HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Eylül 2008 Pazartesi

"Ulus-devlet" Fransa'yı takdimimdir


Baskın Oran

Tabu, korkundan konuşamadığın konudur. Konuştun mu biter, tabuluktan çıkar. Bakın önce Kürt sonra da Ermeni tabusu ne hale geldi. Tabu, bir ihtiyaç sonucudur. Korkanların ihtiyacıdır. Nasıl bir düşman (ör. komünizm) ortadan kalktığı zaman hemen yeni düşmanlar üretilirse, devrilen tabuları ikame için de yeni tabular üretilir.
Şu andaki en yeni "baba" tabu, ulus-devlet (U-D) kavramı. Yani, ulus'u oluşturan alt-kimlikleri inkar eden devlet türü. Eskiden adı bile duyulmayan ve şu anda "inşa" halinde olan U-D için deniyor ki, o olmasa Türkiye Cumhuriyeti anında parçalanır. Bunu kanıtlamak için de Fransa örnek veriliyor: Bakın Fransa'ya, o kadar güçlü olduğu halde kendisinde azınlık bulunduğunu reddediyor!

21 Eylül tarihli Milliyet'te Hasan Cemal şöyle yazdı: "Ulus-devlet'i klişe olarak yineledi. Oysa kültürel farklılıklar tanınarak, ulus-devletlerin de zaman içinde, örneğin Fransa'daki gibi nasıl demokratik nitelik kazanabileceklerini ya bilmiyordu, ya yok saydı Orgeneral Başbuğ." Buradan devam edelim ve Fransa'daki U-D ne durumdaymış, gerek bilmeyenlere gerekse yok sayanlara anlatalım.

Azınlık yok, azınlık hakları var

Deniz Feneri iddianamesini hazırlamakla görevlendirildiğini, ama başlamak için başsavcının S.Arabistan'dan dönmesini beklediğini öğrendiğimiz Savcı Nadi Türkaslan (Can Dündar, Milliyet, 22.09.08), Azınlık Raporu davasında bizi suçlayan iddianamesinde şöyle yazmıştı: "Fransa[da]. etnik köken, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın tüm vatandaşlar yasa önünde eşittir. Azınlık [kavramı], Fransız hukukuna yabancıdır". Bizde bunun en büyük kanıtı hep Fransız Anayasası'nın 2. maddesi olarak verilir: "Cumhuriyetin dili Fransızcadır". Yani, bizim 82 Anayasası'nın 3. maddesi: "[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir".

Azınlık Raporu'nda da yazıyor, her yerde de söylüyorum: "Devletin Dili" gülünçtür; olmaz. Devletin resmî dili olur. Onun yanında ülkede bir sürü dil konuşulur, yazılır, yayınlanır. Ne çekersek yarım-bilgi'den çekiyoruz. Fransızların 2. maddesini pek "ferahlatıcı" bulanların "Fransa Dilleri" kavramından haberi yok. Fransa Kültür Bakanlığı 16.09.2001'de şöyle tanımlamış: "Fransa Dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir."

Bu dillerin sayısı anakara Fransa'da 16, Deniz Aşırı Topraklar katıldığında ise 75'ten fazla. Tümünün konuşulması, yazılması, yayınlanması, sanat konusu yapılması vb. serbest. 1951'de çıkartılan Deixonne Yasası'ndan beri bunlardan Bröton, Bask, Katalan ve Oksitan dillerinde üniversite dahil öğretim yapılıyor. 16.01.1974'ten beri aralarına Korsika dili, 30.05.2003'ten beri de Alsas dili de katıldı.

Çok önemli bir son gelişme: Fransız Akademisi'nin onca muhalefetine rağmen Fransız Anayasası'na Ağustos 2008'de eklenen Md. 75-1 "Bölgesel Diller Fransa'nın ulusal mirasına dahildir" diyor. Md. 2'ciler Fransa parçalanacak diye saçını başını yoluyor!
Tam adı Alsace-Moselle olan bölgenin çok laik Fransa'da yararlandığı dinsel ayrıcalıkları geçiyorum, yerim yetmeyecek, isterseniz Karşı-İddianame'ye (aşağıda) bakabilirsiniz.

Alsas Kürtçesi

Alsas dili aynen Kürtçe gibi sınırda konuşulan bir dil. Üstelik, Almanca'nın bir diyalekti. Bu bölgedeki belediyelerde, o belediyenin nizamnamesi öngördüğü takdirde bu dil de kullanılıyor. Bölgede kurulmuş derneklerin faaliyetlerinde serbest. Kamu kurumlarında da. Bölgede ("bölge" diye diye OHAL bölgesine benzedi benzetmek gibi olmasın) 1919'dan bu yana seçim ve propaganda afişleri Fransızca ve Almanca basılıyor. 10.08.1979'dan beri karayolları kenarındaki tabelalarda yerleşim yeri adları Alsasça da yazılıyor. Strasbourg'un tarihî kesiminde sokak adları


Fransızca ve Alsasça.

Yargıdaki durumu sorarsanız, bize Fransa'yı örnek gösteren U-D'ciler için dehşet verici. 1919'dan beri mahkemelerde Alsasça savunma yapılabiliyor. Taraflar ve yargıç da biliyorsa, duruşmalarda konuşmak da serbest. Dahası, sıkı durunuz, bu bölgede geçerli olan kimi yasalar, ör. Yerel Dernekler Yasası henüz Fransızcaya çevrilmiş değil; Almanca! Hatta, bölgedeki dernekler Alman Medeni Kanunu'nun çeşitli maddelerine tâbi. Ör. Fransa'nın diğer bölgelerinin aksine, Alsas hukukuna göre kurulmuş bir dernek kâr amacı güdebiliyor.

Eğitimdeki durum da U-D'ye hiç yakışmıyor. Azınlık dilleri özel ve resmî okullarda şu anda ana sınıfından başlayarak 250.000 öğrenciye okutulmakta (Le Monde, 04.10.2005). Ebeveyn isterse, ana ve ilkokulda eğitim tamamen mesela Bask ve Alsas dilinde olabiliyor. Devlet bu sistemi örneğin Bask bölgesinde yüzde 70 oranında finanse ediyor. Üniversitede zaten Edebiyat ve Bölgesel Diller bölümü var. Kimi yerlerde (ör. Bask) yalnızca azınlık dilinde eğitim veren yüksek öğretim kurumları faaliyette. Kültür ve sanattaki durumu sorarsanız, Kültür Bakanlığı'nın görevi "Fransa Dilleri"nin korunması ve geliştirilmesi. Bölücülük bu kadar olur.
Olur da, Fransa'nın hiçbir yeri Alsas kadar sakin değil.

Korsika Kürtçesi

Geldik Korsika'ya. Adada Korsika dili 1974'ten bu yana ilk ve ortaokullarda ve ayrıca 1980'de açılan üniversitede okutuluyor.

Bırakın dili, bu adanın üniter devlet Fransa'da ayrı bir hukuksal varlığı var: Korsika Teritoryal Kolektivitesi. Buna göre yerel kalkınma, mali işler, tarım, ormancılık vs., eğitim, kültür, sanat, daha aklınıza ne gelirse yerel olarak yürütülüyor.

51 üyeli Korsika Meclisi kendi iç tüzüğünü yapıyor. Ada bütçesini ve gelişme planını kabul ediyor. Fransa Parlamentosu adayı ilgilendiren yasa ve kararnameleri çıkarmadan ona Meclis'e danışmak zorunda. Meclis ayrıca Fransız Hükümeti'ne yasa değişikliği önerebiliyor. İsteyen üyeler de Korsika dilinde konuşabiliyor Meclis'te.

7 kişilik Yürütme Konseyi adayı yönetiyor ve Meclis tarafından denetleniyor. Başkanı, adanın ita amiri.

Korsika'da silahlar susalı uzun yıllar oluyor.

Türk'ün Türk'ten başka.

Şimdi, düşünebiliyor musunuz bizim Hatay'da Arapçayı ve Suriye hukukunu, Kars ve Ardahan'da Rusçayı ve Moskof hukukunu, Diyarbakır'da Kürtçeyi ve Kürt Federe Devleti hukukunu geçerli kılmayı?

Bir daha kalkıp Türkiye'de ulus-devlet'e Fransa'yı örnek verecek misiniz? Türkiye'yi bir daha bölmeye kalkacak mısınız? Çabuk tövbe deyin!

Artık iş kalıyor şunu sormaya: Acaba böyle haklar verildiği için mi bu iki bölge sakin, yoksa sakin olduğu için mi bu haklar verildi? Tabii yanlış ama, hatırınız için ikinci şıkkı doğru sayalım ve hemen soralım: Bizde silahlar sustuğunda bu hakların binde biri verildi mi? Susunca verilecek mi? Türkiye'deki U-D'yi oradan anlayın.

Bir daha bilmeden etmeden Türkiye'ye U-D örneği olarak Fransa'yı göstermeyin. Çünkü Fransa artık Ulus-Devlet değil, Demokratik Devlet. Son Batılı örnek de bizi bize terk etti. Türk'ün Türk'ten başka dostu yok.

Düşmanı da.

Not: Bu bilgilerin kaynakları için Azınlık Raporu duruşmasındaki "Karşı-İddianame"me bkz. (http://baskinoran.oran.name/KarsiIddianame-15-02-2005.pdf)

LİBERALİZMİN HEGEL DÜŞMANLIĞI

Yener Orkunoğlu
Son bir yıldır Alman Klasik felsefesi üzerinde çalışıyorum. Kant (1724-1804) ve Hegel (1770-1831) gibi Alman filozoflarını anlamaya çalışıyorum. Lenin, ‘Hegel anlaşılmadan Marx anlaşılamaz’ diyordu. Bu nedenle daha uzun zaman Hegel üzerinde çalışacağım. İncelemelerimin sırasında liberal düşünürlerin Hegel’e olan düşmanlığı gözüme çarptı. Son dönemlerde sol-liberalizm ve liberalizmin eleştirisine yönelik yazılar yazdığımdan bu konuda burjuva toplumuna içerden eleştiri yönelten Hegel’in düşüncesini paylaşmak istedim.
Büyük Alman filozofu Hegel uzun dönem büyük suçlamalara maruz kaldı. Kimi düşünürler (Rudolf Haym) 1857 yılında yayınlanan ‘Hegel ve Yaşadığı Çağ’ adlı eserinde onu ‘Prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak suçladı. Kimileri (Wilhelm Dilthey) ise ‘Hegel’in Gençlik Tarihi’ (1907) adlı eserinde Hegel’in gençlik yıllarındaki yazılarına dayanarak ‘Hegel’in teolojiyi savunduğunu ve Aydınlanmaya ve Fransız Devrimine karşı tavır’ aldığı yalanını dünyaya yaydı. Kimileri (Hans-Georg Gadamer) ise Hegel’i, aydınlanma ve muhafazakarlığın sentezini yapan bir düşünür olarak göstermeye çalıştı. Kimileri (Karl Popper) Hegel felsefesinin devleti kutsadığını, bireyi küçümsediğini ve totaliterizme götürdüğünü ileri sürdü.
Ne var ki, 1920 yılından sonra yapılan araştırmalarda Hegel’in hakkı verilmektedir. Bu araştırmaların hepsine değinecek değilim. Franz Rosenzweig’in Hegel ve Devlet (1920) adlı eseri çığır açan bir kitap olur. Rosenzweig bu eserinde, ‘Hegel Prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak gösteren yorumlara ve suçlamalara karşı durur. Georg Lukacs’in ‘Genç Hegel’ adlı eseri de Hegel’i gerici göstermeye çalışan yorumlara karşı önemli bir çalışmadır. Son dönemlerde Hegel’in felsefesi konusunda araştırmalar daha da artmıştır. Hegel’in Hukuk-Felsefesinin esas olarak burjuva toplumunu analiz eden, sosyal ve politik bir felsefe olduğunu görüşü giderek yaygınlaşmaktadır.
Hegel’in felsefesi incelenirse, liberal düşünürlerin Hegel’e olan düşmanlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Hegel’e olan düşmanlık yalnızca onun Marx tarafından tersine çevrilmiş Diyalektik anlayışından kaynaklanmaz. Hegel’e düşmanlığın başka nedenleri de var. Bir nedeni şu: Hegel burjuva toplumunu analiz ederek, burjuva toplumunun kendini aşacak eğilimler içerdiğini vurgular. Kapitalizmi ebedi ve sonsuz göstermeye çalışan liberal düşünürlerin Hegel’e düşmanlığı anlaşılır bir nedendir.
Hegel’in burjuva toplumu konusunda değerlendirilmesi kısaca şöyle özetlenebilir.
1. Alman filozofu Kant’tan farklı olarak Hegel, toplum ve devleti birbirinden ayırır. Kant’ta devlet-toplum ayrımı yoktur
2. Hegel’e göre geçmiş toplumlardan farklı olarak burjuva düzeni iki alana ayrılmıştır: Ekonomik ve siyasal alan. Burada ekonomik alan, burjuva toplumu ile aynı anlama gelirken, siyasal alan ile kastedilen ise devlettir. Bir başka deyişle burjuva toplumu ve devlet ayrımına dikkat çekiyor. Nedense bu ayrım, Türkçe’ye sivil-toplum ve devlet ayrımı şeklinde çevrilmiştir. Hegel burjuva toplumundan özel mülkiyetin egemen olduğu bir toplum anlıyor. Türkçe’ye sivil-toplum olarak çevrilmiş sözcükler, Hegel’in gerçek düşüncesini yansıtmamaktadır.
3. Hegel’e göre ekonomik alan (burjuva toplumu) ve siyasal alan (devlet) amaçları açısından birbirine zıt bir eğilim içindedir. Ekonomik alanda, herkes birbiriyle yarış içindedir, ekonomik alanda bencillik ve bireycilik egemendir. Siyasal alan ise, kamusal genel çıkarları gözetir. Hegel’in bu iki alanın amaçları arasındaki zıtlığa vurgu yapması, çok ilginç bir düşüncedir.
4. Hegel’e göre burjuva toplumu ve devlet arasındaki çelişkinin yanında bir de burjuva toplumunun (ekonomik alanın) kendi içinde de bir çelişki içermektedir. Çünkü özel mülkiyete dayanan burjuva toplumunda zenginliğin ve yoksulluğun bir arada gittiğine dikkat çekmiştir.
Hegel felsefesinin ilginç bir özelliği, ‘bütünlüğe’ dikkat çekmesidir. Hegel, ‘bütün olan şey doğrudur’, der. Burjuva düşünürleri, genellikle burjuva toplumuna tek yanlı yaklaşmışlardır. Ezilenleri, kendi felsefelerinden dışlamışlardır. Hegel’in ‘bütünlük’ kavramı toplumdan dışlananları felsefenin gündemine taşımaktadır. Evet Hegel felsefesinin sınırları vardır. Hegel burjuva toplumun sorunlarına gerçek çözüm üretememiştir. Ama bu sorunları ortaya koyarak Marx’a (Kapitalizmin krizlerini en mükemmel bir şekilde analiz eden ve Kapitalizmin sorunların gerçek sorunlar üreten insana) zemin hazırlayan bir düşünürdür.

25 Eylül 2008 Perşembe

BATILI MARJİNAL ÖNERMELER VE ORİJİNALİTEMİZ


-I- Bölüm

Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
24 Eylül 2008

Kitlelerin siyasal yönelim ve davranışları; sağlıklı araştırmaları, soyutlamaları gerekli kılıyor. Bu amaçla hedef kitlenin içselleşmiş bir parçası olmanın önemi büyüktür. Buna bilgiyi tarihi derinlikleriyle ayrıntılı çözümlemeyi, dengeli sonuçlar çıkarmayı ve ilgili süreçleriyle izlemeyi eklemek gerek. Siyasi hedef ve amaçları olanların ise bunların üzerine geniş bir yelpazede çalışmalarını da hesaba katmalı. Teorik açıdan bir yöntem belirleyip bir disiplinde çalışmak kadar, pratiğin sınavından da sonuçlar çıkarmak gerekecektir. Bu ölçekte kapsayıcı bir çalışma tek başına belli medreselerin yönelimleriyle sağlanamaz.

Toplum ve birey incelemeleri tüm yönleriyle de teorik bir algı değildir. Bu algılar birer teorik sistem olarak batı kaynaklı olagelmiştir. 20.yy dünyası bu akımların deneme tahtasıydı. Özellikle 19. yüz yılın verileriyle şekillenmiş teoriler, onları yaratan nesnel ortamların değişiminden sonra 20.yy da gelip egemenlik kurma denemesinde bulunmuştur. Bu düşünce akımları hakim oldukları alanda tarihi geçmiş halleriyle yüz yüze kaldıkları yeni koşulları şiddet ve baskıyla yönetmeye yönelmişlerdi. II. Dünya Savaşı ardından çöken faşist yönetimler bunların örneğiydi. Aynı yüzyılın ürünü düşünce akımları 20 yy son çeyreğine kadar dayanabildi. Kendi coğrafyalarında ve halkları indinde tarihini doldurmuş düşünce akımlarının ülkemizde dengeli bir rol oynadıkları söylenemez; ülkemizin dengesiz ekonomik ve siyasal yapılanması bu akımların parmak izlerini taşır. resim:Soner Göksay

Batı'da kullanım tarihi geçmiş disiplinleri ve onların teorileştirdikleri sistem önermelerinin ülkemizde yarattıkları onanmaz tahribatlar, bu gün de tüm etkinlikleriyle sürmektedir. 21. yüz yılda 20. yüz yılın teorileri ve kurumlarıyla yönetilen bir ülke olmak bu sonuçları yaratıyor. Küreselleşme çağında, çarpık bir merkantilist dönem sonrası araç, kurum ve düzenlemelerle yürümenin handikaplarıdır bunlar. Baskın Oran son makalesinde bunu şu şeklide vurguluyor:
“Ulus…İmparatorlukların dağılması döneminde pazar’ını yabancılardan korumak isteyen B. Avrupa burjuvazisi tarafından 19. yüzyılda yaratılmıştır. 20. yüzyılda azgelişmiş ülkelere de geçmiştir. Şu farkla ki burjuvazi yokluğunda onu devreye sokan, tamamen Batı eğitiminin yarattığı bir tabaka olan küçük burjuva entelektüelleri yani aydınlardır.” (“ulus devlet: nasıl bilirdiniz?” Makalesi, Diyarbakır grup.)

Aynı eğilim ülkemiz solunun da alınyazısı gibi duruyor, üstelik bu batıdaki iflasını birden fazla tekrar eden iflasıyla yaşamış olmasına rağmen öyledir. Ülkemiz solundan sağına kadar tümüyle batı meşrepli düşün akımlarının deneme tahtası olagelmiştir.
Ülkemiz böylesi deneylerin tekrarında komik durumlara düşmek istemiyorsa, arayışlarımızı farklı bir yöne kaydırmamız gerekecektir. Özellikle solun içine düştüğü sağlıksız koşullarla ilgili bir çıkış arayışı içinde bunu önemle ele almalıyız. Bu da öncelikli olarak kendi orijinalitemizin verilerini sağlıklı kavramadan geçecektir.

Batı ne birey ne de toplum özgürlük ve gelişimiyle ilgili düşün perspektiflerinin tek kaynağı değildir. Bir uygarlık olarak insan kolektif gelişim ve birikimlerinin bir parçası ve en yoğunudur. Ancak bu ne ilk ne de tek olduğu anlamına gelmiyor.

Kaldı ki, batı kaynaklı düşünce akımları egemenliklerini her zaman baskı ve şiddetle sürdürme gibi bir zayıflıkla ifade etme durumunda olmuştur. Şiddet araçlarına yaslanmadan egemen olmuş bir batı düşünce sistematiği yok gibidir. Bu baskı birinci planda kendi ülke ve halkına ikinci planda ise tüm insanlığı karşı uygulanmıştır; Nazizm, Faşizm gibi açık diktatörlükleri bir kenara koysak da en demokrat siyasal perspektifler bile; sömürgelerde, yarı sömürge ve geri ülkelerde inanılmaz vahşetlerin hesabına yürütülebilmiştir.

Batı düşüncesinde teori, düşünce sonuçları insanlık adına hangi zorlukları taşırsa taşısın yaşama uygulanması hedeflenir. Bunun için bütünsel ve kapsayıcı olarak kurgulanır. Esnek değildir, insani öğelerden çok analitik tarzda ele alınır. Her bütünsel teori, olgunlaşmış ve etkinliğini yitirmeye başlamış bir nesnel koşul ürünü olması itibariyle de zaman aşımına uğramıştır. Bütünselliğiyle kurgulandığı an uygulansa bile gerçek budur. Kaldı ki, hiç bir düşün akımı bu şansa sahip olmamıştır. Doğup kurgulandığı zaman dilimlerinden çok sonraları etkin olma şansını yakalayabilmiştir. Bu şansı yakaladığı an üzerinde hüküm süreceği nesnel verileri ise çok farklıdır ve kendisine ait değildir: Onlarla çatışması ilk andan itibaren böyle başlar. Kendi coğrafyasında tarihini doldurmuş akımların hükümlerini şiddet araçlarına yaslanarak yaptığı göz önüne alınırsa, bu akımların bizim gibi ülkelere aktarılmasında ne tür bir hükmün oluşacağını kestirmek zor değildir. Her ithal düşünce ait olmadığı topraklardaki yaşamla çatışma halinde olmaya mahkumdur. Hakimiyetine geçit verdiği tüm düşünce akımları, şiddete yaslanma ihtiyacı duyan batı uygarlığı, bir güç uygarlığı gibidir. Bu uygarlığın marjinal düşünce akımları ise, kendi gerçekliklerinin dışında olmakla yerinde işlevsizdirler. İnsanlık bilgi birikim halkalarından birisi olarak, akademik bilgi süreçlerinde bir anlama sahip olsalar da toplumsal işlev açısından bir yere sahip değillerdir. Bu akımların ithali ise fantastik bir çaba değilse akıllıca olması mümkün değildir.
Küreselleşme çağı henüz tüm yönleriyle olgun bir çağ değildir. Bu yanıyla bu çağın düşün akımları da yeterli olgunlukta değildir. Bu çağın özgünlükleri belirdikçe kurum, kuruluş ve işlevleriyle yaşama geçecektir. Bu pratik süreçler doğal olarak kendi düşünsel etkinliklerini de olgunlaştırmış olacaktır.

Bu açıdan bakınca, 21.yy sürecinin gereksinimlerini, 20. yüz yılın sıkıntıları içinde doğmuş, savaş ortamı kaoslarında gelişmiş felsefi akımlarını siyasal, toplumsal önermelerine ait verilerle çözmeye çalışmak mantıklı değildir. 20. yy’ın hiçbir akademik düzlemi, yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına cevap verecek önermeleri taşıyamaz.

Bu anlamıyla, toplumsal sorunlarla ilgili perspektifleri bireyi aşmayan Frankfurt Okulu eleştirel bireyci felsefe yaklaşımlarının ülkemiz siyasal, sosyal yaşamına katacağı bir şeylerin olması tartışmalıdır. Avrupa toplum bilincinin teğet noktalarında yer alan bu eğilimlerin kendi toplumlarında akademik bir alan dışında yaşam bulmaması bunu anlamak için yeterlidir.

Ülkemizde Tanzimat'tan bu yana Batı'dan ithale gösterilen rağbet bu gün de tüm canlılığıyla sürüyor. Kendi ortamının verileri içinde bile tutunamayan akımların ülkemizde bir biçimde alıcı bulmasının nedenleri açıktır. Kendi yeterliliklerini sağlayamamış tüm toplamlarda bu geçerlidir. Bu aynı zamanda kendi yeterlilikleri olmayan, mirassız sol içinde aynıyla geçerlidir.

Batı’nın tarihi içinde bireye vermek istediği rol ekonomik sisteminin nesnel ihtiyaçlarından üremiştir. Teorik olarak bunun düşünceye yansıması ve formüle edilmesi ise her zaman rötarlı gelmiştir. Bu yanıyla ortaya çıkan düşünce gerçekte nesnel zemini bittiği noktadan itibaren belirginleşmiştir. Bu anlamıyla, tarihi geçmiş sayılır. Süper nova gibidir. Geride bıraktığı ışığın bize geç gelmesi dolaysıyla onu yaşıyor sanırız, ama bitmiştir. Bunun öyle olması da tamamen mantıkidir. Bütünsel olarak bir teorinin verilerini toplamak için nesnel verilerinin tamamlanmış olması gerek. Bunun tamamlanması demek, olgunluğunun son doruğuna gelmiş olması demektir. Bu da bir biçim sondur. Ülkemize ithal edilmek istenen teorilerin durumu ise daha vahimdir. Tarih okumalarımız, Batı'da en insani söylemelerin arka planında her zaman kitleleri zora ve şiddete yönlendirmeyi amaç edinmiş bir eğilim olduğunu gösteriyor. Bu, histeryaları bile tedavi etmede, dinginleştirmede ortaya atılan düşün eğilimlerinde kendini gösteren bir veridir. Kitle ve birey üzerinde bin bir türlü bireysel, sosyal, psikolojik çalışmalar insan doğasını ve eylemini açığa vururken, bu doğasını değiştirmeyi önerdiği an aynı yolu takip etmiştir; zira kendi en gerçekçi çözümleme olarak görmüş ve bunun mutlaka yaşama geçirilmesi gerektiğine inanmıştır. Tek boyutluluk, yaşama geçirilmesi her ne pahasına olursa olsun gerekli doğru olarak dayatma eğilimi taşımıştır. Bu ise insanın bir araç olarak nasıl güdüleceği ve nasıl şiddete yönlendirilerek belli bir çıkar için (şahsi, sınıfsal, ulusal, bölgesel gibi) kullanılmasından başka bir şey değildir. Çok masumca başlayan ve gerçekten insan bilgi birikim halkalarının önemli durakları olan düşün gelişimleri, egemen olma, yaşama geçirilme noktasında şiddete yaslanmadan yol bulamamaktadır.

İnsanlık için bulunmuş en iyimser sistem olarak rahlesinde diz çürüttüğümüz bilimsel sosyalizm bile, dost ve düşman denkleminde proletarya diktatörlüğünün sınıfın şiddetini çekinmeden uygulamasını önermiştir. Max Weber’in “ bütün disiplinler, askeri disiplinlerden doğar” belirlemesi gibidir.

Bir labirent gibidir. Bu çıkmazları aşmak için Batı'da insanın giriştiği felsefi yönelimler az değildir. Ancak; batı uygarlığının mantık dokuları gereği, hangi türden olursa olsun her felsefi ve bilimsel yönelim egemenliğini şiddete yaslanarak kurma ve koruma durumuna düşmüştür.

Olguları kavramak amacıyla belli disiplinlere dayanarak yapılan araştırmaların bilime yararlı verileri, insanlık bilgi süreçlerine katkıları tartışmasızdır. Ancak bunların yaşama geçirilmelerinde, sosyal işlevler sürecindeki pratik adımlarında sık sık vahşetle kendini ifade etmesini unutmamamız gerekmektedir.

22 Eylül 2008 Pazartesi

MODERNLEŞME VE MUHAFAZAKARLIK

Yener Orkunoğlu
Daha önceki yazımda, çağımızda liberalizm ve demokrasinin birbiriyle geçinemez olduğunu bu nedenle liberalizmin muhafazakarlık ile evlenebilmesi için demokrasiyi boşamaya çalıştığını belirtmiştik.
Düşünmeyi unutmuş devletçi basının bir çok köşe yazarı, modernleşme ve muhafazakarlığın (tutuculuğun) birbirini dışladığını ileri sürmektedir.
Peki gerçekten öyle midir?
Avrupa’da 18 ve 19 yüzyıl feodalizmin yıkılıp, yerini burjuva toplumuna bıraktığı çağlardır. O çağlarda burjuvazi, esas olarak eski feodal toplumu kökünden söküp atma eğilimindeydi. Nihayet 1789 Fransız Devrimi, eski feodal toplumu silip süpüren bir devrimdi. İktidara geçen Jakobenler, eski feodal toplumun tüm kurumlarına son vermişlerdir. Tüm dinsel kurumalara ve dine karşı da açık tavır almışlardır. Kısacası, burjuva modernleşmesi ve aydınlanması, feodal düzene ve onun üst-yapı kurumlarına karşı açık bir tavır almıştı. Ama Fransız Devrimi sonrası, ‘eski denenmiş düzeni’ (Edmun Burke) savunan, muhafazakarlık düşüncesi de ortaya çıktı.
20 yüzyılda burjuva modernleşmesi, eski aydınlanma düşüncelerine veda etmiştir. Eski aydınlanma düşüncelerine veda eden burjuvazi, muhafazakarlığı karşı kararlı bir savaşım yürütmek bir yana, muhafazakarlık ile uzlaşmanın yollarını aramıştır sürekli. Dolayısıyla teknik alanda modernleşme, siyasal ve kültürel alandaki muhafazakarlık ile birarada olabilmektedir.Diyalektik düşünemeyenler, modernleşme ve muhafazakarlığın birbirini dışladığına inanırlar. Oysa çağımızın en belirgin özelliği, burjuva modernleşmesinin her türlü muhafazakarlık ile evliliğe razı olduğudur. AKP, burjuva modernleşmesini, muhafazakarlık ile uzlaştırmaya çalışan bir parti değil midir? AKP, toplumdaki muhafazakarlığı, küresel-kapitalist liberalizm politikalar ile birleştirmeye çalışmıyor mu ?
MUHAFAZARKARLIK ve GELENEKSEL OLAN
Burada yeri gelmişken, muhafazakar ve geleneksel kavramlarını açıklamakta yarar var. Çoğu zaman bu iki kavram aynı anlamda kullanılır. Bu iki kavram arasındaki farkın ne olduğunu, Karl Mannheim’a borçluyuz. Karl Mannheim, ’Konsarvatismus’ (muhafazaralık) adlı eserinde Alman muhafazakarlığının tarihsel nedenlerini inceler. (Türk muhafazakarlığının tarihsal, sosyal, politik, ideolojij vb. nedenlerinin ve kaynaklarının incelenmesi ilginç bir doktora tezinin konusu olabilir.)
Karl Mannheim, geleneksel davranışın, genel insani bir özellik olduğunu, oysa muhafazakarlığın tarihsel ve modern bir olgu olarak yapısal koşullardan kaynaklanan politik davranış olduğunu belirtir. Mannheim’e göre, geleneksellik, insanın genel ve doğal bir mizacıdır. Çünkü insanlar genel olarak alışık oldukları şeyi devam ettirir, öyle kolay bir şekilde eski alışkanlıklarından kurtulamazlar. Birey olarak insan, yeni olan şeyleri kabul etmekte zorlanır. ’İlerici’, ’gerici’, ’sağcı’ ve ’solcu’ olan herkeste, dünya görüşlerinden bağımsız olarak bir derece gelenekleri sürdürme alışkanlığı ve psikolojisi vardır. Politik ve dünya görüşü açısından ilerici olan bir insan, günlük yaşamda geleneksel bazı davranışlar sergileyebilir.
Kısaca, alışkanlıklara bağlı geleneksel tutum ’doğal’ insani bir özelliktir. Geleneksel davranış, bireylerin öznelliğinden kaynaklanır, yapısal ve toplumsal bir temele dayanmaz.
Oysa muhafazakarlık, belirli toplumsal koşullar ve bazı toplumsal sınıf veya zümrelerin davranışlarının sonucu olarak gündeme gelir. Belirli toplumsal zümre ve sınıflar bazı toplumsal yapıları muhafaza etmek isterler. Dolayısıyla muhafazakarlık, nesnel ve yapısal nedenlere dayanır. Muhafazakarlığın biçimi, çağdan çağa ve toplumdan topluma göre değişir. Her ne kadar muhafazakarlık esas olarak politik alanda egemen olsa bile, muhafazakarlığı politik alan ile sınırlamamak gerekir. Muhafazakarlık, toplumsal alanın bütününü korumaya yönelik genel yapısal bir özelliğe sahiptir.Geleneksel davranış ve muhafazakarlık arsaında belirli bir ilişki yok mudur? Bazı toplumsal koşullar altında muhafazakar tutuma götürebilir. Çok kısa özetlersek, eski alışkanlıklardan sıyrılamayan geleneksellik bireysel-öznel-psikolojik bir tutum iken, muhafazakarlık toplumsal-nesnel-sosyolojik bir tutumdur.

21 Eylül 2008 Pazar

İBRAHİM ÇENET'LE ROPÖRAJ

K. Doğan

" 1968 Devrimci önderlerinden İbrahim Çenet ile yaptığım röportajı siz okurlarımla paylaşmak istiyorum.

“İbrahim Çenet. 1949 Osmaniye doğumlu. İlköğretim ve liseyi Osmaniyede okudu. İstanbul üniversitesinde hukuk okuduktan sonra. 1974 -75 yıllarında Fransada Sorbon üniversitesinde Fransız dili ve edebiyatı ve Etimoloji okudu. Şairdir. Yeryüzü çocuklarını anlatan “Acı çocuğu krağı çalmaz “ adlı bir anı kıtabı, “Bin çiçekli bahçe” adlı şiir ve kültür sözlüğü kitabı, “Öz “ adlı kısa özlü sözlerden oluşan bir kitabı; “Sümerlerden beri gelen geleneklerimiz” , “Kızılderililer ve Türk Dili” ve de “Kimliğimizin sembollerinden Karacoğlan” adlı kapsamlı çalışmaları var.Osmaniyede kurulu , “ Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği” adlı akadedemik nietelikli bir derneğin yöneticisidir. 2005 yılından beri organize edilen, “Özgür İnsan Ödülü “ nün yürütücülerindendir. Yine 3.sü yapılan Özgür Film festivalinin yürütücülerindendir.Zaman zaman Mersin, Çukurova ve Gaziantep üniversitelerinde ki bilimsel toplantı ve konferansların katılımcılarındandır. Ayrıca İsveçte Halk Üniversitesi ( Folk Üniversitet) ve Upsala Üniversitesinin düzenlediği ders proğramlarında Türk ve İsveç halk kültürü üzerine dersler vermektedir. 1968 – 1998 yılları arasında siyasi görüşlerinden dolayı 7. 5 yıl ceza evinde tutulmuştur. 6 yılda resmi sürgün edilmiştir. Evli ve üç çocuk babasıdır.”

K Doğan
********************************

ROPÖRTAJ:


K Doğan : Türkiye’de bir karışıklık, kaos, kriz var bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ?

İ.Ç :Evet Türkiyede bir karışıklık bir kriz var. Bunun nedeni içselden daha çok dışsaldır, dışa bağımlılıktır. Bugünkü emperyalizmin ulaştığı boyut bazı ülkeleri kendi karşısına iterken bazılarınıda kendiyle özdeş hale getiriyor. Ne yazık ki bügün Türkiye Başta Amerikan imparatorluğu ile özdeş hale gelmiştir. Son yıllarda emperyalizmin durumu iyi ( yani kötü). Son on yıldır, helede son beş yıldır Türkiyenin durumu daha da kötü. Bunun nedenleri var : 1 - Türkiye emperyalizme bağımlı ve sömürülüyor 2 - Pazar ve sömürü alanları daralan emperyalizm Türkiye halk ve emekçilerine daha çok sömürü planı uyguluyor. 3 - Durumu bozulan Türkiye işbirlikçileri ve egemenleri halde ki hükümetleri vasıtasıyla akıl almaz yolsuzluk, sömürü ve talan uyguluyor. 4 - Yer yüzünde emperyalizme tepkilerin artması ve yeni odakların oluşmasıyla Türkiye daha da sıkışıyor.

K.D : Türkiyenin Emperyalizmle özdeşleştiğini artık herkes biliyor; ancak emperyalizm gerçekten geriliyormu ?

İ.Ç :Kesinlikle evet. Bu apaçık ortada. ABD süper güçtü ( daha hala öyle) . Neden: Zengin! Niye zengin ? Çok mal satıyor. Ne satıyor: Otomobil, tank, beyaz eşya, cephane. Peki Hindistan kendi arabasını kendisi yapmaya başladıysa ondan araba az alacak. Brezilya kendi tankını kendisi yapmaya başladıysa, İran cephanesini kendisi dolduruyorsa senden almayacak bunu. Bu durum devamlı büyüyerek gidiyor. Çin ve başkalarıda başlı başına olgular. Peki bu durum ne sonuç doğuruyor ? Altmış seksen yıllık dev Amerikan dünya şirketleri küçülmekle kalmıyor birer beşer iflas ediyorlar. Amerikan ekonomisi küçülüyor, ona bağlı diğer uydu ekonomilerde çöküyor. Beş ay önce beş-altı Amerika kıta ülkesi IMF den tümden ayrıldığını açıkladı. Üç ay önce on yedi Orta ve Güney Amerika ülkesi Kübada toplanarak Emperyalizmin enerji zincirinden çıktıklarını açıkladılar. İran senin kontrolünden çıkmış durumda, Çin kendisini sömürttürmüyor. Rusya başlı başına bir olgu vb. Bunları herkes günlük basından takip ediyor.Emperyalizmin hızla çökmekte olduğuna en canlı örneklere devam edelim : 1991 den beri ABD nin süper güç, Global( küresel) güç durumu bugün hangi durumda? Orta ve Güney Amerikada Başta Küba ve Venezüella olmak üzere Bolivya, Ekvator, Nikaragua bir arkadan Brezilya, Arjantin gibi ülkeler Emperyalizmim denetimi dışına çıkmakla kalmayıp apayrı sosyalist sistemsel bloklaşmaya gidiyor. Venezuella valisi, belediye başkanı olmayan komünsel şehirle kuruyor. Bolivyada Che Guevara nın hayalleri gerçek oluyor. Bir başka bloklaşma Asyada oluşuyor. Rusya, K. Kore, Kazakistan hatta Çin ve İran vb ülkeler şu veya bu şekilde ayrı bir bloklaşmaya gidiyor.

K.D: Bunlar neyin sonucu ve bu durumun sonucu nereye gidiyor?

İ.Ç : Bu durumlar emperyalizmin ulaştığı korkunç tehlikenin sonuçlarıdır. Sömürü-sömürülmeme, kölelik-özgürlük vb. sonuçlarıdır. Üçüncü dünya savaşının hem sebebi hemde sonuçlarıdır.
K.D: Üçüncü dünya savaşının sonucu sözü biraz açıkta kaldı galiba. Üçüncü dünya savaşı çıkarmı demek istiyorsunuz?
İ.Ç : Hayır hayır, bunu çokları söylüyor. Bence 1992 den beri özelliklede 2001 den beri şiddetli bir dünya savaşı var. Bu savaşların biçimi, şekli, şiddeti zaman ve mekana göre değişiklikler gösterir, gösteriyorda. Görüyorsunuz; soğuk, az sıcak, çok sıcak, her türlü acaip savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Sadece Afganistan, Irak , Gürcistan vb. ile sınırlamayalım bu savaşı. Renkli devrimler, Suikastlar, darbeler, sürekli havada gezen işkence uçakları gördüğümüz, göremediğimiz, bildiklerimiz, bilmediğimiz çok şey bunun kanıtı. Kukla hükümetler, İncirlik üssünde ki 94 tane atom başlıklı bomba vb. küçüklü büyüklü olgular neyin nesi.

K.D: Peki bu üçüncü dünya savaşının sonu nereye gider ?

İ.Ç : Sonu gözükmeye başladı bile. İyiye gider, gidiyorda. Hayır ben ikna olmadım, bu sürmekte olan üçüncü dünya savaşının sonunun iyiye gideceğini nasıl anlayayım: Birinci dünya savaşının sonucu nasıl iyiye gittiyse, ikinci dünya savaşının sonucu nasıl dahada iyiye gittiyse bu sürmekte olan üçüncü dünya savaşının sonucuda daha da iyiye gidecek.

K.D: Bu 3. dünya savaşının Türkiye neresinde ve Türkiyede iyileşme belirtileri varmı?

İ.Ç : Ne yazık ki bu savaşın Türkiye tam ortasında. Bu savaştan üzgünüm ki Türkiye çok zararlı çıkacak.

K.D : Türkiye bu savaşın nasıl tam ortasında ve neden zararlı çıkar ?

İ.Ç : Türkiye başta ABD olmak üzere, bir çok yere saldırı karakolu olarak ülkemizi kullanıyor. Yada ülke yöneticilerimiz bunun gönüllü uygulayıcısıdır . Afganistana, Iraka, Gürcistana, Filistine vb. saldırılar hep buradan yapılır. Az önce söyledim İncirlik üssünde 94 tane atom başlıklı bomba olduğunu basından öğreniyoruz. Büyü Orta Doğu ( BOP ) projesi Türkiyeden yönetilir. Yani Afganistandan Fas a kadar ülkelerin sınırlarını yeniden değiştirme ( sömürü temelliğinde ) projesi uygulama masası Türkiyedir.

K.D : Büyü Orta Doğu ( BOP ) projesinin bugün ki durumu nedir ?

İ.Ç : Bu proje emperyalizmin , Bush un en önemli projesiydi. Bu çöllük ülkelerin kükürt, fosfat, enerjisi olan ülkelerin petrol, doğal gaz vb. varlıklarına el koymak, bu ülkelerin haritalarını bile kendi çıkarına göre değiştirmek önemli hedefleriydi.Afganistanda neredeyse işgalciler yeniliyor. Iraktada öyle. İranı işgal etmeleri zor gözüküyor. Gürcistanda bir darbe aldılar. Pakistanda Amerikan uşağı, darbeci Pervez Müşerref gitti. vb. Yani bunları Emperyalistlerin kendileri kabul ediyor.

K.D : Günümüzde , dünyada solun durumu nedir, nereye gidiyor ?

İ.Ç : Bence çok azda olsa ileriye gidiyor. Daha da ileriye gideceği gözüküyor. Neden, Nasıl ? Belli sebeblerle 1990 lardan sonra solda, halkların gelişiminde bir düşüş yaşandı. Az önce söylediğimiz gibi son on yılda özelliklede son beş yılda emperyalizmin acımasız saldırılırı yüzünden halklarda bir kıpırdanma görülüyor. Küba , Venezuella ve bir takım Orta ve Güney Amerika ülkelerinde ki sürekli halk devrimleri, sosyalist uygulamalar bunu sonuçlarıdır. Kuzey Kore ve Çinin başarılarıda bunun bir değişik sonuçlarıdır. Gene az önce anlattığımız Büyük Orta Doğu projesinin çoküşüde halkların bir zaferidir. Bu durum katlanarak gidiyor. Yani Global kapitalizm kırılıyor. Evrensel sol kımıldıyor diyoruz.

K.D : Böyle bir yer yüzünde ve bu durumda ki Türkiyede emekçi halk ve devrimciler ne yapmalı ?

İ.Ç : Emekçi halklar umutlarını kesmeden, işin zorluğuna aldırmadan onur ve yaşam kavgalarına devam etmeliler. Emperyalist sömürü ve politikası doğası gereği geçicidir, sonsuz değildir.Bilime göre madde durdurulamaz. Onu durdurduğunu sansan bile o gerçekte durmuyordur. O enerji bir gün yolunu bulduğunda, önce ki durdurduğunu sandığın gücüde katlayarak hızla ilerler. Geçtiğimiz bir yüz yıl içerisinde bu bir kaç kez böyle oldu. Bugünden sonra da böyle olması bilimin gereğidir. Bu durumda halklar umutsuzluğa kapılmadan, onur ve insanlık kavgasının küçüğü büyüğü demeden bir araya gelmeli, örgütlenmeli, insan olduklarını kanıtlamalıdır. Az da olsa, yavaşta olsa bunu yapanlarda var. Görünen güçlü bir ilerleme olmasada bu gibi örgütlenmeler bir araya gelerek daha güzel bir birleşme ve geleceğin habercisi olurlar.

K.D : Yer yüzünün geleceğini nasıl görüyorsunuz , neden ?

İ.Ç : Kesinlikle güzel bir gelecek görüyorum. Bu bilimin gereğidir. On yirmi yıl bir insan ömrü için uzun olabilir, ancak bir toplumun ömrü için uzun zaman değildir. Önümüzde ki zaman bu durgunluğuda katlayarak gelişir. Bunun belirtileri şimdiden gözüküyor. İnsanlar bu onur kavgasında şimdiden ve sıkıca çaba sarfetmeliyiz.

K.D : Çağımızın ideolojisi nedir, ne olmalıdır, neden ?

İ.Ç : Çağımızın ideolojisi kesinlikle Marksizmdir. Neden ? Aksini söylesek ne olur ? O zamam emeğin en yüce değer olduğunu inkar edilmiş olur. Emperyalizmim acımasızlığı, onursuzluğu inkar edilmiş olur. Bir ülkede ki burjuva ve halklararası dengesizlik görülmemiş olur. O halde insanlığın bulduğu ( oluşturduğu ) bu marksist ideolojiyi uygulamak gerekir. Bu uygulamanın adı, odakları ve bence sembol isimleride vardır. Bu başta Lenin olmak üzere Mao ÇeTung, Ho Şi Minh, Che Guevara, Mahir Çayan gibi büyük dehaların yoludur. Global kapitalizm kırılıyor, evrensel sol kımıldıyor.İnsanlık güzelliklere gidiyor, hep birlikte bayrama gider gibi buluşalım güzellik ırmaklarında!Hep birlikte hoş geldik ! Hoş geldiniz güzellikler ırmağına !

15 Eylül 2008 Pazartesi

DİRENME HATTINA DİL UZATMAK


Bedreddin Mahir

bedreddin.mahir@gmail.com

14 Eylül 2008
12 Eylül darbesi ülkemize gelip çöktüğünde en büyük darbeyi ve yarayı devrimci hareket aldı. Hazırlıksız yakalandı. Sonu feci şekilde biten bir süreç oldu. Bu karanlık sürece karşı dünyanın tüm devrimci hareketlerinde olduğu gibi, ülkemizde de geri çekilme ve bir nefes alımı için emin limanlara çekilme gereği doğdu.
On binlerce devrimci öncelikle Ortadoğu'ya aktı. Suriye bunun önemli bir kısmına ev sahipliği yaptı. Yaralar hızla sarılmaya, toparlanmaya ve kayıpları telafi edip çalışma tarzı yenilemek ve dinamiklerle faşizme karşı direniş için, elden gelen her şeyi yapma koşulları oluşturuldu. Bu amaçla direnmek isteyen istisnasız tüm siyasal hareketler canla başla çalıştı.
Her eylemin başlangıcı nesnel veriler üzerinde yükselen bir iradedir. Koşulları varsa ve imkanlar yeterliyse bu niyet fiil olur. Fiil ise üzerinde oluştuğu veriler kadardır. Ancak, nitelikçe olay bu fiile girişmektir, nicelik ise verilerle ilgili ya yoğun ya da zayıf kalabilirdi.1982’lere doğru giderken bu adımlar hızla atılmaya başlandı. Kürt özgürlük hareketi başta olmak üzere direnme hattını seçen tüm örgütler silahlı-silahsız direnmeleri yükseltmeye çalıştı. Bu amaç ve iradeyle yürüdü.
Bu iradenin varlığı önemliydi. Yeterlilikler ve yetersizlikler ise işin diğer boyutudur; ancak bu irade ve fiile rağmen, ortaya konan çabaları küçük göstermek için bir takım itirafçıların hor görülerini sağa sola üflemeleri ise devrimci harekete Özel Harp Dairesi'nin işidir.1982 yılı, 12 Eylül rejimine karşı direnme hattını seçenlerle, teslim olmaya dahi yetecek birliğini koruyamayanlar arasında bir ayrışmaya tanık olundu. Her örgüt açısından olay farklı cereyan etti. Biz Acilciler olarak bunu kamptan ve mücadeleden kaçanlarla, itirafçıların kışkırtmalarıyla teslimiyeti seçenleri gördük. Hızla da atlattık.
1982 Haziran’ında onu aşkın devrimci örgüt direnme hattını seçerek Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nin kuruluşunu ilan etti (FKBDC). Bu cephenin kurucu üyesi olarak bizler, diğer devrimci örgütlerle birlikte, direnmenin her iki yakasında da yerimizi alıyorduk. Silahlı ve silahsız direnme araçlarını gücümüz ve olanaklarımız oranında yerine getirmekteydik.Aynı kesitte sendikaların, köklü parti ve siyasal hareketlerin 12 Eylül öncesi on binleri sokaklara dökme koşulu olanların, ortalıktan tamamen silinmelerine rağmen, bu ülkenin direnme güçleri, direnişlerini sürdürme kararı aldı ve bunu yürüttü.
Bu direnişi yoğun olarak Kürt özgürlük hareketi temsil etti. Daha çok silahlarıyla dağları, bayırları kapsayan mücadelesiyle, şehitleriyle bunu yaptı. Bu bütün içinde diğer örgütler şehirlerde yapabilecekleri her şeyi ortaya koydu; bildiri dağıtımından yazmaya, silahlı eylemden korsan gösteriye kadar yapılması mümkün olan şeyler aksatılmadan yerine getirilmeye çalışıldı. Ortak ülkemizin devrimci hareketi gerçek anlamda birlikte hareket ederek bir direnme hattı oturtmaya çalıştı. Bunun ne kadar başarılıp başarılmadığından önemlisi bu iradenin ortaya konması ve bunun için fiili adımların atılmasıydı. 12 Eylül karanlığına karşı direnmeyi değerlendirirken başka türlü bir yaklaşım yapılamaz. O gün yapılması gerekenler verili olanaklarla yapılıp yapılmadığını sorgulamak gerek, ötesi abartmadır. Bu abartmaların olmasını bekleyen aptallar ise direnmeyi küçük düşürmek için, ortalıkta hiçbir şeyin olmadığı şüphesini yaygınlaştırarak gerçekleri örtmek isterler.

Tarihte olan her direnmenin ve devrimin bu gün itibariyle ortaya çıkan gerilemesine bakarak da, bunların birer vehim olduğunu iddia etmek güç değildir. Bir takım itirafçılar “Direnmek gereksiz bir çabadır, varsa da anlamsızdır sonuçsuzdur çapsızdır” dediler. Bu inkarcılık, bu güne dönüp baktığında tarihin tüm direnmelerini devrimlerini de inkar eden, onları hor gören bir yaklaşım içinde olur; nitekim iyi izleyiciler bunun öyle pazarlanmakta olduğunun yabancısı değillerdir.Olay bu değildir. Nitekim 12 Eylül karanlık rejimine karşı direnmenin bu gün itibariyle sonuçlarına baktığımızda küçümsenmeyecek bir tablo olduğunu görmek zor değildir. İşte Kürt sorununun aldığı uluslararası boyut ve buradan ortak ülkemiz demokrasi mücadelesinde açtığı kanalları, yıktığı tabuları, hala zorlamakta olduğu statüler, direnmenin birer başarısı olarak dünden bu güne taşınmıştır. Burada hangi örgüt ne yaptı gibi bir yarışın anlamsızlığına girmeyeceğim. Ortak ülkemizin direnme çizgisinden yana olanlar ve buna katılanlarla bunun dışında olanların ayrımını yapmakla yetineceğim.
Örgütümüz adına ise söyleyeceğim şey 12 Eylül rejimine karşı verili tüm imkanları kullanarak direnmeye çalıştığımızdır. Bu uğurda silahlı silahsız eylemlerimizle, siyasal gelişmelere karşı kesilmeyen çabalarımız ve direnme çizgisini yükseltme amaçlı girişimlerimizle sürecin bir parçasıydık. Yurt dışında örgütsel çalışmaya yaşam alanı açmak ve sınırları her alanda delerek giriş çıkış imkanları yaratmak ve bunu tüm direnme güçleriyle paylaşmak dahil silahlı silahsız her çabayı ortaya koyarak yerine getirmeye çalıştık.
Özel Harp Dairesi işleriyle kesişenlerin çabaları, devrimci saflarda mütalaa edilmeyecek bir yerdedir. Onlar arkadan nal toplarcasına özel hafiyeler gibi direnme övgüsüne saldırdığını sorgulamak yerinde olacaktır. Bu da ikinci kuşak Ergenekoncularının kendilerini belirginleştiren ortaya koyuşlarıdır.
Tek tek örgütleri baz alarak kıyaslama basitliğine düşmeden ülkemiz devrimci hareketini bir bütün olarak algılayıp konuyu ele aldığımızda görülecek ki, her ülkede olduğu gibi ülkemizde de direnen ve direnmeyenler vardı. Doğal olarak direnme çizgisinde olanlar da bin bir türlü direniş içindeydiler. Düzenli gerilla birlikleriyle dağlarda direnenler yanı sıra, şehirlerde zaman zaman askeri eylemlerini yükseltip diğer araçları da direnme sürecine katanlar bulunmaktaydı. Bunlar bir bütündü, üstelik FKBDC adı altında da siyasal bir birlik içindeydi. Bu adımı atmış, bunun fiili gerekleri için özveriyle çalışıyorlardı. 12 Eylül rejimi bizleri örgüt örgüt ayırıp özel bir muameleye tutmuyordu. Hepimizi düşman sayıp katletmeye çalışıyordu.
Bunu her yerde, ülke içinde, zindanlarda, yurt dışında ulaşabildiği her yerde kanlı biçimde yapıyordu. Doğal olarak direnme de her yerdeydi, ülke içinde olduğu kadar dışında da kendi özgünlükleriyle, ülke içindeki çabalara katkılarıyla direnme vardı.Bu gerçekleri görmemezlikten gelip hafife almak, kasıtlı değilse ahmakçadır. Dünyanın tüm devrimleri ve direnmeler çok kısır olanaklarda, çok zor koşullarda ve bin bir araçla yürütülmüştür. Büyük bir çoğunluğu da bastırılmıştır. Buna bakıp dünyada direnme olmamıştır denebilir mi, buna bakıp şehitler, yaralılar, illegalin amansız denklemlerindeki çabalar, direnme değildir denebilir mi?

Bu konuda, bu güne dek hiç kimse 12 Eylül rejimine karşı en küçük bir çabaya bile saygısızlık yapmamıştır. Bu çabaları küçümsememiştir. İtiraf kompleksliler yeltenmiştir. Bu aptal bir süredir devrimci hareketin tüm değerlerine saldırmakta zıvanadan çıkmıştır: Filistin halkının meşru hakları ve devrimci mücadelesine yapılan katkıları bile “paralı askerilik” olarak görecek kadar saçmalayanlardır!..

Tüm devrimci hareketin faaliyetlerini, bir yerlere yamalamak için Özel Harp Dairesi'nin devrimcilere ait temiz bir alan bırakmama taktiği gereği çamur atanlardır. Bu tipler Kürt özgürlük hareketine yönelik milliyetçi reflekslerini bir kin olarak kusması hiçte uzak değildir. Direnme söylemine bu tepkinin varacağı ilk durak budur.Bu konunun tartışmasında şu ya da bu örgüt adını anmak, ayrıntılara inip örgüt içi tartışılacak sorunu internet ortamında ifa etmek doğru değildir. Bu gibi ihbarcı çabalar direnme karşıtlarının işi olabilir, bizi ilgilendiren konunun özüdür, direnme ve direnme safında yer alıştır. Hangi örgütün ne kadar ve nasıl direndiği ise, o örgütün iç değerlendirmesidir ve görelidir. Avrupa konformizminin rahatlığında, direnme saflarında ayrılıkçılığı körükleyin itirafçıların bu kulvarda söyleyecek ne bir sözü ne de yeri vardır.

Özgürlük mücadelesi veren Kürt hareketinin direnişini inanılmaz akıl zorlamalarıyla bir yerlere yamama ya da tehlikeli, hatta terör olarak gösterme çabaları buradan kaynaklanmaktadır; bunu da daha çok tarihlerinin hiçbir dönemlerinde direnememiş ve direnme gerektiğinde teslim olmuş siyasal eğilimlerin yapması tesadüf değildir.Yarınları kurmak için dünyada tüm direnme hareketlerinin ısrarla izlediği bir gerçek vardır. O da geçmişin en küçük bir olumluğunu yenilemek ve ilerletmek için öne çıkarma çabasıdır. Hataların, yetersizliklerin, başarısızlığın bataklığında düşünceleri köreltmek yerine, olumlunun taşıdığı başarı umudunu yükseltme çabasını öne çıkarmak, başarıya giden yolun önemli bir adımıdır. Direnme süreçlerinin deneyleri bunun başarı için önemli olduğunu gösteriyor. Biz de geçmişimizin onurlu çabalarını boyutuna bakmadan öne çıkarıyor, onu yükseltme amacı taşıdığımızı ilan ediyoruz. Bizim bu çabalarımıza karşı, itirafçı gibi bir dizi kukla “abartmayın, başaramadınız, başaramazsınız, yetersizsiniz, gücünüz yetmez, kendinizi dev aynasında görüp kendinizi aldatmayın” diyor, bunu kulaklara şüphe ve kuşkuyla birlikte fısıldıyor; biz de abartmadan diyoruz ki; bu fısıldamalar kimin işidir soruyoruz. Elimizdeki tüm bilgiler bu hor görücü çabaların geri planında Özel Harp Dairesi'nin olduğunu gösteriyor.
12 Eylül Rejimine Karşı Direnmenin Sonuçları12 Eylül rejimine karşı direnenler, alabilecekleri önlemleri sonuna kadar zorlayarak bu mücadeleyi yürüttüler. Hiçbir devrimci körü körüne bir yerlere atılarak direniyorum adı altında bir iş yapma macerasında olmadı. Eksik oldu, fazla oldu, bu konumuz dışındadır. Ama devrimci güçlerin önemli bir kısmı her şeye rağmen direnme kararındaydı ve bunu fiili olarak yaşama geçirme atılımı yaptı. Bu amaçla kendini yeniden yapılandıranlar da vardı.Direnme amacı taşıyanlar, bu süreçte bin bir araçla direndiler. Tecrübesizlik, eksiklik, yetmezlik, olanaksızlık, başarısızlık demeden direndiler, dönüp bir daha direndiler. Kendi adımıza konuşacak olursak, en az üç kez merkezi düzeyde yakalanmalarımıza rağmen, dönüp yeniden direnişi yükseltmek için ne var ne yok her şeyimizi ortaya koyup devam ettik. Diğerleri bizden farklı değildi. Kararlılık devrimci harekettin kendini belirgin eden bir göstergesiydi. O gün bunun önemi çok büyüktü. O gün bir yaprağın kıpırdanması bile güçken; bu kararlılık ve bu duruş, direnmeydi. Bu gerçekleri hiçbir itirafçı rezil adam kirletemez.Hata yapmamak için iş yapmamak gerek.
Direnenler hata yapmayı göze aldılar. Geçmişin bu onurlu çabalarını, bu günün ortamında küçük düşürmek ve hafife almanın bir durum değerlendirmesinin, düşünce alış verişi kapsamında görülmesi mümkün değildir.Direnme ölçüleri tarihin her kesitinde belirgin özelliklere sahiptir. Bunların en önemlisi direnme iradesidir. Bu irade direnmek isteyen tüm örgütlerde vardı, tersini de kimse iddia edemez.
FKBDC bu amaçla kuruldu ve devrimci örgütler arasında direnişin yükseltilmesi açısından olumlu bir rekabet de yaratmıştı. Evet yakalanmalar, ölümler, zarar ve ziyanlar, yetersizlik ve tecrübesizlikler çoktu. Ama örgütsel karar ve yönelim direnmeden yanaydı. Bu amaçla elde olan her şey seferber edilmişti. Hiçbir dış kaynağa sahip olmadan, kendi dar olanaklarıyla kavrulan, deneyimsiz ve genç bir devrimci hareketin gösterdiği bu irade, direnmenin yarısıydı. Buna saygı duymayanların, bu gerçekleri algılama şansları hiç olmayacaktır. Bu nedenle bu gün direnmeye karşı gösterdikleri refleksler ortaya çıkmaktadır.
Daha iyisi yapılmaz mıydı, evet yapılırdı. Bunu bu gün söylemek çok kolay. O gün bir taş atmanın bile direnme olduğu kesitte, irade beyan etmek çok ayrıdır. O süreci tüm ayrıntıları ve detaylarıyla yaşayan bu satırların yazarı, direnme hattında yer alma iradesi gösteren tüm örgütlerin abartmasız 80-90 yılları arasında mümkün olan tüm araçlarla eylemlerini ortaya koymaktan çekinmediler. Bu çabaları hafife almak en hafif deyimiyle edepsizliktir.Bilindiği gibi, 12 Eylüle karşı en kapsamlı ve en ciddi direniş; ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi gücü olan Kürt özgürlük hareketi tarafından ortaya konmuştur. Bu hareket ortak ülkemizin direnme hattı içinde bir hareketti. Ağırlığı ne olursa olsun, onunla birlikte olanların oluşturduğu bir hattı. O da biz gibi direnme mücadelesinin bir parçasıydı.
1982 Haziran’ında Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni (FKBDC) ve sonrası Devrimci Birlik Platformu'nu (DBP) kurduğumuzda devam eden hat buydu; bir direnme hattıdır bu. Bu hattın direnmediğini iddia etmek ancak aptallara mahsustur.Kürt özgürlük hareketini genel Türkiye devrimci hareketinden yalıtarak ele almak en azından dün için insaflı bir yaklaşım sayılamaz. Kaldı ki, 80’li yılarda devrimci hareketin bin bir nedenle iç içe giren süreçleri, direnme adına ortaya ne konduysa tüm tarafların katkılarıyla olduğu gerçeğini göstermeye yeterlidir. Dün, tek tek örgütlerin direnmeden yana konumlarını yorumlamanın hiçbir anlamı da yoktu.
Dünyanın her yerinde de direnme böyle olmuştur. Süreci bir biçimde yürüten öncüler vardı, ama bu diğer katkıları dışlamaz. Ayrıntılara dalmak, kimin hangi düzeydeki kadroları nerede ne yaptı ya da ne yapabilirdi ve neden öyleydi gibi bu gün için geçmiş bir tartışmayı güncellemek, demagojiden ibarettir. Bu didiklemeler devrimci hareketi küçük düşürmek için, tarihinde kayda değer tüm izleri yok saymak için harcanmış derin devlet çabalarıdır. Yolları bu karalamalarla kesişenlerin tepkilerini anlamak güç değildir.
12 Eylül faşist askeri diktatörlüğüne karşı direnişin istenilen kesitte sonuç almadığı doğrudur. Ancak bu direnmenin hiçbir şeyi başaramadığı iddiası ise tamamen gerçek dışıdır. Her şey bir yana, ülkemiz mozaiğinin bu gün 12 Eylül iradesine ve tek boyutluluğuna karşı kazandığı sonuçlar ve kendini demokrasi mücadelesinde eğitme açısında edindiği tecrübeler bile, başarlı sonuçları olduğunu göstermeye yeterlidir.Bu gün Kürt halkının kazanımları ve dolaysıyla anti-demokratik devleti kıstıran, daha çok açılıma sevk eden etkinliklerin o günlerin direnmesinin bir ürünü olduğu inkar edilemez. Kürt halkının ezici çoğunlukla Kürdistan bölgesinde özgürlük hareketine gösterdiği eğilim, bir halkın direnme hattıyla kazınılmasının açık ifadesidir. Bunlar da direnmenin doğrudan ürünüdür. Milyonlarca insan bu süreçte demokrasi mücadelesi eğitiminden geçmiştir. Bu gün, ilk kez bu ölçüde bir yoğunlukla, grup kuracak boyutlarıyla, özgürlük ve demokrasi sesi meclise “bin umut adayları” yla taşındıysa, bu da dolaysızca dünkü direnmenin bir sonucudur.
Bu direnmeye hepimiz her şeyimizle katıldık. Bu gün etnik kimlik hakları için üzerindeki ölü toprağını silkelemeye yönelen halkların kendilerini ifade etme çabaları da bunun ürünüdür. Bu güne geride ne kaldıysa dünkü direnişin ürünü olduğu da unutulmamalıdır.
Milliyetçi etkiler, Türkiye devrimci hareketine ağır darbe indirdi. Direnme hattındaki yerini oldukça zedeledi. Buna rağmen dün isimleri ne olursa olsun bu gün de hangi ad altında olursa olsun direnme hattından yana olanların direnişi sürdürme çabaları devam etmektedir. Bir toparlanma, bir yeniden organize olma çabalarının yükseldiği bu koşulda, önümüzdeki örnekler kazanılmış sonuçların kaynağında yatan dünün direnme geleneğidir. Bunu yükseltmek, kendini yetmezlikle, hata yapmakla, yanlıştan kurtulamamakla kıskıvrak çeviren bir algılayıştan çok daha önemlidir. Biri daha çok teslimiyete diğeri yeni başarılara götürür.Kimse yanlış anlamasın; silahı alıp savaşın diyen yok, söylenen gayet açık, direnme hattı tüm etkinlikleri ve araçlarıyla başarının dünkü ve bu günkü tek yoludur. Bu yol içinde yeri ve zamanı geldiğinde tüm araçları ve faaliyetlerini ihtiva eder. Hazırlıklarımız en iyi düzeyde olmalıdır. Ancak hazırlık adı altında sonsuza süren bir sürecin mahkumu olmak gibi sonu teslimiyete uzanması mukadder durumlara da düşmemek gerekir.
12 Eylül rejimine karşı direniş en kötü koşullarda başlamış olsa da yapılması kaçınılmaz olan ve sonuçları önemli başarıları içeren bir direnişti. ama bu belirlemelerin ışığında kimi aptalların “direnişten söz etmek, temelsiz ajitasyonun ötesine geçmiyor” söylemleri, en iyimser deyişle abesle iştigaldir.
Direnme bu gün de sürüyor. Bu bir tutumdur. Bir irade beyanıdır. Bunun ne kadarı yaşama geçer verilerin bütünsel endekslerine bağlıdır. Ama öncelikle bu duruşun örgüt bazında ya da şahıs bazında karara bağlanmış olmasıdır. Bu gün de iyi bir hazırlıkla direniş sürmeli ve yükseltilmeli denebilir. Ki doğrudur. Ancak ani bir baskın, ani bir siyasal değişim gelip kendini dayatınca, var olan imkanlarla direnmek zorlu olunca bundan kaçınmamak gerektir.
12 Eylül darbesinin ardında olan ve alınması gereken tutumun kaynağında bu vardı. Bu kesitte, yerel seçimler gibi önemli bir düelloya giderken yaşanabilecek bir siyasal kırılma ortamında gelip dayatacak bir açık direniş ihtimali belirince yapılması gereken de aynıdır. Kimse kimseyi aldatmasın, önce bitip tükenmeyen bir hazırlık yapılmalı adı altında direniş yapılamaz. Asgari imkanlarla başlar tüm direnişler, ondan sonrası genişleyerek büyür. Bu gün parlamentoya kadar yükselen kazanımların, dünün imkansızlıkları içinde başlayan direnmenin eseri olduğu unutulmasın.
12 Eylül rejimi bir biçimde hala sürmektedir. Toplum üzerindeki karabasanı yasa ve kurumlarıyla kendini hissettirmeye devam etmektedir. 80’li yıllardan bu yana bu rejime karşı direnmede sürmektedir. Bu kesit itibariyle, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması yönünde oluşan kanaatler direnmenin iyi bir yükseliş trendi yakaladığına işaret etmektedir. Birçok alanda olduğu gibi Antakya’da halkın, ortak ülkemizin ünlü sanatçılarıyla omuz omuza 12 Eylül protestolarına katılması ve “darbeciler yargılansın” demeleri bu geleneğin bir uzantısıdır.

Antakya’da 12 Eylül protestosunun mesajı çok önemlidir. Bir siyasi geleneğin nasıl da halkıyla sanatçılarıyla iç içe olduğunu ve direnme tutumunda yoluna devam ettiğini karınca kadarınca gösterdiği gibi, ortak ülkemizin siyasal duyarlılıklarıyla da paralel yürüyen çabalarına da bir göstergedir. Bu ne bir mevkide yer alma böbürlenmesidir ne de vehimdir; bu ikircimsiz ve açık bir direnme hattıdır, kararlı olma ve kendi haklarını ortak ülkenin haklarıyla kaynaştırma çabasıdır, geçmişten bu güne uzanan tutarlı bir duruştur.
Direnme bir süreçtir. Devrim değildir. Direnme için gerekli olanlarla devrim için gerekli olanlar çok farklıdır. Bu yüzden direnmenin gelip çattığı bir kesitte devrim için aranan koşulları beklemek safça bir davranış değilse, çirkin bir teslimiyetçi tutumdur. Ülkemizde direnme her zaman her yerde kendini dayatan bir gerçektir. Devletin halkı karşısındaki konumu itibariyle gerçek budur. Siyasal kurumlarıyla, askeri ve emniyet teşkilatıyla, bürokrasisiyle devlet, halkı direnmeye zorlayan bir yapılanmadadır. Tek boyutluluğuyla halka direnmekten başka seçenek bırakmayan bu devlete karşı dün sürdürdüğümüz direnişten daha güçlü direnişleri örgütlememiz bir vatandaşlık görevi haline gelmiştir. Bunu hazırlık adı altında sulandırmanın çok anlamlı olduğu söylenemez. Bu türlerin tek amacı, geçmiş direnmeleri küçük düşürerek bu günkü direnme etkinliğimizi doğmadan kırma çabasıdır. Sorunu kişilerin geçmiş üzerine didişmelerinden çıkaran da tam bu noktadır.
Bizler dün de bu gün de diyoruz ki, haklarımızın kazanımının yolu direnmekten geçiyor. Direnmemizin araçları, bizi direnmeye zorlayanların baskı araç ve yönelimlerine bağlı tercih olacaktır. Bu gün ve geçmişte tüm halkların direnmede tercihlerini belirleyen koşullar ne ise bizim içinde geçerli olan odur. Ne bir fazla ne bir azdır. Bu da tüm halkların meşru hakkıdır. Bizlerin hak kazınım yolu için önemsediğimiz sonuç alıcı kanallar burada bulunmaktadır. Direnme bir savunmadır, saldırı değildir.
Anti-demokratik devletin tüm kurumlarıyla saldırıya geçtiği, her türden hak talebini ve bunun için yükselen direnme ve mücadeleyi itirafçılarıyla birlikte kirletmek istediği bir ortamda verilecek tek bir cevap vardır; o da direnmeyi yükseltmektir.


LİBERALİZMİN MUHAFAZAKARLIK İLE EVLİLİĞİ

Yener Orkunoğlu
Liberalizm 19. yüzyılda demokrasiye göz kırpardı, demokrasi ile evlenme beyanında bulunurdu. Evlendiği dönemler de olmuştur. Ama 20. yüzyılda tekelci devlet kapitalizminin ekonomiye egemen olmasıyla birlikte, liberalizm ve demokrasi birbiriyle geçinemez olmuştur. Çünkü demokrasi, liberalizmin kararsızlığından, bocalamalarından, kendine güvensizliğinden usanmıştır. Dolayısıyla liberalizm ve demokrasi arasında kavgalı bir dönem başlamıştır. Bu kavga nedeniyle, liberalizm gözünü çoğu zaman, muhafazakarlığa çevirmiş, muhafazakarlık ile evlenmeye can atmaya başlamıştır.
Ahmet Altan’ın yönetimdeki liberal Taraf Gazetesi gerçekten taraf tutuyor. Muhafazakar-liberalizmin yanında taraf tutarak, sola ve Marksizm’e karşı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla sosyalistlerin, ideolojik oklarını, liberallere ve sol liberallere yöneltmeleri gerekir.
Liberal bakış açısı genel olarak, demokrasi ve özgürlük sorununa zenginleşme açısından yaklaşır. Bu mantığa göre, Türkiye zenginleştikçe, demokrasi ve özgürlük kendiliğinden gelecektir. Dolayısıyla ABD ve AB’nin desteğini almış AKP’nin desteklenmesi gerektiği görüşündeler. Oysa demokrasi ve özgürlük sorunu, yalnızca ekonomik bir sorun değildir. Aynı zamanda siyasal ve kültürel bir sorundur.
Taraf gazetesinde yazan Murat Belge ve Halil Berktay, son zamanlarda liberal gözlükler takarak, sosyalistlere akıl veriyorlar. Akıllı insanlar, elbette akıl vermek isteyenlerin akıllarından yararlanmaya çalışırlar. Yani akıllı ve olgun sosyalistler, ’sosyalistlerin sizin aklınıza ihtiyacı yok’ gibi tepkisel bir davranış göstermezler.
Murat Belge bir yazısında şöyle diyor: ’Birikim’i yayımladığım dönemlerde öncelikle Marksist sola hitap ettiğimi hissederdim. Şimdi (Yeni Gündem’den beri) böyle değil, bütün topluma bir şey söylemek üzere açıyorum ağzımı.’ Murat Belge kendisindeki bu değişikliğin nedeni üzerine düşünürse bir sonuca ulaşabilir. Bu bir zemin kaymasıdır; Marksizmden, sol liberalizme kayıştır.
Halil Berktay, sosyalistleri demokrasi düşmanı gibi göstermeye çalışıyor. Demokrasi düşmanlığını Marx’a kadar götürüyor. Şöyle yazıyor Berktay: ’Marx 19. yüzyıldaki şekli ve haliyle demokrasinin eleştirisi üzerinde yoğunlaştı. Özellikle Fransız, kısmen de İngiliz parlamenter demokrasisinin çarpık ve güdüklüğünü, ardındaki menfaat örüntülerini, bağrındaki sosyal uçurumları, kanunlar önünde eşitlik ilkesinin gizlediği korkunç sınıfsal eşitsizliği sergiledi. (..) Marx bütün bunları, zamanın demokrasisinin onarımına, geliştirilmesine, düzeltilmesine kanalize etmedi. Tersine, o demokrasinin tepesinde oturan egemen sınıfların teşhiri ve devrim yoluyla devrilmesinin gerekçelendirilmesi için kullandı. Özetle, “burjuva” demokrasisini iflâh olmaz saydı. Zaten aynı bağlamdadır ki, o “burjuva” demokrasisini “burjuva diktatörlüğü”ne eşitledi; karşısına ise “proletarya diktatörlüğü”nü dikti ve işçi sınıfı, daha genel olarak bütün emekçi halk için gerçek demokrasi anlamına geleceğini varsaydı. Onun için, başlı başına bir demokrasi projesi yoktur Marx’ın.’
Berktay, biri açık diğeri gizli olan iki eleştiri yöneltiyor Marx’a. Açık eleştirisi şöyle: ‚Marx’ın demokrasi projesi yoktur.’
Bu iddiada büyük bilisizlik veya çarpıtma var. Engels şöyle yazıyordu: ’Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devrimi’nin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatoryasının da özgül biçimidir..’
Berktay’ın Marx’a yönelik kapalı eleştirisi ise şu: Marx, 19. yüzyılın düşünürüdür. Oysa şimdi biz şimdi 21. yüyılda yaşıyoruz. O halde Marx günümüzde artık geçerli değildir. Marx’a yönelik bu eleştiri çok sık duyulan bir eleştiridir. Dönek ve devşirme solcuların kafasının arkasında yatan bir eleştiridir. Bu eleştiriye cevabımız şudur: Marx, kapitalizmin 19. yüzyıldaki tarihsel görünümünü eleştirmedi. Çünkü kapitalizmin tarihsel görünümleri çağdan çağa değişebilir. Marx, bunun bilincindeydi. Marxkapitalizmin belirli koşullar altında aldığı biçimden bağımsız olarak, kapitalizmin temel işleyiş biçimini ve kapitalizmdeki eğilimleri açığa çıkarmaya çalışmıştır. Bugünkü ‚küreselleşme’ olgusu, Marx’ın kapitalizm analizini doğrulamaktadır.
Halil Berktay, Max Weber’ın çok gerisinde. Max Weber, en azından liberalizmin otokrasiye eğilim gösterdiğini kabul ediyordu.
Liberalizmin tarihini araştıranlar iyi bilir. Liberalizmin geçmişten gelen ve hala devam eden ilginç bir özelliği var. Liberalizm, sağ ve mufazakarlık ile uzlaşma eğilimlerini gizlemek için solu ’uzlaşmaz’ olmakla suçlar. Ama sosyalist sol, liberalizmi ve sağı aynı kefeye koymaz.
Türkiye’de liberaller, solun ne kadar ’sert’, ve ’uzlaşmaz’ olduğunu ilan ederek, muhafazakarlık ile evlenmeyi gizlemek istiyor. Türkiye’de Taraf ve Radikal gazetelerindeki liberallerin ve sol liberallerin AKP gibi muhafazakar bir partiden yana taraf olmaları rastlantı değildir.

9 Eylül 2008 Salı

SOSYALİSTLER VE LİBERALİZM

Yener Orkunoğlu
Türkiye’de demokrasi ve özgürlük konusu, sürekli gündemde olan ve tartışılan, uzun zaman da gündemde kalacak ana konudur. Bu nedenle, özgürlük ve demokrasi konusunda sosyalistler ve liberaller arasında ideolojik tartışma ve mücadelelerin sürmesi normaldir.
Daha önceki yazımda Türkiye’de liberal düşüncenin belirli bir gelişme kaydettiğinden bahsetmiş, liberal düşüncenin gelişmesine zemin hazırlayan tarihsel koşulların incelenmesinin önemini vurgulamıştım.
Türkiye’de sol-liberal eğilimleri güçlendiren çok çeşitli nedenler var. Bu nedenlerden biri de sosyalist hareketin burjuva demokrasisi ve liberalizm karşısındaki yanlış ve tepkisel tutumudur. Kimi sosyalistler ve sosyalist hareketler, sosyalist devrim adına, burjuva demokrasi alanındaki kazanımları küçümsemekte veya reddetmektedirler. Bu da sol-liberallerin sosyalist düşünceye saldırısına bahane oluşturmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinde var olan anti-demokratik eğilimlerin iç ve dış nedenleri var. İç neden olarak, Türkiye’deki anti-demokratik siyasal ve kültür anlayışını ve despotik devlet geleneğini gösterebiliriz. Türkiye’de gerçek bir burjuva aydınlanması yaşanmadığı için özgürlükçü bir siyasal ve kültürel anlayış derin kökler salmadı. Bu durum Türkiye sosyalist hareketine de damgasını vurdu. Öte yandan devlet, korku ve kuşkusunu topluma yayarak, özgürlükçü bir siyasal ve kültürel anlayışın yeşermesine izin vermedi. Türkiye sosyalist hareketi bu anti-demokratik siyasal kültürün dışında kalmayı başaramadı. Özgür toplum kurmak isteyen sosyalist örgütler, kendi içinde silahlı çatışmayavaracak kadar anti-demokratik bir tutum sergileyebildiler.
Gerçek aydınlanma yaşamayan bir ülkede sosyalist olmak zordur. Türkiye sosyalist hareketinin en önemli zaaflarından biri burjuva uygarlığının kazanımları (liberalizm, fikir özgürlüğü vb.) karşısındaki tepkici tavrıdır.
Sosyalist harekette karşılaştığımız anti-demokratik siyasal kültürün dışsal nedenleri de var. Dışsal nedenler çok çeşitlidir. Yalnızca 2 nedene değinmekle yetineceğim.
1. Türkiye’de sosyalist hareketinin geniş kesimleri, Marksizmin en önemli sorunlardan birisi olan, birey-toplum ilişkisi; bir başka deyişle Ben ve Biz ilişkisi konusunda tam bir açıklığa kavuşmaktan uzaktır. Birey-toplum ilişkisi, hala en önemli sorunlardan biri olmaya devam ediyor. Bana göre geçmişte Markistler, esas olarak ilgilerini topluma ve sınıfa yönelttiler, birey alanını ihmal ettiler. Bir başka deyişle Marksistler bir çok alanı (birey, ekoloji, kadın hareketi, ev emeği, psikoloji vb.) boş bıraktılar. Boş bırakılan bu alanlar, genelde burjuva sosyal bilimcileri ve filozofları tarafından dolduruldu. Oysa Marx, gençlik yıllarında 1844 Elyazmaları’nda birey olarak insanın kurtuluşu sorunu ile ilgilenir. Marx’a göre insanın kurtuluşu, ancak burjuva toplumunun insancıl bir topluma dönüştürülmesi ile mümkündür. Ancak insancıl bir toplumun kurulabilmesi için, ilk önce burjuva toplumundaki sorunların (yabancılaşma, emek sömürüsü vb.) ortaya konması gerekir. Marx’a göre burjuva toplumunda insan bütünsel bir insan değildir. Çünkü özel mülkiyet, ’bütün fizik ve entelektüel duyular yerine, bütün duyuların yalın yabancılaşması, sahip olma duyusunu’ geçirir. Dolayısıyla özel mülkiyet insanı alıklaştırmakta ve sınırlandırmaktadır. Öyleyse, ’özel mülkiyetin kaldırılması, demek ki, bütün insani duyuların ve bütün insanal niteliklerin kurtuluşudur.’(Marx) Ne var ki, daha sonraki Markist kuşaklar, sınıfı, partiyi ön plana çıkarırken, birey alanını ihmal ettiler.
2. Dışsal nedenlerin diğeri, Lenin’in öngördüğü örgütsel-merkeziyetçiliğin Türkiye’ye çarpık bir şekilde yansımasıdır. Türkiye’deki anti-demokratik siyasal kültürel gelenek, Lenin’in parti anlayışını kendi geriliklerine uyarlamıştır. Oysa Lenin’in partisi, örgütsel-merkeziyetçiliği en geniş ideolojik-demokrasi ile uzlaştırabilen tarihin ender gördüğü partilerden biriydi. Server Tanilli, ’Değişim Diyalektiği ve Devrim’ adlı kitabında şunları yazıyor: ’Gerçekten, Lenin’in işçi sınıfına öncülük etmek için kurduğu parti, hiçbir zaman işçi sınıfının üzerine çıkmış, tabanın denetiminden kurtulmuş, fikir ve eleştiri özgürlüklerini ortadan kaldırmış bir parti değildi. Bolşevikler arasında düşünce ve eleştiri özgürlükleri en geniş biçimde kullanılırdı. Lenin, parti toplantılarında sık sık eleştirilir ve azınlıkta kaldığı olurdu çoğu kez. (...) Trotsky, anılarında, Lenin bir çok kez, önemli toplantılardan önce yanına gelerek, ’Toplantıda şu öneriyi ileri süreceğim, beni destekler misin’ diye sorduğunu anlatır.’
Hani bir söz vardır: ’Masalları icat etmek kolay, ama bunlardan kurtulmak zordur’ diye. Lenin partisinin ’anti-demokratik’ olduğu konusunda liberal düşünürler o kadar masal anlattılar ki, sosyalistlerin çoğu hala bu masalların etkisi altında. İnsanın algılarını da düşüncesi belirler. Anti-demokratik bir kafanın demokrasiyi kavraması mümkün değildir. Sosyalizm, insanın kurtuluşu olarak değil, toplumsal kalkınma modeli olarak algılanmıştır.
Türkiye’de sol-liberalizmin etkisini kırmak için, sosyalistler, fikir özgürlüğü vb. gibi burjuva liberal değerler karşısında kayıtsız kalamazlar. Aşırı düşünen sosyalistler için, demokrasi kapitalist rejimde mümkün olmayan şeydir, sosyalist rejimde ise gereksiz hale gelir. Lenin’in deyişiyle ’görünüşte zekice, ama aslında hatalı bir düşünce.’
Liberalizme hesaplaşmak demek, bazı liberal değerleri (fikir özgürlüğü vb.) reddetmek değil, liberalizmin sınırlarını göstermektir. Sosyalistler, liberalizme karşı değildir, liberalizmi içererek aşmayı hedeflerler. Liberalizmin kazanımlarına sahip çıkmaktan çekinmez, ama liberalizmin yetersizliğini ortaya koyma görevini de ihmal edemez. Liberalizmin, özgürlük alanı sınırlıdır. Fikir ve siyasal alanda özgürlükleri savunur, ama özgürlük alanını ekonomik alana kadar genişletmez. Ekonomik alanı özel alan ilan ederek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti koruma altına alır. Liberalizm, fikir özgürlüğü ve politik özgürlüklerin arkasında saklanarak, kapitalizmin anti-hümanist ve anti-sosyal özelliklerini gizler. Çağımızın sorunu, liberal değerleri koruyarak, anti-hümanist ve anti-sosyal olan kapitalizmi aşmaktır.

6 Eylül 2008 Cumartesi

Gk. BAŞKANI BAŞBUĞ VE GENETİK MİRAS OSMANLI AKLI

Mihrac Ural

6 Eylül 2008

İlk iş; gözdağı. Öncelikle Kürtlere ve onların sırtından tüm ülkeye, ordu siyasetin içindedir ve siyasetin temel figürüdür, dendi. Genelkurmay başkanı Başbuğ, Diyarbakır toplantısında, bu ülkede tırmanan yerel seçim düellosu için startını da vermiş oldu. Ordu-AKP el ele, ülkemizin demokrasi manivelası olan özgürlük hareketini Kürdistan’da çökertme kararlılığı içinde olduğunu ilan etti. Doğu'da değişen bir şey yok dedi.


Çok şey konuştu, bir kez daha aynı nakaratla Kürt sorunu ekonomiktir dedi.”Yatırımların yapılmaması terör nedeniyledir” dedi. Bu bildik kırık plak çok dinlendi. Artık kulakları tırmalamaktan da öte oldu: Bunu alması gerekenler çoktan almıştı, tekrarı artık güven vermiyor, farklı çağrışımlar yaptırıyor. Ayrıca bilinmeli ki, kıyım ve yıkımla da olsa sonuçsuz tehditler sahibine zarar verir. Olan da budur.

Başbuğ’un Diyarbakır Çıkartması’nın diğer ayağı ortak ülkemizin yıllarını etkileyecek bir “son düello”nun ilanı anlamına da geliyor. O da yerel seçimlerle ilişkilidir.

Yerel seçimlerin son düellosu için kurulan kumpas, AKP’nin kirli bir oyunu olarak tecelli ediyor. Sessiz ve sitemsiz ordunun gazabını eriten, Ergenekon çetesinin tasfiyesiyle ordu içinde erişilmeyecek hiç bir rütbe olmadığını açıkça beyan eden ( ortak ülkemiz adına olumlu olan) bu girişimler, temelde milliyetçilikte hiçbir farka sahip olmayan ordu ve AKP’yi Kürt meselesinde bir araya getirdi. Bu, Kürt meselesinde bir araya gelmekten de öte ülkemizin önemle ihtiyacı olan demokratik özgürlük ve demokrasi taleplerine gem vurulması amacıyla bir araya geliştir.

Hedef yerel seçimler. Son düello orda olacak. Yeri, saati belli. Bunun için çılgınca bir kampanyayla başlayacak provokasyonlar, yaratıcı anarşinin yerel versiyonları ortaya konulacak. Hükümetin ve ordunun tüm imkânları, her biri kendi rolü gereği bütçelerini açarak bu düelloyu kazanmaya çalışacak; bu ise, devletin kendi vatandaşını ya teslimiyete ya ölüm denklemlerinden birini tercihe mahkûm etme anlamına gelecektir.

Son düello, Kürt halkının büyük sınavıdır. Türk soluna bir söz söylemeyeceğim. La hayat lemin tunadi (canlı yok, kime sesleniyorsun). Türk solunun yapması gereken şey; özgürlük hareketi manivelasının bu düelloda yalnız kalmaması için, her çevreden aydının, demokratın, sosyalistin, sayılarına ve gücüne bakmadan desteğinin ortaya konmasına çalışmak olmalıdır. Bu günden, bunu sık sık tekrar da etmek gerek. Bahsa bitisned hayt (çakıl taşı, duvar korur).

Yüzlerce makalede tekrar edip durdum. Kürt sorunu siyasal bir sorundur; iş, aş, yatırım ya da kelimenin geniş anlamıyla ekonomik bir sorun değildir. Siyasal sorundur ki, anlatmak istediği de hukuki, kurumsal ve yasal güvencelerle belirlenmiş eşitler arası bir siyasal ortaklık talebinde anlamını bulur. Kimse kimseyi aldatmaya kalkışmasın; sorunu bu şekilde ele almamak, bir tarafı aksak bırakıp çözüm yapıyor görüntüsüne girmek, sadece daha çok acı, daha çok tehdit ve daha çok ölüm getirecektir. Demokrasiye okunan rahmetlere bir yenisini daha ekleyecektir.

Kürt ulusu tarih içinden çıkıp gelmiş haliyle modern bir ulustur. Bir ulusa ait tüm verileri, komşu uluslar kadar iyi koruyarak bu güne gelmiştir. Dili, gelenek-görenekleri, coğrafyası, tarihiyle, siyasal olmasa da hükmü altında yaşadığı devletin merkezi pazarındaki rolü ve kendi coğrafi alan pazarındaki ekonomik aktiviteleriyle bunu ifade eder. Diri bir ulustur, refleks ortaklığıyla da bunu her gelişmede göstermektedir.

Kuzey Irak örneğinde tanık olduğumuz gibi de nefes alabildiği an, süratle toparlanarak siyasal bir devlet organizasyonu yapacak birikimlere, kadrolara, başarılı kurum ve hukuki düzenlenişlere yönelebilen bir ulustur. Böylesi bir ulusu, karanlık ortaçağlarda asimile edememiş olanların bu aşamadan sonra asimile etmesi vehimdir.

Askeri zorun başarısız olduğu bir yerde, ne ekonomik ne de eğitsel hiçbir etkinlik geriye dönüşü sağlayamaz.

Kendi uluslaşma süreçleri geç kalanların, egemen ulus olma avantajıyla egemenlik alanlarındaki farklı etnik dokuları, toplulukları, azınlık ve ulusları tek bir üst kimlik etrafında birleştirmesinin tarihi geçmiştir. Yeryüzünün bütün kudretlerini toplasalar da bunu başaramazlar. Küreselleşme çağında bu çabalar artık çok geride kalmış vehimlerle iştigal anlamına gelmektedir.

Ayrıca hızla tarihe gömülmekte olan ulusal karar bağımsızlığı koşulunda başka ulusların üzerinde tasallut devam ettirmek çağdışı bir tutumdur. Bu tutumların insanlık indinde bir kıymeti itibarı kalmamıştır. Tersine bu çabalar sıkıntıları ve çağdaş, ileri adımları yarım yamalak hale getirmektedir. Türkiye’nin önünü kapatan bu zihniyetlerin Diyarbakır’daki tehditleri kullanması tarihi geçmiş, sağlıksız bir emtiadan öte değildir.

Başbuğ’un Diyarbakır gezisindeki sözleri, ortak ülkemizin fay hattına enerji taşımaktan başka işe yaramamıştır. Amaç fay hattının yüksek bir boşalmayla kırılması ise, bu başarılmıştır. Ancak bunu isteyenlerin kaba ve hoyratça bir sorumsuzlukla Diyarbakır’ı bir platform olarak seçmeleri, ortak ülkemizin eşitleri arasındaki ilişki açısından bir darbedir. Ucuzca sarf edilmiş, devir teslim sonrası bir fırsattır. Ordu bildik ordu olarak, savaşa devam demiştir.

Son düelloya verilen bu start bir Kadmos savaşıdır. Galibinin mağlup olduğu bir savaştır. Böyle savaşların içinde Sisyphos olmak, barış güçlerine bir kader olarak gelip dayandığından bahsetmek abartılı olmayacaktır.

Son düellonun fay hattı Fırat’ın ötesi ve berisi arasındaki algı farkıdır. Tekrar edeyim: Fırat’ın ötesi Fırat’ın berisi olmadan da haklı taleplerine, insani ve doğal toplumsal istençlerine çözüm bulacaktır; bunu elde etmek için geç kalmakla kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Zira kazanmak için mücadele etmektedir. Buna karşı Fırat’ın berisi, ötesi olmadan ne barışı ne güvenliğini elde edebilecektir.

I.Dünya Savaşı sonuçlarını göz ününe getirin. 5 milyon Km²den 780 000 Km²ye gerileyişte Lozan’ı kotarmak için sürdürülen çabaları düşünün, şimdi buna da rahmet okumak isteyen bir Osmanlı aklıyla karşı karşıya olduğumuzu göreceksiniz. Bu öncelikle Türk halkına yapılan tarihi zulmün bir devamıdır. Osmanlı mantığıdır ve zararını Türk halkı çekmektedir. Türk halkının özgürlük ve demokrasiden nasibini almamış tutsak halinin altında bu vardır. Öyle ya da böyle, bu akıl değişmeye mahkumdur.

Atanmışların seçilmişlere siyasal dayatmalarına, seçilmişlerin de bu nedenle atanmışları maşa olarak kullanmalarına son vermeyen bir ülke sorunlarını aklıselimle çözme şansına sahip olamıyor.

Genelkurmayın siyasete bu oranda müdahalesi ve bunu Diyarbakır gibi hassas illerde yapmasının hoyratlığı, akıllara ziyan bir duruştur. Kendi vatandaşına karşı düne kadar sınır dışı operasyon düzenleme utancını sırtında taşıyan ordunun böylesi tutumları, ortak ülkemizin gelecek kuşaklarına nelerin miras bırakılmak istendiğine önemli bir göstergedir. Bu bir Osmanlı akıl geleneğidir. Bu mirası devralanların bildiği tek şey zordur, zorbalıktır. Evveli savaş ahiri ölümdür.

Bunu istemiyoruz. Biz barışı, güvenli yaşamı ve ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi bahçelerini talep ediyoruz. Bu bahçelerde her “Ayrı Varlık” ortak ülkemizin eşiti olarak kendi siyasal kaderi üzerinde öncelikli hak tasarrufuna sahip olmalıdır.

Sınırların tarihe karışmakta olduğu bir kesitte, bu ölçüde tutucu yaklaşımların getireceği tek şey, kaos ve ona ait denklemlerdir. Bilinmeli ki, güvenlik sorunudur, ekonomik sorundur diye Kürt sorununu çözümsüz hale getirenler yalnızca kendini aldatmaktadır. Çözüm -tüm engellere karşın- verilerin olgunlaştığı an kimseyi beklemeyecektir. Bu da kendini hızla ifade etmiş bulunmaktadır.

4 Eylül 2008 Perşembe

ŞEHRİ ŞAM'DA İSTİKRAR VE DİYALOG ZİRVESİ

Bedreddin Mahir

4 Eylül 2008


Bölgemiz, zirvelerin bin birini görmüştür. Bu zirve de onlardan biridir, her zirve gibi de belli nesnel koşulların verilerinin ürünü olmuştur. Önceki zirvelerin nispi istikrarı, bu zirve içinde geçerlidir. Üstelik bu zirvenin bölge için karanlık amaçlı büyük projelerin çöküşü üzerine oluşması, ona daha etkin ve daha uzun ömürlü bir kaftan biçmektedir.

Bölgemizde oluşan son liderler zirvesinin Suudi Arabistan, Suriye, Mısır ve Ürdün’den oluşan dörtlü zirveydi. Bu zirve de öncekileri gibi, İsrail’le sorunların yarattığı kaoslardan hiç birini aşmamıştır. Bölgemizde Arap-İsrail sorununa ilişkin çözümsüz olan her şey gibi de kendisi çözülmüştür. Bu zirve, sonuçta, düşman kardeşlere dönüşmüş bölgemizde gelişen olaylarda, karşıt saflarda alınan tutumlarla bir araya gelinmesi uzun zaman alacak bir dağılmaya yol açmıştır.

Mısır, Suudi, Arabistan ve Ürdün geleneksel tutumlarıyla, ABD yörüngesinde, bölgedeki saflaşma da yerlerini aldılar. Bunu da bölgemizin her alanında direnişi yükselten hak sahiplerine karşı bir açık tutum olarak ifadelendirdiler. Suriye’nin geleneksel tutumu olan direnen güçlerden yana tutumu, İran ile ilişkileri, bu gün artan oranda çözülmüş olan birçok yönlü ambargodan çıkıp gelmektedir.

Geçmişin dörtlüsü arasında bildik ciddi Araplar arası sorunlar, ABD’nin Irak işgali ve ardından gelen Lübnan başbakanı Refik el Hariri’nin 14 Şubat 2005'te bir suikastla katli sonrası büyük bir çöküşe girmiştir. Dönem ve gelişmeleri her alanda ve her olayda ABD’nin “Yaratıcı Anarşi” tezine uygun olarak gelişti.2003–2006 dönemi; karanlıkların, baskınların ve tehlikelerin en ölümcül denklemleriyle bölgemizde kol gezdiği bir kesitti. BOP, 12 Temmuz 2006 önceki hazırlıkların ve aranan bahane ve kışkırtmaların ardından patlak verdiğinde; ABD için bölgenin top yekûn bir yeniden organize edilmesinin işareti olarak ortalığa sunuldu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e yaptığı destek ziyaretinde ve en güvenilir adamları ilan ettikleri Fuat Senyora’nın başbakanlığındaki Lübnan hükümetine destek sunularında Büyük Ortadoğu Projesinin bu savaşla birlikte hayata geçmeye başladığını ilan etmişti.

O günlerin vehimleri içinde “İsrail işgal ordusunun saldırıları nedeniyle Lübnan`da ki sivil kaybı 600`ü aşarken, ABD`nin BM nezdindeki büyükelçisi John Bolton, Lübnan’ın "Ortadoğu`da demokrasi için bir örnek`” olduğunu bile saçmalamakta bir mahsur görmüyordu.

Tarihin en büyük ve en kaba yalanıyla başlatılan Irak işgali, bölgenin kimyasını bozdu (20 Mart – 9 Nisan 2003). Savaşın sonuçları doğal olarak bölgede galiplerin çıkarlarını sağlayacak yeni siyasal denge ve kombinezonları getirecekti. Nitekim öyle de oldu.

ABD, birden eski düşmanlarından bile dostluk görmeye başladı ve hızlı bir teslimiyet tırmanışının yükselmesi gündeme geldi. Karanlık ve zorlu, bir o kadar da tehlikeli bir süreçti. Çözülenler, ülke ve siyasal hareket bazında, şahsiyet ve ilişki düzeyinde bölgemize yeni bir dönemin geldiği yaygarasıyla saflarını değiştiriyordu. İlerici güçler, halkın çıkarları uğruna direnen ve dövüşenler müthiş bir yalnızlığa sürüklenmişti. Beklenti bölge haritasının değişeceği yeni sınırların ve yeni devletlerin bu süreçte doğacağı yönündeydi. Irak için biçilen üç parça, Suriye için dörde çıkıyordu. Lübnan’da bile Dürzî lider Walid Canbolat önderliğindeki sosyalist parti, büyük bir U dönüşüyle ABD yanlısı ve olanaklar el verirse ayrı bir devleti -sayısı birkaç yüz bini geçmeyen mezheplerine devlet- kurma hayaline yönelmişti. Kuzey Irak Kürdistan’ı bu sürece her şeyiyle ayrı bir devlet olmanın avantajlarına sahip olarak giriyordu. Kürtler bu süreçte tarihlerinin en önemli siyasal fırsatını elde etmenin avantajlarını kullanma çabasındaydı. Türkiye -çoğunlukla evet oyu kullanılmasına rağmen- eksik oy nedeniyle meclisten geçemeyen “1 Mart tezkeresi”yle (2003) ABD’ye veremediği “topraklarını kullanma icazeti” sonraki tezkerenin onaylanarak İskenderun limanının kullanılmasına olanak vererek sağlanmış oldu. Türkiye süreçten bir koyup üç alma telaşındaydı. 1 Mart tezkeresinin “reddi”yle Türkiye’nin Arap âleminde beklenmedik olumlu etkilerinin bu güne kadar süren bir dönüm noktası olmasına karşın; Türkiye bölgede ABD’nin taleplerine her zaman olumlu yanıt vererek, vehmine kapıldığı “stratejik ortaklığın” peşinde yürüyüp durdu.

Irak işgaliyle ABD zıvanadan çıktı. Akdenize açık olacak enerji kaynaklarının yol güvenliği için, Kafkaslardan Ortadoğu'ya ve oradan Akdeniz'e güvenli bir koridor inşa etmeye doğru yöneldi. Bunun yolu Lübnan ve Suriye’den geçmekteydi. Bu devletlerin bir biçimde diz çökmesi gerekliydi. Bunun için 2004’ten itibaren İsrail savaşa hazırlandı. En zayıf halka sanılan Lübnan’ın işgali düşünüldü. Yaratıcı anarşi gereği Lübnan Başbakanı Sünni lider Refik El Hariri katledildi (14 Şubat 2005). Lübnan’da bir kaos doğdu, saflar yeniden bölündü ve ABD bundan nispeten karlı çıktı. Artık bu alandaki direniş güçlerini yok etme sırası geldi ve bunun için İsrail hazırdı. Gerekçe yaratılacaktı. Uzun hazırlıklar 2006 son baharına kurgulanmıştı. Ancak Hizbullah'ın, iki İsrail askerini esir mübadelesi için kaçırması, planı erkene aldırdı. İsrail her hal ve koşulda Lübnan’a saldıracaktı, nitekim bu gerekçeyle 12 Temmuz 2006 da savaş başladı. Lübnan’ın tüm direnme güçlerinden, halk etkinliklerinden, ilerici devrimci kesimlerden temizlenmesiyle, ABD Akdenize kıyısı olan ve doğusu enerji kaynakları olan bir üs kurmuş olacaktı. BOP böyle başlayacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Hizbullah, yenilmez sanılan İsrail’i, 33 günlük savaş ardından, askeri, siyasi ve psikolojik olarak yendi. Kimsenin beklemediği bir sonuç gibiydi. Ancak, arkasında halkın desteği ve iradesi bulunan bir küçük örgüt dünyanın sayılı askeri tersanesine diz çökertmiş oldu.

Herkes şaşkındı. Bir haftayı geçmeyeceği ve İsrail’in ezici üstünlüğüyle sonuçlanacağı beklenen savaş uzamıştı ve sonuç yenilgiydi. Bu sonuç bölge halkları ve direnme güçleri için kış uykusuna son veren güneşin doğuşu gibiydi. ABD’ye bel bağlayanların projeleri içinse, savaşın ikinci yarısından itibaren bir hüsrandı. Bunun etkisi dalga dalga tüm bölgeye yayılmaya başladı. Direnme güçleri inanılmaz bir psikolojik üstünlük elde etmiş oldular. Arap İsrail savalarının tarihinde olmamış bir şey gerçekleşti. İsrail yenilebilirdi. İsrail’le her savaşlarında onurları kırılarak yenilen Araplar ilk kez İsrail’e diz çökertmişlerdi.

Savaşın başından itibaren Suudi Arabistan, Hizbullah'ın iki İsrail askerinin kaçırılmasına “maceradır” diye damga vurdu ve sonradan yazılı bir mesaj olarak açığa çıktığı gibi, İsrail’e “Lübnan’ın tüm direnme güçlerini tasfiye etmesi için başarılar” diliyordu. Mısır aynı kulvardaydı, Ürdün de. Araplar bir kez daha, ancak bu kez düşmandan yana tavır alanlarla, vatanseverler arasında saflaşıyordu. Bu bir dönemin de sonuydu; Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve Ürdün’den oluşan ve sık sık bir araya gelen liderler zirvesi de mezara gömülüyordu. Hariri suikastıyla derinleşen yara Arapları düşman haline getirmişti. Bundan ABD ve İsrail sonuna kadar yararlandı. Bu durum hala tüm diriliğiyle de sürmektedir. Bu süreçte Suriye başta olmak üzere büyük bir azil işi yürüyordu. Suriye başta olmak üzere, direniş güçlerinin uluslararası her tür destek ve diplomatik ilişkiden tecridine başlanmıştı. Arap gericiliği de ABD ve İsrail’le birlikte bu süreci tırmandırdı. Ancak 12 Temmuz 33 gün savaşı bütün bu gidişe dur dedi.

Savaş 33 gün sürdü Lübnan yerle bir oldu, ama bu yıkıntıların altında direnme hareketi değil, İsrail’in o yenilmez sanılan askeri gücü kaldı. Askeri yenilgi, öncelikle İsrail’e inanılmaz bir etkiyle yansıdı. İlk yenilgi son yenilgi olabilirdi. Bin kez galip gelse de galibiyetini siyasal bir taçlanışa götüremeyecek olan İsrail, ilk mağlubiyette temellerinin sarsılması, hatta ortadan kalkma süreci başlayabilirdi. İsrail böylesi köksüz bir devletti.

İsrail hala bu savaşın sarsıntıları altında siyasal istikrarsızlık içinde bocalamaktadır. Finograd başkanlığında kurulan savaş yenilgisini araştırma komisyonu; hükümeti, orduyu ve komutanlarla, siyasileri suçlu buldu. İstifalar art arda geldi. Yolsuzluklar açığa çıktı ve en önemlisi İsrail'in savaş kazanabilecek bir devlet olmadığı açıkça belirlendi. Bu, dünyanın dört bir yanından sahte kutsal vaatlerle getirilmiş milyonlarca Yahudi üzerinde birkaç kuşak izi kalacak sonuçlardı. Bölgemizin, İsrail diye bir devletin sonradan konumlandırılmasıyla uğradığı tarihi haksızlık, makûs kaderi dönmeye başlamıştı. Savaş sürecinde dünyanın tüm askeri lojistiğini arkasına alan, ABD ve İngiltere’nin akın akın silah ve mühimmat taşımasına rağmen, başarısız olan İsrail için, iki ucu keskin bir bıçak sırtında olduğu da açığa çıkmış oldu.

Bu yenilgi ABD’nin bölgedeki gerilemesiyle at başı olarak tecelli etti. BOP artık yaşayamazdı, bitmişti ve böyle bir siyaseti ayakta tutacak hiçbir çevre ve dinamik kalmamıştı. Batan gemiyi öncelikle fareler terk etti; Lübnan’ın sık sık U dönüşleriyle meşhur öbekleri, kararsız, şaşkın ve yönsüz olarak arada olduklarını seslendirmeye başladı. Bu noktadan itibaren Lübnan iç savaşın eşiğinden dönerek bu gün vardığı aşamaya geldi. Cumhurbaşkanını seçebildi, ortak hükümetini kurarak ordu komutanını belirleyebildi. Bu ise Lübnan açısından çok anlamlıydı. Lübnan artık ABD’ye kapalı bölgeydi; ne üs ne de geçit yeriydi. Suriye, Arap ülkelerin ortak kararıyla1975’ten beri Lübnan’daki barış gücü askeri kuvvetlerinin çekilişinden itibaren (14 Mart 2005) yaratıcı anarşi gereği yükseltilen kaos, böylece Katar’ın başkenti Doha’da, Şeyh Hamad bin Halife el Tani misafirliğinde tarafların barışı anlaşmasıyla sona erdi (22 mayıs 2008).

Bu anlaşma aynı zamanda, Hariri Suikastıyla bozulan ve Jack Chirac’in şahsi kinleriyle süren Fransız-Suriye tarihi ilişkisinin de mecrasına yeniden dönmesini getirdi. Bu gün Suriye’de bağlanan dörtlü zirvenin temelleri de burada atılmış oldu (14 Temmuz 2008)

Bölgemizde son iki yılda kararlı bir gidiş oluştu. Bu gidiş adım adım direnen halkların, Suriye ve İran’ın başarısını tescil ediyordu. Tehlike dağılmamış, ama ağır bir darbe almıştı. ABD bölgemizde ne İsrail’e ne de Arap gericiliğine güvenme durumunda değildir. ABD Başkanlık seçimlerine yönelik partilerin ön seçimleri de kararları bir satıh maile geçiriyordu. ABD yönetimi bu ağır bilânço altında, bölgemiz açısından bir mevta oldu.

Bölgemizin son 2 ay içinde tanık olduğu gelişmeler ise bu sürecin taçlanmasıydı. Suriye akıllara ziyan bir tarzda üzerine örtülen ölü toprağının altından çıkıp, üzerindeki siyasi ve diploması ambargoları deliyordu. Önceki aylarda ABD kongresi başkanını ziyareti ve ardı arkası kesilmeyen senatörlerin gelip gidişleri, İspanya’nın Suriye’yle yakın ilişkileri, Avrupa topluluğuyla yarım kalmış ekonomik süreçleri yeniden canlandırmaya ve oturtmaya yönelmişti.

Bölgemizde ABD geriledikçe Avrupa ülkeleri rahat bir nefesle Suriye’ye konan ambargoyu delmeye, ilişkilerini yeniden canlandırmaya başladı. Avrupa’nın geleneksel ABD kuyrukçuluğu, yaklaşan başkanlık seçimlerinin verileri ve bölgedeki güçler değişiminin etkileri altında çözülmeye yönelmişti. Fransa’da Jack Chirac yerine Nicolas Sarkozy’nin gelişi, Lübnan üzerinden anlamsızca süren Suriye düşmanlığının dozunu düşürmüştü. Fransız petrol ve dev alt yapı inşaat şirketleri başta olmak üzere, Suriye pazarında Fransız payının çok gerilere düşmesi, bu anlamsız siyasetle yola devam edilemeyeceğini gösteriyordu. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı oranda etkilenmişlerdi.

Suriye’nin de içine düştüğü bu tecritten kurtulmak açısından yapması gerekenler vardı. Lübnan sorunundaki tıkanıklıkların aşılması buna yeterli fırsatı sağlıyordu. 1990’da, bu günün Suriye dostu, Lübnan ordusu eski komutanı Michel Auon’un meşru sayılmayan cumhurbaşkanlığı ve hükümet gaspı, Suriye’nin askeri müdahalesiyle sona erdirilmişti. Bu girişim I. Körfez savaşı arifesinde ABD’nin savaş stratejisiyle ilgili sakıncasız görülmesiyle gerçekleşmişti; o dönem tüm batılı güçler Suriye’nin Lübnan’daki varlığını ülkenin iç barışı için zorunlu görüyor ve alkışlıyordu. Suriye’nin müdahalesiyle sona eren Michel Auon işgali Lübnan’da yeni bir iç barış dönemi açarken, Fransızların Arap alemindeki son etkinlik alanını da sona erdiriyordu. Fransa Lübnan’a, Irak savaşına karşı gösterdiği hayır hah tutumun mükâfatı olarak ABD icazetiyle geri dönebildi. Ancak bu dönüş sağlam dayanaklara sahip değildi. Bölgede Suriye’yle çatışmalı halde hiçbir kalıcı yerleşimin olmayacağını da biliyordu. Bu bölgenin tüm sorunlarında da ayniyle geçerlidir: Suriyesiz bölgede hiçbir denklem kurulamazdı, kurulsa bile çözüm etkisi olamazdı. Fransa, Şehri Şam’da bağlanan bu günkü dörtlü zirveyle bir kez daha bu tezi doğruluyordu.

Şam Zirvesi'nde Türkiye

Bu süreçte Türkiye beklenmedik bir atak yaptı. Cumhuriyet döneminin tanzimattan bu yana batıya dönük yönüne, açık biçimiyle olmasa da doğuyla ilgili olmayı ekledi. Bunda her ne kadar dini motiflerin oynadığı rollerden bahsedilse de iktisadın alternatif arayışlarıyla da ilgili bir planlama olduğu söylenebilir. Ortadoğu’nun bir ülkesi olmasına karşın uzun yıllar bu bölgenin dışında bir perspektifle yürütülen siyasal yönelimleri, Türkiye’yi bölgenin denklemlerinden uzak tutuyordu.

Irak savaşıyla başlayan Suriye’yi tecrit etme politikasında hayırhah tutumlarına karşın devam eden ilişkileriyle Türkiye, tarihinin önemli yatırımlarından birini de yapmış oluyordu. 1 Mart teskeresinde oy çoğunluğu alınmasına rağmen yeterli oya ulaşılmaması sonucu çıkan reddin Arap aleminde yarattığı büyük sempati, 2 tezkerenin onaylanışını bile örtecek boyuttaydı. Son 5 yıl içinde Türkiye Arap aleminde önemli bir isim oldu. Türkiye üretimi Arap pazarlarında Çin malından çok daha fazla, Avrupa malları kadar talep edilen bir yükseliş gösterdi. Kültürel ve sanatsal etkinlikler de bunu takip etti. “Gümüş” ve “Ihlamurlar altında” adlı TV dizisi, ekranlarda çıktığı zaman Ortadoğunun tüm sokakları boşalıyordu.

Bu satırın yazarı ve arkadaşları, Türkiye’den gelen siyasi mülteciler olmaları nedeniyle, “Türkler” diye tanımlanırlar Bu tanımlama zaman içinde çok daha ilgi çeken bir referans oldu. Önceleri çok itici olan bu tanımlama iki halkın yakınlaşmasıyla oldukça çekici hale geldi. Dönem farklılıklarının tanımlara bile sinen bu farklılığı algılarımıza önemli katkılar sağlamaktadır.

Türkiye’nin Suriye ile ticaret hacmini 2008 yılı itibariyle, 2 milyar dolara çıkaracağı göz önüne alınırsa, bu sürecin bölge çapındaki yükselişini anlamak güç olmayacaktır.

Türkiye halklarının İsrail-Arap sorununda her zaman haklı taraf olarak Arapların yanında olmasının da verdiği duygusu ve güveni, Türkiye’nin gecikmiş bölge rolleri için önemli bir alt yapı oluşturuyordu. Bunun için bir adım gerekiyordu, o da Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Ürdün dörtlüsünün dağılması ve Mısırın bölge sorunlarından devreden çıkmasıydı. Mısır tarihi boyunca Türkiye’nin bölgede önemli bir rol almaması için çaba sarf etmiştir. Bunun nedenleri çok gerilerdeydi. Mısır Türkiye’nin Arap aleminde bir etkinlik olarak var olmasından her zaman rahatsızdır. Cemal Abdul Nasır döneminde, Türkiye büyükelçisiyle olan meşhur sürtüşmeden de çok gerilere Mehmet Ali Paşa dönemine kadar uzanan bir rahatsızlık süre gelmiştir. Bu gün kendini Arapların ağabeyi sayan Mısır, sorunların çözümsüz kalması pahasına bölgede Türkiye’ye yer vermeme eğilimi taşımıştır. Öcalan sorunu döneminde Suriye’yle savaşın eşiğine gelindiğinde, Mısır'ın gösterdiği refleks hala akıllardadır. Bunun üzerine Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mubarek’e, Demirel’in eliyle Atatürk nişanı takılmıştır (Nişan töreninde, Demirel’in bir türlü takamadığı nişanın yere düşüp parçalanmasının hayra yorumlanmadığı hala hatırlardadır. Zira veren de alan da memnun değildi)

Mısır aradan çekilmişti. ABD’nin kuyruğuna takılmış Arap alemindeki siyasal önderlik rolünü bitirmişti. Düşmanla, İsrail’le taraf olmuş, Lübnan halkının bombalar altında can çekişmesine seyirci olmuştur. Bununla kalmamış, önce Ürdün kralının seslendirdiği, Suudi Arabistan’ın desteklediği Şii-Sünni tartışmasını alevlendirmiştir. Bölgeye bir Şii tehdidi yönelmiştir; buna karşı koymak en az İsrail’e karşı savaş kadar önemlidir demiştir. Bunun pratikte tek bir anlamı vardı; o da halkların çıkarı için direnen hareketlere ve ülkelere karşı tutum almak için mezhepsel figürleri bilinçli olarak siyasetin aracı haline çevirmektir. Lübnan’da Hizbullahın tüm Arap ve İslam alemi adına İsrail’e karşı başarısının pasifize edilmesi için uydurulan bu sorun, İran’ın bölgedeki etkinliğini kırmak kadar, direnme hattının önünü kesmeye yönelik bir adımdı. Bölgede teslimiyetçiliğin etkin kılınması için, ABD’nin ortaya attığı mutedil ülkeler topluluğunun (ılımlı ülkeler topluluğu) boyun eğen tutumlarını öne sürüyordu. Ancak 12 Temmuz savaşı bunu yerle bir etti. Direnme hattı hak kazanımı için geçerli ve denenebilir bir yol olduğunu gösterdi. Mısır artık bölgeden ciddi bir şekilde tecrit olmuştu. Bu Türkiye için kapının aralanması demekti. Bunu yapacak tek ülke de Suriye’ydi. Suriye de bunu yapmakta gecikmedi. İslam Kongresi Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol, bu yükselişin önemli bir belirtisiydi.

Hafız Esad’ın ölümü (10 Haziran 2000) ve Cumhurbaşkanı Necdet Sezerin taziye ziyaretiyle çözülmeye başlayan bencil komşuluk ilişkileri, hızla bölgenin tarihten gelen yakınlıklarını harekete geçirdi. Hala çözümlenmemiş onlarca soruna rağmen (su, güvenlik, toprak vb. sorunlar) karşılıklı güven iki devleti ve çok daha hızlı bir şekilde iki halkı kaynaştırdı. Bu süreç, Suriye’nin tecrit edilmek istendiği bir kesitte önemli bir nefes kapısıydı. Ancak aynı şey Türkiye’nin tıkanın iç pazarına, dünyaya açılmadaki yetersizliklerine ve Arap alemine giriş için bir kapı olarak Suriye’ye önemli ihtiyacı vardı. İki tarafta kazançlıydı, çıkar çatışması değil uyumu vardı.

Bu noktada sol liberallerin aptal eleştirileri, bu ilişkinin önünü kesme amacı taşıyıp durdu. Suriye’yi bir azınlık mezhebi hükmü altında göstermeye çalıştı. Arap gericiliğiyle birlikte tavır alınması gerektiği propaganda edildi. Ancak bu günün gelişmeleri, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinin bir şans olduğunu gösterdi. Fransızların açıkça dile getirdikleri gibi, Suriye olmadan bölgede hiçbir şey olamaz. Suriye, bölgede çözümün yol ayrımıdır, katılmadığı hiçbir barış ayakta duramaz. Türkiye'nin bu dostluktan çok şey kazanmakta olduğu belirgin hale geldi. Bu zirvede Türkiye’nin adı anılması bile, Cumhuriyet tarihinin bir ilkidir. Türkiye bunu Avrupa Topluluğu'na katılımda da değerlendirecektir; Fransa’nın bölgede barış girişimlerinde bir başarı arayışına destek verecek bir Türkiye’nin bölge barışında oynayacağı rol, onun Avrupa ülkelerindeki kredibilitesine doğrudan etki edecektir. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy "Türkler müthiş bir iş çıkardı. Bu, doğrudan müzakerelerle sonuçlanmalı. Giriştiği bu eylem nedeniyle bütün Avrupa Türkiye'ye minnettardır" diyerek teyit etti.

Türkiye’nin oynamaya arzulu olduğu bu rolün önünde ciddi sorunlarda olduğu bilinmelidir. Fransa ve daha sonra yeni yönetimiyle görüşmelere katılacağı bilinen ABD, Türkiye’de başlayan ve hala Türkiye’nin aracılığıyla devam eden İsrail-Suriye görüşmelerinin eksenini değiştirtebilir: Türkiye’nin böylesi tarihi ve evrensel ölçeklerdeki barış görüşmelerinde etkin olması istenmeyebilir. Bunun belirtileri de ortaya çıkmıştır. Zirvelere Türkiye’nin rötarlı davet edilişi, bir yerlerden beklenen işaretle ilintilidir.

“İstikrar İçin Diyalog Zirvesi “adını alan bu dörtlü zirvede (4 Eylül 2008), Beşşar El Esad’ın, bölge barışının ABD’siz sağlam garantörlere kavuşamayacağını söylemesi, yeni ABD yönetiminin beklentisi içinde olduklarını ifade etmesi, Türkiye’ye verilmek istenen rolün sınırlarını da çizmiş olmaktadır. Buna rağmen, doğrudan olmayan 5. tur görüşmelerin İsrailli yetkilinin istifası nedeniyle ertelenmesi sonucu oluşan gecikme, 18–19 Eylül 2008’de İstanbul’da parafe edileceğinin ilanı ise, Türkiye’nin bir dönem daha işlev göreceğine işaret etmektedir. Suriye’nin, Türkiye’nin bu süreçten kopmaması yönündeki tutumu, Türkiye’nin bölgede almak istediği rol için önemli bir destek olmaya devam edecek gibi durmaktadır. Şam Zirvesinde Beşşar el Esad bunu açıkça ilan da etti.


Zirvelerin Anahtarı

Her zirvede nedense bir tampon etkinlik vardır. Devlerin yanında bir denge unsuru olabilecek, taşıdığı özgünlükler nedeniyle birleştirici olan bir lider ve ülkesi bulunur. Bu zirvenin anahtarı da Katar’dır. Körfezin küçük ülkesi Katar Şeyh Hamad bin halife el Tani’nin babasından ufak bir devirmeyle aldığı devleti hızla bölgenin vazgeçilmez anahtar ülkesi kılmıştır.

1939-40’larda bulunan petrol rezervleriyle, 1 Eylül1971’de İngiltere’den aldığı bağımsızlığıyla, 1995’te bu günkü şeyh Hamad bin Halife el Tani liderliğinde hızlı bir gelişme gösterdi. Dünyanın en ünlü televizyon kanallarından biri olan El Jezire’nin de sahibi olan katar, Ortadoğunun tüm siyasal, sosyal kültürel ve ekonomik etkinliklerinin önemli merkezi oldu. Küçümsemek adına “bir TV kanalının yarattığı ülke” denmesine karşın, katar 800 000 nüfusu ve 11 000 Km² alanıyla, 35 milyar dolar ihracatıyla ayakları sağlam yere basan bir ülke olarak bölge denklemlerinde vazgeçilmez bir denge unsuru olmayı başarmıştır. Bölgenin parlayan yıldızı Katar, birbirine düşman olan devletlerin, ülke ve siyasal akımların buluşma merkezi konumundadır.

ABD merkez kuvvetlerinin, merkez karargah olduğu kadar İsrail’le de iyi ilişkileri olan bir ülkedir. Buna rağmen Filistin direniş örgütlerinin, Lübnan direniş örgütlerinin Suni- Şii etkinliklerinin ve Suriye’nin de en yakın dostudur. Bu karmaşık ilişkiler aynı zamanda dünyanın en büyük ve en etkin konferanslarının toplanma yeri, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerin de merkezlerinden biridir. Büyük maddi harcamaların yapılarak çevre ve sosyal hizmetler konusunda da hızlı bir yükseliş trendi gösteren Katar, bölgenin zirvelerinde olmazsa olmaz bir anahtar konumunu kazanmıştır. İsrail’in Lübnan’a saldırısında gösterdiği tutumla, direnen halkların prestijini kazanan Katar, eski dışişleri bakanı ve bu günkü başbakanı Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir El Tani’yle çözümü güç sorunları, etkin diplomasiyle çözebileceğini göstererek ününe ün katmıştır. Suudi Arabistan ile arasındaki sorunları da bir biçimde aşmasına rağmen, bölgede Suudi Krallığı'na karşı tepkiden de çok oylumlu şekilde yararlanarak, bölge denklemlerinde ağırlığını koyabilmiştir.

Katar, hacmini çok aşan bölge sorunlarında bu etkinliklerle yer almaktadır. Bir ölçüde ciddi çatışmalara sürüklenme ihtimali olan sorunların yumuşatılmasında da etkinlik göstermektedir. Şam Zirvesi'ne uzanan sürecin tüm aşamalarında, gizli diplomasinin provokasyonlara kapalı inşasında baştan itibaren haklı bir yer almıştır; turistik gezi gibi basına yansıyan Türkiye ziyaretinde de bu hazırlıklar yapılmıştır. Bölgenin yeniden düzenlenen ilişkilerinde her tarafla köprü rolünü üstlenen Katar, aynı zamanda Şam Zirvesi'nin tanımladığı ilişkiler açısından da denge unsurudur.

Lübnan’ın bir iç savaşa sürüklenmesini durduran güçler arasında oynadığı rolle, bölge devletlerinin olduğu kadar süper güçlerinde ihtiyacı olan bir joker konumu kazanmıştır. Bu gün, bölgemizin 12 Temmuz savaşı sonrası ABD aleyhine bozulan dengenin, nispeten dingin bir tarzda yeni ilişkilerini oluşturmasında böylesine önemli rolleri oynama başarısıyla, Katar’ın uzun bir süre etkin rollerle karşımıza çıkması sürpriz olmayacaktır.

Ülkemizde beyinleri batıya dönük, ancak çevresini görmekten aciz yarım aydınların bu koşullarda böylesi ülkelere bakışında değişmeyen hafife alıcı eski dönemlerin geçersiz kıstaslarıyla yorumları, halkımıza hiçbir olumlu mesaj vermediği gibi, ortak ülkemizin bölgemizdeki rolleri önünde tıkayıcı bir kasis gibidir.

Oysa halkımızın yakından takip etmesi gereken bu gelişmeleri eski ölçümlerle algılamanın olanağı ve yararı kalmamıştır. Direnme hattının gösterdiği başarıları böylesine çok yönlü ilişki içinde olan Katar gibi ülkeleri, denge unsuru yaparak diplomasi alanında da ciddi kazanımlar elde etmesi -dünün ölçüleriyle elmalarla armutların toplanması gibi görülse de- mümkün olmaktadır. Bu, aynı zamanda halkın çıkarları için emperyalist güçlere karşı direnen dini mahreçli örgütlerin, bölgemizde artan önemini ve direnme yöntemlerindeki tutarlılıklarını kavramak açısından izlenmesi gereken bir gelişmedir.

Bu zirve yeni zirvelerin doğum haberini veren özeliklere sahiptir. İran’ın, Rusya’nın ve ABD’nin katılımıyla bu zirvenin genişleme ihtimali uzak değildir. Şam Zirvesi'nde buna çokça işaret edildi. Böylesi bir genişlemeyle bölgemiz nispeten bir istikrar kazanma şansı yakalayabilir. Ancak, tüm iyi niyetlere karşın içinde ABD’nin, Fransa’nın ve hatta Rusya’nın yer alacağı hiçbir zirve, bölge halkları lehine sonuçlanacak kalıcı ne bir güvenlik ne de bir barış getirebilir. Böylesi bir zirve nispeten “Yaratıcı Anarşi”leri dizginleyebilir. Ancak bölgenin gerçekçi hiçbir sorununa kalıcı çözüm üretemez. Halkların haklı direnişleri ve bundan ortaya çıkan sonuçlar olmadan bunun gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir: Bu zirvelerin nefes alımı için yararlarını değerlendirmek mutlaka gereklidir, ancak ardından sürüklenerek hayallere kapılmak hiçbir şekilde yararlı olmayacaktır.

Bu zirveye geliş sürecini takip edenlerin çok rahat bir şekilde çıkaracakları sonuç, direnmenin başarısını algılamak olacaktır. Bu zirveye yol açan veriler, direnen halkların ABD-İsrail askeri zorbalıklarıyla dayatılmak istenen Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) yenilgiye uğrattığı 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşında doğmuştur. Bu da bölgemiz halklarının önünde duran en önemli hak kazanım yolunun ne olduğuna yeterli bir işarettir.


Not: bu yazının devamı Rusya, ABD ve İran’ı konu alacaktır.