29 Aralık 2008 Pazartesi
GAZZE TOPLU KATLİAMININ NİTELİĞİ BU KEZ FARKLI
İbrahim Çenet
Ne demek bu başlık ? İsrail çoğu zaman böyle şeyler yapmıyormu bölgede. Yapıyor hem de çok. İsrailin saldırılarında şimdilik Filistin Gazze de 500 varan ölüler, 2000 varan yaralılar. Şu an nereye varacağını bilmiyoruz.
Batı ittifakının İsrail adı altında yaptığı bu toplu halk imhası anlamlı. Toplu halk imhası ortada. Batı ittifakı ne demek oluyor. İsrailin ABD ile birlikte iç içe geçmişliği bilinen. Görünüşte ne olursa olsun gerçekte Batı hep İsrailin yanında oldu ve devam ediyor. O halde bu saldırı İsrail + ABD + Avrupa Birliği + Bölge gerici sistemleri patentlidir.
Dünya Global gericiliği kendi yapısına özgü ve ona layık krizi yaşıyor. Bu kriz geçici – meçici değil. Çünkü ekonomik kriz diye geçiştirilen olay aslinda serbest piyasa ekonomisinin azginlaşip küreselleşmesi ve sonunda çöküşüdür. makinalaşmanin işsiz biraktiği insanlarin alim gücü kalmadi. depolar mal dolu ama kim nasil alsinki? Marksist bilim bal gibi işliyor. Bu global krizin geçici olmayıp kalıcı olduğunu , dünya gericiliğinin danışmanları, sözüm ona bilimcileri biliyor ve açıkça söylüyor, ancak hala solda bunu göremeyip, acep bu ne ola diyenler var. Burada da Leninist bilim bal gibi gerekli oluyor.
Üçüncü dünya savaşı bal gibi sona yaklaşıyor.
1992 den beri özelliklede 2001 den beri şiddetli bir dünya savaşı var. Bu savaşların biçimi, şekli, şiddeti zaman ve mekana göre değişiklikler gösterir, gösteriyorda. Görüyorsunuz; soğuk, az sıcak, çok sıcak, her türlü acaip savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Sadece Afganistan, Irak , Gürcistan vb. ile sınırlamayalım bu savaşı. Renkli devrimler, Suikastlar, darbeler, sürekli havada gezen işkence uçakları gördüğümüz, göremediğimiz, bildiklerimiz, bilmediğimiz çok şey bunun kanıtı. Kukla hükümetler, İncirlik üssünde ki 94 tane atom başlıklı bomba vb. küçüklü büyüklü olgular neyin nesi. ( once ki bir makalemizden aynen aldık )
Emperyalizm ( şimdi ki adı globalizm ) bal gibi 4. bunalım dönemini yaşıyor. Bu globalizmin ( küresel darbenin ) dördüncü bunalım dönemi her gün daha da derinleşecek ve zıttına dönüşecek. Bu anda da Mahir Çayanın teori ve pratikleri her gün dahada gerçekliğe çıkıyor.
Bu küresel kriz, üçüncü dünya savaşının sona ermekte olduğu, emperyalizmin ( globalizmin ) dördüncü bunalım dönemine tümden girdiği bu dönemde ; halkların savaşı çok ve gereken yerde çok şiddetli olmayabilyor. Ancak emperyalizm savaşı çok yere yaydığından nereye saldıracağını bilemez oldu, şaşırdı, çılgına döndü. Yer yüzünde tümden bakıldığında yer yer gereken savaşların yapıldığının yanında , sanki Mahatma Gandi türü passif bir savaşta egemen. Ancak Marksist – Leninist bilime ve Mahir Çayan tipi değerlendirmelere uygun olarak kültürelden, ideolojike, kitleselden gerilla savaşına kadar her türlü savaş geçerlidir.
Emperyalizmin bir soy ağacı gibi çatısı vardı: ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya; kanatlarda da Avrupa, Japonya vb. Ayrıca dünya finans sistemine yön veren harç tutkalları var, İsrail vb. Bu sonuncusunun işlevi çok ilginç. Globalizmin önemli saldırılarında gerek doğrudan gerek teorik planlamasıyla İsraili önde görüyoruz. İsrail adı altında ki bu saldırı gücü özelliklede Ortadoğuda Büyük Ortadoğu denen yerde her yerde görülüyor.
Başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletleri ve sistemleri ( eğer Rusyada buna özendiği kadar onuda etkiliyen ) bir kalıcı kriz yürüyor. Emperyalizm yeryüzünün bir çok yerinden kısmen çekildi . Orta ve Güney Amerika ülkelerinden ve diğer bir çok yerde darbe üstüne darbe alıyor. Halkların ortasında ki İsrailin saldırgan durumu belli.
Emperyalizmin en saldırdığı bölgelerin başında Orta Doğu geliyor. İşin güzelide Emperyalistler bu bölgede şiddetle yeniliyor ve zayıflıyorlar. Bu doğrumu ? Doğru. Kendileri söylüyor. Afganistan büyük yenilgisi, Irak büyük yenilgisi, Pakistandan uşakları Pervez Müşerrefin acıklı düşüşü. İran ve Suriyenin onurlu duruşu vb. Orta Doğuda üç ülke; Ürdün, İsrail ve ne yazık ki benim sevgili ülkem Türkiye Emperyalizmin uşaklığını yapmakta. Gazze halk katliamını yapan yüzlerce uçak konyada ğitim uçuşları yapıyor.
Bu durumda Global emperyalizmin hem teorisyeni hem pratisyeni İsrail bu acizlik karşısında saldırıyor. Öteden beri saldırıyor. Ancak bu günkü özel koşullarda İsrailin özel olarak Gazze denen bir avuç kendi içinde ki yere çeyrek atom bombasına denk bomba ve zehir yağdırması 500 e yakın insanın ölümü, 2000 yakın yaralı ve yıkımlar , bu toplu halk katliamını farklı kılıyor. İsrailin once ki katliamları Filistinlilere göz dağı idi. Bu kez bu elektronik posta nın anlamı şudur: İsrail diyor ki : Bakmayın siz dünya ekonomik, politik, kültürel ve ahlak krizine biz ayaktayız. Bu posta aynı zamanda İrana dır. Bu posta aynı zamanda İsrailin komşularınadır. İsrailin bu mesajı aynı zamanda ABD ve Avrupayadır. Nasıl ? Bak Amerika sen ortadoğuda yenildin ve hatta kaçma belirtileri yapıyorsun bak ben nasıl vuruyorum sende kaçma vur diyor. İşte bunların hepsi mesaj.
---- Zayıflamış bir ABD zayıflamış bir AB ve zayıflamış bir yer yüzü Yahudi sermayesi İsraili sürekli ayakta tutmaya yetermi sanıyor.
Sanmasada İsrail yapılacağın en iyisini yapıyor. Yani bir halkı toplu imhadan geçiriyor. Tıpkı kendilerini toplu imhadan geçiren Avrupanın lokomatifi Almanyanın kendilerini toplu imhadan geçirdiği gibi. Peki Bu koşullarda İsrailin sonu nereye varacak : Kendilerini toplu imhadan geçiren Hitlerin beynine kurşunu sıktığı gibi bir şeyler yapacak.
Sonuç olarak ; bu kez İsrailin toplu halk imhası niteliği farklıdır. Tüm yeryüzü kapitalist sistemi ni vuran büyük krizin içinde , 3. dünya savaşının bittiği bu günlerde , emperyalizmin 4. bnunalım durumuna girdiği bu günlerde , taktik ve göz dağı bitiş saldırıları ne yazık ki yer yüzünün kimi yerlerinde devam edecektir. İsrailin bu katliamıda bunlardan birisidir.
Halklara önemli bir görev düşüyor bu zaman da . Marksist bilimin ışığında , Leninin yol göstericiliğinde , basitinden en gelişkinine kadar halk ve emek direnişini örgütlemek onur ve varoluş sorunumuzdur. Ülkemizde de Mahir Çayanın makaleleri ve ciltler dolusu kitapları bize yol göstermelidir.
Emperyalistlerin bu taktik saldırıları insanlığın canını acıtıyor.
Yer yüzü insanlığı da çok önemli tarihi bir süreçten geçiyor. Bu süreci iyi değerlendirmeliyiz. Halkların kardeşliği onurumuzdur. Bu savaşı insanlık kazanacak .
Ne demek bu başlık ? İsrail çoğu zaman böyle şeyler yapmıyormu bölgede. Yapıyor hem de çok. İsrailin saldırılarında şimdilik Filistin Gazze de 500 varan ölüler, 2000 varan yaralılar. Şu an nereye varacağını bilmiyoruz.
Batı ittifakının İsrail adı altında yaptığı bu toplu halk imhası anlamlı. Toplu halk imhası ortada. Batı ittifakı ne demek oluyor. İsrailin ABD ile birlikte iç içe geçmişliği bilinen. Görünüşte ne olursa olsun gerçekte Batı hep İsrailin yanında oldu ve devam ediyor. O halde bu saldırı İsrail + ABD + Avrupa Birliği + Bölge gerici sistemleri patentlidir.
Dünya Global gericiliği kendi yapısına özgü ve ona layık krizi yaşıyor. Bu kriz geçici – meçici değil. Çünkü ekonomik kriz diye geçiştirilen olay aslinda serbest piyasa ekonomisinin azginlaşip küreselleşmesi ve sonunda çöküşüdür. makinalaşmanin işsiz biraktiği insanlarin alim gücü kalmadi. depolar mal dolu ama kim nasil alsinki? Marksist bilim bal gibi işliyor. Bu global krizin geçici olmayıp kalıcı olduğunu , dünya gericiliğinin danışmanları, sözüm ona bilimcileri biliyor ve açıkça söylüyor, ancak hala solda bunu göremeyip, acep bu ne ola diyenler var. Burada da Leninist bilim bal gibi gerekli oluyor.
Üçüncü dünya savaşı bal gibi sona yaklaşıyor.
1992 den beri özelliklede 2001 den beri şiddetli bir dünya savaşı var. Bu savaşların biçimi, şekli, şiddeti zaman ve mekana göre değişiklikler gösterir, gösteriyorda. Görüyorsunuz; soğuk, az sıcak, çok sıcak, her türlü acaip savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Sadece Afganistan, Irak , Gürcistan vb. ile sınırlamayalım bu savaşı. Renkli devrimler, Suikastlar, darbeler, sürekli havada gezen işkence uçakları gördüğümüz, göremediğimiz, bildiklerimiz, bilmediğimiz çok şey bunun kanıtı. Kukla hükümetler, İncirlik üssünde ki 94 tane atom başlıklı bomba vb. küçüklü büyüklü olgular neyin nesi. ( once ki bir makalemizden aynen aldık )
Emperyalizm ( şimdi ki adı globalizm ) bal gibi 4. bunalım dönemini yaşıyor. Bu globalizmin ( küresel darbenin ) dördüncü bunalım dönemi her gün daha da derinleşecek ve zıttına dönüşecek. Bu anda da Mahir Çayanın teori ve pratikleri her gün dahada gerçekliğe çıkıyor.
Bu küresel kriz, üçüncü dünya savaşının sona ermekte olduğu, emperyalizmin ( globalizmin ) dördüncü bunalım dönemine tümden girdiği bu dönemde ; halkların savaşı çok ve gereken yerde çok şiddetli olmayabilyor. Ancak emperyalizm savaşı çok yere yaydığından nereye saldıracağını bilemez oldu, şaşırdı, çılgına döndü. Yer yüzünde tümden bakıldığında yer yer gereken savaşların yapıldığının yanında , sanki Mahatma Gandi türü passif bir savaşta egemen. Ancak Marksist – Leninist bilime ve Mahir Çayan tipi değerlendirmelere uygun olarak kültürelden, ideolojike, kitleselden gerilla savaşına kadar her türlü savaş geçerlidir.
Emperyalizmin bir soy ağacı gibi çatısı vardı: ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya; kanatlarda da Avrupa, Japonya vb. Ayrıca dünya finans sistemine yön veren harç tutkalları var, İsrail vb. Bu sonuncusunun işlevi çok ilginç. Globalizmin önemli saldırılarında gerek doğrudan gerek teorik planlamasıyla İsraili önde görüyoruz. İsrail adı altında ki bu saldırı gücü özelliklede Ortadoğuda Büyük Ortadoğu denen yerde her yerde görülüyor.
Başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletleri ve sistemleri ( eğer Rusyada buna özendiği kadar onuda etkiliyen ) bir kalıcı kriz yürüyor. Emperyalizm yeryüzünün bir çok yerinden kısmen çekildi . Orta ve Güney Amerika ülkelerinden ve diğer bir çok yerde darbe üstüne darbe alıyor. Halkların ortasında ki İsrailin saldırgan durumu belli.
Emperyalizmin en saldırdığı bölgelerin başında Orta Doğu geliyor. İşin güzelide Emperyalistler bu bölgede şiddetle yeniliyor ve zayıflıyorlar. Bu doğrumu ? Doğru. Kendileri söylüyor. Afganistan büyük yenilgisi, Irak büyük yenilgisi, Pakistandan uşakları Pervez Müşerrefin acıklı düşüşü. İran ve Suriyenin onurlu duruşu vb. Orta Doğuda üç ülke; Ürdün, İsrail ve ne yazık ki benim sevgili ülkem Türkiye Emperyalizmin uşaklığını yapmakta. Gazze halk katliamını yapan yüzlerce uçak konyada ğitim uçuşları yapıyor.
Bu durumda Global emperyalizmin hem teorisyeni hem pratisyeni İsrail bu acizlik karşısında saldırıyor. Öteden beri saldırıyor. Ancak bu günkü özel koşullarda İsrailin özel olarak Gazze denen bir avuç kendi içinde ki yere çeyrek atom bombasına denk bomba ve zehir yağdırması 500 e yakın insanın ölümü, 2000 yakın yaralı ve yıkımlar , bu toplu halk katliamını farklı kılıyor. İsrailin once ki katliamları Filistinlilere göz dağı idi. Bu kez bu elektronik posta nın anlamı şudur: İsrail diyor ki : Bakmayın siz dünya ekonomik, politik, kültürel ve ahlak krizine biz ayaktayız. Bu posta aynı zamanda İrana dır. Bu posta aynı zamanda İsrailin komşularınadır. İsrailin bu mesajı aynı zamanda ABD ve Avrupayadır. Nasıl ? Bak Amerika sen ortadoğuda yenildin ve hatta kaçma belirtileri yapıyorsun bak ben nasıl vuruyorum sende kaçma vur diyor. İşte bunların hepsi mesaj.
---- Zayıflamış bir ABD zayıflamış bir AB ve zayıflamış bir yer yüzü Yahudi sermayesi İsraili sürekli ayakta tutmaya yetermi sanıyor.
Sanmasada İsrail yapılacağın en iyisini yapıyor. Yani bir halkı toplu imhadan geçiriyor. Tıpkı kendilerini toplu imhadan geçiren Avrupanın lokomatifi Almanyanın kendilerini toplu imhadan geçirdiği gibi. Peki Bu koşullarda İsrailin sonu nereye varacak : Kendilerini toplu imhadan geçiren Hitlerin beynine kurşunu sıktığı gibi bir şeyler yapacak.
Sonuç olarak ; bu kez İsrailin toplu halk imhası niteliği farklıdır. Tüm yeryüzü kapitalist sistemi ni vuran büyük krizin içinde , 3. dünya savaşının bittiği bu günlerde , emperyalizmin 4. bnunalım durumuna girdiği bu günlerde , taktik ve göz dağı bitiş saldırıları ne yazık ki yer yüzünün kimi yerlerinde devam edecektir. İsrailin bu katliamıda bunlardan birisidir.
Halklara önemli bir görev düşüyor bu zaman da . Marksist bilimin ışığında , Leninin yol göstericiliğinde , basitinden en gelişkinine kadar halk ve emek direnişini örgütlemek onur ve varoluş sorunumuzdur. Ülkemizde de Mahir Çayanın makaleleri ve ciltler dolusu kitapları bize yol göstermelidir.
Emperyalistlerin bu taktik saldırıları insanlığın canını acıtıyor.
Yer yüzü insanlığı da çok önemli tarihi bir süreçten geçiyor. Bu süreci iyi değerlendirmeliyiz. Halkların kardeşliği onurumuzdur. Bu savaşı insanlık kazanacak .
28 Aralık 2008 Pazar
Gazze Kıyımı ve Orta-doğuda geleneksel saflaşma
Mihrac Ural
Mihrac Ural
28 Aralık 2008
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğin talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak zaman zaman destekçi olarak önde yada geride olmuştur; ama bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazzeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü, kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı bir mücadelesinin olması gerek. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt Arap Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmakla yükümlüdür.
Dünüyle bugünüyle Ortadoğu aynı saflaşmanın mücadelesine tanık oluyor; bir yanda ABD İsrail ve Arap gericiliği diğer yanda halkın direnen güçleri.
24-30 Kasım 2008’de Antakya’da Şehitler haftası kutlandı. Kutlamalara hazırlanırken birilerine işaret geldi ve şehit yoldaşlarımızın şahadeti tartışmaya sürülmek istendi. Bunu yapmak isteyen aptallar, Ortadoğu bölgesinin özgünlükleri hakkında cahildiler. Basit bir bölge gerçeğini sıradan bir bölge insanın bile bildiği gerçeği görmezden gelen davranışlar sergiliyorlardı. Ama gerçek bu türlerin bilgisine ihtiyaç duymayacak kadar açık ve her olayda kendini belirgin ediyordu.
Bilinmesi gereken ve bugün Gazze’de bir kez daha açıkça ortaya çıkan gerçek, bu bölgede cereyan eden her çatışmanın, her savaşın her sosyal, siyasal olayın içinde yer alan birbirine karşıt iki saf vardı. Bu saflaşmanın her bir tarafında oluşan tüm biçimsel farklılıklara, isim değişikliklerine önde ya da geride olmaya bakmaksızın nitelik olarak birbiriyle uzlaşmayan iki farklı saf vardı. Bunu bilmek istemeyenler, halkın çıkarlarını savunmada aradıkları gerekçeler gerçekte bu mücadeleden kaçış gerekçeleri olarak belirmiştir. Bu durum Arap saflaşmasında da önemli bir unsurdur. Önce, İsrail’in önde olduğu savaşlarda direnmeyi tercih edenler İsrail’in geride kalıp gericiliği saldığı bir savaşta tarafsızlıklarını ilan edip; haklı güçleri, halkı yalnız bıraktılar. Son Lübnan savaşı bunu çok çarpıcı bir biçimde ele verdi. Aynı şey on yıllar önce Trablus savaşlarında oldu; yoldaşlarımızın şehit olduğu çatışmalarda, gericiliğe karşı bir savaş vardı, bu savaşta önde olanlar kim olursa olsun arkalarında bir bütün olarak Arap gericiliği, İsrail siyonizmi ve ABD bulunuyordu. Bu gün Gazze’de, İsrail’in önde olduğu, Arap gericiliğinin de tam destekle yürütülen savaşta halka ölüm yağdırmaları gibi. Bu saflar hep öyle kaldı öyle devam etmektedir.
Bu gerçekleri algılayamayanlar doğal olarak hiçbir mücadelenin içinde olmayacaktır. Her mücadeleye bir bahane bulup halkın haklarına gerekli desteği vermeyeceklerdir. Dün olan bu günde olmaktadır. Çünkü saflar aynı saflar, davranışlar da algılarda aynıdır.
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğini talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak, zaman zaman destekçi olarak önde ya da geride olmuştur. Ama, bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Bu satırlar kaleme alınırken Gazze’de şehit sayısı 300’ü geçmişti. 28 aralık 2008, saat 20.00 itibariyle yaralı sayısı da 1000’i aşmıştı. Bu savaşta, İsrail savaş uçakları Gazze’nin her santimetre karesine ölüm bombaları yağdırıyordu. Bu kirli ve haksız savaş dünyanın her yerinden inanılmaz tepkileri aldı. Ancak Arap gericiliği bilinen tutumuyla kendini bir kez daha ortaya koydu. Bu savaşta temel saflar artık tüm ihtiyatlarıyla sürmekteydi. Arap gericiliği açık ve gizli İsrail’le birlikte olmuştu. Gazze’de direnen halka aynı gerici güçler, her biri kendi rolünü oynayarak saldırıyordu. Bunlar arasında Mısır, Suudi Arabistan kadar El Fetih’in İsrail işbirlikçisi kimi liderleri yer alıyordu.
Gazze’ye saldırı arifesinde bölgede hızlanan lider ziyaretleri bunun bir işareti gibiydi. İsrail dışişleri bakanı Tzipi Livni’nin Mısır ziyareti (26 Aralık) ve yaptığı açık tehditler, Filistin özerk yönetimi başkanı Mahmut Abbas’ın, Gazze’de halkı katledilirken hiçbir şey olmamış gibi Suudi Arabistan ziyaretini gerçekleştirmesi tesadüf değildi.
Arap zirvesi için yapılan acil toplanma çağrısına Mısır yönetiminin gösterdiği tavır ise inanılmaz bir pişkinlik ve teslimiyet olarak belirmişti. Zirveyi aceleye getirilmiş bir çaba olarak yorumlayan Dışişleri Bakanı Ebul Ğays, Mısır’ın katılma eğiliminde olmadığını dile getiriyordu. Bir gün önce İsrail yetkilileriyle nelerin konuşulduğunu buradan anlamak güç değildi. Gazze’nin direnen halkı ve örgütleri ezilene kadar İsrail’e destek olunacaktı. Bu bir karardı ve arkasında Suudi Arabistan ve ABD bulunuyordu. Saflar, yine aynı güçlerden oluşmuş halklar ölümle karşı karşıya kalmıştı. Bu tabloyu Lübnan’a karşı İsrail’in açtığı 12 Temmuz 2006 savaşında da aynıyla görmüştük.
Bunu İsrail’in Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi “Ilımlı Arap ülkelerinin isteğini de göz önüne alarak Gazze’yi, HAMAS’ı vuruyoruz” diyerek, herkesin bildiği gerçeği resmi ağızdan açıkça söylemiştir.
Arap gericiliği bu kıyımın mimarlarındandır. İsrail’e yeşil ışık bu kesimlerden gelmiştir. İsrail bu fırsatı gözlüyordu, temkinliydi de. Ağır bir yenilgiden çıkmış ruhu çökmüştü. Siyasal kaosları artmış toplumun birliği sarsılmıştı. Bunu onarmanın fırsatını kolluyordu ve Lübnan yenilgisini bir biçimde onarma çabası vermekteydi. Zayıf halka Gazze’ydi. Burada alınacak bir askeri başarı yenilmezliğiyle ünlü İsrail ordusuna yeni bir kan taşıyacaktı. Arap gericiliği de direnme hattının başarısını ezmek istiyordu. Gerici safın tüm tarafları için “bu savaş bir biçimde yapılmalıydı”. İsrail tetikçilik yapacaktı.
Suudi Arabistan kralı Abdullah bin Abdulaziz el Suud, veliahdı Sultan bin Abdulaziz el Suud ve karanlık işleriyle bölgemizin her kanlı olayında parmağı olan Prens Bender bin Sultan HAMAS’ın etkinliğinin kırılması için ellerindeki tüm olanakları seferber etmekteydi. Bunun için Mısır ve Ürdün’ün yürüttüğü Şii tehlikesi de önemli bir gerekçe olarak ortaya sürülmüştü. Sünni çoğunluğun etkilenmesi ve Filistin saflarının bölünüp zaafa uğratılması için HAMAS’ın İran ilişkisine sık sık vurgular yapılmaktaydı. Buna “Şii atom bombası tehlikesi” adı altında Pers yayılmacılığı heyulası da üretilmişti. İran’ın bölgede bir süper güç olarak belirmesinin önü kesilmeliydi. Bir taşla birkaç kuş vurmanın yolu, Gazze’deki direniş güçlerinin etkinliğin kırmaktan geçiyordu. Mısır ve diğer Arap gericiliği bunun üzerinde yıllardır çalışmaktaydı da. Gazze’nin 17 aydır kuşatma altında açlık ve karanlıkla boğuşmasından sonuç çıkmayınca, basit savunma silahı olan kısa menzilli el yapımı füzeler yeterli gerekçe olarak öne sürüldü. Savaş böylece komik bir nedenle başlatılmış oldu. Bu Irak’ın işgaline neden olarak gösterilen tarihin en büyük yalanına, “Saddam Irak’ının, her an nükleer ve kimyasal başlıklı silahlarla Avrupa’yı bile vurma kudreti”ne benzer bir gerekçeydi. Irakta hiçbir şeyin bulunamaması ise gecikmiş bir gerçek olarak ortada kalacaktı.
Gazze böylesi bir ortamda direnecekti. Dayandığı yegane kudret direnme hattının artık engellenemez yükselişiydi. Filistin halkının yaşamı zaten bir direnme tarihiydi. Ancak Oslo ilkeler Anlaşması’ndan itibaren (13 Eylül 1993) dengelerin “ılımlılar”ın göreli atılımı, Filistin direnme tarihini sarsan bir yönelim aldı. Liberalizmin de dünya ölçeğinde yükseldiği kesit yaşanıyordu. Silahlara paydos deniliyordu. Artık anlaşmalar, görüşmeler ve barış masalarının hükmü geçiyordu. 10 yıl öylece tüketildi. Öncesi de Madrid Barış Konferansı’nda (1991) başlayan görüşmeleri eklediğimizde uzun bir dönem barış görüşmelerinin beyhude bekleyişiyle tüketilmişti. Irak’a açılan haksız ve zalim savaş ve ardından ABD’nin geliştirdiği Büyük Ortadoğu projesi’yle (BOP) bölgeye demokrasinin yayılacağı sahtekarlığı, direnme hattını kısırlaştırmış sonun başlangıcına gelindiği imajı yaratılmıştı. Ancak gerçek kısa sürede açığa çıktı. Yıkım ve ölümden doğal servetlerin talanından başka bir şey olmayan bu söylemler bir anda yerle bir oldu. Lübnan direndi. Akdeniz’den Kafkaslara açılmak istenen ve amacı enerji kaynaklarını sağlama bağlamak üzere kurgulanan güvenlik hattı kırıldı.
12 Temmuz 2006 savaşı başladığında sonuçtan emin olan ABD, bölgeyi yeniden şekillendirecek atılımın atıldığını açıklıyordu. İsrail’e iş düşmüştü; sonuçta askeri bir zafer kazanılacak ve kapılar ardına kadar açılacaktı. Ama olmadı. İsrail yenildi, hezimete uğradı, sarsıldı. Bununla birlikte Oslo da başlayan teslimiyet çağı da sona erdi.
Barış görüşmelerinin bir aldatmaca ve oyalamaca olduğu tüm çirkinliğiyle belirginleşmişti. Tüm tavizlere karşın Araplar hiçbir sonuç alamamıştı. Barış görüşmeleri İsrail’in bölgede daha çok toprak gaspı ve yeni yerleşim birimlerini kurmakla, insanlık tarihinin en utanç verici ırkçı duvarını örmekten başka bir şey getirmedi. Bu duvar ki, vatanı vatandaşına karşı bir Çin Seddi haline getiriyordu. İsrail’in tek ırkın devleti olması için girişilen bu türden çabalar artık anlaşmalarla hiçbir yere varılamayacağını gösteriyordu. BM kararları ise bir aldatmacaydı. İsrail, ABD desteğiyle Gerici Arap yönetimlerinin göz yummasıyla çöpe atılıp duruyordu. Bölge halkını koruyacak güç kalmamıştı. Direnme bu bataklığa karşı bu toprakların evlatlarının eliyle gelişti.
Yaser Arafat bunun çıkmaz yol olduğunu bilmesine karşın, çevresinin baskıları altında bu yoldan da kazanılabilecekleri elde etme siyaseti gütmüştü. Ancak bu yolun tıkandığı an I. Ve II. İntifadaları yükseltmekten çekinmemiş, ciddi askeri eylemlere de icazet vererek ihtiyatı elden bırakmamıştı. Arafat katledildi. Bir engel olarak görüldü ve katledildi. ( I. İntifada 8 Aralık 1987 - Eylül 1993. II. İntifada Eylül 2000 – Şubat 2005)
Arafat’ı katleden İsrail ve çevresindeki El Fetih’in İsrail işbirlikçileri, teslimiyetçilerdi. Arafat’ın hala açıklanmayan ölüm nedeni, bu gerici safın kendi arasında bir şifre gibiydi. Bu ekip, Filistin halkının seçimle tercih ettiği yeni yönetimi de hazmetmemişti. Direnme adına hiçbir şey istenmiyordu. Halkın seçtiği hükümetin düşürülmesi bu süreçlerin ardından gelmişti. Mahmut Abbas başkanlık yetkisine dayanarak İsmail Heniye (HAMAS) hükümetini azil etmekte gecikmedi. Oysa Mekke ittifakını (8 Şubat 2007), Kahire ittifakını ve Şam uyumlaşmasını çiğneyenler de aynı ekipti. Bunların başında Mahmut Abbas, Muhammed Dahlan gibi sicilli İsrail işbirlikçileri bulunuyordu. Gazze’de Filistin istihbarat merkezi HAMAS tarafından ele geçirilince ortaya çıkan belgeler, bu çirkin gericilerin hangi komplolar içinde olduklarını belgeleriyle kanıtlarıyla ortaya seriyordu. İşte bu gerici ekipler, Lübnan’dan bu güne, Gazze’nin katledilmesine kadar uzanan süreçte hep İsrail ABD ve Arap gericiliğiyle birlikte yürüyenler olmuştu.
Bu ekibin başı Mahmut Abbas’ın 27 Aralık 2008 Gazze’ye saldırılar başladığı an Suudi Arabistan’da, bir gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Mısır’da olması bu anlamıyla hiçte tesadüfü değildi. Bu bir işaretti, bir hazırlığın son demiydi. Kanlı kıyım böylece Arap gericiliğinin icazetiyle başlamış oldu.
Ba satırlar yazılırken, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrullah’ın TV konuşması naklen yayına başlamıştı. Makalemizin konusuyla aynı yönde yorumlar yapmaktaydı. “Filistin örgütlerinin birbirine düşmelerinin nedeni de Arap gericiliği olduğu” verileriyle tek tek sıralanıyordu. Bu lider ki, İsrail’e diz çökerten bir lider olarak, bölgemizin halk direnişinde en önde savaşan ve sözü düşmanları tarafından bile en güvenilir sayılan bir liderdir. İsrail’e karşı savaş kazanmış, halkıyla derin bağlarla bağlı olan ve direniş yolunu yükselten Hizbullah ve lideri, Arap gericiliğinin, Arap halkı saflarında açtığı derin yarıkların artık sona ermesi için, halkın etkin girişimiyle sokaklara dökülerek yönetimlerine karşı ciddi bir baskı oluşturması gerektiğine işaret ediyordu. Bu çağrı yarından itibaren tüm Arap ülkelerinde yankılanacağı da tahmin edilmektedir.
Bunu gerçekleri bilmek bu gün Orta-doğunun tüm devrimcileri açısından olduğu kadar özelde Türkiyeli devrimciler açısından da büyük önem arz etmektedir. Bunun için bölgemiz saflaşmasında tarafsız olunmayacağı gerçeğinin bilince çıkartılması ve bölge halklarıyla saflarımızın sıklaştırılması gereği belirmektedir. Bu konuda devrimci hareketlerin kitlelerin arkasından nal toplamaya devam etmesinin handikapları, solun milliyetçi, ulusalcı bataklıkta çırpınmasının önemli bir payı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı açık ve net mücadele etmelidir. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt, Arap, Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmayla yükümlüdür.
Mihrac Ural
28 Aralık 2008
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğin talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak zaman zaman destekçi olarak önde yada geride olmuştur; ama bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazzeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü, kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı bir mücadelesinin olması gerek. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt Arap Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmakla yükümlüdür.
Dünüyle bugünüyle Ortadoğu aynı saflaşmanın mücadelesine tanık oluyor; bir yanda ABD İsrail ve Arap gericiliği diğer yanda halkın direnen güçleri.
24-30 Kasım 2008’de Antakya’da Şehitler haftası kutlandı. Kutlamalara hazırlanırken birilerine işaret geldi ve şehit yoldaşlarımızın şahadeti tartışmaya sürülmek istendi. Bunu yapmak isteyen aptallar, Ortadoğu bölgesinin özgünlükleri hakkında cahildiler. Basit bir bölge gerçeğini sıradan bir bölge insanın bile bildiği gerçeği görmezden gelen davranışlar sergiliyorlardı. Ama gerçek bu türlerin bilgisine ihtiyaç duymayacak kadar açık ve her olayda kendini belirgin ediyordu.
Bilinmesi gereken ve bugün Gazze’de bir kez daha açıkça ortaya çıkan gerçek, bu bölgede cereyan eden her çatışmanın, her savaşın her sosyal, siyasal olayın içinde yer alan birbirine karşıt iki saf vardı. Bu saflaşmanın her bir tarafında oluşan tüm biçimsel farklılıklara, isim değişikliklerine önde ya da geride olmaya bakmaksızın nitelik olarak birbiriyle uzlaşmayan iki farklı saf vardı. Bunu bilmek istemeyenler, halkın çıkarlarını savunmada aradıkları gerekçeler gerçekte bu mücadeleden kaçış gerekçeleri olarak belirmiştir. Bu durum Arap saflaşmasında da önemli bir unsurdur. Önce, İsrail’in önde olduğu savaşlarda direnmeyi tercih edenler İsrail’in geride kalıp gericiliği saldığı bir savaşta tarafsızlıklarını ilan edip; haklı güçleri, halkı yalnız bıraktılar. Son Lübnan savaşı bunu çok çarpıcı bir biçimde ele verdi. Aynı şey on yıllar önce Trablus savaşlarında oldu; yoldaşlarımızın şehit olduğu çatışmalarda, gericiliğe karşı bir savaş vardı, bu savaşta önde olanlar kim olursa olsun arkalarında bir bütün olarak Arap gericiliği, İsrail siyonizmi ve ABD bulunuyordu. Bu gün Gazze’de, İsrail’in önde olduğu, Arap gericiliğinin de tam destekle yürütülen savaşta halka ölüm yağdırmaları gibi. Bu saflar hep öyle kaldı öyle devam etmektedir.
Bu gerçekleri algılayamayanlar doğal olarak hiçbir mücadelenin içinde olmayacaktır. Her mücadeleye bir bahane bulup halkın haklarına gerekli desteği vermeyeceklerdir. Dün olan bu günde olmaktadır. Çünkü saflar aynı saflar, davranışlar da algılarda aynıdır.
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğini talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak, zaman zaman destekçi olarak önde ya da geride olmuştur. Ama, bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Bu satırlar kaleme alınırken Gazze’de şehit sayısı 300’ü geçmişti. 28 aralık 2008, saat 20.00 itibariyle yaralı sayısı da 1000’i aşmıştı. Bu savaşta, İsrail savaş uçakları Gazze’nin her santimetre karesine ölüm bombaları yağdırıyordu. Bu kirli ve haksız savaş dünyanın her yerinden inanılmaz tepkileri aldı. Ancak Arap gericiliği bilinen tutumuyla kendini bir kez daha ortaya koydu. Bu savaşta temel saflar artık tüm ihtiyatlarıyla sürmekteydi. Arap gericiliği açık ve gizli İsrail’le birlikte olmuştu. Gazze’de direnen halka aynı gerici güçler, her biri kendi rolünü oynayarak saldırıyordu. Bunlar arasında Mısır, Suudi Arabistan kadar El Fetih’in İsrail işbirlikçisi kimi liderleri yer alıyordu.
Gazze’ye saldırı arifesinde bölgede hızlanan lider ziyaretleri bunun bir işareti gibiydi. İsrail dışişleri bakanı Tzipi Livni’nin Mısır ziyareti (26 Aralık) ve yaptığı açık tehditler, Filistin özerk yönetimi başkanı Mahmut Abbas’ın, Gazze’de halkı katledilirken hiçbir şey olmamış gibi Suudi Arabistan ziyaretini gerçekleştirmesi tesadüf değildi.
Arap zirvesi için yapılan acil toplanma çağrısına Mısır yönetiminin gösterdiği tavır ise inanılmaz bir pişkinlik ve teslimiyet olarak belirmişti. Zirveyi aceleye getirilmiş bir çaba olarak yorumlayan Dışişleri Bakanı Ebul Ğays, Mısır’ın katılma eğiliminde olmadığını dile getiriyordu. Bir gün önce İsrail yetkilileriyle nelerin konuşulduğunu buradan anlamak güç değildi. Gazze’nin direnen halkı ve örgütleri ezilene kadar İsrail’e destek olunacaktı. Bu bir karardı ve arkasında Suudi Arabistan ve ABD bulunuyordu. Saflar, yine aynı güçlerden oluşmuş halklar ölümle karşı karşıya kalmıştı. Bu tabloyu Lübnan’a karşı İsrail’in açtığı 12 Temmuz 2006 savaşında da aynıyla görmüştük.
Bunu İsrail’in Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi “Ilımlı Arap ülkelerinin isteğini de göz önüne alarak Gazze’yi, HAMAS’ı vuruyoruz” diyerek, herkesin bildiği gerçeği resmi ağızdan açıkça söylemiştir.
Arap gericiliği bu kıyımın mimarlarındandır. İsrail’e yeşil ışık bu kesimlerden gelmiştir. İsrail bu fırsatı gözlüyordu, temkinliydi de. Ağır bir yenilgiden çıkmış ruhu çökmüştü. Siyasal kaosları artmış toplumun birliği sarsılmıştı. Bunu onarmanın fırsatını kolluyordu ve Lübnan yenilgisini bir biçimde onarma çabası vermekteydi. Zayıf halka Gazze’ydi. Burada alınacak bir askeri başarı yenilmezliğiyle ünlü İsrail ordusuna yeni bir kan taşıyacaktı. Arap gericiliği de direnme hattının başarısını ezmek istiyordu. Gerici safın tüm tarafları için “bu savaş bir biçimde yapılmalıydı”. İsrail tetikçilik yapacaktı.
Suudi Arabistan kralı Abdullah bin Abdulaziz el Suud, veliahdı Sultan bin Abdulaziz el Suud ve karanlık işleriyle bölgemizin her kanlı olayında parmağı olan Prens Bender bin Sultan HAMAS’ın etkinliğinin kırılması için ellerindeki tüm olanakları seferber etmekteydi. Bunun için Mısır ve Ürdün’ün yürüttüğü Şii tehlikesi de önemli bir gerekçe olarak ortaya sürülmüştü. Sünni çoğunluğun etkilenmesi ve Filistin saflarının bölünüp zaafa uğratılması için HAMAS’ın İran ilişkisine sık sık vurgular yapılmaktaydı. Buna “Şii atom bombası tehlikesi” adı altında Pers yayılmacılığı heyulası da üretilmişti. İran’ın bölgede bir süper güç olarak belirmesinin önü kesilmeliydi. Bir taşla birkaç kuş vurmanın yolu, Gazze’deki direniş güçlerinin etkinliğin kırmaktan geçiyordu. Mısır ve diğer Arap gericiliği bunun üzerinde yıllardır çalışmaktaydı da. Gazze’nin 17 aydır kuşatma altında açlık ve karanlıkla boğuşmasından sonuç çıkmayınca, basit savunma silahı olan kısa menzilli el yapımı füzeler yeterli gerekçe olarak öne sürüldü. Savaş böylece komik bir nedenle başlatılmış oldu. Bu Irak’ın işgaline neden olarak gösterilen tarihin en büyük yalanına, “Saddam Irak’ının, her an nükleer ve kimyasal başlıklı silahlarla Avrupa’yı bile vurma kudreti”ne benzer bir gerekçeydi. Irakta hiçbir şeyin bulunamaması ise gecikmiş bir gerçek olarak ortada kalacaktı.
Gazze böylesi bir ortamda direnecekti. Dayandığı yegane kudret direnme hattının artık engellenemez yükselişiydi. Filistin halkının yaşamı zaten bir direnme tarihiydi. Ancak Oslo ilkeler Anlaşması’ndan itibaren (13 Eylül 1993) dengelerin “ılımlılar”ın göreli atılımı, Filistin direnme tarihini sarsan bir yönelim aldı. Liberalizmin de dünya ölçeğinde yükseldiği kesit yaşanıyordu. Silahlara paydos deniliyordu. Artık anlaşmalar, görüşmeler ve barış masalarının hükmü geçiyordu. 10 yıl öylece tüketildi. Öncesi de Madrid Barış Konferansı’nda (1991) başlayan görüşmeleri eklediğimizde uzun bir dönem barış görüşmelerinin beyhude bekleyişiyle tüketilmişti. Irak’a açılan haksız ve zalim savaş ve ardından ABD’nin geliştirdiği Büyük Ortadoğu projesi’yle (BOP) bölgeye demokrasinin yayılacağı sahtekarlığı, direnme hattını kısırlaştırmış sonun başlangıcına gelindiği imajı yaratılmıştı. Ancak gerçek kısa sürede açığa çıktı. Yıkım ve ölümden doğal servetlerin talanından başka bir şey olmayan bu söylemler bir anda yerle bir oldu. Lübnan direndi. Akdeniz’den Kafkaslara açılmak istenen ve amacı enerji kaynaklarını sağlama bağlamak üzere kurgulanan güvenlik hattı kırıldı.
12 Temmuz 2006 savaşı başladığında sonuçtan emin olan ABD, bölgeyi yeniden şekillendirecek atılımın atıldığını açıklıyordu. İsrail’e iş düşmüştü; sonuçta askeri bir zafer kazanılacak ve kapılar ardına kadar açılacaktı. Ama olmadı. İsrail yenildi, hezimete uğradı, sarsıldı. Bununla birlikte Oslo da başlayan teslimiyet çağı da sona erdi.
Barış görüşmelerinin bir aldatmaca ve oyalamaca olduğu tüm çirkinliğiyle belirginleşmişti. Tüm tavizlere karşın Araplar hiçbir sonuç alamamıştı. Barış görüşmeleri İsrail’in bölgede daha çok toprak gaspı ve yeni yerleşim birimlerini kurmakla, insanlık tarihinin en utanç verici ırkçı duvarını örmekten başka bir şey getirmedi. Bu duvar ki, vatanı vatandaşına karşı bir Çin Seddi haline getiriyordu. İsrail’in tek ırkın devleti olması için girişilen bu türden çabalar artık anlaşmalarla hiçbir yere varılamayacağını gösteriyordu. BM kararları ise bir aldatmacaydı. İsrail, ABD desteğiyle Gerici Arap yönetimlerinin göz yummasıyla çöpe atılıp duruyordu. Bölge halkını koruyacak güç kalmamıştı. Direnme bu bataklığa karşı bu toprakların evlatlarının eliyle gelişti.
Yaser Arafat bunun çıkmaz yol olduğunu bilmesine karşın, çevresinin baskıları altında bu yoldan da kazanılabilecekleri elde etme siyaseti gütmüştü. Ancak bu yolun tıkandığı an I. Ve II. İntifadaları yükseltmekten çekinmemiş, ciddi askeri eylemlere de icazet vererek ihtiyatı elden bırakmamıştı. Arafat katledildi. Bir engel olarak görüldü ve katledildi. ( I. İntifada 8 Aralık 1987 - Eylül 1993. II. İntifada Eylül 2000 – Şubat 2005)
Arafat’ı katleden İsrail ve çevresindeki El Fetih’in İsrail işbirlikçileri, teslimiyetçilerdi. Arafat’ın hala açıklanmayan ölüm nedeni, bu gerici safın kendi arasında bir şifre gibiydi. Bu ekip, Filistin halkının seçimle tercih ettiği yeni yönetimi de hazmetmemişti. Direnme adına hiçbir şey istenmiyordu. Halkın seçtiği hükümetin düşürülmesi bu süreçlerin ardından gelmişti. Mahmut Abbas başkanlık yetkisine dayanarak İsmail Heniye (HAMAS) hükümetini azil etmekte gecikmedi. Oysa Mekke ittifakını (8 Şubat 2007), Kahire ittifakını ve Şam uyumlaşmasını çiğneyenler de aynı ekipti. Bunların başında Mahmut Abbas, Muhammed Dahlan gibi sicilli İsrail işbirlikçileri bulunuyordu. Gazze’de Filistin istihbarat merkezi HAMAS tarafından ele geçirilince ortaya çıkan belgeler, bu çirkin gericilerin hangi komplolar içinde olduklarını belgeleriyle kanıtlarıyla ortaya seriyordu. İşte bu gerici ekipler, Lübnan’dan bu güne, Gazze’nin katledilmesine kadar uzanan süreçte hep İsrail ABD ve Arap gericiliğiyle birlikte yürüyenler olmuştu.
Bu ekibin başı Mahmut Abbas’ın 27 Aralık 2008 Gazze’ye saldırılar başladığı an Suudi Arabistan’da, bir gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Mısır’da olması bu anlamıyla hiçte tesadüfü değildi. Bu bir işaretti, bir hazırlığın son demiydi. Kanlı kıyım böylece Arap gericiliğinin icazetiyle başlamış oldu.
Ba satırlar yazılırken, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrullah’ın TV konuşması naklen yayına başlamıştı. Makalemizin konusuyla aynı yönde yorumlar yapmaktaydı. “Filistin örgütlerinin birbirine düşmelerinin nedeni de Arap gericiliği olduğu” verileriyle tek tek sıralanıyordu. Bu lider ki, İsrail’e diz çökerten bir lider olarak, bölgemizin halk direnişinde en önde savaşan ve sözü düşmanları tarafından bile en güvenilir sayılan bir liderdir. İsrail’e karşı savaş kazanmış, halkıyla derin bağlarla bağlı olan ve direniş yolunu yükselten Hizbullah ve lideri, Arap gericiliğinin, Arap halkı saflarında açtığı derin yarıkların artık sona ermesi için, halkın etkin girişimiyle sokaklara dökülerek yönetimlerine karşı ciddi bir baskı oluşturması gerektiğine işaret ediyordu. Bu çağrı yarından itibaren tüm Arap ülkelerinde yankılanacağı da tahmin edilmektedir.
Bunu gerçekleri bilmek bu gün Orta-doğunun tüm devrimcileri açısından olduğu kadar özelde Türkiyeli devrimciler açısından da büyük önem arz etmektedir. Bunun için bölgemiz saflaşmasında tarafsız olunmayacağı gerçeğinin bilince çıkartılması ve bölge halklarıyla saflarımızın sıklaştırılması gereği belirmektedir. Bu konuda devrimci hareketlerin kitlelerin arkasından nal toplamaya devam etmesinin handikapları, solun milliyetçi, ulusalcı bataklıkta çırpınmasının önemli bir payı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı açık ve net mücadele etmelidir. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt, Arap, Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmayla yükümlüdür.
Türkiye’nin röntgeninde hüzün halleri
Baskın Oran
63’ü geçeli epey oldu, Türkiye’nin röntgenini çekmek bakımından bu “özür dileme” kampanyası kadar öğretici hiçbir durum yaşamadım. Yeni fikre ezberle cevap vermeye alışmışların nelere kadir olabileceğini başka hiçbir örnekolay bu kadar iyi anlatamazdı.
Mesela, birisi 15 Aralık’ta yazıyor: “Biz Türk’üz, Müslüman’ız, bizde Allah Korkusu var. Biz Fatih Sultan Mehmet’in Torunlarıyız. İstanbul’un Fethinde, Kıbrıs, Somali, Bosna, Afganistan, Kandil'de V.s… Asaletini göstermiş bir milletiz, Biz Soykırım yapsaydık, Taş taş üstünde bırakmaz, bir tek Ermeni vatandaşımızı sağ bırakmazdık.” Eh, itirafın böylesine izahat gerekmiyor.
Çok objektif bir vatandaş yazıyor: “Biz tarihimiz boyunca Ermenisine de, Rumuna da, Kürdüne de kucak açtık. Dolayısıyla sizin taraflı (Anladığım kadarıyla Türk değilsiniz) düşünceye sahip olduğunuzdan tamamen eminim.”
Şunu söyleyen sayısız kişi var: “ASALA'nın öldürdüğü diplomat ve elçilik görevlilerimiz için de özür dilemeyi düşünür müsün?” veya “Hocalı katliamı özrü ne olacak?” Şunu bile göremiyorlar ki insan kendi veya ”kendi türünün” günahları için özür diler. Niye başkasının günahları için dilesin? Orada dileyecek olan, Ermeni aydınlarıdır. Bu kadarcık şeyi anlamak da mı zor? Üstelik, özür kampanyası başlayınca, Ermeni-Türk iletişim listesindeki bir Amerikalının önermesi üzerine bunun hararetli tartışması şu anda diaspora içinde başlamış durumda; bu arkadaşların dünyadan haberi yok, doğal olarak. Tabii, şimdi Kıbrıs’ta Türk-Rum karşılıklı özür kampanyasının başlamak üzere olduğunu da duymamışlardır.
“Siz kimsiniz… Kimin adına yapıyorsunuz. Kınıyoruz” Bunların da yazması var, okuması yok. “Kendi payıma özür diliyorum”u okuyamamışlar.
Eksantrik arıyorsanız, ondan da verelim: “Ermeni sorunu hakkındaki düşüncelerinizi biliyordum. Ama devletin izni olmadan bir şeyler yapamayacağınız belliydi.”
“Ya Ermeni’sin, ya satılmışsın!”
Vaktim olsa da bu ilginç örneklere devam etsem epey eğlenirdiniz. Toparlamak gerekirse, röntgende üç hüzün hali var ki insanlık hakkında insanı karamsar yapıyor.
Birincisinden bir örnek vereyim; belki inanmazsınız ama şu mesaj bir Ankara Üniversitesi öğretim üyesinden: “Sn. Oran; emin olun ki benim için hiçbir önemi yok ama Ermeni asıllı Türk vatandaşımız mısınız? Bu konuda kamuoyunu aydınlatırsanız çok memnun olurum. Bu tür kampanyalarda hissi davranıp davranmadığınızı öğrenmek açısından önemli olur.”
Tabii ki olay burada kalmıyor. Bir diğeri tamamlıyor: “Sen mutlaka Ermenisin. Eğer değilsen, Ermenilere parayla satılmışsın!” Turgutlu’da oturduğunu söyleyen bir başkası ailemin bir zamanlar Ödemiş’te bulunduğunu öğrenmiş, beni de Ödemişli sanıyor, “Ödemiş’te Ermeni ne gezer, sen herhalde para yedin” diyor. Sorsan, Ermeni olmamı tercih edecek. Irkın saflığı önemli çünkü.
Bu kategorinin Türkçeye tercümesi şöyle: “İnsan dediğin ancak kendi menfaatlerini
savunur. Eğer başkasını savunuyorsa bunu ancak iyi paraya yapar”.
Bu zavallılığın iki sebebi var: 1) Sanılanın aksine Türkiye’de bolca bulunan ırkçı zihniyet; 2) “Herkes herkesi kendi gibi sanır” kuralı.
“Sizi yabancılar finanse ediyor”
İkinci hüzün hali şu: “Bu internet işleri pahalı işlerdir. Demek ki dışarıdaki Ermenilerden para yediler”. Tanıdığım için bu zatın adını açıklamaktan ben utanç duyarım, TV’de bir “prof”un Zoryan Enstitüsü tarafından finanse edildiğimizi söylediğini kulaklarımla işittim.
Bu türün de üç sebebi var. İlk ikisi: 1) “Herkes herkesi…” kuralı; 2) İnternet konusunda zır cahillik.
Biz bu teknik işlerden anlamıyoruz ama bilgisayarcı çocuklardan soruşturduk, bu işler atla deve değil. 1 yıllık “sağlam” bir site için 1600 Avro civarı. Aramızda paylaştık. Avans verildi. Kendi adlarımıza KDV’li fatura almamız kararlaştırıldı ki “bunun parasını kim ödedi!”yle uğraşmayalım. Ben yılbaşında üç aylığımı alınca, payıma düşenden 100 Avro fazla vereceğim çünkü kimseden katkı isteyemiyorum.
İsteyemiyorum derken: Site günde en az bir kere saldırıya uğruyor ve bütün güvenlik tedbirlerine rağmen çökertiliyor. Kapalı kalmasın diye, hemen yedeğine taşınıyor. Ayrıca, çok kısa zamanda muazzam imza gelince ve Arapça, Ermenice, Rusça, Yunanca harflerin acayip çıkması üzerine “resim” kullanılınca site şişti. Normalde 25 Kb olan bir sayfa 80 Kb’a çıktı. Öngörülmüş kapasite kat kat aşılınca esas “host” şirket ek para istedi. Bir seferinde sabah kalktık, site yine çalışmıyor. 01 sularında kotayı aşmış olduğumuz için “host” tarafından askıya alınmış. Bilgisayarcı genç kardeşlerimiz her şeyi hallediyor. Onun istediğini veremeyeceğimiz için eldeki başka yedeklere geçici olarak transfer olduk. Tabii, parasıyla.
Bu yüzden aramızda dedik ki, herkes imzasını aldığı kimseye telefon etsin, gönülden kopmuş ufak bir katkı istesin. Benim tabiatım müsait değil, isteyemiyorum, onun için payımdan biraz fazla vereceğim. Budur hikaye.
Gelelim üçüncü sebebe: “Yabancılardan menfaat sağlama”ya 3-10 yıl hapis öngören TCK Md. 305’i “akıllara düşürme” umudu. Nah! Biz bırakınız yabancı kişi veya kurumlara başvurup fon almayı, yabancılara imzaya bile açmadık metni.
“Bunlar siteye sahte isim giriyorlar”
Üçüncü hüzün halinin söylediği de şu: “İsimlerin çoğu sahte. Baksanıza, ASALA tarafından öldürülmüş Büyükelçi İsmail Erez ve Daniş Tunalıgil bile var. Tarkan var. Recep İvedik var.”
Hiç aklına gelmiyor ki biz böyle bir şey yapacak olsak Ahmet Demir, Mehmet Tunç gibi isimler gireriz; Recep İvedik veya Halil İnalcık değil herhalde. Olay şu ki, işin başında firmayla sadece 1 yıllık internet alanı ve bunun korunması üzerinde anlaşmıştık koyabileceğimiz paraya. Aslan ulusalcılarımız siteyi çökertme marifetinin (yumurtaya can veren Allah!) yanı sıra bir de böyle sabotaja başlayınca bir moderatör ve vardiyalı temizleyiciler bulmak gerekti. Ama bu da yetmiyor. Çünkü “Recep İvedik”i görüp hemen silmek kolay da, her ismi herkes tanımıyor. Zaman alıyor.
Sayın Başbakan’ın desteği arkasında nasıl olsa; adam internet kafeye bile gitmeye zahmet etmiyor ve aynı bilgisayar IP adresinden sürüyle isim giriyor. Bunları tespit ediyoruz ve gerekeni yapmaya başladık. Ama olay şu ki, bu arada kimi muhteremler gazete köşelerinde ve TV’lerde derhal başlamış yaylım ateşine.
Bunlar ikiye ayrılıyor. Bir bölümü saf. Daktilodan bilgisayara geçememenin yanı sıra, böyle bir sahtekarlığın sitenin prestijine büyük zarar vereceğini, dolayısıyla site düşmanları tarafından yapıldığını algılayacak ferasetleri yok.
Bir diğer bölümü ise, bu sabotajı bizzat yapanlar. Önce sahte isimleri giriyorlar, arkasından feryadı salıyorlar. Hani, moda oldu, öldürdüğü adamın cenazesine gidip ağlıyor şimdi bazıları. Onun gibi.
Bakın, anlatması kolay olsun diye bu konuda bir “temizleyici” arkadaşımızdan gelen 23 Aralık tarihli mesajı ileteyim: “Şu ana kadar taranmış toplam 245 sayfa var. Her sayfa 100 kişi. Yani 24.500 kişi tarandı. Ama sizin gördüğünüz sayfalarda 20.500 kişi var. Demek ki 4000 sahte vb. imza gelmiş. Ama 4.000 kişi yapmamış bu işi. Örneğin en son taradığım sayfada toplam 22 sahte isim var. Gönderenin IP adresini de görebildiğimiz için bunun 3 kişi tarafından yapılmış bir saldırı olduğunu anlayabiliyoruz. Yaklaşık olarak 1-2 dakika arayla ya aynı ya da çok yakın sayıdaki IP adresinden giriş yapılmış. Fazla parlak zekalı olmadıkları için pek çoğu da aynı email adresini kullanmışlar…”
Yani, “özür dilemek” ve Türkiye’nin en büyük tabusunu yıkmak yalnızca yürekle ve bilgiyle olmuyor. Öylesine çok yönlü ki. Yoksa, ben de isterdim, biz de isterdik meseleleri ulusalcı kardeşlerimiz kadar siyah-beyaz/tek boyutlu görebilmeyi. Ne mutlu onlara. Ne mutlu “sıkı tahsil” sayesinde huzura ermiş olanlara…
Not: “Halk”ımıza haksızlık ettim. Asıl hüzün hali, sayın emekli büyükelçilerimiz. Aralarında çok sevdiklerim ve saydıklarım bulunan bu seçkin insanlar acaba vatan-millet mi müdafaa ettiler yoksa katledilmiş meslektaşlarının kan davasına aynen bir aşiret mensubu gibi mi soyundular. Kokteyllerde şurada burada her karşılaştığımızda, bana “hain” dediklerini hep incecik bir hüzünle hatırlayacağım.
63’ü geçeli epey oldu, Türkiye’nin röntgenini çekmek bakımından bu “özür dileme” kampanyası kadar öğretici hiçbir durum yaşamadım. Yeni fikre ezberle cevap vermeye alışmışların nelere kadir olabileceğini başka hiçbir örnekolay bu kadar iyi anlatamazdı.
Mesela, birisi 15 Aralık’ta yazıyor: “Biz Türk’üz, Müslüman’ız, bizde Allah Korkusu var. Biz Fatih Sultan Mehmet’in Torunlarıyız. İstanbul’un Fethinde, Kıbrıs, Somali, Bosna, Afganistan, Kandil'de V.s… Asaletini göstermiş bir milletiz, Biz Soykırım yapsaydık, Taş taş üstünde bırakmaz, bir tek Ermeni vatandaşımızı sağ bırakmazdık.” Eh, itirafın böylesine izahat gerekmiyor.
Çok objektif bir vatandaş yazıyor: “Biz tarihimiz boyunca Ermenisine de, Rumuna da, Kürdüne de kucak açtık. Dolayısıyla sizin taraflı (Anladığım kadarıyla Türk değilsiniz) düşünceye sahip olduğunuzdan tamamen eminim.”
Şunu söyleyen sayısız kişi var: “ASALA'nın öldürdüğü diplomat ve elçilik görevlilerimiz için de özür dilemeyi düşünür müsün?” veya “Hocalı katliamı özrü ne olacak?” Şunu bile göremiyorlar ki insan kendi veya ”kendi türünün” günahları için özür diler. Niye başkasının günahları için dilesin? Orada dileyecek olan, Ermeni aydınlarıdır. Bu kadarcık şeyi anlamak da mı zor? Üstelik, özür kampanyası başlayınca, Ermeni-Türk iletişim listesindeki bir Amerikalının önermesi üzerine bunun hararetli tartışması şu anda diaspora içinde başlamış durumda; bu arkadaşların dünyadan haberi yok, doğal olarak. Tabii, şimdi Kıbrıs’ta Türk-Rum karşılıklı özür kampanyasının başlamak üzere olduğunu da duymamışlardır.
“Siz kimsiniz… Kimin adına yapıyorsunuz. Kınıyoruz” Bunların da yazması var, okuması yok. “Kendi payıma özür diliyorum”u okuyamamışlar.
Eksantrik arıyorsanız, ondan da verelim: “Ermeni sorunu hakkındaki düşüncelerinizi biliyordum. Ama devletin izni olmadan bir şeyler yapamayacağınız belliydi.”
“Ya Ermeni’sin, ya satılmışsın!”
Vaktim olsa da bu ilginç örneklere devam etsem epey eğlenirdiniz. Toparlamak gerekirse, röntgende üç hüzün hali var ki insanlık hakkında insanı karamsar yapıyor.
Birincisinden bir örnek vereyim; belki inanmazsınız ama şu mesaj bir Ankara Üniversitesi öğretim üyesinden: “Sn. Oran; emin olun ki benim için hiçbir önemi yok ama Ermeni asıllı Türk vatandaşımız mısınız? Bu konuda kamuoyunu aydınlatırsanız çok memnun olurum. Bu tür kampanyalarda hissi davranıp davranmadığınızı öğrenmek açısından önemli olur.”
Tabii ki olay burada kalmıyor. Bir diğeri tamamlıyor: “Sen mutlaka Ermenisin. Eğer değilsen, Ermenilere parayla satılmışsın!” Turgutlu’da oturduğunu söyleyen bir başkası ailemin bir zamanlar Ödemiş’te bulunduğunu öğrenmiş, beni de Ödemişli sanıyor, “Ödemiş’te Ermeni ne gezer, sen herhalde para yedin” diyor. Sorsan, Ermeni olmamı tercih edecek. Irkın saflığı önemli çünkü.
Bu kategorinin Türkçeye tercümesi şöyle: “İnsan dediğin ancak kendi menfaatlerini
savunur. Eğer başkasını savunuyorsa bunu ancak iyi paraya yapar”.
Bu zavallılığın iki sebebi var: 1) Sanılanın aksine Türkiye’de bolca bulunan ırkçı zihniyet; 2) “Herkes herkesi kendi gibi sanır” kuralı.
“Sizi yabancılar finanse ediyor”
İkinci hüzün hali şu: “Bu internet işleri pahalı işlerdir. Demek ki dışarıdaki Ermenilerden para yediler”. Tanıdığım için bu zatın adını açıklamaktan ben utanç duyarım, TV’de bir “prof”un Zoryan Enstitüsü tarafından finanse edildiğimizi söylediğini kulaklarımla işittim.
Bu türün de üç sebebi var. İlk ikisi: 1) “Herkes herkesi…” kuralı; 2) İnternet konusunda zır cahillik.
Biz bu teknik işlerden anlamıyoruz ama bilgisayarcı çocuklardan soruşturduk, bu işler atla deve değil. 1 yıllık “sağlam” bir site için 1600 Avro civarı. Aramızda paylaştık. Avans verildi. Kendi adlarımıza KDV’li fatura almamız kararlaştırıldı ki “bunun parasını kim ödedi!”yle uğraşmayalım. Ben yılbaşında üç aylığımı alınca, payıma düşenden 100 Avro fazla vereceğim çünkü kimseden katkı isteyemiyorum.
İsteyemiyorum derken: Site günde en az bir kere saldırıya uğruyor ve bütün güvenlik tedbirlerine rağmen çökertiliyor. Kapalı kalmasın diye, hemen yedeğine taşınıyor. Ayrıca, çok kısa zamanda muazzam imza gelince ve Arapça, Ermenice, Rusça, Yunanca harflerin acayip çıkması üzerine “resim” kullanılınca site şişti. Normalde 25 Kb olan bir sayfa 80 Kb’a çıktı. Öngörülmüş kapasite kat kat aşılınca esas “host” şirket ek para istedi. Bir seferinde sabah kalktık, site yine çalışmıyor. 01 sularında kotayı aşmış olduğumuz için “host” tarafından askıya alınmış. Bilgisayarcı genç kardeşlerimiz her şeyi hallediyor. Onun istediğini veremeyeceğimiz için eldeki başka yedeklere geçici olarak transfer olduk. Tabii, parasıyla.
Bu yüzden aramızda dedik ki, herkes imzasını aldığı kimseye telefon etsin, gönülden kopmuş ufak bir katkı istesin. Benim tabiatım müsait değil, isteyemiyorum, onun için payımdan biraz fazla vereceğim. Budur hikaye.
Gelelim üçüncü sebebe: “Yabancılardan menfaat sağlama”ya 3-10 yıl hapis öngören TCK Md. 305’i “akıllara düşürme” umudu. Nah! Biz bırakınız yabancı kişi veya kurumlara başvurup fon almayı, yabancılara imzaya bile açmadık metni.
“Bunlar siteye sahte isim giriyorlar”
Üçüncü hüzün halinin söylediği de şu: “İsimlerin çoğu sahte. Baksanıza, ASALA tarafından öldürülmüş Büyükelçi İsmail Erez ve Daniş Tunalıgil bile var. Tarkan var. Recep İvedik var.”
Hiç aklına gelmiyor ki biz böyle bir şey yapacak olsak Ahmet Demir, Mehmet Tunç gibi isimler gireriz; Recep İvedik veya Halil İnalcık değil herhalde. Olay şu ki, işin başında firmayla sadece 1 yıllık internet alanı ve bunun korunması üzerinde anlaşmıştık koyabileceğimiz paraya. Aslan ulusalcılarımız siteyi çökertme marifetinin (yumurtaya can veren Allah!) yanı sıra bir de böyle sabotaja başlayınca bir moderatör ve vardiyalı temizleyiciler bulmak gerekti. Ama bu da yetmiyor. Çünkü “Recep İvedik”i görüp hemen silmek kolay da, her ismi herkes tanımıyor. Zaman alıyor.
Sayın Başbakan’ın desteği arkasında nasıl olsa; adam internet kafeye bile gitmeye zahmet etmiyor ve aynı bilgisayar IP adresinden sürüyle isim giriyor. Bunları tespit ediyoruz ve gerekeni yapmaya başladık. Ama olay şu ki, bu arada kimi muhteremler gazete köşelerinde ve TV’lerde derhal başlamış yaylım ateşine.
Bunlar ikiye ayrılıyor. Bir bölümü saf. Daktilodan bilgisayara geçememenin yanı sıra, böyle bir sahtekarlığın sitenin prestijine büyük zarar vereceğini, dolayısıyla site düşmanları tarafından yapıldığını algılayacak ferasetleri yok.
Bir diğer bölümü ise, bu sabotajı bizzat yapanlar. Önce sahte isimleri giriyorlar, arkasından feryadı salıyorlar. Hani, moda oldu, öldürdüğü adamın cenazesine gidip ağlıyor şimdi bazıları. Onun gibi.
Bakın, anlatması kolay olsun diye bu konuda bir “temizleyici” arkadaşımızdan gelen 23 Aralık tarihli mesajı ileteyim: “Şu ana kadar taranmış toplam 245 sayfa var. Her sayfa 100 kişi. Yani 24.500 kişi tarandı. Ama sizin gördüğünüz sayfalarda 20.500 kişi var. Demek ki 4000 sahte vb. imza gelmiş. Ama 4.000 kişi yapmamış bu işi. Örneğin en son taradığım sayfada toplam 22 sahte isim var. Gönderenin IP adresini de görebildiğimiz için bunun 3 kişi tarafından yapılmış bir saldırı olduğunu anlayabiliyoruz. Yaklaşık olarak 1-2 dakika arayla ya aynı ya da çok yakın sayıdaki IP adresinden giriş yapılmış. Fazla parlak zekalı olmadıkları için pek çoğu da aynı email adresini kullanmışlar…”
Yani, “özür dilemek” ve Türkiye’nin en büyük tabusunu yıkmak yalnızca yürekle ve bilgiyle olmuyor. Öylesine çok yönlü ki. Yoksa, ben de isterdim, biz de isterdik meseleleri ulusalcı kardeşlerimiz kadar siyah-beyaz/tek boyutlu görebilmeyi. Ne mutlu onlara. Ne mutlu “sıkı tahsil” sayesinde huzura ermiş olanlara…
Not: “Halk”ımıza haksızlık ettim. Asıl hüzün hali, sayın emekli büyükelçilerimiz. Aralarında çok sevdiklerim ve saydıklarım bulunan bu seçkin insanlar acaba vatan-millet mi müdafaa ettiler yoksa katledilmiş meslektaşlarının kan davasına aynen bir aşiret mensubu gibi mi soyundular. Kokteyllerde şurada burada her karşılaştığımızda, bana “hain” dediklerini hep incecik bir hüzünle hatırlayacağım.
27 Aralık 2008 Cumartesi
Yerel seçimler için ortak çalışma
Kemal doğan
Daha öncede benimde “Birlikte Hareket Etmek” Adlı yazımda bu konuya ilişkin görüşlerimi ifade etmiştim.Tarafımca tam anlamıyla düşündüğüm bir çalışma olmasada böylesi bir birlikteliğin yanında olunması gerektiğiniz düşünerek , deteklediğimi ifade ediyorum.
Yerel Seçimlere dönük çalışmalarını sürdüren emek ve demokrasi yanlısı sol güçler tarafından bugün İstanbul'da bir açıklama yapıldı. "Biz Varız" başlıklı açıklamada, "Mümkün olan her il, ilçe, belde ve mahallede oluşturacağımız yerel platformlarda, halkın çıkarlarını temel alan programlar çerçevesinde ortak adaylarımızı halkın katılımını içeren demokratik yöntemlerle belirleyerek emekçilerin ve ezilenlerin alternatifini yaratmaya çalışacağız" denildi.
Burada tazelemek adına Birlikte Hareket Etmek adlı yazımı sizlere tekradan sunuyorum.
Emekçilerin bizlerden beklentisi farklılıklarımızı koruyarak birlikte davranmak ve ortak çalışmayı başarmaktır. Zor olacak ama bundan başka bir yoldan emekçilerin devrimci muhalefetini geliştirip, yaymak ve yığınları mücadelede konumlandırmak, oldukça güç olacaktir.
Egemen güçlerin bizlere reva gördüğü şeylere katlanmak demek ; onların sisteminin sür git devam etmesini kabul etmek demektir. Kan ve gözyaşı ile yasayan bir toplum , aci içinde yaşayan bir toplumdur. Bazılarının yürekleri ve vicdanları kararmış olabilir. Ama bizler, zulme hiç bir koşulda boyun eğemeyiz. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik içinde yaşayan toplumun kazanacağı çok şey vardır. Bu nedenle sömürüye baskı ve zülme, son verilmelidir.
Ülkemiz ve dünyada egemen güçler terör estiriyor. Estirilen bu terörün sorumlusu kapitalist-emperyalist sistem olup başını Amerika çekiyor. Günümüzde tek kutuplu hale gelen dünyamız bu zalimlerin elinde inim inim inletilmektedir. Kurtuluş yolunda yani Sosyalizm için örgütlenmeli ve bütün dünyanın ortak düşmanı olan emperyalizmi kendi inine tıkana , onu sonuncu yenilgiye uğratana kadar savaşmalıyız. Ancak o zaman bütün halklar kurtulabilir, özgür ve insanca bir yaşama kavuşabilir. Yok eğer bütün bunları önemsemez isek emperyalizm yer yüzünü cehenneme çevirmekle kalmaz, elimizde neyimiz var, neyimiz yok alarak bize dünyayı dar eder.
Sonuç olarak; bizi, yasalar çıkararak köşeye sıkıştırmaya ve kıpırdayamaz hale getirmeye çalısan egemen güçler, hemen her gün yaşam alanlarırımız daraltmakta, bize dünyayı dar etmektedirler. Sıra onlardadır. Örgütlenelim, birbirimize yoldaşca kenetlenelim ve bizde onlara dünyayı dar edelim. SIRA BIZDE....Bu ortaklığa imza atan kurumlar ise aşağıdakilerdir.
DTP (Demokratik Toplum Partisi), ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), EMEP(Emek Partisi), TKP (Türkiye Komünist Partisi), SDP (Sosyalist Demokrasi
Partisi), EHP (Emekçi Hareket Partisi), DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi), Sosyalist Parti, Yeşiller Partisi, DİP Girişimi (Devrimci İşçi Partisi), Halkevleri, ESP (Ezilenlerin Sosyalist Platformu), DHF (Demokratik Haklar Federasyonu), SODAP (Sosyalist Dayanışma Platformu), SEH (Sosyalist Emek Hareketi), TÖP (Toplumsal Özgürlük Platformu), Anti-Kapitalist, Teori ve Politika, Kaldıraç, HKM (Halk Kültür Merkezleri), Türkiye Gerçeği, KÖZ, Proleteryanın Kurtuluşu, 78'liler Girişimi
Daha öncede benimde “Birlikte Hareket Etmek” Adlı yazımda bu konuya ilişkin görüşlerimi ifade etmiştim.Tarafımca tam anlamıyla düşündüğüm bir çalışma olmasada böylesi bir birlikteliğin yanında olunması gerektiğiniz düşünerek , deteklediğimi ifade ediyorum.
Yerel Seçimlere dönük çalışmalarını sürdüren emek ve demokrasi yanlısı sol güçler tarafından bugün İstanbul'da bir açıklama yapıldı. "Biz Varız" başlıklı açıklamada, "Mümkün olan her il, ilçe, belde ve mahallede oluşturacağımız yerel platformlarda, halkın çıkarlarını temel alan programlar çerçevesinde ortak adaylarımızı halkın katılımını içeren demokratik yöntemlerle belirleyerek emekçilerin ve ezilenlerin alternatifini yaratmaya çalışacağız" denildi.
Burada tazelemek adına Birlikte Hareket Etmek adlı yazımı sizlere tekradan sunuyorum.
Emekçilerin bizlerden beklentisi farklılıklarımızı koruyarak birlikte davranmak ve ortak çalışmayı başarmaktır. Zor olacak ama bundan başka bir yoldan emekçilerin devrimci muhalefetini geliştirip, yaymak ve yığınları mücadelede konumlandırmak, oldukça güç olacaktir.
Egemen güçlerin bizlere reva gördüğü şeylere katlanmak demek ; onların sisteminin sür git devam etmesini kabul etmek demektir. Kan ve gözyaşı ile yasayan bir toplum , aci içinde yaşayan bir toplumdur. Bazılarının yürekleri ve vicdanları kararmış olabilir. Ama bizler, zulme hiç bir koşulda boyun eğemeyiz. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik içinde yaşayan toplumun kazanacağı çok şey vardır. Bu nedenle sömürüye baskı ve zülme, son verilmelidir.
Ülkemiz ve dünyada egemen güçler terör estiriyor. Estirilen bu terörün sorumlusu kapitalist-emperyalist sistem olup başını Amerika çekiyor. Günümüzde tek kutuplu hale gelen dünyamız bu zalimlerin elinde inim inim inletilmektedir. Kurtuluş yolunda yani Sosyalizm için örgütlenmeli ve bütün dünyanın ortak düşmanı olan emperyalizmi kendi inine tıkana , onu sonuncu yenilgiye uğratana kadar savaşmalıyız. Ancak o zaman bütün halklar kurtulabilir, özgür ve insanca bir yaşama kavuşabilir. Yok eğer bütün bunları önemsemez isek emperyalizm yer yüzünü cehenneme çevirmekle kalmaz, elimizde neyimiz var, neyimiz yok alarak bize dünyayı dar eder.
Sonuç olarak; bizi, yasalar çıkararak köşeye sıkıştırmaya ve kıpırdayamaz hale getirmeye çalısan egemen güçler, hemen her gün yaşam alanlarırımız daraltmakta, bize dünyayı dar etmektedirler. Sıra onlardadır. Örgütlenelim, birbirimize yoldaşca kenetlenelim ve bizde onlara dünyayı dar edelim. SIRA BIZDE....Bu ortaklığa imza atan kurumlar ise aşağıdakilerdir.
DTP (Demokratik Toplum Partisi), ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), EMEP(Emek Partisi), TKP (Türkiye Komünist Partisi), SDP (Sosyalist Demokrasi
Partisi), EHP (Emekçi Hareket Partisi), DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi), Sosyalist Parti, Yeşiller Partisi, DİP Girişimi (Devrimci İşçi Partisi), Halkevleri, ESP (Ezilenlerin Sosyalist Platformu), DHF (Demokratik Haklar Federasyonu), SODAP (Sosyalist Dayanışma Platformu), SEH (Sosyalist Emek Hareketi), TÖP (Toplumsal Özgürlük Platformu), Anti-Kapitalist, Teori ve Politika, Kaldıraç, HKM (Halk Kültür Merkezleri), Türkiye Gerçeği, KÖZ, Proleteryanın Kurtuluşu, 78'liler Girişimi
GAZZE ÖLMEYECEK
Mihrac Ural
Gazze’de hepimiz katlediliyoruz. Haklarımız, özgürlüklerimiz, insanlığımız kıyıma uğruyor. Gazze’de biz ölüyoruz. Yaşamak adına hak ve özgürlüklerimiz adına buna dur demeliyiz. Bunun için elimizi, bilincimizi sözümüzü Gazze’ye yönlendirmeliyiz.
Gazze kana ağlıyor !
Yüzlerce Filistinli şehit ve yaralı, bir vahşet tablosu olarak
İsrail, Gazze’yi kana buladı.
İsrail Siyonizmi’nin, Arap gericiliğinin ev Emperyalistlerin işbirliği on yıllardır bölgemize ölüm ve yıkım dayatmıştır. Bölgemizdeki saflaşma her zaman bu gerici toplamla, İlerici direniş güçlerinin arasında oldu. Bu saflaşma dün Lübnan’da yoldaşlarımızın da şehit olmasına yol açtığı gibi, bu gün aynı gerici güçlerin saldırıları altında Filistin yüzlerce şehit vermektedir.
Gazze Bir Filistin şehridir. Filistin tarihinin tüm acılarını üzerinde taşır. Sınırları denizden sahraya, dağlardan zeytin tarlalarına her tarafa açık olmasına karşın büyük bir zindan içindedir. Denizlere açılışı yasak, Mısır yönünde sınırları kapalı, kardeşleriyle bağlantısı kesilmiş, ölüme terk edilmiş milyonlarca insanıyla insanlığın gözü önünde kıvranarak yaşam savaşı vermektedir. Gazze kıyıma uğramaktadır.
Gazzeyi katledemeyecekler
Gazze Filistin davasının bel kemiğidir. Direnmenin en çetin ruhları orda yaşar. İsrail için “tümünün denize dökülerek yok edilmesi gereken böcekler” olarak görülen bu insanlar, tarihin en uzun ve en kapsamlı hak arayışının temel direğidir. Bu direnme merkezi Emperyalistlerin bölgemizde ikame etmek istedikleri Büyük Ortadoğu projesi’nin (BOP) İsrail’in, Lübnan’a saldırısı ve Lübnan direniş hareketi’nin (Hizbullah’in başını çektiği) direnmesiyle yenilgiye uğradığı savaş, BOP’un da sonunu getirmişti. Burada başlayan çözülme bölgemize karanlık bir kader gibi binmek isteyen, bölmek ve parçalayıp yutmak isteyen emelleri de çökertmişti.
Direnme güçleri kazınmıştı ve bölgede farklı bir yolun kapıları açılmıştı. Direnerek elde edilecek çok şey vardı. Gazze’de direnme güçleri hakimdi. Filistin iç çelişkilerinde Arap gericiliğinin bir parçası olma eğilim içinde olan Abbas hükümetinin dayatmalarına karşın, seçimle çoğunluk olan ve hükümet kuran HAMAS güçlerine karşı İsrail’in ve Arap gericiliğin istediği dayatmaları uygulamasına karşı Gazze seçtiği hükümetin yanında direnme hattını tercih etti. Aylardır sürmekte olan kuşatma altında; her türden gıda ve ilaçtan yoksun bırakılmalarına karşın, enerji ihtiyaçlarına da ket vurulduğu bir ortamda direnmeye, hak arayışına ve davanın peşinde olmaya devam etmiştir. Gazze halkı direnme kararı almış bunu sürdürmüştür. Bu karar tüm gerici güçler açısından, İsrail kadar Arap gerici güçleri için de kabul edilmez bir yoldu. Bu yol Arap halkının acılarına çözüm getiren bir yoldu, bu yolun bilinmemesi gerekti, yakılıp yıkılması, kimseye örnek olacak başarıların elde edilmemesi gerekti. Bunun için İsrail siyonizminin şemsiyesi altında tüm Arap gericiğinin desteğiyle Gazze bu gün vurulmaya başlandı.
Dün, Sevi Levni İsrail Dışişleri Bakanı Mısır’da en üstten en alta herkesle yaptığı görüşmelerin ertesi sabahında bu askeri saldırının Gazeye ölüm yağdırması Arap gericiliğiyle İsrail siyonizminin ne kadar iç içe yürüdüğüne açık bir belirti oldu. Tüm Filistinli güçler, bölgemizin tüm ilerici direniş güçleri bu aymaz ittifakı, bu ölüm denklemlerinin komplolarını, bir kez daha görerek, bölgemizde oynanan kirli oyunlarda saflarını açıkça belirginleştirmiş oluyor.
Gazze’yi öldüremeyecekler, Gazze çok daha acımasız saldırılara karşı durdu, direndi ölmedi. Teslim olmadı. Bu gün de tüm baskılara karşın, acılara ve yıkımlara karşı arkasında durduğu hak talebini, ölümlere karşı ısrarla savunacaktır.
İşgalci güçler ve onun arkasında duranlar, yarım asırlık bu haklı davanın bitip tükenmez acılarını sonsuza kadar sürdüremeyeceklerdir. Her yeni kesitte her yeni tarih sürecinde tüm acılara ve ödenen bedellere karşın, kazanan tek taraf Filistin halkı olacaktır. İsrail devleti bu bölgeye sonradan eklenmiş bir unsurdur. II. Dünya savaşının kefareti olarak Arap halkına ödetilmiş bir bedeldir. Avrupa kendi kefaret borcunu Araplara ödetmekle, bu yükü sırtından attığı sanısındadır. Bunu fırsat bilen Siyonistlerin bölgemizde irtikab ettikleri Nazi cürümleri ise onların bu bölgede barış içinde yaşama şanslarını her defasından daha da azaltmıştır. Arap halkı ve Yahudiler binlerce yıldan beri bu topraklarda kardeşçe yaşamışlardır. Aralarındaki ilişkiyi hiçbir zaman şiddet belirlememiştir. Hak gaspı, her zaman bu dengeyi bozan, her dönemin dış güçlerinin emperyal emelleri olmuştur. Bu dengeler bozuldukça, Araplar kadar Yahudiler de zarar görmüştür: Tarihi yakın bağlarıyla bu iki halk, hep dış güçlerin çıkar girdapları içinde ezilmiştir. Bu günde olan budur.
İsrail Arap okyanusunda bir çakıl taşı bile değildir: Dünya güçler dengesinin ABD lehine olan yönü ebedi değildir. Küçük bir kriz bütün bu değerleri yerle bir edebilir. Ortaya birleşik devletler ( ABD ) yerine, onlarca devlet çıkabilir. Bu bölgede I. Dünya savaşından bu yana kapanmamış onlarca dosya yeniden gündeme gelir. Bütün bu olasılıklarda zaman, sabır, kararlı olmak ve direnmenin başarı kazanması mutlaktır. Dün Haçlılar bölgemizdeydi, ebede kadar kalacakları umuduyla prenslikler kurup durdular şimdi neredeler? İngilizler, Fransızlar, Osmanlılar nerede? Esamesi bile kalmadı bu toplulukların. Aynı şey, bu topraklar, yalnızca sahiplerine onu yaşama ilk kez açıp vatan yapanlara kalacaktır. Başka egemenliklerin gelip geçici olduğunu gösterecektir.
Gazze’de hepimiz katlediliyoruz. İnsanlık katlediliyor, buna dur demek kendi özgürlüklerimiz için direnmektir haklarımızı kazanmak için mücadele safında yer almaktır. Gazze için hepimizin yapacağı bir şeyler olmalı, yaşam güdülerimiz bile Gazze için bir şeyler üretmeyi başarabilmelidir. Ölümü reddediyoruz, biz yaşamak haklarımızla var olmak, özgür olmak istiyorsak, Gazze için duyarlı olmayı da bilmeliyiz.
Gazze’de hepimiz katlediliyoruz. Haklarımız, özgürlüklerimiz, insanlığımız kıyıma uğruyor. Gazze’de biz ölüyoruz. Yaşamak adına hak ve özgürlüklerimiz adına buna dur demeliyiz. Bunun için elimizi, bilincimizi sözümüzü Gazze’ye yönlendirmeliyiz.
Gazze kana ağlıyor !
Yüzlerce Filistinli şehit ve yaralı, bir vahşet tablosu olarak
İsrail, Gazze’yi kana buladı.
İsrail Siyonizmi’nin, Arap gericiliğinin ev Emperyalistlerin işbirliği on yıllardır bölgemize ölüm ve yıkım dayatmıştır. Bölgemizdeki saflaşma her zaman bu gerici toplamla, İlerici direniş güçlerinin arasında oldu. Bu saflaşma dün Lübnan’da yoldaşlarımızın da şehit olmasına yol açtığı gibi, bu gün aynı gerici güçlerin saldırıları altında Filistin yüzlerce şehit vermektedir.
Gazze Bir Filistin şehridir. Filistin tarihinin tüm acılarını üzerinde taşır. Sınırları denizden sahraya, dağlardan zeytin tarlalarına her tarafa açık olmasına karşın büyük bir zindan içindedir. Denizlere açılışı yasak, Mısır yönünde sınırları kapalı, kardeşleriyle bağlantısı kesilmiş, ölüme terk edilmiş milyonlarca insanıyla insanlığın gözü önünde kıvranarak yaşam savaşı vermektedir. Gazze kıyıma uğramaktadır.
Gazzeyi katledemeyecekler
Gazze Filistin davasının bel kemiğidir. Direnmenin en çetin ruhları orda yaşar. İsrail için “tümünün denize dökülerek yok edilmesi gereken böcekler” olarak görülen bu insanlar, tarihin en uzun ve en kapsamlı hak arayışının temel direğidir. Bu direnme merkezi Emperyalistlerin bölgemizde ikame etmek istedikleri Büyük Ortadoğu projesi’nin (BOP) İsrail’in, Lübnan’a saldırısı ve Lübnan direniş hareketi’nin (Hizbullah’in başını çektiği) direnmesiyle yenilgiye uğradığı savaş, BOP’un da sonunu getirmişti. Burada başlayan çözülme bölgemize karanlık bir kader gibi binmek isteyen, bölmek ve parçalayıp yutmak isteyen emelleri de çökertmişti.
Direnme güçleri kazınmıştı ve bölgede farklı bir yolun kapıları açılmıştı. Direnerek elde edilecek çok şey vardı. Gazze’de direnme güçleri hakimdi. Filistin iç çelişkilerinde Arap gericiliğinin bir parçası olma eğilim içinde olan Abbas hükümetinin dayatmalarına karşın, seçimle çoğunluk olan ve hükümet kuran HAMAS güçlerine karşı İsrail’in ve Arap gericiliğin istediği dayatmaları uygulamasına karşı Gazze seçtiği hükümetin yanında direnme hattını tercih etti. Aylardır sürmekte olan kuşatma altında; her türden gıda ve ilaçtan yoksun bırakılmalarına karşın, enerji ihtiyaçlarına da ket vurulduğu bir ortamda direnmeye, hak arayışına ve davanın peşinde olmaya devam etmiştir. Gazze halkı direnme kararı almış bunu sürdürmüştür. Bu karar tüm gerici güçler açısından, İsrail kadar Arap gerici güçleri için de kabul edilmez bir yoldu. Bu yol Arap halkının acılarına çözüm getiren bir yoldu, bu yolun bilinmemesi gerekti, yakılıp yıkılması, kimseye örnek olacak başarıların elde edilmemesi gerekti. Bunun için İsrail siyonizminin şemsiyesi altında tüm Arap gericiğinin desteğiyle Gazze bu gün vurulmaya başlandı.
Dün, Sevi Levni İsrail Dışişleri Bakanı Mısır’da en üstten en alta herkesle yaptığı görüşmelerin ertesi sabahında bu askeri saldırının Gazeye ölüm yağdırması Arap gericiliğiyle İsrail siyonizminin ne kadar iç içe yürüdüğüne açık bir belirti oldu. Tüm Filistinli güçler, bölgemizin tüm ilerici direniş güçleri bu aymaz ittifakı, bu ölüm denklemlerinin komplolarını, bir kez daha görerek, bölgemizde oynanan kirli oyunlarda saflarını açıkça belirginleştirmiş oluyor.
Gazze’yi öldüremeyecekler, Gazze çok daha acımasız saldırılara karşı durdu, direndi ölmedi. Teslim olmadı. Bu gün de tüm baskılara karşın, acılara ve yıkımlara karşı arkasında durduğu hak talebini, ölümlere karşı ısrarla savunacaktır.
İşgalci güçler ve onun arkasında duranlar, yarım asırlık bu haklı davanın bitip tükenmez acılarını sonsuza kadar sürdüremeyeceklerdir. Her yeni kesitte her yeni tarih sürecinde tüm acılara ve ödenen bedellere karşın, kazanan tek taraf Filistin halkı olacaktır. İsrail devleti bu bölgeye sonradan eklenmiş bir unsurdur. II. Dünya savaşının kefareti olarak Arap halkına ödetilmiş bir bedeldir. Avrupa kendi kefaret borcunu Araplara ödetmekle, bu yükü sırtından attığı sanısındadır. Bunu fırsat bilen Siyonistlerin bölgemizde irtikab ettikleri Nazi cürümleri ise onların bu bölgede barış içinde yaşama şanslarını her defasından daha da azaltmıştır. Arap halkı ve Yahudiler binlerce yıldan beri bu topraklarda kardeşçe yaşamışlardır. Aralarındaki ilişkiyi hiçbir zaman şiddet belirlememiştir. Hak gaspı, her zaman bu dengeyi bozan, her dönemin dış güçlerinin emperyal emelleri olmuştur. Bu dengeler bozuldukça, Araplar kadar Yahudiler de zarar görmüştür: Tarihi yakın bağlarıyla bu iki halk, hep dış güçlerin çıkar girdapları içinde ezilmiştir. Bu günde olan budur.
İsrail Arap okyanusunda bir çakıl taşı bile değildir: Dünya güçler dengesinin ABD lehine olan yönü ebedi değildir. Küçük bir kriz bütün bu değerleri yerle bir edebilir. Ortaya birleşik devletler ( ABD ) yerine, onlarca devlet çıkabilir. Bu bölgede I. Dünya savaşından bu yana kapanmamış onlarca dosya yeniden gündeme gelir. Bütün bu olasılıklarda zaman, sabır, kararlı olmak ve direnmenin başarı kazanması mutlaktır. Dün Haçlılar bölgemizdeydi, ebede kadar kalacakları umuduyla prenslikler kurup durdular şimdi neredeler? İngilizler, Fransızlar, Osmanlılar nerede? Esamesi bile kalmadı bu toplulukların. Aynı şey, bu topraklar, yalnızca sahiplerine onu yaşama ilk kez açıp vatan yapanlara kalacaktır. Başka egemenliklerin gelip geçici olduğunu gösterecektir.
Gazze’de hepimiz katlediliyoruz. İnsanlık katlediliyor, buna dur demek kendi özgürlüklerimiz için direnmektir haklarımızı kazanmak için mücadele safında yer almaktır. Gazze için hepimizin yapacağı bir şeyler olmalı, yaşam güdülerimiz bile Gazze için bir şeyler üretmeyi başarabilmelidir. Ölümü reddediyoruz, biz yaşamak haklarımızla var olmak, özgür olmak istiyorsak, Gazze için duyarlı olmayı da bilmeliyiz.
25 Aralık 2008 Perşembe
El-zaidler Çoğalsın !
Faiz cebiroğlu
Bazen yazdıklarımız ses veriyor. Bazen yazdıklarımız ilgi görüyor; ”Amerika mı, insanlık düşmanıdır!” yazım büyük ilgi gördü. Benden habersiz dergilerde ve internet sitelerinde yer aldı. Önemli değildir; önemli olan yazdıklarımızın okunmasıdır. Okunuyor.
Okunan yazılar, yankı yaratıyor; bizden habersiz yankı buluyor. Irak’ta yankılar var; Irak’ta Amerikan gibi insanlık düşmanlarına karşı, yeniden insan olmanın tepkileri var. Muntazar el-Zaidi gibi onurlu gazeteciler var. El-Zaidi, ayakkabılarını George Bush’a fırlatarak bunun örneğini veriyor. O da biliyor; artık Irak’ta insan demek, Amerikan işgalcilerine mücadele etmek demektir. Bu bilinçle, Bush’a; ”sana vereceğim hoşçakal öpücüğüm, ayakkabılarımdır. Artık ülkemizden defol, köpek!” diye bağırıyor ve tek silahı, ”ayakkabılarını” George Bush’a fırlatmak oluyor!
Haklı olarak tepkisini göstermiştir. Haklı olarak, ülkesini işgal eden, 1,5 milyon insanın ölümünden; 5 milyon insanın ülkesini terketmesinden sorumlu olan bir savaş suçlusu ve katile tepkisini göstermiştir.
Anlaşılır bir tepkidir. Yapılan bu haklı tepki, Muntazar el-Zaidi’lerin çoğalacağını gösteriyor. Son gelişmeler, bunun bir göstergesidir.
George Bush’a fırlatılan ayakkabı, hem Ortadoğu’da, hem de tüm dünyada büyük yankılar yarattı, yaratıyor.
Son gelen haberler, el-Zaidi’nin yalnız olmadığını gösteriyor: 17 Aralık’ta, Amerika, Washington’da, Beyaz Saray önünde, “Code Pink” isimli barış örgütü, Muntazar el-Zaidi’ye destek vermek için ”yüzlerce kullanılmış ayakkabı” ile bir gösteri düzenlemeleri bunun bir örneği oluyor.
Ne güzel, gösteriler başka yerde ve ülkelerde de devam ediyor.
El-Zaid’i yalnız değildir!
El-Zaidi hem yalnız değildir, hem de giderek çoğalıyor!
Muntazar el-Zaidi, yalnız Amerika’da değil, Irak’ta ve Ortadoğu’da da bir “kahraman” olarak ilan edilmiş durumda. İsrail’deki “Hadaş” partisi de, el-Zaidi’nin derhal serbest bırakılması için bir imza kampanyası başlattı. Başka ülkelerde de el-Zaidi ile dayanışma eylemleri var ve giderek büyüyor.
El-Zaidi’ler çoğalıyor. Çoğalan el-Zaidiler, emperyalizm ve temsilcilerine korkulu anlar yaşatıyor.
Tesadüfi değildir.
Yıllar öncesinde, işgal altındaki Filistin’de, evlerini yıkmaya gelen İsrail askerlerine, çocuklar taş fırlatarak ”sevrat-ül hacer” yani ”taş devrimini” başlatmışlardı.
Yıllar sonra, işgal altındaki Irak’ta, gazeteci Muntazar el-Zaidi, George Bush’a ayakkabılarını fırlatarak ”sevrat-ül hiza” yani ”ayakkabı devrimi”, emperyalizm ve temsilcilerini ”tekmeleme devrimini” başlatıyor.
Tesadüfi değildir. Tepkiler, karşıtların savaşımında vûcut buluyor. Gelişim böylesi bir mücadelede oluyor. Sosyal varlık ve somut olgular bilinci de belirliyor. İnsan böylesi bir durumda insan oluyor. Bu bilinçle insan, eylemde insan oluyor!
Karşıtların savaşımında başka seçenek var mı?
İkidir: Ya sürü olmayı kabûl etmek, ya da buna karşı direnmek!
El-Zaidi, insan olmanın örneğini göstererek, ayakkabılarını George Bush’a fırlatıyor; yaşadığımız bu zalimler dünyasında mücadele etmekten başka bir yolun bulunmadığının mesajlarını veriyor.
Böylesi tepkilerin zamanıdır. Başka yerde de yazmıştım: Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele etme ve aynı anlama gelmek üzere “insan olma” mücadelesidir. Şu anki yaşadığımız Türkiye ve Ortadoğu budur. Artık bu topraklarda yaşamak, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı kahramanlık savaşı vermek demektir. Bu doğrultuda el-Zaidi bunun bir örneği oluyor. Budur.
Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalsın diyoruz. Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalıp, insanlık düşmanlarına karşı gereken cevabı versin, diyoruz!
www.ortaklikicin.blogspot.com
Bazen yazdıklarımız ses veriyor. Bazen yazdıklarımız ilgi görüyor; ”Amerika mı, insanlık düşmanıdır!” yazım büyük ilgi gördü. Benden habersiz dergilerde ve internet sitelerinde yer aldı. Önemli değildir; önemli olan yazdıklarımızın okunmasıdır. Okunuyor.
Okunan yazılar, yankı yaratıyor; bizden habersiz yankı buluyor. Irak’ta yankılar var; Irak’ta Amerikan gibi insanlık düşmanlarına karşı, yeniden insan olmanın tepkileri var. Muntazar el-Zaidi gibi onurlu gazeteciler var. El-Zaidi, ayakkabılarını George Bush’a fırlatarak bunun örneğini veriyor. O da biliyor; artık Irak’ta insan demek, Amerikan işgalcilerine mücadele etmek demektir. Bu bilinçle, Bush’a; ”sana vereceğim hoşçakal öpücüğüm, ayakkabılarımdır. Artık ülkemizden defol, köpek!” diye bağırıyor ve tek silahı, ”ayakkabılarını” George Bush’a fırlatmak oluyor!
Haklı olarak tepkisini göstermiştir. Haklı olarak, ülkesini işgal eden, 1,5 milyon insanın ölümünden; 5 milyon insanın ülkesini terketmesinden sorumlu olan bir savaş suçlusu ve katile tepkisini göstermiştir.
Anlaşılır bir tepkidir. Yapılan bu haklı tepki, Muntazar el-Zaidi’lerin çoğalacağını gösteriyor. Son gelişmeler, bunun bir göstergesidir.
George Bush’a fırlatılan ayakkabı, hem Ortadoğu’da, hem de tüm dünyada büyük yankılar yarattı, yaratıyor.
Son gelen haberler, el-Zaidi’nin yalnız olmadığını gösteriyor: 17 Aralık’ta, Amerika, Washington’da, Beyaz Saray önünde, “Code Pink” isimli barış örgütü, Muntazar el-Zaidi’ye destek vermek için ”yüzlerce kullanılmış ayakkabı” ile bir gösteri düzenlemeleri bunun bir örneği oluyor.
Ne güzel, gösteriler başka yerde ve ülkelerde de devam ediyor.
El-Zaid’i yalnız değildir!
El-Zaidi hem yalnız değildir, hem de giderek çoğalıyor!
Muntazar el-Zaidi, yalnız Amerika’da değil, Irak’ta ve Ortadoğu’da da bir “kahraman” olarak ilan edilmiş durumda. İsrail’deki “Hadaş” partisi de, el-Zaidi’nin derhal serbest bırakılması için bir imza kampanyası başlattı. Başka ülkelerde de el-Zaidi ile dayanışma eylemleri var ve giderek büyüyor.
El-Zaidi’ler çoğalıyor. Çoğalan el-Zaidiler, emperyalizm ve temsilcilerine korkulu anlar yaşatıyor.
Tesadüfi değildir.
Yıllar öncesinde, işgal altındaki Filistin’de, evlerini yıkmaya gelen İsrail askerlerine, çocuklar taş fırlatarak ”sevrat-ül hacer” yani ”taş devrimini” başlatmışlardı.
Yıllar sonra, işgal altındaki Irak’ta, gazeteci Muntazar el-Zaidi, George Bush’a ayakkabılarını fırlatarak ”sevrat-ül hiza” yani ”ayakkabı devrimi”, emperyalizm ve temsilcilerini ”tekmeleme devrimini” başlatıyor.
Tesadüfi değildir. Tepkiler, karşıtların savaşımında vûcut buluyor. Gelişim böylesi bir mücadelede oluyor. Sosyal varlık ve somut olgular bilinci de belirliyor. İnsan böylesi bir durumda insan oluyor. Bu bilinçle insan, eylemde insan oluyor!
Karşıtların savaşımında başka seçenek var mı?
İkidir: Ya sürü olmayı kabûl etmek, ya da buna karşı direnmek!
El-Zaidi, insan olmanın örneğini göstererek, ayakkabılarını George Bush’a fırlatıyor; yaşadığımız bu zalimler dünyasında mücadele etmekten başka bir yolun bulunmadığının mesajlarını veriyor.
Böylesi tepkilerin zamanıdır. Başka yerde de yazmıştım: Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele etme ve aynı anlama gelmek üzere “insan olma” mücadelesidir. Şu anki yaşadığımız Türkiye ve Ortadoğu budur. Artık bu topraklarda yaşamak, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı kahramanlık savaşı vermek demektir. Bu doğrultuda el-Zaidi bunun bir örneği oluyor. Budur.
Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalsın diyoruz. Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalıp, insanlık düşmanlarına karşı gereken cevabı versin, diyoruz!
www.ortaklikicin.blogspot.com
24 Aralık 2008 Çarşamba
BEŞİKÇİ ve SOSYOLOJİ
Yener Orkunoğul
“Mutluluk doğru ve güzel düşüncelerle düşünebilmeyi bilmektir.“ ARISTOTALES
Bir önceki yazımda, Beşikçi’nin sosyal olaylara burjuva sosyolojisinin yöntemiyle, yaklaştığını ortaya koymuştuk. İsmail Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin arka planının anlaşılması sosyolojinin ve pozitivizmin ortaya çıkışına göz atmak gerekir.
Sosyoloji ve pozitivizm deyince neyi anlıyoruz? Bu iki kavramı açıklamaya çalışalım. 18. yüzyılda bugünkü anlamı ile bir sosyoloji yoktur. Çünkü ‘burjuva sivil toplumun’ ortaya çıkması burjuva devriminden sonra belirginleşir. Sosyoloji sözcüğü ile defa August Comte (1798-1857) tarafından kullanılır.
Sosyolojinin Avrupa’da ilk öncüsü Saint-Simon’dur. Gerçi, o sosyoloji kavramını kullanmaz; ‘sosyal fizyoloji’ , ‘sosyal fizik’ veya ‘toplumu inceleyen bilim’ kavramlarını kullanır. Günümüzde burjuva düşünürlerinin büyük bir çoğunluğu, Saint-Simon değil de, Aguste Comte’nin sosyolojinin ilk kurucusu olduğunu ileri sürerler. Neden Saint-Simon görmezlikten gelinir? Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı Metafizik Sosyolojiler adlı eserinde şöyle diyor:
‘Saint-Simon sosyalisttir. Onun için, sosyalizme düşman olan cephe, sosyolojiye hep başka kaynaklar aramıştır. Anti-sosyalist sosyologlar kendilerine Auguste Compte'u müjdeci saydılar. Gerçekte A. Labriola'nın pek doğru olarak söylediği gibi: "Dahi Saint-Simon'un soysuz ve gerici öğrencisi" olan Compte, Saint-Simon'u salt çalmış ve tahrif etmiştir. Burjuva cephesince pek olumlu ve makbul tutulmasına neden bu iki kalpazanlığıdır.’
Aslında modern dünyada ilk toplum bilimi (sosyoloji), Fransız Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığının sonucunda ortaya çıkar. Fransız Devrimden önce Aydınlanmacılar, akılcılığın egemen olacağı bir toplum vaat etmişlerdi. Böylesi bir akılcı topumda da ebedi barışın mümkün olacağını ileri sürmüşlerdi. Fransız Aydınlanmacılarına göre, ‘akılcı bir devlet, akılcı bir toplum kurulmalıydı; akla karşı olan her şey, amansızca ortadan kaldırılmalıydı.’Aydınlanmacılar, tüm insanlığı kurtarmak istiyorlardı. Oysa Fransız Devrimi sonrası yaşanan gelişmeler aydınlanmacıların vaatlerine hiç de uymuyordu.
Fransız Devrimi sonucu ortaya çıkan burjuva toplumu Saint-Simon’u hayal kırıklığına uğratır. Ona göre Aydınlanma filozofları ‘akılcı’ ve ‘ebedi barış’ içeren bir burjuva toplumu vaat etmişlerdi. Fakat toplumun istenilen düzeyde akılcı ve barışçı olmadığı ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla hayal kırıklığına uğrayan bazı düşünürler daha akılcı, barışçı ve özgürlükçü bir toplum kurmayı hayal ederler. Fransız Devriminin sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı, çok geçmeden bu hayal kırıklıklarını saptayan düşünürleri de ortaya çıkarır. ‘Bir bu düş kırıklığını saptayacak adamlar eksikti. Nihayet onlar da yüzyılın dönümü ile geldiler’(Engels). İşte Saint-Simon bu düşünürlerden biridir.
Saint-Simon, Fransız Devrimi’nin yeni bir çığır açtığını ve yeni bir toplumsal düzen getirdiğini belirtir. Ona göre, devrimin yarattığı burjuva toplumu insanlık tarihinde özel bir öneme sahiptir. Modern burjuva toplumunun iki temel karakteristik özelliği vardır: Birincisi, modern burjuva toplumunda üretim ve ekonomik ilişkiler gelişmektedir, ki bu durum ifadesini sanayileşmekte bulmakta; ikincisi, üretim ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi eski soyut ve skolastik felsefeden, toplumsal teorilere geçişi sağlamaktadır. Bu toplumsal teoriler yeni bir bilimin (Ekonomi Politiğin) doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, sosyoloji, ekonomik politik ve sosyalizm aynı zamanda doğmuşlardır. ‘Sosyal’ sözcüğü sosyalizmin öncülüdür. Sosyalist düşüncenin doğmasına yol açan şey, sosyal sorunlardır. Sosyoloji sosyalizme açılan bilim olarak doğdu.
1789 Fransız Devrimi sonrası bir sanayi devrimi yaşanır. Sanayi devrimi, sosyal sorunları da birlikte getirir. Sanayi devriminden kaynaklanan sosyal sorunların analizi ve çözümü için yeni düşünceler ortaya çıkar. Bir toplum bilimi olarak sosyoloji, toplumsal sorunları inceleyen bilim olarak gündeme gelir. Sosyalizm düşüncesi ise, kapitalizmin doğurduğu toplumsal sorunlara cevap olarak doğar. Sosyalizm, kapitalizme karşı bir alternatif olarak geliştirilir.
Oysa İsmail Beşikçi’nin görüşlerinde kapitalizmin yarattığı tüm sorunlara cevap arama yoktur. Beşikçi, kendini Resmi İdelojinin eleştirisi ve Kürt ve Alevi sorunlarıyla sınırlamaktadır. Bir başka deyişle, Beşikçi’nin sosyolojisi kapitalist düzenin temellerine (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete vb.) dokunmaz, sadece onun aksaklıklarını (ulusal sorun, yetersiz laiklik vb.) gidermeye yöneliktir.
Kapitalizmin sorunlarına karşı geliştirilmiş olarak doğan bu ilk toplum bilimi, daha sonraki gelişim süreci içinde iki farklı anlayışı, iki farklı toplum bilimini doğurdu: Birincisi, Marx’ın geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizm anlayışı. Tarihsel materyalizm düşüncesinde, tarih, ekonomik ve toplum bu üçü tek bir bilim içinde ele alınır; İkinci anlayış olarak burjuva sosyolojisi ortaya çıkar. Tarihsel materyalizm, ezilenlerin çıkar ve eğilimlerini dile getiren bir toplum bilimi iken, burjuva sosyolojisi esas olarak burjuvazinin çıkar ve eğilimlerini ifade eder.
Tarihsel materyalizm, kapitalizmin aşılması gerektiğini ortaya koyarken, burjuva sosyolojisi, burjuva düzenini koruyan, burjuva düzeni sınırları içerisinde ilerlemeyi savunur. Burjuva sosyoloji, esas olarak ‚pozitif felsefe’ olarak doğdu. Comte’nin ileri sürdüğü pozitivizm felsefesi bugünkü burjuva sosyolojisinin temellerini atmıştır. Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin daha anlaşılır olması için, Comte ve onun pozitivizmine kısa göz atmak gerekir.
–devam edecek-
“Mutluluk doğru ve güzel düşüncelerle düşünebilmeyi bilmektir.“ ARISTOTALES
Bir önceki yazımda, Beşikçi’nin sosyal olaylara burjuva sosyolojisinin yöntemiyle, yaklaştığını ortaya koymuştuk. İsmail Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin arka planının anlaşılması sosyolojinin ve pozitivizmin ortaya çıkışına göz atmak gerekir.
Sosyoloji ve pozitivizm deyince neyi anlıyoruz? Bu iki kavramı açıklamaya çalışalım. 18. yüzyılda bugünkü anlamı ile bir sosyoloji yoktur. Çünkü ‘burjuva sivil toplumun’ ortaya çıkması burjuva devriminden sonra belirginleşir. Sosyoloji sözcüğü ile defa August Comte (1798-1857) tarafından kullanılır.
Sosyolojinin Avrupa’da ilk öncüsü Saint-Simon’dur. Gerçi, o sosyoloji kavramını kullanmaz; ‘sosyal fizyoloji’ , ‘sosyal fizik’ veya ‘toplumu inceleyen bilim’ kavramlarını kullanır. Günümüzde burjuva düşünürlerinin büyük bir çoğunluğu, Saint-Simon değil de, Aguste Comte’nin sosyolojinin ilk kurucusu olduğunu ileri sürerler. Neden Saint-Simon görmezlikten gelinir? Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı Metafizik Sosyolojiler adlı eserinde şöyle diyor:
‘Saint-Simon sosyalisttir. Onun için, sosyalizme düşman olan cephe, sosyolojiye hep başka kaynaklar aramıştır. Anti-sosyalist sosyologlar kendilerine Auguste Compte'u müjdeci saydılar. Gerçekte A. Labriola'nın pek doğru olarak söylediği gibi: "Dahi Saint-Simon'un soysuz ve gerici öğrencisi" olan Compte, Saint-Simon'u salt çalmış ve tahrif etmiştir. Burjuva cephesince pek olumlu ve makbul tutulmasına neden bu iki kalpazanlığıdır.’
Aslında modern dünyada ilk toplum bilimi (sosyoloji), Fransız Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığının sonucunda ortaya çıkar. Fransız Devrimden önce Aydınlanmacılar, akılcılığın egemen olacağı bir toplum vaat etmişlerdi. Böylesi bir akılcı topumda da ebedi barışın mümkün olacağını ileri sürmüşlerdi. Fransız Aydınlanmacılarına göre, ‘akılcı bir devlet, akılcı bir toplum kurulmalıydı; akla karşı olan her şey, amansızca ortadan kaldırılmalıydı.’Aydınlanmacılar, tüm insanlığı kurtarmak istiyorlardı. Oysa Fransız Devrimi sonrası yaşanan gelişmeler aydınlanmacıların vaatlerine hiç de uymuyordu.
Fransız Devrimi sonucu ortaya çıkan burjuva toplumu Saint-Simon’u hayal kırıklığına uğratır. Ona göre Aydınlanma filozofları ‘akılcı’ ve ‘ebedi barış’ içeren bir burjuva toplumu vaat etmişlerdi. Fakat toplumun istenilen düzeyde akılcı ve barışçı olmadığı ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla hayal kırıklığına uğrayan bazı düşünürler daha akılcı, barışçı ve özgürlükçü bir toplum kurmayı hayal ederler. Fransız Devriminin sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı, çok geçmeden bu hayal kırıklıklarını saptayan düşünürleri de ortaya çıkarır. ‘Bir bu düş kırıklığını saptayacak adamlar eksikti. Nihayet onlar da yüzyılın dönümü ile geldiler’(Engels). İşte Saint-Simon bu düşünürlerden biridir.
Saint-Simon, Fransız Devrimi’nin yeni bir çığır açtığını ve yeni bir toplumsal düzen getirdiğini belirtir. Ona göre, devrimin yarattığı burjuva toplumu insanlık tarihinde özel bir öneme sahiptir. Modern burjuva toplumunun iki temel karakteristik özelliği vardır: Birincisi, modern burjuva toplumunda üretim ve ekonomik ilişkiler gelişmektedir, ki bu durum ifadesini sanayileşmekte bulmakta; ikincisi, üretim ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi eski soyut ve skolastik felsefeden, toplumsal teorilere geçişi sağlamaktadır. Bu toplumsal teoriler yeni bir bilimin (Ekonomi Politiğin) doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, sosyoloji, ekonomik politik ve sosyalizm aynı zamanda doğmuşlardır. ‘Sosyal’ sözcüğü sosyalizmin öncülüdür. Sosyalist düşüncenin doğmasına yol açan şey, sosyal sorunlardır. Sosyoloji sosyalizme açılan bilim olarak doğdu.
1789 Fransız Devrimi sonrası bir sanayi devrimi yaşanır. Sanayi devrimi, sosyal sorunları da birlikte getirir. Sanayi devriminden kaynaklanan sosyal sorunların analizi ve çözümü için yeni düşünceler ortaya çıkar. Bir toplum bilimi olarak sosyoloji, toplumsal sorunları inceleyen bilim olarak gündeme gelir. Sosyalizm düşüncesi ise, kapitalizmin doğurduğu toplumsal sorunlara cevap olarak doğar. Sosyalizm, kapitalizme karşı bir alternatif olarak geliştirilir.
Oysa İsmail Beşikçi’nin görüşlerinde kapitalizmin yarattığı tüm sorunlara cevap arama yoktur. Beşikçi, kendini Resmi İdelojinin eleştirisi ve Kürt ve Alevi sorunlarıyla sınırlamaktadır. Bir başka deyişle, Beşikçi’nin sosyolojisi kapitalist düzenin temellerine (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete vb.) dokunmaz, sadece onun aksaklıklarını (ulusal sorun, yetersiz laiklik vb.) gidermeye yöneliktir.
Kapitalizmin sorunlarına karşı geliştirilmiş olarak doğan bu ilk toplum bilimi, daha sonraki gelişim süreci içinde iki farklı anlayışı, iki farklı toplum bilimini doğurdu: Birincisi, Marx’ın geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizm anlayışı. Tarihsel materyalizm düşüncesinde, tarih, ekonomik ve toplum bu üçü tek bir bilim içinde ele alınır; İkinci anlayış olarak burjuva sosyolojisi ortaya çıkar. Tarihsel materyalizm, ezilenlerin çıkar ve eğilimlerini dile getiren bir toplum bilimi iken, burjuva sosyolojisi esas olarak burjuvazinin çıkar ve eğilimlerini ifade eder.
Tarihsel materyalizm, kapitalizmin aşılması gerektiğini ortaya koyarken, burjuva sosyolojisi, burjuva düzenini koruyan, burjuva düzeni sınırları içerisinde ilerlemeyi savunur. Burjuva sosyoloji, esas olarak ‚pozitif felsefe’ olarak doğdu. Comte’nin ileri sürdüğü pozitivizm felsefesi bugünkü burjuva sosyolojisinin temellerini atmıştır. Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin daha anlaşılır olması için, Comte ve onun pozitivizmine kısa göz atmak gerekir.
–devam edecek-
21 Aralık 2008 Pazar
Akılsız Aklın Serüvenleri (IV)
Nadir Nadi Çelik
...Ve İttihatçılar Burjuvaziyi Yarattı
15 Aralık 2008
Türk etiketli burjuva sınıfı İttihatçılar tarafından yaratılmıştı. Ancak, unutmamak gerekir ki, bu burjuvaziyi yaratan ittihatçıları da bizzatihi Tanrının kendisi yaratmıştı. Bu konuda ne bir şüphe nede bu şüphe üzerinden bir tartışma sözkonusuydu. Ancak, Tanrının seçilmiş kulları olduklarına dair izlenim yaratmaya çalışmaları hatta daha da ileri giderek, Tanrının ve bazı kullarının (diyelimki, osmanlı'nın) yarattıklarını da, kendileri tarafından yaratılmış gibi sunmaları bir tartışma konusu olabilirdi ki, nitekim bu yazının konusu da böylesine bir tartışmanın küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
Olası bir zihin karışıklığına meydan vermemek için öncelikle kimin neyi yarattığını yada kurtardığını sırasıyla aktarmak gerekiyor. Önce Tanrıdan başlayalım; Tanrı, İttihatçıları yaratmadan önce güneşi, yıldızları kısacası evreni ve evrende de ayrıca yeryüzünü ve gökyüzünü yarattı. Ancak durmadı, devam etti; bu kezde, yeryüzü ve gökyüzü arasında dağları, nehirleri, denizleri ve içinde osmanlı'larında bulunduğu kavimleri ve kavimlerin yanısıra kurdu, kuşu, aslanı, iti, biti ve daha bir dizi hayvan türünü yarattı. Daha sonra, ise nedeni pek anlaşılmamakla birlikte birde İttihatçıları yarattı. Yukarıda sıraladıklarım bir eksik iki fazla tanrının yaratmış olduklarıydı.
Şimdi de Osmanlı tarafından yaratıldığı halde İttihatçıların bizzatihi kendileri tarafından yaratıldığını iddia ettiklerine gelelim.
Daha önceki yazılarımda vurguladığım ancak burada tekrar etmek zorunda kalacağım bir gerçek vardı. Savaş bitmiş ittihatçıların önder kadrosu kaçmış, meydan ittihatçıların orta düzey kadrolarına kalmıştı. Onlarda osmanlı ailesini İngiliz ve Fransız işgalci güçlerin yardımları ve sempatisiyle tasfiye edip, mevcut iktidar boşluğunu doldurmuşlardı. Oldukça maharetliydiler; 'Yedi düvel'in birleşipte yıkamadığı osmanlı imparatorluğunu, 'yedi düvel'e sırtını dayıyarak yıkmayı başarmışlardı. Üstelik bunu yaparkende son sultan olan akıl fukarası Vahdettin'i 'yedi düvel'in ajanı ilan edecek kadarda ileri gitmişlerdi
Her nekadar yeni bir devlet, yeni bir ordu kurduklarını iddia ediyorlardıysada bu pekte gerçeğe uygun değildi. Yani ’’ Tanrım beni baştan yarat’’ gibi bir durum sözkonusu değildi demek istiyorum. Osmanlı’nın kurduğu devlet, tüm kurum ve kuruluşlarıyla ayaktaydı. Ağır bir yenilgi almış olmasına rağmen, devasa osmanlı ordusu da hala duruyordu. Yapılan sadece bu kurum ve kuruluşlara yeni isimler bulmaktı. Zaten İttihatçılarda isim bulmakta bayağı uzmandılar. Nitekim osmanlı’nın kurumlarına yeni isimler takıyor hemen akabindede bu kurumların kendileri tarafından kurulduğunu ve daha da ileri giderek yine osmanlı'nın yüzyıllara yayılan zaman içinde işgal etmiş olduğu dağlara, vadilere, kasabalara, kentlere yeni isimler takıp böylece buraların kendileri tarafından kurtarıldıklarını iddia ediyorlardı.
Ancak adil olmak gerekiyordu. Bizzatihi İttihatçıların yarattıkları /kurdukları da vardı. Mesala, öteden beri İttihatçıların gönlünde eli yüzü düzgün bir ulus yaratmak vardı. Yani böyle hayalleri vardı. Üstelik, bu ulus devletin kimliğide ‘Türk’ olacaktı. Nihayetinde,tek ulus-tek dil-tek dinli bir toplumdu arzu ettikleri. Ancak ciddi bir sorun vardı, o da sınırları İngiliz ve Fransızlar tarafından çizilmiş ve ülke olarak adlandırılan bu toprak parçası üzerinde yaşayan birden fazla halk vardı. Birden fazla dil ve yine birden fazla dini inanış sözkonusuydu. 50’ ye yakın etnik kimlik arasında türkler,kürdler, rumlar, ermeniler, süryaniler ve araplar başlıcalarıydı. Sorun, bu elli etnik topluluğun yaşadığı toprak parçasından tek ulus, tek dil, ve tek dinli bir yapı nasıl yaratılacaktı? Böylesi bir durumda bir ulus yaratmanın zorlukları belliydi. Zaten ittihatçılar da bu zorlukların bilincindeydiler.
Bu bilinçle yola çıktılar ve ilk etapta ulusun omurgasını oluşturacak olan burjuva sınıfından işe başladılar. Açıktı ki, burjuva sınıfı olmayan bir ulus, ulus olamazdı. Ulus, kapitalist çağın bir fenomeniydi. Ulusun öncüsü olan, bujuva sınıfı kapitalist üretim tarzına tekabül ediyordu ki, bundan anlaşılması gereken bu üretim tarzının ortaya çıkarıp şekillendirdiği bir sınıftı.
Aslında, bu topraklarda osmanlı’dan kalma bir burjuva sınıfı vardı var olmasına ama bu sınıf ’’ gayri müslim’’ lerden oluşuyordu. osmanlı sultanı böyle istediğinden ötürü böyle olmamıştı. Süreç böyle gelişmişti. Kısacası bu sınıf ne tanrı ne de osmanlı’lar tarafından yaratılmıştı. Keyfiyet dışı bir durumdu. Kaldı ki, sınıfların oluşumu iradi bir sorun da değildi. Yukarıda belirttiğim gibi İttihatçılar, bir burjuva sınıfı istiyorlardı ancak bu sınıfın aidiyeti türk olacaktı. Neyse kendilerine uygun yöntemle işe koyuldular. Çareler tükenmiyordu. Mademki, o güne değin, para-meta- para süreci bir türk burjuvazisi yerine gayri müslim bir burjuva sınıfı oluşturmuşsa, bununda bir kolayı vardı; kaçırtma, göçertme, katletme ilişkisi üzerinden sıfırdan bir türk burjuvazisi yaratmak mümkündü. En azından ittihatçılar böyle düşünüyorlardı. Nitekim düşündükleri gibi de yaptılar.
Sermaye sahibi rum, yahudi, ve ermenileri öldürmek, göçertmek yoluyla, ayrıca ağır vergiler yardımıyla tasfiye edip, mal mülklerini müslümanlara devrettiler. Bu birinci aşamaydı. Önce, sermaye müslümanlara devredilecek daha sonrada bu müslümanlar türkleştirilecekti. Esasen bu topraklarda türkler de vardı. Bunlar devşirme olmayıp, orta asya kökenlilerdi. Kelimenin gerçek anlamında türk olup, orta anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor aynı zamanda merkezi otoritenin temsilcilerinin gözlerine görünmemeye dikkat ederek yaşamını sürdürüyorlardı. Büyük bir çoğunluğu müslümandı. İttihatçılar, katledilen, göçertilen gayri- müslimlerin mülklerini önce müslümanlara devredip sonra da bunları türkleştirmek gibi dolaylı yola başvurmak yerine doğrudan serveti türklere devrederek böylece tasarladıkları türk burjuvazisini de yaratabilirlerdi. Ancak, türk ulusu yaratma projesi peşinden giden ittihatçılar’ın büyük bir çoğunluğu türk olmayıp, osmanlı döneminden kalma devşirmelerdi, dolayısıyla kendilerini osmanlı aidiyeti olarak görüyorlardı. Osmanlı’nın tasviyesinden sonra kendilerini türk aidiyeti olarak tanımlamak zorunda kalmışlardı. Oldukça kibirli ve bir o kadar cahil, kaba ve gaddar olan ittihatçı tip, gerçek yaşamda gerçek Türk'e karşı tavrı oldukça aşağılayıcı idi. Orta anadoludaki bu türk tipi hiçte onların tasarladıkları ‘’bir türk bir dünyaya bedeldir ‘’ tipine uygun düşmüyordu. Bunlara göre, anadoludaki bu türk ‘’’ boyun eğici, türklük bilincinden uzak, ’’genleri koyun genlerine en yakın’’ olan ve aynı zamanda cahil ve ilkel bir tipti. Buradan da anlaşılıyordu ki, İttihatçıların yaratmak istedikleri türk ulus dünyasında bu türk tipine pek fazla yer yoktu(1). Onlar daha ziyade farklı etnisitelere mensup müslüman topluluklarından bir sermaye sınıfı yaratmayı hedefliyorlardı. Bu sınıf daha sonra tam da ittihatçıların tasarladıkları türk tipine daha kolay ve ugyun bir şekilde devşrilecekti ki nitekim bunda başarılı olmaları yanılmadıklarını gösteriyordu.
Ancak, henüz sıcağı sıcağına yaratılmış olan bu sınıfın varlığını süreklileştirme gibi bir sorunu vardı. Gayri müslimlerin fabrikalarına, atölyelerine ve diğer ticari kurumlarına bir gecede sahip olan yakın zaman gaspcılarından oluşan yeni burjuvazimiz, ticari kültürden yoksundu. Hem sermayesini korumak hemde sermaye birikimini sürekli hale getirecek olan para-meta-para ilişkisi üzerinden artı-değer sağlamak onun hem anlamadığı hemde ona oldukça zahmetli ve uzun bir yol olarak görünüyordu. O, servete gasp yoluyla sahip olduğundan, gaspı süreklileştirerek burjuvalığını sürdürmek istiyordu Ki, bu da pek mümkün görünmüyordu. Artık öldürülecek yada göçertilecek bir burjuva rum, ermeni yada yahudi hemen hemen kalmamıştı. Kaldıki, İttihatçılar daha ne yapabilirdi ki, bir soykırım, onlarca kez rum katliamı ve ek olarakta varlık vergisi yardımıyla olan biteni gayri müslimlerden almıştı. Artık nadide türk burjuvazisinin kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Herneyse, İttihatçılar bir kez daha kollarını sıvadılar kıyıda köşede kalmış gayri müslümlere son bir kez daha yöneldiler ; 1955’te bir yağmalama, 1964’te ise bir göçertme operasyonu daha gerçekleştirip bir kez daha yeni türk burjuvazisine destek oldular. Lakin bu yeni burjuvalar yıllar geçmesine rağmen işin kurallarını öğreneceklerine yeni gaspların peşindeydiler. Gasp edilecek rum, ermeni malı hiç, ama hiç kalmayınca onlarda kurdukları naylon bankalar yoluyla merkez bankasının kasalarını hortumlamaya, diğer taraftandan da hazine arazilerini binbir çeşit yöntemle gasp etmeye başlayınca, İttihatçılar da çaresizlik içinde, biraz akıllanırlar umuduyla bunların birçoğunu kulağında tutup mahpushanelere atmak zorunda kaldı.
Herşeye rağmen iyi yada kötü bir burjuvazi sonunda ortaya çıkmıştı. Gerçi sınıf karakterine uygun reflekslerden yoksundular ama bu ittihatçılar için pek te önemli değildi. Olsa olsa meselenin bu yanı toplum teorisyenlerini ilgilendiriyordu ki, onlarda zaten sınıf teorileri ışığında türk burjuvazini analiz ettiklerinde işin içinden çıkamadıklarından saçını başını yoluyorlardı. Çiçeği burnunda ki burjuva sınıfını ne burjuva ne de marksist sınıf teorileri ışığında çözümlemek mümkün görünmüyordu. Evet, bir burjuva sınıf vardı ancak sınıfa ait olması gereken burjuva kültürü yoktu ve ne hikmetse bu kültür bir türlü oluşmuyordu. Evet, bir burjuva sınıfı vardı ama refleksleri farklıydı. Refleksleri, burjuva reflekslerinden ziyade herhangi bir gaspçının reflekslerini anımsatıyordu. Davranış biçimleri bir burjuvadan ziyade sokak kabadayısının davranış biçimlerine yakındı.
Toplum bilimcilerin, bütün bu gariplikleri çözebilmeleri için işin tarihsel boyutunu dikkate olmaları yani bu hilkat garibesi sınıfın ‘’kendine özgü’’ oluşum tarihçesi ile ilişki içinde bir analiz süreci geliştirmeleri gerekiyordu ki bunu da onlar akıl edemiyorlardı. Gerçi, ittihatçılar aydınların analizinde zorluk çekemiyecekleri tarzda bir bir burjuva sınıfı yaratmak gibi bir sorunları yoktu. Ancak siz tarihin cilvesine bakın ki, on yıllar sonra Vecdi Gönül isminde ittihatçı bir zat milli savunma bakanı olup, bir on kasım günü Bruksel’de Mustafa Kemal'in ölüm yıldonümü nedeniyle düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmayla toplum bilimcilerimizin kafasını aydınlatıp böylece onları bir yöntem krizinden kurtarmış olacaktı üstelik farkında olmadan.
Vecdi Gönül’ün ilgili konuşmasını buraya aktararak yazıyı noktalıyalım:
Bakan Gönül: Türkiye'nin ulus-devlet olmasında mübadelenin önemi büyük
AA
11.11.2008
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, "Eğer Ege'de Rumlar, Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi" diye sordu..
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türkiye'nin ulus-devlet özelliğine kavuşmasında mübadelenin çok büyük önem taşıdığını vurguladı. AB Savunma Bakanları Troykası toplantısı için Brüksel'e gelen Gönül, Türk Büyükelçiliği'nde düzenlenen Atatürk'ü anma töreninde yaptığı konuşmada, Türkiye'de Batıyı anlama ve reform çabalarının Osmanlı döneminde de görüldüğünü, fakat bunların Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar "ülkeyi kurtarmaya" yetmediğini söyledi. Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk'ün "bugün fazla hatırlanmayan, ama önemli" bir diğer adımın Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, şunları kaydetti: "Bugün eğer Ege'de Rumlar devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba (Türkiye) aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır." Gönül, İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odası'nın kurucuları arasında "bir tek Müslüman'ın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu" gördüğünü anlattı.
MİLLİ EKONOMİ POLİTİKASI
Bakan Gönül, Cumhuriyet öncesinde de Ankara'nın "Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluştuğunu" hatırlattı. Gönül, Atatürk'ün Cumhuriyet'in kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konunun da milli ekonomi politikası olduğunu ifade etti.
Yayın tarihi: 11 Kasım 2008, Salı
Web adresi: http://www.sabah.com.tr/2008/11/11//haber,0C4A8F89C7A1486B9B488CCE8D196B5F.html
.............................................................................................................
Dipnotlar:
(1)Burada dikkate değer olan nokta şuydu ki, bu orijin Türkler, bir gün bile ittihatçılara ''efendiler! bize rağmen bizim adımıza hareket etme yetkisini nereden aldınız?'' sorusunu sormamış olmalarıdır. Ekseriyetle devşirmelerden oluşan ittihatçılar ile Türkler arasındaki ilişkilerin gelişim seyrinin esasen ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekir. Bu ilişkinin bir hayli sorunlu bir ilişki olduğunu tahmin etmek pek güç olmasa gerek.
...Ve İttihatçılar Burjuvaziyi Yarattı
15 Aralık 2008
Türk etiketli burjuva sınıfı İttihatçılar tarafından yaratılmıştı. Ancak, unutmamak gerekir ki, bu burjuvaziyi yaratan ittihatçıları da bizzatihi Tanrının kendisi yaratmıştı. Bu konuda ne bir şüphe nede bu şüphe üzerinden bir tartışma sözkonusuydu. Ancak, Tanrının seçilmiş kulları olduklarına dair izlenim yaratmaya çalışmaları hatta daha da ileri giderek, Tanrının ve bazı kullarının (diyelimki, osmanlı'nın) yarattıklarını da, kendileri tarafından yaratılmış gibi sunmaları bir tartışma konusu olabilirdi ki, nitekim bu yazının konusu da böylesine bir tartışmanın küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
Olası bir zihin karışıklığına meydan vermemek için öncelikle kimin neyi yarattığını yada kurtardığını sırasıyla aktarmak gerekiyor. Önce Tanrıdan başlayalım; Tanrı, İttihatçıları yaratmadan önce güneşi, yıldızları kısacası evreni ve evrende de ayrıca yeryüzünü ve gökyüzünü yarattı. Ancak durmadı, devam etti; bu kezde, yeryüzü ve gökyüzü arasında dağları, nehirleri, denizleri ve içinde osmanlı'larında bulunduğu kavimleri ve kavimlerin yanısıra kurdu, kuşu, aslanı, iti, biti ve daha bir dizi hayvan türünü yarattı. Daha sonra, ise nedeni pek anlaşılmamakla birlikte birde İttihatçıları yarattı. Yukarıda sıraladıklarım bir eksik iki fazla tanrının yaratmış olduklarıydı.
Şimdi de Osmanlı tarafından yaratıldığı halde İttihatçıların bizzatihi kendileri tarafından yaratıldığını iddia ettiklerine gelelim.
Daha önceki yazılarımda vurguladığım ancak burada tekrar etmek zorunda kalacağım bir gerçek vardı. Savaş bitmiş ittihatçıların önder kadrosu kaçmış, meydan ittihatçıların orta düzey kadrolarına kalmıştı. Onlarda osmanlı ailesini İngiliz ve Fransız işgalci güçlerin yardımları ve sempatisiyle tasfiye edip, mevcut iktidar boşluğunu doldurmuşlardı. Oldukça maharetliydiler; 'Yedi düvel'in birleşipte yıkamadığı osmanlı imparatorluğunu, 'yedi düvel'e sırtını dayıyarak yıkmayı başarmışlardı. Üstelik bunu yaparkende son sultan olan akıl fukarası Vahdettin'i 'yedi düvel'in ajanı ilan edecek kadarda ileri gitmişlerdi
Her nekadar yeni bir devlet, yeni bir ordu kurduklarını iddia ediyorlardıysada bu pekte gerçeğe uygun değildi. Yani ’’ Tanrım beni baştan yarat’’ gibi bir durum sözkonusu değildi demek istiyorum. Osmanlı’nın kurduğu devlet, tüm kurum ve kuruluşlarıyla ayaktaydı. Ağır bir yenilgi almış olmasına rağmen, devasa osmanlı ordusu da hala duruyordu. Yapılan sadece bu kurum ve kuruluşlara yeni isimler bulmaktı. Zaten İttihatçılarda isim bulmakta bayağı uzmandılar. Nitekim osmanlı’nın kurumlarına yeni isimler takıyor hemen akabindede bu kurumların kendileri tarafından kurulduğunu ve daha da ileri giderek yine osmanlı'nın yüzyıllara yayılan zaman içinde işgal etmiş olduğu dağlara, vadilere, kasabalara, kentlere yeni isimler takıp böylece buraların kendileri tarafından kurtarıldıklarını iddia ediyorlardı.
Ancak adil olmak gerekiyordu. Bizzatihi İttihatçıların yarattıkları /kurdukları da vardı. Mesala, öteden beri İttihatçıların gönlünde eli yüzü düzgün bir ulus yaratmak vardı. Yani böyle hayalleri vardı. Üstelik, bu ulus devletin kimliğide ‘Türk’ olacaktı. Nihayetinde,tek ulus-tek dil-tek dinli bir toplumdu arzu ettikleri. Ancak ciddi bir sorun vardı, o da sınırları İngiliz ve Fransızlar tarafından çizilmiş ve ülke olarak adlandırılan bu toprak parçası üzerinde yaşayan birden fazla halk vardı. Birden fazla dil ve yine birden fazla dini inanış sözkonusuydu. 50’ ye yakın etnik kimlik arasında türkler,kürdler, rumlar, ermeniler, süryaniler ve araplar başlıcalarıydı. Sorun, bu elli etnik topluluğun yaşadığı toprak parçasından tek ulus, tek dil, ve tek dinli bir yapı nasıl yaratılacaktı? Böylesi bir durumda bir ulus yaratmanın zorlukları belliydi. Zaten ittihatçılar da bu zorlukların bilincindeydiler.
Bu bilinçle yola çıktılar ve ilk etapta ulusun omurgasını oluşturacak olan burjuva sınıfından işe başladılar. Açıktı ki, burjuva sınıfı olmayan bir ulus, ulus olamazdı. Ulus, kapitalist çağın bir fenomeniydi. Ulusun öncüsü olan, bujuva sınıfı kapitalist üretim tarzına tekabül ediyordu ki, bundan anlaşılması gereken bu üretim tarzının ortaya çıkarıp şekillendirdiği bir sınıftı.
Aslında, bu topraklarda osmanlı’dan kalma bir burjuva sınıfı vardı var olmasına ama bu sınıf ’’ gayri müslim’’ lerden oluşuyordu. osmanlı sultanı böyle istediğinden ötürü böyle olmamıştı. Süreç böyle gelişmişti. Kısacası bu sınıf ne tanrı ne de osmanlı’lar tarafından yaratılmıştı. Keyfiyet dışı bir durumdu. Kaldı ki, sınıfların oluşumu iradi bir sorun da değildi. Yukarıda belirttiğim gibi İttihatçılar, bir burjuva sınıfı istiyorlardı ancak bu sınıfın aidiyeti türk olacaktı. Neyse kendilerine uygun yöntemle işe koyuldular. Çareler tükenmiyordu. Mademki, o güne değin, para-meta- para süreci bir türk burjuvazisi yerine gayri müslim bir burjuva sınıfı oluşturmuşsa, bununda bir kolayı vardı; kaçırtma, göçertme, katletme ilişkisi üzerinden sıfırdan bir türk burjuvazisi yaratmak mümkündü. En azından ittihatçılar böyle düşünüyorlardı. Nitekim düşündükleri gibi de yaptılar.
Sermaye sahibi rum, yahudi, ve ermenileri öldürmek, göçertmek yoluyla, ayrıca ağır vergiler yardımıyla tasfiye edip, mal mülklerini müslümanlara devrettiler. Bu birinci aşamaydı. Önce, sermaye müslümanlara devredilecek daha sonrada bu müslümanlar türkleştirilecekti. Esasen bu topraklarda türkler de vardı. Bunlar devşirme olmayıp, orta asya kökenlilerdi. Kelimenin gerçek anlamında türk olup, orta anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor aynı zamanda merkezi otoritenin temsilcilerinin gözlerine görünmemeye dikkat ederek yaşamını sürdürüyorlardı. Büyük bir çoğunluğu müslümandı. İttihatçılar, katledilen, göçertilen gayri- müslimlerin mülklerini önce müslümanlara devredip sonra da bunları türkleştirmek gibi dolaylı yola başvurmak yerine doğrudan serveti türklere devrederek böylece tasarladıkları türk burjuvazisini de yaratabilirlerdi. Ancak, türk ulusu yaratma projesi peşinden giden ittihatçılar’ın büyük bir çoğunluğu türk olmayıp, osmanlı döneminden kalma devşirmelerdi, dolayısıyla kendilerini osmanlı aidiyeti olarak görüyorlardı. Osmanlı’nın tasviyesinden sonra kendilerini türk aidiyeti olarak tanımlamak zorunda kalmışlardı. Oldukça kibirli ve bir o kadar cahil, kaba ve gaddar olan ittihatçı tip, gerçek yaşamda gerçek Türk'e karşı tavrı oldukça aşağılayıcı idi. Orta anadoludaki bu türk tipi hiçte onların tasarladıkları ‘’bir türk bir dünyaya bedeldir ‘’ tipine uygun düşmüyordu. Bunlara göre, anadoludaki bu türk ‘’’ boyun eğici, türklük bilincinden uzak, ’’genleri koyun genlerine en yakın’’ olan ve aynı zamanda cahil ve ilkel bir tipti. Buradan da anlaşılıyordu ki, İttihatçıların yaratmak istedikleri türk ulus dünyasında bu türk tipine pek fazla yer yoktu(1). Onlar daha ziyade farklı etnisitelere mensup müslüman topluluklarından bir sermaye sınıfı yaratmayı hedefliyorlardı. Bu sınıf daha sonra tam da ittihatçıların tasarladıkları türk tipine daha kolay ve ugyun bir şekilde devşrilecekti ki nitekim bunda başarılı olmaları yanılmadıklarını gösteriyordu.
Ancak, henüz sıcağı sıcağına yaratılmış olan bu sınıfın varlığını süreklileştirme gibi bir sorunu vardı. Gayri müslimlerin fabrikalarına, atölyelerine ve diğer ticari kurumlarına bir gecede sahip olan yakın zaman gaspcılarından oluşan yeni burjuvazimiz, ticari kültürden yoksundu. Hem sermayesini korumak hemde sermaye birikimini sürekli hale getirecek olan para-meta-para ilişkisi üzerinden artı-değer sağlamak onun hem anlamadığı hemde ona oldukça zahmetli ve uzun bir yol olarak görünüyordu. O, servete gasp yoluyla sahip olduğundan, gaspı süreklileştirerek burjuvalığını sürdürmek istiyordu Ki, bu da pek mümkün görünmüyordu. Artık öldürülecek yada göçertilecek bir burjuva rum, ermeni yada yahudi hemen hemen kalmamıştı. Kaldıki, İttihatçılar daha ne yapabilirdi ki, bir soykırım, onlarca kez rum katliamı ve ek olarakta varlık vergisi yardımıyla olan biteni gayri müslimlerden almıştı. Artık nadide türk burjuvazisinin kendi ayakları üzerinde durması gerekiyordu. Herneyse, İttihatçılar bir kez daha kollarını sıvadılar kıyıda köşede kalmış gayri müslümlere son bir kez daha yöneldiler ; 1955’te bir yağmalama, 1964’te ise bir göçertme operasyonu daha gerçekleştirip bir kez daha yeni türk burjuvazisine destek oldular. Lakin bu yeni burjuvalar yıllar geçmesine rağmen işin kurallarını öğreneceklerine yeni gaspların peşindeydiler. Gasp edilecek rum, ermeni malı hiç, ama hiç kalmayınca onlarda kurdukları naylon bankalar yoluyla merkez bankasının kasalarını hortumlamaya, diğer taraftandan da hazine arazilerini binbir çeşit yöntemle gasp etmeye başlayınca, İttihatçılar da çaresizlik içinde, biraz akıllanırlar umuduyla bunların birçoğunu kulağında tutup mahpushanelere atmak zorunda kaldı.
Herşeye rağmen iyi yada kötü bir burjuvazi sonunda ortaya çıkmıştı. Gerçi sınıf karakterine uygun reflekslerden yoksundular ama bu ittihatçılar için pek te önemli değildi. Olsa olsa meselenin bu yanı toplum teorisyenlerini ilgilendiriyordu ki, onlarda zaten sınıf teorileri ışığında türk burjuvazini analiz ettiklerinde işin içinden çıkamadıklarından saçını başını yoluyorlardı. Çiçeği burnunda ki burjuva sınıfını ne burjuva ne de marksist sınıf teorileri ışığında çözümlemek mümkün görünmüyordu. Evet, bir burjuva sınıf vardı ancak sınıfa ait olması gereken burjuva kültürü yoktu ve ne hikmetse bu kültür bir türlü oluşmuyordu. Evet, bir burjuva sınıfı vardı ama refleksleri farklıydı. Refleksleri, burjuva reflekslerinden ziyade herhangi bir gaspçının reflekslerini anımsatıyordu. Davranış biçimleri bir burjuvadan ziyade sokak kabadayısının davranış biçimlerine yakındı.
Toplum bilimcilerin, bütün bu gariplikleri çözebilmeleri için işin tarihsel boyutunu dikkate olmaları yani bu hilkat garibesi sınıfın ‘’kendine özgü’’ oluşum tarihçesi ile ilişki içinde bir analiz süreci geliştirmeleri gerekiyordu ki bunu da onlar akıl edemiyorlardı. Gerçi, ittihatçılar aydınların analizinde zorluk çekemiyecekleri tarzda bir bir burjuva sınıfı yaratmak gibi bir sorunları yoktu. Ancak siz tarihin cilvesine bakın ki, on yıllar sonra Vecdi Gönül isminde ittihatçı bir zat milli savunma bakanı olup, bir on kasım günü Bruksel’de Mustafa Kemal'in ölüm yıldonümü nedeniyle düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmayla toplum bilimcilerimizin kafasını aydınlatıp böylece onları bir yöntem krizinden kurtarmış olacaktı üstelik farkında olmadan.
Vecdi Gönül’ün ilgili konuşmasını buraya aktararak yazıyı noktalıyalım:
Bakan Gönül: Türkiye'nin ulus-devlet olmasında mübadelenin önemi büyük
AA
11.11.2008
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, "Eğer Ege'de Rumlar, Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi" diye sordu..
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Türkiye'nin ulus-devlet özelliğine kavuşmasında mübadelenin çok büyük önem taşıdığını vurguladı. AB Savunma Bakanları Troykası toplantısı için Brüksel'e gelen Gönül, Türk Büyükelçiliği'nde düzenlenen Atatürk'ü anma töreninde yaptığı konuşmada, Türkiye'de Batıyı anlama ve reform çabalarının Osmanlı döneminde de görüldüğünü, fakat bunların Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar "ülkeyi kurtarmaya" yetmediğini söyledi. Ulus yaratmak için padişahlık ve halifeliği kaldıran Atatürk'ün "bugün fazla hatırlanmayan, ama önemli" bir diğer adımın Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi olduğunu belirten Gönül, şunları kaydetti: "Bugün eğer Ege'de Rumlar devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba (Türkiye) aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır." Gönül, İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odası'nın kurucuları arasında "bir tek Müslüman'ın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu" gördüğünü anlattı.
MİLLİ EKONOMİ POLİTİKASI
Bakan Gönül, Cumhuriyet öncesinde de Ankara'nın "Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluştuğunu" hatırlattı. Gönül, Atatürk'ün Cumhuriyet'in kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konunun da milli ekonomi politikası olduğunu ifade etti.
Yayın tarihi: 11 Kasım 2008, Salı
Web adresi: http://www.sabah.com.tr/2008/11/11//haber,0C4A8F89C7A1486B9B488CCE8D196B5F.html
.............................................................................................................
Dipnotlar:
(1)Burada dikkate değer olan nokta şuydu ki, bu orijin Türkler, bir gün bile ittihatçılara ''efendiler! bize rağmen bizim adımıza hareket etme yetkisini nereden aldınız?'' sorusunu sormamış olmalarıdır. Ekseriyetle devşirmelerden oluşan ittihatçılar ile Türkler arasındaki ilişkilerin gelişim seyrinin esasen ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekir. Bu ilişkinin bir hayli sorunlu bir ilişki olduğunu tahmin etmek pek güç olmasa gerek.
9 Aralık 2008 Salı
TARİHLE YÜZLEŞME FIRSATI, MARAŞ KATLİAMI
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
9Aralık 2008
Birbirimizi aldatmayalım; öncelikle hepimiz suçluyuz. Dilimizi bağlayan, ağzımızı tıkayan, bilincimizi bulanıklaştıran mezar sessizliğimizin farkında bile değiliz.
Ölü toprağı altında yaşıyoruz, duyarsız ve teslim olmuş halimizle acımızın içinde çürümeye mahkum kılmışız kendimizi.
30 yıl geçti. İnsanlık dramının bu ülkedeki en zalim tecellilerinden biri Maraş Katliamı’nın üzerinden tam otuz yıl geçti.
Maraş Katliamı’dır bu! Suratımıza bir tokat gibi her yıl tekrar eden anısının karşısında onursuzca, sesiz ve sitemsiz duruşumuzla, utancımızla farkında olmayışımızla…
Bu duyarsızlığı kendi elimizle yoğunlaştırıp katmerleştiriyoruz. Korkaklığımızla yüzleşme basiretimizin olmayışıyla, kendini teslim edişimizle süre giden insanlık dışı dayatmalara boyun eğiyoruz.
Bu duyarsızlık nereye kadar…
Yüz yıllardır yaşamımıza bir hançer gibi dayalı duran Osmanlı mantığı karşısındaki teslimiyetimiz nereye kadar? Artık bu gidiş bir noktada kırılmaya mahkumdur!
Bu gidişin bir yerde kırılması gerek. Dünkü eksikliklerimizi, yanlışlıklarımızı, sorumsuzluklarımızı onurluca aşmak için gün gelip çatmıştır; o gün bu gündür!
Maraş Katliamı’nın 30 yılında hepimizin yapacağı çok şey var. Zamanı büken, onu zorlayıp kıran aydın atılımı ve bunu halka mal edebilen yükselişi bu gün gerçekleşebilir. Bu atılım bu toprakların farklılıkları adına yapılabilir. Böylesi dönemeçlerde alınacak kararlı tutumların sahiplerine destek verilebilir, omuz omuza olunabilir. Kendi günahımızı ve temsil etmeye çalıştığımız değerlere karşı sorumsuzluğumuzdan kaynaklanan yanlışları da düzeltebiliriz.
Bu bir tarihimizle yüzleşme cesaretidir. Bu atılımın gerekliliğini bilince çıkarma, tarih indinde gerçekçi, duyarlı refleksleri olan bir varlık olabilmenin ön koşuludur. Varlık diyorum, insan olmak için ise bu adımı örgütlü bir siyasal talebe kadar da yükseltme sınavını da geçmemiz gerekmektedir.
Bu iş Alevilerin omuzuna kaldıysa eyvallah. Bir Alevi kökenli olarak buna hiç itirazım yok; ama Alevileri yalnız bırakarak bu yüzleşme ne kadar bu toprakların insanlarına mal olur bundan herkes bir hak olarak ne sonuç elde edebilir ki…
Bunu Aleviler ısrarla yapmak istediklerini gösterdiler: Korkularını yeniyorlar, Hz Ali’nin, Hz. Hüseyin’in direnme yolunu tutuyor; onlarda sessizliklerini, teslimiyetlerini aşmak için çalıştıklarını gösteriyorlar. Bu topraklarda herkes kadar Aleviler de amansız çileler çekti. Ölüp ölüp dirildiler. Ama imparatorluklar, sistemler, bloklar çöküp giderken onlar ayakta kaldılar var oldular. Bu var oluşu anlamlandırmak için de bu gün tarihle yüzleşmenin adımlarını hızla atma çabasını gösterdiler. Kitlesel direnmeleriyle bu tarihle yüzleşeceğiz deme cesaretini sergilediler.
Bu, onların sorunu ise onlar yapacaktır. Aleviler ilerici özgünlükleriyle bunu ortak ülkemiz ve farklılıklarımız için yapacaktır. Birilerinin bir yerden başlaması gerekiyor. Tüm farklılıkların en geniş desteğini kazanmasını da bilmesi gerekiyor. “Ben yapıyorum, istersen bana takıl.” demeden; “Onlar yapıyor ehveni şer destekleyelim.” de demeden, kimse kimseyi yalnız bırakarak hak kazanımından nemalanmak gibi onursuz bir duruş içinde olmadan, bu süreci birlikte yükseltme planı içinde yer almalıyız/alınmalıdır.
Kendimize gelelim artık. Kimse kimsenin tarihle yüzleşme çabasını hafife almasın, milliyetçilik kültürünün baskısı altında “kökü dışarıda” hezeyanlarına kapılmasın, “genellemeler” adı altında birimizin çabasını küçümsemesin. Bir tarih yüzleşmesidir bu; tüm toplumu ilgilendiren. Herkes kendi günahından arınmak için gelsin bu meşrepten içsin. Omuz versin, kendini de ifade etsin. Hepimizi ilgilendiren bu coğrafyanın, sosyal açıdan yeniden düzenlenişinin en önemli referansı bu olacaktır; tarihimizle cesurca yüzleşmek için Maraş Katliamı’nı unutmadığımızı, suçluları sorgulayabileceğimizi gösterelim.
Bu sorgu, ortak ülkemizin tüm sorunlarında yoğun olarak yerini alan gerçek tarihimizle yüzleşemememizdir. Osmanlıdan bu yana yüzleşmeden uzaklaşarak, böylesi kaçamaklarla yürünmeye çalışıldı. Geçmişini sorgulamamanın acziyle, kimliksiz bir toplum, devletin zora dayalı birliği altında bir yaman çelişkili yaşam, üst kimlikte kimsenin birleşemediği bir ülke haline geldik. Ermeni, Kürt, Arap etnik topluluklarına uluslararası anlaşmalarda bile tanınmış haklar tanınmadı, Ermeni katliamı hasıraltı edildi, Kürtlere yönelen onlarca katliam görmezden gelindi, Aleviler ikinci sınıf vatandaş konumuna itildi, Hıristiyanlara, farklı inançlara ve bilcümle farklılıklarımıza dayatılan ayrımcılık ikame edildi. Bu ülkede kemiklerimizi bile kemiren sinsi bir ayrımcılığın hükmü sürdü gitti. Bu sonuç coğrafyamızda her türden barışı yok etti; gelecek kuşaklarımıza ait ciddiye alınabilir bir umut bırakmadı.
Neden mi arıyorsunuz; önce aynaya bakın ve utanmasını bilin. Sorumluluğunuzu bilin, sonra dönün bu tarihi bir kez daha gözden geçirin. Osmanlıdan bu yana gelen ölü sessizliğini, aydın karşı duruşunun olmayışını, haklının hakkını savunmadaki korkularını, dirençsizliğini, teslimiyetini görün. Bunu da bilince çıkartınız ve bir kez daha aynaya bakınız, ne yapmanız gerektiğini kararlaştırınız ve bunu korkmadan cesaretle ortaya koyunuz. Yalnız olmadığınızı göreceksiniz. Yalnız kalsanız da sabırla, kararlılıkla yürüyün; yalnız kalmayacaksınız.
Bir beklenti sürüp gelmiştir, devlet yapar diye. Oysa bu devlet bu zulmü yapandır, bu kıyımı ve bu katliamı kendi elleriyle işleyendir. Beklenen rahmet bu devletin eliyle ölüm denklemleri olarak dayatılmıştır. Bunu göstermek gerek, bunun için tarihle yüzleşmek gerek. Bunu bilince çıkarın.
Korkular yenilmedikçe haklar elde edilmeyecektir. Tarihle yüzleşmenin yolu buradan geçiyor. Bunu yapamadığız müddetçe, birbirini yiyen, tüketen, kuşaklar boyu çürüme içinde kimliksiz bir kaosun topluluğu olmaya mahkumuz.
Sorumlu olan biziz. Duyarsızlığımızı aşmaya yönelelim. Devletin irtikap ettiği cürüme ortak olmamak için sorgulayan, bunun için direnenlerin safında yerimizi alalım. Hepimizin suçlu olduğu, suç ortağı olduğu bu tarihi gözden geçirmek için 30. yıl dönümünde Maraş Katliamı’nın açtığı pencereden güneşi özümseyelim.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kimse de kendini aklamaya çalışmasın, bunu başkası yapıyor diye gerekçe sunmasın. Birimiz suçlu değildir, hepimiz suçluyuz.
Şimdi yapılması gereken, tarihle yüzleşmenin gönüllü kahramanlarını yalnız bırakmamaktır. Herkes bu yüzleşme girişimlerinin yanında nasıl yer alacağının hesabını yapsın.
Devrimciler, Sosyalistler, ilerciler ve bil cümle demokratlar, her sınavda sınıfta kaldılar. Çünkü tarihleriyle yüzleşmede korkakça davrandılar. Devletin resmi girdaplarıyla müptela akıllarını özgürleştirmediler. Halklarını yalnız bıraktılar, gericiliğe yem ettiler. Bu sorumsuzluğun altında ezilip kalmak yerine, aklanmak için bu yüzleşmeyi yapma girişimlerine ortak olmalıdırlar. Maraş Katliamı’nın 30. yılında bu fırsat hepimize açılan bir ufuktur.
Geleceğimizi barış ve güvenliğin çemberinde yükseltmek için, birimizin değil hepimizin olan bu ülkede eşitler olarak yaşamak için, tarihle cesurca yüzleşme adımlarından biri olan Maraş Katliamı’nın hesabını sormak ve bu yöndeki etkinliklerine omuz vermek gerekir.
mircihan@gmail.com
9Aralık 2008
Birbirimizi aldatmayalım; öncelikle hepimiz suçluyuz. Dilimizi bağlayan, ağzımızı tıkayan, bilincimizi bulanıklaştıran mezar sessizliğimizin farkında bile değiliz.
Ölü toprağı altında yaşıyoruz, duyarsız ve teslim olmuş halimizle acımızın içinde çürümeye mahkum kılmışız kendimizi.
30 yıl geçti. İnsanlık dramının bu ülkedeki en zalim tecellilerinden biri Maraş Katliamı’nın üzerinden tam otuz yıl geçti.
Maraş Katliamı’dır bu! Suratımıza bir tokat gibi her yıl tekrar eden anısının karşısında onursuzca, sesiz ve sitemsiz duruşumuzla, utancımızla farkında olmayışımızla…
Bu duyarsızlığı kendi elimizle yoğunlaştırıp katmerleştiriyoruz. Korkaklığımızla yüzleşme basiretimizin olmayışıyla, kendini teslim edişimizle süre giden insanlık dışı dayatmalara boyun eğiyoruz.
Bu duyarsızlık nereye kadar…
Yüz yıllardır yaşamımıza bir hançer gibi dayalı duran Osmanlı mantığı karşısındaki teslimiyetimiz nereye kadar? Artık bu gidiş bir noktada kırılmaya mahkumdur!
Bu gidişin bir yerde kırılması gerek. Dünkü eksikliklerimizi, yanlışlıklarımızı, sorumsuzluklarımızı onurluca aşmak için gün gelip çatmıştır; o gün bu gündür!
Maraş Katliamı’nın 30 yılında hepimizin yapacağı çok şey var. Zamanı büken, onu zorlayıp kıran aydın atılımı ve bunu halka mal edebilen yükselişi bu gün gerçekleşebilir. Bu atılım bu toprakların farklılıkları adına yapılabilir. Böylesi dönemeçlerde alınacak kararlı tutumların sahiplerine destek verilebilir, omuz omuza olunabilir. Kendi günahımızı ve temsil etmeye çalıştığımız değerlere karşı sorumsuzluğumuzdan kaynaklanan yanlışları da düzeltebiliriz.
Bu bir tarihimizle yüzleşme cesaretidir. Bu atılımın gerekliliğini bilince çıkarma, tarih indinde gerçekçi, duyarlı refleksleri olan bir varlık olabilmenin ön koşuludur. Varlık diyorum, insan olmak için ise bu adımı örgütlü bir siyasal talebe kadar da yükseltme sınavını da geçmemiz gerekmektedir.
Bu iş Alevilerin omuzuna kaldıysa eyvallah. Bir Alevi kökenli olarak buna hiç itirazım yok; ama Alevileri yalnız bırakarak bu yüzleşme ne kadar bu toprakların insanlarına mal olur bundan herkes bir hak olarak ne sonuç elde edebilir ki…
Bunu Aleviler ısrarla yapmak istediklerini gösterdiler: Korkularını yeniyorlar, Hz Ali’nin, Hz. Hüseyin’in direnme yolunu tutuyor; onlarda sessizliklerini, teslimiyetlerini aşmak için çalıştıklarını gösteriyorlar. Bu topraklarda herkes kadar Aleviler de amansız çileler çekti. Ölüp ölüp dirildiler. Ama imparatorluklar, sistemler, bloklar çöküp giderken onlar ayakta kaldılar var oldular. Bu var oluşu anlamlandırmak için de bu gün tarihle yüzleşmenin adımlarını hızla atma çabasını gösterdiler. Kitlesel direnmeleriyle bu tarihle yüzleşeceğiz deme cesaretini sergilediler.
Bu, onların sorunu ise onlar yapacaktır. Aleviler ilerici özgünlükleriyle bunu ortak ülkemiz ve farklılıklarımız için yapacaktır. Birilerinin bir yerden başlaması gerekiyor. Tüm farklılıkların en geniş desteğini kazanmasını da bilmesi gerekiyor. “Ben yapıyorum, istersen bana takıl.” demeden; “Onlar yapıyor ehveni şer destekleyelim.” de demeden, kimse kimseyi yalnız bırakarak hak kazanımından nemalanmak gibi onursuz bir duruş içinde olmadan, bu süreci birlikte yükseltme planı içinde yer almalıyız/alınmalıdır.
Kendimize gelelim artık. Kimse kimsenin tarihle yüzleşme çabasını hafife almasın, milliyetçilik kültürünün baskısı altında “kökü dışarıda” hezeyanlarına kapılmasın, “genellemeler” adı altında birimizin çabasını küçümsemesin. Bir tarih yüzleşmesidir bu; tüm toplumu ilgilendiren. Herkes kendi günahından arınmak için gelsin bu meşrepten içsin. Omuz versin, kendini de ifade etsin. Hepimizi ilgilendiren bu coğrafyanın, sosyal açıdan yeniden düzenlenişinin en önemli referansı bu olacaktır; tarihimizle cesurca yüzleşmek için Maraş Katliamı’nı unutmadığımızı, suçluları sorgulayabileceğimizi gösterelim.
Bu sorgu, ortak ülkemizin tüm sorunlarında yoğun olarak yerini alan gerçek tarihimizle yüzleşemememizdir. Osmanlıdan bu yana yüzleşmeden uzaklaşarak, böylesi kaçamaklarla yürünmeye çalışıldı. Geçmişini sorgulamamanın acziyle, kimliksiz bir toplum, devletin zora dayalı birliği altında bir yaman çelişkili yaşam, üst kimlikte kimsenin birleşemediği bir ülke haline geldik. Ermeni, Kürt, Arap etnik topluluklarına uluslararası anlaşmalarda bile tanınmış haklar tanınmadı, Ermeni katliamı hasıraltı edildi, Kürtlere yönelen onlarca katliam görmezden gelindi, Aleviler ikinci sınıf vatandaş konumuna itildi, Hıristiyanlara, farklı inançlara ve bilcümle farklılıklarımıza dayatılan ayrımcılık ikame edildi. Bu ülkede kemiklerimizi bile kemiren sinsi bir ayrımcılığın hükmü sürdü gitti. Bu sonuç coğrafyamızda her türden barışı yok etti; gelecek kuşaklarımıza ait ciddiye alınabilir bir umut bırakmadı.
Neden mi arıyorsunuz; önce aynaya bakın ve utanmasını bilin. Sorumluluğunuzu bilin, sonra dönün bu tarihi bir kez daha gözden geçirin. Osmanlıdan bu yana gelen ölü sessizliğini, aydın karşı duruşunun olmayışını, haklının hakkını savunmadaki korkularını, dirençsizliğini, teslimiyetini görün. Bunu da bilince çıkartınız ve bir kez daha aynaya bakınız, ne yapmanız gerektiğini kararlaştırınız ve bunu korkmadan cesaretle ortaya koyunuz. Yalnız olmadığınızı göreceksiniz. Yalnız kalsanız da sabırla, kararlılıkla yürüyün; yalnız kalmayacaksınız.
Bir beklenti sürüp gelmiştir, devlet yapar diye. Oysa bu devlet bu zulmü yapandır, bu kıyımı ve bu katliamı kendi elleriyle işleyendir. Beklenen rahmet bu devletin eliyle ölüm denklemleri olarak dayatılmıştır. Bunu göstermek gerek, bunun için tarihle yüzleşmek gerek. Bunu bilince çıkarın.
Korkular yenilmedikçe haklar elde edilmeyecektir. Tarihle yüzleşmenin yolu buradan geçiyor. Bunu yapamadığız müddetçe, birbirini yiyen, tüketen, kuşaklar boyu çürüme içinde kimliksiz bir kaosun topluluğu olmaya mahkumuz.
Sorumlu olan biziz. Duyarsızlığımızı aşmaya yönelelim. Devletin irtikap ettiği cürüme ortak olmamak için sorgulayan, bunun için direnenlerin safında yerimizi alalım. Hepimizin suçlu olduğu, suç ortağı olduğu bu tarihi gözden geçirmek için 30. yıl dönümünde Maraş Katliamı’nın açtığı pencereden güneşi özümseyelim.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kimse de kendini aklamaya çalışmasın, bunu başkası yapıyor diye gerekçe sunmasın. Birimiz suçlu değildir, hepimiz suçluyuz.
Şimdi yapılması gereken, tarihle yüzleşmenin gönüllü kahramanlarını yalnız bırakmamaktır. Herkes bu yüzleşme girişimlerinin yanında nasıl yer alacağının hesabını yapsın.
Devrimciler, Sosyalistler, ilerciler ve bil cümle demokratlar, her sınavda sınıfta kaldılar. Çünkü tarihleriyle yüzleşmede korkakça davrandılar. Devletin resmi girdaplarıyla müptela akıllarını özgürleştirmediler. Halklarını yalnız bıraktılar, gericiliğe yem ettiler. Bu sorumsuzluğun altında ezilip kalmak yerine, aklanmak için bu yüzleşmeyi yapma girişimlerine ortak olmalıdırlar. Maraş Katliamı’nın 30. yılında bu fırsat hepimize açılan bir ufuktur.
Geleceğimizi barış ve güvenliğin çemberinde yükseltmek için, birimizin değil hepimizin olan bu ülkede eşitler olarak yaşamak için, tarihle cesurca yüzleşme adımlarından biri olan Maraş Katliamı’nın hesabını sormak ve bu yöndeki etkinliklerine omuz vermek gerekir.
Gerçeği söylemek bu kadar mı zor?
Baskın Oran
Devletimiz “Mustafa” filmine nihayet ses verdi. 12 Eylül cuntası, Atatürk’ün gelirlerini Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında paylaştıran vasiyetnamesini çatır çatır değiştirdikten sonra 1983’te bir de Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) tesis etmişti. Bu ATAM “‘Mustafa’ Filmi Hakkında Bazı Tespitler” diye açıklama yayınladı (www.atam.gov.tr).
Gerçekten filmi gördüler mi?
“Biir toz bulutunu düşman sanarak korktuğu ima edilmiştir” diyor. Oysa senaryoda: “İsyancıların kapıya dayandığını düşündü.” Haziran 1920. Yunan ordusu Ankara’da ne arasın; daha Bursa’yı bile işgal etmemiş. Korkulan, Yozgat isyanı.
Gerçi U. Dündar da Star Haber’de T. Özakman’a soruyor: “Sizce Atatürk sığır sürüsünü Yunan ordusu zannedip korkar mıydı?” Özakman da filmi görmemiş, ama cevap veriyor: “Olur mu öyle şey? Bunu söylemek gaflettir!” Ama bunların biri gazeteci diğeri tiyatro yazarı; ATAM gibi tek işleri “Atatürk’ü araştırmak” değil hiç olmazsa.
Başka bir ilginçlik: Filmde yine yok ama benim şu “Aramıza hoş geldin Atatürk” yazımda var, onu okuyup karıştırdılar herhalde, “Atatürk gökten yere indirildi iddiası” altbaşlığı altında cevap veriyor ATAM: “Türk kültüründe İslam öncesinde ve sonrasında ruhların ölmediği[ne] ancak ‘uçmağa vardığına’ inanılır. Milletine ve memleketine büyük hizmetler etmiş birinin ruhu kötü ruhlar gibi yerin altına uçmayacağına göre gökte farz edilmesi son derece tabii görülmelidir.”
Fevkalade espritüel bir tespit; gerçekten de iyi ruhlar yerin dibine uçamaz. Tamam da, Orta Asya Türkçesinde “uçmak” bir fiil değil ki yahu; isim. Bugünkü cennet’in o zamanki ismi. Tersi de “tamu”, yani cehennem. “Uçmağa varmak”, cennete gitmek demek. Ben bunu sünnet hediyelerim arasında gelen Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”nü okuduğumda, yani 9 yaşımda öğrenmiştim.
Ama diyeceksiniz ki ATAM resmî açıklamada çocuğun yapmayacağı imla yanlışını yaptıktan sonra bunları da yapar. Nitekim, “Makedonya’dan hemşerileri gelmiş, Dolmabahçe’de toplanmışlar, Atatürk’te tesadüfen gidip eğlencelerine katılmış”taki Atatürk kelimesinden sonra gelen ‘te’ eki (daha doğrusu “-de” eki) ayrı yazılacak idi…
Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı vaatleri
Gelelim esas meseleye. ATAM “Kürtlere özerklik verileceği iddiası” altbaşlığında diyor ki: “Filmde… kaynağı net olmayan iddialar dile getirilmekte, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı sırasında ‘Anayasada bu konuda hüküm olduğunu’ söylediği aktarılmaktadır.”
El insaf. 1921 Anayasası Md. 11 çok açık: “Vilayet… özerktir. Vakıflar, Medreseler, Eğitim, Sağlık, İktisat, Ziraat, Bayındırlık ve Sosyal Yardım işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi dahilindedir.” Bu şûraları da ilgili vilayetin halkı seçiyor. Özerklik o kadar geniş ki, bu konularda valinin yetkisi yok. Nitekim Md. 14: “[Merkezden atanan] Vali yalnız devletin genel görevleriyle yerel görevler arasında uyuşmazlık olursa müdahale eder.” Şimdi, bunun nesi “kaynağı net olmayan iddia”?
Dahası, acaba ATAM M. Kemal’in Samsun’a ayak bastığı andan itibaren her ağzını açışında Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı taahhüdünde bulunduğunu bilmiyor mu? Kronolojik sırayla birkaç örnek:
1) Kürt ağa, bey ve şeyhlerine telgraflar (Mayıs ve Haziran 1919): “Kürt kardeşlerimin… hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hak ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım” (Cemilpaşazade Kasım Bey’e, 16.06.1919).
2) Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri (07.08.1919 ve 11.09.1919): Erzurum: “[Doğu illerinde] yaşayan bütün İslami unsurlar, yekdiğerine karşılıklı bir fedakarlık duygusuyla dolu ve ırkî ve toplumsal durumlarına saygılı öz kardeştirler”. Sivas’ta daha da güçlü: “ırkî ve toplumsal haklarına”.
3) Osmanlı Hükümeti’yle yapılan Amasya Protokolü no.2 (22.10.1919): "… Kürtlerin gelişme serbestisini sağlayacak şekilde ırksal ve toplumsal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine…” Gerekçe de belirtilmiş: İngilizlerin bölücü çabalarını engellemek için Kürtlere bu hakları vermek gerekir, diyor.
5) Misak-ı Milli (28.01.1920): Efsane gibi konuşulan ama bilinmeyen bu temel belgenin 1. maddesi bir bütün oluşturan milli toprakları “… dinen, ırken ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgesel koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğu”nun oturduğu yerler diye tarif ediyor.
Bütün bu belgeler şunu söylüyor: Her bir unsurun özelliklerine saygılı olduğumuz için bu ülke bölünmeyecek. İşte bu, mantıken, saygılı olmazsak mazarrat çıkar anlamı taşıyor.
6) TBMM’deki sözleri: Bütün yukarıdakileri izah, teyit ve taahhüt ediyor.
24.04.1920: “Erzurum Kongresi’nin çizdiği milli hudut] dahilinde yaşayan İslami unsurların her birinin kendisine özgü olan bölgesine, âdetlerine, ırkına özgü olan imtiyazları … kabul ve tasdik edilmiştir.” Taahhüt ediyor: “İnşallah, varlığımız kurtulduktan sonra (inşallah sesleri) kardeşler arasında çözülüp sonuçlandırılacağından… teferruata girişilmemiştir.”
03.07.1920: “Milli hudutlar… içinde yaşayan ve çeşitli İslami unsurlar birbirlerine karşı ırkî, bölgesel, ahlakî bütün haklarına saygılı öz kardeşlerdir. Dolayısıyla onların arzularına aykırı bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz.”
01.03.1922: “Türkiye halkı… gelecek ve menfaatleri ortak olan bir toplumdur. Bu toplulukta ırkî haklara, toplumsal haklara ve bölge şartlarına saygı, iç siyasetimizin esas noktalarındandır.”
7) İzmit Basın Toplantısı (16.01.1923). Bunu anlatmıştım.
Sadece Atatürk’ün bizzat söylediği ve/veya imzaladığı şeylerin bir kısmını aktardım.
Gerçek çok basit aslında
M. Kemal bunları tabii ki söyledi ve yazdı. Ama yine tabii ki hepsinin arkasından ilave etti: “Ayrılmayı hiç düşünmeyin”. Bu normaldi, çünkü o zaman Türk ve Kürt değil, İslam vardı. TC kurulurken Kürt haklarını savunacak Kürt aydını henüz yetişmemişti; mevcut Kürt aydınları da (Bedirhanîler) Ankara’ya karşıydılar. Dünyada devir de ulus-devletler devriydi.
Normal olmayan şuydu ki, Atatürk’ün kurduğu Türk ulus-devleti Kürt diye bir farklılığı tamamen yok saydı; ulus-devlet budur işte. Bugün çektiklerimizin derin kökü buradadır.
“Atatürk dâhi politikacıydı; icap edeni söylemiş, icap edeni yapmıştır” deyin, kabul. Ama kalkıp da “Bunları söylemedi, bunların kaynağı meçhuldür” demeyin; dürüst olmuyor.
Öyle deyip böyle yapmanın 1925 isyanıyla da ilgisi yok. Çünkü olay, Lozan yapılıp
cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924 Anayasası’yla noktalandı. İl ve ilçe bazındaki özerklik kaldırıldı. Ekim 1923’e kadar M. Kemal’in kullandığı “Türkiyeli”nin (Türkiye Milleti, Türkiye Ordusu, vb.) yerini “Türk” alıverdi (bkz. B. Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1999, s. 211). Bunlar Kürt’ün sıfırlanmasıdır.
1924 Md. 2 Türkçeyi resmî dil ilan etti, tamam. Md. 10 “18 yaşını bitiren her erkek Türk mebus seçmek hakkına sahiptir” dedi, tamam. Md. 12 “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler mebus seçilemezler” dedi, ona da tamam. Ama kasaba pazarına yumurta getirene konuştuğu her Kürtçe kelime başına 5 kş. ceza (H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), 1979, s. 318’den Son Posta, 23.09.1932), işte o tamam filan değil.
Olmadığı içindir ki “Kürt Sorunu”na sadece son 25 yılda 1 trilyon dolar harcadık (C. Çiçek, Radikal, 02.11.08), kırk bin ana kuzusu kurban verdik; daha da vereceğimizden başka. Biliyor musunuz ki koca Kurtuluş Savaşı’nda cephede vurulanların sayısı on bin sekiz yüz elli beş kişidir? (S. Selek, Anadolu İhtilali, I. Cilt, 1987, s.115).
ATAM’ın tek işi Atatürk’ü araştırmak. Sen gerçekten büyükmüşsün, Sakallı Celal.
(Metinler için: ATAM, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, TTK, 1989; D. Perinçek, Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Y., 1999. Katkıları için E. Büyükelçi Ünal Ünsal’a içten teşekkürle).
Devletimiz “Mustafa” filmine nihayet ses verdi. 12 Eylül cuntası, Atatürk’ün gelirlerini Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında paylaştıran vasiyetnamesini çatır çatır değiştirdikten sonra 1983’te bir de Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) tesis etmişti. Bu ATAM “‘Mustafa’ Filmi Hakkında Bazı Tespitler” diye açıklama yayınladı (www.atam.gov.tr).
Gerçekten filmi gördüler mi?
“Biir toz bulutunu düşman sanarak korktuğu ima edilmiştir” diyor. Oysa senaryoda: “İsyancıların kapıya dayandığını düşündü.” Haziran 1920. Yunan ordusu Ankara’da ne arasın; daha Bursa’yı bile işgal etmemiş. Korkulan, Yozgat isyanı.
Gerçi U. Dündar da Star Haber’de T. Özakman’a soruyor: “Sizce Atatürk sığır sürüsünü Yunan ordusu zannedip korkar mıydı?” Özakman da filmi görmemiş, ama cevap veriyor: “Olur mu öyle şey? Bunu söylemek gaflettir!” Ama bunların biri gazeteci diğeri tiyatro yazarı; ATAM gibi tek işleri “Atatürk’ü araştırmak” değil hiç olmazsa.
Başka bir ilginçlik: Filmde yine yok ama benim şu “Aramıza hoş geldin Atatürk” yazımda var, onu okuyup karıştırdılar herhalde, “Atatürk gökten yere indirildi iddiası” altbaşlığı altında cevap veriyor ATAM: “Türk kültüründe İslam öncesinde ve sonrasında ruhların ölmediği[ne] ancak ‘uçmağa vardığına’ inanılır. Milletine ve memleketine büyük hizmetler etmiş birinin ruhu kötü ruhlar gibi yerin altına uçmayacağına göre gökte farz edilmesi son derece tabii görülmelidir.”
Fevkalade espritüel bir tespit; gerçekten de iyi ruhlar yerin dibine uçamaz. Tamam da, Orta Asya Türkçesinde “uçmak” bir fiil değil ki yahu; isim. Bugünkü cennet’in o zamanki ismi. Tersi de “tamu”, yani cehennem. “Uçmağa varmak”, cennete gitmek demek. Ben bunu sünnet hediyelerim arasında gelen Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”nü okuduğumda, yani 9 yaşımda öğrenmiştim.
Ama diyeceksiniz ki ATAM resmî açıklamada çocuğun yapmayacağı imla yanlışını yaptıktan sonra bunları da yapar. Nitekim, “Makedonya’dan hemşerileri gelmiş, Dolmabahçe’de toplanmışlar, Atatürk’te tesadüfen gidip eğlencelerine katılmış”taki Atatürk kelimesinden sonra gelen ‘te’ eki (daha doğrusu “-de” eki) ayrı yazılacak idi…
Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı vaatleri
Gelelim esas meseleye. ATAM “Kürtlere özerklik verileceği iddiası” altbaşlığında diyor ki: “Filmde… kaynağı net olmayan iddialar dile getirilmekte, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı sırasında ‘Anayasada bu konuda hüküm olduğunu’ söylediği aktarılmaktadır.”
El insaf. 1921 Anayasası Md. 11 çok açık: “Vilayet… özerktir. Vakıflar, Medreseler, Eğitim, Sağlık, İktisat, Ziraat, Bayındırlık ve Sosyal Yardım işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi dahilindedir.” Bu şûraları da ilgili vilayetin halkı seçiyor. Özerklik o kadar geniş ki, bu konularda valinin yetkisi yok. Nitekim Md. 14: “[Merkezden atanan] Vali yalnız devletin genel görevleriyle yerel görevler arasında uyuşmazlık olursa müdahale eder.” Şimdi, bunun nesi “kaynağı net olmayan iddia”?
Dahası, acaba ATAM M. Kemal’in Samsun’a ayak bastığı andan itibaren her ağzını açışında Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı taahhüdünde bulunduğunu bilmiyor mu? Kronolojik sırayla birkaç örnek:
1) Kürt ağa, bey ve şeyhlerine telgraflar (Mayıs ve Haziran 1919): “Kürt kardeşlerimin… hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hak ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım” (Cemilpaşazade Kasım Bey’e, 16.06.1919).
2) Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri (07.08.1919 ve 11.09.1919): Erzurum: “[Doğu illerinde] yaşayan bütün İslami unsurlar, yekdiğerine karşılıklı bir fedakarlık duygusuyla dolu ve ırkî ve toplumsal durumlarına saygılı öz kardeştirler”. Sivas’ta daha da güçlü: “ırkî ve toplumsal haklarına”.
3) Osmanlı Hükümeti’yle yapılan Amasya Protokolü no.2 (22.10.1919): "… Kürtlerin gelişme serbestisini sağlayacak şekilde ırksal ve toplumsal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine…” Gerekçe de belirtilmiş: İngilizlerin bölücü çabalarını engellemek için Kürtlere bu hakları vermek gerekir, diyor.
5) Misak-ı Milli (28.01.1920): Efsane gibi konuşulan ama bilinmeyen bu temel belgenin 1. maddesi bir bütün oluşturan milli toprakları “… dinen, ırken ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgesel koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğu”nun oturduğu yerler diye tarif ediyor.
Bütün bu belgeler şunu söylüyor: Her bir unsurun özelliklerine saygılı olduğumuz için bu ülke bölünmeyecek. İşte bu, mantıken, saygılı olmazsak mazarrat çıkar anlamı taşıyor.
6) TBMM’deki sözleri: Bütün yukarıdakileri izah, teyit ve taahhüt ediyor.
24.04.1920: “Erzurum Kongresi’nin çizdiği milli hudut] dahilinde yaşayan İslami unsurların her birinin kendisine özgü olan bölgesine, âdetlerine, ırkına özgü olan imtiyazları … kabul ve tasdik edilmiştir.” Taahhüt ediyor: “İnşallah, varlığımız kurtulduktan sonra (inşallah sesleri) kardeşler arasında çözülüp sonuçlandırılacağından… teferruata girişilmemiştir.”
03.07.1920: “Milli hudutlar… içinde yaşayan ve çeşitli İslami unsurlar birbirlerine karşı ırkî, bölgesel, ahlakî bütün haklarına saygılı öz kardeşlerdir. Dolayısıyla onların arzularına aykırı bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz.”
01.03.1922: “Türkiye halkı… gelecek ve menfaatleri ortak olan bir toplumdur. Bu toplulukta ırkî haklara, toplumsal haklara ve bölge şartlarına saygı, iç siyasetimizin esas noktalarındandır.”
7) İzmit Basın Toplantısı (16.01.1923). Bunu anlatmıştım.
Sadece Atatürk’ün bizzat söylediği ve/veya imzaladığı şeylerin bir kısmını aktardım.
Gerçek çok basit aslında
M. Kemal bunları tabii ki söyledi ve yazdı. Ama yine tabii ki hepsinin arkasından ilave etti: “Ayrılmayı hiç düşünmeyin”. Bu normaldi, çünkü o zaman Türk ve Kürt değil, İslam vardı. TC kurulurken Kürt haklarını savunacak Kürt aydını henüz yetişmemişti; mevcut Kürt aydınları da (Bedirhanîler) Ankara’ya karşıydılar. Dünyada devir de ulus-devletler devriydi.
Normal olmayan şuydu ki, Atatürk’ün kurduğu Türk ulus-devleti Kürt diye bir farklılığı tamamen yok saydı; ulus-devlet budur işte. Bugün çektiklerimizin derin kökü buradadır.
“Atatürk dâhi politikacıydı; icap edeni söylemiş, icap edeni yapmıştır” deyin, kabul. Ama kalkıp da “Bunları söylemedi, bunların kaynağı meçhuldür” demeyin; dürüst olmuyor.
Öyle deyip böyle yapmanın 1925 isyanıyla da ilgisi yok. Çünkü olay, Lozan yapılıp
cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924 Anayasası’yla noktalandı. İl ve ilçe bazındaki özerklik kaldırıldı. Ekim 1923’e kadar M. Kemal’in kullandığı “Türkiyeli”nin (Türkiye Milleti, Türkiye Ordusu, vb.) yerini “Türk” alıverdi (bkz. B. Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1999, s. 211). Bunlar Kürt’ün sıfırlanmasıdır.
1924 Md. 2 Türkçeyi resmî dil ilan etti, tamam. Md. 10 “18 yaşını bitiren her erkek Türk mebus seçmek hakkına sahiptir” dedi, tamam. Md. 12 “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler mebus seçilemezler” dedi, ona da tamam. Ama kasaba pazarına yumurta getirene konuştuğu her Kürtçe kelime başına 5 kş. ceza (H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), 1979, s. 318’den Son Posta, 23.09.1932), işte o tamam filan değil.
Olmadığı içindir ki “Kürt Sorunu”na sadece son 25 yılda 1 trilyon dolar harcadık (C. Çiçek, Radikal, 02.11.08), kırk bin ana kuzusu kurban verdik; daha da vereceğimizden başka. Biliyor musunuz ki koca Kurtuluş Savaşı’nda cephede vurulanların sayısı on bin sekiz yüz elli beş kişidir? (S. Selek, Anadolu İhtilali, I. Cilt, 1987, s.115).
ATAM’ın tek işi Atatürk’ü araştırmak. Sen gerçekten büyükmüşsün, Sakallı Celal.
(Metinler için: ATAM, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, TTK, 1989; D. Perinçek, Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Y., 1999. Katkıları için E. Büyükelçi Ünal Ünsal’a içten teşekkürle).
8 Aralık 2008 Pazartesi
İSMAİL BEŞİKÇİ’nin GÖRÜŞLERİNİN ELEŞTİRİSİ
Yener Orkunoglu
8 Aralık 2008
‘Yanlış bir argümanın ilacı, daha iyi bir argümandır. Fikirlerin bastırılması değil."
Carl Sagan
İsmail Beşikçi, geçmişte ’Kürdistan bir Sömürgedir’ diyerek ezen ulusun bir aydını olarak Türkiye’deki ‘Resmi İdeoloji’ye karşı çok kararlı bir çıkış yaptı. Bu çıkış çok cesurca bir çıkıştı. Düşüncesini savunma uğruna yıllarca bedel ödedi. Kararlılığı, cesareti ve mücadelesi sayesinde Kürt halkının saygınlığını kazandı.
Önce önemli bir şeyi saptayalım. Bu yazıdaki Beşikçiye yönelik eleştiri, onun saptamlarına karşı değildir. Sorun Beşikçi’nin saptamasında değil, ileri sürdüğü çözüm önerilerindedir. Bu satırların yazarı Kürdistan’ın bir ‘iç sömürge’ olduğunu düşünen ve savunan biridir. Ama çözüm önerileri farklıdır. Bu satırların yazarı, İsmail Beşikçi’yi bir panele çağırarak, İsmail Beşikçi’nin görüşlerini açıklama olanağı yaratmak istedi. Beşikçi, ilke olarak yurtdışına çıkmak istemediğinden, böylesi bir panele katılamayacağını belirtti.
İsmail Beşikçi’nin kişiliğine karşı saygım var. Kendisini Kürt davasına adamış bir kişi. Saygınlığı nedeniyle İsmail Beşikçi’ye eleştiriler yöneltmek, çok hassas bir şeydi. Uzun dönem bu konuda eleştirilerimi erteledim. Ama son dönemlerde Beşikçi, daha çok konuşur hale geldi. Düşüncelerini daha sıkça ifade etmeye başladı. İşin bir diğer yanı da şu: Beşikçi, Resmi ideolojiye karşı dururken, onun cesareti, dürüstlüğü ön plana kaydı. Görüşlerinin içeriği biraz gölgede kaldı. Ne var ki son dönemlerde Öcalan’a yönelik eleştirileri nedeniyle görüşlerinin içeriği de daha belirgin bir hale geldi. Beşikçi karşısında kişisel saygımı koruyarak, onun bazı görüşlerinin eleştirisini yapmaya çalışacağım. PKK önderi Öcalan’ın görüşlerinin eleştirisini yer darlığı nedeniyle daha sonraki yazılarıma bırakacağım.
İlkin bir belirleme yapalım: Öcalan-Beşikçi tartışmasının nedeni kişisel değil ideolojiktir. Daha önceleri ideolojik bir farklılık yok gibiydi. Şimdi şöyle sorulabilir: Öcalan ve Beşikçi arasındaki farklılıklar nasıl ve neden ortaya çıktı?
Bilindiği gibi, Öcalan bir komplo ile yakalanıp Türkiye’ye teslim edildikten sonra, yeni bir strateji ve süreç içinde de yeni bir paradigma değişikliğine gitti. Bu paradigma değişikliğinin özü yeni bir ulus (demokratik ulus) anlayışının ortaya konulmasıdır. Bu anlayışa göre, var olan ulus-devletler, esas olarak belirli bir etnik-kimliği temel almaktadır ve etnik-kimliği temel alan milliyetçilik, ulus-devletin ideolojik harcıdır. Yeni paradigma temelinde, Öcalan ayrı bir ulus-devlet kurma projesinden vazgeçerek, demokratik bir ulusun yaratılmasını savunmaktadır. Bu çerçevede, demokratik cumhuriyet, demokratik konfederalizm gibi düşünceler ortaya atar.
Öcalan’ın düşüncelerindeki değişim nedeniyle Beşikçi-Öcalan tartışması ortaya çıkar. Öcalan, Kürtlerin milliyetçilikten uzak durmaları gerektiğini söylerken, Beşikçi, Kürtlerin milliyetçi olması ve devlet kurmaları gerektiğini savunuyor. Ayrılıp Kürt devleti kurmaktan vazgeçmeyi eleştirerek şöyle diyor: ‘PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür.’
Beşikçi’nin anlayışına göre PKK, Öcalan’ın yeni stratejisini (demokratik cumhuriyet vb.) kabul ederek, büyük bir hareket olmasına rağmen taleplerini küçültmüştür. Beşikçi, şu varsayımdan hareket etmektedir: Ayrı bir Kürt devleti kurmaktan vazgeçerek, tüm ulusların eşitliğine dayanan bir Demokratik Cumhuriyet istemek talepleri küçültmek demektir. Burada gizli bir varsayım daha vardır. Demokratik olmayan, ama ayrı olarak kurulmuş bir Kürt devleti, ulusların eşitliğini ve özgürce ifade edilmelerini mümkün kılan bir demokratik devletten daha üstündür.
Beşikçi, ayrı bir ulus-devlete sahip olmanın, milliyetçilikten arınmış demokratik cumhuriyetten daha üstün olduğu varsayımından hareket etmektedir. Ama görüşleri bu varsayımı ispatlamaktan uzaktır. Beşikçi, milliyetçi bir ideolojiye dayanan bir ulus-devletin, milliyetçilikten arınmış bir demokratik cumhuriyetten neden daha üstün olduğunu ortaya koymalıdır. Bu konuda gerekçelerini ileri sürmelidir. Yoksa görüşlerinin bilimsel bir değeri olmaz.
Şimdi şöyle bir durumu düşünelim. Diyelim ki, Türkiye’de yeni bir gelişme ortaya çıktı. Türk ve Kürt emekçileri, mücadele sonucu, ulusal kimlikten ayrılmış bir demokratik cumhuriyet kuruyor. Yani devletin ulusal kimlik ve dil üzerindeki tekeline son veriliyor. Resmi dil ve resmi kimlik ortadan kalkıyor. İsmail Beşikçi, böylesi bir cumhuriyeti hala, ayrı iki devletten daha geri mi buluyor? Bu noktada İsmail Beşikçi bir şey söylemiyor, susuyor
Lenin, tarımsal alanda feodalizmden kapitalizme geçişin iki yolu olduğunu söylüyordu. Bu iki yolu Prusya ve Amerikan tarzı olarak adlandırmıştı. Prusya tarzında, toprak ağaları iç başkalaşım yoluyla süreç içerisinde tarım kapitalistleri haline gelir. Bu nedenle Prusya tarzı ‚tepeden inme’ bir toprak devrimi olarak da adlandırılır. Amerikan tarzında ise, köylüler, devrim yoluyla toprak ağalarının elindeki topraklara el koyarak., bağımsız çiftçiler haline gelirler. Amerikan tipi devrim de ’aşağıdan yukarı’ bir devrim olarak adlandırılır
Ulus sorununda iki çözüm yolu vardır. Beşikçi-Öcalan tartışması farklı iki çözüm yolunun tartışılmasıdır. Beşikçi’nin önerisi elbette bir çözümdür. . Bu satırların yazarı, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkını reddetmiyor. Soru şudur: Türkiye ve Kürdistan’da ezilenlerin çıkarına en yakın olan çözüm nedir?
Bilindiği gibi, Almanya’nın ulusal birliğini Bismark gerçekleştirdi. Marks, Bismarck’ın gerçekleştirdiği işin ilerici bir iş olduğunu söyledi. Ama Bismark’ın yaptığını desteklemedi. Neden? Çünkü Bismark, ulusal birliği ‘aşağıdan’ değil ‘yukarıdan’ yapmıştı, yani demokratik değildi. Marks, Bismark’ı destekleyen sosyalistleri de ‘kraliyet sosyalisti’ olarak eleştirmişti. Bu örnek umarım hep vurgu yapmak istediğim ince ayrımı anlaşılır kılmıştır. Bu bakış açısından bakıldığında, bir Kürt devletinin kurulması Türkiye Cumhuriyeti’nde şu andaki mevcut koşullara göre ilerici bir adım olabilir. Ama bu onun her koşulda desteklenmesi anlamına gelmez, ayrıca birçok Türk şovenistinin yaptığı gibi, ona karşı olmayı da gerektirmez.
Marx’ın bize verdiği mesaj şudur: Tarihsel bakımdan her ilerici hareket desteklenilmek zorunda değil. Çünkü aynı zamanda bunun nasıl gerçekleştiğine, yani aşağıdan bir çözüm mü, yukarıdan bir çözüm mü olduğuna da bakmak gerekir..
Bu satırların yazarı, ulusal sorunun çözümünde iki yolun olduğunu düşünüyor. Biri eski paradigmaya dayanan, ulus-devlet anlayışından hareket eden, 20. yüzyılda ileri sürülen çözüm; ikincisi, ulusal kimliği temel almayan, ulusal kimlikten ayrılmış demokratik bir ulus anlayışına dayanan çözüm. Bizce İsmail Beşikçi’nin
önerisi ‘aşağıdan’ çözüm yolundan ziyade, ‘yukarıdan’ çözüm yoluna yakındır. İsmail Beşikçi, 20. yüzyılın eskimiş ulus-anlayışıyla Kürt sorununa yaklaşırken, Öcalan yeni bir demokratik ulus anlayışıyla Kürt sorununa yaklaşmaktadır. Ortada birbirine zıt olan iki paradigma vardır.
Beşikçi, 1920’li yılların düşüncelerinden sıyrılamamıştır. Bunun nedeni İsmail Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerin arkasındaki pozitivizmdir. Bunu gelecek yazıda ele alacağız.
8 Aralık 2008
‘Yanlış bir argümanın ilacı, daha iyi bir argümandır. Fikirlerin bastırılması değil."
Carl Sagan
İsmail Beşikçi, geçmişte ’Kürdistan bir Sömürgedir’ diyerek ezen ulusun bir aydını olarak Türkiye’deki ‘Resmi İdeoloji’ye karşı çok kararlı bir çıkış yaptı. Bu çıkış çok cesurca bir çıkıştı. Düşüncesini savunma uğruna yıllarca bedel ödedi. Kararlılığı, cesareti ve mücadelesi sayesinde Kürt halkının saygınlığını kazandı.
Önce önemli bir şeyi saptayalım. Bu yazıdaki Beşikçiye yönelik eleştiri, onun saptamlarına karşı değildir. Sorun Beşikçi’nin saptamasında değil, ileri sürdüğü çözüm önerilerindedir. Bu satırların yazarı Kürdistan’ın bir ‘iç sömürge’ olduğunu düşünen ve savunan biridir. Ama çözüm önerileri farklıdır. Bu satırların yazarı, İsmail Beşikçi’yi bir panele çağırarak, İsmail Beşikçi’nin görüşlerini açıklama olanağı yaratmak istedi. Beşikçi, ilke olarak yurtdışına çıkmak istemediğinden, böylesi bir panele katılamayacağını belirtti.
İsmail Beşikçi’nin kişiliğine karşı saygım var. Kendisini Kürt davasına adamış bir kişi. Saygınlığı nedeniyle İsmail Beşikçi’ye eleştiriler yöneltmek, çok hassas bir şeydi. Uzun dönem bu konuda eleştirilerimi erteledim. Ama son dönemlerde Beşikçi, daha çok konuşur hale geldi. Düşüncelerini daha sıkça ifade etmeye başladı. İşin bir diğer yanı da şu: Beşikçi, Resmi ideolojiye karşı dururken, onun cesareti, dürüstlüğü ön plana kaydı. Görüşlerinin içeriği biraz gölgede kaldı. Ne var ki son dönemlerde Öcalan’a yönelik eleştirileri nedeniyle görüşlerinin içeriği de daha belirgin bir hale geldi. Beşikçi karşısında kişisel saygımı koruyarak, onun bazı görüşlerinin eleştirisini yapmaya çalışacağım. PKK önderi Öcalan’ın görüşlerinin eleştirisini yer darlığı nedeniyle daha sonraki yazılarıma bırakacağım.
İlkin bir belirleme yapalım: Öcalan-Beşikçi tartışmasının nedeni kişisel değil ideolojiktir. Daha önceleri ideolojik bir farklılık yok gibiydi. Şimdi şöyle sorulabilir: Öcalan ve Beşikçi arasındaki farklılıklar nasıl ve neden ortaya çıktı?
Bilindiği gibi, Öcalan bir komplo ile yakalanıp Türkiye’ye teslim edildikten sonra, yeni bir strateji ve süreç içinde de yeni bir paradigma değişikliğine gitti. Bu paradigma değişikliğinin özü yeni bir ulus (demokratik ulus) anlayışının ortaya konulmasıdır. Bu anlayışa göre, var olan ulus-devletler, esas olarak belirli bir etnik-kimliği temel almaktadır ve etnik-kimliği temel alan milliyetçilik, ulus-devletin ideolojik harcıdır. Yeni paradigma temelinde, Öcalan ayrı bir ulus-devlet kurma projesinden vazgeçerek, demokratik bir ulusun yaratılmasını savunmaktadır. Bu çerçevede, demokratik cumhuriyet, demokratik konfederalizm gibi düşünceler ortaya atar.
Öcalan’ın düşüncelerindeki değişim nedeniyle Beşikçi-Öcalan tartışması ortaya çıkar. Öcalan, Kürtlerin milliyetçilikten uzak durmaları gerektiğini söylerken, Beşikçi, Kürtlerin milliyetçi olması ve devlet kurmaları gerektiğini savunuyor. Ayrılıp Kürt devleti kurmaktan vazgeçmeyi eleştirerek şöyle diyor: ‘PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür.’
Beşikçi’nin anlayışına göre PKK, Öcalan’ın yeni stratejisini (demokratik cumhuriyet vb.) kabul ederek, büyük bir hareket olmasına rağmen taleplerini küçültmüştür. Beşikçi, şu varsayımdan hareket etmektedir: Ayrı bir Kürt devleti kurmaktan vazgeçerek, tüm ulusların eşitliğine dayanan bir Demokratik Cumhuriyet istemek talepleri küçültmek demektir. Burada gizli bir varsayım daha vardır. Demokratik olmayan, ama ayrı olarak kurulmuş bir Kürt devleti, ulusların eşitliğini ve özgürce ifade edilmelerini mümkün kılan bir demokratik devletten daha üstündür.
Beşikçi, ayrı bir ulus-devlete sahip olmanın, milliyetçilikten arınmış demokratik cumhuriyetten daha üstün olduğu varsayımından hareket etmektedir. Ama görüşleri bu varsayımı ispatlamaktan uzaktır. Beşikçi, milliyetçi bir ideolojiye dayanan bir ulus-devletin, milliyetçilikten arınmış bir demokratik cumhuriyetten neden daha üstün olduğunu ortaya koymalıdır. Bu konuda gerekçelerini ileri sürmelidir. Yoksa görüşlerinin bilimsel bir değeri olmaz.
Şimdi şöyle bir durumu düşünelim. Diyelim ki, Türkiye’de yeni bir gelişme ortaya çıktı. Türk ve Kürt emekçileri, mücadele sonucu, ulusal kimlikten ayrılmış bir demokratik cumhuriyet kuruyor. Yani devletin ulusal kimlik ve dil üzerindeki tekeline son veriliyor. Resmi dil ve resmi kimlik ortadan kalkıyor. İsmail Beşikçi, böylesi bir cumhuriyeti hala, ayrı iki devletten daha geri mi buluyor? Bu noktada İsmail Beşikçi bir şey söylemiyor, susuyor
Lenin, tarımsal alanda feodalizmden kapitalizme geçişin iki yolu olduğunu söylüyordu. Bu iki yolu Prusya ve Amerikan tarzı olarak adlandırmıştı. Prusya tarzında, toprak ağaları iç başkalaşım yoluyla süreç içerisinde tarım kapitalistleri haline gelir. Bu nedenle Prusya tarzı ‚tepeden inme’ bir toprak devrimi olarak da adlandırılır. Amerikan tarzında ise, köylüler, devrim yoluyla toprak ağalarının elindeki topraklara el koyarak., bağımsız çiftçiler haline gelirler. Amerikan tipi devrim de ’aşağıdan yukarı’ bir devrim olarak adlandırılır
Ulus sorununda iki çözüm yolu vardır. Beşikçi-Öcalan tartışması farklı iki çözüm yolunun tartışılmasıdır. Beşikçi’nin önerisi elbette bir çözümdür. . Bu satırların yazarı, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkını reddetmiyor. Soru şudur: Türkiye ve Kürdistan’da ezilenlerin çıkarına en yakın olan çözüm nedir?
Bilindiği gibi, Almanya’nın ulusal birliğini Bismark gerçekleştirdi. Marks, Bismarck’ın gerçekleştirdiği işin ilerici bir iş olduğunu söyledi. Ama Bismark’ın yaptığını desteklemedi. Neden? Çünkü Bismark, ulusal birliği ‘aşağıdan’ değil ‘yukarıdan’ yapmıştı, yani demokratik değildi. Marks, Bismark’ı destekleyen sosyalistleri de ‘kraliyet sosyalisti’ olarak eleştirmişti. Bu örnek umarım hep vurgu yapmak istediğim ince ayrımı anlaşılır kılmıştır. Bu bakış açısından bakıldığında, bir Kürt devletinin kurulması Türkiye Cumhuriyeti’nde şu andaki mevcut koşullara göre ilerici bir adım olabilir. Ama bu onun her koşulda desteklenmesi anlamına gelmez, ayrıca birçok Türk şovenistinin yaptığı gibi, ona karşı olmayı da gerektirmez.
Marx’ın bize verdiği mesaj şudur: Tarihsel bakımdan her ilerici hareket desteklenilmek zorunda değil. Çünkü aynı zamanda bunun nasıl gerçekleştiğine, yani aşağıdan bir çözüm mü, yukarıdan bir çözüm mü olduğuna da bakmak gerekir..
Bu satırların yazarı, ulusal sorunun çözümünde iki yolun olduğunu düşünüyor. Biri eski paradigmaya dayanan, ulus-devlet anlayışından hareket eden, 20. yüzyılda ileri sürülen çözüm; ikincisi, ulusal kimliği temel almayan, ulusal kimlikten ayrılmış demokratik bir ulus anlayışına dayanan çözüm. Bizce İsmail Beşikçi’nin
önerisi ‘aşağıdan’ çözüm yolundan ziyade, ‘yukarıdan’ çözüm yoluna yakındır. İsmail Beşikçi, 20. yüzyılın eskimiş ulus-anlayışıyla Kürt sorununa yaklaşırken, Öcalan yeni bir demokratik ulus anlayışıyla Kürt sorununa yaklaşmaktadır. Ortada birbirine zıt olan iki paradigma vardır.
Beşikçi, 1920’li yılların düşüncelerinden sıyrılamamıştır. Bunun nedeni İsmail Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerin arkasındaki pozitivizmdir. Bunu gelecek yazıda ele alacağız.
6 Aralık 2008 Cumartesi
EDEBİYAT VE SİYASET
BEDREDDİN MAHİR
7 Aralık 2008
Edebiyat yazıyla mı başlar, şekillerle mi, dille mi? Oldukça tartışılabilir bir konu duvarlara şekil betimlemeleri yapmak ne kadar edebiyat değildir, Mısır hiyeroglofi ne kadar sanat ve edebiyat değildir. Bunlar tartışma götürebilir şeylerdir. Buna sizler Nassı ekleyin, yani vahiyle indirilen Kuranı ve ondan önce Müslümanların Kabe’sinde uzak bir geçmişten beri asılı olan “Muallakat el Sebaa” şiirlerini (asılı yedi şiir) ekleyin.
Tartışmanın yönü ve boyutu birbirinden farklı olsa da edebiyat, duvarda da, sokakta da söylem ve yazılı olarak da insanı ilgilendiriyor. İnsanı da toplumsal bir varlık olarak ilgilendiriyor. Toplumu ve toplumsal işleyişi her yönüyle ilgilendiriyor.
Bir yanıyla edebiyat bir sonuçtur. Öncüllerinin birikimi üzerinde dökülendir. Öncülleri ise nesnel olan maddi olan tüm gerçeklerdir, oradan yansıyan düşüncedir. Ve düşüncenin bir biçimde ilgilisine aktarımıdır. Bu aktarım bazen yazıya dökülmeden yapılan bir konuşma olabileceği gibi bazen de ciltler dolusu yazıdır, işarettir, belgedir. Tarih kuşaktan kuşağa bu sıralama içinde akıp gelmektedir. Bu yanıyla insanın yaşam içinde her yönüyle ilgilidir. Bu ilgi yükselen bir spiral hareketi gibidir, bazen dairesel, kendi yerinde sayan olsa da.
İnsanı ilgilendirin hiçbir alan ve dal edebiyatsız birikim yapamaz. İlerleyemez. Bu alanların tüm üzerlerinde yükseldikleri nesnel ortamı bir biçimde yansıttıkları gibi, yönelimlerin merkezinde de siyasetin bir biçimine bağlı olarak işlev görürler. Edebiyatın bu yanını bilmek edebiyatta diyalogun en önemli yanıdır; feodal dönemin edebiyatını bu günün edebiyatından ayırırken iki dönem arasındaki ilişki farkını olduğu kadar bunun sonucu oluşan siyasal farklılıklara da işaret etmiş oluruz. Bu aynı tarihi kesit içindeki edebiyat karşılaştırmalarında da geçerlidir. Edebiyat hiçbir siyasi kaygı olmadan yazılan herhangi bir metinde, şiirde, öykü yada denemede bir biçimde siyasal bir konumlanışı yansıtır; aşkı kavramını, tanrıya atfen kullanmak ile karşıt cine yöneltmek ya da davaya yöneltmek arasındaki fark sonuçta siyasal bir fark olarak tecelli eder.
Edebiyatın tarih indinde önemi buradan gelir. Böylesi bir işlevi olmayan edebiyatın tarih içinde kayda değer bulunmadığı da çok açıktır. Edebiyat algının yansımasıdır. Her ne yol ve araçla olursa olsun algılarımızı yansıtırken kendimizden ona kattığımız değerler olur: Buna siz ham olan veriyi makyajla en iyi şekilde yansıtmaktır. Bu yansımaları gerçekleştirirken birçok şeye dikkat etme gibi bir zorunluluk olsa da sonuçta algının ortaya konuşunda hatalarıyla sevaplarıyla bir değer katımı olacaktır. Bu yüzden edebi bir çaba gerçeklikle bağı oranında bu değerleri yükseltir yada aynı değerler nedeniyle gerçekten koparak anlamsız ve iz bırakmayan bir veri olur.
Tarihi irdelediğimizde edebiyatın tarih içindeki yerini bu yanıyla dört ayağı üzerine oturtmak mümkün olacaktır. Siz edebiyat diye ne yapmak isterseniz yapınız ama yaptığınız gerçeği yansıtma adına yola çıktığı andan ve bunu gerçekleştirebildiği oranda bir sosyal veri olarak yaptığınız kendinizden katılan değerle büyüdüğünü göreceksiniz tersi ise sizi de sürükleyip giden bir akıntının teferruatı haline getirecektir.
Toplumsal yaşam bir tür siyasal yaşamdır. Birden çok insanın birbiriyle ilişkisi mutlak olarak siyasal bir ilişkidir. İster farkında olunsun ister olunmasın ister doğrudan ister dolaylı olsun tümü siyasal bir ilişki olarak var olur. Böylece süreç bir dairesel hareket olarak insan yaşamında yerini alır; artık toplumsal ve insan tüm ilişkilerimiz belli bir siyasal yönelimin derin izleriyle kendini ikame etme durumunda olur. Ekonomik yaşantımızın kararları ve yönelimleri, akrabalık ilişkilerimizin belirlenmesi miras işlerimizi ve bil cümle sosyal ilişkilerimizi siyasal bir ilişkinin farklı frekansları olarak kendilerini belirlerler.
İnanıcımız bile bu yönde bizleri kuşatır. İslamın fıkıh dalı bunu anlatan önemli bir veridir; vahi emri olarak kitaplaşan kuran açık ve net olarak insana ait tüm ilişkilere yön verme iddiasında yerini alır, Siyaset güder yol yordam güder emir verir kural belirler.
Siyaset yaşamın böylesine iç içe olduğu bur unsur olması onun her şey olduğu anlamına gelmiyor. Siyaset alanının dışında kategorik olarak farklı sayılabilecek binlerce insani alanımızda bulunmaktadır. Bunlardan biri de edebiyattır.
Edebi olan gerçeğin betimlenmesinde bin bir yolu olana bir alandır. Öyküleriyle, şiiri ve romanıyla düz yazı kısa hikayeleriyle sanat için sanat kaygısı toplum için sanat duyarlılığıyla bu bin bir yol istesek de istemesek de siyasetin birer aracı olarak kendini gösterecektir.
Edebiyatı siyaset dışında bir kategori olarak belirmekle, onu siyaset araçlarından biri olarak görme arasında bir çelişki varmış izlenimi görülebilir. Ama gerçek öyle değildir. İnsan biyolojisinin kategorik olarak birbirinden ayrı birçok unsuru olmasına rağmen bir bütün olarak insanı oluşturması gibidir siyasetle edebiyat ilişkisi. Bu noktada kimin bütünü kapsadığı da önemli değil önemli olan bu iç içeliktir. Bu iç içelikten kaçınmanın mümkün olmadığının anlaşılmasıdır.
Yaşama bu pencereden bakmak özel olarak edebiyatı siyasete çekmek de değildir tersi de. Ancak bütün bu anlatımların ulaşacağı tek bir yer vardır o da siyasetin edebiyatı taşımasından çok daha fazla, edebiyatın siyaseti taşıması noktasıdır. Bu ve bunun yükümlendiği işlevlerdir.
Bu noktadan itibaren edebiyat fiili olarak rolünü edebiyatçıyla oynaması noktasına gelmiş oluruz.
Bir kategori olarak yaşam içinde edebiyat çok soyuttur. Fiili olarak edebiyat ise onu üreten beyinlerin algılarıyla yakından ilgilidir. O beyinlerin verili koşullarda içinde bulundukları etkileşimler ve tarih içinde kendilerine bir biçimde ulaşmış bilgilerin senteziyle etkin hale gelirler. Orhan Pamuk’un İstanbul betimlemeleri İstanbul tarihinin var olmasıyla ilgili ve bu tarihin Orhan Pamuk beyin algılarına bir biçimde eklemlenmesiyle ilgilidir; bu noktada şu ya da bu kaygılarla Orhan Pamuk ya da bir başkasının siyaset yapıp yapmadığı yönündeki soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermesinin bir önemi kalmaz.
Toplumsal bir varlık olan ve edebiyat kategorisin de kendine yer bulan her insan siyasetle de yakından ilgili olmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyeceğim. Bunu edebiyat ya da edebiyatçı iddia etmese de inkar etse de gerçek budur.
Toplumun ilişki ve çelişkilerine belli bir yol ve yordamla betimlerken yapılan edebiyatın içinde ruhunda mesajında bir siyaset vardır bir yol ve bir yordam vardır. Bunu yapmaksızın edebiyatta yapılamaz. Bu noktadan itibaren siyaset ve edebiyat iç içedir.
Toplumsal kaygı duyup duymamasının da bir önemi yoktur, edebiyat bireysel bir işlevde, bir platonik aşkı bile anlatırken o toplumun birey üzerinde yer alan bütün etkilerinin bir sentezini anlatır. .Bu anlatım ne kadar dekoratif ve edebi mahiyet derinliklerinde dolaşsa da bu etkiden kurtulamaz. Bu nedenle binlerce yılın derinliklerinden gelen Homeros’un eserlerinden de, insan ilişkilerinin çok boyutlu yapısını ve siyasallığını yakalama şansı edindik.
Bu gün bu işlev her zaman olduğu gibi güçlüce devam etmektedir. Edebiyat, gerçeği betimleme sonucunda ortaya konmuş siyasal bir mesajdır Edebiyat, Siyasetin bin bir aracından biri olarak kendini ikame edendir. Edebiyatın insan erdem ve ilişkilerine yönelik siyasal algıları doğru yansıtsa da yansıtmasa da gerçekliği budur; edebiyat bir biçimde siyasal bir mesajdır. Bundan da anlaşılması gereken şey edebiyatta doğru mesaj, hangi estetik kaygılarıyla yapılmış olarsa olsun, mesajın gerçekçiliği yansıtma oranına bağlıdır. Bu da mesajın doğru bir siyasal zemine oturması, doğruyu iletmesi demektir. Toplumun çıkarlarıyla kesişmesi demektir doğduğu yere ait işlevini yerine getirmesi demektir.
Sonuçları itibariyle siyasal bir kaygı taşamayan edebiyat gerçekte yoktur.
7 Aralık 2008
Edebiyat yazıyla mı başlar, şekillerle mi, dille mi? Oldukça tartışılabilir bir konu duvarlara şekil betimlemeleri yapmak ne kadar edebiyat değildir, Mısır hiyeroglofi ne kadar sanat ve edebiyat değildir. Bunlar tartışma götürebilir şeylerdir. Buna sizler Nassı ekleyin, yani vahiyle indirilen Kuranı ve ondan önce Müslümanların Kabe’sinde uzak bir geçmişten beri asılı olan “Muallakat el Sebaa” şiirlerini (asılı yedi şiir) ekleyin.
Tartışmanın yönü ve boyutu birbirinden farklı olsa da edebiyat, duvarda da, sokakta da söylem ve yazılı olarak da insanı ilgilendiriyor. İnsanı da toplumsal bir varlık olarak ilgilendiriyor. Toplumu ve toplumsal işleyişi her yönüyle ilgilendiriyor.
Bir yanıyla edebiyat bir sonuçtur. Öncüllerinin birikimi üzerinde dökülendir. Öncülleri ise nesnel olan maddi olan tüm gerçeklerdir, oradan yansıyan düşüncedir. Ve düşüncenin bir biçimde ilgilisine aktarımıdır. Bu aktarım bazen yazıya dökülmeden yapılan bir konuşma olabileceği gibi bazen de ciltler dolusu yazıdır, işarettir, belgedir. Tarih kuşaktan kuşağa bu sıralama içinde akıp gelmektedir. Bu yanıyla insanın yaşam içinde her yönüyle ilgilidir. Bu ilgi yükselen bir spiral hareketi gibidir, bazen dairesel, kendi yerinde sayan olsa da.
İnsanı ilgilendirin hiçbir alan ve dal edebiyatsız birikim yapamaz. İlerleyemez. Bu alanların tüm üzerlerinde yükseldikleri nesnel ortamı bir biçimde yansıttıkları gibi, yönelimlerin merkezinde de siyasetin bir biçimine bağlı olarak işlev görürler. Edebiyatın bu yanını bilmek edebiyatta diyalogun en önemli yanıdır; feodal dönemin edebiyatını bu günün edebiyatından ayırırken iki dönem arasındaki ilişki farkını olduğu kadar bunun sonucu oluşan siyasal farklılıklara da işaret etmiş oluruz. Bu aynı tarihi kesit içindeki edebiyat karşılaştırmalarında da geçerlidir. Edebiyat hiçbir siyasi kaygı olmadan yazılan herhangi bir metinde, şiirde, öykü yada denemede bir biçimde siyasal bir konumlanışı yansıtır; aşkı kavramını, tanrıya atfen kullanmak ile karşıt cine yöneltmek ya da davaya yöneltmek arasındaki fark sonuçta siyasal bir fark olarak tecelli eder.
Edebiyatın tarih indinde önemi buradan gelir. Böylesi bir işlevi olmayan edebiyatın tarih içinde kayda değer bulunmadığı da çok açıktır. Edebiyat algının yansımasıdır. Her ne yol ve araçla olursa olsun algılarımızı yansıtırken kendimizden ona kattığımız değerler olur: Buna siz ham olan veriyi makyajla en iyi şekilde yansıtmaktır. Bu yansımaları gerçekleştirirken birçok şeye dikkat etme gibi bir zorunluluk olsa da sonuçta algının ortaya konuşunda hatalarıyla sevaplarıyla bir değer katımı olacaktır. Bu yüzden edebi bir çaba gerçeklikle bağı oranında bu değerleri yükseltir yada aynı değerler nedeniyle gerçekten koparak anlamsız ve iz bırakmayan bir veri olur.
Tarihi irdelediğimizde edebiyatın tarih içindeki yerini bu yanıyla dört ayağı üzerine oturtmak mümkün olacaktır. Siz edebiyat diye ne yapmak isterseniz yapınız ama yaptığınız gerçeği yansıtma adına yola çıktığı andan ve bunu gerçekleştirebildiği oranda bir sosyal veri olarak yaptığınız kendinizden katılan değerle büyüdüğünü göreceksiniz tersi ise sizi de sürükleyip giden bir akıntının teferruatı haline getirecektir.
Toplumsal yaşam bir tür siyasal yaşamdır. Birden çok insanın birbiriyle ilişkisi mutlak olarak siyasal bir ilişkidir. İster farkında olunsun ister olunmasın ister doğrudan ister dolaylı olsun tümü siyasal bir ilişki olarak var olur. Böylece süreç bir dairesel hareket olarak insan yaşamında yerini alır; artık toplumsal ve insan tüm ilişkilerimiz belli bir siyasal yönelimin derin izleriyle kendini ikame etme durumunda olur. Ekonomik yaşantımızın kararları ve yönelimleri, akrabalık ilişkilerimizin belirlenmesi miras işlerimizi ve bil cümle sosyal ilişkilerimizi siyasal bir ilişkinin farklı frekansları olarak kendilerini belirlerler.
İnanıcımız bile bu yönde bizleri kuşatır. İslamın fıkıh dalı bunu anlatan önemli bir veridir; vahi emri olarak kitaplaşan kuran açık ve net olarak insana ait tüm ilişkilere yön verme iddiasında yerini alır, Siyaset güder yol yordam güder emir verir kural belirler.
Siyaset yaşamın böylesine iç içe olduğu bur unsur olması onun her şey olduğu anlamına gelmiyor. Siyaset alanının dışında kategorik olarak farklı sayılabilecek binlerce insani alanımızda bulunmaktadır. Bunlardan biri de edebiyattır.
Edebi olan gerçeğin betimlenmesinde bin bir yolu olana bir alandır. Öyküleriyle, şiiri ve romanıyla düz yazı kısa hikayeleriyle sanat için sanat kaygısı toplum için sanat duyarlılığıyla bu bin bir yol istesek de istemesek de siyasetin birer aracı olarak kendini gösterecektir.
Edebiyatı siyaset dışında bir kategori olarak belirmekle, onu siyaset araçlarından biri olarak görme arasında bir çelişki varmış izlenimi görülebilir. Ama gerçek öyle değildir. İnsan biyolojisinin kategorik olarak birbirinden ayrı birçok unsuru olmasına rağmen bir bütün olarak insanı oluşturması gibidir siyasetle edebiyat ilişkisi. Bu noktada kimin bütünü kapsadığı da önemli değil önemli olan bu iç içeliktir. Bu iç içelikten kaçınmanın mümkün olmadığının anlaşılmasıdır.
Yaşama bu pencereden bakmak özel olarak edebiyatı siyasete çekmek de değildir tersi de. Ancak bütün bu anlatımların ulaşacağı tek bir yer vardır o da siyasetin edebiyatı taşımasından çok daha fazla, edebiyatın siyaseti taşıması noktasıdır. Bu ve bunun yükümlendiği işlevlerdir.
Bu noktadan itibaren edebiyat fiili olarak rolünü edebiyatçıyla oynaması noktasına gelmiş oluruz.
Bir kategori olarak yaşam içinde edebiyat çok soyuttur. Fiili olarak edebiyat ise onu üreten beyinlerin algılarıyla yakından ilgilidir. O beyinlerin verili koşullarda içinde bulundukları etkileşimler ve tarih içinde kendilerine bir biçimde ulaşmış bilgilerin senteziyle etkin hale gelirler. Orhan Pamuk’un İstanbul betimlemeleri İstanbul tarihinin var olmasıyla ilgili ve bu tarihin Orhan Pamuk beyin algılarına bir biçimde eklemlenmesiyle ilgilidir; bu noktada şu ya da bu kaygılarla Orhan Pamuk ya da bir başkasının siyaset yapıp yapmadığı yönündeki soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermesinin bir önemi kalmaz.
Toplumsal bir varlık olan ve edebiyat kategorisin de kendine yer bulan her insan siyasetle de yakından ilgili olmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyeceğim. Bunu edebiyat ya da edebiyatçı iddia etmese de inkar etse de gerçek budur.
Toplumun ilişki ve çelişkilerine belli bir yol ve yordamla betimlerken yapılan edebiyatın içinde ruhunda mesajında bir siyaset vardır bir yol ve bir yordam vardır. Bunu yapmaksızın edebiyatta yapılamaz. Bu noktadan itibaren siyaset ve edebiyat iç içedir.
Toplumsal kaygı duyup duymamasının da bir önemi yoktur, edebiyat bireysel bir işlevde, bir platonik aşkı bile anlatırken o toplumun birey üzerinde yer alan bütün etkilerinin bir sentezini anlatır. .Bu anlatım ne kadar dekoratif ve edebi mahiyet derinliklerinde dolaşsa da bu etkiden kurtulamaz. Bu nedenle binlerce yılın derinliklerinden gelen Homeros’un eserlerinden de, insan ilişkilerinin çok boyutlu yapısını ve siyasallığını yakalama şansı edindik.
Bu gün bu işlev her zaman olduğu gibi güçlüce devam etmektedir. Edebiyat, gerçeği betimleme sonucunda ortaya konmuş siyasal bir mesajdır Edebiyat, Siyasetin bin bir aracından biri olarak kendini ikame edendir. Edebiyatın insan erdem ve ilişkilerine yönelik siyasal algıları doğru yansıtsa da yansıtmasa da gerçekliği budur; edebiyat bir biçimde siyasal bir mesajdır. Bundan da anlaşılması gereken şey edebiyatta doğru mesaj, hangi estetik kaygılarıyla yapılmış olarsa olsun, mesajın gerçekçiliği yansıtma oranına bağlıdır. Bu da mesajın doğru bir siyasal zemine oturması, doğruyu iletmesi demektir. Toplumun çıkarlarıyla kesişmesi demektir doğduğu yere ait işlevini yerine getirmesi demektir.
Sonuçları itibariyle siyasal bir kaygı taşamayan edebiyat gerçekte yoktur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)