Mihrac Ural
12 Temmuz 2006, bölgemizin kaderinde değişmeyen kararsız denge, kendini yeniden, savaşın tüm araçlarıyla ifade etmeye devam etti. Siyaset bu gün itibariyle askeri araçlarla yürütülmeye başlandı. Nazi ruhlu, Siyonist İsrail devleti, on yıllardır süren sınır sürtüşmelerinden birini gerekçe sayarak Lübnan’a kıyım ve yıkım götüren füzelerini, bombalarını yağdırmaya başladı. Savaşın 8. gününde, sonuç 300 sivil Lübnanlı vatandaşın ölümü, yüzlerce köprünün yıkılması, onlarca şehirlerarası yolun tahribi ve 5000 binanın, sakinleri üzerine yıkılmasından ibaret olmuştur. Bu savaşta askeri kayıp yok denecek kadar azdır. İsrail Siyonistleri ABD ve Müttefiklerinin Irak işgali için kullandıkları 6000 tonluk bombayı, savaş uçaklarının binlerce sortisi ardından Irak’ın orta büyüklükte bir şehir kadar olan Beyrut üzerine yağdırarak ölüm saçmıştır. Bilinen hiçbir savaşta bu ölçüde bir yıkım bu nedenlerle gündeme gelmemiştir. Yaklaşık bir atom bombası kadar gücü olan ve bir o kadar ölüm saçan bomba ve füze, ordusu bile var sayılmayan küçücük bir ülkenin başına yığılmıştır. Ahlaksız Siyonist İsrail’in ABD adına vekaletin “Orta-Doğunun yeniden ve bir kez daha yeniden düzenlenmesi” adına, “yeni orta-doğu” denilen ve Irak işgali sürecinde “Büyük orta-doğu” diye tanımlanan, yalnızca ABD ve İsrail çıkarına hizmet ve kölelik düzenlenişi olarak beliren bir yıkım ve kıyam savaşı, bir ölüm dansı, “Yaratıcı anarşi” formülüyle bölge halklarına dayatılmaya başlanmıştır. Üstelik bu projenin yüz yıla yaklaşmakta olan tüm savaşları, Arap halkının toprakları üzerinde ve bireylerinin ölümü ortamında icra ediliştir.
ABD’nin tarihi boyunca ve son yarım asırdır ABD adına vekâleten İsrail Siyonizm’inin bölgemizde sürdürdüğü egemenlik savaşları, bir dış siyaset kompleksi olarak, her türden barışçıl amacı dıştalayarak icar edilmektedir. Son yüz yıllık tarihinde 80’i aşkın savaş yapan ABD’nin, çıkarları için sorunları çözmede askeri güçten başka hiçbir yönteme baş vurmaması, bölgemizde yürütülen savaşların içeriği için önemli bir ayırıcı özellik olarak kendini göstermektedir. Kuvvet uygarlığı, uygarlık gücüne karşı siyasetin askeri araçlar dışındaki tüm etkinliklerini hiçe saymıştır. Ne diplomasi ne de diyalog, ne barış nede karşılıklı çıkar uyuşumu bu süreçte hiç prim yapmamıştır. Askeri kuvvet ve savaş ABD ve ortakların sorun çözmede kullandığı tek yol olmuştur. Bu bir mantalitedir ve ABD’nin derin devlet kuruluş ve algılayışında yatan bir maya gibidir. Roma imparatorluğundan bu yana insanlığın tanık olduğu en barbar emperyalist yayılmacılıktır. İnsanlık tarihi böylesine, pervasız ve yıkıcı bir dayatmaya hiç tanık olmamıştır. Birleşmiş Milletler de, bu maceracı yönetimlerin baskısı altında bir araç olmaktan başka işlevi kalmamıştır. Bölgemizin tüm barış girişimlerinin, ABD ve İsrail diplomasisinin kahredici, akıllara ziyan girdapları içinde katledildiğini en yetkili ağızlar seslendirmek durumunda kalmıştır. Arap Birliği Genel Sekreteri ve Mısır eski dış işleri bakanı Amru Musa bu gerçeği, Arap dış işleri bakanları toplantısında dünyaya ilan etmek zorunda kalmıştır. Bölgede barış diye bir şey kalmamıştır, İsrail’e, Lübnan üzerine yürüttüğü kanlı kıyıma devam etmesi üzerine G8 ülkelerinin verdiği açık destek ve BM Güvenlik konseyinin kararsızlığı, bölgemizde sorunların çözümü için tek yolun askeri şiddet olduğunun ilanından başka bir anlamı kalmamıştır. Artık siyasi kararlar askeri kırımların ardından belirlenmesi kaçınılmaz olmuştur. Savaşın 8. Gününde ve sonrasında beklenen de budur. Evdeki hesaplar çarşıya uymasa da, binlerce insan katledilse de, insan yapımı ve doğa top yekun imha edilse de. Bu kirli savaş insanlığın ortak hiçbir değeri ve kurumu tarafından engellenemez bir sürece girmiş, halklara yaşam için direnmekten başka bir yol bırakılmamıştır. Lübnan dramı burada başlıyor ve burada bitiyor.
8. gününde Lübnan’a karşı sürdürülen böylesine kapsamlı ve böylesine eşine rastlanmayan saldırı pervasızlığının ifade ettiği tek şey, İsrail’in, ABD desteğiyle buna uzun zamandır hazırlık yaptığı tüm bölgede ikame etmek istediği uydu sistemlerin inşası ve Lübnan gibi Arap ulusunun uygarlık penceresi, iktisadi etkinlik trampleni, demokratik ilişki potasının gelişim ve etkin direniş dinamiklerini yok etmek olarak kendini göstermiştir. Diğer tüm iddialar ve söylemler demagojiden ibarettir.
“Hizbullahın esir ettiği iki askeri kurtarmak ve Hizbullahın askeri gücünü kırmak, İran-Suriye-Hizbullah’ın oluşturduğu Şii hattını tasfiye etmek” hiç değildir. Bu iddialar öz ve biçim açısından kocaman bir savaş yalandır. Onlar halkların sindirilmesi için, direnme diye bir edebiyatın halkın zihninde kazandığı haklı, meşru ve muzaffer konumunu tahrip etmek için bu savaşı yürütmektedirler. Sonu gelmeyen ve halklara hiçbir şey kazandırmayan ölü barış görüşmelerinden bıkmış halkın direnme tercihlerini doğmadan katletme amacına yöneliktir. Zira bölge tarihinin tüm deneyleri göstermiştir ki, tüm tavizlere rağmen hiçbir Arap devleti ne İsrail’den ne de ABD den hak alamamıştır, ancak bil mukabil, direnme hareketleri, savaş meydanlarında ve işgal edilmiş toprakları kurtarmada kesin zaferler elde etmiştir. Üstelik bu başarılar, tarihi düşmanla hiçbir ilişki ve diyaloga girmeden ikame edilmiştir. İşte bu örnekler katledilmek istenmektedir ki, “Büyük orta-doğu” yada “Yeni Orta-doğu” yani ABD ve İsrail egemenliği engelsiz icra edilebilsin. Hizbullah’ın başını çektiği halkın direniş güçleri mücadelesinin bu savaşta tüm halklar adına ya galip ya da mağlup olma esprisi burada yatmaktadır. Saflarda buna göre şekillenmektedir.
Siyonistlerin sorunu, esir iki askerini kurtarmak olsaydı bu güne kadar bir aynı yöntemle esir alan ve mübadeleler yapan Hizbullaha karşı bu ölçekte ve Lübnanın toptan yıkıma götüren bir askeri saldırıyı daha öncede baş vurması gerekirdi. Savaş sırasında yakalanan casusların itirafları da amacın bu olmadığını itiraf etmiş, esir alma olayından günler haftalar ve aylar önceden yoğun bir hazırlık yapıldığını itiraf etmişlerdir. Suriye ve İran’a, karşı şimdilik, hiçbir saldırı amacı olmadığını sık sık açıklamakları da, hedeflerinin parça parça hazmetmek üzere planlı bir savaş yürüttüklerini göstermektedir. ABD’nin ve Siyonistlerin, Şii hilali diye hiçbir dertleri yoktur. Bu söylemi, tarihi boyunca ilerici Arap ulusalcılığına karşı, vahabi tekfirciliğinin, el-kaide terörünün mimarı ve besleyicisi olan Suudi-Ürdün yönetimlerinin dile getirmesi bir handikaptır. Onlar, tarihleri boyunca, ilerici Arap ulusalcılığına karşı savaştılar ve hep İslam birliğinden dem vurdular. Şimdi ABD ve İsrail çıkarları, İlerici Arap ulusalcılığına karşı dönünce aniden Ulusalcı olduklarını ilan ederek İslam mezhepleri arasındaki kof ayrımlara yaslanmaya, Şii-Sünni ayrımcılığı yapıyorlar. “Şii hilali” diye söylemler, halkı zayıflatacak ve sokakların basit ve ilkel duygularına hitap edecek jargonlar kullanmaya başladılar. Oysa, direnen halk Hamas adıyla Sünni, Hizbullah adıyla Şii tüm mezheplerden ve inanışlardan kahramanların inanılmaz özverileriyle İsrail’in, ABD adına vekaleten bölgemizi yıkıma götüren siyasetlere ve askeri saldırılarına karşı zaferle direnmektedirler. Suriye gibi çoğunluğu Sünni olan bir ülkede halkın yönetimine verdiği destek, bölgemizi yıkıma götürenlerin dayanaksız söylemlerini göstermesi açısından önemli bir veridir. Tahrandan Lübnan’a uzanan hilal, Şii değil, halkın direnme hilalidir ve kırılmak istenende budur.
Hizbullah’ın bir maceraya giriştiği, başkaları adına, Şii hilali, Tahran-Şam hattı adına düelloya giriştiği iddiası ise, aynı amaçlarla pazarlamaya çalışılmıştır. Bu savaşta İran’ın Nükleer dosyasının BM Güvenlik konseyine taşınması engellenmek istenmiştir diyenlerde aynı araçları kullanmaktadır. Öncelikle bilinmesi gereken, Lübnan sahasında İsrail’le savaşın hiçbir zaman kesintiye uğramadığıdır. 2000 yılı mart ayında Hizbullah önderliğinde Lübnan direniş güçlerinin ağır darbeleri altında zaferle sonuçlanan kurtuluş savaşının son raunda işgal altında kalan Şeba mezrası dolaysıyla tüm şiddetini koruyordu. Ayrıca bilinen o ki, İsrail hiçbir zaman esri mübadelesine normal savaş sonucu yollarla girişmemiş, sürekli askerlerinin esir edilmesinin baskısı altında esir mübadelesi yapmak zorunda kalmıştır. Bu döngü son 20 yıl boyunda bir çok kez tekrar ede durmuştur. Bu gün iki esir için gösterilen tepkinin anlamını bu zeminde bulmak mümkün değildir. Hizbullah bir sürecin normal dengeleri içinde İsrail askerlerini esir almıştır. Bu girişim oldukça akıllı ve hesaplı yapılmış, karşılığında da istenen yalnızca Lübnanlı esirlerin serbest bırakılmasıdır. Bu da tüm Savaş, işgal ve işgale karşı direniş sisteminin ahlakı içinde yapılan bir girişimdir. Bu ahlaki girişime verilen cevap ise ahlaksız ve dengesiz bir açık savaştır, yıkım ve kıyımdır. Suudiarabistan’lıların, bedevi akıl ilkelliğiyle “macera” diye ilan ettikleri ve sonradan çark ederek değiştirmek istedikleri, ancak iş işten geçmiş olan tutumlarının haksızlığı burada yatmaktadır. İsrail ilk elden Araplar adına bu onursuz tutuma dayanarak tüm kinlerini kusmaktan geri kalmamıştır. Mısır ve Ürdün gibi, kimi teslimiyetçi Arap ülkelerini olduğu kadar batılıları da bir yanıyla etkileyen tutum budur.
Hizbullah kimse adına vekaleten mücadele etmiyor. O tas tamam bir Lübnan halkının öz be öz direniş örgütüdür. Dostları ve düşmanları vardır. Destekçileri ve karşıtları bulunmaktadır. ABD’nin sonsuz desteğini alan İsrail kendi haksızlıkları için ne yapıyorsa, Hizbullah kendi halkının haklı davası için dostlarına güvenmektedir. Bu doğal olanın en basit ifadesidir. Üstelik Tahran-Şam hattı bu savaşın böylesine boyut almasına belki de hazırlıklı da değildir. Zaten, Hizbullahın kahraman lideri Hasan Nasrullah, son televizyon konuşmasında bunu samimiyetle söylemiştir; Hizbullah kimseye vekaleten mücadele etmiyor, İsrail askerlerinin esir alınmasında en yakın kimi kadrolarımızın bile bilgisi yoktur olamaz da. İran’ın ya da Suriye’nin ise hiçbir bilgisi yoktur. Bu mücadele ve tutum yalnızca, Lübnan halkının ve onun adında tüm ümmetin adına yapılmış, haklı bir davranış bulunmaktadır.
Diğer taraftan İran’ın Nükleer dosyasının gündem dışına itilmesi ise için Hizbullahın giriştiği bir eylemdir söylemi ise tam bir saçmalıktır. Bu mantık doğruysa Hizbullahın değil İsrail ve ABD’nin oyuna geldiğinden söz etmek daha doğru olur. Onlar iki askerin esir alınışını diğerleri gibi basitçe geçiştirmek yerine, savaşı tırmandırmakla bu oyuna düştüler demek, mantık tutarlılığı açısından daha yerinde bir tespit olur. Kaldı ki, bu mantık doğru olsa da neyi değiştirir. Savaş ve ateşkes kararını elinde bulunduran İsrail ve ABD bu oyunu istediği zaman sonuçlandırabilirdi de. Ya da, savaş sonrası hiç bekletmeden İran dosyasını yeniden gündeme sürebilirdi. Özellikle BM güvenlik konseyinin ABD elinde sıradan bir maşa olduğu şu koşullarda. Bundan dolayı, bu türden akıl yorgunu yaklaşımlar, gerçekleri örtmekte yetersizdirler. Bu densiz suçlama ve temelsiz gerekçeler tek amacı, halkların direniş güçlerinin Filistin’de hükümet kuracak kadar etkin olmasını, Lübnan’da devletten daha güçlü bir güç olmasını, halkın üzerinde yarattığı öz güveni ve mücadele kararlılığını kırmaktan ibarettir. Bölgeyi yeniden düzenlemenin yolu halkları köle etmekten geçtiğini bilenler, halkın bu türden direniş güçlerini öncelikle yok etmek zorunda olduklarını da bilmektedirler.
Savaş telalarının, siyaset ve diploması bilmez çaresizlerin bölgemizi yıkmak için Irak işgalinde düştükleri bataklıkta düştükleri virane hallerini örtmek için göze kestirdikleri sivil halka ve yapılarına yönelmiş bu ahlaksız Lübnan savaşı, çözümsüzlüklerinin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. etmeye koyuldular. Kolay lokma sandıkları, sıradan bir örgütle savaş bildikleri ve lense etmeye çalıştıkları bu savaş, amaçlarının olduğu kadar yetmezliklerinin bir kez daha Lübnan sahasında da açığa çıkmasına yol açmıştır. Kirli amaç kökleri topraklarında olan ve geniş halk kitleleri tarafından desteklenen bir direniş güçleri karşısında savaşın 8. Günü itibariyle tüm hesapları alt üst olmuş bulunmaktadırlar. Onlar kolay lokma diye Lübnan’ın üzerine yürürken istedikleri, Lübnan’ı kendi içinde bir iç savaşa sürükleyecek, güçsüz ve çaresiz kantonlara bölünmüş haliyle etkisiz bir viraneye çevirmekti. Tüp Araplara ders verebilecekleri bir zayıf halka yakalamaktı. Bunun için Lübnan’ın her alanını, tüm köprülerini, sivil kurumlarını, her türden taşıt aracını ve her bölgesini insafsız bir şiddetle bombaladılar. Uzun zamandır ciddi ve derin görüş ayrılıklarıyla bölünmüş olan Lübnan siyasal çevrelerini, fiili bir iç savaşa sürükleyerek, kendi emellerine yakın olanlara uygun zemin oluşturup, kuzey sınırlarındaki tehlikeyi sindirmek, sonra dönüp güneyde Filistin halkının direnişini kırmak ve burada sağlayacaklarını sandıkları başarılarla Irak’ta ABD ve müttefiklerinin işini kolaylaştırıcı bir bölge ortamı yaratmaktır. Zira Irak halkı, işgalcilere karşı bıçak sırtında duran bir gerginlik içinde tepki göstermek üzere tırmanın dinamikler taşımaktadır. Bunu bilen Bush yönetimi, Irak’ın kaderinde Lübnan direnişinin kırılmasının önemini sık sık vurgulamaktan geri durmamakta ve bu nedenle çömezi İsrail’e karşı açık destek vermektedir. Oysa savaş meydanından gelen haberler bu umutları suya düşürmeye devam ediyor. Galibiyet diye girilen savaşta sonuç alınmıyor, hakemleri taraf olan bu savaş durmadan uzatmaları oynamaya mahkum kalıyor. Uzatmalar kural dışı olarak tekrar tekrar yeniliyor. Bölgemizde savaş tarihçe bilinen tüm kurallarını kaybetmiş haliyle sahneleniyor.
8. günü itibariyle savaş gelişmeleri saldırganların hiçbir hesabını denk kılmamıştır. Bu gerçek savaş uzatmalarının ve kuralsızlıklarının, savaş suçu sayılacak yüzlerce cürümün işlendiği bir ortamda, ABD’nin Lübnan’a yiyecek, İsrail’e tomahog bomba yardımında bulunmasının ahlaksız ikileminde elde edilen sonuçlar hesaplarının denk olmadığını göstermeye yeterlidir. Bunu en yetkili ağızlar tekrar etmektedir. “Böylesi bir direniş ve böylesine örgütlü ve disiplinli bir askeri gücü karşımızda eklemiyorduk, biz, önümüzde birkaç saat durma şansı olmayan, sıradan bir milis gücü çıkabileceğini düşünmüştük. Arap-İsrail savaşlarının tarihinin hiçbir kesitinde tanık olmadığımız bir direnişle ve İsrail’in içlerine karar uzanan füzelerle yüz yüze kaldık. Saldırılarımızdan da, Hizbullaha karşı etkin bir sonuç elde edemedik, tüm hesaplarımız alt üst olmuştur, her şeyin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.” Mealinde yükselen söylemlerine ek, 2 milyon İsraillinin hükümetlerinin acımasız savaş politikaları sonucu sığınaklarda yaşamaya mahkum olması ve tüm kuzey illerinde iktisadi, turistik, taşımacılık ve iş olanaklarının durması eklenince, bu savaşın hangi yeni dengeleri yaratacağını göstermesi açısından önemli birer veri oluşturmaktadır. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Arap-İsrail savaşının tarihinde halkın direniş kuvvetleri sürece girmiş, Arap yönetimlerinin ve devletlerinin hiç bir koşulda elde edemediği başarıları elde ettiği görülmüştür.
Irkçı insanlık suçu olan Siyonizmin devleti İsrail, önüne gelen her Arap devletinin askeri güncünü bir iki günde yerle bir etmeye alışmıştır. Her savaşta, kesin bir askeri zafer elde etmeye alışmıştır. Her ne kadar tüm işgalleri ve askeri zaferleri hiçbir siyasi sonuç üretememiş ve bu anlamda her bir askeri başarısı yeni bir direnişin doğumuna ve yeni bir savaşın nedeni olma anlamına gelmişse de, bölgedeki iğreti varlığını kendin tatmin eden bu yöntemlerle ayakta tutmaya çalışmıştır. Vatandaşlarını üstün savaş mekanizmasının aldatıcı ve geçici gücüyle oyalamıştır. Anca bu gün, Lübnan’a karşı yürütülen savaşta tüm hesapları alt üst olmuştur. 8. Günüde Arap devletlerinin hiçbir zaman ulaşamadığı Hayfa , Nasıra gibi İsrail denetimindeki iç şehirlerine Halkın direniş gücü Hizbullahın füzeleri yağmur gibi yağmaktadır. Hiçbir önlem İsrail’i bu sert direnişten kurtaramamaktadır. Düzenli ordularla elde edilemeyen Arap zaferi halkın direniş güçleriyle elde edilmeye başlanmıştır. Zaman artık İsrail lehine değil, tersine yıkımına doğru işlemektedir. Bilimsel anlamıyla tüm askeri zaferin verileri, kimin daha çok bina yıkıp kişi öldürdüğüyle ölçülmediği açıktır. Hiç ulaşılmaz ve yenilmez ve yıkılmaz sanılanların aldığı yaralar ve ardından gelen dağılma, hangi ivmelerin başarı şansına daha yakın olduğunu göstermeye yeterlidir. II. dünya savaşında en çok insan kaybı ve en çok yıkıma uğrayan Sovyetler birliği ve Batılı müttefiklerdi. Hitler, savaşı bu ölçüde son ana kadar sürdürmüştü, ancak gedik açılıp çözülme başlayınca, dışta süren savaş Nazi Almanya’sının iç şehirlerinde etkisini gösterince, Hamburg, Munih, Sututgart ve diğer büyük şehirler sosyalistlerin, batılı müttefiklerin füzeleri altında inlemeye başlayınca, o dev ve yıkılmaz sanılan Nazi askeri kudreti, dayandığı tüm haksız ve ahlaksız savaş suçu girişimleriyle adım adım yıkılıp yok olmuştur. 20 milyon Sovyet vatandaşı ve yakılmış toprakların dev boyutlu zararları, Hitler nazizmini başarıya ulaştıramamıştır. Bu gün tarih, küçültülmüş verileriyle, aynıyla Lübnan sahasında yaşanıyor gibidir.
8. günüde savaş tüm şiddetiyle sürerken, Lübnan halkı üzerine oynanan böl-yönet oyunlarının da tümü iflas etmiştir. Lübnan halkı üç beş siyaset kalpazanı dışında tüm etkinlikleriyle direniş örgütünü İsrail düşmanlarına karşı savunmaya başlamıştır. Bir birlerine düşmesi beklenen, Hizbullahı ilk bombaların ardından arkadan vurulacağı üzerine şart koşanlar, Lübnan halkının sert tokadını yemiş durumdalar. İsrail’in bu şaşkın ve acımasız savaşının nedenlerinde biri de bu olmuştur. Yayın kuruluşları dahil tüm çevrelere ve özellikle sivil kurum ve kuruluşlara füze ve bomba yağdırmakta tereddüt etmemiştir. Pusuda olanların, savaşın dinmesini bekleyen ve ilk fırsatta direnme güçlerine saldıracak olduğu belli olan kimi siyaset tüccarı ortaklarını beklemeden giriştiği bu kıyım, İsrail’in karşısında bölgemizin direnme kahramanı olan Lübnan halkı olduğu gerçeğine bir işaret olmuştur. Lübnan halkının tarihi bu destanlarla yazılıdır demek yanlış olmayacaktır. Hizbullah bu halkın bir parçasıdır. Bir halkın tarihi içinde böylesine kahramanlar yaratan nedenleri kavramak, bu direnişin anlamını ve bölge halkları için taşıdığı yeri anlamak demektir. Filistin kurtuluş örgütünden Hizbullah’a kadar, bu bölge, peygamberleri kadar direnme etkinlikleriyle bereketli topraklara sahip olduğunu göstermektedir.
Hizbullah, bir direnme örgütüdür. Bir halk örgütü ve oluşumunun, doğal, haklı ve kaçınılmaz nedenleri bulunmaktadır. İsrail işgali bunun ana nedenidir. Bir başka neden ve itimle böylesine kapsamlı, böylesine halkın içine sinmiş ve haklı davası için ölümüne gidebilecek on binlerce militanı bir araya getirmek mümkün olmadığı gibi insan doğasına da aykırıdır. Bunu Batılı devletler de açıkça belirtmektedir. Avrupalı ülkeler her zaman Hizbullahı ABD gibi terör örgütü ilan etmeye yanaşmamıştır. Zira bu örgütün, ülkesi Lübnan ve işgal altındaki topraklar dışında hiçbir askeri faaliyeti olmadığı gibi, ne Lübnan içinde ne de herhangi bir Lübnanlı siyasal eğilime karşıtı olsa da askeri aracını kullanmamıştır. Hizbullahın, ülkesinin işgal altındaki topraklarını, esir edilmiş vatandaşlarını ve ülkenin askeri tehlike karşısında korunup savunulması diye üç başlık altında özetlenebilecek hedef dışında hiçbir hedefi bulunmamaktadır. Bu hedefler de tüm insanlık için ükleri ve vatanseverliklerinin mantıksal tutumları açısından
Ve bilinmeli ki, özellikle ülkemiz halkı ve siyasal çevreleri tarafından algılanması gerekli olan en önemli unsur, halkın direniş örgütü Hizbullah, adının verdiği ön yargının örgütü olmadığıdır. Evet İslami esasları olan bir direnme örgütüdür ancak ne tekfirci-vahabi el Kaidedir ne de Zarkavi yada, aynı adı kullanan Türkiye’deki ilkel şeriatçı terör örgütleriyle uzak yakın bir ilişki ve benzerliği bulunmaktadır. Hizbullah, bölgemizde gelmiş geçiş tarihin en etkin halk destekli ve katılımlı, siyasal, sosyal kültürel ve askeri direnme örgütüdür. Bu örgüt yıkıcı İsrail Siyonistlerinin işgal ettiği toprakların bağrından doğmuştur. Bu örgüt, halkından aldığı inanılmaz derinlikte ve genişlikteki destekle, 2000 yılı mart ayında güney Lübnan topraklarının önemli bir kısmını, İsrail’in dev askeri gücünü ezerek, kurtarmıştır. Kurtarıcı olmuştu ama, hakkı olmasına rağmen, zafer kazanmış tüm direnme örgütlerinin iktidar olma haklarına rağmen, onlar ülkelerinin özgün yapısına sadık kalarak, gerçek anlamda hak ettikleri niceliksel ve niteliksel olanaklarda ısrar etmeden, iktidarı diğerleriyle paylaşmayı bilmiştir.
Bu örgüt Lübnan’ın Arap alemindeki onurlu yerini sağlayan örgüttür. Bu onur Lübnan halkı tarafından her aşamada yeniden teslim edilmiştir, son seçimlerde parlamentoda etkin yer almasını , hükümette iki bakanla teslimine kadar uzanmıştır. Basım yayım kuruluşlarıyla uydu kanallarıyla, eğitim, sağlık, hizmet kurum ve kuruluşlarıyla Lübnan’ın özgün dokusu içinde en güçlü ev en etkin siyasal bir örgüt konumuna yükselmiştir. Devletin bir çok alanda ve özellikle güney Lübnan’da yapamadığı tüm hizmetleri halkına ulaştırmıştır. Bu süreç direnme hareketine oldukça meşru bir yer kazandırmış, son seçimlerin oluşturduğu hükümet bildirgesinde hizbullahın Lübnan halkı adına talep ettiği tüm istekler yer almıştır; Şeba mezrasının kurtuluşu, esirlerin özgürlüğe kavuşması, vatan savunması için temel düşman İsrail’e karşı önleyici stratejilerin oluşturulması, hükümet bildirgesinde açıkça ilan edilmiştir. Ve Hizbullah bu bildirgenin verili haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmamıştır. Lübnan halkının ezici çoğunluğunu temsil eden hükümetin ilan ettiği hedefler dışında bir davranışta bulunmamıştır. Böylesine dikkatli ve meşru temellere dayalı bir rota içinde halkın desteğiyle gelişen direnme örgütün çabalarını, bir başka anlama götürmek yada bir başka yerde aramak abesle iştigaldir. Hizbullah bölge tarihimizin bildiği en meşru direnme hareketidir.
Bu gün işte böylesi önemli ve tüm bölge halkları için bir kurtuluş ümidi olan, örnek teşkil eden direnme örgütü kırılmak istenmektedir. Halkların iradesini burada kırmak istemektedirler. Bunun için Emperyalistler, yerli bekçileri ve teslimiyetçi yönetimler el birliği etmiş Lübnan halkının bu onurlu direnme örgütünü katletmeye çalışmaktadırlar. Afganistan’dan Kafkaslara, Irak'tan ak denize uzanan güzergahta yeniden şekillendirmek istedikleri bölgemize dayatılan bu yıkım ve kıyım, Lübnan sahasında halkın direniş örgütü Hizbullahın tasfiyesi sahnelenmektedir. Bu tasfiye üzerine kurulan kimi planlar, bölgenin son direnme odakları Suriye ve İran’ı kuşatmış olacak ve bin yıllık karanlığın çökmesi için son darbe indirilmiş olacaktır.
Bu satırların yazarı laiklik ilkesi mihverinde, insan hakları, demokrasi ve özgürlük mücadelesi yolunda on yıllarını sürgünlerde tüketmiştir. Sosyalizmin yükseliş ve çöküş dönemine tanık olmuştur. Bu gün de yükselen dini hareketlerin tanığıdır. Siyasetin sosyal işlevlerine ve halklar için gerekliliğine olan inançla, içinde bulunulan kesite kitlesel direnme hareketleri olarak ortaya çıkan dini kökenli de olsa bu halk hareketlerini ciddiye almayı gerekli görür. Soğuk savaşın bitimi ardından dünya güçler dengesinde oluşan ve halkların aleyhine gelişen bu ortamda, halkın sığınacağı tek yer olarak kendini gösteren değerler etrafında direnmeyi tercih etmesi ve bunun sonucu olarak bu tür direnme hareketlerinin derin ve geniş bir kitlesel destek görmesi yadırganamaz. Tersine işlevleri bakımından, amaç ve araçları bakımından, en azından bu kesit itibariyle halkın yararına bir işlev gördüklerinin teslim edilmesi ve desteklenmesi gerektiğine inanır. Özellikle vatansever bir direnme hareketi kapsamında olmaları, yayılmacı ve terör eğilimleri taşımamaları bu hareketlerin desteklenmesinde etkin olmayı bir görev olarak önümüze koyar. Hizbullah ve Hamas işte böylesi birer örgüttürler. Ve böyle oldukları için, terör eğilimli el Kaide ve Zarkavi türü hareketler tarafından düşman ilan edilmiş, bu ilan da bu örgütlerin halk yararına doğru yolda olduklarının bir ifadesi olmuştur.
Lübnan üzerinde sürdürülen Siyonist İsrail ve ABD’nin kirli savaşta, direniş güçlerinin kazanmakta olduğu başarılar, halkın ne ölçüde etkin bir destekle bu kirli savaşa karşı durduğunu anlatıyor. Nitekim savaş cephesinden gelen bilgiler, 8. Günü itibariyle savaşın beklenmeyen bir denge içinde ilerlediğini, İsrail yayılmacılığının önü sert biçimde kesildiğini göstermektedir. Arap devletlerinin dayanmakta aciz olduğu süreler de aşılarak, Siyonistlere ağır darbeler indirilerek vatan topraklarının savunmasını sürdürmektedirler. Kara savaşının ilk verileri ise, İsrail askeri ve siyasi çevrelerini ciddi sıkıntılara sevk etmiştir. Karşılarında düzenli ordularda bile emsali olmayan inan ve kararlılıkta, eğitim ve taktikte bir askeri güç bulmuşlardır. Hava sahasının Her zaman İsrail tekelinde olmasının yarattığı dezavantajlar ilk kez karada sağlam bir yapıla aşılmaya çalışılmaktadır. Zaten askeri uzmanların birleştikleri en önemli nokta, Arapların, İsrail’in hava üstünlüğünü aştıkları an bu sorununda sonunu getireceklerine kanaatleri tamdır. Yarım asırlık bir savaş sürecinde geçte olsa böylesine adım adım aşamalar kat etme becerisi, gelecek savaşların artık bir çok şeyi alt üst edeceğini müjdeliyor; Araplar İsrail’le askeri dengeye geldikleri an, tüm dünya İsrail’in arkasında da olsa, kalıcı siyasi kararlar Arap halkının haklı davası lehine sonuçlanmak durumunda olacaktır. Bu savaşı “var olmak yada olmamak” diye ilen edenler, haksızlıklarının kefaretin ödeyerek hak ettikleriyle yetinmek durumunda olacaklardır.
Bu savaş daha bir süre devam edebilir ve bölgesel bir savaşa doğru da tırmana bilir. Dünyanın tüm lojistik desteğini arkasına alarak halkları ezebileceğine kanaat getirmiş olanların bu küçük ülkede yaşadıkları tıkanıklık, kararlı ve haklı davası uğruna direnen halkın gücünü önemli bir gösterge sayılmalıdır. Bu savaşta işgalcilerin göstereceği ilerlemeler, halkı tarafından etkince desteklenen direnme hareketlerini asla kıramayacaktır. Bölgenin tarihi tüm göstergeleri bunu ifade eder. Bu savaş Lübnan halkının direnme güçleri tarafından tüm bölge halkları adına yürütüldüğü gerçeği, Siyonistlerin ve ABD politikalarının hiçbir askeri zaferle dikte edilemeyeceğinin de bir kanıtıdır. Ne askeri bir sonuç ne de siyasal bir sonuç alamayanların yarım asırdır bölge halklarına dayattıkları bu kirli savaşın tek mağlubu yine bunlardır. Bölgeyi üç yüz yıl işgal eden haçlı dış güçleri şimdi nerededir, Roma, Bizans nerededir. Hepsi tarihe karışmasına karşı bölge halkları hala toprakları üzerinde dış güçlere karşı direnmeye devam etmektedir. Bu hamlede gelip geçicidir. On binlerce mil öteden, II. Dünya savaşının kefareti olarak bölgemize yapıştırılan Siyonist İsrail devletinin adıyla haksız ve ahlaksızca dayatılan bu kirli savaşta, tarihteki diğer örneklerinin bir tekrarı olarak yok olacaktır. Son elli yılın bölgemiz direnişinde hangi ivmelerin yükselişte olduğunu gözlemlemek bölge geleceğinde halklarımızın kazanan tek taraf olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu gün tüm koşullar en olumsuz düzlemiyle de olsa halkların bu ölçekte kararlı bir direniş yapmasına zemin oluyorsa, kazanan tarafında bölge halkları olacağına yeterli bir belirtidir. Bu verileri Ülkemiz için doğru değerlendirmek bir vatanseverliktir.
Bilinmeli ki,Türkiye’nin bu savaştan zarar görmemesi mümkün değildir. Büyük orta-doğu, yeni orta-doğu denilen alanın tam ortasında Türkiye bulunuyor. Kirli savaş mimarlarının gerçek hedefleri arasında Türkiye’nin yeri Lübnan’dan çok daha önemlidir. Bu zulüm çarkında ezilme sırası gelmeyecek hiçbir ülke yoktur.
Bu satırların yazarı 80’li yıllarda örgütünün başında İsrail’e karşı, Lübnan halkının Filistin davasının bir neferi olarak mücadelede yerini almıştır. 1982 savaşı ve Beyrut kuşatmasında, Orta Doğuda bulunan Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi örgüt birimleri, İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü haksız savaşa ve işgale karşı cephelerde fiilen savaşmış, yoldaşlarımız şehit olmuştur. Beyrut kuşatması altında yoldaşlarımız, en etkin mücadeleyi göstermiş Lübnan halkıyla omuz omuza olmuştur. Bu onurlu tarihin tüm deney ve birikimleriyle bu günkü savaşı yakından izleyen bizler, bir kez daha etkin bir yer alışla Lübnan halkının haklı mücadelesinin yanında olduğumuzu ilan ederiz.
Bu satırlardan çağrımız odur ki, bölge sorunları birinci dereceden ülkemizin de sorunudur. Bu sorunlar karşısında,bölge halklarının yanında, haklı davaları ve direnmelerinin yanında olmak, işgalcilere, emperyalist çıkar çevrelerine, Siyonist nazil saldırganlığına dur demek onurlu bir vatanseverlik tutumudur. Bundan kaçınmamak, her ne şekilde olursa olsun halkların direnişine omuz vermek tarihsel bir görev olarak hepimizi beklemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder