27 Şubat 2009 Cuma
YENİ OSMANLICILIK MI? PAN-İSLAMİZM Mİ?
Mihrac Ural
27 Şubat 2009
Bilinmesi gereken, bölge gerçekliği ve tarihidir. Bölgemizde İslami bir eksiklik ve bununla giderilecek bir açık yoktur. Bölge ezici ölçekte İslam’dır ve İslam dışı dini etkilere karşı bir bileşke sorunu yoktur. Pan-İslamizm bu anlamıyla da yeri olmayan bir önermedir. Emperyalist çıkar çevrelerinin bu önermelere vereceği bir prim de yoktur. Tersine böylesi girişimleri kendine karşı olarak algılamaktadır.
Pan-İslamizm bu gün terör örgütü El-Kaide’nin elinde çakaralmaz bir silahtır. Bölgemizin etnik farklılıklarıyla, tarihsel kültürel oluşumlarıyla da uyumsuz bir önermedir. Bu anlamda, olmayan şeyi tehlike olarak gösterip gerçek tehlikeyi örtmek, bu bölgede bildiğimiz ucuz bir emperyalist oyunun tuzağına düşmektir ya da onun sözcülüğüne soyunmaktır. Dini gericiliğinin bir tehlike olduğu gerçeğini unutmadan, ancak olayları ve durumları yerli yerine oturtup siyasal tutumlarımızı almak için olmayan tehlikelerle değil gerçekçi tehlikeleri ortaya sermek gerekmektedir.
Bölgemizde milli çıkarlarla ilgili, etnik çıkarlarla ilgili sorunlar vardır. Tamamlanmamış uluslaşma süreçleri, toprak sorunları, güvenlik ve su gibi önemli sorunları vardır. Bu tür sorunları etnik siyasal önermeler ya böler ya toplar. Etnik birliklerin bu tür sorunları çözme ihtimalinin olması, bölgeyi bu tarzda toparlamak ve emperyalist çıkar güdümüne sokma ihtimalide belirmiş oluyor. Bu noktada yeni Osmanlıcılık ortaya çıkmaktadır. Aldatıcı da olsa belli zeminlere sahip olmaktadır. Tehlikesi de bundandır.
Yeni Osmanlıcılık İsrail’inde kışkırttığı bir görüştür. Kendini bu oluşumun içinde görmektedir. İsrail C.Başkanı Ş. Perez’in “Ortadoğululaşma” önermesi de bunu ifade ediyor. Filistin davasının uzun vadede İsrail için yarattığı yok edici tehlikelere karşı, ulus merkezli olmaktan çıkıp tüm bölgenin birbirine açılacağı ve dolaysıyla Siyonist İsrail’in etkisi altında, emperyalist çıkarları koruyacak bir önerme olarak ortaya konmaktadır. Yeni Osmanlıcılığın Siyonistler eliyle de körüklenmesi, Osmanlının son dönemlerinde oynanan kimi benzer rolleri hatırlatır gibidir. Bu önermede ana amaç ise İslam referanslı, halka dayalı, direnme hareketlerinin yükselen başarı grafikleri ve bunun etkisiyle örnek teşkil etmesine karşı duruşu organize etmektir. Enerji kaynakları ve yollarının emperyalistler lehine korumaktır.
****************
“Yeni Osmanlıcılık”, bölgede etnik farklılıkların ortak çıkarlar adı altında bir biçimde emperyalizme bağlıması girişimi olarak pazarlanıp durulmaktadır. 20.yy her çeyrek bölümünde bir başka emperyalist güç tarafından ülkemizin maceralara sürülmesi amacıyla bu öneri dayatılmıştı. Ülkemizi, Osmanlı gibi “bir alt emperyalist ülke denetimi altında toparlamak” bölgemizi zapt-u rap altına alıp önemli kaynakların elde edebileceği aldatmacasıyla bu serüvene sürüklemek istemişlerdi. Osmanlı genetik mirasçısı Türkiye Cumhuriyetin de bu yönde eğilimler taşıdığı inkar edilemez. Bu gerçeler göz önüne alınırsa, böylesi bir maceranın silahşorları az olmayacaktır.
Pan-İslamizm ise, yüzde 95’i Müslüman olan bölgemiz için. Tarihin hiçbir döneminde anlamlı bir önerme olmamıştır. İttihatçıların, “Alman malı cihat”la I. Dünya savaşına sürüklenişlerinde özellikle Arapları kazanmak için sarıldıkları Pan-İslamizm doğmadan ölmüş bir cenindi. “Alman malı cihat”, “İngiliz malı cihatla” karşılık gördü. Araplarla Osmanlılar karşı karşıya geldi. Çıkar milli temelde oluyordu, Türkler işgalcilere, Araplar 400 yıllık sömürgeci boyunduruğa baş kaldırıyorlardı. Osmanlıyı bir daha bir arada tutabilecek bir çimento da kalmamıştı. Ulusal çıkarlar ya bölüyor ya birleştiriyordu, din ise buna bağlı olarak işlev görüyor.
Osmanlıdan, Türkiye cumhuriyetinin bu gününe kadar tüm tarih kesitlerde din, emperyalist çıkarlar için, devlet eliyle, halka ve halkın dinine karşı bir duruş sergiledi. Ancak hiç bir kesitte birleştirici olamadı. Ülkemizin üst kimlik sorununda dahi dinin hiçbir becerisi olmadı. Din yapısı gereği bir üst kimlik oluşturamaz; dinin tutarlı olabilmesi için söylemi ne yerel, ne de etnik olabilir, mesaj tüm insanlığa yöneliktir. Buna rağmen medeniyetler savaşı gibi tezlerin ön gördüğü çatışmaları baz alan El Kaide gibi terör örgütler, ilgisi olmadıkları Pan-İslamizm tezine sarılmaları eşyanın tabiatına uygundur. Bir dönem, soğuk savaş koşullarında Sovyetleri kuşatma adına ortaya atılan “Yeşil kuşak” tezi bile, evrensel değil bölgeseldi.
Başta ABD olmak üzere hiçbir emperyalist güç, gelecekte karşısına dikilme ihtimali olan öylesine geniş bir birlik Pann-İslamizm önerisinin arkasında durmaz, destek olmaz. Bölgesel birlikler için bile önerecekleri, bağrında iç çatışmaları, farklılıkları olmalı ki kendine yönelik tehlikede bunu parçalamada zorlanmamalıdır. Bunun için “Yeni Osmanlıcık”, muhteva ve biçim açısından bölgemize yapılacak en uygun emperyalist önerme gibi durmuştur her zaman. İsrail Siyonizmini merkez olarak ele alan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, yeni Osmanlı önermesini, İsrail için bile cazip kılmıştır.
Din bölgemizde Emevilerden, Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara tarihinin hiç bir döneminde Pan-İslamizmi ayakları üzerine oturtamadı. Dönemin özgünlüğü içinde istikrarlı olan imparatorluklar etnik bileşkeler etrafında oldu. Osmanlı da bunun bir örneği, İslam ülkeleri yanı sıra diğer din ve inançtan etnik toplulukları bünyesinde taşıyordu.
Pan İslamizim gerçekçi olmaktan çok uzak bir önermedir. Böyle bir önerinin, önerilme şansı bile yoktur. Bölgemizde oynanmak istenen oyunları içerebilecek tez, Pan-İslamcılık değil yeni Osmanlıcılıktır; bu gün Pan-İslamizm, Hz. Muhhammed gelse de öneremeyeceği, önerse de yapamayacağı bir iddiadır. Unutulmamalı İslam, Arapları bile birleştirmemiştir. Böylesi bir önermeye hiç bir ülke, hiç bir ulus ve hiç bir emperyalist güç yatırım yapmaz. Komünizmi kuşatmak için ortaya atılan "Yeşil kuşak" projesinin tutunamaması ve sonuçta bu projeyle beslenen terör örgütlerinin sahibini vurmaya başlamasını bu önermelerin algılanması için iyi bir veridir.
Yeni Osmanlıcılık tehlikesi yerine Pan-İslamizm tehlikesinden bahsederken, Osmanlının bir balkan imparatorluğu olduğu iddiasından yola çıkmak, bilgi kısırlığının talihsizliğindendir.
Öncelikle, Osmanlıyı bir Balkan imparatorluğu sanmak, Osmanlıyı hiç bilmemektir. Osmanlının batıya yönelik sefer ve talan girişimleri, her ortaçağ imparatorluğu gibi servetlerle ilgilidir. En güçlü döneminde bile Balkanlar Osmanlı için kaynayan bir kazandı. Osmanlının dönem dönem Balkanlardan güç alıp savaşlara gittiğinden çok daha fazla Anadolu ve Arap insan potansiyellerine dayandığından söz etmek daha doğru ve gerçekçidir.
Konumuz Osmanlı değil. Basit ansiklopedik bilgiyle öğrenilecek bir gerçeği burada uzun uzun anlatmayacağım. Osmanlının, göçebe bir toplum olarak Anadolu, Bizans, İslam geleneği üzerinde yapılandığını ortaokul çocukları bile bilir. Mülkiyet ilişkilerinin karmaşası, baskın gelen Asya tipi özelikleriyle, tüm talancılığına karşın feodalizmden kapitalizme geçiş için yeterlilikleri olmadığı, bu yanıyla tarihsel dönüşüm ve birikim yetersizlikleriyle geri kaldığı üzerinde çok şey yazılabilir. “Göçebeliğin toprağa yerleşmesiyle ortaya çıkan askeri despotik yapılı bir merkeziyetçi devlet olgusu”, Osmanlı’nın üzerine oturduğu mirası bile doğru değerlendirememesine ya da değerlendirme durumunda olmamasına yol açtı denebilir. Osmanlının mülkiyet yapısı, kurum ve kuruluşları konusu ise ayrı bir konudur. Konumuz da bunlar değil. Konumuz Osmanlının çok etnik yapılı olan bölgemizdeki yapılanışıdır. Bu gün için önerilen Yeni Osmanlıcılıkla bu açıdan taşıdığı ilişkidir. Ama kişi illa eleştireceğim diye buzağı ararsa, komik hallerine bir şey demenin gereği kalmaz.
Osmanlı bir balkan imparatorluğuydu demek ve bundan dolayı bölgemiz için önerilen emperyalist planların işine yarar bir yapılanması yoktur sonucuna varmak Osmanlıyı bilmemektir diyeceğim. Bu aynı zamanda bölgemizde ülkemize oynatılmak istenen maceracı rolleri görmezden gelmek demektir. Bunun için, biraz tarih ve bazı rakamları bilmek gerek.
Osmanlının Balkanları ele geçirmesini sağlayan Birinci Kosova Muharebesi (20 Haziran 1389), Çirmen bozgunundan 18 yıl sonra Haçlı orduları şeklinde birleşen tüm balkanlara karşı bir zaferdi. Yani balkanlılar yenilgiye uğramıştı. Ancak Osmanlı hala tarihte yerini alacak Osmanlı imparatorluğu değildi. 28 Temmuz 1402 Ankara meydan savaşında, Yıldırım Beyazid’in, Timur’un Türkmen kuvvetleri karşısındaki bozgunu üzerinden yarım asır geçtikten sonra İstanbul’un fethi gündeme geliyor. Bu dönem boyunca balkanlar ve Anadolu sürekli bir kaynama içindedir. İmparatorluk ise bu süreçle at başı giden bir yükselişle olmuştur.
Sonuç olarak Osmanlı, İstanbul fethiyle birlikte başlayan yüz yıl içinde, gerçek bir dünya imparatorluğu olarak sahneye çıkabildi. Bu aşamadaki rakamlar Osmanlının bir balkan imparatorluğu olmadığını göstermeye yeterlidir.
Osmanlı denetlediği en geniş toprakları itibariyle 7.213 239 km² dır. Bu geniş alan içinde 55.189. 000 insan yaşıyordu. Bu alan ve nüfusun sadece 216.058 km²si Balkanları oluşturur. Nüfusu ise 10.845.000dir. Balkanlar Osmanlı içinde çok küçük bir alan ve nüfustu.
Osmanlı sarayında ve savaş gücü olarak Balkanlıların kapsadıkları alan bu ölçülerden de küçüktür. Ayrıca Baykanlardan saraya gelenlerin devşirme oldukları göz önüne alınmalıdır. Devşirmeler, hem Müslüman’dır hem de Türk’tür, öyle yetiştirilmektedir. En olumsuzundan Osmanlılaşmış, İslamlaşmış Balkanlılardır denilebilir. Bu gün Türkleşmiş Kürtlerin Kürt sayılamayacakları gibi. Kaldı ki devşirmelerden çok daha yoğun bir yönetici sınıfı, Araplardan gelmekteydi. Bu verilere bakılınca Osmanlıyı bir Arap imparatorluğu olarak tanımlamak gerekirdi ki bu yanlıştır.
Bir devletin vurucu güçleri, koruyucuları, destekçileri o devleti tanımlayamayacağım açıktır. Amerika, Çin’e karşı Tayvan’ı destekleyerek var etmiştir. Ama bu durum Tayvan’ı Amerikalı Tayvan yapmamıştır. Roma imparatorluğunda Cermen savaşçılarının, kral ve saray korumasındaki etkileri bilinir. Güçleri krala azledip, krala tayin etmeye kadar da uzanırdı ama Roma’nın, Cermen Roma’sı olarak tanımlanmayacağı açıktır. Devşirmelerden ya da savaşçılarından dolayı da Osmanlı bir Balkan imparatorluğu olarak tanımlanamaz. Osmanlı üç kıta üzerinde hüküm sürmüş, heterojen etnik yapılı teokratik bir ortaçağ imparatorluğuydu. Osmanlıyı Ortadoğu gerçeğinden koparma girişimi olarak onu Balkanlaştırma, bilinçli bir çaba değilse bilgi eksikliğidir.
Osmanlının son nefesinde, İttihatçıların olmayacak bir duaya, Pan-İslamizme sarılmaları bile bu imparatorluğun Balkanlara dayanacak hiçbir şeyinin olmadığını göstermeye yeterlidir. Ancak onlar da can havliyle İslam’dan medet ummaları, Arapların haklı bağımsızlık mücadelesiyle cevaplanmıştır.
Bu noktada, bölgemiz hakkında kısır bilgileriyle yorum yapanların anlamadıkları şey bölge gerçekliği ve tarihidir. Bölgemizde İslami bir eksiklik ve bununla giderilecek bir açık yoktur. Bölge ezici ölçekte İslam’dır ve İslam dışı dini etkilere karşı bir bileşke sorunu yoktur. Pan-İslamizm bu anlamıyla da yeri olmayan bir önermedir. Emperyalist çıkar çevrelerinin bu önermelere vereceği bir prim de yoktur.
Bölgemizde milli çıkarlarla ilgili, etnik çıkarlarla ilgili sorunlar vardır. Tamamlanmamış uluslaşma süreçleri, toprak sorunları, güvenlik ve su gibi önemli sorunları vardır. Bu tür sorunları etnik siyasal önermeler ya böler ya toplar. Etnik birliklerin bu tür sorunları çözme ihtimalinin olması, bölgeyi bu tarzda toparlamak ve emperyalist çıkar güdümüne sokma ihtimalide belirmiş oluyor. Bu noktada yeni Osmanlıcılık ortaya çıkmaktadır. Aldatıcı da olsa belli zeminlere sahip olmaktadır. Tehlikesi de bundandır.
Yeni Osmanlıcılık İsrail’inde kışkırttığı bir görüştür. Kendini bu oluşumun içinde görmektedir. İsrail C.Başkanı Ş. Perez’in “Ortadoğululaşma” önermesi de bunu ifade ediyor. Filistin davasının uzun vadede İsrail için yarattığı yok edici tehlikelere karşı, ulus merkezli olmaktan çıkıp tüm bölgenin birbirine açılacağı ve dolaysıyla Siyonist İsrail’in etkisi altında, emperyalist çıkarları koruyacak bir önerme olarak ortaya konmaktadır. Yeni Osmanlıcılığın Siyonistler eliyle de körüklenmesi, Osmanlının son dönemlerinde Sabetaycıların oynadığı rolün yeniden tekrarı gibidir. Bu önermede ana amaç ise İslam referanslı, halka dayalı, direnme hareketlerinin yükselen başarı grafikleri ve bunun etkisiyle örnek teşkil etmesine karşı duruşu organize etmektir. Enerji kaynakları ve yollarının emperyalistler lehine korunmasıdır. Bu bile bölgemizde Pan-İslamizmile değil farklı etnik toplulukları birleştirecek bir tarihi örnekle çıkarlarını korumaya yönelteceklerini göstermeye yeterlidir. Ortalıkta Sovyetler de bulunmamakta.
Osmanlı, teokratik bir imparatorluktu (şer-i ve fetva kurumuyla yasaması dini referansı esas alır) Buna rağmen az oranda farklı dinleri, daha çok etnik toplulukların belli sınırlarda yaşama şansı bulduğu bir İmparatorluktu. Kimine göre “Cumhuriyet laikliğine son verip Osmanlı sekülerizmini yerleştirecek” bir planla “Yeni Osmanlıcılığın” bölgemiz sorunlarının çözümünde önerilebilecek “kendi içinde tutarlı bir yaklaşım” olduğu iddia edilebilmektedir. Bu önermelerin tümü aynı merkezden ve aynı amaç için akmaktadır.
Mısır’lı ünlü zengin ve Müslüman Kardeşler Hareketi finansörü, 3 Aralık 1989’da Malta zirvesinde Bush ve Gorbaçov soğuk savaşın bittiğini resmen açıkladıkları toplantıda yer alıyordu. Baba Bush’un bu ilanını müteakip “yeni düşmanımız aşırı dinci tutucu güçlerdir” diyerek başlattığı yeni süreci, dostluktan düşman konumuna girdik diye belirlemiştir. Gerçekte dile getirdiği şey, İslam’ın artık evrensel ölçekte bir emperyalist maşa olma vasıflarını da kaybettiği anlamına geliyordu. Bu bir yandan emperyalistlerin düşmansız yaşayamayacakları gerçeğine diğer yandan ise denetimleri altındaki din ile halkın dini arasındaki uzlaşmaz çelişkiye de bir işaretti.
Emperyalistlerin kökleri Napolyo’na kadar uzanan bir din istismarı çabaları vardır. Bu süreç 20. Yüz yılda doruğuna varmıştır. Ama hiçbir zaman İslam birliği olarak ele alınmamış tersine bundan hep çekinilmiştir. Önerilen dini denetimli olarak kullanmaktır. Bunun için en uygunu devlettir. Devlet bin bir bağla bağımlıdır böylesi bir politikada açıklar hıza kapatılabilir.
Bunun doğal sonucu devlet dini ile halk dini gibi bir ikilem doğdu. Bu ikilem siyasi boyutuyla da bu güne gelen önemli gelişmelerin zemini olmuştur.
İslam içindeki ilk bölünmede bile devlet dininin temsil eden Emeviler ile Hz. Ali, Ehlibeyt’te ifadesini bulan halkın dini arasında oluşan çekişme, bu gün için daha anlamlı mesajlar içeriyor gibidir.
Bölgemizin İslami referanslı halk hareketlerinin direnişi hızlı bir yükseliş içindedir. Halkların çözümsüz sorunlarını çözmek için de örnek oluşturmaktadır. Bunun karşısına emperyalist, Siyonist çıkar merkezli, ülkemizi de maceralara sürecek yani Osmanlıcılık önermesi bulunuyor. Tehlikeli, maceraya sürükleyici, bölgeyi kanlı bir savaşa yönlendirici olan, halkları ezeli ve ebedi düşmanlığa götürecek olan Yeni Osmanlıcılık önermesidir. Yeni Osmanlıcılığın bu tehlikeli durumunu görmezden gelmek, hafife almak ve bunun yerine direnen örgütleri hedef gösterici Pan-İslamizm söylencesi yaratmak çok tehlikeli bir yanıltmadır. Böylesi abeslerle iştigal edenler bölge halklarının hedeflerini şaşırtmakla meşguldürler. Dini gericiliğinin bir tehlike olduğu gerçeğini unutmadan, ancak olayları ve durumları yerli yerine oturtup siyasal tutumlarımızı almak için olmayan tehlikelerle değil gerçekçi tehlikeleri ortaya sermek gerekmektedir.
Bu noktada Osmanlının talancılığının normal olup olmamasının, Fetret devrinin ardından Balkan güçlerine dayanıp yeniden toparlanmış olup olmamasının konumuzla uzak yakın hiçbir ilgisi yoktur. Osmanlı bir ortaçağ imparatorluğu olarak diğerleri gibi talancı olacaktır, servet peşinden koşacaktır. O günün değerleri içinde bu günün algılarıyla böylesi bir bölgecilikten de söz edilemez. Osmanlıyı tanımlayan ve bu gün için yeni Osmanlı tezinin oluşmasını sağlayan veri, Osmanlının farklı etnik toplulukları büyük bir siyasal federasyon ya da siyasal bir kombinezon içinde toplamasıdır. Ortadoğu için önerilen de tastamam budur. Bağdat paktı, SENTO gibi karanlık amaçlı oluşumların bir tekrarıdır. ABD’nin ve Siyonist İsrail’in çıkarları da bu önermeyle kesişmektedir.
Pan-İslamizmin burada ne yeri ne de işi vardır. Bunun iyi anlaşılması gerek.
Osmanlı ile ilgili bilgi kısırlığı içinde olanlar, bu gün “yeni Osmanlıcılık”la ne denmek istediğini anlamakta güçlük çekerler. Konu dışına çıkıp kendi kendilerine yorum yaparlar. Alıntısız, yakıştırmaca sözler üzerinde eleştiri oluştururlar. Bu nedenle oluşan seviye ihtilafı tartışmanın düzeyini de düşürür. Osmanlıyı iyi algılamayanların bu konuda biraz daha okumaları tavsiye edilecektir. Gerisi kendi kendine gelir.
Yeni Osmanlıcılık, bölgemizde halkların hak taleplerini başarıyla savunan direnme güçlerini tasfiye etme girişimidir. Ülkemizin maceraya sürülme girişimidir. Bunun bilinmesi gerek. Pan-İslamcılığın böyle bir öneri yapması teorik olarak bile mümkün değildir. Pan-İslamizm bu gün terör örgütü El-Kaide’nin elinde çakaralmaz bir silahtır. Bölgemizin etnik farklılıklarıyla, tarihsel kültürel oluşumlarıyla da uyumsuz bir önermedir. Bu anlamda, olmayan şeyi tehlike olarak gösterip gerçek tehlikeyi örtmek, bu bölgede bildiğimiz ucuz bir emperyalist oyunun tuzağına düşmektir ya da onun sözcülüğüne soyunmaktır.
Tehlikenin ne olduğuna ilişkin kaygılarımı net olarak ifade ettim. Ancak bu tehlikeli önermenin, halkın direnme gücü karşısındaki aczini de belirtmek isterim. Bu tehlikeyi kof bir hale getiren halkların yükselen direnişidir diyeceğim.
Makalemi, önceki makalemin son bölümüyle bitirmek istiyorum.
“Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalim bir milliyetçiliktir. Onun da ötesinde şovenizmdir. Bu, resmen talancılık, hırsızlık gasp ve Atatürk’ün dediği gibi bir serseriliktir de.
Türk ulusu böyle bir öneriyi elinin tersiyle iter. Böyle bir bela, var olanı da elinden almaya götürecek maceradan başka bir şey değildir. Bu açıdan daha demokratik ve iç farklılıklarını koruyan, onlara en yoğun özgürlükleri veren bir ülke olarak cumhuriyeti farklılıklarımızın ortak ülkesi olarak yeniden özgürlük ve eşitlik içinde düzenlemek gerekmektedir. Ortak bir ülke birimizin olmayan, ama hepimizin eşitler olarak yeniden kurduğu bir demokratik Cumhuriyet Osmanlı umut ve tercihlerine göre milyonlarca kez daha barışçıl, daha insancıl ve daha gerçekçidir. Bölgemizde hakkedilebilir bir rolü ancak bu özeliklerle oynamak mümkündür.
Bu bölgede tüm uluslar eşit ve kendi ana topraklarında yaşama özgürlüğü içinde olmalıdır. Bu toprakları kimse askerleri gücüyle oluşturduğu suni sınırlar olarak kullanmaya devam edemez. Bakın haritalar ne kadar sık değişiyor. Sizde ülkenizin haritasından sıkıntılı iseniz buyurun başka halkların haklarına dokunun, Osmanlıcılık yapın bakın sonuçta elinizde ne kalacak onu görün.
Bu bölgeyi Osmanlı gibi fiili olmasa da siyasi olarak denetim altına alma algıları da Donkişotluktur. II. Viyana Kuşatması’ndan bu yana hiçbir askeri zafer kazanmamış bir Osmanlı’nın bu bölgede kurda kuşa kepaze olması için, yeterince neden ve yeterince çıkar çevresi bulunmaktadır.
Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji alanlarının kontrolü için, emperyalist zorbalığın bölgemize dayattığı yıkım bunu anlatmaya yeterlidir. Bu evrensel ölçekli oyunda ne Osmanlı ne de onun gibi bin hasta adamın oynayacağı bir rol olabilir. Tüm roller birer figüranın işlevi kadardır; bu bölgenin sorunlarından kurtuluşun tek yolu halklarının hak arayışı ve direnişinden tecelli eden siyasi iradedir. Başka kurtuluş yolu da yoktur. Bu gün bu kapı da sonuna kadar açılmıştır. Lübnan’da 12 Temmuz 2006 savaşında yenilgi alan Siyonist İsrail devleti Gazze’de istediği sonucu alamamıştır ve bu da dönemin artık direnen halklar lehine bir açılımda olduğunu göstermektedir.
Bunun için bölgemizin tüm ulusları her türden barış karşıtı çıkarcı talancıya karşı omuz omuza olma çabası sürdürmeli, bunu önermeliyiz. Yeni bir emperyal güç olarak kimseye ne bela vermeli ne belasını almalıyız.
Bu gün bölgeyi istila etme planlarının, yeni Osmanlıcılık oynamanın günü değildir. Bu gün bölgede özgür ve demokratik bir ülke olarak yaşama günüdür. Çağdaş yaklaşım da budur. Ulusal devletler çağının geçtiği iddiasında olup da yeni Osmanlıcı çağrışımlarla bölgede etkin olma hayali ise tarihin çok gerisinde kalmış bir komediden ibarettir.
Bu bölgeyi kendi halkları yönetecektir. Kimse kendini vekaleti tanrıdan alınmış yüksek ulus gibi faşizan eğilimlere kaptırıp “bölgeye barışı ancak biz getirebiliriz” yönlü düşünmesin. Böyle düşünen hep esir olmuştur; ya kendi egosunun esiri ya da bir başkasının esiri. Kendi iç sorunlarını aşamamış bir Cumhuriyet, yüz yaşına gelmeden dökülmeye başlamışken kimse boş hayallerle kendini aldatmasın.” (Bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
"silahlara veda" mümkün mü?
Kürt sorununda çatışmalı sürecin bittiğine işaret eden bir döneme giriliyor.
Sorunun muhatapları bugün her zamankinden daha mümkün görünen ‘silahlara veda’ dönemi için, fikirlerini, önerilerini çeşitli kanallardan açıklamaya başladılar.
Bu siyasi konjonktür, küresel koşullarla da uyum gösteriyor.
Obama açıkça ilan etti ki, dünyada ‘korku siyaseti’ bitecek.
Obama çok haklı. Filistin-İsrail çatışması ve çözüm bekleyen Kürt sorunu, Ortadoğu’da, yıllardır bu korku siyasetinin üretildiği temel alanlardı.
ABD ordusu bir iki yıl içinde Irak’tan çekilecek.
Ne Şiilerin ne de Sünni Arapların federal bir siyasi statü talepleri yok.
Ama ülkenin kuzeyinde yer alan Kürdistan’ın yeni siyasi statüsünü de anlayışla karşılıyorlar.
Kürtler ise, kendilerini Irak devletinin asli unsuru olarak görüyor ve Irak devletinin birliğine bağlılık içinde hareket ediyor.
Bu siyasi gelişmelerin, Türkiye’de artık sürdürülemeyeceği açıkça belli olan bir iç çatışmanın taraflarını yeni arayışlara itmesi çok doğal.
Süreci etkileyecek başka olumlu gelişmeler söz konusu.
Yeni bir Kürt Konferansı’ndan söz ediliyor. (Kanaatimce ulusal çapta ve karakterde.)
Öte yandan, Abant Platformu’nun Erbil’de yaptığı toplantı ve bu toplantıda sürdürülen tartışmalara birçok açıdan yaklaşmak mümkün. Kuşkusuz bazı katılımcıların yazdığı gibi, Abant grubunun Erbil toplantısı, bir ‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden ibaret değildi.
Hatırlardadır, Rojbin Togan geçen yıl Abant’ta Kürt sorununda yaşanan acılar bağlamında bir vicdan muhasebesi yapmamıza yol açacak konuşmasıyla gündeme damgasını vurmuştu. Erbil’de de yine bir Kürt kadını, şair ve yazar Bejan Matur’un; Rojbin’in belki de bıraktığı yerden devam ederek, Kürt sorununda vicdan ve akıl üstünden bir yüzleşme perspektifi sunduğu yazılıp söyleniyor. Ama Erbil toplantısı sadece bu değil kanımca.
Bu toplantı asıl olarak Kürdistan; Türkiyeli aydınlar tarafından yeniden keşfedilirken, adı Kürdistan olan bu coğrafyanın yerli halkıyla kardeşlik ilan edip, bu yerli halkın akrabaları olan Türkiye’deki Kürtlere ‘düşmanlık’ yapmanın demeyeyim ama, en azından siyasi varlıklarını görmezlikten gelmenin, artık mümkün olmadığını, dahası birkaç yıl önce düşünüldüğü gibi Kürdistan halkıyla bir olup, ‘kendi Kürtlerimizi’ dövmenin de artık ayıp kaçacağını göstermiş olması bakımından da kıymetli.
Ve ‘arka bahçenin Kürtlerine evet’, ‘bizim Kürtlere’ hayır diyen bir siyasetin sürdürülemeyeceği de, toplantının aldığı olumlu-olumsuz tepkiden açıkça belli oldu.
Bunu görmek belki de, adını şimdiden ‘silahsızlandırma konferansı’ olarak dillendirilen ve Kürt siyasi partilerini, aydınlarını biraraya getirecek muhtemel bir konferansın başarı ve başarısızlık sınırının nerede başlayıp nerede bitebileceğini anlamak bakımından da önemlidir.
Kürtlerin ulusal psikolojilerinin bugün yegâne önemli verisini, süreçten dışlanma endişesi ve korkusu oluşturuyor.
Bu bakımdan, Kürtlere gerektiği kadar ve devletin aklının erdiğince hak vermenin, ama bu hakları kabul edilebilir hale getiren mücadeleyi ve emeği görmezlikten gelmenin yeni acılara gebe ve çok sorunlu bir politika olacağı açıktır.
DTP, Öcalan ve PKK bu ulusal kaygıların temel taşıyıcısı konumundalar. Yani süreçten dışlanmak istemiyor ve bu sürecin aktörleri olarak görülmek ve kabul edilmek istiyorlar.
Yeni bir dönemin başlamakta olduğunun herkes farkında.
Öcalan, avukatları aracılığıyla üç aşamalı bir plan önerdi:
Karşılıklı ve kalıcı bir ateşkes süreci, yeni bir anayasa yapılması ve hakikat komisyonu kurulması.
Öcalan ve PKK üstüne konuşmak her zaman zor olmuştur. Tabular, ideolojik sebepler, siyasi kaygılar ve hukuki engeller bu zorluğun belli başlı noktaları.
Ne var ki, Öcalan, PKK içindeki siyasi ağırlığını ve liderliğini bugün de koruyor
Öcalan’ın rolü sadece PKK bağlamında değil, PKK’yi destekleyen ve belli bir ihtiyat payıyla olumlayan halk arasında da hatırı sayılır ölçülerde bir realite.
PKK Kürt sorununun var ettiği bir hareket, ama Türkiye bu hareketle yüzleşmeyi ve bu yüzleşmeden sağlıklı sonuçlar çıkarmayı istemedi. İşin siyasi yanı bir tarafa, PKK’yi, hâlâ Batılı akademisyenler çalışıyor. İsmet İmset PKK üstüne gerçekçi bir kitap yazdı ve iş orada durdu. Bu kitaptan sonra Aliza Marcus’un yeni kitabı, PKK hakkında yazılmış en önemli kitap. Onu da yazmak, Türkiyeli bir gazeteciye değil, Aliza Marcus’a kısmet oldu işte.
Kürt sorununun tarihsel mahiyeti, modern milliyetçi hareketler ve Ortadoğu jeopolitiğindeki yeri bakımından ortaya konmuş akademik merak, Türkiye’de İsmail Beşikçi’yle 70’li yıllarda başlıyor 90’lı yıllarda duruyor. İkinci bir Beşikçi yok bu ülkede ve Beşikçi’nin Kürtlere ve Kürt sorununa duyduğu bu merakın ona neye mal olduğu ise ortada.
İhsan Dağı Zaman gazetesinde güzel bir yazı yazarak, ‘biraz da biz Kürtleşelim’ mevzuuna önemli bir katkı sundu. Bana bu konuyu yeniden düşündüren Dağı’nın makalesi oldu. ‘Biraz da biz Kürtleşelim’ meselesi, kanımca ciddi bir yüzleşmeden geçiyordu. Tanımadığımız, bilmediğimiz, ama devletin referanslarıyla güneş-dil teorisi gibi rezaletlerle düşman edildiğimiz bir toplumu ve onun dilini nasıl merak edip nasıl konuşacaktık ki! Önce gerçeğe ihtiyacımız vardı ve inanın bu gerçeği İsmail Beşikçi ayarında merak eden akademisyenlerimiz olsaydı, bugün Türk veya başka bir etnisiteden olup ta Kürtçe bilen ve konuşan bilim insanlarımız da, yurttaşlarımız da fazlasıyla olurdu. Böyle bir şey inkâr ve yok sayma sürecinin anlamsızlığını tartışan bir Türkiye tablosu da çıkarırdı ortaya ve bu mesele öyle elde silah dağlara filan taşınmazdı.
Konuyu dağıttım, amacım aslında bunları yazmak hiç değildi. PKK’nin silahsızlandırılması ve kalıcı bir barış konusunda ortaya çıkan gelişmeleri yazmak istiyordum. Kaldığım yerden ve şöyle devam edeyim: Türkiye ve bazı bölgesel aktörler için Kürt sorunu ve PKK hâlâ ayrı sorunlar olarak görülüyor. Oysa PKK’yi destekleyen ve desteklemeyen Kürtler açısından, PKK, Kürt sorunundan ayrı bir sorun gibi durmuyor. Bu kesim, ‘Kürt sorunu PKK’siz çözülemez’ gibi güçlü bir kanaate sahip.
Dolayısıyla bu kesimin gündeminde silahsızlandırma sadece afla alakalı bir gündemi içermiyor. Bu gündem, dolaysız olarak Kürt sorununun demokratik ve siyasi çözümü demek. Çünkü affedilmesi düşünülen insanlar, ilan edilmiş bir siyasi program için ve her şeyden önce kendi topraklarında yıllardır süren silahlı bir mücadele yürütüyor.
Şimdi günümüze bakalım. Ateşkes fiili olarak var.
Yeni anayasa için Başbakan nisan ayına işaret etti.
Hakikat Komisyonu için en uygun dönem.
Türkiye Kürtlerle barışmaya her zamankinden daha yakın. Aman dikkat, bu fırsatı kaçırmayalım!
Sorunun muhatapları bugün her zamankinden daha mümkün görünen ‘silahlara veda’ dönemi için, fikirlerini, önerilerini çeşitli kanallardan açıklamaya başladılar.
Bu siyasi konjonktür, küresel koşullarla da uyum gösteriyor.
Obama açıkça ilan etti ki, dünyada ‘korku siyaseti’ bitecek.
Obama çok haklı. Filistin-İsrail çatışması ve çözüm bekleyen Kürt sorunu, Ortadoğu’da, yıllardır bu korku siyasetinin üretildiği temel alanlardı.
ABD ordusu bir iki yıl içinde Irak’tan çekilecek.
Ne Şiilerin ne de Sünni Arapların federal bir siyasi statü talepleri yok.
Ama ülkenin kuzeyinde yer alan Kürdistan’ın yeni siyasi statüsünü de anlayışla karşılıyorlar.
Kürtler ise, kendilerini Irak devletinin asli unsuru olarak görüyor ve Irak devletinin birliğine bağlılık içinde hareket ediyor.
Bu siyasi gelişmelerin, Türkiye’de artık sürdürülemeyeceği açıkça belli olan bir iç çatışmanın taraflarını yeni arayışlara itmesi çok doğal.
Süreci etkileyecek başka olumlu gelişmeler söz konusu.
Yeni bir Kürt Konferansı’ndan söz ediliyor. (Kanaatimce ulusal çapta ve karakterde.)
Öte yandan, Abant Platformu’nun Erbil’de yaptığı toplantı ve bu toplantıda sürdürülen tartışmalara birçok açıdan yaklaşmak mümkün. Kuşkusuz bazı katılımcıların yazdığı gibi, Abant grubunun Erbil toplantısı, bir ‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden ibaret değildi.
Hatırlardadır, Rojbin Togan geçen yıl Abant’ta Kürt sorununda yaşanan acılar bağlamında bir vicdan muhasebesi yapmamıza yol açacak konuşmasıyla gündeme damgasını vurmuştu. Erbil’de de yine bir Kürt kadını, şair ve yazar Bejan Matur’un; Rojbin’in belki de bıraktığı yerden devam ederek, Kürt sorununda vicdan ve akıl üstünden bir yüzleşme perspektifi sunduğu yazılıp söyleniyor. Ama Erbil toplantısı sadece bu değil kanımca.
Bu toplantı asıl olarak Kürdistan; Türkiyeli aydınlar tarafından yeniden keşfedilirken, adı Kürdistan olan bu coğrafyanın yerli halkıyla kardeşlik ilan edip, bu yerli halkın akrabaları olan Türkiye’deki Kürtlere ‘düşmanlık’ yapmanın demeyeyim ama, en azından siyasi varlıklarını görmezlikten gelmenin, artık mümkün olmadığını, dahası birkaç yıl önce düşünüldüğü gibi Kürdistan halkıyla bir olup, ‘kendi Kürtlerimizi’ dövmenin de artık ayıp kaçacağını göstermiş olması bakımından da kıymetli.
Ve ‘arka bahçenin Kürtlerine evet’, ‘bizim Kürtlere’ hayır diyen bir siyasetin sürdürülemeyeceği de, toplantının aldığı olumlu-olumsuz tepkiden açıkça belli oldu.
Bunu görmek belki de, adını şimdiden ‘silahsızlandırma konferansı’ olarak dillendirilen ve Kürt siyasi partilerini, aydınlarını biraraya getirecek muhtemel bir konferansın başarı ve başarısızlık sınırının nerede başlayıp nerede bitebileceğini anlamak bakımından da önemlidir.
Kürtlerin ulusal psikolojilerinin bugün yegâne önemli verisini, süreçten dışlanma endişesi ve korkusu oluşturuyor.
Bu bakımdan, Kürtlere gerektiği kadar ve devletin aklının erdiğince hak vermenin, ama bu hakları kabul edilebilir hale getiren mücadeleyi ve emeği görmezlikten gelmenin yeni acılara gebe ve çok sorunlu bir politika olacağı açıktır.
DTP, Öcalan ve PKK bu ulusal kaygıların temel taşıyıcısı konumundalar. Yani süreçten dışlanmak istemiyor ve bu sürecin aktörleri olarak görülmek ve kabul edilmek istiyorlar.
Yeni bir dönemin başlamakta olduğunun herkes farkında.
Öcalan, avukatları aracılığıyla üç aşamalı bir plan önerdi:
Karşılıklı ve kalıcı bir ateşkes süreci, yeni bir anayasa yapılması ve hakikat komisyonu kurulması.
Öcalan ve PKK üstüne konuşmak her zaman zor olmuştur. Tabular, ideolojik sebepler, siyasi kaygılar ve hukuki engeller bu zorluğun belli başlı noktaları.
Ne var ki, Öcalan, PKK içindeki siyasi ağırlığını ve liderliğini bugün de koruyor
Öcalan’ın rolü sadece PKK bağlamında değil, PKK’yi destekleyen ve belli bir ihtiyat payıyla olumlayan halk arasında da hatırı sayılır ölçülerde bir realite.
PKK Kürt sorununun var ettiği bir hareket, ama Türkiye bu hareketle yüzleşmeyi ve bu yüzleşmeden sağlıklı sonuçlar çıkarmayı istemedi. İşin siyasi yanı bir tarafa, PKK’yi, hâlâ Batılı akademisyenler çalışıyor. İsmet İmset PKK üstüne gerçekçi bir kitap yazdı ve iş orada durdu. Bu kitaptan sonra Aliza Marcus’un yeni kitabı, PKK hakkında yazılmış en önemli kitap. Onu da yazmak, Türkiyeli bir gazeteciye değil, Aliza Marcus’a kısmet oldu işte.
Kürt sorununun tarihsel mahiyeti, modern milliyetçi hareketler ve Ortadoğu jeopolitiğindeki yeri bakımından ortaya konmuş akademik merak, Türkiye’de İsmail Beşikçi’yle 70’li yıllarda başlıyor 90’lı yıllarda duruyor. İkinci bir Beşikçi yok bu ülkede ve Beşikçi’nin Kürtlere ve Kürt sorununa duyduğu bu merakın ona neye mal olduğu ise ortada.
İhsan Dağı Zaman gazetesinde güzel bir yazı yazarak, ‘biraz da biz Kürtleşelim’ mevzuuna önemli bir katkı sundu. Bana bu konuyu yeniden düşündüren Dağı’nın makalesi oldu. ‘Biraz da biz Kürtleşelim’ meselesi, kanımca ciddi bir yüzleşmeden geçiyordu. Tanımadığımız, bilmediğimiz, ama devletin referanslarıyla güneş-dil teorisi gibi rezaletlerle düşman edildiğimiz bir toplumu ve onun dilini nasıl merak edip nasıl konuşacaktık ki! Önce gerçeğe ihtiyacımız vardı ve inanın bu gerçeği İsmail Beşikçi ayarında merak eden akademisyenlerimiz olsaydı, bugün Türk veya başka bir etnisiteden olup ta Kürtçe bilen ve konuşan bilim insanlarımız da, yurttaşlarımız da fazlasıyla olurdu. Böyle bir şey inkâr ve yok sayma sürecinin anlamsızlığını tartışan bir Türkiye tablosu da çıkarırdı ortaya ve bu mesele öyle elde silah dağlara filan taşınmazdı.
Konuyu dağıttım, amacım aslında bunları yazmak hiç değildi. PKK’nin silahsızlandırılması ve kalıcı bir barış konusunda ortaya çıkan gelişmeleri yazmak istiyordum. Kaldığım yerden ve şöyle devam edeyim: Türkiye ve bazı bölgesel aktörler için Kürt sorunu ve PKK hâlâ ayrı sorunlar olarak görülüyor. Oysa PKK’yi destekleyen ve desteklemeyen Kürtler açısından, PKK, Kürt sorunundan ayrı bir sorun gibi durmuyor. Bu kesim, ‘Kürt sorunu PKK’siz çözülemez’ gibi güçlü bir kanaate sahip.
Dolayısıyla bu kesimin gündeminde silahsızlandırma sadece afla alakalı bir gündemi içermiyor. Bu gündem, dolaysız olarak Kürt sorununun demokratik ve siyasi çözümü demek. Çünkü affedilmesi düşünülen insanlar, ilan edilmiş bir siyasi program için ve her şeyden önce kendi topraklarında yıllardır süren silahlı bir mücadele yürütüyor.
Şimdi günümüze bakalım. Ateşkes fiili olarak var.
Yeni anayasa için Başbakan nisan ayına işaret etti.
Hakikat Komisyonu için en uygun dönem.
Türkiye Kürtlerle barışmaya her zamankinden daha yakın. Aman dikkat, bu fırsatı kaçırmayalım!
24 Şubat 2009 Salı
ANA DİLİM ELİM AYAĞIM BENİM...
Mihrac Ural
24 Şubat 2009
21 Şubat dünya ülkeleri ana dil günü kutlanıyor. Arkadaşlar, ana dilim tutsak. İlkokula gittiğimde hiç Türkçe bilmiyordum. Ben gibi tüm mahallemin çocukları Arapçadan başka dil bilmezdi...
Cumhuriyetin öğretmeni sağ olsun, parmak uçlarımızı toplamamızı emrederdi ve cetvelle uçlarına tüm gücüyle vurup bizi “terbiye” ederdi.
Evet “terbiye” olduk, iyi kötü Türkçe öğrendik, bir çok kitap, binlerce makale yazdım, yılda yaklaşık 100 uzun makalem çıkar, yine kendimi milliyetçilere beğendiremedim; yazımın kırıklıklarından mı? Başka bir şeyden mi? Bilemem ama ben ana dilim gibi, Türkçeyi de bütün dilleri de seviyorum, ülkemi de. İnsanlığı bir aile her dili de bir servet kaynağı sayıyorum, insanlık kültür zincirinin olmasa olmaz halkalarıdır diller. Biri koparsa tümü dökülür…
Türkçe ibadetin bir hak olduğunu savundum, ana dilim Arapçanın “kültür emperyalizmi” suçlamasına maruz kalmaması bu nedenle de ezilmemesi için öncelikle Türkçenin bağımsızlığını savundum durdum. İslam inancının Arapçaya mahkum olmadığını, Türkçe ibadetin, Arapça ibadet gibi olmasının da arkasında durdum…
Ben ne kadar seviyorsam onlar da sevsin, bu ülke birimizin değil hepimizin olduğunu hissedelim birlikte dedim...
Ben, tüm dillerin özgürlüğünü ve özgürce konuşulup, kamu kaynaklarından eşitçe yararlanmasını dile getirdim. Bu uğurda anadilimden önce, herkesin anadiliyle özgürce yükselmesinin taraftarı oldum; onlar için varım, onlar benim için olmasınlar buna içerlenmeyeceğim, alıştığımı ifade ettim…
Ama onlar için karınca kadarınca bir katkı da olsa mücadelemi anlasınlar, bu mücadeleye küçük bir katkı da olsa ana dilime özgürlük desinler, demokrasiyi savunsun hak sahipleriyle omuz omuza olsunlar diyorum…
Davetim budur.
Bu daveti şu güzelim şiirle sizlere iletiyorum...
*************************************
Bedri Rahmi Eyüboğlu
ÜÇ DİL
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
ANADİLİMİZE ÖZGÜRLÜK İSTİYORUM
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
http://www.mirural.blogspot.com/
20 Şubat 2008
21 Şubat uluslararası anadili günü. UNESCO 21 Şubat1999 yılında, Birleşmiş Milletler’e üye tüm devletlerin temsilcilerinden oluşan genel kurulunun kararıyla, bu günü dünya ana dilleri günü olarak ilan etti. 2000 yılından itibaren kutlanan bu gün, dünyada konuşulduğu tahmin edilen 6000 dilin korunması amacına katkıyı da içeren bir çaba olarak belirmiştir. Zira eski-yeni sömürgeciliğin bin bir türünün sonuçlarıyla insanlığın ortak serveti olan ve tarihin derinliklerinde bu güne taşınmış olan yüzlerce dil, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaya devam etmektedir.
Bilgi ve enformasyon çağının dünyayı küçük bir köy haline dönüştürdüğü bir kesitte, insani değerler manzumesinin tamamlayıcı en önemli öğesi olan dillerin korunmasının çok daha elverişli şartlara kavuşması kadar, daha da zalimce yok edilme riskiyle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Küreselleşme çağı, tek boyutlu eğilimlerin diğerlerini yok etme, eritme çağı hiç değildir. Tersine daha iyi korunabilmesi için sonsuz olanaklar çağıdır. Ancak amaçları insanlık erdem ve değerlerinin dışında olanlar, üretimden çok, her türden üretimin bir talan furyası içinde sömürü çarkına dönüşmesini isteyenler; küresel üretime karşı giriştikleri küresel yıkımlarla, savaşlarla sürdürülen, askeri-siyasi-ekonomik-sosyal tasallutları dilleri korumasız konumda bırakmakta, yok oluşlarını hızlandırmaktadır. Anadiller kurbanlık koyunların derisi yüzülür gibi, halklarından ve haklarından koparılmaktadır. İnsanlık kolektif aklının ürettiği dev olanaklar, bir koruma, güçlendirme aracı olmak ve dünyamızı artan oranda renklendirecek öğeleri besleme işlevine yükseltilmek yerine, bir tutsaklık aracı haline dönüştürülüp, anadillerin dinamikleri yok edilmektedir. Dünyayı birleşik bir pazar olarak değil, tek bir odağın tutsağı olan bir tek pazar haline dönüştürme çabasının dayattığı tek dilli bir dünya adaletsizliğine yönelenler, var olma direnci son demine dayanmış anadillere merhamet darbesi indirmekte tereddüt etmemektedir. Anadilleri saran bu kaygı gerçekçi bir kaygıdır.
Bu kaygı, tarihsel evrimin doğal ayıklamasıyla da ilgili bir olay değildir. İnsan ile doğa, kültür noktasında birbirinden ayrışmaya uğrar. Bu, insan olmanın en temel tecellilerinden biridir. Kendini eğittikçe doğadan bağımsızlaşan insan, doğayı da eğitecek kanalları bu yolla anadilin oluşturduğu ufuklarla keşfetmiştir. Bunun anlamı, insanın insani olan her değeri korunabilir hale getirmesidir. Ortak insanlık ailesinin tür olarak en içgüdüsel tutumu da burada ikame olur. İnsan, bununla geçmişin mirası üzerinde birikimler yapar ve uygarlık denilen toplumsal sistemler silsilesinin (zincirleme sürecinin) kararlı olmasını sağlar.
Küreselleşme çağına yükselen insan bunu amaçlar ve bunun için imkanlarını kullanır. Bu imkanlar bu amaca çok yoğun şekilde sonuç alıcı tarzda hizmet de eder. Ancak buna karşı duran eskimiş, çağ dışına hızla savrulmuş olan her soy ve boydan kapitalize ilişkiler, tıkanıp gerilediği bu çağda sömürü çarklarını insafsızca ve ahlaksızca sürdürmek üzere, insanın en önemli kültürel ürünlerinden biri olan dillere karşı kıyım sürdürmekte hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Doğuşunda anadillere yararlı ilerici tutumlarla yaklaşan bu eski uygarlık, artık anadillerin yok edilmesi üzerine kurulu bir yaşam düzeneğine dönüşmüş bulunmaktadır.
Pazarların zalim kar hırslarıyla açılması için tek dilli, tek renkli, tek boyutlu bir dünya dayatması, bu düzeneğin gelip tıkandığı yerde oluşan bir zulüm tablosu olmuştur. Bu minvalde ortak siyasal yaşamın paylaşıldığı uydu sistemlerde durum çok daha feci bir pervasızlıkla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Ülkemiz ki, ilkel akılların esiri olarak bunlardan biri durumundadır. Anadolu’yu tarihe, yaşama ilk kez açan anadillerin önemli bir çoğunluğu bu gün yok edilmiştir, geride kalanları yok etmek için de inanılmaz baskılar ve yasaklar işletilmektedir. Oysa gelişen yeni uygarlık, küresel üretim uygarlığı, bilgi çağının uygarlığı bunun tersini -anadillerin daha dinamik olmalarını, kendi orijinaliteleriyle insanlık denilen ortak ailenin etken bir unsuru olarak katkı yapabilecek olanakları- sunmaktadır. Bilgisayarlar çağının dilleri birbirine olağanüstü kolaylıkla çevirebilen, bilgileri hafızalarıyla küçük ceplerde taşınabilir kılan kolaylıklarıyla, iletişim teknolojisinin evreni bir ev içi yakınlığa dönüştüren etkinlikleriyle, anadiller büyük bir yaşam kaynağı bulmuştur. Bilgi ve enformasyon çağı, kültür üretim zincirinin olmasa olmaz koşulu anadiller için bir can simidi olarak işlevler taşımaktadır. Bu kaynak kültür ürünü değerlerin farklı verileriyle tüm insanlık için birer birikim ve yeni ufuktur, zenginliktir. Türümüzü ve doğamızı koruma kaygısı taşımayan güç uygarlıkları, anadil konusunda da olduğu gibi, uygarlık güçleriyle sürekli çatışma halindedir.
Gelişmesinin belli bir aşamasında güç uygarlığı haline dönenlerin tarihle kapıştıkları bu sorunlu süreçte, anadillerin korunması çok önemli bir görev olarak belirmiştir. UNESCO’nun bu günü anadillerin korunması amacıyla tarihlemesi bu anlamda karşı karşıya kaldığı baskıları, bütçe sorunlarını da açıklar niteliktedir. Birleşmiş Milletler teşkilatını bir kukla organizasyona dönüştüren emperyalistler, kendi ürünleri olan II. Dünya savaşı ve bunun sonuç dengeleri içinde kurguladıkları uluslararası ilişkilere bile sadakatsiz davranarak UNESCO’nun çalışmalarından ciddi rahatsızlıklar duymakta ve engellemelerle çalışmalarını tıkamak istemektedirler. UNESCO’yu “çok fantastik bir kurum” olarak görmelerinin ardında da kültür hizmetlerine karşı duydukları gereksizlik yatmaktadır. Onlar güçsüz hale getirdiklerini yok etmek istemektedirler. Dünyayı tek dilli bir tekil pazara dönüştürmek istemektedirler. Bu pazarlara tek firmanın egemen olmasını tek ülkenin sultası altında olmasını istemektedirler. Oysa geleceğe ait tüm uygarlık verileri, çoklu bur ortamın eşit ve adil fırsatlar içinde herkesin kazanabileceği bir süreci başlatmış bulunmaktadır. Anadiller, bu gelişmeden en çok yararlanabilecek ve bu gelişmeye renk ve dinamik katacak kültürel ürünleridir.
Bu tablonun ülkemiz boyutu ise çok daha vahimdir. Gerçek, kaba, insafsız ve pervasız bir hoyratlıkla anadil soykırımları yapılmıştır. Yapılmaya da devam edilmektedir. Bu, katıksız bir bölücülükle, eşitsiz ve adaletsizce, tek boyutlu ırkçı, milliyetçi ve en sonunda ulusalcı akıl ilkelliğiyle yapılmaktadır. Anadolu bu yanıyla, tarihin en acımasız anadil kıyımına uğramış bir coğrafyanın dramını yaşamaktadır. Kendi etnik egemenlerinin tarih dışı akılları sonucu, geç kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlama adına, tarihin en zengin anadiller yurdu olan coğrafyamızda tüm anadiller yasaklanmış, tek pazar, tek bayrak, tek devlet, tek ırk ve tek millet inşası için tüm ayrı varlıklar kökten yok edilmek istenmiştir. Bunda da, soykırım suçu gibi suçlar işlenmiştir, Anadolu’nun en kadim dilleri yasaklar ve baskılar sonucu yok edilmiştir. Tarihin acımasız gadrine ek olarak egemen etnik gücün insafsız katliamı altında direnerek bu güne kadar gelebilmiş anadiller ise, tarihleri boyunca yeniden yaşama açmakla kökleştikleri toprakları anavatan haline getirirken, anadillerini de koruma durumunda olmuştur. Bunlar arasında Kürtler ve Araplar, sayısal olduğu kadar nitelik açıdan da duyarlılıkla direnmiş ve anadillerine tutunma mücadelesinde bu güne gelmişlerdir. Bu iki anadil topraklarını tarihte yaşama açmış ilk diller olarak yaşadıkları toprakları anavatan haline getiren dillerdir. Bu diller, göçebe değil yerlidir, anavatanlarını terk ederek başka milletler üzerine zorla, talan, kıyım ve yıkımla siyasal egemenlik kurmamıştır. Kendi toprağında yaşamı yeniden üretmeye devam etmiştir. Ancak Anadolu’ya karanlık gibi çökenler tutsak ettikleri toplumların gelişmiş uygarlıkları karşısında, kendileri de dilleri de tutsak düşmüştür. Türkçenin kısırlığı bundandır. Kendine alfabe yaratamamış bir dil olmasının, kültürel tarihsizliğin, göçebelikten beslenen medenileşememenin etkileriyle dilleri, hükümleri altında kan ağlayan toplumların dillerine mahkumu olmuştur; kendi anadiliyle bile ibadet yapamayan bir toplum konumunda kalmıştır. Kendine de tasallut altına aldıklarına da zarar veren bu davranışın ilkel aklı, çağdaş uygarlık sürecindeki uluslaşma sürecini, zıvanadan çıkmış bir dil kıyımı sürecine yönlendirmiştir. Dili arındırma gibi ırkçı beyhude çabaların traji-komik durumları, egemenlik altında zorbaca ezdikleri toplumların dillerini suçlamaya kadar giden siyasal davranışlara, karar ve yasa ürettikleri görülmüştür. Bu güne kadar, Anadolu zenginliğinin önemli bir unsuru olan anadillerin yasaklı olması bunun sonucudur. Bu gün aynı ilkel akılla yapılanlar, sonuçları itibariyle iflah olmaz bir bölücülükten ibarettir. Milliyetçiliğin her türünün bölücülük olması budur.
21 Şubat Dünya Anadilleri Günü’nün artan önemi bu tablonun verileriyle daha anlaşılır bir gerçek oluyor. Irkçıların, milliyetçi ilkellerin, ulusalcı sahtekarların tek boyutlu dünyalarının karanlık izdüşümlerinden kurtulmak için, ülkemizin tüm halklarını ve kültürlerini korumanın bir parçası olarak, Anadolu’nun anadil renklerini yok olmaktan kurtarma mücadelesine davet ediyorum. Bütün Anadolu dillerinin özgürlüğü yanı sıra, halkımın ulusal kimlik haklarının dolaysız anlatımı anadilim Arapçanın özgür olmasını istiyorum. Bu dil ki, insanlık ailesi dilleri içinde dinamikleriyle, niceliği ve niteliğiyle ilk sırada yer alan bir dildir. Tarihi Arap-İslam uygarlığını kuran; insanlığa sayıları, aritmetik ve cebiri, tıbbı, kimyayı, fiziği astronomiyi öğreten; inananlar açısından peygamberin insanlığa ilettiği mesajın dilidir ve Allah’ın tercih ettiği vahi dilidir. Bu dil kendine özgü alfabe yaratmış ender dillerdendir, yüz milyonlarca insan tarafından dünyanın en geniş coğrafyasında ve yeryüzünün her köşesinde konuşanla karşılaşılabilen bir dildir. Bu dil, diğer tüm diller gibi insan toplumunun üretimidir ve diğer tüm dillerle eşitlikte eksiği olmayan bir dildir.
Anadolu’nun diğer dilleri gibi anadilim Arapçaya da yasak koyanlara sesleniyorum: bir an kendi anadilinizin yasaklı olduğunu, anadilinizle konuşamadığınızı düşünün. O zaman, derhal kendi varlığınızın farkına varacaksınız, acıyı içinizde hissedeceksiniz. Bunun için diyoruz ki, biz Anadolu’nun bütün anadilleri olan ayrı varlıklar, sen gibi bir varlığız. Kendine hak tanıdığın ne ise bizim de bir insan topluluğu olarak ona hakkımız vardır. Sana olumlu olan bize de olumludur. Sana olumsuz olan bize de olumsuzdur. Ve sen tekilsin biz ise çoğuluz. Sonuna kadar bu haksızlığı bizlere karşı sürdürecek takate sahip olamazsın.
Yüz yılların baskısı altında bırakılan ve son bir yüz yıl boyunca planlı bir soy kırımı gibi tasfiyelere maruz kalan Anadolu dillerine, “gidin başınızın çaresine bakın kesenizden ne yaparsanız yapın, özel kurslar açın” demek ise özgürlük değildir. Tersine daha da yıkıcı bir kıyımıdır. Bir dili konuşan topluluk egemenliği altında yaşadıkları devlete vergi ödemekle mükellef bırakılmışsa, o devlet sömürgeci devlet de olsa bunun karşılığında diline hizmeti resmi olarak vermekle yükümlüdür. Bunu özel girişime ve çabaya bırakmak, üstelik yüz yılların baskısından sonra felç edilmiş haliyle “yürü ya kulum” demek özgürlük değildir. Tüm dillerin vergilerinden eşit ve adil bir öğrenim hakkını resmi olarak almaları gerek. Bu bile özgürlük için yeterli değildir. Yasalarla, Anayasa ve kurumsal güvencelerle bu hakkın ikamesi ve geliştirilmesi için önlemler alınması gerekmektedir. Demokratik devlet bu öğeler üzerinde yükselen devlettir. Demokrasiyi bu yanıyla içselleştirmeyen devlet baskıcıdır, yasakçıdır özgürlüklere karşı bir devlettir. Anadillerin bu devletlerden çektiği acılar, dünya anadilleri gününün anlamını veren en önemli kaynaktır.
Siyasetin adaletsizliği, çıkar ve bencilliğin anaforları, tek boyutlukta sürdürülen baskı ve dayatmalar, milliyetçi hastalığın gölgesindeki yaptırımlar, bu gün hükmü altında yaşamaya mecbur kaldığımız devletin bir karakteridir. Anadilimizi yok etmeyi amaç edinmiş planlı bir saldırının devletidir. Ancak bu beyhude çabalar geçmişte olduğu gibi bu günde sonuçsuzdur. Ortaçağların sorgusuz sualsiz süreçlerini aşmış olan dillerimiz, bundan sonra bilgi çağının araçlarıyla çok daha dinamik olarak varlığını koruyabilecektir. Anadillerimize reva görülen bu haksızlık, gerçekte korkaklığın zayıflığıdır, tastamam bölücülükte budur.
Bu gün ise, dini siyasete alet etmenin modası sürüyor. Bu kapsamda da tutarlı olmak anadilleri korumayı gerekli kılar. Din ve insan ilişkisi, tanrı ile kul arasında kimsenin müdahalesine olanak tanımayan bir ilişkidir. Ancak, kıymeti kendinden menkul iddialarla, Allah’tan vekalet alınmış edalarıyla, dinin tek yorumcusu ve şer’i hükümlerinin uygulayıcısı olarak ortaya çıkmak adil olmaya yetmiyor. Dinin hiçbir kuralı, hiçbir dil için yasak içermez. İnsan ve Allah arasındaki ilişki için ön görülmüş zorunlu bir dil de yoktur. Allah’a ve dine gerçekten inananlar, tüm dilleri Allah’ın yarattığını bilecek kadar insaf ve izan içinde olmalıdırlar. Bu durumda hangi tanrı, yarattığı dilleri kullarına yasak edebilir. Öyle bir tanrı var ise bu adaletsiz tanrıya inanan kendisiyle birlikte tanrısını da, cahiliye dönemindeki gibi yaratan ve katık diye yiyenler olacaktır. Bunun din jargonundaki adı şirktir. Bu yanlış yolda yürüyenler, kimseye din satmasınlar, önce tanrının yarattığına inandıkları dilleri özgür kılsınlar, Tanrıyla barışık olsunlar. Türban gibi, kurnadaki verileriyle de tarihler boyu tartışmalı olan bir konuyu, farz bile olmayan böylesi bir sorunu anayasal hüküm kazandırmaya kadar arkasında duranların, anadillerin özgürlüğü konusunda takındıkları zalim tutumlarını yargılamaları gerekmektedir. Bu sahte adalet ve demokrasi söyleminin, gerçekte tanrı ile kulu arasındaki bir ilişki olan dini, siyasete alet etmekten başka bir işlevi yoktur. Bu da din bezirganlığının anadilleri yok etmeye götüren çehresidir. Bu çehrede din toplumun birleştirici çimentosu değil, tutsak edip, yok etmenin bir aracıdır. Din bunların elinde gerçek anlamda halkların afyonudur.
Bu yanıyla, hiçbir erdem davranışı, beslendiği vergileri veren halkın anadiline yasak koymayı kabullenemez. Böylesi bir yaklaşım -insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi siyasal söylemleri bir kenara koysak da- insan erdemlerinin sınırları içinde görülemez. Ülkemizde rengarenk diller yaşıyor. Onları korumak, bu devletin, bu dillerin sahibi halklardan aldığı vergilerin ertelenmez görevidir. Bu olanakları gerçek hizmet yoluna değil de, tek boyutlu siyasi çıkarlarına harcayanlar bölücülüğü yapanlardır. 21 Şubat dünya anadillerini koruma gününde, bir kez daha anadillerin özgürlüğü için bir şeyler yapmanın zamanı geldiğini ifade edecek adımlar atılmalıdır diyorum.
Bu adım, insan olmanın, bir kültürel varlık olmanın en küçük ölçütüdür. İnsanı insan yapan unsurların başında dil geliyor ise anadil bunun temelidir. Anadil ki, coğrafyaları vatan yapandır. Yaşama ilk kez toprağı açmak için bile, bir öncül olarak anadil etrafında toplanmış kararlı bir insan topluluğu gereklidir. Dil bağı, anadil bağı; yaban toprakları verime, işlenmeye ve sonuçta bir vatana dönüştürür. Bu yanıyla anavatanında anadilsiz yaşamak zalimce bir durumdur. Bu adaletsizliği başkasına dayatmak insanlığa karşı suç işlemektir. Bu cürüm, kimseye kar olamaz. Zira, başka dilleri tutsak eden hiçbir dil kendi özgürlüğünü kazanmış sayılamaz. Türkçeyi bu karmaşık hallere düşüren, anadiliyle ibadetini bile yapamayacak kadar yetersiz kılan da budur: tutsak ettiği dillerin mahkumu olmasıdır. Anadilimize özgürlük isterken, gerçekte çoğulcu, barışçıl ve tüm dilleri kapsayan demokratik bir hak talebinde bulunmaktan başka bir şeyi dile getirmiyoruz.
Çağrımız,
bu anlayışa destek verme çağrısıdır,
birlik sevgi ve barış çağrısıdır,
kendini savunma, doğal bir hakkı talep etme çağrısıdır.
mircihan@gmail.com
http://www.mirural.blogspot.com/
20 Şubat 2008
21 Şubat uluslararası anadili günü. UNESCO 21 Şubat1999 yılında, Birleşmiş Milletler’e üye tüm devletlerin temsilcilerinden oluşan genel kurulunun kararıyla, bu günü dünya ana dilleri günü olarak ilan etti. 2000 yılından itibaren kutlanan bu gün, dünyada konuşulduğu tahmin edilen 6000 dilin korunması amacına katkıyı da içeren bir çaba olarak belirmiştir. Zira eski-yeni sömürgeciliğin bin bir türünün sonuçlarıyla insanlığın ortak serveti olan ve tarihin derinliklerinde bu güne taşınmış olan yüzlerce dil, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaya devam etmektedir.
Bilgi ve enformasyon çağının dünyayı küçük bir köy haline dönüştürdüğü bir kesitte, insani değerler manzumesinin tamamlayıcı en önemli öğesi olan dillerin korunmasının çok daha elverişli şartlara kavuşması kadar, daha da zalimce yok edilme riskiyle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Küreselleşme çağı, tek boyutlu eğilimlerin diğerlerini yok etme, eritme çağı hiç değildir. Tersine daha iyi korunabilmesi için sonsuz olanaklar çağıdır. Ancak amaçları insanlık erdem ve değerlerinin dışında olanlar, üretimden çok, her türden üretimin bir talan furyası içinde sömürü çarkına dönüşmesini isteyenler; küresel üretime karşı giriştikleri küresel yıkımlarla, savaşlarla sürdürülen, askeri-siyasi-ekonomik-sosyal tasallutları dilleri korumasız konumda bırakmakta, yok oluşlarını hızlandırmaktadır. Anadiller kurbanlık koyunların derisi yüzülür gibi, halklarından ve haklarından koparılmaktadır. İnsanlık kolektif aklının ürettiği dev olanaklar, bir koruma, güçlendirme aracı olmak ve dünyamızı artan oranda renklendirecek öğeleri besleme işlevine yükseltilmek yerine, bir tutsaklık aracı haline dönüştürülüp, anadillerin dinamikleri yok edilmektedir. Dünyayı birleşik bir pazar olarak değil, tek bir odağın tutsağı olan bir tek pazar haline dönüştürme çabasının dayattığı tek dilli bir dünya adaletsizliğine yönelenler, var olma direnci son demine dayanmış anadillere merhamet darbesi indirmekte tereddüt etmemektedir. Anadilleri saran bu kaygı gerçekçi bir kaygıdır.
Bu kaygı, tarihsel evrimin doğal ayıklamasıyla da ilgili bir olay değildir. İnsan ile doğa, kültür noktasında birbirinden ayrışmaya uğrar. Bu, insan olmanın en temel tecellilerinden biridir. Kendini eğittikçe doğadan bağımsızlaşan insan, doğayı da eğitecek kanalları bu yolla anadilin oluşturduğu ufuklarla keşfetmiştir. Bunun anlamı, insanın insani olan her değeri korunabilir hale getirmesidir. Ortak insanlık ailesinin tür olarak en içgüdüsel tutumu da burada ikame olur. İnsan, bununla geçmişin mirası üzerinde birikimler yapar ve uygarlık denilen toplumsal sistemler silsilesinin (zincirleme sürecinin) kararlı olmasını sağlar.
Küreselleşme çağına yükselen insan bunu amaçlar ve bunun için imkanlarını kullanır. Bu imkanlar bu amaca çok yoğun şekilde sonuç alıcı tarzda hizmet de eder. Ancak buna karşı duran eskimiş, çağ dışına hızla savrulmuş olan her soy ve boydan kapitalize ilişkiler, tıkanıp gerilediği bu çağda sömürü çarklarını insafsızca ve ahlaksızca sürdürmek üzere, insanın en önemli kültürel ürünlerinden biri olan dillere karşı kıyım sürdürmekte hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Doğuşunda anadillere yararlı ilerici tutumlarla yaklaşan bu eski uygarlık, artık anadillerin yok edilmesi üzerine kurulu bir yaşam düzeneğine dönüşmüş bulunmaktadır.
Pazarların zalim kar hırslarıyla açılması için tek dilli, tek renkli, tek boyutlu bir dünya dayatması, bu düzeneğin gelip tıkandığı yerde oluşan bir zulüm tablosu olmuştur. Bu minvalde ortak siyasal yaşamın paylaşıldığı uydu sistemlerde durum çok daha feci bir pervasızlıkla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Ülkemiz ki, ilkel akılların esiri olarak bunlardan biri durumundadır. Anadolu’yu tarihe, yaşama ilk kez açan anadillerin önemli bir çoğunluğu bu gün yok edilmiştir, geride kalanları yok etmek için de inanılmaz baskılar ve yasaklar işletilmektedir. Oysa gelişen yeni uygarlık, küresel üretim uygarlığı, bilgi çağının uygarlığı bunun tersini -anadillerin daha dinamik olmalarını, kendi orijinaliteleriyle insanlık denilen ortak ailenin etken bir unsuru olarak katkı yapabilecek olanakları- sunmaktadır. Bilgisayarlar çağının dilleri birbirine olağanüstü kolaylıkla çevirebilen, bilgileri hafızalarıyla küçük ceplerde taşınabilir kılan kolaylıklarıyla, iletişim teknolojisinin evreni bir ev içi yakınlığa dönüştüren etkinlikleriyle, anadiller büyük bir yaşam kaynağı bulmuştur. Bilgi ve enformasyon çağı, kültür üretim zincirinin olmasa olmaz koşulu anadiller için bir can simidi olarak işlevler taşımaktadır. Bu kaynak kültür ürünü değerlerin farklı verileriyle tüm insanlık için birer birikim ve yeni ufuktur, zenginliktir. Türümüzü ve doğamızı koruma kaygısı taşımayan güç uygarlıkları, anadil konusunda da olduğu gibi, uygarlık güçleriyle sürekli çatışma halindedir.
Gelişmesinin belli bir aşamasında güç uygarlığı haline dönenlerin tarihle kapıştıkları bu sorunlu süreçte, anadillerin korunması çok önemli bir görev olarak belirmiştir. UNESCO’nun bu günü anadillerin korunması amacıyla tarihlemesi bu anlamda karşı karşıya kaldığı baskıları, bütçe sorunlarını da açıklar niteliktedir. Birleşmiş Milletler teşkilatını bir kukla organizasyona dönüştüren emperyalistler, kendi ürünleri olan II. Dünya savaşı ve bunun sonuç dengeleri içinde kurguladıkları uluslararası ilişkilere bile sadakatsiz davranarak UNESCO’nun çalışmalarından ciddi rahatsızlıklar duymakta ve engellemelerle çalışmalarını tıkamak istemektedirler. UNESCO’yu “çok fantastik bir kurum” olarak görmelerinin ardında da kültür hizmetlerine karşı duydukları gereksizlik yatmaktadır. Onlar güçsüz hale getirdiklerini yok etmek istemektedirler. Dünyayı tek dilli bir tekil pazara dönüştürmek istemektedirler. Bu pazarlara tek firmanın egemen olmasını tek ülkenin sultası altında olmasını istemektedirler. Oysa geleceğe ait tüm uygarlık verileri, çoklu bur ortamın eşit ve adil fırsatlar içinde herkesin kazanabileceği bir süreci başlatmış bulunmaktadır. Anadiller, bu gelişmeden en çok yararlanabilecek ve bu gelişmeye renk ve dinamik katacak kültürel ürünleridir.
Bu tablonun ülkemiz boyutu ise çok daha vahimdir. Gerçek, kaba, insafsız ve pervasız bir hoyratlıkla anadil soykırımları yapılmıştır. Yapılmaya da devam edilmektedir. Bu, katıksız bir bölücülükle, eşitsiz ve adaletsizce, tek boyutlu ırkçı, milliyetçi ve en sonunda ulusalcı akıl ilkelliğiyle yapılmaktadır. Anadolu bu yanıyla, tarihin en acımasız anadil kıyımına uğramış bir coğrafyanın dramını yaşamaktadır. Kendi etnik egemenlerinin tarih dışı akılları sonucu, geç kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlama adına, tarihin en zengin anadiller yurdu olan coğrafyamızda tüm anadiller yasaklanmış, tek pazar, tek bayrak, tek devlet, tek ırk ve tek millet inşası için tüm ayrı varlıklar kökten yok edilmek istenmiştir. Bunda da, soykırım suçu gibi suçlar işlenmiştir, Anadolu’nun en kadim dilleri yasaklar ve baskılar sonucu yok edilmiştir. Tarihin acımasız gadrine ek olarak egemen etnik gücün insafsız katliamı altında direnerek bu güne kadar gelebilmiş anadiller ise, tarihleri boyunca yeniden yaşama açmakla kökleştikleri toprakları anavatan haline getirirken, anadillerini de koruma durumunda olmuştur. Bunlar arasında Kürtler ve Araplar, sayısal olduğu kadar nitelik açıdan da duyarlılıkla direnmiş ve anadillerine tutunma mücadelesinde bu güne gelmişlerdir. Bu iki anadil topraklarını tarihte yaşama açmış ilk diller olarak yaşadıkları toprakları anavatan haline getiren dillerdir. Bu diller, göçebe değil yerlidir, anavatanlarını terk ederek başka milletler üzerine zorla, talan, kıyım ve yıkımla siyasal egemenlik kurmamıştır. Kendi toprağında yaşamı yeniden üretmeye devam etmiştir. Ancak Anadolu’ya karanlık gibi çökenler tutsak ettikleri toplumların gelişmiş uygarlıkları karşısında, kendileri de dilleri de tutsak düşmüştür. Türkçenin kısırlığı bundandır. Kendine alfabe yaratamamış bir dil olmasının, kültürel tarihsizliğin, göçebelikten beslenen medenileşememenin etkileriyle dilleri, hükümleri altında kan ağlayan toplumların dillerine mahkumu olmuştur; kendi anadiliyle bile ibadet yapamayan bir toplum konumunda kalmıştır. Kendine de tasallut altına aldıklarına da zarar veren bu davranışın ilkel aklı, çağdaş uygarlık sürecindeki uluslaşma sürecini, zıvanadan çıkmış bir dil kıyımı sürecine yönlendirmiştir. Dili arındırma gibi ırkçı beyhude çabaların traji-komik durumları, egemenlik altında zorbaca ezdikleri toplumların dillerini suçlamaya kadar giden siyasal davranışlara, karar ve yasa ürettikleri görülmüştür. Bu güne kadar, Anadolu zenginliğinin önemli bir unsuru olan anadillerin yasaklı olması bunun sonucudur. Bu gün aynı ilkel akılla yapılanlar, sonuçları itibariyle iflah olmaz bir bölücülükten ibarettir. Milliyetçiliğin her türünün bölücülük olması budur.
21 Şubat Dünya Anadilleri Günü’nün artan önemi bu tablonun verileriyle daha anlaşılır bir gerçek oluyor. Irkçıların, milliyetçi ilkellerin, ulusalcı sahtekarların tek boyutlu dünyalarının karanlık izdüşümlerinden kurtulmak için, ülkemizin tüm halklarını ve kültürlerini korumanın bir parçası olarak, Anadolu’nun anadil renklerini yok olmaktan kurtarma mücadelesine davet ediyorum. Bütün Anadolu dillerinin özgürlüğü yanı sıra, halkımın ulusal kimlik haklarının dolaysız anlatımı anadilim Arapçanın özgür olmasını istiyorum. Bu dil ki, insanlık ailesi dilleri içinde dinamikleriyle, niceliği ve niteliğiyle ilk sırada yer alan bir dildir. Tarihi Arap-İslam uygarlığını kuran; insanlığa sayıları, aritmetik ve cebiri, tıbbı, kimyayı, fiziği astronomiyi öğreten; inananlar açısından peygamberin insanlığa ilettiği mesajın dilidir ve Allah’ın tercih ettiği vahi dilidir. Bu dil kendine özgü alfabe yaratmış ender dillerdendir, yüz milyonlarca insan tarafından dünyanın en geniş coğrafyasında ve yeryüzünün her köşesinde konuşanla karşılaşılabilen bir dildir. Bu dil, diğer tüm diller gibi insan toplumunun üretimidir ve diğer tüm dillerle eşitlikte eksiği olmayan bir dildir.
Anadolu’nun diğer dilleri gibi anadilim Arapçaya da yasak koyanlara sesleniyorum: bir an kendi anadilinizin yasaklı olduğunu, anadilinizle konuşamadığınızı düşünün. O zaman, derhal kendi varlığınızın farkına varacaksınız, acıyı içinizde hissedeceksiniz. Bunun için diyoruz ki, biz Anadolu’nun bütün anadilleri olan ayrı varlıklar, sen gibi bir varlığız. Kendine hak tanıdığın ne ise bizim de bir insan topluluğu olarak ona hakkımız vardır. Sana olumlu olan bize de olumludur. Sana olumsuz olan bize de olumsuzdur. Ve sen tekilsin biz ise çoğuluz. Sonuna kadar bu haksızlığı bizlere karşı sürdürecek takate sahip olamazsın.
Yüz yılların baskısı altında bırakılan ve son bir yüz yıl boyunca planlı bir soy kırımı gibi tasfiyelere maruz kalan Anadolu dillerine, “gidin başınızın çaresine bakın kesenizden ne yaparsanız yapın, özel kurslar açın” demek ise özgürlük değildir. Tersine daha da yıkıcı bir kıyımıdır. Bir dili konuşan topluluk egemenliği altında yaşadıkları devlete vergi ödemekle mükellef bırakılmışsa, o devlet sömürgeci devlet de olsa bunun karşılığında diline hizmeti resmi olarak vermekle yükümlüdür. Bunu özel girişime ve çabaya bırakmak, üstelik yüz yılların baskısından sonra felç edilmiş haliyle “yürü ya kulum” demek özgürlük değildir. Tüm dillerin vergilerinden eşit ve adil bir öğrenim hakkını resmi olarak almaları gerek. Bu bile özgürlük için yeterli değildir. Yasalarla, Anayasa ve kurumsal güvencelerle bu hakkın ikamesi ve geliştirilmesi için önlemler alınması gerekmektedir. Demokratik devlet bu öğeler üzerinde yükselen devlettir. Demokrasiyi bu yanıyla içselleştirmeyen devlet baskıcıdır, yasakçıdır özgürlüklere karşı bir devlettir. Anadillerin bu devletlerden çektiği acılar, dünya anadilleri gününün anlamını veren en önemli kaynaktır.
Siyasetin adaletsizliği, çıkar ve bencilliğin anaforları, tek boyutlukta sürdürülen baskı ve dayatmalar, milliyetçi hastalığın gölgesindeki yaptırımlar, bu gün hükmü altında yaşamaya mecbur kaldığımız devletin bir karakteridir. Anadilimizi yok etmeyi amaç edinmiş planlı bir saldırının devletidir. Ancak bu beyhude çabalar geçmişte olduğu gibi bu günde sonuçsuzdur. Ortaçağların sorgusuz sualsiz süreçlerini aşmış olan dillerimiz, bundan sonra bilgi çağının araçlarıyla çok daha dinamik olarak varlığını koruyabilecektir. Anadillerimize reva görülen bu haksızlık, gerçekte korkaklığın zayıflığıdır, tastamam bölücülükte budur.
Bu gün ise, dini siyasete alet etmenin modası sürüyor. Bu kapsamda da tutarlı olmak anadilleri korumayı gerekli kılar. Din ve insan ilişkisi, tanrı ile kul arasında kimsenin müdahalesine olanak tanımayan bir ilişkidir. Ancak, kıymeti kendinden menkul iddialarla, Allah’tan vekalet alınmış edalarıyla, dinin tek yorumcusu ve şer’i hükümlerinin uygulayıcısı olarak ortaya çıkmak adil olmaya yetmiyor. Dinin hiçbir kuralı, hiçbir dil için yasak içermez. İnsan ve Allah arasındaki ilişki için ön görülmüş zorunlu bir dil de yoktur. Allah’a ve dine gerçekten inananlar, tüm dilleri Allah’ın yarattığını bilecek kadar insaf ve izan içinde olmalıdırlar. Bu durumda hangi tanrı, yarattığı dilleri kullarına yasak edebilir. Öyle bir tanrı var ise bu adaletsiz tanrıya inanan kendisiyle birlikte tanrısını da, cahiliye dönemindeki gibi yaratan ve katık diye yiyenler olacaktır. Bunun din jargonundaki adı şirktir. Bu yanlış yolda yürüyenler, kimseye din satmasınlar, önce tanrının yarattığına inandıkları dilleri özgür kılsınlar, Tanrıyla barışık olsunlar. Türban gibi, kurnadaki verileriyle de tarihler boyu tartışmalı olan bir konuyu, farz bile olmayan böylesi bir sorunu anayasal hüküm kazandırmaya kadar arkasında duranların, anadillerin özgürlüğü konusunda takındıkları zalim tutumlarını yargılamaları gerekmektedir. Bu sahte adalet ve demokrasi söyleminin, gerçekte tanrı ile kulu arasındaki bir ilişki olan dini, siyasete alet etmekten başka bir işlevi yoktur. Bu da din bezirganlığının anadilleri yok etmeye götüren çehresidir. Bu çehrede din toplumun birleştirici çimentosu değil, tutsak edip, yok etmenin bir aracıdır. Din bunların elinde gerçek anlamda halkların afyonudur.
Bu yanıyla, hiçbir erdem davranışı, beslendiği vergileri veren halkın anadiline yasak koymayı kabullenemez. Böylesi bir yaklaşım -insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi siyasal söylemleri bir kenara koysak da- insan erdemlerinin sınırları içinde görülemez. Ülkemizde rengarenk diller yaşıyor. Onları korumak, bu devletin, bu dillerin sahibi halklardan aldığı vergilerin ertelenmez görevidir. Bu olanakları gerçek hizmet yoluna değil de, tek boyutlu siyasi çıkarlarına harcayanlar bölücülüğü yapanlardır. 21 Şubat dünya anadillerini koruma gününde, bir kez daha anadillerin özgürlüğü için bir şeyler yapmanın zamanı geldiğini ifade edecek adımlar atılmalıdır diyorum.
Bu adım, insan olmanın, bir kültürel varlık olmanın en küçük ölçütüdür. İnsanı insan yapan unsurların başında dil geliyor ise anadil bunun temelidir. Anadil ki, coğrafyaları vatan yapandır. Yaşama ilk kez toprağı açmak için bile, bir öncül olarak anadil etrafında toplanmış kararlı bir insan topluluğu gereklidir. Dil bağı, anadil bağı; yaban toprakları verime, işlenmeye ve sonuçta bir vatana dönüştürür. Bu yanıyla anavatanında anadilsiz yaşamak zalimce bir durumdur. Bu adaletsizliği başkasına dayatmak insanlığa karşı suç işlemektir. Bu cürüm, kimseye kar olamaz. Zira, başka dilleri tutsak eden hiçbir dil kendi özgürlüğünü kazanmış sayılamaz. Türkçeyi bu karmaşık hallere düşüren, anadiliyle ibadetini bile yapamayacak kadar yetersiz kılan da budur: tutsak ettiği dillerin mahkumu olmasıdır. Anadilimize özgürlük isterken, gerçekte çoğulcu, barışçıl ve tüm dilleri kapsayan demokratik bir hak talebinde bulunmaktan başka bir şeyi dile getirmiyoruz.
Çağrımız,
bu anlayışa destek verme çağrısıdır,
birlik sevgi ve barış çağrısıdır,
kendini savunma, doğal bir hakkı talep etme çağrısıdır.
20 Şubat 2009 Cuma
TÜRKİYE’NİN GAZZEVİLERİ; KÜRTLER
Mhirac Ural
20 Şubat 2009
15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki günü değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi.
10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
15 Şubat tarihi malum. Bu tarihte ne olduğunu herkes biliyor. Bilmek istemeyen bir tek Türkiye Cumhuriyeti, onun kurum, kuruluşları ve köhnemiş statüleridir.
Her 15 Şubatta ortak ülkemizin her bir köşesinde ve özellikle Kürdistan’da ortaya konan tutum, açık ve net verileriyle, Başkan Öcalan’ın arkasında duran gücün Kürt halkı olduğunu gösteriyor. Özetle durum budur ve bu devlet bunu bilmek istemiyor, kabullenemiyor, sindiremiyor.
Özgürlük ve demokrasiyle tarihsel açıdan geç tanışmış ve buna doymamış ülkelerde devletler böylesi gerçekleri kabullenme durumunda sıkıntılı olurlar. Bir dönem ırkçı yönetim altında inleyen Güney Afrika Cumhuriyeti gibi. Bu tıkanıklık gerçekte ülkeyi kaoslara sürükleyen en önemli sorunların başında geliyor. Tarihleriyle yüzleşme korkuları kadar, bu günlerinin ayan beyan sorunlarıyla da yüzleşmekten korkuyorlar.
Tarihleriyle ve bu günkü temel sorunlarıyla yüzleşmeden kaoslarını çözme durumunda olamayan böylesi ülkeler sancılı ve çatışmalı iç sorunlarla boğuşup dururlar. Ortak ülkemizde böylesi sorunlar hiçte az değildir. Ermeni jenosidi, Hatay’ın ilhakı, 6-7 Eylül 1955 kıyım ve yıkımı, Kıbrıs sorunu, Maraş olayları, bitip tükenmeyen Kürt kıyımları, tenkil ve tehcirleri gibi bir dizi sorunu bulunmaktadır. 15 Şubat da bu sürece eklenen bir halka olarak, Kürtlerin uğradığı zulmü özetlemektedir.
15 Şubat’ta Kürt halkının tek vücut ve tek ruh olarak meydanlara döken, özgürlük şiarlarıyla liderinin arkasında durmasını sağlayan gerçekçi hak taleplerini kabullenmeden, onlarla yüzleşemeyen bu devlet sorunlarını aşma şansına sahip olamaz.
15 Şubat anısına Diyarbakır’da ayaktaydı.
Diyarbakır, bu satırların yazarı için çok anlamlı bir başkent. Devrimci vaftizimi orada yaptım. 24 Haziran 1975 erken seçim ortamıydı. Türkeş, erken seçimler adı altında Diyarbakır’a bir fatih edasıyla girmek istiyordu. Gerçekte Üniversite sınavlarının arifesiydi ve Kürt gençliğinin yüksek öğrenim hakkını engellemeye yönelik bir provokasyonu da içeren amaçlar taşıyordu. Türkeş, basından yankılanan “Diyarbakır’a ayak basacağım” yönlü çirkin tehditleri doruğuna varmıştı. Kürt halkı bu oyuna gelmeyeceğini Türkeş’i şehre sokmayacağını ilan ederek cevap vermişti. Kürt halkının bir ulus ruhuyla davrandığının önemli belirtilerinden biri de buydu; hükmü altında yaşadığı bir devletin en üst düzey adamlarından birine giriş yasağı koyabiliyordu.
O gün Diyarbakır’da üniversite sınavları için bulunuyordum. Misafiri olduğum …Aslan’ın yanındaydım. Elimde taşlarla Türkeş’e geçit yok diyordum. Bugün Filistinli halkımın çocukları gençleri gibi taş attım faşistlere, Kürt kardeşlerimle başkentlerinde omuz omuza oldum. O gün Kürt halkının birlik içinde dik duruşla, ortaya koyduğu kararlı direnişle devrimci vaftizimi oldum.
İki yolu bölen yeşil şerit ortasına yerleştirilen konuşma platformu ve burçlar üzerinden sarkan üç hilalli MHP bayraklarına karşı başlayan ilk öfkeler, Türkeş’in şehre doğru girdiği anonsuyla bir kıyamete ayaklanmasına dönüştü. Kürt gençliği taş yağmuru yağdırdı. Burçlardaki MHP bayrağı parçalanarak atıldı. Konuşma kürsüsü talaş haline geldi. Polisle çatışmalar başladı. Türkeş “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. Ancak Kürt halkı Türkeş’i başkenti Amed’in kapıları önünde teslim almıştı, diz çökertmişti. Türkeş kuyruğunu bükerek, gerisin geriye dönmek zorunda kaldı.
Bu deneyi, 6 Mart 1999’da, aynı edayla, Başkan Öcalan7ın esir edilmesinin hemen ardındın bir fütuhatçı serseri olarak Ecevit’in Diyarbakır’a geliş serüveni takip etti. Ben bu günde çok uzaklarda siyasi bir mülteci olarak, yazılarımla Kürt kardeşlerimle birlikte omuz omuza olmaya çalıştım ama ruhum vaftiz olduğum kentte yazılarımdan önce varmıştı. Bende sokaklardaydım elimde taşlarla Kürt gençlerinin yanında bulunuyordum. Uluslar arası bir komployla, dostum, yoldaşım, uzun yıllar soframı, sofrasını, evimi, evini birlikte paylaştığım Kürt halkının lideri Öcalan’ı tutsak etmenin böbürlenmesiyle Diyarbakır’a girmek istiyordu. O da Kürt halkının lideri arkasındaki dik duruşu karşısında boyun eğmişti gerisin geriye kaçarak gitmişti. Aynı deneyi R.T.Erdoğan en güçlü olduğu bir kesitte Kürt ulusunun başkentine rahat girebileceğini sandı. Ordusu polisi hava ve kara kuvvetleri arkasındaydı. Onun da bu şaklabanlığı fiyaskoyla sonuçlandı. Kürt halkı bu devletin zulmüne karşı tutumunu almıştı, özgürlük istiyordu ve bunun için kararlıydı.
Ben hep Diyarbakır’daydım. Orada bir devrimci olarak, kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüş ama ruhu hala heyecanla bir militan gibi genç olarak en ön saflardaydım. Elinde taşlarla, anlamak istemedikleri özgürlük ve demokrasi talebini haykırıyordum.
15 şubat anısına Kürdistan’ın her köşesi ayaktaydı. Başkentin hazırlığı ise bir başkaydı. Amed hazırlığı devleti iliklerine kadar titretiyordu; haksızları, gaspçıları, özgürlük karşıtlarını Kürt halkının iç ve dış düşmanlarını tedirgin ediyordu. Ben yine Kürt kardeşlerimle birlikteydi. Elimde taşlarla bende hazırdım haykırmayı. En ön saftaydım. Deforme olmuş fiziğimle, beyaz saçlarımla yine heyecanla çarpan yüreğimle Kürt kardeşlerimle omuz omuza idim.
Her zaman da aralarında olacağım. Ortak ülkemizin bu tablosunda Kürtler tıpkı Gazeli Filistinliler gibiydi. Filistin halkı özgürlükleri için, hakları ve hukukları için meydanlarda, yeryüzünün en gelişmiş silahlarına meydan okuyarak mücadele ediyorlardı, yaşlısı genci, kadını çocuğuyla tek ruh olmuş kararlıca hak talebi için ayaktalar. Daha dün, insanlığın gözleri önünde Filistinli Gazzeviler misket ve fosfor bombalarına, tankların ve firkateynlerin (savaş gemileri) top atışlarına, füze vuruşlarına hedef oluyorlardı. Hükümleri altında yaşadıkları devlet onları köşe bucak operasyonlarla katlediyordu.
Sivillerden başka ölümün olmadığı bu haksız ve kirli savaşta Gazzavililer bölgemizdeki tüm halklar adına Siyonistlere, emperyalistlere ve bölge gericiliğine karşı direniyordu.
Kürtlerin direnişi de tastamam buydu. 15 Şubat bu yanıyla geride kalan bir esir edilişten çok bütün bu tarihin adına özgürlük ve demokrasi taleplerini temsilen anlam kazanıyordu. Bu devlet bu gerçekle yüzleşmek istemiyor sorun da burada başlıyordu.
Kürt halkı, Gazzelilerin yanında sürekli durdu. Onların acısını paylaştı yardım elini uzattı topraklarının her köşesinde İsrail zulmüne karşı tepkisini haykırdı. İsrail’e karşı konan tutumlarda Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki refleksinin de arkasında durdu. Ancak Erdoğan tutumunu ilkeli kılamadı. Gazeliler için ortaya koyduğu haklı tepkiyi sürdüremedi, durumu Gazzelilerden farklı olmayan Kürtlere, İsrail gibi baskı uygulamaya devam etti, polisleri, helikopterleri, gaz bombalarıyla saldırılarını sürdürdü.
Bu tablo bölgemizde ezilen halkların nasılda bir kader birliği içinde kendi devletlerinin zulmüne maruz kaldığını göstermeye yeterlidir. Bu aynı zamanda bölge halklarının kader birliği içinde omuz omuza direnmelerinin de bir zorunluluk olarak gelip dayattığında bir göstergesiydi.
Türkiye’nin Gazzevileri Kürtlerdir.
Dün Filistinli Gazze’nin kıyşım ve yıkımına karşı seyirci kalan insanlık bu gün Kürtlerin uğradığı kıyım ve yıkılma seyircidir. Türkiye Cumhuriyeti, Siyonist İsrail devleti gibi Nazi yöntemlerle, kendi vatandaşına karşı, dış destek ve her türden silah aparatıyla ölüm kusmaktadır. Kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyonlarla ölüm ihraç etmektedir. Akıllara ziyan bu tutumlar, ortak ülkemizin birleştirici tüm verilerini dağıtmakta bölücülük yaparak, farklılıkların gerçekten bölünmesine çabalamaktadır. Geride birleştirici hiçbir şeyin kalmadığı bu devlet altında yaşamak artık anlamsız hale gelmektedir. .Bunun tek suçlusu milliyetçi vebadır. Bu virüsü taşıyanların akılları var oldukçada bu coğrafyaya barışın gelmesin kimse hayal edemeyecektir.
!5 Şubat’ı eli taşlı gençlerin polisler tarafından top oynar gibi tekmelenmelerine götüren akıl bu devletin Osmanlıdan bu yana terk etmediği akıldır. Bu akıl iç savaşı zorlamaktadır. Bu savaştan “zaferle” çıkıp, tarihler boyu yok edemediği bir ulusu yok edeceği kanısındadır. Bu beyhude çabalar, ülkemizde kimlerin bölücü olduğuna yeterli verilerle doludur.
Siyonist İsrail devleti ne ise bu devlette odur. Bu açıdan Davos’un söz düellosu Kürt halkının haklarına gelince, bir illüzyon olup çıkmaktadır. Erdoğan, İsrail C.Başkanı Siyonist Şimon Perez karşısında gösterdiği tutumun ilkeli olmadığını, Kürt halkının karşısında gösterdiği zalim tutumla ortaya koymuş, yalancının mumum yatsıya kadar yanmıştır.
“Davos’taki Söz Düellosu”, başlığın taşıyan makalemde bu kaygımı şöyle dile getirdim.
“Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.” (bkz. Mihrac Ural: Davostaki söz düellosu)
AKP hükümet olarak bir yandan seçimlere giderken yöneldiği seçim ekonomisi ve yöntemleri, diğer yandan yürütmesini yaptığı devletin statüleri, tek boyutlu kurum, kuruluş ve yasalarının eli kanlı müdahaleleriyle Kürt halkı üzerine yürümeyi ilke edinmiştir. “Son Düello” diye tanımlamıştım yaklaşan yerel seçim sürecini.
Bu sürecin ilk dakikaları 15 Şubatla birlikte oynanmaya başladı. İlk dakikalarda, devlet hükümetiyle birlikte kaybeden taraf oldu. Bunu anlamak için 15 Şubat etkinliklerinin mesajına bakmak yeterlidir. 15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki güne değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi. 10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
Kürt ulusu modern ve çağdaş bir ulus olarak, coğrafyası, kültürü, dili ruhu şekillenmesiyle farklılığımızın önemli renklerinden biridir. Kürt ulusunun hakları, bu ülkede ihtiyaç duyulan tüm hakların temel manivelasıdır. Devletin ve hükümetlerin böylesi Osmanlı akıl dayatmacılığındaki ısrarlarıyla bu manivelalara yenilerinin de katılması kaçınılmaz olacaktır. kimlik bunalımı içinden çıkamamış, üst kimlikte farklılarını birleştirememiş bir tarihin gelip dayandığı bu noktada, üzerine ölü toprağı dökülmüş başka etnik topluluklarında ayağa kalkması kaçınılmazdır. Arap halkının kimlik haklarını arayışı, ortak ülkemizin bu ihtiyacı için sürece katılacağının da bilinmesi gerekmektedir.
Bütün bu çabalar birlik, barışçıl ve güvenli bir ortam içinde gelecek kuşaklarımızın özgürlüğü ve demokrasisi içindir: Bu noktada bölücü olanlar kendilerine hangi adı takarlarsa taksınlar, ruhları ırkçı, milliyetçi virüsle kirli olacaktır. Kürt halkının 15 Şubat mesajına alamayanlar onun altında ezilmeye mahkumdur.
Bu devlet altında birlikte yaşamak zor. Farklılıklarının özgürlüğünü koruyamayan onların demokratik haklarını sağlayamayan bir ülkenin birliğini yeryüzünün hiçbir kudreti koruyamaz. Osmanlının sonunu bu devletin aynısı oyarak yüzüne tutamayanlar ektiklerini biçmekle yetinecekler.
20 Şubat 2009
15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki günü değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi.
10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
15 Şubat tarihi malum. Bu tarihte ne olduğunu herkes biliyor. Bilmek istemeyen bir tek Türkiye Cumhuriyeti, onun kurum, kuruluşları ve köhnemiş statüleridir.
Her 15 Şubatta ortak ülkemizin her bir köşesinde ve özellikle Kürdistan’da ortaya konan tutum, açık ve net verileriyle, Başkan Öcalan’ın arkasında duran gücün Kürt halkı olduğunu gösteriyor. Özetle durum budur ve bu devlet bunu bilmek istemiyor, kabullenemiyor, sindiremiyor.
Özgürlük ve demokrasiyle tarihsel açıdan geç tanışmış ve buna doymamış ülkelerde devletler böylesi gerçekleri kabullenme durumunda sıkıntılı olurlar. Bir dönem ırkçı yönetim altında inleyen Güney Afrika Cumhuriyeti gibi. Bu tıkanıklık gerçekte ülkeyi kaoslara sürükleyen en önemli sorunların başında geliyor. Tarihleriyle yüzleşme korkuları kadar, bu günlerinin ayan beyan sorunlarıyla da yüzleşmekten korkuyorlar.
Tarihleriyle ve bu günkü temel sorunlarıyla yüzleşmeden kaoslarını çözme durumunda olamayan böylesi ülkeler sancılı ve çatışmalı iç sorunlarla boğuşup dururlar. Ortak ülkemizde böylesi sorunlar hiçte az değildir. Ermeni jenosidi, Hatay’ın ilhakı, 6-7 Eylül 1955 kıyım ve yıkımı, Kıbrıs sorunu, Maraş olayları, bitip tükenmeyen Kürt kıyımları, tenkil ve tehcirleri gibi bir dizi sorunu bulunmaktadır. 15 Şubat da bu sürece eklenen bir halka olarak, Kürtlerin uğradığı zulmü özetlemektedir.
15 Şubat’ta Kürt halkının tek vücut ve tek ruh olarak meydanlara döken, özgürlük şiarlarıyla liderinin arkasında durmasını sağlayan gerçekçi hak taleplerini kabullenmeden, onlarla yüzleşemeyen bu devlet sorunlarını aşma şansına sahip olamaz.
15 Şubat anısına Diyarbakır’da ayaktaydı.
Diyarbakır, bu satırların yazarı için çok anlamlı bir başkent. Devrimci vaftizimi orada yaptım. 24 Haziran 1975 erken seçim ortamıydı. Türkeş, erken seçimler adı altında Diyarbakır’a bir fatih edasıyla girmek istiyordu. Gerçekte Üniversite sınavlarının arifesiydi ve Kürt gençliğinin yüksek öğrenim hakkını engellemeye yönelik bir provokasyonu da içeren amaçlar taşıyordu. Türkeş, basından yankılanan “Diyarbakır’a ayak basacağım” yönlü çirkin tehditleri doruğuna varmıştı. Kürt halkı bu oyuna gelmeyeceğini Türkeş’i şehre sokmayacağını ilan ederek cevap vermişti. Kürt halkının bir ulus ruhuyla davrandığının önemli belirtilerinden biri de buydu; hükmü altında yaşadığı bir devletin en üst düzey adamlarından birine giriş yasağı koyabiliyordu.
O gün Diyarbakır’da üniversite sınavları için bulunuyordum. Misafiri olduğum …Aslan’ın yanındaydım. Elimde taşlarla Türkeş’e geçit yok diyordum. Bugün Filistinli halkımın çocukları gençleri gibi taş attım faşistlere, Kürt kardeşlerimle başkentlerinde omuz omuza oldum. O gün Kürt halkının birlik içinde dik duruşla, ortaya koyduğu kararlı direnişle devrimci vaftizimi oldum.
İki yolu bölen yeşil şerit ortasına yerleştirilen konuşma platformu ve burçlar üzerinden sarkan üç hilalli MHP bayraklarına karşı başlayan ilk öfkeler, Türkeş’in şehre doğru girdiği anonsuyla bir kıyamete ayaklanmasına dönüştü. Kürt gençliği taş yağmuru yağdırdı. Burçlardaki MHP bayrağı parçalanarak atıldı. Konuşma kürsüsü talaş haline geldi. Polisle çatışmalar başladı. Türkeş “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. Ancak Kürt halkı Türkeş’i başkenti Amed’in kapıları önünde teslim almıştı, diz çökertmişti. Türkeş kuyruğunu bükerek, gerisin geriye dönmek zorunda kaldı.
Bu deneyi, 6 Mart 1999’da, aynı edayla, Başkan Öcalan7ın esir edilmesinin hemen ardındın bir fütuhatçı serseri olarak Ecevit’in Diyarbakır’a geliş serüveni takip etti. Ben bu günde çok uzaklarda siyasi bir mülteci olarak, yazılarımla Kürt kardeşlerimle birlikte omuz omuza olmaya çalıştım ama ruhum vaftiz olduğum kentte yazılarımdan önce varmıştı. Bende sokaklardaydım elimde taşlarla Kürt gençlerinin yanında bulunuyordum. Uluslar arası bir komployla, dostum, yoldaşım, uzun yıllar soframı, sofrasını, evimi, evini birlikte paylaştığım Kürt halkının lideri Öcalan’ı tutsak etmenin böbürlenmesiyle Diyarbakır’a girmek istiyordu. O da Kürt halkının lideri arkasındaki dik duruşu karşısında boyun eğmişti gerisin geriye kaçarak gitmişti. Aynı deneyi R.T.Erdoğan en güçlü olduğu bir kesitte Kürt ulusunun başkentine rahat girebileceğini sandı. Ordusu polisi hava ve kara kuvvetleri arkasındaydı. Onun da bu şaklabanlığı fiyaskoyla sonuçlandı. Kürt halkı bu devletin zulmüne karşı tutumunu almıştı, özgürlük istiyordu ve bunun için kararlıydı.
Ben hep Diyarbakır’daydım. Orada bir devrimci olarak, kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüş ama ruhu hala heyecanla bir militan gibi genç olarak en ön saflardaydım. Elinde taşlarla, anlamak istemedikleri özgürlük ve demokrasi talebini haykırıyordum.
15 şubat anısına Kürdistan’ın her köşesi ayaktaydı. Başkentin hazırlığı ise bir başkaydı. Amed hazırlığı devleti iliklerine kadar titretiyordu; haksızları, gaspçıları, özgürlük karşıtlarını Kürt halkının iç ve dış düşmanlarını tedirgin ediyordu. Ben yine Kürt kardeşlerimle birlikteydi. Elimde taşlarla bende hazırdım haykırmayı. En ön saftaydım. Deforme olmuş fiziğimle, beyaz saçlarımla yine heyecanla çarpan yüreğimle Kürt kardeşlerimle omuz omuza idim.
Her zaman da aralarında olacağım. Ortak ülkemizin bu tablosunda Kürtler tıpkı Gazeli Filistinliler gibiydi. Filistin halkı özgürlükleri için, hakları ve hukukları için meydanlarda, yeryüzünün en gelişmiş silahlarına meydan okuyarak mücadele ediyorlardı, yaşlısı genci, kadını çocuğuyla tek ruh olmuş kararlıca hak talebi için ayaktalar. Daha dün, insanlığın gözleri önünde Filistinli Gazzeviler misket ve fosfor bombalarına, tankların ve firkateynlerin (savaş gemileri) top atışlarına, füze vuruşlarına hedef oluyorlardı. Hükümleri altında yaşadıkları devlet onları köşe bucak operasyonlarla katlediyordu.
Sivillerden başka ölümün olmadığı bu haksız ve kirli savaşta Gazzavililer bölgemizdeki tüm halklar adına Siyonistlere, emperyalistlere ve bölge gericiliğine karşı direniyordu.
Kürtlerin direnişi de tastamam buydu. 15 Şubat bu yanıyla geride kalan bir esir edilişten çok bütün bu tarihin adına özgürlük ve demokrasi taleplerini temsilen anlam kazanıyordu. Bu devlet bu gerçekle yüzleşmek istemiyor sorun da burada başlıyordu.
Kürt halkı, Gazzelilerin yanında sürekli durdu. Onların acısını paylaştı yardım elini uzattı topraklarının her köşesinde İsrail zulmüne karşı tepkisini haykırdı. İsrail’e karşı konan tutumlarda Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki refleksinin de arkasında durdu. Ancak Erdoğan tutumunu ilkeli kılamadı. Gazeliler için ortaya koyduğu haklı tepkiyi sürdüremedi, durumu Gazzelilerden farklı olmayan Kürtlere, İsrail gibi baskı uygulamaya devam etti, polisleri, helikopterleri, gaz bombalarıyla saldırılarını sürdürdü.
Bu tablo bölgemizde ezilen halkların nasılda bir kader birliği içinde kendi devletlerinin zulmüne maruz kaldığını göstermeye yeterlidir. Bu aynı zamanda bölge halklarının kader birliği içinde omuz omuza direnmelerinin de bir zorunluluk olarak gelip dayattığında bir göstergesiydi.
Türkiye’nin Gazzevileri Kürtlerdir.
Dün Filistinli Gazze’nin kıyşım ve yıkımına karşı seyirci kalan insanlık bu gün Kürtlerin uğradığı kıyım ve yıkılma seyircidir. Türkiye Cumhuriyeti, Siyonist İsrail devleti gibi Nazi yöntemlerle, kendi vatandaşına karşı, dış destek ve her türden silah aparatıyla ölüm kusmaktadır. Kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyonlarla ölüm ihraç etmektedir. Akıllara ziyan bu tutumlar, ortak ülkemizin birleştirici tüm verilerini dağıtmakta bölücülük yaparak, farklılıkların gerçekten bölünmesine çabalamaktadır. Geride birleştirici hiçbir şeyin kalmadığı bu devlet altında yaşamak artık anlamsız hale gelmektedir. .Bunun tek suçlusu milliyetçi vebadır. Bu virüsü taşıyanların akılları var oldukçada bu coğrafyaya barışın gelmesin kimse hayal edemeyecektir.
!5 Şubat’ı eli taşlı gençlerin polisler tarafından top oynar gibi tekmelenmelerine götüren akıl bu devletin Osmanlıdan bu yana terk etmediği akıldır. Bu akıl iç savaşı zorlamaktadır. Bu savaştan “zaferle” çıkıp, tarihler boyu yok edemediği bir ulusu yok edeceği kanısındadır. Bu beyhude çabalar, ülkemizde kimlerin bölücü olduğuna yeterli verilerle doludur.
Siyonist İsrail devleti ne ise bu devlette odur. Bu açıdan Davos’un söz düellosu Kürt halkının haklarına gelince, bir illüzyon olup çıkmaktadır. Erdoğan, İsrail C.Başkanı Siyonist Şimon Perez karşısında gösterdiği tutumun ilkeli olmadığını, Kürt halkının karşısında gösterdiği zalim tutumla ortaya koymuş, yalancının mumum yatsıya kadar yanmıştır.
“Davos’taki Söz Düellosu”, başlığın taşıyan makalemde bu kaygımı şöyle dile getirdim.
“Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.” (bkz. Mihrac Ural: Davostaki söz düellosu)
AKP hükümet olarak bir yandan seçimlere giderken yöneldiği seçim ekonomisi ve yöntemleri, diğer yandan yürütmesini yaptığı devletin statüleri, tek boyutlu kurum, kuruluş ve yasalarının eli kanlı müdahaleleriyle Kürt halkı üzerine yürümeyi ilke edinmiştir. “Son Düello” diye tanımlamıştım yaklaşan yerel seçim sürecini.
Bu sürecin ilk dakikaları 15 Şubatla birlikte oynanmaya başladı. İlk dakikalarda, devlet hükümetiyle birlikte kaybeden taraf oldu. Bunu anlamak için 15 Şubat etkinliklerinin mesajına bakmak yeterlidir. 15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki güne değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi. 10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
Kürt ulusu modern ve çağdaş bir ulus olarak, coğrafyası, kültürü, dili ruhu şekillenmesiyle farklılığımızın önemli renklerinden biridir. Kürt ulusunun hakları, bu ülkede ihtiyaç duyulan tüm hakların temel manivelasıdır. Devletin ve hükümetlerin böylesi Osmanlı akıl dayatmacılığındaki ısrarlarıyla bu manivelalara yenilerinin de katılması kaçınılmaz olacaktır. kimlik bunalımı içinden çıkamamış, üst kimlikte farklılarını birleştirememiş bir tarihin gelip dayandığı bu noktada, üzerine ölü toprağı dökülmüş başka etnik topluluklarında ayağa kalkması kaçınılmazdır. Arap halkının kimlik haklarını arayışı, ortak ülkemizin bu ihtiyacı için sürece katılacağının da bilinmesi gerekmektedir.
Bütün bu çabalar birlik, barışçıl ve güvenli bir ortam içinde gelecek kuşaklarımızın özgürlüğü ve demokrasisi içindir: Bu noktada bölücü olanlar kendilerine hangi adı takarlarsa taksınlar, ruhları ırkçı, milliyetçi virüsle kirli olacaktır. Kürt halkının 15 Şubat mesajına alamayanlar onun altında ezilmeye mahkumdur.
Bu devlet altında birlikte yaşamak zor. Farklılıklarının özgürlüğünü koruyamayan onların demokratik haklarını sağlayamayan bir ülkenin birliğini yeryüzünün hiçbir kudreti koruyamaz. Osmanlının sonunu bu devletin aynısı oyarak yüzüne tutamayanlar ektiklerini biçmekle yetinecekler.
18 Şubat 2009 Çarşamba
BİR TARİHİ MEKTUP (*)
Fadıl Ölmez
12 MART 1999
Sevgili Başkan Abdullah Öcalan,
Size Danimarka’dan yazıyorum. Sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
Uluslararası bir komplo sonucu, fiziki olarak esir alınmanız, herkeste olduğu gibi, bende de derin bir üzüntü yaratmıştır. Size geçmiş olsun diyorum.
Özelde size, genelde Kürt halkına karşı yapılan bu haydutça eylem, yüzbinlerin nefretini kazanmış bulunmaktadır. Dünyanın hertarafından TC’ye hergün lanetler yağarken; size sevgi, saygı ve selam gönderiliyor.
Sevgili Öcalan; yeniden dirilttiğiniz halk ve yorulmak bilmez bir mücadele sonucu yaratmış olduğunuz “yeni Kürt kişiliği” yerini bulmuştur. Şu an herkes ayaktadır; herkes meydanlarda seninle birlikte, seninle el-ele.
Şu an herkes ayakta; gözlerimiz İmralı’da, seni düşünüyoruz. Zorla kısıtlanan fiziki özgürlüğünü düşünüyoruz.
Size eşitlik, ortaklık ve özgürlük savaşımınızda başarılar diliyorum.
Zafer, Kürt halkının olacaktır. Bundan kuşku duymuyoruz.
En içten sevgi ve selam.
Liva İskenderun’lu Arap Devrimci
Fadıl Ölmez
Danimarka, 12 Mart 1999
-------------------------------
(*)12 mart 1999’da Başkan Apo’ya, İmralı Cezaevi’ne gönderilen mektup. Mektup örneği, aynı tarihte Avrupa Özgür Politika gazetesine de gönderilmişti.
12 MART 1999
Sevgili Başkan Abdullah Öcalan,
Size Danimarka’dan yazıyorum. Sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
Uluslararası bir komplo sonucu, fiziki olarak esir alınmanız, herkeste olduğu gibi, bende de derin bir üzüntü yaratmıştır. Size geçmiş olsun diyorum.
Özelde size, genelde Kürt halkına karşı yapılan bu haydutça eylem, yüzbinlerin nefretini kazanmış bulunmaktadır. Dünyanın hertarafından TC’ye hergün lanetler yağarken; size sevgi, saygı ve selam gönderiliyor.
Sevgili Öcalan; yeniden dirilttiğiniz halk ve yorulmak bilmez bir mücadele sonucu yaratmış olduğunuz “yeni Kürt kişiliği” yerini bulmuştur. Şu an herkes ayaktadır; herkes meydanlarda seninle birlikte, seninle el-ele.
Şu an herkes ayakta; gözlerimiz İmralı’da, seni düşünüyoruz. Zorla kısıtlanan fiziki özgürlüğünü düşünüyoruz.
Size eşitlik, ortaklık ve özgürlük savaşımınızda başarılar diliyorum.
Zafer, Kürt halkının olacaktır. Bundan kuşku duymuyoruz.
En içten sevgi ve selam.
Liva İskenderun’lu Arap Devrimci
Fadıl Ölmez
Danimarka, 12 Mart 1999
-------------------------------
(*)12 mart 1999’da Başkan Apo’ya, İmralı Cezaevi’ne gönderilen mektup. Mektup örneği, aynı tarihte Avrupa Özgür Politika gazetesine de gönderilmişti.
17 Şubat 2009 Salı
AZINLIK TOPRAKLARI VE GASPÇI SOSYALİSTLER
Mihrac Ural
16 Şubat 2009
Ali Ziya Çamur “azınlık refleksimize”, milliyetçi sosyalist refleks göstermiş. Cevabı, Baskın Oran hocaya mı? Bana mı? Yazısı “azınlık olmak zor zanaattır” adlı makalemin üstüne gelmiş, konu ikimizi de bağlaması dolaysıyla ve hocanın meşguliyetini göz önüne alarak arkadaşa kısaca durumu anlatayım.
Öncelikle yazımı iyi okumasını tavsiye edeceğim. Ayrı dünyalardan bahsediyor gibiyiz. İyi okunmamış yazıya iyi cevapta verilmez hatırlatırım.
Sonra:
Vekaleti kimden alındığı belli olmayan "azınlıklara yapılan haksızlığa gösterilen reflekse elbette katılırım" deme gibi yukardan bakan milliyetçi tutumların, sosyalizmle uzak yakın bir bağının olmadığı kanaatindeyim. Ortak ülkemizi farklılıkların eşit ortakları olarak görmeksizin sorunlara ortak bir paydada çözüm bulmak mümkün değil. Bu açıdan ifadelerimize çok dikkat etmeliyiz. Yanlış söylem, olgulara bakıştaki yanlışlıktan kaynaklanabilir diyeceğim.
Nasıl olsa “tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi (salt Süryaniler diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?” demek ise beterin beteri bir yanlışlıktır. Bu yaklaşım ne içerik açısından ne de biçim açısından demokrat olabilir; sosyalist ise hiç olamaz. Bu yaklaşımlar düpedüz despotluktur. Bu ifadelerin, ne teori açısından ne de dünya devrimleri tarihi ve deneyleri açısından sosyalist bir değeri olabilir.
Ben burada bu arkadaşımıza toprak dağıtımının sosyalist devrim olmayacağını anlatmayacağım. Ayrıca toprakları küçük parçalara bölme anlamında gerçekleşen hiçbir devrimin verimli olmadığını, maliyeti artırdığını ve sonunda arkadaşın bilebileceği, okuduğu tüm geri kalmış ülke devrimlerin de bu nedenle ne türden ekonomik yıkımlara düştüğünü de dile getirmeyeceğim. Vietnam’ın, Cezayir’in, Gine-Bisau’nun, Etiyopya’nın, Kamboçya’nın hallerini anlatsam gözyaşlarına mendil yetişmez, bunları da geçelim...
Arkadaşa daha ileri bir uygarlıktan bahsedeceğim ki, olayı daha iyi algılasın. Kapitalizmin haksız ve adaletsiz mülkiyet ilişkileri, sistem olarak; tüm emekçileri, yoksulları, adaletsizliğe uğramış mülksüzleri, derinden rahatsız eden bir vakıadır. Feodalizmin içinden çıkıp geldiği kesitte ileri olan ve insanlığa olduğu kadar yerleştiği ülkenin insanına da onamlı açılımlar ve rahatlamalar getiren kapitalizm, gelişiminin ülke sınırları içinde süreçlerini tamamlamasıyla birlikte gerici ve yetersiz bir konuma gelmiştir. Feodalizmden daha ileri bir toplum formasyonuyla, batı uygarlığı adını alan sistemiyle klasikleşen katkıları 19. yy sonlarında 20.yy başlarından itibaren tüm insanlık için bir talan ve sömürü sistemi olarak kendini daha da hissettirmeye başladı. Sermaye birikiminin de bir gasp, talan ve fütuhat sürecinin sonucu oluşması meta ihracından, 20.yy sermaye ihracıyla birlikte emperyalist bir karaktere bürünmüştür. Bu uygarlık artık 500 yıllık gelişiminin gelip tıkandığı yerde gericileşmiştir. Rekabetçi gelişim döneminin burjuva demokratik süreçlerinde topluma kattığı değerleri de tüketmiştir. Sık sık dünya savaşlarına, bölgesel savaşlara derin ekonomik krizlere bata çıka bu günlere geldiği noktada tıpkı Feodalizmin son dönemlerindeki toplumsal tıkanmalar içinde kaoslara düşmüştür. Geçici reçetelerle artık çözüm bulamayan bu uygarlık ve sistem geniş bir muhalefetle yüz yüze kalmış ama bunalımından çıkamamıştır. Yeni bir uygarlık diye 20 yy gerçekleşen devrimlerde bir gerçekçi alternatif oluşturmaması bu kaosu daha da derinleştirmiştir. Bu uzun tarihi süreç içinde tek başına sınıf mücadelesi ise bir sonuç yaratmamıştır; sınıf mücadelesinin ürünü olarak gerçekleştiği iddiasında olunan “sosyalist devrim”ler ise gerisin geriye kapitalizme dönerek aynı madalyonun farklı yüzleri olan toplumlar dışında bir sonuç yaratamamıştır.
Bu açıdan sınıf mücadelesi sistem içi bir mücadele dışında ne güç ne de gerçekçi bir tarihsel dönüşüm yapmadığı görülmüştür. 200 yıllık kapitalizm içi sınıf mücadelesinin tarihsel bir devrim, alt ve üst yapısı farklı olan, köklü değişimi tanımlayacak yeni bir uygarlığı ifade edecek süreçlere yol açamamıştır. Sınıf mücadelesi bir reformcu sistem içi mücadeleyle sınırlı dinamizmi, demokrasi, özgürlük ve daha ileri bir toplumsal sistem için mücadelenin, büyük ve tarihsel dönüşümleri gerekli kıldığı açık hale gelmiştir. Sınıf mücadelesi reformist bir mücadeledir. Sınırlara sistem içidir Kapitalizmin temel var oluşunu sağlayan sınıflarla ilgilidir. Bu temel sınıflardan biri diğeri yok etme durumunda olamaz, böyle bir yok etme, aynı zamanda kendini de yok etmedir. Kapitalizmi var eden temel sınıflardan hiç biri bir başka toplumsal sistem kuramaz, en çok kendi sistemi kapitalizmde iyileştirmeler yapmak üzere karşıt sınıfın etkinliklerini törpüleyebilir. Kapitalizmin bir sınıfının egemenliği diğeri olmadan da gerçekleşemez (sınıflardan birey tek tek o sınıfa mensup bireylerden söz etmiyorsak). Fabrikada ve tarladaki sınırlarıyla da kapsayıcı olmaktan çok uzaktır.
Bu nedenle sınıf mücadelesi dahil diğer tüm mücadele yöntem ve kitleleri de kapsayan bir süreçte, yeterli nesnel verinin oluştuğu koşullarla gerçek anlamda bir devrimden söz edilebilir. Bu determinizm değildir. İradeci müdahaleyi doğru kavramış onu doğru yönlendirmiş ve sonuç alacağı nesnel verilerin durumuna dikkatlice bağlamış bir yaklaşımdır. İçinde iradeci etki olduğu kadar objektif etkilerde hesaba katılmıştır. Bunun dışında bir önerme, bir gece ansızın iktidarın ele geçirilmesi olur, bu ise darbedir. Bunu tanıyoruz, sonuçlarını da yakın zamanda, tüm doğu Avrupa deneyinde birlikte yaşadık.
Bu noktadan hareketle diyorum ki, eski tüm kıstaslarımızın, yönelim ve örgütlenmelerimizin yeniden gözden geçirilerek değişmesi gereklidir. Artık eski söylemlerle adil, eşit ve ilgili tüm halk kesimlerinin çıkarlarını temsil edebilecek bir yönelim yapmak gerçekçi olmaktan çok uzak hale gelmiştir.
Bu yaklaşım tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük sorunlarımıza daha çok sarılmamızı getirir. Böylesine kapsamlı bir devrimin koşulları olgunlaşana kadar yapmamız gereken çok önemli demokratik dönüşümler, özgürlük arayışlarının sonuçlanması, hak ve hukuk mücadelesinin derinliğine ikamesi olmalıdır. Siyasetin boşluk tanımadığı gerçeğiyle yeni bir uygarlığa yeni bir toplumsal sisteme gidiş sürecinde bu görevlerimizin ihmal edilmemesi ve kimseden beklenmemesi üzerine çalışmamız gerekecektir. Ortak ülkemizde Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi, Arapların kimlik hakları, azınlık hakları, dolaysıyla tüm farklılıklarımızın sorunlarının çözümü için gerçekçi bir devrimci mücadelenin yükselmesini gereklidir diyorum.
Önermelerimiz yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal sistem yönelimleri içinde olan bir stratejik hedef içinde olmalıdır. Sondan başlayarak, bu yönelimin nereye gitmesi gerektiğine bir belirleme yapmak istiyorum. Bu mücadele sonucunda varılacak toplumsal sistemi ulus, ülke gibi gecikmiş tarihi statüleri aşmış olan ve yeni bir uygarlığı temsil edeceğine kani olduğum “Küresel üretim sistemi” olarak tanımlıyorum. Bu toplumsal sistemin, yakın geçmişte kurulan “sosyalist” deneyden de farklı olduğunu vurgulayarak sözlerime devam ediyorum. Bu ise hiçbir şekilde tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük ihtiyaçları bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Tersine onları gerçekleştirmeyi bu sürecin olmazsa olmaz koşulu sayar. Belirtmek istediğim şey, böylesi bir devrimci mücadelenin kapsamında, “az topraklıyı çok topraklı” yapma söylemi çok geri bir söylem olduğudur.
YENİ UYGARLIK, YENİ BİR TOPLUMSAL SİSTEMDİR.
Bu gün sürdürülecek demokrasi ve özgürlük mücadelesi gerçekte stratejik hedef olan yeni bir toplumsal sistemin yolunu döşeyecek mücadeledir. Bu mücadele tamamlanmış görevler aynı zamanda yeni toplumsal süreçlerin nesnel verilerini de olgunlaştıracaktır. Öznel çabaların (devrimci mücadelenin), nesnel verilerin olgunlaşmasındaki rolü de bu olacaktır.
Daha ileri bir uygarlık ise, kapitalizmin şerrinden, sömürü çarklarından insanlığı kurtaracak tek yoldur diyeceğim. Bu yolun en önemli ayırım noktasının, kapitalizmin siyasal küreselleşmeyle insanlığa bu gün dayattığı talan, savaş, sömürü, gasp, işgal, yıkıma karşı, küresel üretimle, tekniğin ve bilimin olanaklarıyla, yeryüzünün küçük emek parçacıklarını, bilgi parçacıklarını bir araya toplayıp, iş bölümüyle yabancılaştırarak insanlığın ortak kullanımına bir evrensel ürün olarak sunması olduğunu ifade edeceğim. Yeni uygarlıktır bunun adı. Devrim, bu tarihsel dönüşümün oluşturacağı toplumsal sistem karşısında bir teferruattan öteye geçmez.
Yeni uygarlık, geri dönüşü olmayan tarihsel devrimlerin ürünü olacaktır. Yeni uygarlığı ikame edecek devrim, Sovyetlerde ve dünyanın tüm 20.yy devrimlerindeki gibi geri dönüşü yaşama durumunda olmayacak bir tarihsel devrim sürecine tekabül eder. Tarihsel devrim bir devleti yıkma türünden bir ayrıntı değildir. Devletle birlikte alt ve üst yapının en köklü dönüşümüdür.
Marksın, gelişmelerinin belli bir aşamasında üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin olgunlaşmasının ürünü olarak ebelik rolü verdiği devrimdir bu. Basit bir anlatımla internet iletişiminin, PTT ye karşı devrimidir. Bu örneği arkadaşın aklında çok iyi tutmasını salık vereceğim. PTT iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit ile İnternet iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit arasındaki farktır. Sistem açısından, maliyet açısından küreselleşme açısından, işbölümüne yaptığı katkı ve bilginin evrensel ölçekte mübadelesine yaptığı katkı açısından iki farklı tarih, iki farklı sistemi tanımlar. Bu açıdan bir kez internet iletişimi kullanmaya başlayan hiç kimse PTT’ye dönmez. Bunu yaşamın her alanındaki gelişmelere adapte ettiğinizde karşınızda belirecek toplum alt ve üst yapılarıyla bir tarihsel devrim ürünü toplum olacaktır. Yeni uygarlık budur.
Yeni uygarlık verilerinin bu tür belirtilerini, uluslararası kapitalizmin kanatları altında gelişimini görerek onu da tekelci kapitalizmin uluslararası üretim mekanizmalarından biri olarak saymamak gerek. İki ayrı şeydir bu, 16-17. yüzyılda kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişimi gibidir. Kapitalizm güçsüz ve yeni olduğu koşulda, feodal krallıkların kanatları altında gelişerek nasıl egemen olduysa, yeni uygarlıkta, küresel üretim sistemi olarak tekelci kapitalizmin uluslararası üretiminin kanatları altından çıkıp, egemen olacaktır. Kendi farklı mülkiyet ilişkisini, toplumsal bölümlenmelerini, siyasal, kültürel düzeneklerini de kuracaktır. Ulus ve ülke merkezli olmayı aşamamış, sadece sömürü çarkları için uluslararası bir yönelim almış olan emperyalizmin tarihsel olarak zamanını doldurmuş haliyle yeni uygarlık karşısında yenilgisi de kaçınılmaz olacaktır: Devrimci irade burada da tüm yönleriyle yükselen siyasal, sosyal, kültürel bir etki olarak bu sürece dinamik katacaktır. Bunu genelleştirin, geri dönüşü olmayan bir devrim olduğunu göreceksiniz. Dolaysıyla “sosyalist devrim”i bir de teorinin gerçek anlamıyla bu açıdan algılamak, geri dönüşü olmaması için sağlam gişeden bilet almak demektir.
Bu noktada arkadaşa Pol Potçu sosyalist devrimciliği anlatmayacağım. Bildiğine eminim. Milliyetçi komünistlerin “seviye ihtilafı” taşıyan yazılarında dile getirdikleri “küresel ulus”ları, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış geri ülke işçilerinin milli maçlarda gösterdikleri refleks ürünü olmasının komikliğini bir kenara bırakacak olursak, bunların Enternasyonalistlikleri bile tüm ülkelerin işçilerini kendi ulusal bayrakları altında birleştirmekten ibaret kalır. Bu noktada çok hırlaştıkları liberallerle aralarında hiçbir fark yoktur; biri devletçi millidir diğeri liberal millidir. Buna bakınca “liberal” diye suçladıkları birçok isim ise bu algılara savaş açmış onurlu aydındır ve kavgaları da bu aydınların milliyetçiliğe karşı mücadelelerini tıkama amacı taşımaktadır. Bu noktada Baskın Oran hoca ve düşün ortakları, ülkemizin aydınlık yüzü olduğu kadar gerçek insan sevgisiyle yükselen enternasyonalistlerdir. Solumuzun mevta halleri burada musalla taşına uzanmıştır.
Bu kısır ahval ve şerait altında, demokrasiye doymamış akıllardan adalet ve demokratik bir tutum beklemek ne kadar güç olsa da, başkasının topraklarını gasp etmeyi hiçbir teorik yaklaşıma sığdırmak mümkün değildir diyeceğim.
Olay, din, papaz, imam olayı değil hakkın hukuki olarak korunması olayıdır. İpin ucunu buradan bir kez kaçırdınız mı geri dönüşünüz olmaz, o zaman da adaleti hak getire. Böylesini oturmamış anlayışların “devrim” devleti de, bir şebeke devleti olur. Buna da Pol Potçuluk denir. Böyle bir devlet iç bükey, kapalı yapısıyla bataklıkta ölür de bir santim ileriye gidemez. Devrim de bu durumda darbe olur. Böyle bir devrim, bir gece ansızın bir kararnameyle kamulaştırdığı üretim araçlarını bir zaman sonra yine bir gece ansızın bir kararnameyle kaybeder. Doğu Avrupa’da olduğu gibi gerisin geriye kapitalizme döner. Bu yüzden gaspçılığı aklından tamamen çıkarmak gerek.
Mar Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarıyla ilgili sorun, ortak ülkemizin azınlıklarına karşı önü alınmayan hoyratlığın tecavüzüdür, “az topraklıya toprak dağıtma” sorunu değildir. Ülkemizde azınlıklara yönelik gasp olayı sadece topraklarına yönelmemiştir, dinlerine, dillerine, evlerine eğitimlerine, alfabelerine karşı da toptancı bir yönelim mahiyeti taşımaktadır. Kürtler açısından ise sınır dışı operasyonlara kadar uzanan bir ölüm denklemi olarak belirmiştir. Benim mensubu olduğum Arap etnik toplumunu ki, ülkemizin Kürtlerden sonra en büyük etnik toplumu olarak, Torosların güneyinde boydan boya yerli bir halk olarak kimliklerinden, kültürlerine, dillerinden, alfabelerine kadar toplu kıyıma uğrayıp durmuşlardır. Çoğu sosyalistlerimizin ise bundan haberleri bile yoktur, Türkiye’de Arapların olduğunu da ilk kez bu satırlardan duymuş olabilirler.
Bu açıdan basit bir toprak olayı gaspı olarak görülmemesi gereken bu girişimler bir tarihin talanı üzerindeki son at komşumu olarak ele alınmalıdır. Refleks işte tam da buna “serseri“ gidişe karşıdır. Atatürk’ün Osmanlıyı tanımlarken sözünü ettiği “fetihlerin arkasından serserilik“ etmek tas tamam budur (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154). Bu serseriliğe ilk tepkiyi sosyalistlerin göstermesi gerekirken, din, papaz imam adı altında es geçmeleri, kuracakları toplumlarda, halklarımızı nelerin beklediğine önemli bir mesaj gibi durmaktadır. Demokrat olmayı başaramamış birilerinin, kendilerini ve kuracakları toplumu rüyasında sosyalist olarak görmesi hoş karşılanabilir, ama buna gerçek diye inanması patolojik bir vaka olur.
Böylesi Osmanlı akıl erdemleriyle az toprakların başkasının ve özellikle azınlıkların topraklarını gasp etmeyi kendine hak görmesini, her dincinin dini az olanı doğramasına da fetva vermiş olur. Ki batılın şer-î olma halidir bu, toplumu kurmaz kaos yaratır.
Öncelikle bilinmeli ki, az topraklının sorunu toprak değildir, üretimde yer alamamak, emeğinin karşılığını alabileceği bir olanak bulamamaktır. Bu da devletin, toplumun çok yönlü sorunudur. Kapitalizm buna çözüm üretmez. Zira kapitalizm işçi rekabeti üzerine kuruludur hiçbir zaman yoksul köylüye, az topraklıya gerçekçi taleplerini karşılamak için bir sunumda olmayacaktır. Sınıf mücadelelerinin törpülemeleri sonucu, sosyal açıdan atılan adımlar ise hiçbir zaman istenileni vermez. Kapitalizm, emek arz ve talebini bu dengesizlikten sağladığını biliyoruz. Bunu aşmak ise az topraklıya toprak vermekle olmaz. Böylesi bir önerme artık demokratik bile sayılmaz. Gökdelenleri yıkıp gecekondu kurma gibi, Ak denizin görkemli sofraları yerine kuru fasulye-pilav sofralarını devrimci görme eğilimi gibidir. Az topraklıyı çok topraklı yapma projesi iflas etmiş, insanı toprak kölesi yapan bir projedir. Az topraklıyı öncelikle insan olarak ele almak gerek ve onu bulunulan çağın bilim ve tekniğiyle en yüksek üretim süreçlerine kazanmanın yollarına yönlendirmek gerek. Bunun için projeler geliştirmek ve üretim sürecinin merkezine oturtmanın araçlarını, kurumlarını oluşturmak gerekir. Bu da yeni uygarlığı kavramak onun nesnel ve iradevi gelişimde bize biçtiği devrimci rolü hakkıyla oynamayı gerektirir.
Basit bir demokratik hak savunusunu bu kadar uzattığıma bakmayın. Benim sorunum çok daha kapsamlı bir olguyu, böylesi somut bir sorundan ele alarak “sosyalist”liğimizi, devrimciliğimizi belli bir zemine oturtmaktır. Bunun için şu küresel üretim, yeni uygarlık söylemlerimi, emperyalist “uluslararası üretim”inden ayırmak için bir iki not düşmeyi uygun görüyorum.
Küresel üretim ile tekelci-kapitalist “uluslararası üretim” iki ayrı üretim biçimidir diyerek notumu aktaracağım. Bunları kesinlikle birbirine karıştırmamak gerektiğini söyleyeceğim. Emperyalizmin insanlığa dayattığı uluslararası üretim ne ulusları nede ülkeleri aşmamış hala kendini belli bir ulus ya da ülkenin sınırlarını merkez edinmiş ve onun çıkarları için üretimini yaygınlaştırmış olarak tanımlar. Bu kapitalizmin ulus ile tarihsel bağının anlamlı bir yanıdır. Kapitalist üretim küresel üretim yapamaz da. Böyle bir adım kapitalizmin bilimsel olarak çözümlenmiş üretim sürecinin yapısına aykırıdır. Hammadde+üretim araçları+ işgücü = meta sistemi ile küresel üretimin ifade ettiği soyut üretimde öncelikli süreç birbirinden nitelik olarak farklıdır. Soyut üretim öncelikli süreç, soyut hammadde+soyut üretim aracı+yüksek teknoloji ve evrensel ölçekli bilgi katılımıyla başlar. Soyut bir ürün ortaya çıkarır, bunu soyut alanda en iyi şekilde de sınar. Burada üretim küresel ölçekte bir katılımla ulus ve ülke sınırlarından gerçek anlamda çıkmış olur. Hatırlamaya çalışalım, PTT ile İnternet iletişimi arasındaki uygarlık farkı bunu anlatmaya yeterlidir. Bu kapitalizm değildir, onun kanatları altında gerçekleşiyor olsa da kapitalizmden nitelikçe farklı bir gelişimidir ve yeni uygarlığın temellerini ifade eder. Bu noktada bilgi mülkiyeti “dünyanın düz alanında” farklı bir mülkiyet sistemine tekabül eder.
Bu nedenle küresel üretim yeni bir uygarlığın verilerini sundukça, içinde liberallerden, milliyetçi komünistlere uzanan geniş bir yelpazeden, kapitalizm makyajlanarak bir kez daha pazarlanmak istenir. Milliyetçi sosyalistleri, komünistleri birbirleriyle çok hırlaşsalar da liberallerle bu noktada omuz omuza görmemiz normaldir. Birinin milliyetçilikten, diğerinin serbestçiliğin anlamsızlaştırdığını iddia ettiği farklı kültürlere yaklaşımından kaynaklanan tutumlar, azınlık haklarının çiğnenmesine icazet verip durmuştur. Ortak ülkemiz liberalleştikçe, azınlık haklarının daha çok çiğnenmesi bundandır. Milliyetçiliğin daha da derin etkilerle tahribat yapması da bundandır.
PTT’ye karşı internet’in yaptığı tarihsel devrimde belirginleşen küreselleşme insan kolektif aklının ürettiği bilgi ve tekniğin, en küçük emekleri ve bilgileri bir potada sentezleyip, büyük iş bölümüyle, sınırları, ulusları, ülkeleri aşarak yabancılaştırıp insanlığın ortak kullanımına süren bir üretim tarzıdır. Yeni uygarlığın küresel üretimi, insanlığı bu yolla tarihi ilerlemenin bir unsuru haline getirecektir. Mor Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarını korumadan ya da ortak ülkemizin azınlıklarının haklarını tanıyıp, içselleştirmeden böylesi bir çağın insanı olunamaz. Böylesi bir çağın karşısında yoksul köylüye toprak dağıtma noktasında takılı kalacak olanlar, adaleti, demokrasiyi ve özgürlüğü çiğnemekte sakınca görmeyen teorileri üretmekte zorlanmazlar.
Ortak ülkemizde tüm farklılıklarımızla eşitler olarak, barış özgürlük ve demokrasi içinde yaşamak istiyorsak, önce adalet duygusunu yerleştirecek tutumları geliştirmeliyiz. Kıymeti kendimizden menkul hayali siyasal önermelerle, başkasına tecavüzü meşrulaştırmak yeni bir toplum kurmak değil, eski bir soygun türünü tekrarlamaktır.
********************************
Yazıya konu olan yorum aşağıdadır.
kimdenAli Ziya Çamur
yanıtkomun-inisiyatifi@googlegroups.com
kimekomun-inisiyatifi@googlegroups.com
tarih12 Şubat 2009 Perşembe 00:21
konuYan: AZINLIK OLMAK ZOR ZANAATIR
posta listesi Bu posta listesindeki iletileri filtrele
gönderengooglegroups.com
imzalayangooglegroups.com
ayrıntıları gizle 12 Şub (5 gün önce) Yanıtla
Bakın azınlıklara yapılan haksızlığa karşı gösterilen reflekse elbette katılırım. Ancak burada bir illüzyon gözler önünden uzaklaştırılıyor.
Net durum nedir? Bir kaç papazın yönetimindeki dönümlerce arazi orada yatmakta, çevre köylüleri yoksulluğun pençesinde.... Bu tarlalardan umar bekliyorlar. Bunu yapınca da hemen anti Süryani hareketin öncüleri gibi görülüyor.
Bakın Oran'dan beklenen kendisi gibi olmaktır. Ama sosyalistlerin bu çabaya katılması anlaşılacak gibi değil. Bizler dinin ne olduğunu liberallerden iyi biliriz. Kaldı ki, Anadolu’da Türk-Kürt-*Laz, alevi, Süryani tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi ( salt Süryanilere diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?
Bir başka örnek... Yörem olan Karadeniz de, eski camilere vakıf olarak bırakılmış fındık bahçeleri vardı. Her sene imamlar toplarlardı ne yaparlardı bilinmez....
70'lerden 80'lere dek bu vakıf olan fındık bahçelerine el koyduk, gelirini devrimci mücadelede kullanmak için toplayıp sattık. Kimse gıkını çıkaramadı... Kara yobazlar bile.....Şimdi 3-5 topraksız ya da az topraklı köylüler bu toprağa el koymak istiyorlar diye bu durumu anlamadan, ölçmeden sosyalist yazılar yazıyoruz çalakalem....
Bence bu durum üzerine iki defa düşünmemiz gerek. Sınıfsal bakışımız ve din olgusu açısından....
16 Şubat 2009
Ali Ziya Çamur “azınlık refleksimize”, milliyetçi sosyalist refleks göstermiş. Cevabı, Baskın Oran hocaya mı? Bana mı? Yazısı “azınlık olmak zor zanaattır” adlı makalemin üstüne gelmiş, konu ikimizi de bağlaması dolaysıyla ve hocanın meşguliyetini göz önüne alarak arkadaşa kısaca durumu anlatayım.
Öncelikle yazımı iyi okumasını tavsiye edeceğim. Ayrı dünyalardan bahsediyor gibiyiz. İyi okunmamış yazıya iyi cevapta verilmez hatırlatırım.
Sonra:
Vekaleti kimden alındığı belli olmayan "azınlıklara yapılan haksızlığa gösterilen reflekse elbette katılırım" deme gibi yukardan bakan milliyetçi tutumların, sosyalizmle uzak yakın bir bağının olmadığı kanaatindeyim. Ortak ülkemizi farklılıkların eşit ortakları olarak görmeksizin sorunlara ortak bir paydada çözüm bulmak mümkün değil. Bu açıdan ifadelerimize çok dikkat etmeliyiz. Yanlış söylem, olgulara bakıştaki yanlışlıktan kaynaklanabilir diyeceğim.
Nasıl olsa “tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi (salt Süryaniler diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?” demek ise beterin beteri bir yanlışlıktır. Bu yaklaşım ne içerik açısından ne de biçim açısından demokrat olabilir; sosyalist ise hiç olamaz. Bu yaklaşımlar düpedüz despotluktur. Bu ifadelerin, ne teori açısından ne de dünya devrimleri tarihi ve deneyleri açısından sosyalist bir değeri olabilir.
Ben burada bu arkadaşımıza toprak dağıtımının sosyalist devrim olmayacağını anlatmayacağım. Ayrıca toprakları küçük parçalara bölme anlamında gerçekleşen hiçbir devrimin verimli olmadığını, maliyeti artırdığını ve sonunda arkadaşın bilebileceği, okuduğu tüm geri kalmış ülke devrimlerin de bu nedenle ne türden ekonomik yıkımlara düştüğünü de dile getirmeyeceğim. Vietnam’ın, Cezayir’in, Gine-Bisau’nun, Etiyopya’nın, Kamboçya’nın hallerini anlatsam gözyaşlarına mendil yetişmez, bunları da geçelim...
Arkadaşa daha ileri bir uygarlıktan bahsedeceğim ki, olayı daha iyi algılasın. Kapitalizmin haksız ve adaletsiz mülkiyet ilişkileri, sistem olarak; tüm emekçileri, yoksulları, adaletsizliğe uğramış mülksüzleri, derinden rahatsız eden bir vakıadır. Feodalizmin içinden çıkıp geldiği kesitte ileri olan ve insanlığa olduğu kadar yerleştiği ülkenin insanına da onamlı açılımlar ve rahatlamalar getiren kapitalizm, gelişiminin ülke sınırları içinde süreçlerini tamamlamasıyla birlikte gerici ve yetersiz bir konuma gelmiştir. Feodalizmden daha ileri bir toplum formasyonuyla, batı uygarlığı adını alan sistemiyle klasikleşen katkıları 19. yy sonlarında 20.yy başlarından itibaren tüm insanlık için bir talan ve sömürü sistemi olarak kendini daha da hissettirmeye başladı. Sermaye birikiminin de bir gasp, talan ve fütuhat sürecinin sonucu oluşması meta ihracından, 20.yy sermaye ihracıyla birlikte emperyalist bir karaktere bürünmüştür. Bu uygarlık artık 500 yıllık gelişiminin gelip tıkandığı yerde gericileşmiştir. Rekabetçi gelişim döneminin burjuva demokratik süreçlerinde topluma kattığı değerleri de tüketmiştir. Sık sık dünya savaşlarına, bölgesel savaşlara derin ekonomik krizlere bata çıka bu günlere geldiği noktada tıpkı Feodalizmin son dönemlerindeki toplumsal tıkanmalar içinde kaoslara düşmüştür. Geçici reçetelerle artık çözüm bulamayan bu uygarlık ve sistem geniş bir muhalefetle yüz yüze kalmış ama bunalımından çıkamamıştır. Yeni bir uygarlık diye 20 yy gerçekleşen devrimlerde bir gerçekçi alternatif oluşturmaması bu kaosu daha da derinleştirmiştir. Bu uzun tarihi süreç içinde tek başına sınıf mücadelesi ise bir sonuç yaratmamıştır; sınıf mücadelesinin ürünü olarak gerçekleştiği iddiasında olunan “sosyalist devrim”ler ise gerisin geriye kapitalizme dönerek aynı madalyonun farklı yüzleri olan toplumlar dışında bir sonuç yaratamamıştır.
Bu açıdan sınıf mücadelesi sistem içi bir mücadele dışında ne güç ne de gerçekçi bir tarihsel dönüşüm yapmadığı görülmüştür. 200 yıllık kapitalizm içi sınıf mücadelesinin tarihsel bir devrim, alt ve üst yapısı farklı olan, köklü değişimi tanımlayacak yeni bir uygarlığı ifade edecek süreçlere yol açamamıştır. Sınıf mücadelesi bir reformcu sistem içi mücadeleyle sınırlı dinamizmi, demokrasi, özgürlük ve daha ileri bir toplumsal sistem için mücadelenin, büyük ve tarihsel dönüşümleri gerekli kıldığı açık hale gelmiştir. Sınıf mücadelesi reformist bir mücadeledir. Sınırlara sistem içidir Kapitalizmin temel var oluşunu sağlayan sınıflarla ilgilidir. Bu temel sınıflardan biri diğeri yok etme durumunda olamaz, böyle bir yok etme, aynı zamanda kendini de yok etmedir. Kapitalizmi var eden temel sınıflardan hiç biri bir başka toplumsal sistem kuramaz, en çok kendi sistemi kapitalizmde iyileştirmeler yapmak üzere karşıt sınıfın etkinliklerini törpüleyebilir. Kapitalizmin bir sınıfının egemenliği diğeri olmadan da gerçekleşemez (sınıflardan birey tek tek o sınıfa mensup bireylerden söz etmiyorsak). Fabrikada ve tarladaki sınırlarıyla da kapsayıcı olmaktan çok uzaktır.
Bu nedenle sınıf mücadelesi dahil diğer tüm mücadele yöntem ve kitleleri de kapsayan bir süreçte, yeterli nesnel verinin oluştuğu koşullarla gerçek anlamda bir devrimden söz edilebilir. Bu determinizm değildir. İradeci müdahaleyi doğru kavramış onu doğru yönlendirmiş ve sonuç alacağı nesnel verilerin durumuna dikkatlice bağlamış bir yaklaşımdır. İçinde iradeci etki olduğu kadar objektif etkilerde hesaba katılmıştır. Bunun dışında bir önerme, bir gece ansızın iktidarın ele geçirilmesi olur, bu ise darbedir. Bunu tanıyoruz, sonuçlarını da yakın zamanda, tüm doğu Avrupa deneyinde birlikte yaşadık.
Bu noktadan hareketle diyorum ki, eski tüm kıstaslarımızın, yönelim ve örgütlenmelerimizin yeniden gözden geçirilerek değişmesi gereklidir. Artık eski söylemlerle adil, eşit ve ilgili tüm halk kesimlerinin çıkarlarını temsil edebilecek bir yönelim yapmak gerçekçi olmaktan çok uzak hale gelmiştir.
Bu yaklaşım tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük sorunlarımıza daha çok sarılmamızı getirir. Böylesine kapsamlı bir devrimin koşulları olgunlaşana kadar yapmamız gereken çok önemli demokratik dönüşümler, özgürlük arayışlarının sonuçlanması, hak ve hukuk mücadelesinin derinliğine ikamesi olmalıdır. Siyasetin boşluk tanımadığı gerçeğiyle yeni bir uygarlığa yeni bir toplumsal sisteme gidiş sürecinde bu görevlerimizin ihmal edilmemesi ve kimseden beklenmemesi üzerine çalışmamız gerekecektir. Ortak ülkemizde Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi, Arapların kimlik hakları, azınlık hakları, dolaysıyla tüm farklılıklarımızın sorunlarının çözümü için gerçekçi bir devrimci mücadelenin yükselmesini gereklidir diyorum.
Önermelerimiz yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal sistem yönelimleri içinde olan bir stratejik hedef içinde olmalıdır. Sondan başlayarak, bu yönelimin nereye gitmesi gerektiğine bir belirleme yapmak istiyorum. Bu mücadele sonucunda varılacak toplumsal sistemi ulus, ülke gibi gecikmiş tarihi statüleri aşmış olan ve yeni bir uygarlığı temsil edeceğine kani olduğum “Küresel üretim sistemi” olarak tanımlıyorum. Bu toplumsal sistemin, yakın geçmişte kurulan “sosyalist” deneyden de farklı olduğunu vurgulayarak sözlerime devam ediyorum. Bu ise hiçbir şekilde tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük ihtiyaçları bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Tersine onları gerçekleştirmeyi bu sürecin olmazsa olmaz koşulu sayar. Belirtmek istediğim şey, böylesi bir devrimci mücadelenin kapsamında, “az topraklıyı çok topraklı” yapma söylemi çok geri bir söylem olduğudur.
YENİ UYGARLIK, YENİ BİR TOPLUMSAL SİSTEMDİR.
Bu gün sürdürülecek demokrasi ve özgürlük mücadelesi gerçekte stratejik hedef olan yeni bir toplumsal sistemin yolunu döşeyecek mücadeledir. Bu mücadele tamamlanmış görevler aynı zamanda yeni toplumsal süreçlerin nesnel verilerini de olgunlaştıracaktır. Öznel çabaların (devrimci mücadelenin), nesnel verilerin olgunlaşmasındaki rolü de bu olacaktır.
Daha ileri bir uygarlık ise, kapitalizmin şerrinden, sömürü çarklarından insanlığı kurtaracak tek yoldur diyeceğim. Bu yolun en önemli ayırım noktasının, kapitalizmin siyasal küreselleşmeyle insanlığa bu gün dayattığı talan, savaş, sömürü, gasp, işgal, yıkıma karşı, küresel üretimle, tekniğin ve bilimin olanaklarıyla, yeryüzünün küçük emek parçacıklarını, bilgi parçacıklarını bir araya toplayıp, iş bölümüyle yabancılaştırarak insanlığın ortak kullanımına bir evrensel ürün olarak sunması olduğunu ifade edeceğim. Yeni uygarlıktır bunun adı. Devrim, bu tarihsel dönüşümün oluşturacağı toplumsal sistem karşısında bir teferruattan öteye geçmez.
Yeni uygarlık, geri dönüşü olmayan tarihsel devrimlerin ürünü olacaktır. Yeni uygarlığı ikame edecek devrim, Sovyetlerde ve dünyanın tüm 20.yy devrimlerindeki gibi geri dönüşü yaşama durumunda olmayacak bir tarihsel devrim sürecine tekabül eder. Tarihsel devrim bir devleti yıkma türünden bir ayrıntı değildir. Devletle birlikte alt ve üst yapının en köklü dönüşümüdür.
Marksın, gelişmelerinin belli bir aşamasında üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin olgunlaşmasının ürünü olarak ebelik rolü verdiği devrimdir bu. Basit bir anlatımla internet iletişiminin, PTT ye karşı devrimidir. Bu örneği arkadaşın aklında çok iyi tutmasını salık vereceğim. PTT iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit ile İnternet iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit arasındaki farktır. Sistem açısından, maliyet açısından küreselleşme açısından, işbölümüne yaptığı katkı ve bilginin evrensel ölçekte mübadelesine yaptığı katkı açısından iki farklı tarih, iki farklı sistemi tanımlar. Bu açıdan bir kez internet iletişimi kullanmaya başlayan hiç kimse PTT’ye dönmez. Bunu yaşamın her alanındaki gelişmelere adapte ettiğinizde karşınızda belirecek toplum alt ve üst yapılarıyla bir tarihsel devrim ürünü toplum olacaktır. Yeni uygarlık budur.
Yeni uygarlık verilerinin bu tür belirtilerini, uluslararası kapitalizmin kanatları altında gelişimini görerek onu da tekelci kapitalizmin uluslararası üretim mekanizmalarından biri olarak saymamak gerek. İki ayrı şeydir bu, 16-17. yüzyılda kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişimi gibidir. Kapitalizm güçsüz ve yeni olduğu koşulda, feodal krallıkların kanatları altında gelişerek nasıl egemen olduysa, yeni uygarlıkta, küresel üretim sistemi olarak tekelci kapitalizmin uluslararası üretiminin kanatları altından çıkıp, egemen olacaktır. Kendi farklı mülkiyet ilişkisini, toplumsal bölümlenmelerini, siyasal, kültürel düzeneklerini de kuracaktır. Ulus ve ülke merkezli olmayı aşamamış, sadece sömürü çarkları için uluslararası bir yönelim almış olan emperyalizmin tarihsel olarak zamanını doldurmuş haliyle yeni uygarlık karşısında yenilgisi de kaçınılmaz olacaktır: Devrimci irade burada da tüm yönleriyle yükselen siyasal, sosyal, kültürel bir etki olarak bu sürece dinamik katacaktır. Bunu genelleştirin, geri dönüşü olmayan bir devrim olduğunu göreceksiniz. Dolaysıyla “sosyalist devrim”i bir de teorinin gerçek anlamıyla bu açıdan algılamak, geri dönüşü olmaması için sağlam gişeden bilet almak demektir.
Bu noktada arkadaşa Pol Potçu sosyalist devrimciliği anlatmayacağım. Bildiğine eminim. Milliyetçi komünistlerin “seviye ihtilafı” taşıyan yazılarında dile getirdikleri “küresel ulus”ları, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış geri ülke işçilerinin milli maçlarda gösterdikleri refleks ürünü olmasının komikliğini bir kenara bırakacak olursak, bunların Enternasyonalistlikleri bile tüm ülkelerin işçilerini kendi ulusal bayrakları altında birleştirmekten ibaret kalır. Bu noktada çok hırlaştıkları liberallerle aralarında hiçbir fark yoktur; biri devletçi millidir diğeri liberal millidir. Buna bakınca “liberal” diye suçladıkları birçok isim ise bu algılara savaş açmış onurlu aydındır ve kavgaları da bu aydınların milliyetçiliğe karşı mücadelelerini tıkama amacı taşımaktadır. Bu noktada Baskın Oran hoca ve düşün ortakları, ülkemizin aydınlık yüzü olduğu kadar gerçek insan sevgisiyle yükselen enternasyonalistlerdir. Solumuzun mevta halleri burada musalla taşına uzanmıştır.
Bu kısır ahval ve şerait altında, demokrasiye doymamış akıllardan adalet ve demokratik bir tutum beklemek ne kadar güç olsa da, başkasının topraklarını gasp etmeyi hiçbir teorik yaklaşıma sığdırmak mümkün değildir diyeceğim.
Olay, din, papaz, imam olayı değil hakkın hukuki olarak korunması olayıdır. İpin ucunu buradan bir kez kaçırdınız mı geri dönüşünüz olmaz, o zaman da adaleti hak getire. Böylesini oturmamış anlayışların “devrim” devleti de, bir şebeke devleti olur. Buna da Pol Potçuluk denir. Böyle bir devlet iç bükey, kapalı yapısıyla bataklıkta ölür de bir santim ileriye gidemez. Devrim de bu durumda darbe olur. Böyle bir devrim, bir gece ansızın bir kararnameyle kamulaştırdığı üretim araçlarını bir zaman sonra yine bir gece ansızın bir kararnameyle kaybeder. Doğu Avrupa’da olduğu gibi gerisin geriye kapitalizme döner. Bu yüzden gaspçılığı aklından tamamen çıkarmak gerek.
Mar Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarıyla ilgili sorun, ortak ülkemizin azınlıklarına karşı önü alınmayan hoyratlığın tecavüzüdür, “az topraklıya toprak dağıtma” sorunu değildir. Ülkemizde azınlıklara yönelik gasp olayı sadece topraklarına yönelmemiştir, dinlerine, dillerine, evlerine eğitimlerine, alfabelerine karşı da toptancı bir yönelim mahiyeti taşımaktadır. Kürtler açısından ise sınır dışı operasyonlara kadar uzanan bir ölüm denklemi olarak belirmiştir. Benim mensubu olduğum Arap etnik toplumunu ki, ülkemizin Kürtlerden sonra en büyük etnik toplumu olarak, Torosların güneyinde boydan boya yerli bir halk olarak kimliklerinden, kültürlerine, dillerinden, alfabelerine kadar toplu kıyıma uğrayıp durmuşlardır. Çoğu sosyalistlerimizin ise bundan haberleri bile yoktur, Türkiye’de Arapların olduğunu da ilk kez bu satırlardan duymuş olabilirler.
Bu açıdan basit bir toprak olayı gaspı olarak görülmemesi gereken bu girişimler bir tarihin talanı üzerindeki son at komşumu olarak ele alınmalıdır. Refleks işte tam da buna “serseri“ gidişe karşıdır. Atatürk’ün Osmanlıyı tanımlarken sözünü ettiği “fetihlerin arkasından serserilik“ etmek tas tamam budur (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154). Bu serseriliğe ilk tepkiyi sosyalistlerin göstermesi gerekirken, din, papaz imam adı altında es geçmeleri, kuracakları toplumlarda, halklarımızı nelerin beklediğine önemli bir mesaj gibi durmaktadır. Demokrat olmayı başaramamış birilerinin, kendilerini ve kuracakları toplumu rüyasında sosyalist olarak görmesi hoş karşılanabilir, ama buna gerçek diye inanması patolojik bir vaka olur.
Böylesi Osmanlı akıl erdemleriyle az toprakların başkasının ve özellikle azınlıkların topraklarını gasp etmeyi kendine hak görmesini, her dincinin dini az olanı doğramasına da fetva vermiş olur. Ki batılın şer-î olma halidir bu, toplumu kurmaz kaos yaratır.
Öncelikle bilinmeli ki, az topraklının sorunu toprak değildir, üretimde yer alamamak, emeğinin karşılığını alabileceği bir olanak bulamamaktır. Bu da devletin, toplumun çok yönlü sorunudur. Kapitalizm buna çözüm üretmez. Zira kapitalizm işçi rekabeti üzerine kuruludur hiçbir zaman yoksul köylüye, az topraklıya gerçekçi taleplerini karşılamak için bir sunumda olmayacaktır. Sınıf mücadelelerinin törpülemeleri sonucu, sosyal açıdan atılan adımlar ise hiçbir zaman istenileni vermez. Kapitalizm, emek arz ve talebini bu dengesizlikten sağladığını biliyoruz. Bunu aşmak ise az topraklıya toprak vermekle olmaz. Böylesi bir önerme artık demokratik bile sayılmaz. Gökdelenleri yıkıp gecekondu kurma gibi, Ak denizin görkemli sofraları yerine kuru fasulye-pilav sofralarını devrimci görme eğilimi gibidir. Az topraklıyı çok topraklı yapma projesi iflas etmiş, insanı toprak kölesi yapan bir projedir. Az topraklıyı öncelikle insan olarak ele almak gerek ve onu bulunulan çağın bilim ve tekniğiyle en yüksek üretim süreçlerine kazanmanın yollarına yönlendirmek gerek. Bunun için projeler geliştirmek ve üretim sürecinin merkezine oturtmanın araçlarını, kurumlarını oluşturmak gerekir. Bu da yeni uygarlığı kavramak onun nesnel ve iradevi gelişimde bize biçtiği devrimci rolü hakkıyla oynamayı gerektirir.
Basit bir demokratik hak savunusunu bu kadar uzattığıma bakmayın. Benim sorunum çok daha kapsamlı bir olguyu, böylesi somut bir sorundan ele alarak “sosyalist”liğimizi, devrimciliğimizi belli bir zemine oturtmaktır. Bunun için şu küresel üretim, yeni uygarlık söylemlerimi, emperyalist “uluslararası üretim”inden ayırmak için bir iki not düşmeyi uygun görüyorum.
Küresel üretim ile tekelci-kapitalist “uluslararası üretim” iki ayrı üretim biçimidir diyerek notumu aktaracağım. Bunları kesinlikle birbirine karıştırmamak gerektiğini söyleyeceğim. Emperyalizmin insanlığa dayattığı uluslararası üretim ne ulusları nede ülkeleri aşmamış hala kendini belli bir ulus ya da ülkenin sınırlarını merkez edinmiş ve onun çıkarları için üretimini yaygınlaştırmış olarak tanımlar. Bu kapitalizmin ulus ile tarihsel bağının anlamlı bir yanıdır. Kapitalist üretim küresel üretim yapamaz da. Böyle bir adım kapitalizmin bilimsel olarak çözümlenmiş üretim sürecinin yapısına aykırıdır. Hammadde+üretim araçları+ işgücü = meta sistemi ile küresel üretimin ifade ettiği soyut üretimde öncelikli süreç birbirinden nitelik olarak farklıdır. Soyut üretim öncelikli süreç, soyut hammadde+soyut üretim aracı+yüksek teknoloji ve evrensel ölçekli bilgi katılımıyla başlar. Soyut bir ürün ortaya çıkarır, bunu soyut alanda en iyi şekilde de sınar. Burada üretim küresel ölçekte bir katılımla ulus ve ülke sınırlarından gerçek anlamda çıkmış olur. Hatırlamaya çalışalım, PTT ile İnternet iletişimi arasındaki uygarlık farkı bunu anlatmaya yeterlidir. Bu kapitalizm değildir, onun kanatları altında gerçekleşiyor olsa da kapitalizmden nitelikçe farklı bir gelişimidir ve yeni uygarlığın temellerini ifade eder. Bu noktada bilgi mülkiyeti “dünyanın düz alanında” farklı bir mülkiyet sistemine tekabül eder.
Bu nedenle küresel üretim yeni bir uygarlığın verilerini sundukça, içinde liberallerden, milliyetçi komünistlere uzanan geniş bir yelpazeden, kapitalizm makyajlanarak bir kez daha pazarlanmak istenir. Milliyetçi sosyalistleri, komünistleri birbirleriyle çok hırlaşsalar da liberallerle bu noktada omuz omuza görmemiz normaldir. Birinin milliyetçilikten, diğerinin serbestçiliğin anlamsızlaştırdığını iddia ettiği farklı kültürlere yaklaşımından kaynaklanan tutumlar, azınlık haklarının çiğnenmesine icazet verip durmuştur. Ortak ülkemiz liberalleştikçe, azınlık haklarının daha çok çiğnenmesi bundandır. Milliyetçiliğin daha da derin etkilerle tahribat yapması da bundandır.
PTT’ye karşı internet’in yaptığı tarihsel devrimde belirginleşen küreselleşme insan kolektif aklının ürettiği bilgi ve tekniğin, en küçük emekleri ve bilgileri bir potada sentezleyip, büyük iş bölümüyle, sınırları, ulusları, ülkeleri aşarak yabancılaştırıp insanlığın ortak kullanımına süren bir üretim tarzıdır. Yeni uygarlığın küresel üretimi, insanlığı bu yolla tarihi ilerlemenin bir unsuru haline getirecektir. Mor Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarını korumadan ya da ortak ülkemizin azınlıklarının haklarını tanıyıp, içselleştirmeden böylesi bir çağın insanı olunamaz. Böylesi bir çağın karşısında yoksul köylüye toprak dağıtma noktasında takılı kalacak olanlar, adaleti, demokrasiyi ve özgürlüğü çiğnemekte sakınca görmeyen teorileri üretmekte zorlanmazlar.
Ortak ülkemizde tüm farklılıklarımızla eşitler olarak, barış özgürlük ve demokrasi içinde yaşamak istiyorsak, önce adalet duygusunu yerleştirecek tutumları geliştirmeliyiz. Kıymeti kendimizden menkul hayali siyasal önermelerle, başkasına tecavüzü meşrulaştırmak yeni bir toplum kurmak değil, eski bir soygun türünü tekrarlamaktır.
********************************
Yazıya konu olan yorum aşağıdadır.
kimdenAli Ziya Çamur
yanıtkomun-inisiyatifi@googlegroups.com
kimekomun-inisiyatifi@googlegroups.com
tarih12 Şubat 2009 Perşembe 00:21
konuYan: AZINLIK OLMAK ZOR ZANAATIR
posta listesi
gönderengooglegroups.com
imzalayangooglegroups.com
ayrıntıları gizle 12 Şub (5 gün önce) Yanıtla
Bakın azınlıklara yapılan haksızlığa karşı gösterilen reflekse elbette katılırım. Ancak burada bir illüzyon gözler önünden uzaklaştırılıyor.
Net durum nedir? Bir kaç papazın yönetimindeki dönümlerce arazi orada yatmakta, çevre köylüleri yoksulluğun pençesinde.... Bu tarlalardan umar bekliyorlar. Bunu yapınca da hemen anti Süryani hareketin öncüleri gibi görülüyor.
Bakın Oran'dan beklenen kendisi gibi olmaktır. Ama sosyalistlerin bu çabaya katılması anlaşılacak gibi değil. Bizler dinin ne olduğunu liberallerden iyi biliriz. Kaldı ki, Anadolu’da Türk-Kürt-*Laz, alevi, Süryani tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi ( salt Süryanilere diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?
Bir başka örnek... Yörem olan Karadeniz de, eski camilere vakıf olarak bırakılmış fındık bahçeleri vardı. Her sene imamlar toplarlardı ne yaparlardı bilinmez....
70'lerden 80'lere dek bu vakıf olan fındık bahçelerine el koyduk, gelirini devrimci mücadelede kullanmak için toplayıp sattık. Kimse gıkını çıkaramadı... Kara yobazlar bile.....Şimdi 3-5 topraksız ya da az topraklı köylüler bu toprağa el koymak istiyorlar diye bu durumu anlamadan, ölçmeden sosyalist yazılar yazıyoruz çalakalem....
Bence bu durum üzerine iki defa düşünmemiz gerek. Sınıfsal bakışımız ve din olgusu açısından....
15 Şubat 2009 Pazar
ÖZGÜR BAŞKAN (*)
(*) Bu yazı, 23 Subat 1999´da (on yil önce) Özgür Politika gazetesinde yayımlanmıştı.Güncelliği nedeniyle bir kez daha yayınlamayı uygun gördük.
Fadıl Ölmez
15 şubat 2009
Başkan Apo, ABD ve İsrail İstihbarat güçleri tarafından en alçakça bir şekilde kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim edildi. Bu korsanca eylem, emperyalizmin sınır, hukuk tanımaz haydutçuluğun bir örneğidir. Bu korkakça eylem, Kürt halkı ve tüm ilerici güçler tarafından ”önemli bir yerde” not edildi ve bunun hesabını da mutlaka soracaktır.
TC, bu korsanca eylemi, basın, yayın ve tüm medyasıyla tam bir zafer(!) sarhoşluğu içinde kutluyor; PKK ”bitti” diye yayıyor, zafer(!) naralarını atıyor. Oysa durum tam tersidir. Başkan Apo’nun fiziki olarak esir düşmesi, ne PKK’nin gücünü, ne de kurtuluşa giden yolda Kürt halkının mücadelesini engellemez. Doğru, Başkan Apo, şu an düşman elinde esir. Bunu Mihrac Ural, ”Esir Başkan” olarak adlandırdı. Buna katılmakla birlikte, bu ”Esir Başkan” sıfatını, ”Başkan Apo, fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür” şeklinde düzeltiyor ve bu bağlamda Başkan Apo’ya, ”Özgür Başkan” diyorum.
Fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür Başkan; şu an Ortadoğu’da, Avrupa’da ve dünyanın her tarafında özgürlük rüzgarı olarak esiyor. Özgür Başkan’ın düşüncesi ve yarattığı militan Kürt halkı, dünden daha kararlı, dünden daha umutlu bir şekilde mücadele veriyor.
İşte işgalci Türk sürülerinin görmek ve anlamak istemediği budur. Özgür Başkan Apo’nun yarattığı yeni Kürt kişiliği, yerini bulmuştur. PKK-MK üyesi Cemil Bayık, haklı olarak, ”Apo’yla Kürt halkı birleşmiştir. Artık her Kürt insanı birer Apo olarak görülebilir” sözleri, var olan durumu en güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Evet, Özgür Başkan önderliğinde yetişen Kürt halkı, eski Kürt değildir. Bu halk dünde olduğu gibi, bugün de her türlü komployu yenecek aşamaya gelmiştir. Önemli olan da budur.
Ama işin acı tarafı, hiç kuşkusuz Türk solundan duyarlı olan tarafların olduğu gibi, bazı kesimlerin de bu korsanca eylem karşısındaki sessizliğidir. Enternasyonalist olmak bir yana, insan olmanın ölçütü olan, bu korsanca eylemi en azından kınayabilirlerdi. Bunu dahi yapmadılar. Gerçekten yazıklar olsun!
Böylece, ABD tarafından gerçekleştirilen bu korsanca eylem, bizlere bir kez daha dostu ve düşmanı göstermiş oldu. Gerçekten yazıklar olsun!
Birde yıllardır Avrupa’da mülteci olarak yaşayan, ceplerinde Avrupa pasaportlarıyla dolaşan ve bu yaşananlar karşısında tavırlarını vurgulu olarak dile getirmeyen diğer Kürt örgüt ve sözüm ona, liderlerine ne demeli?
Onlar şimdi ne yapıyor?
Bu korsanca eylem karşısında nasıl yatıp, nasıl kalkıyorlar?
Gerçekten merak ediyorum.
Lenin’in çok sevdiğim bir sözü var, onlara gönderiyorum:
”Köle olarak doğmak, hiç kimsenin kusuru değildir. Ama hem özgürlük savaşımına yan çizen, hem de köleliğini göklere çıkaran bir köle, insanda meşru bir öfke, horgörü ve tiksinti uyandıracak bir aşağılık asalaktır.”
Uzatmaya gerek duymuyorum. Başkan Apo’nun, ABD haydutları tarafından kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim esilmesi, özgürlük güneşini gölgelemeyecektir. Zira zindanın karanlığı, Kürt devriminin güneşini asla söndüremez!
Fadıl Ölmez
15 şubat 2009
Başkan Apo, ABD ve İsrail İstihbarat güçleri tarafından en alçakça bir şekilde kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim edildi. Bu korsanca eylem, emperyalizmin sınır, hukuk tanımaz haydutçuluğun bir örneğidir. Bu korkakça eylem, Kürt halkı ve tüm ilerici güçler tarafından ”önemli bir yerde” not edildi ve bunun hesabını da mutlaka soracaktır.
TC, bu korsanca eylemi, basın, yayın ve tüm medyasıyla tam bir zafer(!) sarhoşluğu içinde kutluyor; PKK ”bitti” diye yayıyor, zafer(!) naralarını atıyor. Oysa durum tam tersidir. Başkan Apo’nun fiziki olarak esir düşmesi, ne PKK’nin gücünü, ne de kurtuluşa giden yolda Kürt halkının mücadelesini engellemez. Doğru, Başkan Apo, şu an düşman elinde esir. Bunu Mihrac Ural, ”Esir Başkan” olarak adlandırdı. Buna katılmakla birlikte, bu ”Esir Başkan” sıfatını, ”Başkan Apo, fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür” şeklinde düzeltiyor ve bu bağlamda Başkan Apo’ya, ”Özgür Başkan” diyorum.
Fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür Başkan; şu an Ortadoğu’da, Avrupa’da ve dünyanın her tarafında özgürlük rüzgarı olarak esiyor. Özgür Başkan’ın düşüncesi ve yarattığı militan Kürt halkı, dünden daha kararlı, dünden daha umutlu bir şekilde mücadele veriyor.
İşte işgalci Türk sürülerinin görmek ve anlamak istemediği budur. Özgür Başkan Apo’nun yarattığı yeni Kürt kişiliği, yerini bulmuştur. PKK-MK üyesi Cemil Bayık, haklı olarak, ”Apo’yla Kürt halkı birleşmiştir. Artık her Kürt insanı birer Apo olarak görülebilir” sözleri, var olan durumu en güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Evet, Özgür Başkan önderliğinde yetişen Kürt halkı, eski Kürt değildir. Bu halk dünde olduğu gibi, bugün de her türlü komployu yenecek aşamaya gelmiştir. Önemli olan da budur.
Ama işin acı tarafı, hiç kuşkusuz Türk solundan duyarlı olan tarafların olduğu gibi, bazı kesimlerin de bu korsanca eylem karşısındaki sessizliğidir. Enternasyonalist olmak bir yana, insan olmanın ölçütü olan, bu korsanca eylemi en azından kınayabilirlerdi. Bunu dahi yapmadılar. Gerçekten yazıklar olsun!
Böylece, ABD tarafından gerçekleştirilen bu korsanca eylem, bizlere bir kez daha dostu ve düşmanı göstermiş oldu. Gerçekten yazıklar olsun!
Birde yıllardır Avrupa’da mülteci olarak yaşayan, ceplerinde Avrupa pasaportlarıyla dolaşan ve bu yaşananlar karşısında tavırlarını vurgulu olarak dile getirmeyen diğer Kürt örgüt ve sözüm ona, liderlerine ne demeli?
Onlar şimdi ne yapıyor?
Bu korsanca eylem karşısında nasıl yatıp, nasıl kalkıyorlar?
Gerçekten merak ediyorum.
Lenin’in çok sevdiğim bir sözü var, onlara gönderiyorum:
”Köle olarak doğmak, hiç kimsenin kusuru değildir. Ama hem özgürlük savaşımına yan çizen, hem de köleliğini göklere çıkaran bir köle, insanda meşru bir öfke, horgörü ve tiksinti uyandıracak bir aşağılık asalaktır.”
Uzatmaya gerek duymuyorum. Başkan Apo’nun, ABD haydutları tarafından kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim esilmesi, özgürlük güneşini gölgelemeyecektir. Zira zindanın karanlığı, Kürt devriminin güneşini asla söndüremez!
Lanetli Harfler Ülkesi
Baskın Oran
“Bunların bazıları TRT-Şeş başlamadan önce!” diyorsanız yanlış. Mesela “lanetli harfler” (Q, W, X) yasağı hem mahkemelerde devam ediyor (aman, mahkemeler www.icisleri.gov.tr’yi duymasın!), hem nüfus cüzdanlarında. Çünkü Yargıtay bu üç harfin çocuk isimlerinde kullanılmasını daha Nisan 2004’te yasaklamıştı (G. Tahincioğlu, Milliyet, 15.04.04). Mesela Adalet Bakanlığı serbest bıraktı ama Bolu cezaevinde telefonda Kürtçe konuşanlara tebligat yapıldı: “Devam ederseniz. bu ‘olumsuz davranışa yönelik gruplaşma’ sayılacak” (Radikal, 15.01.09). Mesela TBMM’ye geçen ay gelen 97 dokunulmazlık kaldırma fezlekesinin 3’ü Sakık, Yaman ve Binici’yle ilgili (Radikal, 13.01.09).
Mehdi Tanrıkulu’nun harikulade serüvenleri
Biraz derine inersek, sadece üç Kürt’ün yaşadıkları yeter de artar: Eski milletvekili Mahmut Alınak, politikacı Orhan Miroğlu, yayıncı Mehdi Tanrıkulu.
Alınak üç “lanetli harf”i kullandı. Her seferinde 6 ay ceza aldı. Paraya çevrildiğinde ödemedi, protesto için hapse girdi. Miroğlu seçimde Kürtçe konuştu, 6 ay aldı, Yargıtay’a başvurması da yasak çünkü mahkeme yeni CMUK hükmünü uygulayarak “cezanın açıklanmasını” erteledi. Miroğlu mecburen yabancı yargı organına başvurdu: AİHM.
Tanrıkulu’nunki tam bir traji-komik durum olduğu için daha yakından görmek lazım (bkz. E. Önderoğlu, BİA, 20.02.08 ve İ. Saymaz, Radikal, 31.03.08). Her şey, bu inatçı zatın Diyarbakır'da bir tutuklu hakkında bir savcının "Sözde Kürt halkı" demesiyle başlıyor. Tanrıkulu savcıyı Kürtçe bir dilekçeyle şikayet ediyor. Sonucu beklerken Emniyet’ten tebligat geliyor: “1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’a muhalefet ettiğiniz için hakkınızda dava açılmıştır”.
Ahmed Mithat Efendi merhumdu galiba, yazılarının kimi yerlerinde “Dur Kariim!” der (karî=okuyucu) ve romanda mesela sözünü ettiği dikiş makinesinin nasıl çalıştığına ilişkin teknik izahata girişirdi uzun uzun. Ben de bu yazıda mecburen böyle yapıp kimi yasaları aktaracağım.
Dur kariim! Bu kısa kanunu açıp baktım, Arap harfleri yerine Latin esasından alınan harflerin kullanılmasını belli bir tarihten sonra zorunlu kılıyor. Anlaşılan savcı başka bir şey bulamayınca Eski Türkçeyi bitirmek için çıkartılmış bu yasayı Kürtçeyi önlemek için devreye sokmuş. Uysa da, uymasa da. Arkasından, Şapka Kanunu ile 1353 s. kanuna muhalefete 2-6 ay arası hapis öngören TCK md. 222’ye göre sanığın cezalandırılmasını istemiş.
Duruşma başlıyor, yargıç soruyor: “Koridorda Türkçe konuşuyordun. Burada bölücülük mü yapıyorsun?”
Dur kariim! Lozan’ın 39/5 maddesi aynen şöyle diyor: “Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, TÜRKÇEDEN BAŞKA BİR DİL KONUŞAN Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır”.
Bu hüküm gereği yargıç Kürtçe, vs. bir dilekçeyi kabul etmeyebilir, çünkü yazılı. Ama Kürtçe’nin sözlü olarak kullanılmasını reddedemez. Ederse, en azından, ulusal yasalar ile Lozan’ın çatışması halinde ikincisinin uygulanmasını emreden Anayasa md. 90/5’i ihlal etmiş olur. Tabii, üstüne bir de cezalandırmak fantastik iş. Hele de, Arap harfleriyle ilgili 1928 tarihli yasayı kullanarak.
“Burada sadece Türkçe konuşulur”
Devam edelim kariim. Sonunda yargıç bir Kürtçe çevirmene razı oluyor. Ama ikinci duruşmaya başka bir yargıç geliyor ve diyor ki: “Bölücülük yapıyorsunuz. Vatan için bu kadar savaş vermişiz. Burada sadece Türkçe konuşulur”. Lozan diye bir şeyi hiç duymamış. Tanrıkulu buna aynı makamdan cevap veriyor: “Bizim de atalarımızın kemikleri halen Çanakkale’dedir”.
Son duruşmada yargıç Tanrıkulu’ya soruyor: “Aynen devam mı?” Yine Kürtçe konuşunca sanığı şu gerekçeyle üst sınırdan 6 aya çarptırıyor: “Resmî dilin Türkçe olduğu şeklindeki hükmü kabul etmeme ve yargılanmasını da ‘maksadın üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek’ kabilinden yargılama mercilerini araç ve aracı kılarak bu hükmü kabul etmeme, bu konuda direnç, inat ve mücadele örneği sergilemekte olduğu..."
Arkasından da, Kürtçe savunma verdiği yani “aynı suçu tekrar işlediği” için “1928 tarihli kanuna ve TCK md. 222’ye göre” ayrı bir suç duyurusunda bulunuyor (bu dava şu anda devam etmekte).
Tanrıkulu hakkında başka davalar da açılıyor. Oralarda da Kürtçe konuşuyor ve dilekçe veriyor. İlkinde, ifade verirken savcı şöyle diyor: “Benim kafamın tasını attırmayın. Burada sadece Türkçe konuşulur. Kürtçe konuşacaksanız burada ne işiniz var, geçin K.Irak’a gidin. TC kimliği niye taşıyorsunuz?” O da Lozan’ı duymamış. Bir de, Kürtçe konuşmak için bağımsız devlet kurmayı öğütlüyor sanki.
Bir üçüncü davada yargıç söyle diyor: “Senin memleketinde [Diyarbakır] görev yapmışım. Türkçe biliyorsun neden konuşmuyorsun?” Yine konuşunca: “Sen hâlâ ısrar mı ediyorsun? Son kez söylüyorum, bak içeri atarım. Yaz kızım, sanık ‘Türkçe konuşmayacağım’ dedi. İddia makamından soruldu…”
Ama bu davada iddia makamı (savcı) farklı davranıyor: “Sanığın savunmasının alınması için Kürtçe bilen bir tercümanın temin edilmesi için yazı yazılması”nı talep ediyor. Yargıç özel dershaneden diplomalı tercüman önerisini reddediyor, Emniyet’ten istiyor. Gelen polis başarısız olunca duruşma yine erteleniyor ve çevirmen aranmaya başlanıyor. Sonunda diyor ki: “İnternetten yeminli tercüman bulamadık, sizin getirdiğinizi kabul edeceğim”. Bu dava da halen devam etmekte.
Yargıçlarımız lütfen Lozan’ı öğrensin
Duruşma salonlarının alnında “Adalet Mülkün Temelidir” yazar. Buradaki “mülk”, ev-arsa değildir. TDK, Türkçe Sözlük, “mülk” maddesine göre “Devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke” demektir. Yani, “Devlet”.
Bu yazıyı 72 milyonda isterse hiç kimse okumasın. Ama bir avuç savcı ile yargıç okusun isterim. Çünkü meşruiyete en büyük önemi veren bu grubun büyük çoğunluğu, bırakın hukuku, yasayı bile uygulamıyor. Devletin meşruiyetini sarsıyor.
Anayasa md. 90/5 hükmü malum. Lozan md. 39/4 ise şöyle diyor: “Herhangi bir Türk uyruğunun … din, basın ya da her çeşit yayın konuları ile açık toplantılarında DİLEDİĞİ BİR DİLİ kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir”.
Ama yargı mensuplarımız Lozan’ın bu sayfasını henüz okumamışlar. Onun için kalkıyorlar, Siyasi Partiler Kanunu’nu uygulayıp mesela md. 43/3’e göre adayların Kürtçe kullanmasını cezalandırıyorlar. Mesela md. 81’e göre parti toplantı ve propagandalarında Kürtçe kullanılmasını mahkum ediyorlar. Yapamazlar; Lozan 39/4 varken yapamazlar.
Yargı mensuplarımız 39/5’i de henüz okumadıklarından duruşma salonlarında yukarıda anlattığım traji-komik sahnelere sebep oluyorlar. TC vatandaşlarını yabancı mahkemelere yani AİHM’ye gitmeye zorluyorlar. Ve tabii, Allahın emri, Kürt milliyetçiliğinin kuvvetlenmesine sebep oluyorlar.
Acaba hiç olmazsa bu son nokta kendilerini ikna etmeye yeterli midir? 21 Şubat Uluslararası Anadili Gününüz kutlu olsun!
15.02.2009 / Gomanweb
“Bunların bazıları TRT-Şeş başlamadan önce!” diyorsanız yanlış. Mesela “lanetli harfler” (Q, W, X) yasağı hem mahkemelerde devam ediyor (aman, mahkemeler www.icisleri.gov.tr’yi duymasın!), hem nüfus cüzdanlarında. Çünkü Yargıtay bu üç harfin çocuk isimlerinde kullanılmasını daha Nisan 2004’te yasaklamıştı (G. Tahincioğlu, Milliyet, 15.04.04). Mesela Adalet Bakanlığı serbest bıraktı ama Bolu cezaevinde telefonda Kürtçe konuşanlara tebligat yapıldı: “Devam ederseniz. bu ‘olumsuz davranışa yönelik gruplaşma’ sayılacak” (Radikal, 15.01.09). Mesela TBMM’ye geçen ay gelen 97 dokunulmazlık kaldırma fezlekesinin 3’ü Sakık, Yaman ve Binici’yle ilgili (Radikal, 13.01.09).
Mehdi Tanrıkulu’nun harikulade serüvenleri
Biraz derine inersek, sadece üç Kürt’ün yaşadıkları yeter de artar: Eski milletvekili Mahmut Alınak, politikacı Orhan Miroğlu, yayıncı Mehdi Tanrıkulu.
Alınak üç “lanetli harf”i kullandı. Her seferinde 6 ay ceza aldı. Paraya çevrildiğinde ödemedi, protesto için hapse girdi. Miroğlu seçimde Kürtçe konuştu, 6 ay aldı, Yargıtay’a başvurması da yasak çünkü mahkeme yeni CMUK hükmünü uygulayarak “cezanın açıklanmasını” erteledi. Miroğlu mecburen yabancı yargı organına başvurdu: AİHM.
Tanrıkulu’nunki tam bir traji-komik durum olduğu için daha yakından görmek lazım (bkz. E. Önderoğlu, BİA, 20.02.08 ve İ. Saymaz, Radikal, 31.03.08). Her şey, bu inatçı zatın Diyarbakır'da bir tutuklu hakkında bir savcının "Sözde Kürt halkı" demesiyle başlıyor. Tanrıkulu savcıyı Kürtçe bir dilekçeyle şikayet ediyor. Sonucu beklerken Emniyet’ten tebligat geliyor: “1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’a muhalefet ettiğiniz için hakkınızda dava açılmıştır”.
Ahmed Mithat Efendi merhumdu galiba, yazılarının kimi yerlerinde “Dur Kariim!” der (karî=okuyucu) ve romanda mesela sözünü ettiği dikiş makinesinin nasıl çalıştığına ilişkin teknik izahata girişirdi uzun uzun. Ben de bu yazıda mecburen böyle yapıp kimi yasaları aktaracağım.
Dur kariim! Bu kısa kanunu açıp baktım, Arap harfleri yerine Latin esasından alınan harflerin kullanılmasını belli bir tarihten sonra zorunlu kılıyor. Anlaşılan savcı başka bir şey bulamayınca Eski Türkçeyi bitirmek için çıkartılmış bu yasayı Kürtçeyi önlemek için devreye sokmuş. Uysa da, uymasa da. Arkasından, Şapka Kanunu ile 1353 s. kanuna muhalefete 2-6 ay arası hapis öngören TCK md. 222’ye göre sanığın cezalandırılmasını istemiş.
Duruşma başlıyor, yargıç soruyor: “Koridorda Türkçe konuşuyordun. Burada bölücülük mü yapıyorsun?”
Dur kariim! Lozan’ın 39/5 maddesi aynen şöyle diyor: “Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, TÜRKÇEDEN BAŞKA BİR DİL KONUŞAN Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır”.
Bu hüküm gereği yargıç Kürtçe, vs. bir dilekçeyi kabul etmeyebilir, çünkü yazılı. Ama Kürtçe’nin sözlü olarak kullanılmasını reddedemez. Ederse, en azından, ulusal yasalar ile Lozan’ın çatışması halinde ikincisinin uygulanmasını emreden Anayasa md. 90/5’i ihlal etmiş olur. Tabii, üstüne bir de cezalandırmak fantastik iş. Hele de, Arap harfleriyle ilgili 1928 tarihli yasayı kullanarak.
“Burada sadece Türkçe konuşulur”
Devam edelim kariim. Sonunda yargıç bir Kürtçe çevirmene razı oluyor. Ama ikinci duruşmaya başka bir yargıç geliyor ve diyor ki: “Bölücülük yapıyorsunuz. Vatan için bu kadar savaş vermişiz. Burada sadece Türkçe konuşulur”. Lozan diye bir şeyi hiç duymamış. Tanrıkulu buna aynı makamdan cevap veriyor: “Bizim de atalarımızın kemikleri halen Çanakkale’dedir”.
Son duruşmada yargıç Tanrıkulu’ya soruyor: “Aynen devam mı?” Yine Kürtçe konuşunca sanığı şu gerekçeyle üst sınırdan 6 aya çarptırıyor: “Resmî dilin Türkçe olduğu şeklindeki hükmü kabul etmeme ve yargılanmasını da ‘maksadın üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek’ kabilinden yargılama mercilerini araç ve aracı kılarak bu hükmü kabul etmeme, bu konuda direnç, inat ve mücadele örneği sergilemekte olduğu..."
Arkasından da, Kürtçe savunma verdiği yani “aynı suçu tekrar işlediği” için “1928 tarihli kanuna ve TCK md. 222’ye göre” ayrı bir suç duyurusunda bulunuyor (bu dava şu anda devam etmekte).
Tanrıkulu hakkında başka davalar da açılıyor. Oralarda da Kürtçe konuşuyor ve dilekçe veriyor. İlkinde, ifade verirken savcı şöyle diyor: “Benim kafamın tasını attırmayın. Burada sadece Türkçe konuşulur. Kürtçe konuşacaksanız burada ne işiniz var, geçin K.Irak’a gidin. TC kimliği niye taşıyorsunuz?” O da Lozan’ı duymamış. Bir de, Kürtçe konuşmak için bağımsız devlet kurmayı öğütlüyor sanki.
Bir üçüncü davada yargıç söyle diyor: “Senin memleketinde [Diyarbakır] görev yapmışım. Türkçe biliyorsun neden konuşmuyorsun?” Yine konuşunca: “Sen hâlâ ısrar mı ediyorsun? Son kez söylüyorum, bak içeri atarım. Yaz kızım, sanık ‘Türkçe konuşmayacağım’ dedi. İddia makamından soruldu…”
Ama bu davada iddia makamı (savcı) farklı davranıyor: “Sanığın savunmasının alınması için Kürtçe bilen bir tercümanın temin edilmesi için yazı yazılması”nı talep ediyor. Yargıç özel dershaneden diplomalı tercüman önerisini reddediyor, Emniyet’ten istiyor. Gelen polis başarısız olunca duruşma yine erteleniyor ve çevirmen aranmaya başlanıyor. Sonunda diyor ki: “İnternetten yeminli tercüman bulamadık, sizin getirdiğinizi kabul edeceğim”. Bu dava da halen devam etmekte.
Yargıçlarımız lütfen Lozan’ı öğrensin
Duruşma salonlarının alnında “Adalet Mülkün Temelidir” yazar. Buradaki “mülk”, ev-arsa değildir. TDK, Türkçe Sözlük, “mülk” maddesine göre “Devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke” demektir. Yani, “Devlet”.
Bu yazıyı 72 milyonda isterse hiç kimse okumasın. Ama bir avuç savcı ile yargıç okusun isterim. Çünkü meşruiyete en büyük önemi veren bu grubun büyük çoğunluğu, bırakın hukuku, yasayı bile uygulamıyor. Devletin meşruiyetini sarsıyor.
Anayasa md. 90/5 hükmü malum. Lozan md. 39/4 ise şöyle diyor: “Herhangi bir Türk uyruğunun … din, basın ya da her çeşit yayın konuları ile açık toplantılarında DİLEDİĞİ BİR DİLİ kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir”.
Ama yargı mensuplarımız Lozan’ın bu sayfasını henüz okumamışlar. Onun için kalkıyorlar, Siyasi Partiler Kanunu’nu uygulayıp mesela md. 43/3’e göre adayların Kürtçe kullanmasını cezalandırıyorlar. Mesela md. 81’e göre parti toplantı ve propagandalarında Kürtçe kullanılmasını mahkum ediyorlar. Yapamazlar; Lozan 39/4 varken yapamazlar.
Yargı mensuplarımız 39/5’i de henüz okumadıklarından duruşma salonlarında yukarıda anlattığım traji-komik sahnelere sebep oluyorlar. TC vatandaşlarını yabancı mahkemelere yani AİHM’ye gitmeye zorluyorlar. Ve tabii, Allahın emri, Kürt milliyetçiliğinin kuvvetlenmesine sebep oluyorlar.
Acaba hiç olmazsa bu son nokta kendilerini ikna etmeye yeterli midir? 21 Şubat Uluslararası Anadili Gününüz kutlu olsun!
15.02.2009 / Gomanweb
14 Şubat 2009 Cumartesi
BAŞKAN ÖCALAN İMRALI'DA HEPİMİZ ADINA TUTSAKTIR...
Mihrac Ural
14 Şubat 2009
Bu ülkede kendini özgür sananlar beri gelsin.
Bir vehim içinde değilseniz, çevrenizle birlikte bir varlık iseniz, etkilenen ve etkileyen bar canlı olarak, sosyal bir varlık olarak bu ülkede özgür olmadığınızı her gün, her an size dayatan binlerce çözümsüz siyasal-sosyal-ekonomik sorunla yüz yüzesiniz demektir. Bunlar arasında ortak ülkemizi tek boyutlu yapan dayatma bir veba gibi yayılan milliyetçi tutumlarla, farklılıkları dışlayan bölücü davranışlar tutsaklığımızın bir başka boyutu olarak belirmektedir; farklılıklarımız, sizin kadar hak sahibi olmadıklarını iddia ediyor ve bu amaçla özgürlük ve demokrasi mücadelesine yönelmişlerse siz de özgür değilsiniz.
Kimse sizi aldatmasın. Hiçbir art niyet milyonların hareketini yaratamaz, sonuna kadar da ona hüküm edemez. Halk uğruna dövüşeceği gerçekçi bir hak talebi yoksa bir adım bile sizinle yürümez. Bunu ölçü alın ve ortak ülkemizin demokrasi taleplerindeki hareketlere bakın. Vehim değil bir gerçekle karşı karşıya kalacaksınız. Bu gerçek ülkemizin gerçeğidir; özgürlük ve demokrasinin yetersizliği, dıştalanmışlığı ve bunu talep edenlere karşı akıllara ziyan saldırı gösteriyor. Ölüm kuyularında etnik farklılığından dolayı yatanların olduğu bir ülkede demokrasiden bahsetmek abes olduğu kadar erdemsizcedir.
Tam bu noktada bu ülke farklılıklarıyla birlikte bir ülke ise bu ülkede farklılıkların eşitsizliğinden kaynaklanan sorunların aşılması diye bir sorun var demektir. Üst kimlik sorunu çözülmemiş, bunu tarihsel olarak kaçırmış bir ülkede demokrasi farklılıklarımızın demokrasisidir öncelikle; ekmek, iş ve aştan önce bu sorun demokrasinin temel sorunudur. Bu noktada da kimse kimseyi aldatmasın, sınıf mücadelesinin ayakları yere basmamış ithal malı yönelimleri bir yana, Kürt sorunun çözülmediği bir Türkiye’de demokrasiden söz etmek, anti-demokratik ortamı onaylamaktan başka bir anlama sahip değildir.
Osmanlıdan bu yana süren, cumhuriyetin farklı bir yaşam planıyla kurulduğu iddiasına rağmen kendini dayatan bir akıl sistemi ülkemizin farklılıklarından kaynaklanan zenginliğini, bir iç savaşa doğru sürüklemektedir. Kendi sığlıklarının dünyasına kafalarını kuma gömmüş olanlar, ortak ülkemizin eşitleri olması gereken farklılıkları düşman ilan etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu akıl bir Osmanlı talan, istila, zor ve zorbalıkla iradesini dayatma aklıdır. Bu akıl tarihin bile zor kaldıracağı zulümleri vatandaşı saydığı farklı etnik yapılara reva görmekten çekinmemektedir.
Bu akıl, Fırat’ın ötesi, Torosların güneyini böylece Fırat’ın berisinden ve Torosların kuzeyinden kopartacak girişimlerle bu ülkenin tek bölücülük kaynağı olarak kendini göstermektedir. Kullanım tarihi bitmiş milliyetçilik vebasını, bu coğrafyanın uygarlıkların anavatanı olduğu gerçeğine tercih etmektedir. Cumhuriyet genetik olarak bu akılla müpteladır ve bundan kendini kurtaramamıştır.
Ortak ülkemizin kimlik bunalımını da tutsaklığımızın bir başka boyutudur. Bu ülke hala ortak bir üst kimlikte kendini tanımlayamamaktadır. Bu sorunu söylemsel etkiden başka anlamı olmayan “anayasal vatandaşlık” ya da “düşünce milliyetçiliği” gibi sosyal demokrat uydurmalar, kendi vatandaşına sınır ötesi operasyon düzenlemekten çekinmeyen Cumhuriyet devletinin elinde aldatıcı bir komedi olduğu yeterince açıktır.
Üç kuşak, 60’lı yıllardan bu yana ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesini kazanma çabasında tükenip durduk. Zindanlar, sürgünler vurgunlar yedik durduk. Tarihten gelen kültürel köklerimiz, dilimiz, ruhi şekillenmemiz, kendi coğrafyamızı tarihte yaşama ilk kez açarak anavatana dönüştüren ve bu güne kadar süren kararlı etkinliklerimiz yok sayıldı. Tek bayrak, tek devlet, tek dil yaşamaya mahkum edildik. Sanayi ürünü bir metaa dönüştürülmek istendik. Ortaçağların en karanlık dönemlerinde en amansız zulümler altında başarılamayan asimile edilişimiz, bu gün tarihin treni kaçırıldıktan sonra ikame edilmek istendi. Buna karşı direncimiz ise kanlı bir kıyım ve yıkımla karşılık buldu. Bu ülke hepimizin ortak ülkesi değildi, birimiz ülkesi olduğu hatırlatılıp duruldu.
Ortak ülkemizde farklı olmak zor. Farklı olmak yok edilme riski altındadır her zaman; en iyi Kürt ölü Kürt’tür algısı Araplar, Ermeniler ve diğer etnik toplumlar için geçerli bir algıdır. Ya göçeceksin ya öleceksin denklemleri, bu coğrafyada en kadim etnik toplulukları yok etti; Süryanilerin akıbeti bir ibret tablosudur, hala tecavüze uğramaları ise bu akıl sisteminde farklı olmanın ne anlama geldiğin anlatmaya yeterlidir.
Biz ortak ülkemiz dedikçe onlar bizim ülkemiz dediler, biz ortak kültür ve soysa yaşamımız dedikçe onlar bizim kültürümüz, dilimiz, inancımız dediler, bunu dayattılar. Vatandaş olmanın yükümlülüğü altında ödediğimiz vergiler, bu tek boyutlu sürüklenişin hizmetine sunulurken farklılıklarımıza yok olmanın yollarını aramaları açık kapı olarak bırakıldı. Kesintisiz bölücülük yaptılar. Öyle ki, kendi vatandaşına karşı “sınır dışı operasyon” düzenleyen dünyanın ilk devleti olmayı tercih ettiler.
Bu ahval ve şerait ortamında üç kuşak demokrasi için yollara döküldük, yollardan toplanıp işkencelere, zindanlara, sürgünlere maruz kaldık. Dağlara çıktık. Gittiğimiz her yerde ortak ülkemiz için halklarımız ve gelecek kuşaklarımız için demokrasi ve özgürlük mücadelesine devam ettik. Bu mücadele 12 Eylül 1980 Faşist askeri darbesinin karanlık baskıları altında direnişle cevap verdi. Bunu yükseltti. Bu noktada Kürt halkının özgürlük mücadelesi hepimiz adına önemli bir manivela görevi üstlenmişti. Türkiye solu bu süreçte ağır darbeler altında gerilerken, milliyetçi bir eğrilme, bir iç bükey ortamına kaydığı da gözlemdi.
Bu süreç aynı zaman da Kürt halkının başarıyla sürdürdüğü bir mücadeleye tanıktı. Bu süreç Başkan Öcalan’ın milliyetçilikten uzak, ortak ülkemizin ortak değerlerine bağlı liderliği altında daha da anlamlı bir yükselişti. Kürt halkı tarihi içinde yetiştirdiği en toparlayıcı en çağdaş lider başkan Öcalan’ı da ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi sunuyordu. Ülkemiz Solunun tarih içinde hiçbir zaman ulaşamadığı bu kitlesel desteğe Kürtlerin katılımıyla ulaşılıyordu.
Bu çok anlamlı bir durumdu. Ülke gerçekliğimizle de tastamam bir uyum içindeydi. Ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi talebinin güzargahı belli olmuştu. Farklılıklarımız özgürlük olmadan ülkemizde demokrasi olamazdı.
Kırılma noktası burasıydı. Ekonomik mücadele, sınıf mücadelesi, ekmek iş aş mücadelesine artık razı olan bu akıl farklılıklarımızın özgürlüğüne karşı askeri aparatının ölüm kusan namlularıyla yürüyordu. Ortak ülkemizin topraklarından ve halklarımızdan toplanan tüm servetler bu haklı talebi yok etmek için savaş meydanlarına sürülüyordu. Bu vahşetin merkezi hedeflerinden biri de hepimiz adına bu mücadelenin liderliğini yapan Başkanı Öcalan’ı tutsak etmeye yönelmişti. Uluslar arası bir komployla da bunu yaptılar.
Başkan Öcalan’ın, böylece hepimize ödetilmek istenen haksız kefaretin adına, hepimiz adına tutsak olarak İmralı zindanına attılar.
Kürt halkı özgürlük talebinde ortak ülkemizin tüm farklılıkları adına yola çıktı. O günlerin yakın tanığı olarak bu gerçeği tüm PKK lider kadrolarının algılarında ve davranışlarında bilen biri olarak bunları dile getiriyorum. Bu liderliğin başında Başkan Öcalan bulunuyor.
Uzun yıllar süren yakın yoldaşlığımızın tüm verileriyle Başkan Öcalan milliyetçiliğin hiçbir türene uzak yakın taviz vermeden, Türkün, Arap’ın, Kürdün ve diğer etnik toplulukların özgürlük hakları için yola koyulmuştu. Kürt halkı bunu hepimiz adına üstlenmişti. Bu yüzden de en sert mücadeleye zorlanmış en büyük özverileri sunmuştu; bu mücadelede on binlerce Kürdün hayatı pahasına sunduğu katkı omuzlarımızda bir borç olarak durmaktadır. Kürtler bu sorumluluk altında kıyım ve yıkımlara uğruyordu. Bir karanlık dönemde Kürt halkının hepimiz adına gösterdiği kalkış, lideri Başkan Öcalan’ın hepimiz adına tutuklanmasıyla noktalanmıştı.
Öcalan tutsaklığının ilk anından itibaren dik durdu. Hamasi militanlıktan uzak, gerçek bir liderin sükunetiyle, halkı adına şahsına yönelen bu darbeyi göğüsledi. Bunu atlattığı andan itibaren de sürece damgasını vurmaya, siyaseti kendi belirlediği kurlarla oynayarak karanlık planları bozmaya yöneldi. O artık tutsaktı ama mücadele dağlarda, sürgünlerde olduğu gibi zindanlarda da sürecekti. Nitekim bunu yükseltti.
O İmralı’daki hücresinden, hiçbir duvarın engel olamayacağı sesini halkına ve ortak ülkemizin demokrasi mücadelesine iletmeyi başardı. Siyasal gündemi belirledi. Kürt halkı da arkasında durdu. Onu bırakamadı. Sağlığıyla ilgi bir sorun da bile, meydanlara döküldü. Bu gün, halkının desteğini arkasına almış dünyanın ender liderlerinden biri olarak, ortak ülkemizin sorunlarına önermeleriyle katkı yapar duruma geldi.
Bu lider hepimize aittir. Değerlerimizi temsil etmekte halklarımıza ileteceğimiz mesajı tutsak olduğu hücresinden, denizlerle çevrili zindanından, ısrarla, kararlılıkla, zindan içinde zindan hücre cezalarına inat, ileterek tarihi devrimci misyonunun oynaya devem ediyor.
Kürt halkının liderine karşı saygı, ülkemizin ortak özgürlük ve demokrasi mücadelesine saygıdır. Ona yönelecek her suçlama, kimden gelirse gelsin aynıyla halklarımıza yönelmiş bir suçlamadır, haksızdır ve devletin derin işleriyle ilgilidir. Özel harp dairesinin kurgularıyla itirafçı ve ajanlarıyla liderlere yönelik yalanları kışkırtmaları yakından biliyoruz. Bu yöntemler, özellikle etnik topluluklara karşı onların devrimci yükselişlerine, kimlik hakları ve özgürlüklerine karşı her alanda yapılmaktadır. Tümünün ortak amacı, farklılıklar dünyasında tek boyutluluğu dayatmaktır.
Başkan Öcalan, hepimiz adına İmralı’da, demokrasi ve özgürlüğümüz için tutsak. Bu tutsaklık gerçek anlamıyla hepimizin tutsaklığıdır, halklarımızın iradesine vurulmuş bir zincirdir. Öcalan’ın zindan duvarlarını aşarak bizlere ulaşan gür sesi gerçekte özgürlük ve demokrasi mücadelemizin başarısı için direnme yolunun da önemli bir pusulasıdır.
Bu kahraman lideri korumak, özgürlüğüne kavuşması için gerekli tüm bedelleri ödemek hepimizin sorumluluğudur. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bağlılığımız bir yanıyla bu noktadaki tutarlılığımızla ilgili olacaktır.
14 Şubat 2009
Bu ülkede kendini özgür sananlar beri gelsin.
Bir vehim içinde değilseniz, çevrenizle birlikte bir varlık iseniz, etkilenen ve etkileyen bar canlı olarak, sosyal bir varlık olarak bu ülkede özgür olmadığınızı her gün, her an size dayatan binlerce çözümsüz siyasal-sosyal-ekonomik sorunla yüz yüzesiniz demektir. Bunlar arasında ortak ülkemizi tek boyutlu yapan dayatma bir veba gibi yayılan milliyetçi tutumlarla, farklılıkları dışlayan bölücü davranışlar tutsaklığımızın bir başka boyutu olarak belirmektedir; farklılıklarımız, sizin kadar hak sahibi olmadıklarını iddia ediyor ve bu amaçla özgürlük ve demokrasi mücadelesine yönelmişlerse siz de özgür değilsiniz.
Kimse sizi aldatmasın. Hiçbir art niyet milyonların hareketini yaratamaz, sonuna kadar da ona hüküm edemez. Halk uğruna dövüşeceği gerçekçi bir hak talebi yoksa bir adım bile sizinle yürümez. Bunu ölçü alın ve ortak ülkemizin demokrasi taleplerindeki hareketlere bakın. Vehim değil bir gerçekle karşı karşıya kalacaksınız. Bu gerçek ülkemizin gerçeğidir; özgürlük ve demokrasinin yetersizliği, dıştalanmışlığı ve bunu talep edenlere karşı akıllara ziyan saldırı gösteriyor. Ölüm kuyularında etnik farklılığından dolayı yatanların olduğu bir ülkede demokrasiden bahsetmek abes olduğu kadar erdemsizcedir.
Tam bu noktada bu ülke farklılıklarıyla birlikte bir ülke ise bu ülkede farklılıkların eşitsizliğinden kaynaklanan sorunların aşılması diye bir sorun var demektir. Üst kimlik sorunu çözülmemiş, bunu tarihsel olarak kaçırmış bir ülkede demokrasi farklılıklarımızın demokrasisidir öncelikle; ekmek, iş ve aştan önce bu sorun demokrasinin temel sorunudur. Bu noktada da kimse kimseyi aldatmasın, sınıf mücadelesinin ayakları yere basmamış ithal malı yönelimleri bir yana, Kürt sorunun çözülmediği bir Türkiye’de demokrasiden söz etmek, anti-demokratik ortamı onaylamaktan başka bir anlama sahip değildir.
Osmanlıdan bu yana süren, cumhuriyetin farklı bir yaşam planıyla kurulduğu iddiasına rağmen kendini dayatan bir akıl sistemi ülkemizin farklılıklarından kaynaklanan zenginliğini, bir iç savaşa doğru sürüklemektedir. Kendi sığlıklarının dünyasına kafalarını kuma gömmüş olanlar, ortak ülkemizin eşitleri olması gereken farklılıkları düşman ilan etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu akıl bir Osmanlı talan, istila, zor ve zorbalıkla iradesini dayatma aklıdır. Bu akıl tarihin bile zor kaldıracağı zulümleri vatandaşı saydığı farklı etnik yapılara reva görmekten çekinmemektedir.
Bu akıl, Fırat’ın ötesi, Torosların güneyini böylece Fırat’ın berisinden ve Torosların kuzeyinden kopartacak girişimlerle bu ülkenin tek bölücülük kaynağı olarak kendini göstermektedir. Kullanım tarihi bitmiş milliyetçilik vebasını, bu coğrafyanın uygarlıkların anavatanı olduğu gerçeğine tercih etmektedir. Cumhuriyet genetik olarak bu akılla müpteladır ve bundan kendini kurtaramamıştır.
Ortak ülkemizin kimlik bunalımını da tutsaklığımızın bir başka boyutudur. Bu ülke hala ortak bir üst kimlikte kendini tanımlayamamaktadır. Bu sorunu söylemsel etkiden başka anlamı olmayan “anayasal vatandaşlık” ya da “düşünce milliyetçiliği” gibi sosyal demokrat uydurmalar, kendi vatandaşına sınır ötesi operasyon düzenlemekten çekinmeyen Cumhuriyet devletinin elinde aldatıcı bir komedi olduğu yeterince açıktır.
Üç kuşak, 60’lı yıllardan bu yana ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesini kazanma çabasında tükenip durduk. Zindanlar, sürgünler vurgunlar yedik durduk. Tarihten gelen kültürel köklerimiz, dilimiz, ruhi şekillenmemiz, kendi coğrafyamızı tarihte yaşama ilk kez açarak anavatana dönüştüren ve bu güne kadar süren kararlı etkinliklerimiz yok sayıldı. Tek bayrak, tek devlet, tek dil yaşamaya mahkum edildik. Sanayi ürünü bir metaa dönüştürülmek istendik. Ortaçağların en karanlık dönemlerinde en amansız zulümler altında başarılamayan asimile edilişimiz, bu gün tarihin treni kaçırıldıktan sonra ikame edilmek istendi. Buna karşı direncimiz ise kanlı bir kıyım ve yıkımla karşılık buldu. Bu ülke hepimizin ortak ülkesi değildi, birimiz ülkesi olduğu hatırlatılıp duruldu.
Ortak ülkemizde farklı olmak zor. Farklı olmak yok edilme riski altındadır her zaman; en iyi Kürt ölü Kürt’tür algısı Araplar, Ermeniler ve diğer etnik toplumlar için geçerli bir algıdır. Ya göçeceksin ya öleceksin denklemleri, bu coğrafyada en kadim etnik toplulukları yok etti; Süryanilerin akıbeti bir ibret tablosudur, hala tecavüze uğramaları ise bu akıl sisteminde farklı olmanın ne anlama geldiğin anlatmaya yeterlidir.
Biz ortak ülkemiz dedikçe onlar bizim ülkemiz dediler, biz ortak kültür ve soysa yaşamımız dedikçe onlar bizim kültürümüz, dilimiz, inancımız dediler, bunu dayattılar. Vatandaş olmanın yükümlülüğü altında ödediğimiz vergiler, bu tek boyutlu sürüklenişin hizmetine sunulurken farklılıklarımıza yok olmanın yollarını aramaları açık kapı olarak bırakıldı. Kesintisiz bölücülük yaptılar. Öyle ki, kendi vatandaşına karşı “sınır dışı operasyon” düzenleyen dünyanın ilk devleti olmayı tercih ettiler.
Bu ahval ve şerait ortamında üç kuşak demokrasi için yollara döküldük, yollardan toplanıp işkencelere, zindanlara, sürgünlere maruz kaldık. Dağlara çıktık. Gittiğimiz her yerde ortak ülkemiz için halklarımız ve gelecek kuşaklarımız için demokrasi ve özgürlük mücadelesine devam ettik. Bu mücadele 12 Eylül 1980 Faşist askeri darbesinin karanlık baskıları altında direnişle cevap verdi. Bunu yükseltti. Bu noktada Kürt halkının özgürlük mücadelesi hepimiz adına önemli bir manivela görevi üstlenmişti. Türkiye solu bu süreçte ağır darbeler altında gerilerken, milliyetçi bir eğrilme, bir iç bükey ortamına kaydığı da gözlemdi.
Bu süreç aynı zaman da Kürt halkının başarıyla sürdürdüğü bir mücadeleye tanıktı. Bu süreç Başkan Öcalan’ın milliyetçilikten uzak, ortak ülkemizin ortak değerlerine bağlı liderliği altında daha da anlamlı bir yükselişti. Kürt halkı tarihi içinde yetiştirdiği en toparlayıcı en çağdaş lider başkan Öcalan’ı da ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi sunuyordu. Ülkemiz Solunun tarih içinde hiçbir zaman ulaşamadığı bu kitlesel desteğe Kürtlerin katılımıyla ulaşılıyordu.
Bu çok anlamlı bir durumdu. Ülke gerçekliğimizle de tastamam bir uyum içindeydi. Ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi talebinin güzargahı belli olmuştu. Farklılıklarımız özgürlük olmadan ülkemizde demokrasi olamazdı.
Kırılma noktası burasıydı. Ekonomik mücadele, sınıf mücadelesi, ekmek iş aş mücadelesine artık razı olan bu akıl farklılıklarımızın özgürlüğüne karşı askeri aparatının ölüm kusan namlularıyla yürüyordu. Ortak ülkemizin topraklarından ve halklarımızdan toplanan tüm servetler bu haklı talebi yok etmek için savaş meydanlarına sürülüyordu. Bu vahşetin merkezi hedeflerinden biri de hepimiz adına bu mücadelenin liderliğini yapan Başkanı Öcalan’ı tutsak etmeye yönelmişti. Uluslar arası bir komployla da bunu yaptılar.
Başkan Öcalan’ın, böylece hepimize ödetilmek istenen haksız kefaretin adına, hepimiz adına tutsak olarak İmralı zindanına attılar.
Kürt halkı özgürlük talebinde ortak ülkemizin tüm farklılıkları adına yola çıktı. O günlerin yakın tanığı olarak bu gerçeği tüm PKK lider kadrolarının algılarında ve davranışlarında bilen biri olarak bunları dile getiriyorum. Bu liderliğin başında Başkan Öcalan bulunuyor.
Uzun yıllar süren yakın yoldaşlığımızın tüm verileriyle Başkan Öcalan milliyetçiliğin hiçbir türene uzak yakın taviz vermeden, Türkün, Arap’ın, Kürdün ve diğer etnik toplulukların özgürlük hakları için yola koyulmuştu. Kürt halkı bunu hepimiz adına üstlenmişti. Bu yüzden de en sert mücadeleye zorlanmış en büyük özverileri sunmuştu; bu mücadelede on binlerce Kürdün hayatı pahasına sunduğu katkı omuzlarımızda bir borç olarak durmaktadır. Kürtler bu sorumluluk altında kıyım ve yıkımlara uğruyordu. Bir karanlık dönemde Kürt halkının hepimiz adına gösterdiği kalkış, lideri Başkan Öcalan’ın hepimiz adına tutuklanmasıyla noktalanmıştı.
Öcalan tutsaklığının ilk anından itibaren dik durdu. Hamasi militanlıktan uzak, gerçek bir liderin sükunetiyle, halkı adına şahsına yönelen bu darbeyi göğüsledi. Bunu atlattığı andan itibaren de sürece damgasını vurmaya, siyaseti kendi belirlediği kurlarla oynayarak karanlık planları bozmaya yöneldi. O artık tutsaktı ama mücadele dağlarda, sürgünlerde olduğu gibi zindanlarda da sürecekti. Nitekim bunu yükseltti.
O İmralı’daki hücresinden, hiçbir duvarın engel olamayacağı sesini halkına ve ortak ülkemizin demokrasi mücadelesine iletmeyi başardı. Siyasal gündemi belirledi. Kürt halkı da arkasında durdu. Onu bırakamadı. Sağlığıyla ilgi bir sorun da bile, meydanlara döküldü. Bu gün, halkının desteğini arkasına almış dünyanın ender liderlerinden biri olarak, ortak ülkemizin sorunlarına önermeleriyle katkı yapar duruma geldi.
Bu lider hepimize aittir. Değerlerimizi temsil etmekte halklarımıza ileteceğimiz mesajı tutsak olduğu hücresinden, denizlerle çevrili zindanından, ısrarla, kararlılıkla, zindan içinde zindan hücre cezalarına inat, ileterek tarihi devrimci misyonunun oynaya devem ediyor.
Kürt halkının liderine karşı saygı, ülkemizin ortak özgürlük ve demokrasi mücadelesine saygıdır. Ona yönelecek her suçlama, kimden gelirse gelsin aynıyla halklarımıza yönelmiş bir suçlamadır, haksızdır ve devletin derin işleriyle ilgilidir. Özel harp dairesinin kurgularıyla itirafçı ve ajanlarıyla liderlere yönelik yalanları kışkırtmaları yakından biliyoruz. Bu yöntemler, özellikle etnik topluluklara karşı onların devrimci yükselişlerine, kimlik hakları ve özgürlüklerine karşı her alanda yapılmaktadır. Tümünün ortak amacı, farklılıklar dünyasında tek boyutluluğu dayatmaktır.
Başkan Öcalan, hepimiz adına İmralı’da, demokrasi ve özgürlüğümüz için tutsak. Bu tutsaklık gerçek anlamıyla hepimizin tutsaklığıdır, halklarımızın iradesine vurulmuş bir zincirdir. Öcalan’ın zindan duvarlarını aşarak bizlere ulaşan gür sesi gerçekte özgürlük ve demokrasi mücadelemizin başarısı için direnme yolunun da önemli bir pusulasıdır.
Bu kahraman lideri korumak, özgürlüğüne kavuşması için gerekli tüm bedelleri ödemek hepimizin sorumluluğudur. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bağlılığımız bir yanıyla bu noktadaki tutarlılığımızla ilgili olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)