HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

18 Ağustos 2008 Pazartesi

ARAP HALK BİLDİRGESİ

Mihrac Ural

Nisan 1996
Düşünceye saygılı olup, düşünce özgürlüğüne inananların; insan haklarına, kültürel haklara, toplumsal yaşamın doğal ifadesi olan kolektif kimliğin anlatımı ulusal var oluşa ve bundan doğan siyasal-demokratik haklara saygılı olmaları kaçınılmazdır.
Yaşamı bu düzeyde kavrayanlar, sessiz olan çoğunluk içinde eriyor olsalar da, gerçekçi dönüşümlerin ana dinamiği olacak kadar güçlü olduklarına inanıyorum.
Cahilin cüretiyle seslerini yüksekçe duyuranların ilkel statülerde direnerek, savaşları kışkırtmaları, barışı engellemeleri, coğrafyaların doğal toplumsal, kültürel dengelerini dikenli tellerle bozmalarının kalıcı olmadığına inanıyorum.
İşte bu iki güç arasında süren toplumsal yaşam çelişkilerinin, siyasal sonuçları ilkel statükoculara rağmen, barıştan, coğrafyalarının doğal kültürel, ulusal dengelerden yana oluşacağını görüyorum. Bu inançla coğrafyasının Türkiye sınırları içindeki bölümünde yaşayan Arapların hak ve hukuk davasının ilan edilme zamanının yeniden gündeme girmesi gerektiğini belirtiyorum. Bu hak için 1930´lu yıllar boyu mücadele eden kuşağın mirasçıları olarak bu görevi yerine getirmek üzere halkımın hak ve hukuk bildirgesini ilan ediyorum.

-I-
Bir haktan söz ediyorum. Bizimle ortak düşünmeyenler olabilir. Ancak tarih önünde ve halkımız nezdinde kendimize düşeni söylemek ve yapmak durumundayız Bu satırlardan Türkiye´de bir Arap ulusal sorunu olduğunu, eski kuşakların mirasçıları olarak bu gün yeniden hatırlatıyoruz. Bu sorunun yakın dönemde, Türkiye’nin siyasi gündemini belirleyecek ölçekte derin ve geniş kapsamlı olduğunu da hatırlatıyoruz.
Bu gerçeği belirlemekle halkımızın zorlu ve acı günlere sürüklenmesini asla istemiyoruz; acı çekmenin bir erdem olduğuna inanmıyoruz. Ancak milyonlarca insanın kolektif kimlikleriyle ilgili bir gerçeğin dile getirilmesinde katlanılması gereken zorlukları da çok iyi biliyoruz. Bunları söylerken, dün farklı azınlıklara ve bu gün Kürtlere yaşatılan zorluğun halkımıza da dayatılabileceğini açıkça hesaba katıyoruz.
Türkiye´de hak aramanın neye mal olduğunu bilmeyen yoktur. Şahıs olarak ben ve dava arkadaşlarım, buna yıllarca katlandık ve katlanmaya devam ediyoruz. 70´li yılların ünlü 141-142. Maddelerinden dolayı binlerce insan gibi düşünce suçlusu olarak, cezaevlerinde acı çektik. Elbette ki, aynı acılara halkımızın da maruz kalmasını istemiyoruz. Ama bu durum, halkımızın hak arayışı önünde bir engel olamayacaktır. Haklı davasında halkımız, kuşaklar boyu sürecek fedakarlıkların sunulmasından geri kalmayacaktır.
Bir ulus olarak Araplar, son yüz yılın en büyük acılarını değişik coğrafyalarda çekti, parçalandı, sömürgeleşti, toprakları küçücük aşiretlere peşkeş çekildi. Bu adaletsizliklerin yarattığı acılar hala sürüyor. Ancak bu büyük ulus, tüm görkemi ile insanlığın düşünsel değerlerine katkılarıyla, dünya ulusları arasında dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Diğer boyutta, Arap ulusu coğrafyasının her yöresinde baskılara ve acılara karşı asla boyun eğmemiş, direnişi ile dünyanın tüm mazlum halklarına haklı davada alınması gereken tutumun ne olduğunu göstermiştir; Filistin direnişinin ölümsüz destanında bu kahramanlık yeterince dile gelmiştir. Bu izi sürdüren yeni direniş odaklarının ardı sıra yükseldiğine de, insanlık tanıklık yapmaktadır.
Türkiye´deki Araplar olarak, hiç istemesek de tarih bize bunu reva görürse, ulusumuzun gelenek ve göreneklerindeki hak mücadelesine layık direnişi yükseltmekten geri kalmayacağımızı onurla söylemeliyim.
Ancak biz, Ulusal coğrafyasından zorla, uluslar arası kurallara aykırı olarak, peşkeşlerle bölünmüş olmamıza karşın, yeni coğrafi bölünmelerin peşinde değiliz. Coğrafyamızın bölünmesini istemiyoruz. Bundan dolayı kimsenin düşmanlığını da kazanma hevesinde değiliz. Ayrıca, bir ulusun üstünde topluca yaşadığı coğrafyanın bölünmezliğine inanıyoruz. İnsanlık tarihinde devletlerin, siyasi idarelerin parçalanıp bölünmesine karşın, halkların yaşadığı coğrafyaların hiç bir güç tarafından bölünemediğini biliyoruz; kimilerinin bir zaman dilimi içinde askerlerini bir yerlere dikerek çektiği dikenli tellerle coğrafyanın bölünemeyeceği gerçeği, bu satırların taşıdığı anlamda da açıkça belgelenmektedir.
Dünyanın tüm halkları, bu yerkürede kendine bir coğrafi alan seçerek orada yerleşmiştir. Yerleşim coğrafyalarında değişim ise çok azdır. Değişim olmuşa da coğrafyanın parçalanması şeklinde değil, değiştirilmesi yönünde olmuştur.
Dikenli tel, güçlünün askeri konumlandırılması ya da uluslararası kimi konjonktürlerden yararlanarak gerçekleşen harita değişimi, hiçbir ulusun coğrafyasını bölmez ya da birilerine mülk yapmaz. Bu dengeler değişir ve beraberinde tüm sonuçları da değişir. Ama sonuçta coğrafya, ait olduğu ulusa kalır; bölünmez. ve bir ulusal topluluk kendi kimliğini, gerçek manasıyla korudukça er ya da geç kendi coğrafyasının da yöneticisi olur.
Hiç erişilmez, zaman aşımına uğramış gibi sanılan bu sonuçları belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın, hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını da ayrıca belirlemek gerek. Üstünden yüz yıllarda geçse, hak sahibini bulur. Bunun için hak sahibi uluslar, haklı davaları uğruna mücadele edecek yeni nesilleri yaratmaktan geri kalmazlar. Coğrafyamızı 300 yıl işgal eden Haçlılar ve 400 yıl işgal eden Osmanlılardan bugün bir eser kalmamışken, Arap ulusu kendi coğrafyasında dimdik ayaktadır.
Bugün bu satırların yazarı, kendisi gibi düşünen Arap aydını, militanı ve halkı adına bunları on yıllar sonra, Türkiye’nin ilhak ettiği Arap ulusal topraklarında gündeme getiriyorsa, bu halkın haklarını görmemezlikten gelip yok saymanın mümkün olmayacağı açıktır.
Bundan 17 yıl önce bu sorunu dile getirdiğimizde, Türkiye solu başta olmak üzere hiç bir siyasi çevrede bu gerçeği bilen, gören ya da gündem konusu olacak bir tarzda ele alan kimse yoktu. Hatay Sorunu, eskimiş bir tarihti ve gömülmüştü. Yeniden dirileceğine çok az sayıda kişi inanıyordu. Yoldaşlarımızla bu günlere, Türkiye solunun yoğun milliyetçiliğinin töhmetleri ve sığlığından gelen sataşmaların ateşi altında geldik.
Bugün aynı sol, milliyetçi ikiyüzlülüğüyle, bu haklı davanın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılabileceği gerçeğin yadsıyıp, hafife alma eğilimi içindedir. Henüz her şeyin yeni başlıyor olmasına karşın; sağından, soluna, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Millet Meclisi ve partilerine dek her alanda hızla gündeme yerleşme eğilimi gösteren bir Arap ulusal sorunu artık belirmiş oldu. Bir kez ufukta kara görülmüştür. Dipten gelen bu sarsıntı, yüzeye büyük dalgalar halinde yansıyacağının işaretlerini vermektedir. Bu gerçeğin izlerini görmemekte ısrar edenlerin inkarcı yaklaşımları, bu yükselişi engelleyemeyecektir; yakın dönemde Kürtlerin varlık olarak inkar edilmesinden bu güne geçen sürede ortayla çıkan gelişmeler Türkiye’de Arap halkının davasına da önemli bir kıyastır.
Halkım, Türkiye’nin güney coğrafyasında kendi doğal ulusal topraklarının kuzeyinde, Akdeniz şeridinin önemli bir kısmında, Torosların güney yamaç ve düzlüklerinde yaşıyor. Ne Kıbrıs, ne Trakya ne de Bulgar Türkü kadar birkaç on bin değil, dünyadaki birçok devletten daha çok olan, 4 milyonu aşan nüfusuyla, kendi coğrafyasında, ulusal kültürüne konan her türlü yasağa rağmen Arap olarak yaşamını sürdürmektedir. Türkiye´de; diğer örneklerde de görüldüğü gibi yasak, Arap halkının kültürünü yok edememiştir. Türkiye´de kendi şehirlerinde Arapların tepkisiz gibi görülen yoğunlukları, kimseyi, bu halkın hakları üzerine ölü toprağı atma hatasına sürüklemesin. Buna yeltenenler yanılgılarının ilk işaretini bu bildirgeyle anlamaya çalışmalıdır.
Sonuçta Araplar da haklarını bir listede dünya kamuoyuna, kendi ulusuna ve yaşamakta olduğu siyasi yönetim altındaki tüm ulus ve halklara ilan edecektir. Bu atılım, kaçınılmaz bir adım olarak önümüzde duruyor.
Biz Araplar bu topraklarda, başkasına yamanmaya, bölücülüğe, parçalanmaya, başkalarının zararına ve dostlukların tahribatına geçit vermeyeceğiz. Bölücülükle de suçlansak; dostluğu, birliği ve barışı temel alacağız. Kimlik haklarımız için düşman değil dost arıyoruz.
Bunu da, Uluslararası anlaşmalarla onaylanmış haklarımız ve bundan kaynaklanan özgürlüğümüzün ifadesi olacak kimlik haklarımızı istiyoruz. Bu hak masumdur, sahipleri için de yaşamsal mahiyettedir ve uğruna direnmeye değerdir. Bu satırlar bu adımın habercisidir.
-II-
Araplarla ilgili olarak ele alınan uluslararası anlaşmaların en önemlisi Lozan Anlaşmasıdır. Lozan´dan önce, Lozan anlaşmasında anılan ve uluslararası anlaşma kapsamına böylece giren 20 Ekim 1921 "Türk-Fransız İttilafnamesi", Lozan´dan sonra 30 Mayıs 1926 "Ankara Bağıtı(Türkiye-Fransa)", 3 Mayıs 1930 "Sınır Protokolü (Türkiye-Fransa)" ve 29 Mayıs 1937 de "Sancak Ayrı Varlığı (Entitè distincte)" ile ilgili Milletler Cemiyeti Konseyinin kabul ettiği bağıt, bu hakların dile geldiği, resmi, uluslararası onaya sahip birer belgedir. Bunlar dışında uluslararası resmi onay almamış olan hiçbir anlaşma meşru değildir. Milletler Cemiyeti Konseyi´nce de onaylanmayan Fransa ve Türkiye arasındaki özel-ikili anlaşma ve protokollerin bağlayıcı bir yanı yoktur; özellikle Milletler Cemiyeti yasasının 18. Maddesi uyarınca, kütüğe kaydı geçirilmeyen 23 Haziran 1939 Türk-Fransız ortak demeci (Dèclaration Commune) ile dayatılan ilhak anlaşmasının, ne uluslararası hukuka uygunluğu ne de gerçekçi ve kabul edilir bir temeli vardır. Bu bir yandan bu anlaşmalarda Arap tarafının olmayışı kadar, Fransa’nın Arap topraklarını işgal eden bir güç olarak elde ettiği Mandaterlik Hukuku açısından Arap halkı adına bağlayıcı bir karar alma hakkı ve yetkisinin olmayışındandır. Hatay devletinin lağvedilmesi bile Lozan anlaşması ve 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesi’nin ihlali ve uluslararası anlaşma standartlarına aykırı bir girişim olarak dayatılmıştır.
Mandater devlet olarak Fransa’nın, kendi çıkarları için Türkiye ile daha sonraları yaptığı anlaşmalar, ticari bir meta alış verişinden ibarettir. Arapları bu anlaşmalarda bağlayacak hiç bir şey yoktur.
Bu gerçek, Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olan 1922 Manda Yasasıyla da sabittir. Fransa’nın (o zaman Suriye ve Lübnan’ın Mandateri olarak) mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği bu ülkelerin topraklarının tümü ya da bir kısmını başkasına devir etmesi ya da kiralaması mümkün değildir. Ayrıca aynı yasanın 18. Maddesi gereğince de, Mandaterlik yasasında bir değişiklik için başkalarının değil, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin karar alması gerek. Bu durum, Lozan Anlaşması ve onun içerdiği 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin sınırlarını aşan her davranışı ve ittifakı gayrı meşru sayar.
Bu yüzden, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin onayladığı (1923 Lozan anlaşması dahil, 1926, 1930, 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma, protokol, bağıt ve statü) Arapların hak ve hukukuyla ilgili tüm anlaşmaların mihveri olan 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin mantıki sonuçları olarak gündeme gelmiştir.
Bu noktada uluslararası anlaşmaların yükümlülüğünü, ilgili Arap tarafının yer almadığı ikili anlaşmalara mağdur etmenin yasal ve maddi bir dayanağı olamaz; Türkiye devleti tarafından övgüsü ve bağlayıcılığı sık sık yinelenen Lozan anlaşmasını aynı zamanda Türkiye devleti hükümranlığı altında yaşayan azınlıklar kadar Arap ulusal haklarının da önemli bir göstergesi olduğunu buradan bir kez daha hatırlatırız. Bu anlaşmaya sadık kalmak dahi, Türkiye´deki Arap halkının kendi coğrafyasındaki hakları açısından önemlidir.
Hiçbir ön yargı aramadan, birilerini milliyetçi-ırkçı ilkelliğin sorumsuz ve müphem söylemleriyle suçlamadan, biz Araplar kimlik haklarımızı talep ettiğimizi ilan ediyoruz.
Uluslararası anlaşmalardaki hakkımızı istiyoruz. Üstelik bunu bir bölgenin koparılması, bölünmesi olarak da ele almıyoruz. Lozan Anlaşması Kesim-I´de, 3. Maddenin 1. Bendinde "20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız İttilafnamesi´nin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır" çerçevesindeki hak ve özgürlüğümüzü, o günün özgürlük sınırlarında kalmak kaydıyla, kimseye ilhak olmadan kullanmak istiyoruz.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri açısından Atatürk gibi bir lider döneminde Lozan Anlaşması, bir zafer anlaşması olarak ilan edilmiştir. Bugüne dek bu ilan daha da yoğun övgülerle dile gelmiştir. Kutsanan bir anlaşma olarak, Cumhuriyetin Kabe’si sayılan Lozan Anlaşmasıyla utarlı olmak üzere, bu anlaşmadan doğan tüm hakların Araplara tanınmış olması gerekiyordu. Oysa Lozan´da belirlenmiş temel diğer haklar bir yana, dil özgürlüğüyle ilgili haklar dahi yadsınmıştır. Sevr öcüsünü bu ölçüde büyütenlerin, zafer ve yeniden doğuş diye ilan ettikleri Lozan Anlaşması’na bağlı kalmamaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin her dönemde tekrar eden bir handikabıdır.
Uluslararası camiada bu davranış, ortak ülkemize duyulan güvensizliğin de kaynaklarından biridir. Bu nedenle yukarıda dile getirdiğim temel haklar yanı sıra, bir ilk adım ve Arap-Türk ulusal toplulukları arasındaki güven yenilemesi amacıyla, Lozan Anlaşması’nın Kesim-III’te 39. Madde 4. Paragrafında dile gelen ve 37. Maddede mutlak bir hüküm olarak belirtilen dil özgürlüğünün Arapçaya tam kapsamıyla tanınmasını, anayasal, yasal kurumsal güvencelerle ve devlet bütçesin den alması gereken istihkakıyla birlikte korunup geliştirilmesini talep ediyoruz.
Lozan Anlaşmasının 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir ve tamamı şöyledir
Madde 37 - Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanımasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder.
“Madde 39- …
Türkiye vatandaşlarının hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde gerek din, basın veya her türlü yayın konusunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır." Diyor (Madde 39. Paragraf 4)
Bu verilerin ışığında her şey gayet açıktır. Arap halkının hakları dar ve geniş anlamıyla yok sayılamayacak ölçekte belirgin olup uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş ve güvence altına alınmıştır.
Türk ulusunun "Ulu Önder"i Atatürk´ün talimatı ve T.C´nin ikinci büyük şahsiyeti ve kurucularından İsmet İnönü´nün imzasını taşıyan Lozan anlaşmasına uymak umarız Türkiye yöneticilerine olduğu kadar, Türk ulusunun da vatanseverliğine gölge düşürmez. Kaldı ki, Arapların da vatanları olup, kayıtsız şartsız vatansever olacakları unutulmamalıdır.

-III-
Buradan sesleniyoruz :
Tek boyutlu olma ve başkalarını buna zorlamanın devri artık geçmiştir. Farklı uluslara mensup olmak, farklı kültürlerden gelmek hiç kimsenin ayıbı değildir. Tersine, bu türden farklı var oluşları zorla yok etmek, asimile etmek, tek boyutlu kılmak ayıpların en büyüğüdür.
İnsan haklarına yaklaşım da bu noktadan başlar. Biz Araplar, mensup olduğumuz ulusun bir parçası olarak, Türkiye´deki ulusal mozaiğin önemli renk ve dokusundan birisiyiz. Türk ulusunun kendi vatanseverliği ve ulusal çıkarlarına ilişkin hassasiyeti kadar, bizimde kendi ulusal çıkar ve vatanseverliğimiz konusunda hassas olduğumuz bilinmelidir. Ortaçağ yöntemlerinin, barbarca davranışların, zorla bir yönetim altında tutulmanın yarattığı tahribatı ancak bu farklı var oluşu kabullenip hazmederek giderebiliriz. Karşılıklı güvenin esası buna dayalıdır. Ortak ülkemizde özgürlük ve demokrasi için tek yol da budur. Arap halkının kimlik haklarının en önemli amacı ve varmak istediği tek sonuç, ortak vatanda özgürce ve demokratik güvencelerle birlikte yaşamaktır. Ortak ülkemiz zenginliğinin ifadesi olarak farklılıklarımızla barış içinde yaşamaya bir katkı amacı, kimlik haklarımızın temel amacı olarak belirlenmiştir.
Türkiye´de Araplar, coğrafyaları ve tarihsel ilişkileri itibariyle şehirli, uygar bir ulusal topluluktur. Mersin, Adana ve Hatay illeri başta olmak üzere, diğer Güney-Doğu Anadolu illerinde, 4 milyona yakın nüfusuyla Araplar, göz ardı edilmesi mümkün olmayan önemli bir kültürel kuşaktır da; siyasi yönetimin asimilasyonlarına karşın kendi ulusal kimliğini sürekli koruyabilmiştir. Bu halk Arap’tır ve bunun bulanıklaştırılmasına karşı duyarlıdır. Bu duyarlılığı uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını talep ederek, savunarak gösterme çabasındadır. Bu amaçla da tüm etkinliklerini yeniden organize etmeyi doğal hakkı olarak kabul eder.
T.C yöneticilerini, Anadolu´da yaşayan tüm ulusların, uluslararası yükümlülüklerden doğan haklarını bir an önce tanımaya çağırıyoruz. Bu bölücülük değildir. Bu topraklarda yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan, kimsenin zararına coğrafya bölücülüğü yapma ütopyalarına prim vermeyecek kadar uygar olan Arap halkının, haklı bir talebi olarak gündeme gelmektedir.
Dönüp Kürt Sorunu´na bakalım, oradan herkesin alacağı dersler var. Kürtlere uygulanan zulüm politikasının yanlışlığına tüm dünya tepki gösteriyor. Bunun için iki tarafta büyük kayıplar verdi. Haksız taraf gerçeği gördükçe, ağır bedeller ödeyerek geri adım atmıştır. Onurlu ve duyarlı Türk halkı, yanlış siyasetlerin yarattığı bu kayıpların farkına vararak baskısını artırmakta ve kardeş Kürt halkının haklı davasına bu yolla artan oranda destek olmaktadır. Bu tutumun bir uzantısı olarak, on yıllardır Kürt bayramı "Newroz"u yasaklamanın kalkması, Kürt realitesinin tanınması, Kürt dili için yeni yönelimlerin ortaya çıkması bu sürecin gidişatına önemli bir göndermedir. Türk halkının duyarlılığını ifade eden bu gelişmeler önemli ancak yetersizdir. Türkiye’de ne tek ne de ikili renk vardır, Türkiye denilen coğrafyada renkler, farklılıklar armonisi yaşamaktadır ve bunların hak ve hukuku gasp edilmiş bunlarada dönüp bakmanın zamanı gelmiştir.
İnancımız odur ki, Türk halkı Arap halkının haklı taleplerinin yanında, yöneticilerinden önce yer alacaktır. Bu, gelişmelerden çıkan ilk sonuçtur. Yeni yıkım ve düşmanlıkların engellenmesi, ölümlerin ve kinlerin oluşmaması için güven ve kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kalıcı ve eşitlik koşulunda büyümesi için bu gerçeklerin hızla idrak edilmesi gerekmektedir.
Türkiye´de Arap gerçeğini, hak ve hukukunu öncelikle Türk solunun kavraması ve bilince çıkararak güncelleştirmeye yönelme yükümlülüğü bulunmaktadır.
Aydınlanma aklın farklılığı kavramasıdır tek boyutluluktan çıkmasıdır, Türkiye solu halkı adına bu aydınlanma duraklarından geçmeksizin ne kendine ne de halkına katacağı hiçbir değer yoktur.
Türkiye´de Arap gerçeğini küçümseyen, Liva İskenderun (Hatay) davasını ise hiç bilmeyen ve ele almayan İttihat-Terakki mantıklı, milliyetçi tutumlardan hızla uzaklaşılmalıdır.
Türk solu siyasi programlarında, merkezi çalışmalarında, demokratik alternatiflerinde bu sorunu ele alma duyarlılığı göstermelidir. "Araplar, önce Kürtler gibi bir kaç kez kanlı kıyım ve acıya maruz kalıp, kendilerini belli etsinler, ondan sonra ilgileniriz" mantığı rezil bir sömürgeci mantıktır. Osmanlı aklıdır ve Cumhuriyetin kuruluş ruhuna aykırıdır. Türk solu siyasal varlık ve onurlu duruş sergilemesi için, bu şoven tutumları hızla aşmalıdır.
Anadolu topraklarının bir uluslar ve halklar mozaiği olduğu ve bu coğrafyanın tek bir sahibi olmadığı, her ulus ve halkın kendi coğrafyasının egemeni olması gerektiği gerçeğini kavramalıdır. Bu yol, Türk solunu da özgürleştirecek ve süre giden marjinalliğine son verecek tek yoldur. Bu yol sadece sol için değil, insan topluluklarının kolektif kimliklerine saygısı olan tüm vicdan sahibi insanların da yoludur.
Bu gerçeği, sistemin temel unsuru olup "değişim" çağrıları yapan tüm siyasal güçlerin de kavraması, kendi tutarlılıkları açısından önemli bir davranıştır. "Devletin yeniden yapılandırılması" tezlerini ortaya atanların tutarlılıkları ve gerçek yurtseverlikleri bu sınavlardan geçilerek belirlenecektir. Söylemlerini zedeleyecek baskı unsurlarına boyun eğmeden, halkın gücüne ve desteğine dayanarak, yeniden yapılanmayı başarmanın yolunun; diğer halkların hakkının teslim edilmesinden geçtiği bilinmelidir.
Bu hak, bireysel vatandaş hakkından çok daha önemli olan, bireyin ulusal hakkıdır.
İkisi arasındaki farkı kavramak başarının ilk adımıdır.
Yasalar karşısında birey olarak herkes eşit olabilir. Ancak, aynı yasalar karşısında bireyin ulusal kimliği özgür ve eşit değilse, orada adalet ve demokrasi yok demektir.
Yeniden yapılanmadaki gerçeklik, tutarlılık ve ciddiyet bu ayrımı göz önüne alıp almamaya bağlı olacaktır.
Bilinmeli ki, başka halkların hakları karşısında, kendi halkının haklarına gösterdiği tutum kadar tutum alamayanların milliyetçilikleri de, yurtseverlikleri de sahtedir. Hiçbir halk, diğer halkın hakkını gasp etmekle bir şey kazanamaz. Buna sadece çıkar çevreleri ve onların siyasi temsilcileri tevessül eder.
Uluslar kendi deneyleriyle, her hakkın bir sahibi olduğunu, hak gaspının uzun süre elde tutulamayacağını bilir. Türkiye´de Arapların sahip olduğu hakları, tüm Türkiye halkları bilir.
Bu satırlardan Türkiye’nin onurlu, vicdanı sağolan tüm insanlarını, yeni kayıplar, acı ve düşmanlıklar yaratmadan, kardeşlik ve güven için, adalet içinde yaşamak için, Türkiye´deki Arapların haklarını teslime ve bunun için desteğe çağırıyoruz.

Hiç yorum yok: