklerin ilk işlerinden biri, değişik kökenli tebaayı Osmanlı şemsiyesi altında tutabilmek için ortak bir ‘Osmanlı kültürü’ oluşturmaya girişmek olmuştu. Türkçe’nin yaygınlaştırılması bu girişimin omurgasını oluşturdu, çünkü Balkanlar’daki ve Arap yarımadasındaki gelişmeleri izleyen Osmanlı aydınları dilin ulusal kimlik yapımında hayati rolünü fark etmişlerdi.
Türkçe’nin diğer diller arasındaki statüsü belirlenmesi bakımından atılan en önemli adım Kanun-i Esasi’de resmî dilin ‘Türkçe’ olduğunun belirtilmesi oldu. Aslında Bunun mantıklı bir temeli vardı çünkü 1876’daki ilk meclisin 115 üyesinden 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim olup, Türk, Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Boşnak, Arnavut üyeler vardı. Seçilmek için Türkçe bilme şartı konmuştu ama bunun asıl tespit edileceği belirtilmediği için, Türkçe bilmeyen pek çok üye meclise girmişti. Bu kişiler, konuşmaları anlamak ve tartışmalara katılmakta zorluk çekiyorlar, kimi Türkçe bilenlerin yanına oturarak, kimi tercüman tutarak sorunu aşmaya çalışıyordu. Ancak ‘resmi dil’ şartı gayri Türk unsurların hoşuna gitmemişti.
Meclis-iMebusan’ın açış konuşmasını yapan II. Abdülhamid’e, ‘dillere saygı’ konusunda özel ricada bulunan Rum milletvekili Vasiliki Efendi, Lehçe-i Osmanî adlı sözlüğün yazarı Ahmet Vefik Paşa tarafından ‘bir ülkede yalnızca bir ve aynı dilin olabileceğini, bunun da Kanun-i
Esasi’de açıkça belirtildiği’ söylenerek azarlanmıştı. Olay, 9 Nisan 1877 tarihli The Times gazetesine yansımış, muhabir ‘milli dil’ diretmesini anlamakla birlikte Ahmet Vefik Paşa’nın yaptığı gibi Türkçe’nin azınlıkların ‘gırtlaklarına zorla sokulmak’ istenmesini eleştirmişti. Nitekim Abdülhamit döneminde daha sert adımlar atılmadı.
MİLLİ KAYNAKLAR • Ancak, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçıların etkisiyle ‘edebiyatta millî kaynaklara dönme’ yani, Türkçe’yi eğitim dili yapma, dilde sadeleşme, aruz vezni yerine hece veznini kullanma, eserlerde yerli hayatı yansıtma meselelerine ağırlık
verilmeye başlandı. Bu hedefe uygun olarak 1908’de kurulan Türk Derneği, başlangıçta Türk olmayan unsurları ürkütmemek için, gayet şefkatli bir dil kullanıyordu. Nitekim derneğin üyeleri arasında Ahmet Mithat Efendi, Necib Âsım ve Rıza Tevfik gibi Osmanlı aydınları, Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail Bey, Ahmed Ağaoğlu gibi Tatar ve Kazan kökenli Türkçüler ile Anton Tıngır ve Agop Boyacıyan gibi Ermeni mebuslar vardı.
SADECE TÜRKLER • Ancak 1911 nisanında Selanik’te Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp tarafından çıkarılan Genç Kalemler dergisi çevresinde örgütlenen ‘Yeni Lisan’ hareketi ile ‘dil milliyetçiliği’ kültürel olmaktan çıkıp, siyasal bir içerik kazanmaya başladı. Çünkü Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra yaşanan büyük toprak kayıpları, gayri Türk unsurlara güvensizliği iyice arttırırken, Arnavutlar gibi sadık Müslüman unsurların bile ayrılıkçı politikalar gütmesi, İslamcı bütünleşmeden medet umanları zor durumda bırakmıştı. Üstelik bu yıllarda Anadolu’ya akın eden göçmenler, Türk nüfusu arttırmış ve ‘sadece Türklerden oluşan bir devlet fikri’ akıllara daha çok yatmaya başlamıştı.
TEVHİD-İ TEDRİSAT •Cumhuriyet döneminde ‘tek ulusa dayalı devleti’ oluşturma işinde dil politikaları çok önemli işlevler gördü. Bu konuda ilk adım, 1923’teMaarif Vekâleti’nin bütün
azınlık okullarında, haftada en az beş saat Türkçe dil dersleri olmasını zorunlu koşulması ile atılmıştı. Türkçe dersleri Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmenler tarafından okutulacak, ancak
öğretmenlerin maaşları okullar tarafından ödenecekti. Bakanlık tarafından belirlenen maaşlar zamanın diğer öğretmenlerinin maaşlarının üç kat fazlasıydı. Bu ağır mali yüke ek olarak, tüm azınlık okulları Tedrisat Vergisi ödemek zorunda bırakılmıştı. 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ardından bütün okullarda Türkçe derslerinin saati arttırıldı.
CEZAVERELİM• 1925’de patlak veren Şeyh Said İsyanı Müslüman olduğu halde
Türkçe konuşmayan unsurlara güvensizlik duyulmasının dönüm noktası oldu. 1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en büyük tartışmalar Kürtçe’nin yasaklanması üzerine yapıldı. Kürtlerin Türkleştirilmesi fikrini Ege’deki diğer azınlıkların da Türkleştirilmesi talepleri izledi. Çerkezlerin, Arnavutların ve diğer cemaatlerin dağıtılmasını,milli elbiselerinin giyilmesinin önlenmesini önerecek kadar ileri giden milletvekilleri oldu. Hatta, Balıkesir Belediyesi’nin Türkçe konuşmayanlara para cezası kesmesinden esinlenerek tüm belediyelerin bu yolu izlemesi önerildi. Bunlar neyse ki gerçekleşmedi, devletin sopası her daim Türkçe konuşmayanların
ensesinde oldu.
DİL SEFERBERLİĞİ • 20 Şubat 1928’de liderin gözüne girmek isteyen İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ yazılı pankartlarını asmasıyla işler çığırından çıktı. 1929’da okullarda Arapça ve Farsça eğitimi
kaldırıldı ve CHP teşkilatları ve Türk Ocakları el birliği ile ‘Türk dilinin
sözlüğünü oluşturma’ işine giriştiler. Mustafa Kemal, 1931’de Adana Türk Ocağı’nda “Türk milletindenim diyen insanlar, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe
konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse bunan inanmak doğru olmaz” dediğinde, ‘tek dil-tek ulus’ söylemine ters düşmenin başına gelecekler konusunda herkesin bir fikri olmuştu.
1932’de ‘dil planlaması’ kurumsallaştırıldı ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Ancak aynı yıl Eylül ayında toplanan I. Dil Kurultayı’nda ‘dilin tabii tekâmüle’ bırakılmasını öneren Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in topladığı ilgi Mustafa Kemal’i öyle rahatsız etmişti ki, kendi tezini savunmak için Cemiyet Başkanı Samih Rıfat Bey’i hasta yatağından kaldırıp kürsüye çıkarmıştı.
Türkçe’ye diğer dillere karşı üstün bir statü sağlamak için dil kongreleri ve Türk
Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla şekillenen sürecin ‘saçmalık’ zirvesini ise dünya yüzündeki tüm kültür dillerinin kök dil olarak Türkçe’den türemiş olduğunu iddia eden Güneş-Dil Teorisi oluşturacaktı.
“Baysak, önürme, uygunluk kıldacıları”
Atatürk ve İnönü, Dolmabahçe Sarayı’ndaki III. Dil Kurultayı’nda (24 Ağustos 1936) 3 Ekim 1934’te İsveç Veliahtı Güstav Adolf şerefine verilen bir yemekte Mustafa Kemal şöyle konuşmuştu: “Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duyduğum tükel özgü bir kıvançtır (...) Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 320-321)
Dilde arılaşmanın çok moda olduğu günlerde yapılan bu konuşmayı, salonda bulunanların şaşkınlıkla dinlediğini tahmin etmek zor değil. Ancak, bir yıl sonra Viyanalı dilbilimci Phil H. F. Kvergic tarafından Mustafa Kemal’e gönderilen La Psychologie de queques elements des Langues Turkques (Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi) adlı eserin başımıza neler açacağını henüz bilmiyorduk. Bu eserden esinlenerek oluşturulan Güneş Dil Teorisi, aslında son derece basit bir mantığa dayanıyordu. Teoriye göre ilk insanı, çevresindekileri anlamaya ve anlamlandırmaya sevk eden hayat kaynağı güneşti. İnsanı konuşmaya yönelten de güneşe duyduğu sevgi, hayret, korku, merak vb. duygulardı. İnsanın doğal olarak çıkarabileceği ilk ses de ‘a’ sesi idi. Eski Türk lehçelerindeki ‘ağ’ kelimesinin ‘güneş’, ‘ateş’, ‘ışık’, ‘gök’, ‘zekâ’ gibi değişik anlamlara gelmesi, büyük teorisyenlerin kafasında şimşek çakmasına neden olmuştu: Madem Türkçe ‘ağ’ kelimesi bu kadar önemli kavramları ifade ediyordu, o halde dünyadaki ilk dili Türkler yaratmıştı! Ne dersiniz, dünyada bundan daha inandırıcı bir teori
olabilir mi? Bence hayır!..
KÜRÇE’YE PARA CEZASI. Kozluklu Mele Abdullah anlatıyor: 1940’lı yıllar. Diyarbakır’a gitmiş. Çarşıda Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda kolunu tutuyor ve “Gel, belediyeden seni çağırıyorlar” diyor. Hoca, “Tû kîyî?” (Sen kimsin?) diye soruyor. Şahıs, “Ben belediye zabıtasıyım” diyor. Hoca, “Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın” dese de zorla Reis’in huzuruna çıkarılıyor. Reis, “Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin” diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak, “Al sana para” diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: “Paralar sizde kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim.” (Bakış, 30 Haziran 1999.)
“KA NANE KÎ Bİ TİRKÎ BİDE” • Yine Kürtçe konuşmanın yasak olduğu yıllar. Etraftan duyulacak tonla seslendirilecek her Kürtçe kelime için vatandaş ceza ödemek zorunda. İspiyoncular çarşıda pazarda cirit atıyor. Adamın evinde çocuklar aç. Fırına gidip ekmek almak lazım. Ama ekmeği istemek için de birkaç kelime Türkçe sözcük bilmek gerek. Adam çaresiz. Fırıncının karşısında ve “Ka nane kî bi Tirkî bide” diyor. Fırıncı arif adam, halden bilen biri. “Ha ji tere nane kî bi Tirkî” diye cevap veriyor. Konuşmanın tercümesi şu: “Bana Türkçe bir ekmek ver.” “Al sana Türkçe bir ekmek.” (Şeyhmus Diken, “Pardon Türkçe Konuşabilir miyim?”, Bianet, 27 Ekim 2007)
KÜRTÇE YASAĞI • Peki, Kürtçe konuşmak sadece ‘Tek Parti’ döneminde mi yasaktı? Hayır, 1950’li yıllar hariç Cumhuriyet’in her döneminde Kürtçe’ye (diğer azınlık dillerine) alerji vardı ama en sert tavır 1980 darbesinden sonra takınıldı. 1981’de CHP Milletvekili Şerafettin Elçi bir söyleşide “Türkiye’de Kürtler vardır. Ben bir Kürdüm” dediği için askerî mahkemede 28 ay hapse mahkûm olmuştu. 1982 darbecileri bu tür olaylara karşı tedbirini almakta gecikmemiş ve kendi elleriyle hazırladıkları Anayasa’daki ‘Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz’ ifadesini, 1983’te çıkarılan Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlemişlerdi. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’ydi ve Türkçe’den başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı. Kanun yapıcı, büyük bir maharetle ‘anadil’, ‘anadili’ ve ‘resmî dil’ kavramlarını birbirine karıştırmıştı!
ÖZAL VE DYP-SHP • Darbe sonrasının ilk sivil yöneticisi Turgut Özal’ın ölümünden önce Kürtçe radyo yayınına geçmeyi ve Kürtçe’nin okullarda ikinci dil olarak okutulmasını düşündüğü biliniyor. 1991’de DYP ve SHP’nin kurduğu koalisyon hükümeti, SHP bünyelerindeki HEP’lilerin etkisiyle, Kürt adına doğrudan değinmeden ‘Türkiye’de kendi kültürel
kimliklerini ifade etme ve geliştirme durumunda olması gereken farklı etnik grupların’ varlığından söz ediyordu. Nitekim, 12 Nisan 1991’de Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak
Yayınlar Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılırken, Anayasa’nın 26. ve 28. maddeleri 3 Ekim 2001’de anadille ilgili yasaklamalardan arındırılarak değiştirildi. Ancak 6 Kasım 1991’de, milletvekillerinin yemin töreni sırasında yaşananlar yedisi DEP’li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı.
PARTİLERİN CESARETSİZLİĞİ • 1993’de DYP lideri Tansu Çiller, Kürtçe yayın ve eğitim konusunda olumlu düşündüğünü açıkladı. Ancak partisindeki ve ordudaki sertlik yanlılarının muhalefeti yüzünden bundan çabucak vazgeçti. MHP Başkanı Alparslan Türkeş zaten Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türk soyundan olduğunu söylüyordu. Korucu sistemine büyük destek veren Kürt aşiretleri de bu politikaya büyük uyum göstermişlerdi. Öyle ki, 1994’de Alan aşireti reisi Hamo Meral, MHP’ye katılma töreninde Kürtçe olarak “Biz saf Oğuz Türkleriyiz” demişti. SHP ve CHP’nin tavrı ise Kürtlerin kültürel haklarını desteklemekle birlikte Türkçe’nin resmî dil ve bütün ülkede ortak eğitim dili kalması yönündeydi. Kürtçe eğitime en sıcak tepkiyi RP vermişti, çünkü onlara göre Kürtler İslam ümmetinin bir parçasıydılar. Ama 9. Cumhurbaşkanı Demirel, “Terör halledilmedikçe kültürel konular tartışılmaz“ diye noktayı koyduğundan beri, iki adım ileri bir adım geri gidiyoruz. Avrupa Birliği’nin zorlamasıyla bazı olumlu adımlar atıldı ama, hala Kürtçe başta olmak üzere bir çok ‘anadil’ üzerindeki yasak kalkmadı. RTÜK Kanunu’nda bazı Değişiklikler yapılarak Kürtçe’ye (yanı sıra Arapça ve Farsça’ya) biraz daha özgürlük verilmesi gerçekten olumlu bir adım olacak, ancak ne yazık ki o nokta hâlâ yerinde duruyor.
HİÇ BİTMEYEN 1995’te yapılan bir araştırmaya göre anadili Kürtçe olanların oranı yüzde 6,2, ikinci dili Kürtçe olanların oranı ise 4,5 (toplam yüzde 10,7) idi. Bu büyük nüfusa rağmen, Türkiye ‘anadil’ konusunda pek çok uluslararası anlaşmayı ya imzalamadı, ya da çekince koyarak imzaladı. Örneğin, azınlıklara dernek kurma ve sınırlar ötesi ilişki kurma, kimliğini ifade etme, kendi dilini öğrenme ve o dilde eğitim görme gibi haklar tanıyan ancak bir bildirgesi olduğu için herhangi bir bağlayıcılığı olmayan BM Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’ne (1992) konsensüs yoluyla katıldı ama bir ‘yorum beyanı’ ekledi. Aynı şekilde 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı (1992) imzalamadı. Ulusal azınlıklara mensup bireylerin kendi dillerini öğrenme, bu dilde bilgi
edinme, yayın yapma, eğitim kurumları açma, ad ve soyadı kullanma, gerçek ihtiyaç halinde yerel idari makamlarla ilişkilerini azınlık dilinde yürütme, bu dilde sokak adları kullanma, vb. haklar tanıyan Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni de (1995) imzalamadı. Uluslararası toplumun saygın bir üyesi olmamız için, ‘dil politikaları’ açısından uluslar arası normlara uygun bir düzenleme yapmamız gerektiği açık. Bu konuda iktidar partisine çok iş düşüyor ancak, Diyarbakır’da ‘etnik kimlik şereftir’ diyerek yeni bir dönemece girdiği izlenimini vermeye çalışan CHP’nin işe, daha demokratik, daha çoğulcu, daha kapsayıcı dil politikalarını teşvik etmekle başlaması inandırıcılık açısından faydalı olacaktır...
ÖZET KAYNAKÇA:Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003; Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihi Akışı
İçinde Atatürk veDil Devrimi, AÜDTCF Yayınları, 1963;Ayten Sezer, Atatürk ve Yabancı Okullar (1923-1938), TTK Yayınları, 1999; Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni, Gelişimi, Tarih Vakfı Yayınları, 1997.