21 Aralık 2008 Pazar
Akılsız Aklın Serüvenleri (IV)
Nadir Nadi Çelik
...Ve İttihatçılar Burjuvaziyi Yarattı
15 Aralık 2008
Türk etiketli burjuva sınıfı İttihatçılar tarafından yaratılmıştı. Ancak, unutmamak gerekir ki, bu burjuvaziyi yaratan ittihatçıları da bizzatihi Tanrının kendisi yaratmıştı. Bu konuda ne bir şüphe nede bu şüphe üzerinden bir tartışma sözkonusuydu. Ancak, Tanrının seçilmiş kulları olduklarına dair izlenim yaratmaya çalışmaları hatta daha da ileri giderek, Tanrının ve bazı kullarının (diyelimki, osmanlı'nın) yarattıklarını da, kendileri tarafından yaratılmış gibi sunmaları bir tartışma konusu olabilirdi ki, nitekim bu yazının konusu da böylesine bir tartışmanın küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
Olası bir zihin karışıklığına meydan vermemek için öncelikle kimin neyi yarattığını yada kurtardığını sırasıyla aktarmak gerekiyor. Önce Tanrıdan başlayalım; Tanrı, İttihatçıları yaratmadan önce güneşi, yıldızları kısacası evreni ve evrende de ayrıca yeryüzünü ve gökyüzünü yarattı. Ancak durmadı, devam etti; bu kezde, yeryüzü ve gökyüzü arasında dağları, nehirleri, denizleri ve içinde osmanlı'larında bulunduğu kavimleri ve kavimlerin yanısıra kurdu, kuşu, aslanı, iti, biti ve daha bir dizi hayvan türünü yarattı. Daha sonra, ise nedeni pek anlaşılmamakla birlikte birde İttihatçıları yarattı. Yukarıda sıraladıklarım bir eksik iki fazla tanrının yaratmış olduklarıydı.
Şimdi de Osmanlı tarafından yaratıldığı halde İttihatçıların bizzatihi kendileri tarafından yaratıldığını iddia ettiklerine gelelim.
Daha önceki yazılarımda vurguladığım ancak burada tekrar etmek zorunda kalacağım bir gerçek vardı. Savaş bitmiş ittihatçıların önder kadrosu kaçmış, meydan ittihatçıların orta düzey kadrolarına kalmıştı. Onlarda osmanlı ailesini İngiliz ve Fransız işgalci güçlerin yardımları ve sempatisiyle tasfiye edip, mevcut iktidar boşluğunu doldurmuşlardı. Oldukça maharetliydiler; 'Yedi düvel'in birleşipte yıkamadığı osmanlı imparatorluğunu, 'yedi düvel'e sırtını dayıyarak yıkmayı başarmışlardı. Üstelik bunu yaparkende son sultan olan akıl fukarası Vahdettin'i 'yedi düvel'in ajanı ilan edecek kadarda ileri gitmişlerdi
Her nekadar yeni bir devlet, yeni bir ordu kurduklarını iddia ediyorlardıysada bu pekte gerçeğe uygun değildi. Yani ’’ Tanrım beni baştan yarat’’ gibi bir durum sözkonusu değildi demek istiyorum. Osmanlı’nın kurduğu devlet, tüm kurum ve kuruluşlarıyla ayaktaydı. Ağır bir yenilgi almış olmasına rağmen, devasa osmanlı ordusu da hala duruyordu. Yapılan sadece bu kurum ve kuruluşlara yeni isimler bulmaktı. Zaten İttihatçılarda isim bulmakta bayağı uzmandılar. Nitekim osmanlı’nın kurumlarına yeni isimler takıyor hemen akabindede bu kurumların kendileri tarafından kurulduğunu ve daha da ileri giderek yine osmanlı'nın yüzyıllara yayılan zaman içinde işgal etmiş olduğu dağlara, vadilere, kasabalara, kentlere yeni isimler takıp böylece buraların kendileri tarafından kurtarıldıklarını iddia ediyorlardı.
Ancak adil olmak gerekiyordu. Bizzatihi İttihatçıların yarattıkları /kurdukları da vardı. Mesala, öteden beri İttihatçıların gönlünde eli yüzü düzgün bir ulus yaratmak vardı. Yani böyle hayalleri vardı. Üstelik, bu ulus devletin kimliğide ‘Türk’ olacaktı. Nihayetinde,tek ulus-tek dil-tek dinli bir toplumdu arzu ettikleri. Ancak ciddi bir sorun vardı, o da sınırları İngiliz ve Fransızlar tarafından çizilmiş ve ülke olarak adlandırılan bu toprak parçası üzerinde yaşayan birden fazla halk vardı. Birden fazla dil ve yine birden fazla dini inanış sözkonusuydu. 50’ ye yakın etnik kimlik arasında türkler,kürdler, rumlar, ermeniler, süryaniler ve araplar başlıcalarıydı. Sorun, bu elli etnik topluluğun yaşadığı toprak parçasından tek ulus, tek dil, ve tek dinli bir yapı nasıl yaratılacaktı? Böylesi bir durumda bir ulus yaratmanın zorlukları belliydi. Zaten ittihatçılar da bu zorlukların bilincindeydiler.
Bu bilinçle yola çıktılar ve ilk etapta ulusun omurgasını oluşturacak olan burjuva sınıfından işe başladılar. Açıktı ki, burjuva sınıfı olmayan bir ulus, ulus olamazdı. Ulus, kapitalist çağın bir fenomeniydi. Ulusun öncüsü olan, bujuva sınıfı kapitalist üretim tarzına tekabül ediyordu ki, bundan anlaşılması gereken bu üretim tarzının ortaya çıkarıp şekillendirdiği bir sınıftı.
Aslında, bu topraklarda osmanlı’dan kalma bir burjuva sınıfı vardı var olmasına ama bu sınıf ’’ gayri müslim’’ lerden oluşuyordu. osmanlı sultanı böyle istediğinden ötürü böyle olmamıştı. Süreç böyle gelişmişti. Kısacası bu sınıf ne tanrı ne de osmanlı’lar tarafından yaratılmıştı. Keyfiyet dışı bir durumdu. Kaldı ki, sınıfların oluşumu iradi bir sorun da değildi. Yukarıda belirttiğim gibi İttihatçılar, bir burjuva sınıfı istiyorlardı ancak bu sınıfın aidiyeti türk olacaktı. Neyse kendilerine uygun yöntemle işe koyuldular. Çareler tükenmiyordu. Mademki, o güne değin, para-meta- para süreci bir türk burjuvazisi yerine gayri müslim bir burjuva sınıfı oluşturmuşsa, bununda bir kolayı vardı; kaçırtma, göçertme, katletme ilişkisi üzerinden sıfırdan bir türk burjuvazisi yaratmak mümkündü. En azından ittihatçılar böyle düşünüyorlardı. Nitekim düşündükleri gibi de yaptılar.
Sermaye sahibi rum, yahudi, ve ermenileri öldürmek, göçertmek yoluyla, ayrıca ağır vergiler yardımıyla tasfiye edip, mal mülklerini müslümanlara devrettiler. Bu birinci aşamaydı. Önce, sermaye müslümanlara devredilecek daha sonrada bu müslümanlar türkleştirilecekti. Esasen bu topraklarda türkler de vardı. Bunlar devşirme olmayıp, orta asya kökenlilerdi. Kelimenin gerçek anlamında türk olup, orta anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor aynı zamanda merkezi otoritenin temsilcilerinin gözlerine görünmemeye dikkat ederek yaşamını sürdürüyorlardı. Büyük bir çoğunluğu müslümandı. İttihatçılar, katledilen, göçertilen gayri- müslimlerin mülklerini önce müslümanlara devredip sonra da bunları türkleştirmek gibi dolaylı yola başvurmak yerine doğrudan serveti türklere devrederek böylece tasarladıkları türk burjuvazisini de yaratabilirlerdi. Ancak, türk ulusu yaratma projesi peşinden giden ittihatçılar’ın büyük bir çoğunluğu türk olmayıp, osmanlı döneminden kalma devşirmelerdi, dolayısıyla kendilerini osmanlı aidiyeti olarak görüyorlardı. Osmanlı’nın tasviyesinden sonra kendilerini türk aidiyeti olarak tanımlamak zorunda kalmışlardı. Oldukça kibirli ve bir o kadar cahil, kaba ve gaddar olan ittihatçı tip, gerçek yaşamda gerçek Türk'e karşı tavrı oldukça aşağılayıcı idi. Orta anadoludaki bu türk tipi hiçte onların tasarladıkları ‘’bir türk bir dünyaya bedeldir ‘’ tipine uygun düşmüyordu. Bunlara göre, anadoludaki bu türk ‘’’ boyun eğici, türklük bilincinden uzak, ’’genleri koyun genlerine en yakın’’ olan ve aynı zamanda cahil ve ilkel bir tipti. Buradan da anlaşılıyordu ki, İttihatçıların yaratmak istedikleri türk ulus dünyasında bu türk tipine pek fazla yer yoktu(1). Onlar daha ziyade farklı etnisitelere mensup müslüman topluluklarından bir sermaye sınıfı yaratmayı hedefliyorlardı. Bu sınıf daha sonra tam da ittihatçıların tasarladıkları türk tipine daha kolay ve ugyun bir şekilde devşrilecekti ki nitekim bunda başarılı olmaları yanılmadıklarını gösteriyordu.
Ancak, henüz sıcağı sıcağına yaratılmış olan bu sınıfın varlığını süreklileştirme gibi bir sorunu vardı. Gayri müslimlerin fabrikalarına, atölyelerine ve diğer ticari kurumlarına bir gecede sahip olan yakın zaman gaspcılarından oluşan yeni burjuvazimiz, ticari kültürden yoksundu. Hem sermayesini korumak hemde sermaye birikimini sürekli hale getirecek olan para-meta-para ilişkisi üzerinden artı-değer sağlamak onun hem anlamadığı hemde ona oldukça zahmetli ve uzun bir yol olarak görünüyordu. O, servete gasp yoluyla sahip olduğundan, gaspı süreklileştirerek burjuvalığını sürdürmek istiyordu Ki, bu da pek mümkün görünmüyordu. Artık öldürülecek yada göçertilecek bir burjuva rum, ermeni yada yahudi hemen hemen kalmamıştı. Kaldıki, İttihatçılar daha ne yapabilirdi ki, bir soykırım, onlarca kez rum katliamı ve ek olarakta varlık vergisi yardımıyla olan biteni gayri müslimlerden almıştı. Artık nadide türk burjuvazisinin kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Herneyse, İttihatçılar bir kez daha kollarını sıvadılar kıyıda köşede kalmış gayri müslümlere son bir kez daha yöneldiler ; 1955’te bir yağmalama, 1964’te ise bir göçertme operasyonu daha gerçekleştirip bir kez daha yeni türk burjuvazisine destek oldular. Lakin bu yeni burjuvalar yıllar geçmesine rağmen işin kurallarını öğreneceklerine yeni gaspların peşindeydiler. Gasp edilecek rum, ermeni malı hiç, ama hiç kalmayınca onlarda kurdukları naylon bankalar yoluyla merkez bankasının kasalarını hortumlamaya, diğer taraftandan da hazine arazilerini binbir çeşit yöntemle gasp etmeye başlayınca, İttihatçılar da çaresizlik içinde, biraz akıllanırlar umuduyla bunların birçoğunu kulağında tutup mahpushanelere atmak zorunda kaldı.
Herşeye rağmen iyi yada kötü bir burjuvazi sonunda ortaya çıkmıştı. Gerçi sınıf karakterine uygun reflekslerden yoksundular ama bu ittihatçılar için pek te önemli değildi. Olsa olsa meselenin bu yanı toplum teorisyenlerini ilgilendiriyordu ki, onlarda zaten sınıf teorileri ışığında türk burjuvazini analiz ettiklerinde işin içinden çıkamadıklarından saçını başını yoluyorlardı. Çiçeği burnunda ki burjuva sınıfını ne burjuva ne de marksist sınıf teorileri ışığında çözümlemek mümkün görünmüyordu. Evet, bir burjuva sınıf vardı ancak sınıfa ait olması gereken burjuva kültürü yoktu ve ne hikmetse bu kültür bir türlü oluşmuyordu. Evet, bir burjuva sınıfı vardı ama refleksleri farklıydı. Refleksleri, burjuva reflekslerinden ziyade herhangi bir gaspçının reflekslerini anımsatıyordu. Davranış biçimleri bir burjuvadan ziyade sokak kabadayısının davranış biçimlerine yakındı.
Toplum bilimcilerin, bütün bu gariplikleri çözebilmeleri için işin tarihsel boyutunu dikkate olmaları yani bu hilkat garibesi sınıfın ‘’kendine özgü’’ oluşum tarihçesi ile ilişki içinde bir analiz süreci geliştirmeleri gerekiyordu ki bunu da onlar akıl edemiyorlardı. Gerçi, ittihatçılar aydınların analizinde zorluk çekemiyecekleri tarzda bir bir burjuva sınıfı yaratmak gibi bir sorunları yoktu. Ancak siz tarihin cilvesine bakın ki, on yıllar sonra Vecdi Gönül isminde ittihatçı bir zat milli savunma bakanı olup, bir on kasım günü Bruksel’de Mustafa Kemal'in ölüm yıldonümü nedeniyle düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmayla toplum bilimcilerimizin kafasını aydınlatıp böylece onları bir yöntem krizinden kurtarmış olacaktı üstelik farkında olmadan.
Vecdi Gönül’ün ilgili konuşmasını buraya aktararak yazıyı noktalıyalım:
Bakan Gönül: Türkiye'nin ulus-devlet olmasında mübadelenin önemi büyük
AA
11.11.2008
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, "Eğer Ege'de Rumlar, Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi" diye sordu..
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türkiye'nin ulus-devlet özelliğine kavuşmasında mübadelenin çok büyük önem taşıdığını vurguladı. AB Savunma Bakanları Troykası toplantısı için Brüksel'e gelen Gönül, Türk Büyükelçiliği'nde düzenlenen Atatürk'ü anma töreninde yaptığı konuşmada, Türkiye'de Batıyı anlama ve reform çabalarının Osmanlı döneminde de görüldüğünü, fakat bunların Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar "ülkeyi kurtarmaya" yetmediğini söyledi. Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk'ün "bugün fazla hatırlanmayan, ama önemli" bir diğer adımın Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, şunları kaydetti: "Bugün eğer Ege'de Rumlar devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba (Türkiye) aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır." Gönül, İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odası'nın kurucuları arasında "bir tek Müslüman'ın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu" gördüğünü anlattı.
MİLLİ EKONOMİ POLİTİKASI
Bakan Gönül, Cumhuriyet öncesinde de Ankara'nın "Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluştuğunu" hatırlattı. Gönül, Atatürk'ün Cumhuriyet'in kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konunun da milli ekonomi politikası olduğunu ifade etti.
Yayın tarihi: 11 Kasım 2008, Salı
Web adresi: http://www.sabah.com.tr/2008/11/11//haber,0C4A8F89C7A1486B9B488CCE8D196B5F.html
.............................................................................................................
Dipnotlar:
(1)Burada dikkate değer olan nokta şuydu ki, bu orijin Türkler, bir gün bile ittihatçılara ''efendiler! bize rağmen bizim adımıza hareket etme yetkisini nereden aldınız?'' sorusunu sormamış olmalarıdır. Ekseriyetle devşirmelerden oluşan ittihatçılar ile Türkler arasındaki ilişkilerin gelişim seyrinin esasen ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekir. Bu ilişkinin bir hayli sorunlu bir ilişki olduğunu tahmin etmek pek güç olmasa gerek.
...Ve İttihatçılar Burjuvaziyi Yarattı
15 Aralık 2008
Türk etiketli burjuva sınıfı İttihatçılar tarafından yaratılmıştı. Ancak, unutmamak gerekir ki, bu burjuvaziyi yaratan ittihatçıları da bizzatihi Tanrının kendisi yaratmıştı. Bu konuda ne bir şüphe nede bu şüphe üzerinden bir tartışma sözkonusuydu. Ancak, Tanrının seçilmiş kulları olduklarına dair izlenim yaratmaya çalışmaları hatta daha da ileri giderek, Tanrının ve bazı kullarının (diyelimki, osmanlı'nın) yarattıklarını da, kendileri tarafından yaratılmış gibi sunmaları bir tartışma konusu olabilirdi ki, nitekim bu yazının konusu da böylesine bir tartışmanın küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
Olası bir zihin karışıklığına meydan vermemek için öncelikle kimin neyi yarattığını yada kurtardığını sırasıyla aktarmak gerekiyor. Önce Tanrıdan başlayalım; Tanrı, İttihatçıları yaratmadan önce güneşi, yıldızları kısacası evreni ve evrende de ayrıca yeryüzünü ve gökyüzünü yarattı. Ancak durmadı, devam etti; bu kezde, yeryüzü ve gökyüzü arasında dağları, nehirleri, denizleri ve içinde osmanlı'larında bulunduğu kavimleri ve kavimlerin yanısıra kurdu, kuşu, aslanı, iti, biti ve daha bir dizi hayvan türünü yarattı. Daha sonra, ise nedeni pek anlaşılmamakla birlikte birde İttihatçıları yarattı. Yukarıda sıraladıklarım bir eksik iki fazla tanrının yaratmış olduklarıydı.
Şimdi de Osmanlı tarafından yaratıldığı halde İttihatçıların bizzatihi kendileri tarafından yaratıldığını iddia ettiklerine gelelim.
Daha önceki yazılarımda vurguladığım ancak burada tekrar etmek zorunda kalacağım bir gerçek vardı. Savaş bitmiş ittihatçıların önder kadrosu kaçmış, meydan ittihatçıların orta düzey kadrolarına kalmıştı. Onlarda osmanlı ailesini İngiliz ve Fransız işgalci güçlerin yardımları ve sempatisiyle tasfiye edip, mevcut iktidar boşluğunu doldurmuşlardı. Oldukça maharetliydiler; 'Yedi düvel'in birleşipte yıkamadığı osmanlı imparatorluğunu, 'yedi düvel'e sırtını dayıyarak yıkmayı başarmışlardı. Üstelik bunu yaparkende son sultan olan akıl fukarası Vahdettin'i 'yedi düvel'in ajanı ilan edecek kadarda ileri gitmişlerdi
Her nekadar yeni bir devlet, yeni bir ordu kurduklarını iddia ediyorlardıysada bu pekte gerçeğe uygun değildi. Yani ’’ Tanrım beni baştan yarat’’ gibi bir durum sözkonusu değildi demek istiyorum. Osmanlı’nın kurduğu devlet, tüm kurum ve kuruluşlarıyla ayaktaydı. Ağır bir yenilgi almış olmasına rağmen, devasa osmanlı ordusu da hala duruyordu. Yapılan sadece bu kurum ve kuruluşlara yeni isimler bulmaktı. Zaten İttihatçılarda isim bulmakta bayağı uzmandılar. Nitekim osmanlı’nın kurumlarına yeni isimler takıyor hemen akabindede bu kurumların kendileri tarafından kurulduğunu ve daha da ileri giderek yine osmanlı'nın yüzyıllara yayılan zaman içinde işgal etmiş olduğu dağlara, vadilere, kasabalara, kentlere yeni isimler takıp böylece buraların kendileri tarafından kurtarıldıklarını iddia ediyorlardı.
Ancak adil olmak gerekiyordu. Bizzatihi İttihatçıların yarattıkları /kurdukları da vardı. Mesala, öteden beri İttihatçıların gönlünde eli yüzü düzgün bir ulus yaratmak vardı. Yani böyle hayalleri vardı. Üstelik, bu ulus devletin kimliğide ‘Türk’ olacaktı. Nihayetinde,tek ulus-tek dil-tek dinli bir toplumdu arzu ettikleri. Ancak ciddi bir sorun vardı, o da sınırları İngiliz ve Fransızlar tarafından çizilmiş ve ülke olarak adlandırılan bu toprak parçası üzerinde yaşayan birden fazla halk vardı. Birden fazla dil ve yine birden fazla dini inanış sözkonusuydu. 50’ ye yakın etnik kimlik arasında türkler,kürdler, rumlar, ermeniler, süryaniler ve araplar başlıcalarıydı. Sorun, bu elli etnik topluluğun yaşadığı toprak parçasından tek ulus, tek dil, ve tek dinli bir yapı nasıl yaratılacaktı? Böylesi bir durumda bir ulus yaratmanın zorlukları belliydi. Zaten ittihatçılar da bu zorlukların bilincindeydiler.
Bu bilinçle yola çıktılar ve ilk etapta ulusun omurgasını oluşturacak olan burjuva sınıfından işe başladılar. Açıktı ki, burjuva sınıfı olmayan bir ulus, ulus olamazdı. Ulus, kapitalist çağın bir fenomeniydi. Ulusun öncüsü olan, bujuva sınıfı kapitalist üretim tarzına tekabül ediyordu ki, bundan anlaşılması gereken bu üretim tarzının ortaya çıkarıp şekillendirdiği bir sınıftı.
Aslında, bu topraklarda osmanlı’dan kalma bir burjuva sınıfı vardı var olmasına ama bu sınıf ’’ gayri müslim’’ lerden oluşuyordu. osmanlı sultanı böyle istediğinden ötürü böyle olmamıştı. Süreç böyle gelişmişti. Kısacası bu sınıf ne tanrı ne de osmanlı’lar tarafından yaratılmıştı. Keyfiyet dışı bir durumdu. Kaldı ki, sınıfların oluşumu iradi bir sorun da değildi. Yukarıda belirttiğim gibi İttihatçılar, bir burjuva sınıfı istiyorlardı ancak bu sınıfın aidiyeti türk olacaktı. Neyse kendilerine uygun yöntemle işe koyuldular. Çareler tükenmiyordu. Mademki, o güne değin, para-meta- para süreci bir türk burjuvazisi yerine gayri müslim bir burjuva sınıfı oluşturmuşsa, bununda bir kolayı vardı; kaçırtma, göçertme, katletme ilişkisi üzerinden sıfırdan bir türk burjuvazisi yaratmak mümkündü. En azından ittihatçılar böyle düşünüyorlardı. Nitekim düşündükleri gibi de yaptılar.
Sermaye sahibi rum, yahudi, ve ermenileri öldürmek, göçertmek yoluyla, ayrıca ağır vergiler yardımıyla tasfiye edip, mal mülklerini müslümanlara devrettiler. Bu birinci aşamaydı. Önce, sermaye müslümanlara devredilecek daha sonrada bu müslümanlar türkleştirilecekti. Esasen bu topraklarda türkler de vardı. Bunlar devşirme olmayıp, orta asya kökenlilerdi. Kelimenin gerçek anlamında türk olup, orta anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor aynı zamanda merkezi otoritenin temsilcilerinin gözlerine görünmemeye dikkat ederek yaşamını sürdürüyorlardı. Büyük bir çoğunluğu müslümandı. İttihatçılar, katledilen, göçertilen gayri- müslimlerin mülklerini önce müslümanlara devredip sonra da bunları türkleştirmek gibi dolaylı yola başvurmak yerine doğrudan serveti türklere devrederek böylece tasarladıkları türk burjuvazisini de yaratabilirlerdi. Ancak, türk ulusu yaratma projesi peşinden giden ittihatçılar’ın büyük bir çoğunluğu türk olmayıp, osmanlı döneminden kalma devşirmelerdi, dolayısıyla kendilerini osmanlı aidiyeti olarak görüyorlardı. Osmanlı’nın tasviyesinden sonra kendilerini türk aidiyeti olarak tanımlamak zorunda kalmışlardı. Oldukça kibirli ve bir o kadar cahil, kaba ve gaddar olan ittihatçı tip, gerçek yaşamda gerçek Türk'e karşı tavrı oldukça aşağılayıcı idi. Orta anadoludaki bu türk tipi hiçte onların tasarladıkları ‘’bir türk bir dünyaya bedeldir ‘’ tipine uygun düşmüyordu. Bunlara göre, anadoludaki bu türk ‘’’ boyun eğici, türklük bilincinden uzak, ’’genleri koyun genlerine en yakın’’ olan ve aynı zamanda cahil ve ilkel bir tipti. Buradan da anlaşılıyordu ki, İttihatçıların yaratmak istedikleri türk ulus dünyasında bu türk tipine pek fazla yer yoktu(1). Onlar daha ziyade farklı etnisitelere mensup müslüman topluluklarından bir sermaye sınıfı yaratmayı hedefliyorlardı. Bu sınıf daha sonra tam da ittihatçıların tasarladıkları türk tipine daha kolay ve ugyun bir şekilde devşrilecekti ki nitekim bunda başarılı olmaları yanılmadıklarını gösteriyordu.
Ancak, henüz sıcağı sıcağına yaratılmış olan bu sınıfın varlığını süreklileştirme gibi bir sorunu vardı. Gayri müslimlerin fabrikalarına, atölyelerine ve diğer ticari kurumlarına bir gecede sahip olan yakın zaman gaspcılarından oluşan yeni burjuvazimiz, ticari kültürden yoksundu. Hem sermayesini korumak hemde sermaye birikimini sürekli hale getirecek olan para-meta-para ilişkisi üzerinden artı-değer sağlamak onun hem anlamadığı hemde ona oldukça zahmetli ve uzun bir yol olarak görünüyordu. O, servete gasp yoluyla sahip olduğundan, gaspı süreklileştirerek burjuvalığını sürdürmek istiyordu Ki, bu da pek mümkün görünmüyordu. Artık öldürülecek yada göçertilecek bir burjuva rum, ermeni yada yahudi hemen hemen kalmamıştı. Kaldıki, İttihatçılar daha ne yapabilirdi ki, bir soykırım, onlarca kez rum katliamı ve ek olarakta varlık vergisi yardımıyla olan biteni gayri müslimlerden almıştı. Artık nadide türk burjuvazisinin kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Herneyse, İttihatçılar bir kez daha kollarını sıvadılar kıyıda köşede kalmış gayri müslümlere son bir kez daha yöneldiler ; 1955’te bir yağmalama, 1964’te ise bir göçertme operasyonu daha gerçekleştirip bir kez daha yeni türk burjuvazisine destek oldular. Lakin bu yeni burjuvalar yıllar geçmesine rağmen işin kurallarını öğreneceklerine yeni gaspların peşindeydiler. Gasp edilecek rum, ermeni malı hiç, ama hiç kalmayınca onlarda kurdukları naylon bankalar yoluyla merkez bankasının kasalarını hortumlamaya, diğer taraftandan da hazine arazilerini binbir çeşit yöntemle gasp etmeye başlayınca, İttihatçılar da çaresizlik içinde, biraz akıllanırlar umuduyla bunların birçoğunu kulağında tutup mahpushanelere atmak zorunda kaldı.
Herşeye rağmen iyi yada kötü bir burjuvazi sonunda ortaya çıkmıştı. Gerçi sınıf karakterine uygun reflekslerden yoksundular ama bu ittihatçılar için pek te önemli değildi. Olsa olsa meselenin bu yanı toplum teorisyenlerini ilgilendiriyordu ki, onlarda zaten sınıf teorileri ışığında türk burjuvazini analiz ettiklerinde işin içinden çıkamadıklarından saçını başını yoluyorlardı. Çiçeği burnunda ki burjuva sınıfını ne burjuva ne de marksist sınıf teorileri ışığında çözümlemek mümkün görünmüyordu. Evet, bir burjuva sınıf vardı ancak sınıfa ait olması gereken burjuva kültürü yoktu ve ne hikmetse bu kültür bir türlü oluşmuyordu. Evet, bir burjuva sınıfı vardı ama refleksleri farklıydı. Refleksleri, burjuva reflekslerinden ziyade herhangi bir gaspçının reflekslerini anımsatıyordu. Davranış biçimleri bir burjuvadan ziyade sokak kabadayısının davranış biçimlerine yakındı.
Toplum bilimcilerin, bütün bu gariplikleri çözebilmeleri için işin tarihsel boyutunu dikkate olmaları yani bu hilkat garibesi sınıfın ‘’kendine özgü’’ oluşum tarihçesi ile ilişki içinde bir analiz süreci geliştirmeleri gerekiyordu ki bunu da onlar akıl edemiyorlardı. Gerçi, ittihatçılar aydınların analizinde zorluk çekemiyecekleri tarzda bir bir burjuva sınıfı yaratmak gibi bir sorunları yoktu. Ancak siz tarihin cilvesine bakın ki, on yıllar sonra Vecdi Gönül isminde ittihatçı bir zat milli savunma bakanı olup, bir on kasım günü Bruksel’de Mustafa Kemal'in ölüm yıldonümü nedeniyle düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmayla toplum bilimcilerimizin kafasını aydınlatıp böylece onları bir yöntem krizinden kurtarmış olacaktı üstelik farkında olmadan.
Vecdi Gönül’ün ilgili konuşmasını buraya aktararak yazıyı noktalıyalım:
Bakan Gönül: Türkiye'nin ulus-devlet olmasında mübadelenin önemi büyük
AA
11.11.2008
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, "Eğer Ege'de Rumlar, Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi" diye sordu..
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türkiye'nin ulus-devlet özelliğine kavuşmasında mübadelenin çok büyük önem taşıdığını vurguladı. AB Savunma Bakanları Troykası toplantısı için Brüksel'e gelen Gönül, Türk Büyükelçiliği'nde düzenlenen Atatürk'ü anma töreninde yaptığı konuşmada, Türkiye'de Batıyı anlama ve reform çabalarının Osmanlı döneminde de görüldüğünü, fakat bunların Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar "ülkeyi kurtarmaya" yetmediğini söyledi. Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk'ün "bugün fazla hatırlanmayan, ama önemli" bir diğer adımın Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, şunları kaydetti: "Bugün eğer Ege'de Rumlar devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba (Türkiye) aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır." Gönül, İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odası'nın kurucuları arasında "bir tek Müslüman'ın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu" gördüğünü anlattı.
MİLLİ EKONOMİ POLİTİKASI
Bakan Gönül, Cumhuriyet öncesinde de Ankara'nın "Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluştuğunu" hatırlattı. Gönül, Atatürk'ün Cumhuriyet'in kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konunun da milli ekonomi politikası olduğunu ifade etti.
Yayın tarihi: 11 Kasım 2008, Salı
Web adresi: http://www.sabah.com.tr/2008/11/11//haber,0C4A8F89C7A1486B9B488CCE8D196B5F.html
.............................................................................................................
Dipnotlar:
(1)Burada dikkate değer olan nokta şuydu ki, bu orijin Türkler, bir gün bile ittihatçılara ''efendiler! bize rağmen bizim adımıza hareket etme yetkisini nereden aldınız?'' sorusunu sormamış olmalarıdır. Ekseriyetle devşirmelerden oluşan ittihatçılar ile Türkler arasındaki ilişkilerin gelişim seyrinin esasen ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekir. Bu ilişkinin bir hayli sorunlu bir ilişki olduğunu tahmin etmek pek güç olmasa gerek.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder