HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

26 Ağustos 2008 Salı

İTİRAFÇILIKTAN ÖZEL HARP DARESİNE ENGİN ERKİNER

Mihrac Ural
25 ağustos 2008

Yalanlarla, abartılarla,
kanıtsız ve belgesiz şüphelerle
kimlik kazanmak.

İlk direnme gerçeğiyle yüz yüze kaldığında itirafçı olan “polise yardım ettim” diyen Engin Erkiner’in sırtındaki kambur onu terk etmiyor.

Bu durum onun siyasette kinle başlayan bir sürüklenişe yönlendirdi. Buradan da kaçınılmaz olarak şaşkın savruluşlar başladı. İtirafçılığa başladığında düştüğü ruh haliyle, bu gün de önüne gelenin gerçek adını, kod adını, ilgili işlerini yazılı olarak ihbar etmeye başladı. Yazılarını izleyenler, her gün yeni bir ihbarın, bir yeni şüphenin ve yalanın bir yerlere mesaj olarak iletildiğini göreceklerdir.

Şehitlerimizi bile diline dolamaya başlamış, onların anılarını kirletmek için akıllara ziyan sözler sarf etmiştir. Görevi başında şehit olan Hanna Maptunoğlu yoldaşa yönelttiği karalamalar artık zıvanadan çıkmış bir serserinin sözleri haline gelmiştir.

Özel harp dairesi yöntemlerinin varmak istediği yer malumdur. Devrimcilere ait tüm değerleri, şehit olmayı, inançla ve kararlılıkla mücadeleye bağlı olmayı, Filistin davasıyla dayanışmayı, farklı bir etnik ve inanç kökeninden gelip ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesi içinde önde olmayı kirletmektir. Her şey ve herkes kirli ve şüpheli hale gelmelidir; demokrasi mücadelesi sürecinde çekilen tüm zorluklar, özveriler şüpheli davranışlar olarak ortalığa üflenmelidir. Bu amaçla devrimci saflarda olduğu sanılan kişilerin, bordrolu ya da gönüllü ya da kinlerinin arkasından sürüklenirken bunu yapmaları sağlanması istenmektedir. Doğu Perincek’in dün yaptığını, bugün Engin gibi kuklalarla sürdürmektedirler. Bunun için birazcık milliyetçilik yeter ki, Engin adamda bu çokça mevcuttur.

Siyasette kin gözü kör ediyor. Şaşkın ediyor. Bir çamur atma çabası büyük bir bataklığın ortasına savrulmaya yetiyor. Polis ifadesinde düştüğü çıkmazdan bir özür, bir özeleştiri ile çıkmak yerine, siyasette kin saikleriyle, 31 yıl sonra dahi “tekrarı halinde aynı tutumu” savunma durumuna düşüşü getiriyor. Bu yüzden polis ifadesine hala beklenmekte olan “ön sözü” yazabileceğini, bu süreçte yazdığı makalelerin bir ön söz olarak kabul edilebileceğini söylüyor. İtirafçılığa, utanmadan bir biçimde devam ettiğini dile getiriyor.

Kin böylesine sakıncalı sonuçlar üretiyor. Orada da kalınmıyor. Aynı komün sofrasında yemek yediği insanları özel harp dairesi çıkarlarına hizmet olarak, gerçek isimleriyle, kod adlarıyla, yer ve olaylarla ispiyonlamaya kadar uzanıyor. Engin Erkiner’in düştüğü sefaletin adresi de tas tamam bu oluyor.

Bunu anlamak için çok söze gerek yok.

Biz gereksiz didişmelere hiçbir zaman prim vermedik. Ancak eteğinde taş olduğu vehmine kapılanların baş yarmak için yaptıkları girişimi okura gerçekliğiyle tanıtmak üzere sadece yazılı, imzalı belge ve kanıtlarla cevap verdik. Oysa bizlere, devrimci örgütlülüğe, şehitlere yöneltilen suçlamaların en iddialısı bile, MİT ve özel harp dairesinin, amaçlı yalan ve abartmalarının ürünü olan gazete küpüründen ibaret olmuştur. Gerisi ise “birileri söyledi” gibi komik dedikodulara ya da iddianamelerin ve mahkeme kararlarının yalanladığı suçlamalardan ibaret olmuştur.

Bu ilkeli tutumumuz devam edecektir. Bu amaçla itirafçının utanmadan devam eden son yazılarına, kendi el yazısı mektuplarından cevaplar aktaracağız. Okur bu belgelerden yorumsuz sonuç çıkararak bu adamın nasıl bir amaç taşıdığını bulmakta zorlanmayacaktır.

Uzun uzun yorum yapmadan dün söylediklerini bu gün söyledikleriyle karşılaştırıp bu adamın nasıl bir evrim geçirdiğini ve bu evrimin neden özel harp dairesinin devrimcilere karşı yürüttüğü kampanyalarla bire bir kesiştiğini göstereceğiz.

Evet, elimizde henüz bordro belgeleri olmayan bir özel harp dairesi kuklasıyla karşı karşıyayız. Ama aşağıda sunacağımız verilere bakın, zaman içinde bu evrimin nasıl gerçekleştiğini ve bu gün kime hizmet edeceğini kendiniz bulun.

Bu karşılaştırmada böylesine tezat tutumları aynı kişi savunabilir mi diye hayret etmeyin. Amacı ve hedefi devrimci hareket ve liderlerini karalamak olanların böylesine sorumsuzluklara yönelmesinin özgün işler olduğunu kavramakta zorlanmayacaksınız.

Engin Erkiner, derin devletin yararına gerçekleşen bir çaba içindedir. Devrimciliği, örgütlülüğü, devrimci liderleri, geçmişin tüm eylemlerini, Filistin halkıyla dayanışmayı, hatta şehitleri kirli göstermeye çalışmaktadır. Yanık topraklar siyaseti her yeri kirli alanlara dönüştürme gibi özel harp dairesinin devrimcileri halk önünde şüpheli hale düşürme çabası vermektedir. Doğu Perinçek yöntemidir bu. Engin adam bu rolü örgütümüze karşı yapma çabasındadır.


1982’de örgüt değerlendirmeleri


“Yoldaşlar,

Örgütümüzün bu önemli toplantısında aranızda bulunmadığım için öncelikle özür dilerim. Şu andaki kimlik durumumla oraya ulaşabilmek için güvenilir bir olanak yaratmam mümkün olmadı.

Bu nedenle toplantının hakkında karar alması gereken konulardaki önerilerimi iletmekle yetineceğim.

Örgütümüz son bir yılda her alanda önemli aşamalar yaptı. Bir yıl önce iyi tanınmayan ve hatta genellikle de muhatap alınmayan bir örgüt iken, bu gün demokrasi güçleri arasında tanınan, çizgisi ve görüşleri bilinen bir örgüt durumuna geldik Gelişmemiz çok olumlu olmakla birlikte henüz önümüzde aşılması gereken önemli engeller bulunduğu da bir diğer gerçektir…

Örgütümüzün en üst organı yaklaşık 1.5 yıl önce oluşturulan Politik Bürodur. Bu organın 1.5 yıllık çalışmasındaki özelliklere bakmak aydınlatıcı olacaktır (olumlu özelikler üzerinde burada durmayacağım. Bunları hepimiz biliyoruz.)” (Engin Erkiner, 1-5-1982 tarihli MK’ya hitaben gönderilen mektubundan el yazması, orijinal, Örgüt Arşivi, MK’ya gelen mektuplar bölümü)

Burada Engin Erkiner herkesin bildiği olumlu gelişmelerden bahsediyor. Örgütümüzün nasıl tanındığını, siyasal çizgisinin nasıl belli olduğunu dile getiriyor. O gün bu tespitler gerçekten başarılmışlarla kıyaslandığında çok hafif kalsa da, açık ve sarih olarak kendi el yazısıyla bunu dile getiriyor.

Bu mektup genişletilmiş MK toplantısına iletilmiştir. Toplantı 1-7 Mayıs 1982 de gerçekleştirilmiş qlup ve ilk kez oylamayla, kongreye kadar THKP-C (Acilciler) Genel Sekreterliğine bu satırların yazarı getirilmiştir. Bu önemli gelişmeler bu toplantı ve belgelerle açık bir biçimde o güne kadar, bu önder kadroyla süren çalışmaların başarısı o günde muhalif eğilim taşıyan bu zat tarafından inkar edilemiyordu.

Bunu, genişletilmiş Merkez Komitesi toplantısının (1-7 Mayıs 1982) ardından gönderdiği ikinci mektubunda da ifade ediyordu.

“Yoldaş,

Mektubunu aldım. Toplantıya gelmek için o sırada olanaklar uygun değildi O zaman bazı şeyleri atlatıp gelebilirsem bile geri dönmem olanaksız olurdu. Şuanda bu sorunlar çözümlenmiş durumda.

Örgütümüzün çeşitli organlar seçmesi ve işbölümüne gitmesi olumlu bir adımdır. Zaten bu son bir yıllık gelişimin doğal sonucu sayılır…

Buradaki çalışmalara ilişkin raporumu birkaç gün sonra göndereceğim.” (Engin Erkiner, 24.5.1982 tarihli Genel Sekreter yoldaşa hitaben gönderilen mektubundan, el yazması orijinal, Örgüt Arşivi, GS’e gelen mektuplar bölümü)

Birincisinden 24 gün sonra gönderilen bu ikinci mektupta da, örgütün genişletilmiş MK toplantısını olumlamak, işbölümünü desteklemek ve bunun örgütümüzün başarılı çalışma sürecinin “doğal sonucu” olarak görülmektedir.

Bu süreçte, inkarı mümkün olmayan örgütsel gelişim örgüt içinde muhalif olanları bile kuşatmıştı.

İtirafçı Engin Erkiner, bu belirlemelerden aylar sonra örgütten ayrılarak TKEP’e geçtiğini söylüyor. Aradan da 26 yıl geçtikten sonra bir TKEP’li, THKP-C (Acilciler)den her ne istiyorsa, 2008 de dönüp örgüt değerlendirmesini şöyle yapıyor.


2008’de geçmişin değerlendirmesi



“1981 yılı benim için şokla başladı. Suriye’nin Bassit köyünde bir tatil evinde ülkeden gelen birkaç yoldaş kalıyordu. Ek olarak başka bir ev daha vardı. Teksir makinemiz de yakında olacaktı. O civarın bölge valisi sayılan Cemil Esad –Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi- her türlü ihtiyacımızı karşılıyordu. Önce Suriye’nin bize olan ilgisini anlamadım, zaten beni şoke eden de başka bir konuydu: Kendimizi 1977 yılının anılarıyla oyalıyorduk ama, artık adı büyük kendisi hayli küçük bir örgüt durumundaydık. Burada küçüklükten kasıt sayı değildi, kadromuz kalmamıştı. Evlere şenlik bir politik-büro kuruldu.

Eskiden de adımızdan daha küçük bir örgüttük ama artık arada hiç bir denge kalmamıştı.
Bu zayıflık içinde dönüşüm gibi ağır bir sorunumuz da vardı. Ülkede koşullar radikal biçimde değişmişti. Devrimci hareket dağılmıştı, bizim de durumumuz ortadaydı.

Suriye, Hatay’ı kendi toprağı olarak görüyor, bu nedenle de oradan gelen Arap kökenli devrimcileri kendinden sayıyordu. Ek olarak, gelenlerin büyük çoğunluğu Alevi kökenliydi, Suriye’de de Aleviler yönetimdeydi.

Hiç bir devlet başkasına karşılıksız bir şey vermez. Suriye’nin de yakın işbirliği beklentisi vardı. Hatay’da Suriye yanlısı bir örgüt hiç fena olmazdı. Hatay’daki gücümüzün de bire bin katılarak anlatıldığını anlamak zor değildi.” (Engin Erkiner 1982 başlıklı makalesi)


Aradan geçen zaman 26 yıl. Engin adam bu arada TKEP’li olmuş, oradaki tasfiyeye katılmış, örgütümüzden ayrılıp kendisiyle hareket eden tek bir insan kalmamış, çevresinde örgütlü insanların tümü dağılmış ve bu ortamda bunları yazmaktadır. Elinde ise ne bir belge ne bir kanıt ne bir şahit nede akılla uyumlu bir yorum bulunmadan devrimci harekete devrimcilere kara çalmıştır.

İçinde bulunduğu sorumsuzluk (ne bir çevre baskısı ne de içinde yer aldığı bir örgütlülüğün olmaması dolayısıyla) gösterdiği pervasızlık, yaymaya çalıştığı şüphelerle dikkat çekmektedir. Kimseye yararı olmayan bu söylemlerin kaynağının olumlu bir yerde olması mümkün değildir.

Engin her zaman, aynı yöntemle Bektaşi’nin namaz kılması gibi “ben yaptım oldu”, “ister inan ister inanma diyor”. Bu yöntemin tek gayesi şüphe yaratmak temiz devrimci alanları kirletmektir. Bunu ilerleyen satırlarda daha açık görmek mümkün olacaktır.



1982 Ayrılığının dünkü nedenleri


Her siyasal örgütte ayrılıklar çıkabilir. Bu ayrılıklarda herkes birilerini suçlar. Kim haklı kim haksız nereye kadar haklı nereye kadar haksız toz duman içinde kaybolur. Ancak her ayrılığın bir nedeni vardır ve bunu her iki tarafta çok iyi bilir. On yıllar sonra da yüz yıllar sonrada bu gerçek öyle olduğu gibi yazılı belgelere geçtiği gibi kalır. İlerleyen zaman içinde yeni kanıtlar eklense de belge ve şahitler bulunsa da aynı mecraya akar.

Ancak tarihi kendinden itibaren var sananlar onu yeniden okudukça değiştirerek her dönemde ihtiyaç duydukları kılıklara sokabilirler. Böylece anı ya da tarih bir geçmiş vaka olmaktan çıkar, amacı kirlenir ve kirli amaçlara hizmet etmeye başlar. İşte Engin Erkiner de bu gün kime servis yapıyorsa o güçlerin hizmetinde tarihte tartışılmış bitmiş konuları yeniden kin saikleriyle ve kirli amaçlarla yorumlarken kendini böylece ele vermektedir.

1982 de THKP-C(Acilciler) den ayrılırken kaleme aldığı bildirilerde ve kamplarda savaştan kaçmak Avrupa’ya kapağı atmak için çırpınanları kışkırttığında ilettiği, örgütsel işleyiş kuralları dışına taşan mektuplarda ısrarla şunları tekrar edip duruyordu.

“iki hafta kadar önce THKP-C (Acilciler) hareketi içinde örgütsel bir ayrılık ortaya çıktı. Her örgütsel ayrılık gibi bu da önce örgüt içinde gelişip olgunlaştıktan sonra dışarıya yansıdı. O dönemde THKP-C (Acilciler) hareketinden ayrıldığımızı çeşitli devrimci örgütlerin temsilcilerine bildirmiş ve bu konuda detaylı bir yazının hazırlanmakta olduğunu açıklamıştık.

1-Ayrılığımız siyasi temellere sahiptir. Çeşitli konularda farklı anlayışlara sahip olduğumuzu birlikte geçirdiğimiz pratik içinde yeterince ortaya çıkmıştır…

Kısaca özetlersek; THKP-C (Acilciler) hareketinden ayrılmamıza neden olan olumsuzlukların temelini örgütün sınıf tabanına dayanmamasında görüyoruz. Bu olumsuz temel kendini örgütün bir çok konudaki faaliyet ve anlayışında çeşitli biçimler altında yansıtmaktadır.: İçinde yaşanılan objektif ortamı abartmak ve buna uygun faaliyet biçimlerine girmek, örgütsel işleyişteki temel Leninist normları çiğnemek, eylem ittifaklarına ve komünistlerin birliğine yaklaşımdaki ilkesizlik ve faydacılık...

Ayrılığımız bir ayrışmadır ve sınıfsal köklere sahiptir.” ( “Devrimci kamuoyuna duyuru” başlıklı 20 Ağustos 1982 tarihinde dolaştırılan bildiri. Örgüt arşivi, örgüte karşı yayınlanan yazılar bölümü)

Bunu o zamanın modasına uygun olarak dağıtılan “Açık mektup” adlı yazısında da şöyle dile getiriyor “Örgütsel işleyiş konularında ortaya çıkan bu anlayışın sınıfsal kökleri vardır. İçinde bulunduğumuz konum, sınıfsal bakış açısını kaybetmeden ‘Leninistleşmeye’ çalışan küçük-burjuvazinin konumudur… ‘Leninizm’ demekle Leninist olunmuyor. Türkiye gibi bir küçük burjuvalar ülkesinde işçi sınıfı içinde taban bulmak, çalışma yapmış olmak, devrimin bu temel sınıfını tanımış olmak gerekiyor. Bu yapılmadan kişi kitapları bilebilir ama hayatı bilemez” ( Engin Erkiner Açık Mektup, s. 9, 9.8.1982 )


Malum “sınıfsal ayrışma” söylemi altında “Leninist normlar” ve ittifaklara, komünistlerin birliğine faydacı yaklaşımlar bu ayrışmaya temel olarak gösteriliyor.

Bu gün, Engin adamın ve iltica ettiği TKEP’in hangi sınıfsal ayrışmayı nasıl tamamladıklarını sormayacağım, örgütsel olmak bir yana, birey olarak “sınıfın” neresinde kaldıklarını da sormayacağım, hele hele komünistlerin birliğinde TKEP’in örgütümüze karşı oynadığı ve Engin’in kukla olarak kullanılıp ayrıkçılığı körüklediklerini hiç sormayacağım; bir TKEP’liyle elden Paris’ten Şama getirilen 20.9.1982 tarihili mektupta ayrılıkçıların nasıl körüklendiklerini, “Not 2- Daktiloyu oradaki TKEP’lilerden isteyin verecekler. Buradan giden ve mektubu da getiren yoldaşla konuştum” diyen el yazılı belgelerini de hatırlatmayacağım. (20 -9 -1982 tarihli Adil Okay’a gönderilen mektup, Örgüt arşivi ‘örgüt içi sorun belgeleri bölümü’)

Ayrılanlar günün geleneklerine uygun, siyasal ayrılık gerekçesi bulma çabalarında ama bunu hızlı gelişen olaylar nedeniyle yeterince keşfedemediklerini, zamanla ortaya çıktıkça işleyeceklerini dile getirmelerini de anlayışla karşılayacağız.

Bu zorlamaların en komiğini ise geçemeyeceğim. O da günün önemli uluslar arası siyasal olayı olan Polonya’da gelişen Dayanışma Sendikası faaliyetleri ve sonuçlarıyla ilgili Merkez yayın organımız CEPHE’nin 4. sayısında yer alan “Polonya’da Sosyalizm Yenecektir” adıl makalemle ilgili yaklaşımlarını aktaracağım. Archimed’in “Buldum buldum” diye hamamdan çıplak çıkışını andıran bir tarzla Engin bunu şöyle dile dolamıştı: “ A yoldaş ( Mihrac Ural. bn) inisiyatifli davranmak adına örgütsel kuralları çiğnemeye kural haline getirmiştir. Bunun en somut örneği merkez yayın organı Cephe’de kendini gösterir…

Cephe’nin 4. sayısı bu kurallar çiğnenerek çıkmıştır. “Polonya” hakkındaki yazı eksiklikler taşımasının yanı sıra politik büronun bilgisi dışında yayınlanmıştır.

Polonya konusunda politik-büro ortak bir karar almamıştır, hatta bu konuyu etraflıca konuşmamıştır bile…

P-B’nun çoğunluğu da Polonya konusunda örgütün görüşünü Cephe ellerine geldiği zaman öğrenmek durumunda kalmıştır.” (Engin Erkiner, 1- 5 -1982 tarihli MK’ya hitaben gönderilen mektubundan el yazması, orijinal, Örgüt Arşivi, MK’ya gelen mektuplar bölümü)

Olayların en sıcak anında yazılan mektup tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açıktır. Burada Politik büronun önemi ve bilgisinin örgütsel yapı için taşıdığı anlam üzerinde de duruluyor.

Tabiî ki konumuz politik büro değil ancak hatırlatmadan geçmemek için, kin saikleriyle yazdığı son yazılarında örgütün bu tür kurumlarına karşı kullandığı çirkin ve hafife alıcı kavramları unutmamak gereklidir.

Buna rağmen Engin ısrarla siyasi ayrılıktan söz ediyor. Ama bunu bulamıyor ve örgütsel işleyiş diyor, sonra Polonya yazısı üzerinde duruyor.

O gün için hiç makul olmayan bu bahaneler, önceden alınmış bir ayrılık kararı ve TKEP’e iltica hareketi için üretilmiş mevzular olsa da, kıymeti kendinden menkul ayrılık gerekçesi olarak ortaya kondu.

Yıllar sonra Engin adam TKEP’li olduktan ve TKEP’i tasfiye cürümüne iştirak ettikten sonra THKP-C (Acilciler) den her ne istiyorsa, yeniden dönüp ayrılığına yeni bir gerekçe üretmeye kalkıştı.

Bu gerekçe değişiminin de bir gerekçesi vardı. Engin bir itirafçıydı. Sırtında bir kambur vardı. Bu kamburu hafifletmenin tek yolu, bizleri Suriye ile ilişkilendirip muhaberat işbirlikçisi olarak töhmet etmekten geçiyordu. Böylesi iddialar da Arap kökenli oluşumuz, Alevi bir aileye mensup olmamız da tam yerine oturabilirdi. Nasıl olsa Suriye de Arap ve yönetimin başı aleviydi ya. 2x2= 4, o kadar basit.

Böylesine aptal denklemler, örgütümüze olduğu kadar tüm sol örgütlere yaşam alanı açarken çektiğimiz çileleri, zorlukları, tehlikeleri, işkence ve uzun süreli zindan yatmalarını göz ardı ederek ortaya koyduğu şüphe üflemeleri, Engin’in poliste yaptığı itirafçılığı hiç örtemiyor. Örgütümüzden kaçarken içine katıldığı TKEP’in genel sekreteri dahil, tüm kadrolarının Suriye sürecinde muhaberatla derin ilişkilerini, diğer tüm sol örgütlerin zorunlu uğrak yeri olan dış ilişkiler bürosundaki ilişkilerini burada söylemek bir o kadar saçmadır. Avrupa’daki iltica bürolarında durum ne ise tüm Türkiye solunun Suriye’de ilişkileri ancak o düzeydedir. Bu konuda dil bilmemiz ve yakın akrabalarımızın olması nedeniyle örgütümüze devlet ilişkisi dışında en az Kürt yoldaşlarımız kadar etkin ilişkiler ve yaşam alanları oluşturmamız ise bir başarı olarak örgüt tarihimizde yer almıştır. Arap olmamız ve dil bilmemiz ve alevi kökenli olmamız bize sadece onur verir. Irkçı, etnik ayrımcı bir itirafçı olarak Engin Erkiner’in bu verileri anlaması, bunların yoldaşlık ve örgütsel hizmete sunulmasını bilmesi, onu çok aşar: O hiçbir zaman bir kollektivitenin insanı olmama sıkıntısını, itirafçılığının sırtına yıktığı ve bu gün Doğu Perinçek yöntemiyle, özel harp dairesi kuklalığının kavrayacağı bir değer değildir.

Çevresini, baba mesleğini bile hala tanımadığımız bu insanın, örgütsüz olmasından kaynaklanan pervasız şüphe üflemelerinin kimse nezdinde bir kıymeti itibarı olmayacaktır.

Bu noktadan çıkıp yıllar önce siyasi bir ayrılık yaptık demesine karşın bu gün o ayrılığı nasıl değerlendirdiğini, belgelerle görelim.



1982 ayrılığının bu günkü nedenleri

Engin iki yüzlü bir aymazdır.
Uzun süre ikili yazışmaların mahremiyetine sığınarak şüphe fısıldaşmaları yapıp durdu.
Bizler açık adımız ve imzamızla belgeler ve kanıtlarla sorunları işlerken o kulaktan kulağa fısıldaşmalarla, bulanıklık yaratmayı seçti.
Ancak “ikili yazışmaların iki yüzlülüğü” yazısını yazıp bu aptalı açık olmaya zorladığımızda ve itirafçılığını, polis ifadesindeki çirkinliğini ortaya koyduğumuzda artık yapacak bir şeyi kalmamıştı. Suçlayacaktı, çamur atacaktı, ispiyon edecekti gerçek adlarımızı, kod adlarımızı, yerlerimizi, hukuki adlarımızı bile bir yerlere servis edecekti. Nitekim şimdi de bunu yapıyor.
Bu ihbarcılık için işi gücü bu olan bir site kurmuştur. Doğu Perinçek’lerin devrimcileri ispiyonlamak üzere “Aydınlık” dergisini kullandığı gibi, bu siteyi kullanmaya başladı. Özel harp dairesine katkı olarak bu suçlamalara tramplen oluşturan Engin adam, bu gün 1982 ayrılığını bakın nasıl değerlendiriyor:
“1982’de nasıl ve neden ayrıldığımı da anlattım.
Ne oldu da şimdi anlatıyorsun? Hiç bir şey olmadı. 1982 ayrılığını merak ediyordu. Ben de anlattim.
Niye daha once anlatmadım? Kimse istemedi de onun için.
Ne Mihrac ne de 1982 sonrasındaki örgüt benim için anlatılmaya değer unsurlar değillerdi. 1982 yazısında anlatmıştım. Mihrac yıllarca TKEP’e ağır biçimde saldırdı, cevap verilmesini ben engelledim. Mihrac ve çevresiyle uğraşmayı değer bulsaydım, TKEP’in cevabını da ben yazardım. Hiç gerek yok. Karsındakinin politik olumunu geciktirirsin. Yazmadım, başkalarını da yazmamaları için ikna ettim.” (ikili yazışmalarından biri, mail gönderimi)

Bu satırlara ne diyelim. Aklı başında olan birinin satırları olabilir mi? Hani siyasi bir ayrılık vardı. Hani siyasi ayrılığa cevap verilecekti, hani sınıf temelinde bir ayrılıktı Leninist normlar ve komünistlerin birliğine aykırılıkla ilgili bir ayrılıktı. Bu söylemler ayrılık sıcağı sıcağına yazılmıştı. Şimdi ne oldu? 26 yıl sonra, uzak yakın bir ilgisi olmadığı Acilciler örgütüne saldırmak için nereden ve neden işaret geldi.

Bu işaret ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesine Hatay davasını katma eğilimlerinin milliyetçiliğe set çekecek, mezhepçiliğe set çekecek katılımı için çalışmaların yükselmesi neden olmuştur. MİT ve Özel harp dairesi bunu çok iyi biliyor. Mihrac Ural ve yoldaşları Türk aydınlarının da desteğiyle bu davayı ortak ülkemizin siyasal arenasına taşıyacaktır: bunu nasıl kirletirler, bunu nasıl suçlarlar, bunu hangi kin saiklerini kukla olarak kullanıp önünü keserler? Bu soruya verilen cevap Engin’in yaptıklarıyla belirgin olmuştur; Abartılı yalanlar, gazete küpürü gibi kıymeti MİT’e üretilmiş komik belgeler ve bunların geçmişte, ol tesadüf ardamızda yer almış bir itirafçının diliyle piyasaya sürülüşü. Ergenekon’un yeni evlatları işte tam burada yeniden üretiliyorlar. Hatay davası gerçek bir davadır ve bu dava Hatay halkının kimlik davasıdır. Bölücülüğe karşıdır, dış güçlere karşıdır, bir toprak değil bir kimlik davasıdır. Anayasal haklardan, uluslar arası anlaşmalardan ve Türkiye Cumhuriyetini var eden Lozan anlaşmasında açık ifadelerle yer alan (39. madde 4. fıkra) hakların anayasal ve kurumsal güvencelerle işletilmesi davasıdır.

Engin gibi özel harp dairesi kuklaları bu hakkı inkar edebilir, bu hakka saldırabilir ve bu hakkı kirletmek için her türden Arap düşmanlığını, komşu ülke düşmanlığını, mezhep düşmanlığını yapabilir ama yer yüzünün hiçbir istihbaratı Engin gibi kuklaları istediği kadar desteklese de gerçekleri yok edemez. Biz ve bizden sonraki kuşakta bu hak için tükense de er ya da geç bu hak halkın iradesinin elinde olacaktır. O zaman ne Engin gibi kuklalar ne de bu gerici devlet var olacaktır.

Bu noktada okurun dikkatlerini Kürt Özgürlük hareketinin yükseliş dönemlerinde MİT ve Özel harp dairesinin yaydığı şüpheleri, yalanları, çamur atmaları ve bu güne kadar süren aynı yöntemlere çekeceğim. Engin Erkiner, itirafçılığının sırtında yarattığı kamburu hafifletmek için yeni sitesiyle birlikte Arap düşmanlığı ve alevi düşmanlığı yaparak derin devletin bir kuklası olma göreviyle iştigal etmektedir.

Bu yüzden üzerinden 26 yıl geçen bir örgütsel ayrılığa yeni yorumları, yeni gerekçeleri; belgesiz, kanıtsız ve tamamen yalana dayalı olarak ortaya sürmektedir.

Tartışmaktan kaçan, siyasal olmayan üsluplara sığınan, ikili yazışmaların gizli kalacağı güvencesiyle sorumsuzca çamur atıp yazanların çirkin yüzü budur. Bu türleri muhatap almak bile zaman kaybıdır.

Bu satırların yazarı, yazılarda yer alan belgelerin okuyucuya ulaşmasını önemsiyor. Geçmiş bir tarihin okuyucu tarafından yorumunun yapılması için bu yazıların içinde yer alan belgeler, dolayısıyla hiçte olumlu bir örnek olmayan didişmelerde yer alıyor.

Ancak tartışmaların boyutu öyle bir yere uzandı ki, ihbarlar ve provakatif sataşmalarla, ağızdan söz alma yöntemlerinin de işin içine karıştığını görüyoruz. Bizlerden tepkili olmak ve bunun ardından eylemlerimizi sıralamak gibi çirkin amaçlar için sataşma cümleler kuruluyor. Bu işleri bilen biri olarak Engin Erkiner, bizim için artık farklı bir fenomen haline gelmiştir.

Bu yaklaşımı abartılı bulanları Engin Erkiner’in satır aralarında MİT’e servis yaptığı, kişilere ait özel bilgileri, örgütlere ait özel bilgileri nasıl aktardığına dikkat çekeceğiz. Bu süreç önce bizimle başladı, ama burada kalmayacak. İtirafçı Engin bu işi, içinde yer aldığı, bildiği her şeyi ve herkesi ispiyonlamaya kadar uzatacaktır. Doğu Perinçek’te böyle başladı. O da itirafçıydı, poliste çözülmüştü, ifadesi utanç vericiydi, işe buradan başlıyorlar tüm kuklalar. Zaman hepimiz için tüm kanıtları gösterecektir, ona güvenmek gerek




Ayrıldığı örgütü ve insanları
dün nasıl görüyordu?
bu gün nasıl görüyor?





Engin yaptığı hiçbir şeye inanmayan bir insandır. Her zaman yaptığının da bir abartı, yalan, yanlış ve çöküş olduğunu kendi deneyleriyle bilir. Her insanın kendi zaafını bildiği gibi.

Adam Örgütümüzden kopunca ardı arkasına birkaç örgüt, dernek, sivil kuruluşta üye olmuş. “O günden bu yana 26 yıl geçti. Bu 26 yıl boyunca TKEP’in yanı sıra BSP, ÖDP, Sol Parti gibi partilerde ve değişik büyük dernek ve kuruluşlarda bulundum. Hepsinde de önemli görev ve sorumluluk taşıyan insanlar arasına seçildim.” (Engin Erkiner “26 Yıllık Şantaj” yazısı) diyor. Ama devam etmiyor, istisnasız üye olduğu bu yapıların tasfiye olduğunu dile getirmiyor.

Kimse heveslenmesin bir art niyetle söylemedim. Ama merak ediyorum, bu gün içinde olduğu ve kesinlikle, bordrolu olmasa da bir yerlere mesaj olarak bazı şeyleri servis yaptığına inandığım bu zatın, girdiği her yapıda bir melanetin, bir yıkımın, bir çatışmanın olduğuna tanıklık yapıyoruz. Bir devrimci olarak bu beni ilgilendirir. Ama bilmiyoruz, bildiğimiz bizde olanlar. Belgeleriyle ortaya koyduğumuz el yazısı mektuplarla ortaya çıkarttığımız kışkırtmalar, ikili yazışma ikiyüzlülükleri. Bunlar mutlak belgelerdir. Aynı yöntemle girdiği her örgütte kışkırtma, ve tasfiye organizasyonu içinde rol almadığını iddia etmek mümkün mü bunu o kurumların içinde olanlar bilirler.

Ben sadece bizde olandan yola çıkarak bu adamın “bir şeylerin” içinde işlev gördüğü kanaati taşımaya başladığımı açık aleni ve imzamla ortaya koyduğumu söylüyorum.

Bunu anlamak için, öncelikle 1982 de ayrılığın en şiddetli anında, en keskin sözlerin söylendiği bir kesitte, örgütümüze, ve bizlere nasıl yaklaştığını anlatan şu satırlara bir göz atın; “ Birlikte uzun bir yol yürüdük. Birçok şeyi birlikte yaşadık. İyi ve kötü günleri birlikte geçirdik. Ancak siyasi mücadelenin bir ciddiyeti ve ilkeleri vardır. Çelişkiler belirli bir boyuta ulaşınca yol ayrımına gelinir. Bu benim için kolay bir şey değil. On yıllardır bu hareketin içindeyim… her kademesinde, ideolojik, politik, örgütsel, askeri her çeşit mücadelesi içinde yer aldım. Başka arkadaşların yaptıklarını da küçümseyecek değilim… komünist selamlarımla” (Engin Erkiner “Açık Mektup” 9.8.1982)

Bu sözler üzerinden 26 yıl geçti. Herkes yoluna gitti. Her şey zamanın ve ilgililerin hükmüne bırakıldı. Ülkemizin geniş alanlarında ve örgütsüz halk kitlelerine gidişte herkese geçit vardır. Ortalıkta paylaşılmayan bir örgütlenme de yoktur. Her kes kendi köşesinden amaçları için çalışma olanağına sahip. THKP-C (Acilciler) örgütü, dünüyle bu günüyle birlikte ya da ayrı olanlarıyla örgütsel olarak benimle yollarına devam edenleriyle ayrılanları bir bütün olarak bu örgütün emektarları, çilesi ve umudu idiler. Her ne ise o tarihin birer emektarlarıydılar. Kimse kimseyle bir didişme içinde de değildi.

Olaylar örgütümüz tarihini, liderlerini, kadro ve militanlarını, Filistin’deki dayanışmalarını, şehitlerini kirletmeye özel bir çabayla bunu işlemeye başlayınca ortaya çıkan refleksler ve ardından gelen belgeli kanıtlı açıklamalarla bu süreç tırmanmıştır.

Etekte taşlar taşınıyormuş. 26 yıl hiçbir bağlantının olmadığı bir sürecin ardından, örgütümüze karşı bu saldırılar ortaya çıkınca, bizler sadece geçmişimize sahip çıktık. Şahsi geçmişini kirli görenlerle de bir işimiz yoktu. Ama kendi adına değil de başkasını kirletme adına, örgütlü geçmiş yapımızı kirletme adına vehim taşları etekten çıkınca bizler sadece belgeler ve kanıtlara başvurduk. Bunları okuyucuya sunduk.

Ne MİT yalanlarının, özgül süreçlerde ürettiği özel provakatif gazete haber küpürlerinden ne de tanımadığımız birilerinin kulağımıza yaptığı fısıldaşmalardan yola çıktık: Her ne söylediysek belgesini, el yazısı olarak ortaya koyduk.

Engin Erkiner ise hep ayakları havada yalanları getirip bir iddia olarak ortaya koydu. Şüphe yaymak için çalıştı, derin devletin işi olarak bunları yaptı. Ama tek bir belge ortaya koymadı. 26 yıl önce, ayrılığımızın en keskin ortamında bizleri anarken kullandığı dil ile bu gün kullandığı dil arasındaki fark, bu adamın nasıl bir işlev peşinde olduğuna ilişkin kaygılarımıza önemli bir kanıt olarak belirliyor.

26 yıl sonra aynı insanları ve örgütü bakın nasıl değerlendiriyor:

“… çok sayıda insan bu örgütten ayrılıp benimle görüşmek istediler. Bir broşür hazırlamışlardı. Siz bilirsiniz ama bunu yayınlamasanız iyi olur, demiştim. Nedenini de açıkça söylemiştim: Mafyanın teorik eleştirisi olmaz. Gizli polisle devrimci teori tartışılmaz. Bizim bu tür insanlarla ideolojik, politik ayrılığımız olamaz. Bu tür ayrılıklar sol ile devrimcilerle, komünistlerle olabilir. Suç işleme elemanlarıyla olamaz.” ( ikili yazışmalardan, mail gönderimi)

Aynı kişiden, iki ayrı geçmiş yorumuyla karşı karşıyayız.

26 yıl önce olayların sıcaklığında dile gelmeyenler, bu gün kin uğruna ne hallere geliyor. Siyasette kin gözleri kör ediyor, kulakları ise sağır. Bu cümleler kime hizmet eder herkes elini başına koyup bir düşünsün.

Bizler ilke açısından olduğumuz yerde, mevzi ve safta durmaya devam ediyoruz. Mücadelede, gücümüz ölçeğiyle, kimseyle rekabete düşmeden yerimizi almaktayız. İnatla da bu süreci yükseltme çabasında, yazınsal ve eylemsel tutumlarımızla yola devam ediyoruz. Elimizdeki her olanakla düşmana karşı direneceğimizi ilan edip bunu yaşamımızın her alanında yansıtmaya çalışıyoruz. Bu duruşumuza karşı yönelen, Engin Erkiner’in karalamalarını, ihbarlarını neye bağlamak gerekir. Bunu okuyucuya bırakıyorum.

Kimsenin işine yaramayacak bu didişme artık bir işleve sahip oldu gibi. Bu didişmede birileri bir yerlere servis yapmaktadır. Sırtlarındaki itiraf kamburu nüksedenler, 31 yıllık acıya yeni acı ekleme çabasındalar. Genetik bir olay gibidir, önce itirafla başlanır, bir kez çözülme olunca da kişi çevresiz ise, örgütlü ve denetim altında değilse bunun arkası kendiliğinden gelir. Doğu Perinçek’i hatırlayın Ergenekon’da ortaya çıkan özel harp dairesinin iştigal ettiği kirli işleri bir daha gözden geçirin, Engin’i anlamak zor olmayacaktır.

Ben sadece dikkat edin diyorum.




İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER'İN POLİS İFADESİ

Mihrac Ural

5 haziran 2008


Polis işkencesine dayanmak kadar dayanamamakta insani bir duruştur. Sonuçları kişinin kendisini ilgilendirdiği ölçüde de bu konunun dile gelmesi uygun değildir. Ancak sonuçları tek tek şahısları da aşarak bir ortak değerler bütününü yıkıcı tarzda etkiliyorsa, bu noktada söylenmesi gerekenler olacaktır. Kolektif duyarlılığın refleksi bunu zorunlu da kılar.

TKEP’li Engin, bir zamanlar Acilci saflardaydı. O saflarda yaptığı tek şey tahribattı. 1977 Ağustos “Bombacı Leyla” darbesi diye bilinen yakalanmalarda ve ardından gelen çözülmelerin başrol oyuncusuydu. Polise çok çirkin bir tarzda yardımcı olmuştur. Hatırlanacağı kadarıyla İstanbul’da çalışan bu zat, kısa örgütsel sürecini, ülke çapında hiçbir örgütsel etkinliği olmamasına karşın, bildiği, tahmin ettiği, gördüğü, tanıştığı bile istisna her şeyi polise itiraf ederek noktalamıştır. Polise teslim etmeyip geride bıraktığı, kendi çalışmalarının ürünü olacak hiçbir ilişki, kadro ve militanın olmaması nedeniyle de 77 sonrası dönemde örgütsel yapılanma içinde ne fiili ne de karar yönünden bir etkisi kalmamıştır. THKP-C (Acilciler) örgütünün fiili örgütsel varlığı, büyüme ve eylem etkinlikleri de bu dönemden sonra gündeme gelmiştir.

Örgütün toptancı yıkımına kadar uzanan polis ifadesindeki itiraflarıyla ortaya çıkan tabloda, Engin Erkiner’e karşı örgütün tavrı, o güne kadar hiçbir devrimci örgütte alınmamış bir tavırdı. Bu tavır, sorunu duygusallıklarla değil, akıl süzgecinden geçirilmiş yönelimle belirlenmiştir THKP-C( Acilciler) olarak bizler, kendisinden önce yakalanmış, işkenceden geçmiş olmasına rağmen açık vermemiş Üst Komite üyesi Rıza Salman’ın olmasına karşın, bir Üst Komite üyesi olarak yakalandığı an çözülen bu zata karşı şiddeti hiçbir zaman gündeme almadık.

Türkiye sol örgütleri arasında en olgun ve en aklı-selimle bilince çıkarılan tutumlarımızı ortaya koyarak, bu şahsı ne hain ne karşı-devrimci ne de polis ilan etmeden, örgüt içinde hazmetmeye çalıştık. Yararlı olması kaydıyla ve bilmemesi gerekenlerden uzak tutulmasıyla örgütte yer alması önünde engel oluşturmadık.

Tersine zaaflarını bilince çıkartıp bunları aşması için olanak tanıdık. Bu tür zora düşmüş yetersiz, zayıf kişilikleri eğitme gereğinin karşımıza çıktığının farkındaydık. Zira bu duruma kimsenin düşmek istemeyeceğini biliyorduk. Ancak örgütsel savunma mekanizmaları gereği, bu türlere kaldıramayacakları görevler ve bilmemesi gerekenleri yüklememe kararı içindeydik. Poliste çözülmüş olanlara karşı kendini koruma gibi doğal refleks verenlere karşı örgüt, şiddeti önerenlerini benimsememiştir.

Örgüt içinde böylesine ihtiyatlı duruma düşen insanların sıkıntılı olmaları ve sorunlar yaratmaları da beklenen bir gelişmeydi. Nispeten kendini dışlanmış hisseden bu türlerin oynadıkları olumsuz rollerin, bu güne kadar gelen izlerin oluşmasına da yol açması mümkündü. Her şeye rağmen bireyle çok farklı düşüncelerle aynı olaya yaklaşsalar da örgütün yaklaşımı her zaman toparlayıcı olmalıydı. Nitekim bu uzun dönem boyunca da yapılan bu olmuştu. Uzun da sürse, zaman zaman nüksetse de örgüt kucaklayıcı olmalıydı, onları yeniden kazanmanın yollarını bulmalıydı.

Örgütümüz de bunu yaptı. Konumuz TKEP’li Engin Erkiner’in Acilciler safındayken poliste çözülüşü, itirafları ve yarattığı yıkıma rağmen örgütün sabrı, genişliği ve kapsayıcılığıyla bu süreci göğüslemesidir. Ancak, 1982 yılı gelişmeleri ve 1986 yılı 1 Kongre sonuçlarıyla girilen yeni süreç, aradaki tüm örgütsel bağları bitirdi. 26 yıldır hiçbir bağın olmadığı süreçte yollar, kulvarlar örgütsel alanlar ve insani ilişkiler tamamen farklılaşmıştı. Ancak bu tür insanların düşüncelerini şekillendiren siyasi kaynaklı olmayan güdülerinin, çok geride kalmış geçmişlerine karşı kin ve husumet kusmayı her an tetikler durumda olduğu görülmüştür. Nitekim bu tartışmaların birdenbire ortaya çıkışı bunu gösteriyordu.

Bu şahsın 26 yıldır hiç bilmediği, ilgisinin olmadığı örgütsel değerlerimize, ilkelerimize, tarihimizde yer alan süreçlere karaçalma çabası bu eğilimi yansıttı. Bu çabaların öyle çok komplovari bir yorumuna gerek yoktur. Bu düzey ve etkide de olmayacağı açıktır. Ancak, ülkemiz sol hareketinde önemli kıpırdanmaların gündeme gelmesine paralel olarak örgütsel çabalarımızın da yükselişi, bu saldırıların zamanlamasıyla kesiştiğinden söz etmemiz yanlış olmayacaktır.

26 yıldır mensup olduğu TKEP’i eleştireceğine, daha önce içinde yer aldığı THKP-C (Acilciler)’e kara çalmasıyla tırmanan tartışmalar, bir ölçüde de etekteki taşları dökme düzlemine düşmüş gibi oldu. Oysa siyasal açıdan her devrimcinin, demokratın ve örgütsel oluşumun yapması gereken çok farklı görevler kapıda beklemekteydi. Örgütsel bilinç ve süreçte olmayanların bu disiplin dışında kışkırttığı, döktüğü, kustuğu kinler boşa harcanmış zaman gibi gelip kendini dayattığı da olmaktadır. Ortak emeklerin değeri olan örgütü savunma reflekslerimiz bu zaman kaybına rağmen, zorunlu hale gelmektedir.

Bu şahısın uzun yıllar sonra kusmakta olduğu kinin şerrinden TKEP’inde kurtulmamış olması konunun daha da ilginç hale gelmesine yol açmıştır. 1982 de bir yandan örgütümüzle dirsek temasını koparmayan, 1. Kongreye çağrılmasına (1986 Kasım) ve bu konuda sanki Acilciler örgütünde bir kişi olarak sürdürdüğü söylem ve çabalarına karşın, 1982 den itibaren TKEP üyeliğine müracaat etmiş olmasının ikiyüzlülüğü, olayın boyutu hakkında daha da ilginç bir veri olarak karşımıza çıkmaktadır.


Utanmadan konuşmak


Engin Erkiner’le örgütümüzün siyasi boyutları dışında hiçbir sorunu yoktur. Bu da çok geride kalmıştır. Kişi olması itibariyle de muhatabı değildir. Şahıs bazında bu satırların yazarı ise örgütüne yönelik haksızlığa karşı durmaktadır ve muhatabı değildir. Bu adamın polis ifadesi ise bu tartışmaların ana konusu hiç değildir. Polis ifadesinin yeri, kişinin kendi tarihi içinde taşıdığı kamburların önüne her zaman çıkacak bir sorun olduğu belirtilmiş ve bu da tamamen kolektif değerlere verdiği zarar sonucu olduğu dile getirilmiştir.

Ancak bu adam, polis ifadesi denilince hangi duyguları harekete geçiyorsa, çok etkileniyor ve sinir sistemi dağılmış halde saldırganlaşıyor. Gerçekte utanç verici bir ifadeden kurtulmak kolay değildir. Bu olumsuzluğu aşmak için kişinin ciddi ve açık bir özeleştiri yapması gerekmektedir. Bunu yapmayı beceremeyenlerin, siyasi yaşamları önünde her zaman bir kambur olarak duracağı da bilinmelidir.

Ancak, TKEP’li Engin özeleştiri yapmıyor, konuşuyor. Durmadan konuşuyor ve en sonunda polis ifadesini savunmakla kalmıyor bir daha aynı koşullarda olsa “yine aynısını yapardım” diyor. Bununla da kalmıyor, polisteki ifadesinin zevkle okunacak, derslerle dolu olduğu mealinde konuşuyor. “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.” diyen Montesquie dan herkesin alacağı dersler olsa gerek.

Bu akıl almaz duyarsızlık, gerçekte Engin’in düştüğü zavallı durumu ve şaşkınlığı gösterse de okuyucunun kuşkulu yaklaşımlarını da körüklüyor gibidir. Oysa her ne olursa olsun hiç kimse polisteki ifadesini savunmamalıdır, zira orda baskı ve zor vardır ve insanların bu zorbalıklara dayanamama gibi doğal tepkilerinin olduğu göz önüne alınmalıdır.

Ancak Engin’in tepkisini, polis ifadesini savunmaya kadar götürmesi, okuyucuyu bilgilendirmemizi gerekli kıldı. Bunu da bir çamur deryası olan ifadesini toptan yayınlamak yerine, ilgilileri aydınlatacak birkaç başlık altında toparlayıcı bir okumayı sağlayacak aktarımlarla yetinmemizi gerektirdi.

Evet “kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır”. Bu yanılgı insanı bu tür hatalara düşürüyor.

Herkes kendi polis ifadesiyle öğünebilir. “Lafı uzatmayayım: Bugünkü aklımla o günkü gibi bir duruma düşsem yine aynısını yapardım” diyebilir de (Engin Erkiner, İnetrnet kimliği adlı makalesi).

Bu onun hakkı, ama bu ifade başkalarını ilgilendiriyorsa, öğünmeden önce başkalarının bu ifadede nelere uğradığının bilinmesi ve savunma haklarının olduğunun unutulmaması gerekmektedir.

Buna rağmen kısa bir akıl yürütmek koşuluyla şöyle bir tabloyla karşılaşmak mümkündür; polise sizden önce düşen biri varsa ve o çözülmüşse, sizin de yapacak bir şeyiniz kalmamışsa ve siz de çözülmüşseniz, sizden önce çözülen daha olumsuz bir konumda demektir. Bu noktada kişinin kendini savunması ve kendinden öncekinin açtığı hataya düştüğünü iddia etmesi akla daha yakındır. Ancak sizden önce MK düzeyinde birileri yakalanmış ve kimseyi ele vermemiş, örgütü korumuş ve siz, örgütün önemli bir yerindeki kişi olarak polise örgütün tüm kadro, militan, eylem, ev, adres bilgi ve malzemeleriyle teslim etmiş iseniz, geriye bir şey kalmamış demektir. Hatayı işleyen ve bu hatanın kefaretini özeleştiri olarak ödemesi gereken siz olacaksınız. İşte, siz bu kişisiniz, Engin Erkiner’siniz.

Kefaretin devrimci yöntem içinde ödenmesinin yolu özeleştiridir. Bunun yerine, polis ifadesini utanmadan savunmaya kalkışmak, ilgililere karşı bir aşağılama olduğu kadar bu konuyu kimsenin ele almayacağı gibi sanılarla kendini aldatmak olur. Engin bunu denemiştir. Bu kurbağa akıllı adam bir de övündüğü polisteki itiraflarına ön söz dahi yazabileceğini söyleyebilmiştir.


Önceki yazımda da belirttim, TKEPli Engin, Acilci saflardayken yaptığı inanılmaz tahribatların belgesi şudur: bakınız, hz No: 1977/27398, Büro no: 1977/726, İddia No: 1977/247--- İstanbul Cumhuriyet Savcılığı toplu suçlar bürosu---- tutuklu 27.8.1977---- İddianame. Ve eki olan İfade, toplam 20 sayfa). İddianamenin ekinde yer alan ifadelerini isteyen topluca okur.

Bu çamura bulanmış belgeyi biz yayınlamayacağız, bu işi sahibine bırakacağız. Ancak okurun bilgilenmesi için aynı bilgilerin toplu olması açısından, bir başlık altında toplayıp sunacağız; mümkün olduğunca da yorumları azaltmaya çalışacağız.


İtirafçı Engin Erkiner Dersleri


1. Ders: İtirafı kronolojik sıra içinde verme dersi.

1. Ders, işin Alfabesidir. Hadiseleri anlaşılır bir düzen içinde anlatmaktır. Engin 20 sayfalık itiraflarıyla, polise ve devlete unutulmaz bir uzun itiraf edebiyatı dersi verdiği kadar, olayları belli bir tarihi süreç içinde her kesiti kendi içinde tutarlı olarak anlatmayı da başarıyla yerine getirerek, ders alınacak bir itirafnameyi ortaya koymuştur. 31 yıl sonra bile sahiplenilmekten övünç duyulacak bu yaratıcı deha, sorgusu sırasında çevresini sarmış olan ve ağzı açık dinleyen polis öğrencilerine şu şekilde servis edilmiştir:

“ Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarıda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum” ( İfade sayfa:12 )

İtiraflarını bir tarih sıralaması içinde ve unuttuklarını hatırlayarak sürdürmekle Engin, polis ağına düşürdüğü yoldaşlara kestirme yol dersi de vermiş olmaktadır: “Her şeyi düzenli anlatın ve unuttuklarınızı hatırlarsanız, dürüst davranıp polis amcalara söyleyiniz”. Böylelikle baskıya da uğramaz direnmenize de gerek kalmaz öğüdünü yerine getirmiştir.

Bu ders sonucunda polise teslim ettiği yoldaşların, direnmelerini zayıflatarak onların da teslim olmaktan başka yolları olmadığını işkence ortamında dile getirip, polise önemli kolaylıklar sağlamanın nasıl başarılacağını fiil olarak göstermiştir; teorik ve fiili liderliğin birliğini de bu arada dışarıda gösterme fırsatı olmadığından sorguda bu görevi yeterince ifa edebilmiştir.

Ödül olarak da polisten, altında parmak izi olan 20 sayfalık bir sertifika-i itiraf vesikasıyla kocaman bir aferin almıştır.


2. Ders: Kronolojik itiraflar uygulama dersi


Engin teorik ve pratik biri olarak, yaşadığı ya da duyduğu, bildiği ya da tahmin ettiği her olayı tarih süreciyle ezberlemiş biridir. Bu ezber kabiliyetinin tarihe bir ders olarak geçmesi ve polis amcaları hayrete düşürecek kadar dakik olduğunu kanıtlamak üzere, itiraflarını gelecek kuşaklar içinde bir ibret dersi mealinde ele almıştır.

Bunun için de ne kadar diyalektik ve tarihi materyalizm esasları içinde itiraf yapılabileceği gerçeğini, polisin suratına bir tokat olarak indirmiştir. Bu tokatla afallayıp kalan polis amcalar, bülbülün kafesteki hasretini anlayışla karşılayıp bir an önce uçmasına yardım etme gereği bile duymuşlardır. Alttaki derslerde de nasıl uçtuğunu birlikte “sezmeye” çalışacağız.

Engin bu dersteki tecellisini, yakalandığı andaki örgüt üst komitesinin yanı sıra, öncülü olan komiteleri de sayarak, derin tarih kavrayışını, sağından solundan dökülen diyalektik anlatımla sunmuştur. Bu derste, şehit yoldaşların payına düşen sorumlulukları anlatmayı, konunun iyice anlaşılması için, okurun anlayışına sığınarak vermiştir.




1. Üst Komite:

“…1975 yılı sonlarında bir üst komite kurulmasına karar verildi. Üst komite 9 kişiden meydana gelecek, 9 kişinin 5 kişisi, yurtdışı gurubundan, 4 kişisi ise kendi gurubumuzdan olacaktı. 9 kişilik üst komiteyi kendi gurubumuzdan başlamak üzere ismen şu şekilde sıralayabiliriz. 1- İlker Akman, 2- Hasan Basri Temizalp, 3- Necati Yöney, 4- Ben ( Engin Erkiner), 5- Hasan Ercan Erciyes, 6- Sinan (takma İsim), 7- Fırat (Şimdi bana resmini gösterdiğiniz ve ismini burada Süleyman Şadi Somer olduğunu öğrendiğim şahıs), 8- Nazmi (takma isim), 9- Celal ( Takma isim). Bu üst komitenin kuruluşu sırasında komiteye Yüksel Eriş’in getirilmesini daha yerinde olacağı hususunda ileriye sürdüğüm görüş, Yüksel Eriş tarafından ege bölgesindeki çalışmalarının yoğunluğu nedeniyle kabul edilmedi, bu sebepten de üst komiteye kendi gurubumuzdan 4. şahıs olarak ben dahil oldum” ( İfade s:2)

2. Üst Komite:

“... 1976 yılı mayıs ayı içinde Yüksel Beni Ankara’da bularak tekrar toplanma gereğinden bahsetti. Ankara bahçeli evlerde şimdi hatırlayamadığım bir evde yine Yüksel Eriş’in inisiyatifinde bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Yüksel Eriş, ben, Süleyman Erdal, Rıza Salman iştirak etti. Yeni toplanan Dört kişi Yükselin İnisiyatifinde
Üst komiteyi teşkil ettik… Bu toplantıda görev taksimatı şöyle yapıldı Süleyman Erdal: Ankara ve çevresi. Rıza Salman: Güney Anadolu Bölgesi. Ben: İstanbul. Yüksel Eriş ise: Ege Bölgesi ve Karadeniz Bölgesi…” ( İfade sayfa:3)

3. Üst komite

“… Tüm eylemler yukarıda da belirttiğim gibi THKPC’nin bir kolu olan Acil veya Türkiye Devriminin Acil Sorunları veya 184’lükler veya, Halkın Devrimci Öncüleri olarak tanınan örgütçe yani bu örgüte bağlı olarak ve yukarıda hazırdaki üst komitelerini saydığım şahısların ki bunlar 1- Ben (ENGİN ERKİNER- İstanbul Bölge sorumlusu) 2- HAKKI (Takma ad- Ankara Bölge sorumlusu) 3- EŞBER ( Takma ad, diğer takma adı BİNBAŞI, İzmir bölge sorumlusu 4- MİHRAÇ (Güney Bölge sorumlusu) bilgi ve ortaklaşa aldıkları karar altında tüm örgütü kapsayan ve bağlayan şekilde yapılmıştır…” (ifade sayfa:13)

Evet, işte bu kadar. Yadsınmanın yadsınması kuralı gereği Üst Komitelerin sıralanışını dile getirerek polislere, itirafın bile nasıl bir ciddi iş olduğunu göstermiştir.

Bu bapta alınacak dersleri bir başlık altında toplamak zor olsa da polisler alacaklarını almaya başlamanın sevinci içinde, hep bir ağızdan “daha dün okullu olduk, sınıfları doldurduk yaşasın Engin hocamız…” diye tempo tutmaktan kendilerini alamamışlardır.

Bu alkış ve haykırış temposunun anıları altında, 31 yıl sonra, mahcubiyeti devam eden Engin, tarihe geçecek ve yeni ufuklar açacak, hitabet ve belagat sanatının incisini dile getirerek, önemli bir hatırlatma yapmıştır:

“Okuyan herkes biraz düşündüğünde örgütsel sorumluluk taşımanın ne demek olduğunu görecektir.” (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi)

Bu ağır dersi, çalan zil sesiyle birlikte noktalayıp kapatıyoruz. Hadi geçmiş olsun…




3. Ders: Bildiğin kadar isim ver, tahmin ettiğini de söyle dersi.


Engin, itiraflarıyla o güne kadar “devrimcilerin” hafızaları iyi olmayan, eğitimsiz, sıradan insanlar olduğu kanısını yerle bir etmiştir. Bunun da ötesine geçerek meydan okumuştur. Kendinden bir kuşak önce aynı yerden geçen Doğu Perinçek’le yarışa bile girişmiştir. Büyüklerin düellosu gibi bir deprem yaratır kaygısıyla polis amcalar, “Allah senden razı olsun ne verirsen biz razıyız” diye ortalığı sakinleştirmeye çalışmışsa da Engin bildiğini okumakta kararlı olarak tahmin ettiklerini de söylemeye koyulur. Engebeli ve sarp yollardan geçen ders servislerine kendini kaptıran bu adam, yüzleştirmelerde gösterdiği performansla teorik olduğu kadar, pratikte de kendini göstermiştir.

Bildiği ve tahmin ettiği her şeyi itiraftan sonra, kişinin artık zorluk çekmeden geride kalan her şeyi gizleyebileceğini göstererek, bu bölümün dersini de vermiş olur.

Bu erken servis, polisleri daha da heveskar etmiş, bazı olayları ve isimleri onlara tekrardan dinleme zevkini yaşatmıştır. Önlerinde böylesine anlatım yapan bir itirafçı varken, fırsat bu fırsat, ifadeden çıkan dersler kitabını, “Ekim Devriminden Çıkan Dersler” kitabı yerine yazılı olarak almışlardır.

Polislerin en başarılı notları da bu dersten gelmiştir. Kimsenin beklemediği bir dinamikle sıralanan isimler, adamları ihya etmiştir. Bu dersten çok çok istifade eden memur varlıklar, üst varlıklardan bol aferin almışlardır.

Zira 20 sayfalık itirafta geçen isimler, polis tarafından ilk kez deşifre edilmişlerdi. Bu ise polis siciline yapılan bir katkıydı. Bu katkıyla polis sicillerinde oluşan kalabalık, günün enflasyon rakamlarını kat kat aşarak illegal borsanın (o tarihte borsalar illegaldi) tavan yapmasını gündeme getirmiştir. Buna devletin en üst başları bile duyarsız kalmamıştır.

Guinesse Rekorlar Kitabı’na geçip geçmeyeceği belli olmayan bu sayıyı isimleriyle birlikte itirafnamesinden aktaralım:

Necati Yöney, Hasan Ercan Erciyes, Süleyman Erdal, Süleyman Şadi Somer, Sinan, Nazmi, Celal, Süleyman Erdal, Rıza Salman, Yusuf Doğan, Hami Gönenli, Mete Özer, Ali Şan Özdemir, Cemil Orkunoğlu, Mehmet Çelikel, Hilal Gökel (Orkunoğlu), Belma Gürdil, Eşber (Binbaşı), Mihrac, Zeynep Arzu Salman, Hakkı, Yener Orkunoğlu, Muharrem, Ali Sönmez, Nebil, Mustafa, İbrahim yalçın, Müslüm Durgun, Zühtü, Haydar Yılmaz, Naim İme, Mustafa Karaoğlu, Bengü, Filiz, İmam Kılıç, Zühal, Atakan Sakarya, Ercüment, Orhan, Haluk, Ali Yıldırım, Cumali Çakmaklı, Levent Postacıgil, Fuat, Bu listede yer alan isimler yer yer fiziki olarak ayrıntılı şekilde tarif edilmiş yer yer hangi şehirden oldukları belirtilmiş yer yer de adresleri doğrudan itiraf edilmiştir. (şehit yoldaşları suçlayan ifadeleri ve isimleri olan İlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yüksel Eriş, Ömür Karamollaoğlu, Ahmet Akdoğan liste dışı tutulmuştur) (Engin Erkiner, Polis İfadesi)

Bu başarısını 31 yıl sonra hatırlayan rekortmen Engin; “Bunu yaptım ve çok şeyi kurtardığıma da hala inanıyorum… Kendiyle hesaplaşmanın ötesinde ben hala aynı düşünüyorum. Aradan 31 yıl geçmiş, başka türlü düşünsem de bir şey olmaz, ama hala aynı düşünüyorum.” demiştir (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi).

Böylesi bir ifade için hala “aynı düşünüyorum” diyen birine, hatırlatmam gereken LOWELL’in bir sözü olacaktır: “Düşüncelerini değiştirmeyenler sadece aptallarla ölülerdir.”

Bu heveskar-gazi, fırsat olursa bir biçimde aynı rekoru kırmak için deney yapabileceğini gösteren kimi yazılarını sitelere de yollamıştır. Ancak aklıselim kimi site editörleri, bu talebi ihtisas alanlarına girmediği için, şeklen reddederek kıta sahalıklarından ötelemeyi uygun görmüşlerdir.

Ne diyelim, Allah hepsinin taksiratını affetsin.

Böylesine bol isim vererek bir örgütün temellerini sarsıp, polis kayıtlarına topluca geçiren ve ele geçmeyenleri firari yaşama sürükleyen, sürgünlere, zindan ve işkencelere atan biri için, Aralarında Recep Güregen’in de olduğu “Hayli deneyimli İstanbul mahkumlarının da diyeceği tek şey var” onu da Engin yazısında aktarıyor “Abi, biz yıllardır bu alemin içindeyiz, böyle şey görmedik” (Agm)


4. Ders: Olanları verip, olmayanları saklama dersi.


Bu ders çok ağır bir derstir. Yavaş yavaş hazmedilmelidir. Aksi takdirde anlaşılması ve hatta anlatılması bile güç olur. Bu derste olmayan her şey saklanacak ve olan her şey polis amcalara kahvenin yanında ikram edilecektir. Kahve sinirleri gevşetmek için yararlıdır diye de bol bol içilecektir.

Bu ders, çok felsefi ve komplikedir. Bu güne kadar bilinen en büyük devrimcilerin bile tüm çabaları bilineni polisten nasıl gizleyebiliriz üzerinde militanları eğitirken, bu adam, ilk kez bilinmeyeni ve olmayanı nasıl gizleriz gibi zihinlere katkıyı esas alan, polislere de önemli bir bilim kurgu dersi veren içerikte kendini göstermiştir.

Böyle bir dersi anlamış olmak ve sınavından iyi puanla geçmiş olmak için öncelikle, bile istisna bildiğiniz, tahmin ettiğiniz, tanıştığınız, misafiri olduğunuz, sempatizan, militan, kadro ve üst komite üyesi herkesin adını tek tek “kronolojik olarak” itiraf edecek, unuttuğunuz olursa derhal hatırlayıp (bkz. Ders No:8) amcalara söyleyeceksiniz. Bildiğiniz bir şey kalmayınca da bilmediğiniz ve gerçekten de olmayan eylemleri gönül rahatlığıyla saklama durumunda olduğunuzu anlayarak, bu dersi başarıyla geçmiş olacaksınız. Hala algılayamadıysanız, en iyi puanı alarak sınavı geçtiniz demektir; zaten bu ders algılayabilenler için değil, algısızlar için verilmiştir (amcaların hallerine bakarak bu sonuca varıldığı söylenebilir).

Bu dersin bir başka adı da polise sol gösterip sağ vurmaktır. Engin’in itirafnamesinde, polisin farkında olmadığı imajını verdiği en önemli ayrıntı da bu olmuştur. Polis bu büyük oyuna gelerek, olan her şeyi ve herkesi öğrendikten sonra, olmayanları Engin Erkiner’e bırakmıştır. Bununla da polis amcalar, bu dersleri veren kişiye 31 yıl sonra da olsa övünebileceği şeyleri hediye olarak bırakmayı uygun görmüş oluyorlardı.


Engin’in itirafnamesinden gerçekten var olan eylemleri izleyelim:

“ … Yukarıda belirttiğim İstanbul Bölgesi sorumluluğuna getirildiğim andan beri yukarıda söylemiş olduğum bir 4. Levent Sabancı Hodingin bombalanması 2- Araba kaçırma eylemine girişilmesi (HAYDAR ve MUHARREM’İN yara alamsı dolaysıyla eylem gerçekleşememiştir. Ancak eylemi gerçekleştirebilmek için silahlı müsademe yapılmıştır.) 3- Merter iş bankası şubesinin soygunun gerçekleştirilmesi. 4- İntercontinental otelinin kurşunlanması eyleminin gerçekleştirilmesi. 5- Harbiye Akbank şubesinin soyulması ve gaspları biz THKP-C’nin bir kolu olarak (ACİL- HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ) …yaptık” (İfade, s: 13)

Yukarıdaki eylemleri saymakla yetinmeyen adam, bu kez duyduğu ve tahmin ettiği eylemleri ve faillerini de itiraf ederek ders vermeye devam eder. Birlikte “sezelim”:

“… Selimiye Akbank şubesinin soygununu planlayan ve eylemi hazırlayan, gerçekleştiren ben değilim. O sırada Ankara’da bulunmaktaydım ÖMÜR ölmüş yukarıda da söylediğim gibi örgütün yeni durumunu gözden geçirmek için Ankara’ya gitmiştim. Daha sonra… HAKKI Selimiye Akbank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilir. MUHARREM tarafından orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölgesi sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum.” (İfade, s:19)

Eylemleri anlatmak da yetinmeyip, eylem hazırlıkları için yapılan irili ufaklı eylemleri de ayrıntılarıyla anlatarak ne kadar dikkatli olduğunun örneklerini veriyor:

“… şoför MUSTAFA Taksimdeki ev dışında akşamları çeşitli arabalardan söktüğü plakaları koyabileceği ikinci bir ev göstermemi istedi. Bende ORHAN ve nişanlısı ZUHALİN evini gösterdim…şoför değişik akşamlar arabalardan söktüğü plakaları bu evde toplardı.” (İfade, s:19)

“… Teksir makinesinin örgüt tarafından yeni olarak alındığını tahmin etmiyorum. Zira kullanılmış bir makine idi daha ziyade bir yerden çalınmış intibaını veriyordu. Bu hususta ben Süleyman’a herhangi bir şey sormadım” (İfade, s:20)

İtirafçı Engin, yapılmış olan eylemler yanı sıra, yapılacak olan, henüz yapılmamış eylemleri de anlatarak beyninde yer edinmiş tüm izleri boşaltmıştır.

Birlikte izleyelim:

“1977 Mart ayı içinde yanlış oldu Şubat ayı içinde gazetelerde Ankara topraklık Büyük ülkü derneğine bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldığını okudum. Bunun ÖMÜR’ler tarafından daha doğrusu örgütün Ankara bölgesi tarafından gerçekleştirildiğini tahmin ettim ve Ankara’ya giderek ÖMÜRÜ buldum. ÖMÜR eylemin kendileri tarafından gerçekleştirildiğini belirterek Ege ve Güney Anadolu sorumluları ile temas kurduğunu birkaç gün Ankara’da kalırsam. Bir toplantı yapabileceğimizi söyledi… Mart ayı başlarında Egeden EŞBER ( BİNBAŞI iki isim de takma olup esas ismini bilmiyorum), Güneyden MİHRAÇ, ÖMÜR’ün evine geldiler. Bu evde Mart ayları başlarından İstanbul’dan BEN, Ankara’dan ÖMÜR, Ege bölgesinden EŞBER, güneyden de MİHRAÇ’ın iştirakiyle bir toplantı yaptık… ÖMÜR Ankara bölgesi olarak birkaç bakanlığı bombalayabileceklerini…bu arada eylem konulacak bakanlıkları; Milli eğitim Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret bakanlığı, Maliyle Bakanlığı olarak saptadık. (İfade, s:8)

31 yıl sonra Engin, bu dersleri üzerine ise şunları söylüyor, hissedelim.

“Bu örgütün en önemli askeri eylemini, Intercontinental, İstanbul yaptı. Banka işleri de ayrı bir konu... Ve bu eylemlerin hiç birisinde açık vermedik.
Bunların sadece bir bölümü ifadede var, zira bir sürü eylem de ortaya çıkmadı. İstanbul iki banka soygunu ve İntercontinantal’den ibaret değildi.” (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi)

Bu derste Engin, olmayan eylemleri çok başarılı bir şekilde saklamıştır. Ancak hakkının yenmemesi gerek, ayrıca da sakladığı çok eylem vardır. Bunlarda bilmediği eylemlerdir. Mesela o güne kadar güney bölgesinde yapılan, MHP’ye yönelik, halka baskı yapan karakollara yönelik, faşist yurtlara, İşkenceci polislere yönelik onlarca eylemi bilmediği için polisten saklama başarısı gösterebilmiştir.

İtirafnamesinde, Güney Bölgesi’ne ilişkin söyledikleri ise devede kulak bile değildir, onlar da sadece bildikleridir.

Böylece 31 yıl sonra, “bir sürü eylem de ortaya çıkmadı” diye övünüyor.

31 yıl sonra değerlendirme yaparken, tarihi Enver Hoca yöntemiyle sil boz tahtasına çevirmesini “kurbağanın gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görmesi”ne bağlayacağız. (Engin’den aktarma) O yarattığı yıkımı bir kenara koyarsak, örgütte en az emeği olan biridir. Bunun için, bildiğinin dışında bir gerçek tanımamaktadır. Bunu örgüt etkinliklerini kıyaslarken de yapmaktadır.

Adam, örgütün intercontinantal Oteli’ni ikinci kez kurşunladığını bilmiyor, bu ikinci kurşunlamaya katılan şehit Nebil yoldaşı ve M,F,M yoldaşların hala hayatta olduklarını burada hatırlatırız. Ayrıca bu örgütün en kapsamlı ve en büyük eyleminin ANAP’a karşı yöneltilen “Büyük Balık Operasyonu”nu ve basına yansıyan Bedreddin Mahir açıklamalarını hatırlatırız (30 Ekim ve sonrası 1987, bkz tüm basın yayın organları). Bu eylemler ülkemizin tüm bölgelerinde, İstanbul, İzmir, İskenderun, Mersin, Kayseri, Ankara gibi merkezi illerde de ANAP’a uyarı olarak gündeme gelmiştir. Ayrıca Recep Güregen’in içinde yer aldığı Zindanlardaki gardiyan zulmüne karşı yönelen uyarı operasyonunu hatırlatırız.

Ancak bu satırların yazarı örgütün en büyük eyleminin, 1976-77 yıllarında yayınlanan “TEK YOL DEVRİM” adlı yayın organı (bkz. İfade s:19) ve sonrası firar dönemlerinde, ilk sayısı 1 ocak 1978’de Beylerderesi anısıyla yayına başlayan “CEPHE” dergisi olduğu kanısındadır. Buna eklenebilecek tek şey, bu örgüt tarihinin iki kitlesel eylemleridir. O da Antakya’da yapılan ve on binlerce kişinin katıldığı yürüyüş ve mitingleridir.

Bu dersin kapanışında, Engin’e kuyusunun ağzını genişletmeyi tavsiye ederiz.



5. Ders: Ayrıntı verme dersi


Bu ders 31 yıl sonra da olsa itirafların derinliklerini anlatacak bir ders olarak görülebilir. Bunun için Engin, eylemlerde ve verdiği her şeyde ayrıntıya önem vermiştir. Polisin dikkatinden kaçabilecek ve itirafların dar kalmasını sağlayacak her şeyden nasıl kaçınılması gerektiği ve ilgisiz verilerden bile geniş ayrıntılar servis edilebileceğini göstermiştir.

Engin, okuyucunun “bir eylemin ne kadar ayrıntılı planlandığını en azından sezecektir.” (Agm) diyerek, bu dersin kişide mutlaka etkin bir iz bırakacağını dile getirmektedir.

Buyurun bu dersi seçtiğimiz iki örnekte hep birlikte “sezmeye” çalışalım.




Birinci örnek:

“SORULDU: Evimde yapılan aramada bulunan kırmızı zemin üzerinde dikey siyah çizgili plastik kaplı el defteri bana aittir. Birinci sahifesinin başında 5 madde ile belirtilen anılan yerleri mutemetlerin soyulması ve para temini için girişeceğimiz eylemlerdeki hedeflerdir. Ancak bunları istihbaratını tamamlamış değiliz. İstihbarat tamamlandıktan sonra ki bu konuda bir eylem düşünebilirdik. Yine aynı defterin birinci sahifesinde 8 madde halinde belirtilen bankalardan çarpı işaretli bulunanlar istihbaratları yapılmış, ancak soyulması imkansız görülerek vazgeçilmiş olanlardır. Yuvarlar içine alınan banka ise istihbaratı yapılan ve 19 Ağustos günü soyulan bankadır. Diğer bankaların istihbaratları ise henüz tamam değildir. İkinci sahifede yer alan 8 numara madde ile işaretlenmiş olan müessese ve şahısların ise istihbarat yapıldıktan sonra hedef olarak seçilen şahıslardır. Ancak daire içine aldığımız bir numaralı hedef olan İntercontinental oteli bilindiği gibi tarafımızdan kurşunlanmıştır. Diğerleri hakkında bir istihbarat yapmış değiliz.

SORULDU: Yine aramada evimde bulunan 10x16 ebadındaki saman kağıt üzerine kurşun kalemle yazılmış telefon numaraları ve yazı bana aittir.” (İfade, s:14)

İkinci örnek:

“Eylem için gerekli olan arabanın çalınması Şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi, Çalınan arabayı bilahire Cihangir’deki evin civarında gördüm. Beyaz renkli bir Reno’idi. Aynı Reno ile Harbiye Akbank soygununu da gerçekleştirdik. Ancak, İntercontinental eyleminden sonra arabanın plaklarını bir defa daha değiştirdik” (İfade, s:11)


Aynı arabayla birden çok eylem yaparak, askeri dehasını polise gösteren bu şahıs, itiraflarının verdiği derslerden emin olarak şunları söylüyor:

“Bir dönemin politikasının ötesinde askeri tarafını da okuyabilirsiniz böylece. Büyük ilgi çekeceğine eminim.” (Engin Erkiner, “İnternet Kimliği” makalesi)

Sizin ilginizi çekti mi bilmem, ama adı 12 kez ısrarla anılan, ilgisi olmadığı eylemlerin bile sırtına yıkıldığı bu satırların yazarı, Engin’in ifadesinden diğer yoldaşları gibi tam 31 yıldır, işkence, zindan, firar, sürgün, tehcir gibi ilgilerin yükünü çekmeye devam ediyor.


6. Ders: Polise yardım ve tüm örgüt evlerini teslim dersi.


Bu dersin mahiyetini bu satırların yazarı açıklayabilecek çapta olmadığından yorumsuz vermeyi uygun görür. Yukarıdaki derslerin mantığına uygun olan bu dersi, akılınız bu kadar genişse, buyurun siz idrak etmeye çalışın bakalım ne olacak:

“ Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim. 1- Banka soygunundan sonra İBRAHİM YALÇIN ile birlikte gittiğimiz ve onun arkadaşlarının evi olan Teşvikiyedeki adres. 2- MÜSLÜM DURGUN’un Şişlideki evi. 3- Cihangirde eylem kadrosunun kaldığı ev. 4- Şişlideki kendi evim. 5- Bomontide ORHAN ve ZÜHAL’in kaldığı fakat sonradan taşındıkları ev. 6- ALİ ŞANÖZDEMİRİN evi. 7- LEVENT POSTACIGİLİN kaldığı ev. 8- İBRAHİM YALÇIN’ın kaldığı ev. 9- CUMALİ ÇAKMAKLI’nın kaldığı ev. 10- ALİ YILDIRIMIN kaldığı ev. 11- MEHMET ÇELİKEL’in kaldığı ev.” (İfade, s:16)



7. Ders: Bir eylemde politik ve askeri lider olma dersi


Engin’in polis ifadesinde silahlı bir mücadele örgütünde politik-askeri liderliğin birliği ve önemi üzerinde derin analizleri gerektiren söylem ve dersler bulunmaktadır.

Bunu öncelikle 31 yıl sonra yani bugünün havası içinde idrak edelim.

Engin Erkiner şöyle diyor: “Silahlı mücadeleyi savunan ama doğru dürüst hiç bir askeri eyleme girmemiş “örgüt önderleri”nin aksine, ben o yıllarda sadece politik değil aynı zamanda askeri bir liderdim.” (İnternet kimliği makalesi)

Yukarıdaki satırları okuyan kişi sanır ki, itiraf etmiş olsa da eylemlerin tümüne katılmış, askeri ve politik liderliğin birliğini icra etmiş bir süpermenle karşı karşıyadır.

Oysa 31 yıl önce, kronolojik olarak polise bildiklerini anlatırken, siyasi ve askeri liderliğini şu cümlelerle ifade ediyordu.

“…Şimdiye kadar sadece silahlı eylem olarak Akbank Harbiye şubesinin soygununa katıldım” (fade, s:18)

“Yukarıda da söylediğim gibi Harbiye Akbank şubesi soygununu gerçekleştirdikten sonra MÜSLİM DURGUN’nun evine gitmiştim. Burada 45 dakika kadar oturduktan sonra dışarıya çıktım. Polisler beni alarak Emniyet Müdürlüğüne getirdiler.” (İfade, s:20)

Hayatında bir tek silahlı eyleme katılmış (o da silahlı çatışma değil, silahın hiç kullanılmadığı bir banka soygunu) ve aynı gün yakalınmış birinin kendini politik-askeri lider olarak görmesini bu satırların yazarı, ancak bir ahlak algılayışıyla açıklamayı becerebiliyor. Bu nedenle, kimi devrimci arkadaşların “ahlak” kavramını duyunca tepkiyle irkilmesini anlayışla karşılıyor.

Bu dersten sonra kimsenin kimseyi ahlaklı olmaya davet edemeyeceğini de öğrenmiş olduk. Ne diyelim…


Böylesi ikili liderler, poliste böyle ifade verirler; 31 yıl sonra, okuyucuyu aptal yerine koyabileceğini sanıp, bol keseden atmakta bir sakınca görmezler. “Ahlak” vurgularına pek içerlenen Halil Güven gibi samimi, devrimci arkadaşların bunu bir yere oturtması dileğiyle, kulağını çınlatayım.

Bu bölümü de böylece kısa tutarak noktalayalım.




8. Ders: Bu arada unuttuğunuzu hatırlayınca söyleme dersi.


Engin polise burada son gösterisini yapacaktır. Bu derste adam pilot olmuş, uçmak üzeredir ve polis bile kemerlerini sıkma zorunda kalmıştır. Polisleri öylesine köşeye sıkıştırmış ki, son bir hamleyle, dürüstlük dersi vererek mat etmiştir. “Devrimci asla yalan söylemez hatırlayınca da saklamaz” ilkesinden yola çıkarak, unutulan bir bilgi, akla gelir gelmez itirafları arasına sokarak bunu göstermiştir.

Böylesine yüksek “ahlak” sahibi bir eğitmenle karşı karşıya kalan amcalar, hayretlerinden küçük dillerini yutmuş olmalılar.

Engin yaptığı servisin cömertliğiyle amcaları sevinç gözyaşlarına boğmuş olmalı. Ancak başkaların da gözü yaş doluyordu. O da örgütümüz ve tüm yoldaşlardı.

Bu ders bir “söylemeyi unuttum” dersidir. Birlikte idrak edelim, hayır dualarınıza vesile olalım.

1- “ Şimdi hatırladım Malatya olaylarından önce yurt dışı gurubu ile birlikte kurulan üst komitede yer alan NECATİ YÖNEY örgüte faydalı olmayacağı fikrini öne sürmüş, örgütten ayrılmıştı. Onun yerine YÜKSEL ERİŞ komiteye girmişti.” (İfade s:4)

2- “…yapılacak bombalama eylemlerinden sonra ilişki kurulabileceği tahmin edilen KARS, DİYARBAKIR, BANDIRMA, KADİRLİ, TURGUTLU gibi şehirler de ... yer alıyordu. Ankara’da bu karar alındıktan sonra her bölge kendi içinde ve kendine yakın olarak tespit edilen şehirlerde eylem gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Şu an hatırıma geldi ikinci gurupta yer alan şehirlerin içinde BALIKESİR ve İSKENDERUN’da bulunuyordu” (İfade s:7)

3- “… bu arada Merter İş bankasının müsait olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi. Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış tespit yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içerisinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti. Adının MUSTAFA olduğunu bildiğim…MUSTAFA, 1,70 boylarında, esmer, biraz topluca, kısa saçlı, saçlarını yandan ayıran, normal burunlu bir şahıstır.” (İfade,s:10)

4- “…Merter iş bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…arabayı evin civarında bana MUSTAFA gösterdi…soygun yapıldı” (İfade,s:10)

5- “… Yakarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal fünye 10 kutu 7,65mm çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9mm lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek,tahminen 200 adet Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “SOVYET SOSYAL EMPERYALIZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti…” (İfade, s:11)

6- “… ALİ SÖNMEZ ceketinin içine sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezneye gitti. Yanlış oldu. ALİ elinde ondörtlü tabancayla vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. Tabanca ile etrafı kontrol ettim.” (İfade, s:12)

7- “…Yukarıda söylemeyi unuttum, paraları bankadan çıktıktan sonra daha önce arabayı koyduğumuz ve arabada bıraktığımız mavi renkli el çantasının içine koymuştum eve bu çantayla gelmiştim…” (İfade, s:12)

8- “…Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum. Nisan ayı sonunda evimde yapıldığını belirttiğim üst komite toplantısından sonra askeri bakımdan İstanbul’un takviyesi kararı alındıktan sonra askeri kadronun gerçekleştireceği eylemleri sırasında kullanılacak vasıtanın ihtiyacı olan şoförü MİHRAC vasıtasıyla buldum… ZÜHTÜ adında bir şahısla tanıştım…” (İfade, s:12)

9- “ Yine yukarıda söylemeyi unuttum, Haziran yanlış yazıldı Nisan ayı sonunda benim evimde yapılan üst komite toplantısına Ankara’dan HAKKI gelirken bir adet 14’lü tabanca ve bir adette 7,65mm çapında şimdi markasını hatırlamadığım tabanca ve 80-90 adet civarında iki tabancaya ait mermi getirmişti.” (İfade, s:13)

10- Yukarıda sayarken unuttuğum TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI GURUBUNUN Türkiye çapındaki kadrosuna şunları ilave etmek istiyorum. ZEYNEP ARZU SALMAN: Ankara kadrosundadır. Önce RIZA SALMAN’a, daha sonra ÖMÜRE bağlı olarak çalışmıştır. Basın yayın yüksel okulunda örgütsel çalışma yapmaktadır. FUAT: ( soyadını bilmiyorum Antakya kadrosundadır) (İfade, s:16)

11- “ … HAKKI Selimiye AK Bank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi. Bu soygundan şimdi hatırladığım kadarıyla…örgüt tarafından yapıldığı kesindir. Daha sonraları bu soygundan MUHARREM’de bana bahsetti. Bankaya üç kişi girdiklerini söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilirim. MUHPARREM tarafından, orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölge sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum…” (İfade, s:19)


“Be adam unutmuşsun işte, bırak ne diye hatırlatıyorsun” diyesiniz mi geliyor… Sakın öyle bir şey yapmayın, bu dersin ruhunu üzer, kemiklerini sızlatırsınız.

Bu İş böyledir, bir kez çözüldünüz mü gerisini hak getire.

Ve eğer ki, özeleştiri yapacak kadar ahlaklı değilseniz, geriye kendini aldatmaktan başka işe yaramayacak beyhude çabalarla, bu yaptığınız çirkinliği utanmazca savunmak kalır.
Unutmayın; “Sherlock Holmes’in bir sözünü severim, der ki: “Alınabilecek önlemleri almadan tehlikeye girene cesur değil, aptal denir.”(Bilin bakalım bunu kim aktarmış !?)


9. Ders: İsimler ve görevler dersi


Engin, poliste çözüldü. O da bunun farkında, bir yerde duramayacağını da biliyor. Rüyalarını bile anlatmış. İlgili ilgisiz herkesi suçlu duruma düşürdü. Adı sanı bilinmeyen, özgür iradesiyle halkının demokrasi mücadelesinde yer almak isteyen militan ve kadroları polis kayıtlarına geçirdi, aranır duruma düşürdü.

Örgüte, polisle birlikte vurduğu 77 Ağustos darbesinden sonra, geride harabenin bile kalmadığı bir ortamda örgütü yeniden kurmak ve daha yaygın ve daha dinamik hale getirmek gerekti. O geride kimseyi bırakmamıştı. Zaten örgütlediği tek bir kadro, tek bir militan ve eylem adamı da yoktu.

İtirafçı Engin’in bu dersi artık zıvanadan çıkma hareketi olarak değerlendirilebilir. Sigarınızı yakıp bir fincan kahveyi yanınıza alın. Sonra zıvanadan çıkmamak için kemerlerinizi iyice sıkın. Buyurun “sezelim”.


“… TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri ve görevleriyle birlikte şu şekilde sıralayabilirim.

MİHRAÇ: Orta boylu, 165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, güney bölge sorumlusu
HAKKI: Uzun boylu, 175 boyunda, zayıf, beyaz tenli, kısa saçlı. Ankara bölge sorumlusu. Üst komite üyesi…
EŞBER (BİNBAŞI)…: 175 boyunda, zayıf hafif sarışın İzmir bölge sorumlusu

MİHRAÇ-HAKKI-EŞBER üst komite üyeleridir.

CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER’de örgütsel çalışmayla görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞULU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışma ile ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi Üniversitesinde örgütsel çalışmaile ilgilidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan
BENGÜ: Sempatizan…
İMAM KILIÇ: Sempatizan…
ALİ SÖNMEZ: Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: Örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM:.. Örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRM: Sempatizan…
HAYDAR YILMAZ: Örgütün eylem kadrosundadır ( takma ismi AHMET’tir) NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır
FİLİZ:.. Sempatizan durumundadır
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT : … Sempatizan.
ORHAN:… Sempatizan.
ZUHAL:…. Sempatizan
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ‘de çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI:... Sempatizan.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır.”(İfade, s:16)

“ACİLCİLER’in örgütsel faaliyetinin nasıl bir seyir takip ettiğini, hangi tarihten itibaren oluştuğunu yukarıdaki ifademde kronolojik sıra içinde anlatmaya çalıştım.” (İfade, s:17)

Bu itirafları içi burkularak okuyanınız varsa, öncelikle bu satırların yazarına bir sitem yollasın. Sakinleşince de itirafçının, 31 yıl sonra bu gün söylediklerini okusun:

“…karar verdikten sonra da size ne yapılırsa yapılsın o yoldan vazgeçmemeniz gerekiyordu. Bunu yaptım ve çok şeyi kurtardığıma da hala inanıyorum.” (“İnternet kimliği” makalesi) Yanlışta bu ısrara ne denir…

Ne diyelim Allah taksiratını affetsin.

Sonuç yerine:

Bu heyecanlı dizinin devamında ne mi oldu?

Mücadeleye devam kararlılığı gösterenler, itirafçının adlarını polis siciline işlediği firariler oldu. Örgütü yeniden ayağa kaldırmak, kurum ve işlerliğiyle rayına oturtmak bu darbeden firar edebilenlerin omzuna kaldı.

Ağır takip koşullarında örgüt, geceler gündüzlere katılarak olabildiğince belirginleştirildi. Karınca kadarınca da olsa, siyasal doğruları uğruna mücadele eden bir devrimci siyasal yapı yeniden ayakları üzerine getirildi. Bu süreçte itirafçı, mahkemeler karşısında örgütsel savunma için bile bir doğrultuya sahip değildi. (bu da Isparta’da bir araya gelinince, bu satırların yazarının talimatıyla aşıldı). Mahkemede bayrak açma kararını Ali sönmez yerine getirdi. Mahkeme heyetinin yüzüne karşı örgüt sloganlarını haykırmaktan korkan bu itirafçı, o kritik anda bile, dava arkadaşlarını provaka ediyordu; haykırışlara, itirafçı hariç, herkes ortak oldu ve mahkemenin üstüne yüründü. Ring arabasına kadar bu olaylar devam etti.

Evet ol hikaye işte budur. Acılarla, ihanetlerle örülüdür.

Kapanmış bir defter, zorlamalarla açıldı. Birileri ayıbını 31 yıl sonra örtmek istedi, yanlışta ısrar etti. Sonuç herkesin zararına oldu bu açık. Ama artık bilinmesi gereken yüz kızartıcı çok şeyinde açığa vurulması gerekiyordu. Bu utanmazlar bir daha ortaya çıkıp haksızlıklarını böylesine pervasızca savunma durumunda olmasınlar. Bu sonuca ulaşmak mümkün mü kesin bilmiyorum. Ama İtirafçı Engin’in bir daha polis ifadesini ağzına bile almayacağını çok iyi biliyorum; bunu özeleştiri yapacak kadar dürüst olmadığı için daha fazlasını beklemeden belirtiyorum.

Kimseye faydası olmayan bu didişmenin tarihi miadı çoktan doldu.

Herkesin emek vererek oluşturduğu ve doğruları arkasında işkence, zindan, firar, sürgün, iltica hallerine düştüğü THKP-C(Acilciler) örgütünü küçük düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. Buna yeltenenler binlerce belgenin tokadıyla yere serileceği bilinmelidir. Örgüt bir değerler birliğidir, bu değer programında ifadesini bulan (ki, örgütümüz Türkiye devrimci örgütleri arasında en erken siyasal bir program sahibi olan örgüttür) siyasi doğruları eleştirilebilir. Bu doğruların arkasında tüm gücüyle durup durmadığının eleştirisi ise yöneticilerine yöneltilir örgüte değil.

Örgüt, kongre ya da konferansla bu doğruları yöneticilere teslim etmiştir, gerisi onlara aittir. Eleştirilerin oku bu durumda yöneticileredir. Bu da görevlerin yerine getirilip getirilmediğine, imkanların rasyonel kullanılıp kullanılmadığına vb yöneltilir. Yöneticileri eleştirmek yerine ortak değerler bütünü örgütü karalamak ve küçük düşürmeye çalışmak ise hiçbir şekilde iyi niyetli olamaz. İtirafçı Engin, kinlerini örgütümüze karşı kusarken bu hataya düşmüştür.

Bu satırların yazarının duruşu da, böylesi bir durumda doğan cevap hakkından kaynaklanmaktadır. Bunu da sorumluluğu gereği yapmıştır.

Talebi olmamasına karşın bu satırların yazarı cevap hakkını, saldırının vuku bulduğu sütunlarda vermesi gerekirdi.

Ancak, ne Nazilerin Dimitrova verdiği savunma hakkından ne de en ilkel burjuva hukukunun tanıdığı bu haktan haberi olmayan Pol Pot’çu kafaların, fi tarihinde bu örgüte kattıkları değerlere karşı duruşlarını sorgulamak, artık kendilerine düşen bir sorumluluk gibi durmaktadır.

Bu satırların yazarı böylesine düşmüş insanlara hiçbir zaman şahıs olarak saldırmayı uygun görmez. Düşmüş bir kez. Buna rağmen siyasal bir görüşü varsa bu görüşlerle sorunu olsun ister.

Nitekim, kendi kulvarımda, siyasal yazılarım bloğumda ve hala yayınlanmakta olan ATAK dergisinde ve değişik sitelerde yer almaya devam ediyor.

Engin’in ifadesi, aynı zamanda Engin’in karakteridir de. Siyasal olarak çizdiği inanılmaz zikzakların kaynağında bunun önemli etkileri vardır. Bu zikzakların bilançosuyla da ilgili değilim. Muhatabım da hiç değildir. Benim yolumda halkımın kimlik hakları, ülkemin özgürlük ve demokrasi mücadelesi için ortaya konması gereken siyasal duruşlar vardır. O “Bulgaristan’da sosyalizmde kapitalizme geçiş”le uğraşsın.

O kendini açıklama derdinde. Varsa ilgili bir siyasal etkinliği ve aktif bir okuyucusu, siyasal renk armonileri içinde Engin’in ne dediğini anlamaya çalışsın. Biz bu sorunu çok uzun yıllar önce aştık; siyasal programımızı, yönelimlerimizi ve yapacaklarımızı temel yönleriyle belirledik. Kimseyle şahsi bir sorunumuz da yok.

Bu noktada sorun kişinin görüşlerini ilerletmesi, değiştirmesi değildir. Sorun bu değişimi ve ilerlemeyi geçmişin birikimleri üzerinde yapıp yapmadığıdır. Engin’in siyasal zikzakları, araziye uyma kaygısıyla, bulunduğu çevreden etkilenme üzerine kurgulanmıştır. Bunun için aslı dururken taklidine kimse önem vermemektedir.

Engin, kendi emekleriyle edindiği bilgilerin sentezini soyutlayarak bilince çıkaran biri değildir. Ezberlerin, okuduğu kitapların özetleriyle eklektik bir tablo sergileyendir. Bu açıdan onu bir yere oturtabilirseniz de, kendine ait bir yerde bulamazsınız. Bu yüzden yazdıklarıyla çizdikleriyle hiçbir zaman orijinal değildir.

Bunu anlamak için dönün bakın, ortaya koyduğu siyasal yaklaşımlar etrafında bir tek örgütsel etkinlik bulamayacaksınız.

Siyasal çabaların amacı, insan ve doğanın yaşam ve gelişiminin ve buna ait tüm verilerin belli dengeler içinde sağlanmasına yöneliktir. Bu amacın tarih içinde gerçekleşmesi ne ansiklopedik bilgi sahiplerince ne de büyük filozoflarca olmuştur. Bu süreç, bilgi birikimlerini özümsemiş, soyutlamalarıyla geleceğe ilişkin sonuçlar çıkartabilmiş, kitleleri o yöne kanalize edecek etkin siyasal kadroların yükselteceği bir süreçtir. Bu süreçte bilgiyi etkinliğinden soyutlamış, bir içsel algı, geviş getirme olayı olarak ele alanlar ise, ezelden ebede kadar süren kahredici yalnızlıkları, etkinsizlikleri ve silik kişilikleriyle dengesiz ve kontrolsüz olarak kalırlar. Bu süreçte tanık olduğumuz dengesizliklerin kaynağında bu doku vardır.

Hiç düşündünüz mü? Örgüt tarihi anlatılıyor ama bu örgütün merkez yayın organı CEPHE’nin esamisi okunmuyor. Neden?

Çünkü onu bilmiyor, onunla ilgili bir emeği yok. Onun için Enver Hoca’cı yöntemle, CEPHE’yi tarih panosundaki yerinden siliyor. Bu vasatın neresini muhatap alacağız. Bilen varsa beri gelsin..

İtirafçı Engin’in bittiği yerde tas tamam burasıdır.



20 Ağustos 2008 Çarşamba

8 SORU, 8 CEVAP ( Pedegoji,Dil ve Aile hakkında)

Pedagoji, Dil ve Aile







Pedagoji, Dil ve Aile Hakkında:

8 Soru, 8 Cevap

Faiz CEBİROĞLU

Pedagoji, çocuk eğitimi, dil ve aile üzerine bana sürekli sorular geliyor. Türkiye’den ve Türkiye dışından bana gelen soruları, konularına göre seçip, topluca yanıtlamak istiyorum:




Soru 1: Sayın Faiz Cebiroğlu, sizleri, yazdıklarınızı , yaklaşık olarak üç yıldır değişik gazete, dergi ve sitelerde okuyor ve takip ediyoruz. Pedagoji / çocuk eğitimine ilişkin çok ilginç görüşleriniz var. Bunları sizlerle konuşmak istiyoruz. Ama önce şunu öğrenmek istiyoruz: Pedagog / pedagoji nedir? Kısaca tanımlar mısınız?

Cevap 1: İlginiz için sizlere çok teşekkür ediyorum. Kavramlardan başlamak, kavramları tanımlamak çok önemlidir. Cevaplara böyle başlamamız yerindedir.

Bildiğiniz gibi hiç bir şey yoktan var olmuyor. Pedagog / pedagoji kavramları da yoktan var olmadı. Bunlar belirli bir tarih sürecinde ortaya çıkan kavramlardır. Tarihsel olarak ”pedagog” sözcüğü, Grekçe’den (Yunanca) ”paidagogos’dan gelmektedir. Bu şu demektir: ”paidos”: çocuk. ”agos’ta: rehber, yol gösteren oluyor. Bu anlamda; eski Yunan’da asillerin çocuklarını, evden okula, okuldan da eve götürüp / getiren köleye / kölelere ”paidagogos” ; okullarda bu ”asil” çocukları yetiştirmekle görevli olan öğretmenlere de ”paidaia” deniyordu.

Bu kökenden hareketle pedagoji kavram olarak 1700 yıllarda hem Alman, hem de Fransız düşünce felsefesine girmiş oldu. Buraya damgasını vururken, kavram, direkt Grekçe’den çevrilip; ”çocuk yetiştirme, yapılandırma / biçimlendirme sanatı” anlamında kullanıldı. Bu bağlamda pedagoji; çocuğu en güzel bir şekilde, bir bütün olarak yetiştirme / yapılandırma öğrenimi oluyor. Pedagog / pedagojinin anlamı kısaca budur. Yani, çocuk yetiştirme sanatıdır.

Soru 2: ”Çocuk yetiştirme / çocuk yetiştirme sanatı”, diyorsunuz. Oysa ki, Türkiye’de genellikle ”çocuk terbiyesinden” bahsedilir. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Cevap 2: Teşekkür ediyorum. Yerinde bir müdahale ve yerinde bir sorudur. ”Çocuk yetiştirme” ile ”çocuğu terbiye etme” ayrı ayrı şeylerdir. Çocuğu yetiştirmek demek;

Çocuğun karşılıklı olarak yetişmesi, yetişim ve gelişimde hem çocuğun, hem de çocuğu yetiştiren ”sorumlu yetişkinlerin” sözü olması demektir. Böylesi bir birliktelik ile çocuğun, özgür, bağımsız, yaratıcı bir şekilde yetişmesi oluyor. Bu, ceza, disiplin, kontrol yerine, çocuğun aktif gelişim ve açıklamalı öğrenime dayanır.

Çocuğu terbiye etme, ise farklıdır. Burada çocuk ”küçük bir yetişkin” olarak kabûl edilir. Çocuk devresi diye bir şey yoktur. Burada çocuk, ailenin sözü dışına çıkmayan ve her dediklerine ”evet” demek zorunda kalan bir yaratıktır. Çıkarsa, ”iyi terbiye edilmemiş” demek oluyor. Bu da ”ceza” demek. Çocuğun hem psikolojik, hem de fiziki olarak cezalandırılması demektir. Bu, bir.

İkincisi, ”terbiye” sözcüğü, artık günümüzde kullanılmaması gerekiyor. Hâlâ bu sözcüğün Türkiye’de kullanılması büyük bir ayıptır. Evet, haklısınız; halk arasında, günlük yaşamda sık sık duyarız: Çocuğun iyi terbiye edilmemiş, diye. Türkçesi şu oluyor: Terbiye(!) için yeterince ”ceza” ve ”dayak” yememiş oluyor.

Tekrarlıyorum; yaşadığımız bu çağda, hâlâ ”terbiye etme” den bahsetmek, hem ayıp, hem de utanç verici bir durumdur. Artık buna son vermek gerekiyor.

Soru 3: Sayın Cebiroğlu, yazdığın ve savunduğun ”çocuk yetiştirme sanatını” kimler, hangi kadrolar uygulayacak. Şuan Türkiye’de böylesi kadrolar yok. Ayrıca ”devlet” bu konuda ön adım atmazsa, bunları nasıl hayata geçireceğiz?

Cevap 3: İşte sorunda budur. Türkiye’nin en büyük handikabı, eğitimin hâlâ devletin elinde olmasıdır. Önce bunu düzeltmek gerekiyor. Yani ilk yapılması gereken, eğitimin yerel yönetimlere, belediyelere terk edilmesidir. Bakın, Türkiye dışında, eğitimin devletin elinde olduğunu göremezsiniz. Dünyanın her tarafında, eğitim devletin değil, yerel yönetimlerin belediyelerin elindedir. Bu açıdan, Türkiye, bu alanda köklü bir değişikliğe girmesi kaçınılmaz oluyor. Buna ”paradigma değişimi” demek tam yerindedir.

Böylesi bir kopuşta, Türkiye’de etnik kökene sahip olan herkes kendi anadilinde duygularını ifade etmeli; eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum.

Bir düşünün; Kürtçe hâlâ yasak!Bu utanç verici bir durumdur. Yaşadığımız bu çağda, anadili yasaklamak, zulümlerin en büyüyüdür. Bunlara derhal son verilmelidir!..

”Vatandaş Türkçe Konuş!”


"Resim: Serpil Odabaşı"

Soru 4: Ülkemizde resmi dil olarak, Türk dili olması nedeniyle okullarda her gün çocuklara, ”Türk andı” söyletiliyor. Kürt, Arap, Laz, Arnavut, Boşnak, Ermeni… çocuklar haklarını bilmiyorlar. Öğretilmiyor. Buradan, çocuklar arasında ”ırkçılık” yapıldığı anlamı çıkar mı?..

Cevap 4: Evet, ne yazık ki, ırkçılık yapılmaktadır.Bakınız, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, ”çok dillik” ve ”anadilde eğitim” hakkını savunduğu için, görevinden alınmıştır. Yani, şuan Türkiye’de çok dilli eğitimi hayata geçirmek bir yana, savunmak dahi suç oluyor. Bu, bir.

İkincisi, diller mozaiği Anadolu’da , resmi Türkçe dışında tüm diller; Kürtçe, Arapça, Lazca, Zazaca, Arnavutça, Ermenice, Boşnakça, Çerkezce….ezilmek, ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bunu şiddetle reddetmek gerekiyor. Dilleri, anadilleri yasaklamak, anadilde eğitim hakkını engellemek, bir insanlık ayıbıdır. Suçtur! Asıl suçlu olan bu ilkel politikada ısrar edenlerdir.

Ama ne yazık ki, yıllardır, “resmi dil – resmi ideoloji” adı altında, Anadolu’da hem ırkçılık yapılmakta, hem de Türkçe dışında diğer diller inkâr edilmek istenmektedir. Müsaade edin bir parantez açayım: Diyarbakır Kayapınar Belediyesinin 5 parka vermek istediği Kürtçe isimler dahi kabûl görmüyor. Reddediliyor. Berfin ( Kardelen) yasak. Nefel (Yonca) yasak. Daraşin (Yeşil Ağaç) yasak. Beybun (Papatya) yasak.. Yasak ve yasaklar devam ediyor. Bu zulüm yetmezmiş gibi, yıllardır, Kürtçe diye bir dilin olmadığını ispat etmek için, sözüm ona ”dilbilimcileri(!)” dahi görevlendirilmiştir.

Ve bu ırkçılık, ve bu ayrım, devam ediyor…

Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Yaşıyor. Tekrarlıyorum: Hâlâ Kürtlere ”dağ Türkü”, Araplara da ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşıyoruz.

Kendimden bir örnek vereyim: Anadilim Arapçadır. Doğal olarak, Türkçeyi, Arapça aksanıyla konuşuyorum. Bir düşünün,-ben- Arapça aksanımdan dolayı, defalarca kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı karşıya kalan birisiyim…Unutmamak gerekiyor, böylesi bir bakışı ve ortamı yaratan, hiç kuşkusuz, ”tek dil, resmi dil: Türkçe” politikasıdır.

Soru 5: Sayın Cebiroğlu, bizler de öğrenmek istiyoruz. Birden fazla dilin resmi olduğu ya da öğretildiği ülkeler var mı? Örnek gösterebilir misiniz?

Cevap 5: Türkiye’de yanlış anlaşılan bir durum var. Önce bunu düzeltmek gerekiyor: Çok dillik, devletin parçalanması demek olmuyor. Aksine devleti ve halklar arasındaki kardeşliği pekiştirir. Bugün Avrupa’da ”tek devlet yönetimi” altında ama ayrı ayrı diller konuşan birçok ülke vardır. Bakın, yıllardır Avrupa’da, diller arasında yaşıyorum. Yıllardır Avrupa’da çocukların dillerle, kelimelerle dünyayı nasıl fethettiklerini yakından biliyorum. Şöyle ifade edeyim: Avrupa’da çocuklar daha küçük yaştan, belediyelere bağlı okullarda ”kendi dillerinde” eğitim almaktadırlar. Ôrnek mi istiyorsunuz? Çoktur:

Örneğin Belçika; bu ülkenin, Nederland (Flamanca) Fransızca ve Almanca olmak üzere üç resmi dili var ve çocuklar her üç resmi dilde eğitim almaktadırlar.

Keza, İsviçre. Yine bu ülkenin , Almanca, Fransızca ve İtalyanca olmak üzere üç resmi dili vardır. Her eyalet, belediyelere bağlı okullarda, çocuklara kendi dillerinde eğitim verilmektedir.

Ayrıca Finlandiya, Büyük Britanya, Danimarka ve birçok Avrupa ülkesinde, bu böyledir. Saydığım bu ülkelerde diller ”tek devlet yönetimi” altında verildiğini unutmamak gerekiyor. Bu örnekler Türkiye için de geçerlidir.

Kadrolar meselesi; bu alanda uzman olan çoktur. Önce kendimi örnek göstermek istiyorum. Avrupa’da pedagog / eğitimci olarak çalışmaktayım. Bu alanda büyük bir deneyime sahibim. İlerde Türkiye’de yapılacak köklü eğitim reformunda ben de yer almak istiyor ve katkıda bulunmak isterim. Yeter ki bu alanda adım atılsın. Yeter ki, girişimlerde bulunsun. Benim gibi düşünen onlarca eğitimci arkadaş vardır. Yani kadro vardır…

Artık, Anadolu halklarını ayıran ve halklar arasında düşmanlık tohumu eken bu ”resmi dil – resmi ideolojiden” biran önce kurtulmamız gerekiyor.

Soru 6: Siz çocuk dilinin sanatını “kanaviçe” gibi işleyen bilim adamı olarak, etnik kökenleri farklı olan çocuklar, evlerindeki ”anadil” ile okul ve yaşadıkları yerlerdeki ”tek-dil” arasında sıkışıyorlar. Bu konuda görüşünüzü açar mısınız?




Cevap 6: Dil, anadili, birden fazla dillik üzerine çok yazdım. ”Eylemsel Yetke” kitabımın 2. bölümü hep bu konular üzerinedir. Tekrar pahasına da olsa, hızlı bir şekilde şunları söyleyebilirim:

Bir insan, yaşadığı ülkede, iki dilli ya da çok fazla dilli olur. Öğrenir. Bir ülkede birden fazla resmi dil de olur. Yukarda başka ülkelerden örnekler de verdim. Önemli olan, böylesi bir ortamın ve imkanın yaratılmasıdır. Unutmamak gerekiyor, herkes kendi anadili yanında, ikinci, üçüncü… dili de öğrenir. Çocukların böylesi yetenekleri vardır. Hatta, birden fazla dil öğrenen çocukların, tek dil bilen çocuklardan daha yetenekli olduğu ispatlanmıştır. Bu, bir.

İkincisi, yaptığım tüm araştırmalarda, şunu gördüm: Kendi anadilini tam olarak öğrenmeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun ”resmi dilini”de tam olarak öğrenemiyorlar. Basit bir örnek vereyim:

Danimarka’da farklı etnik kökene sahip çocuklar arasında ( Türk, Arap, Kürt, Somali, Tamil gibi…) da çalışıyorum. Çocuklar üzerine yaptığım testte, Danimarka’da, Danca’yı ( Danimarkaca) en iyi bilen, en iyi konuşan,”anadillerini en iyi bir şekilde öğrenen” çocuklar arasından çıkmıştır. Bu sonuç, çok önemlidir. Tek dil ya da hiç bir dili tam öğrenmeyip, ”iki dil arasında sıkışıp kalmaya” en güzel bir örnek ve cevap oluyor.


Ne paradoks; Türkiye’de tek resmi dil, Türkçede ısrarlar devam ederken; ben Danimarka’da Anadillerin kaybolmaması için mücadele ediyor: Türk, Kürt, Arap, ve diğer etnik kökene sahip olan çocuk velilerine, çocuklarınıza ”anadillerini” öğretin, diyorum!..

Soru 7: Sayın Cebiroğlu, ”Aile devrimi yapılmalıdır” kavramını ilk kez sizlerden duyduk. Bu konuyu açar mısınız?

Cevap 7: Aslında bu kavramın anlamını, tam açmış değilim. Bu kavram, Anadolu’da yaptığım gezilerde, ailesel toplantılarda ortaya çıktı. Ben insanlar arasında çalışıyorum. Bu anlamda kendimi ”sosyal işçi” olarak nitelendirebilirim. Sosyal bir işçi olarak, yaptığım gezilerde ortaya çıkan izlenimler beni, Türkiye’de ”aile devrimi yapılmalıdır” sonucunu çıkarttı. Bu ne derece doğru, tartışılır ve tartışılmasını istiyorum. Bu, birinci noktadır.

İkincisi şu:

Kavramları, fikirleri yaratan, somut koşullardır. Bu anlamda, sürekli gelişen ve değişen dünyamızla adım adım ilerlemek için, sürekli bu değişikliğe cevap veren / verecek olan yeni fikirler ve kavramlar yaratmak gerekiyor. ”Aile devrimi” kavramı, bu ihtiyaçtan da doğdu. Bana göre, Türkiye için, ileriyi gösteren ve buna işaret eden bir kavramdır. Yani ilerde büyüyecek ve aile sahibi olacak çocuklarımızın, alacakları demokratik / katılımcı bir yetişim tarzı ile gelecekte yapacakları ”radikal değişmeyi” devrimi ifade eder, bu kavram.

Bu bakışla, aile devrimi: ailenin toplumda ve değişik iş yerlerinde, var olan ”otoriter yapılanmadan” kurtulması demek, oluyor.

Bu bağlamda, bu aile devrimi yolunda, çocukları, ”dışsal” değil, ama ”içsel” bir iradeyle, ”öz-duygu” ve ”öz-güvenle” yetiştirmek, tek tek ailelerin görevi oluyor.

Bu yetişim sürecinde çocuklar, öz-güven kazanarak ve kazandıkları bu öz-güvenle, düşünmeye, hissetmeye, istemeye ve seçimlerini ”kendi öz-duyguları” ile, eğitim ve öğrenim yaşamlarında, toplumsal yaşamda, aile yaşamı ve değişik meslek alanlarında yapmaya yönelmeleri demek oluyor. Bu, çocukların nitel ağırlıklarını göstermesi demektir.

Belki akla şöyle bir soru da gelir:

Aile burada, bu devrimci yetişim sürecinde, çocukların böylesi bir ”öz-güven” ve ”öz-duygu” kazanmaları için, nasıl ”kurtuluşçu” bir rol, bir etkide bulunurlar?

Bu, yukarda da kısmen bahsettiğim, demokratik / katılımcı yetişim tarzıyla sağlanır. Yaratılır. Bu yetişim tarzı, çocuğun, ”içsel bir iradeyle” meraklı ve yaratıcı bir şekilde yetiştirilmesi oluyor. Unutmamak gerekiyor, zaten çocuk, doğuştan aktif, meraklı ve yaratıcıdır. Ama doğal olarak, şimdilik, yaşam deneyimden yoksundur. Bu yüzden, yardım, destek ve ihtimama ihtiyacı vardır. Bu şu demektir:

Çocuk hangi yaşta ve aşamada, neye ihtiyacı var?

Çocuğun yakın gelişme bölgesi nedir?

İşte bunları göz önünde bulundurarak, çocuğu sahip olduğu evre / evrelere göre yetiştirmek, destelemek ve geliştirmek oluyor.

”Eylemsel Yetke” kitabımda da yazdım: Her gelişim karşılıklı ve birlikte olur. Çocuk, önce ”inter-aksiyon” ruhuyla gelişir. Daha sonra, ”intra-aksiyon” bir hal alır. Öz kimlik elde eder. Kendine güveni, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir. Böylesi bir etkiyle, karşılıklı etkiyle, (inter-aksiyon ve intra-aksiyon) çocuk , ailede, aile dışında, toplumda ve değişik meslek alanlarında nitel ağırlığını gösterir… Aile evrimi ve devrimi budur. Bunu düşündüm ve düşünüyorum.


Soru 8: Sayın Cebiroğlu, söylediklerinizin Türkiye’de gerçekleşeceğine inanıyor musunuz?

Cevap 8: Elbette inanıyorum. İnanmazsam bu konular üzerine niye kafa yorayım? Yalnız dilde değil, dille birlikte, çocuğun bireysel, sosyal, entellektüel, devinimsel, estetik ve tüm alanlarda
yani çocuğun ”topyekûn” gelişimine yanıt verecek bir pedagojinin Türkiye’de olacağına inanıyorum. Bunun için mücadele ediyorum. İnanıyorum. İnanmaya da mecburum!

Şuan ki karmaşıklık Türkiye’sinde endişenizi anlıyorum. Burjuvazi arasındaki çelişkiler ve iktidar kavgası var. Haklısınız. Belki pedagoji alanında ”hemen, şimdi” bir radikal değişiklik olmaz. Ama ilerde mutlaka olur. Olacaktır. Ben yazarken, ileriye bakıp yazıyorum. Bu radikal değişimi, geleceğin büyükleri olacak, çocuklarımız yapacaktır. Dikkat ederseniz, tüm yazdıklarım çocuklar içindir. Çocuklara yazıyorum. Belki de daha doğmamış çocuklara yazıyorum.Onun için; çocuklara inanıyorum; bu yüzden umutluyum! Çocuklara inanıyorum; bu yüzden de mutluyum, diyorum.

-----------------------

(*) Başka sorular da vardı: ”Kadın”, ”Kadının Toplumsal Sorunları”ve ”Kadının Kurtuluşu” gibi… Bunları başka bir zamanda ele almak istiyor ve yanıtlamak istiyorum.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

ARAP HALK BİLDİRGESİ

Mihrac Ural

Nisan 1996
Düşünceye saygılı olup, düşünce özgürlüğüne inananların; insan haklarına, kültürel haklara, toplumsal yaşamın doğal ifadesi olan kolektif kimliğin anlatımı ulusal var oluşa ve bundan doğan siyasal-demokratik haklara saygılı olmaları kaçınılmazdır.
Yaşamı bu düzeyde kavrayanlar, sessiz olan çoğunluk içinde eriyor olsalar da, gerçekçi dönüşümlerin ana dinamiği olacak kadar güçlü olduklarına inanıyorum.
Cahilin cüretiyle seslerini yüksekçe duyuranların ilkel statülerde direnerek, savaşları kışkırtmaları, barışı engellemeleri, coğrafyaların doğal toplumsal, kültürel dengelerini dikenli tellerle bozmalarının kalıcı olmadığına inanıyorum.
İşte bu iki güç arasında süren toplumsal yaşam çelişkilerinin, siyasal sonuçları ilkel statükoculara rağmen, barıştan, coğrafyalarının doğal kültürel, ulusal dengelerden yana oluşacağını görüyorum. Bu inançla coğrafyasının Türkiye sınırları içindeki bölümünde yaşayan Arapların hak ve hukuk davasının ilan edilme zamanının yeniden gündeme girmesi gerektiğini belirtiyorum. Bu hak için 1930´lu yıllar boyu mücadele eden kuşağın mirasçıları olarak bu görevi yerine getirmek üzere halkımın hak ve hukuk bildirgesini ilan ediyorum.

-I-
Bir haktan söz ediyorum. Bizimle ortak düşünmeyenler olabilir. Ancak tarih önünde ve halkımız nezdinde kendimize düşeni söylemek ve yapmak durumundayız Bu satırlardan Türkiye´de bir Arap ulusal sorunu olduğunu, eski kuşakların mirasçıları olarak bu gün yeniden hatırlatıyoruz. Bu sorunun yakın dönemde, Türkiye’nin siyasi gündemini belirleyecek ölçekte derin ve geniş kapsamlı olduğunu da hatırlatıyoruz.
Bu gerçeği belirlemekle halkımızın zorlu ve acı günlere sürüklenmesini asla istemiyoruz; acı çekmenin bir erdem olduğuna inanmıyoruz. Ancak milyonlarca insanın kolektif kimlikleriyle ilgili bir gerçeğin dile getirilmesinde katlanılması gereken zorlukları da çok iyi biliyoruz. Bunları söylerken, dün farklı azınlıklara ve bu gün Kürtlere yaşatılan zorluğun halkımıza da dayatılabileceğini açıkça hesaba katıyoruz.
Türkiye´de hak aramanın neye mal olduğunu bilmeyen yoktur. Şahıs olarak ben ve dava arkadaşlarım, buna yıllarca katlandık ve katlanmaya devam ediyoruz. 70´li yılların ünlü 141-142. Maddelerinden dolayı binlerce insan gibi düşünce suçlusu olarak, cezaevlerinde acı çektik. Elbette ki, aynı acılara halkımızın da maruz kalmasını istemiyoruz. Ama bu durum, halkımızın hak arayışı önünde bir engel olamayacaktır. Haklı davasında halkımız, kuşaklar boyu sürecek fedakarlıkların sunulmasından geri kalmayacaktır.
Bir ulus olarak Araplar, son yüz yılın en büyük acılarını değişik coğrafyalarda çekti, parçalandı, sömürgeleşti, toprakları küçücük aşiretlere peşkeş çekildi. Bu adaletsizliklerin yarattığı acılar hala sürüyor. Ancak bu büyük ulus, tüm görkemi ile insanlığın düşünsel değerlerine katkılarıyla, dünya ulusları arasında dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Diğer boyutta, Arap ulusu coğrafyasının her yöresinde baskılara ve acılara karşı asla boyun eğmemiş, direnişi ile dünyanın tüm mazlum halklarına haklı davada alınması gereken tutumun ne olduğunu göstermiştir; Filistin direnişinin ölümsüz destanında bu kahramanlık yeterince dile gelmiştir. Bu izi sürdüren yeni direniş odaklarının ardı sıra yükseldiğine de, insanlık tanıklık yapmaktadır.
Türkiye´deki Araplar olarak, hiç istemesek de tarih bize bunu reva görürse, ulusumuzun gelenek ve göreneklerindeki hak mücadelesine layık direnişi yükseltmekten geri kalmayacağımızı onurla söylemeliyim.
Ancak biz, Ulusal coğrafyasından zorla, uluslar arası kurallara aykırı olarak, peşkeşlerle bölünmüş olmamıza karşın, yeni coğrafi bölünmelerin peşinde değiliz. Coğrafyamızın bölünmesini istemiyoruz. Bundan dolayı kimsenin düşmanlığını da kazanma hevesinde değiliz. Ayrıca, bir ulusun üstünde topluca yaşadığı coğrafyanın bölünmezliğine inanıyoruz. İnsanlık tarihinde devletlerin, siyasi idarelerin parçalanıp bölünmesine karşın, halkların yaşadığı coğrafyaların hiç bir güç tarafından bölünemediğini biliyoruz; kimilerinin bir zaman dilimi içinde askerlerini bir yerlere dikerek çektiği dikenli tellerle coğrafyanın bölünemeyeceği gerçeği, bu satırların taşıdığı anlamda da açıkça belgelenmektedir.
Dünyanın tüm halkları, bu yerkürede kendine bir coğrafi alan seçerek orada yerleşmiştir. Yerleşim coğrafyalarında değişim ise çok azdır. Değişim olmuşa da coğrafyanın parçalanması şeklinde değil, değiştirilmesi yönünde olmuştur.
Dikenli tel, güçlünün askeri konumlandırılması ya da uluslararası kimi konjonktürlerden yararlanarak gerçekleşen harita değişimi, hiçbir ulusun coğrafyasını bölmez ya da birilerine mülk yapmaz. Bu dengeler değişir ve beraberinde tüm sonuçları da değişir. Ama sonuçta coğrafya, ait olduğu ulusa kalır; bölünmez. ve bir ulusal topluluk kendi kimliğini, gerçek manasıyla korudukça er ya da geç kendi coğrafyasının da yöneticisi olur.
Hiç erişilmez, zaman aşımına uğramış gibi sanılan bu sonuçları belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın, hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını da ayrıca belirlemek gerek. Üstünden yüz yıllarda geçse, hak sahibini bulur. Bunun için hak sahibi uluslar, haklı davaları uğruna mücadele edecek yeni nesilleri yaratmaktan geri kalmazlar. Coğrafyamızı 300 yıl işgal eden Haçlılar ve 400 yıl işgal eden Osmanlılardan bugün bir eser kalmamışken, Arap ulusu kendi coğrafyasında dimdik ayaktadır.
Bugün bu satırların yazarı, kendisi gibi düşünen Arap aydını, militanı ve halkı adına bunları on yıllar sonra, Türkiye’nin ilhak ettiği Arap ulusal topraklarında gündeme getiriyorsa, bu halkın haklarını görmemezlikten gelip yok saymanın mümkün olmayacağı açıktır.
Bundan 17 yıl önce bu sorunu dile getirdiğimizde, Türkiye solu başta olmak üzere hiç bir siyasi çevrede bu gerçeği bilen, gören ya da gündem konusu olacak bir tarzda ele alan kimse yoktu. Hatay Sorunu, eskimiş bir tarihti ve gömülmüştü. Yeniden dirileceğine çok az sayıda kişi inanıyordu. Yoldaşlarımızla bu günlere, Türkiye solunun yoğun milliyetçiliğinin töhmetleri ve sığlığından gelen sataşmaların ateşi altında geldik.
Bugün aynı sol, milliyetçi ikiyüzlülüğüyle, bu haklı davanın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılabileceği gerçeğin yadsıyıp, hafife alma eğilimi içindedir. Henüz her şeyin yeni başlıyor olmasına karşın; sağından, soluna, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Millet Meclisi ve partilerine dek her alanda hızla gündeme yerleşme eğilimi gösteren bir Arap ulusal sorunu artık belirmiş oldu. Bir kez ufukta kara görülmüştür. Dipten gelen bu sarsıntı, yüzeye büyük dalgalar halinde yansıyacağının işaretlerini vermektedir. Bu gerçeğin izlerini görmemekte ısrar edenlerin inkarcı yaklaşımları, bu yükselişi engelleyemeyecektir; yakın dönemde Kürtlerin varlık olarak inkar edilmesinden bu güne geçen sürede ortayla çıkan gelişmeler Türkiye’de Arap halkının davasına da önemli bir kıyastır.
Halkım, Türkiye’nin güney coğrafyasında kendi doğal ulusal topraklarının kuzeyinde, Akdeniz şeridinin önemli bir kısmında, Torosların güney yamaç ve düzlüklerinde yaşıyor. Ne Kıbrıs, ne Trakya ne de Bulgar Türkü kadar birkaç on bin değil, dünyadaki birçok devletten daha çok olan, 4 milyonu aşan nüfusuyla, kendi coğrafyasında, ulusal kültürüne konan her türlü yasağa rağmen Arap olarak yaşamını sürdürmektedir. Türkiye´de; diğer örneklerde de görüldüğü gibi yasak, Arap halkının kültürünü yok edememiştir. Türkiye´de kendi şehirlerinde Arapların tepkisiz gibi görülen yoğunlukları, kimseyi, bu halkın hakları üzerine ölü toprağı atma hatasına sürüklemesin. Buna yeltenenler yanılgılarının ilk işaretini bu bildirgeyle anlamaya çalışmalıdır.
Sonuçta Araplar da haklarını bir listede dünya kamuoyuna, kendi ulusuna ve yaşamakta olduğu siyasi yönetim altındaki tüm ulus ve halklara ilan edecektir. Bu atılım, kaçınılmaz bir adım olarak önümüzde duruyor.
Biz Araplar bu topraklarda, başkasına yamanmaya, bölücülüğe, parçalanmaya, başkalarının zararına ve dostlukların tahribatına geçit vermeyeceğiz. Bölücülükle de suçlansak; dostluğu, birliği ve barışı temel alacağız. Kimlik haklarımız için düşman değil dost arıyoruz.
Bunu da, Uluslararası anlaşmalarla onaylanmış haklarımız ve bundan kaynaklanan özgürlüğümüzün ifadesi olacak kimlik haklarımızı istiyoruz. Bu hak masumdur, sahipleri için de yaşamsal mahiyettedir ve uğruna direnmeye değerdir. Bu satırlar bu adımın habercisidir.
-II-
Araplarla ilgili olarak ele alınan uluslararası anlaşmaların en önemlisi Lozan Anlaşmasıdır. Lozan´dan önce, Lozan anlaşmasında anılan ve uluslararası anlaşma kapsamına böylece giren 20 Ekim 1921 "Türk-Fransız İttilafnamesi", Lozan´dan sonra 30 Mayıs 1926 "Ankara Bağıtı(Türkiye-Fransa)", 3 Mayıs 1930 "Sınır Protokolü (Türkiye-Fransa)" ve 29 Mayıs 1937 de "Sancak Ayrı Varlığı (Entitè distincte)" ile ilgili Milletler Cemiyeti Konseyinin kabul ettiği bağıt, bu hakların dile geldiği, resmi, uluslararası onaya sahip birer belgedir. Bunlar dışında uluslararası resmi onay almamış olan hiçbir anlaşma meşru değildir. Milletler Cemiyeti Konseyi´nce de onaylanmayan Fransa ve Türkiye arasındaki özel-ikili anlaşma ve protokollerin bağlayıcı bir yanı yoktur; özellikle Milletler Cemiyeti yasasının 18. Maddesi uyarınca, kütüğe kaydı geçirilmeyen 23 Haziran 1939 Türk-Fransız ortak demeci (Dèclaration Commune) ile dayatılan ilhak anlaşmasının, ne uluslararası hukuka uygunluğu ne de gerçekçi ve kabul edilir bir temeli vardır. Bu bir yandan bu anlaşmalarda Arap tarafının olmayışı kadar, Fransa’nın Arap topraklarını işgal eden bir güç olarak elde ettiği Mandaterlik Hukuku açısından Arap halkı adına bağlayıcı bir karar alma hakkı ve yetkisinin olmayışındandır. Hatay devletinin lağvedilmesi bile Lozan anlaşması ve 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesi’nin ihlali ve uluslararası anlaşma standartlarına aykırı bir girişim olarak dayatılmıştır.
Mandater devlet olarak Fransa’nın, kendi çıkarları için Türkiye ile daha sonraları yaptığı anlaşmalar, ticari bir meta alış verişinden ibarettir. Arapları bu anlaşmalarda bağlayacak hiç bir şey yoktur.
Bu gerçek, Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olan 1922 Manda Yasasıyla da sabittir. Fransa’nın (o zaman Suriye ve Lübnan’ın Mandateri olarak) mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği bu ülkelerin topraklarının tümü ya da bir kısmını başkasına devir etmesi ya da kiralaması mümkün değildir. Ayrıca aynı yasanın 18. Maddesi gereğince de, Mandaterlik yasasında bir değişiklik için başkalarının değil, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin karar alması gerek. Bu durum, Lozan Anlaşması ve onun içerdiği 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin sınırlarını aşan her davranışı ve ittifakı gayrı meşru sayar.
Bu yüzden, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin onayladığı (1923 Lozan anlaşması dahil, 1926, 1930, 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma, protokol, bağıt ve statü) Arapların hak ve hukukuyla ilgili tüm anlaşmaların mihveri olan 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin mantıki sonuçları olarak gündeme gelmiştir.
Bu noktada uluslararası anlaşmaların yükümlülüğünü, ilgili Arap tarafının yer almadığı ikili anlaşmalara mağdur etmenin yasal ve maddi bir dayanağı olamaz; Türkiye devleti tarafından övgüsü ve bağlayıcılığı sık sık yinelenen Lozan anlaşmasını aynı zamanda Türkiye devleti hükümranlığı altında yaşayan azınlıklar kadar Arap ulusal haklarının da önemli bir göstergesi olduğunu buradan bir kez daha hatırlatırız. Bu anlaşmaya sadık kalmak dahi, Türkiye´deki Arap halkının kendi coğrafyasındaki hakları açısından önemlidir.
Hiçbir ön yargı aramadan, birilerini milliyetçi-ırkçı ilkelliğin sorumsuz ve müphem söylemleriyle suçlamadan, biz Araplar kimlik haklarımızı talep ettiğimizi ilan ediyoruz.
Uluslararası anlaşmalardaki hakkımızı istiyoruz. Üstelik bunu bir bölgenin koparılması, bölünmesi olarak da ele almıyoruz. Lozan Anlaşması Kesim-I´de, 3. Maddenin 1. Bendinde "20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız İttilafnamesi´nin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır" çerçevesindeki hak ve özgürlüğümüzü, o günün özgürlük sınırlarında kalmak kaydıyla, kimseye ilhak olmadan kullanmak istiyoruz.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri açısından Atatürk gibi bir lider döneminde Lozan Anlaşması, bir zafer anlaşması olarak ilan edilmiştir. Bugüne dek bu ilan daha da yoğun övgülerle dile gelmiştir. Kutsanan bir anlaşma olarak, Cumhuriyetin Kabe’si sayılan Lozan Anlaşmasıyla utarlı olmak üzere, bu anlaşmadan doğan tüm hakların Araplara tanınmış olması gerekiyordu. Oysa Lozan´da belirlenmiş temel diğer haklar bir yana, dil özgürlüğüyle ilgili haklar dahi yadsınmıştır. Sevr öcüsünü bu ölçüde büyütenlerin, zafer ve yeniden doğuş diye ilan ettikleri Lozan Anlaşması’na bağlı kalmamaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin her dönemde tekrar eden bir handikabıdır.
Uluslararası camiada bu davranış, ortak ülkemize duyulan güvensizliğin de kaynaklarından biridir. Bu nedenle yukarıda dile getirdiğim temel haklar yanı sıra, bir ilk adım ve Arap-Türk ulusal toplulukları arasındaki güven yenilemesi amacıyla, Lozan Anlaşması’nın Kesim-III’te 39. Madde 4. Paragrafında dile gelen ve 37. Maddede mutlak bir hüküm olarak belirtilen dil özgürlüğünün Arapçaya tam kapsamıyla tanınmasını, anayasal, yasal kurumsal güvencelerle ve devlet bütçesin den alması gereken istihkakıyla birlikte korunup geliştirilmesini talep ediyoruz.
Lozan Anlaşmasının 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir ve tamamı şöyledir
Madde 37 - Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanımasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder.
“Madde 39- …
Türkiye vatandaşlarının hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde gerek din, basın veya her türlü yayın konusunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır." Diyor (Madde 39. Paragraf 4)
Bu verilerin ışığında her şey gayet açıktır. Arap halkının hakları dar ve geniş anlamıyla yok sayılamayacak ölçekte belirgin olup uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş ve güvence altına alınmıştır.
Türk ulusunun "Ulu Önder"i Atatürk´ün talimatı ve T.C´nin ikinci büyük şahsiyeti ve kurucularından İsmet İnönü´nün imzasını taşıyan Lozan anlaşmasına uymak umarız Türkiye yöneticilerine olduğu kadar, Türk ulusunun da vatanseverliğine gölge düşürmez. Kaldı ki, Arapların da vatanları olup, kayıtsız şartsız vatansever olacakları unutulmamalıdır.

-III-
Buradan sesleniyoruz :
Tek boyutlu olma ve başkalarını buna zorlamanın devri artık geçmiştir. Farklı uluslara mensup olmak, farklı kültürlerden gelmek hiç kimsenin ayıbı değildir. Tersine, bu türden farklı var oluşları zorla yok etmek, asimile etmek, tek boyutlu kılmak ayıpların en büyüğüdür.
İnsan haklarına yaklaşım da bu noktadan başlar. Biz Araplar, mensup olduğumuz ulusun bir parçası olarak, Türkiye´deki ulusal mozaiğin önemli renk ve dokusundan birisiyiz. Türk ulusunun kendi vatanseverliği ve ulusal çıkarlarına ilişkin hassasiyeti kadar, bizimde kendi ulusal çıkar ve vatanseverliğimiz konusunda hassas olduğumuz bilinmelidir. Ortaçağ yöntemlerinin, barbarca davranışların, zorla bir yönetim altında tutulmanın yarattığı tahribatı ancak bu farklı var oluşu kabullenip hazmederek giderebiliriz. Karşılıklı güvenin esası buna dayalıdır. Ortak ülkemizde özgürlük ve demokrasi için tek yol da budur. Arap halkının kimlik haklarının en önemli amacı ve varmak istediği tek sonuç, ortak vatanda özgürce ve demokratik güvencelerle birlikte yaşamaktır. Ortak ülkemiz zenginliğinin ifadesi olarak farklılıklarımızla barış içinde yaşamaya bir katkı amacı, kimlik haklarımızın temel amacı olarak belirlenmiştir.
Türkiye´de Araplar, coğrafyaları ve tarihsel ilişkileri itibariyle şehirli, uygar bir ulusal topluluktur. Mersin, Adana ve Hatay illeri başta olmak üzere, diğer Güney-Doğu Anadolu illerinde, 4 milyona yakın nüfusuyla Araplar, göz ardı edilmesi mümkün olmayan önemli bir kültürel kuşaktır da; siyasi yönetimin asimilasyonlarına karşın kendi ulusal kimliğini sürekli koruyabilmiştir. Bu halk Arap’tır ve bunun bulanıklaştırılmasına karşı duyarlıdır. Bu duyarlılığı uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını talep ederek, savunarak gösterme çabasındadır. Bu amaçla da tüm etkinliklerini yeniden organize etmeyi doğal hakkı olarak kabul eder.
T.C yöneticilerini, Anadolu´da yaşayan tüm ulusların, uluslararası yükümlülüklerden doğan haklarını bir an önce tanımaya çağırıyoruz. Bu bölücülük değildir. Bu topraklarda yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan, kimsenin zararına coğrafya bölücülüğü yapma ütopyalarına prim vermeyecek kadar uygar olan Arap halkının, haklı bir talebi olarak gündeme gelmektedir.
Dönüp Kürt Sorunu´na bakalım, oradan herkesin alacağı dersler var. Kürtlere uygulanan zulüm politikasının yanlışlığına tüm dünya tepki gösteriyor. Bunun için iki tarafta büyük kayıplar verdi. Haksız taraf gerçeği gördükçe, ağır bedeller ödeyerek geri adım atmıştır. Onurlu ve duyarlı Türk halkı, yanlış siyasetlerin yarattığı bu kayıpların farkına vararak baskısını artırmakta ve kardeş Kürt halkının haklı davasına bu yolla artan oranda destek olmaktadır. Bu tutumun bir uzantısı olarak, on yıllardır Kürt bayramı "Newroz"u yasaklamanın kalkması, Kürt realitesinin tanınması, Kürt dili için yeni yönelimlerin ortaya çıkması bu sürecin gidişatına önemli bir göndermedir. Türk halkının duyarlılığını ifade eden bu gelişmeler önemli ancak yetersizdir. Türkiye’de ne tek ne de ikili renk vardır, Türkiye denilen coğrafyada renkler, farklılıklar armonisi yaşamaktadır ve bunların hak ve hukuku gasp edilmiş bunlarada dönüp bakmanın zamanı gelmiştir.
İnancımız odur ki, Türk halkı Arap halkının haklı taleplerinin yanında, yöneticilerinden önce yer alacaktır. Bu, gelişmelerden çıkan ilk sonuçtur. Yeni yıkım ve düşmanlıkların engellenmesi, ölümlerin ve kinlerin oluşmaması için güven ve kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kalıcı ve eşitlik koşulunda büyümesi için bu gerçeklerin hızla idrak edilmesi gerekmektedir.
Türkiye´de Arap gerçeğini, hak ve hukukunu öncelikle Türk solunun kavraması ve bilince çıkararak güncelleştirmeye yönelme yükümlülüğü bulunmaktadır.
Aydınlanma aklın farklılığı kavramasıdır tek boyutluluktan çıkmasıdır, Türkiye solu halkı adına bu aydınlanma duraklarından geçmeksizin ne kendine ne de halkına katacağı hiçbir değer yoktur.
Türkiye´de Arap gerçeğini küçümseyen, Liva İskenderun (Hatay) davasını ise hiç bilmeyen ve ele almayan İttihat-Terakki mantıklı, milliyetçi tutumlardan hızla uzaklaşılmalıdır.
Türk solu siyasi programlarında, merkezi çalışmalarında, demokratik alternatiflerinde bu sorunu ele alma duyarlılığı göstermelidir. "Araplar, önce Kürtler gibi bir kaç kez kanlı kıyım ve acıya maruz kalıp, kendilerini belli etsinler, ondan sonra ilgileniriz" mantığı rezil bir sömürgeci mantıktır. Osmanlı aklıdır ve Cumhuriyetin kuruluş ruhuna aykırıdır. Türk solu siyasal varlık ve onurlu duruş sergilemesi için, bu şoven tutumları hızla aşmalıdır.
Anadolu topraklarının bir uluslar ve halklar mozaiği olduğu ve bu coğrafyanın tek bir sahibi olmadığı, her ulus ve halkın kendi coğrafyasının egemeni olması gerektiği gerçeğini kavramalıdır. Bu yol, Türk solunu da özgürleştirecek ve süre giden marjinalliğine son verecek tek yoldur. Bu yol sadece sol için değil, insan topluluklarının kolektif kimliklerine saygısı olan tüm vicdan sahibi insanların da yoludur.
Bu gerçeği, sistemin temel unsuru olup "değişim" çağrıları yapan tüm siyasal güçlerin de kavraması, kendi tutarlılıkları açısından önemli bir davranıştır. "Devletin yeniden yapılandırılması" tezlerini ortaya atanların tutarlılıkları ve gerçek yurtseverlikleri bu sınavlardan geçilerek belirlenecektir. Söylemlerini zedeleyecek baskı unsurlarına boyun eğmeden, halkın gücüne ve desteğine dayanarak, yeniden yapılanmayı başarmanın yolunun; diğer halkların hakkının teslim edilmesinden geçtiği bilinmelidir.
Bu hak, bireysel vatandaş hakkından çok daha önemli olan, bireyin ulusal hakkıdır.
İkisi arasındaki farkı kavramak başarının ilk adımıdır.
Yasalar karşısında birey olarak herkes eşit olabilir. Ancak, aynı yasalar karşısında bireyin ulusal kimliği özgür ve eşit değilse, orada adalet ve demokrasi yok demektir.
Yeniden yapılanmadaki gerçeklik, tutarlılık ve ciddiyet bu ayrımı göz önüne alıp almamaya bağlı olacaktır.
Bilinmeli ki, başka halkların hakları karşısında, kendi halkının haklarına gösterdiği tutum kadar tutum alamayanların milliyetçilikleri de, yurtseverlikleri de sahtedir. Hiçbir halk, diğer halkın hakkını gasp etmekle bir şey kazanamaz. Buna sadece çıkar çevreleri ve onların siyasi temsilcileri tevessül eder.
Uluslar kendi deneyleriyle, her hakkın bir sahibi olduğunu, hak gaspının uzun süre elde tutulamayacağını bilir. Türkiye´de Arapların sahip olduğu hakları, tüm Türkiye halkları bilir.
Bu satırlardan Türkiye’nin onurlu, vicdanı sağolan tüm insanlarını, yeni kayıplar, acı ve düşmanlıklar yaratmadan, kardeşlik ve güven için, adalet içinde yaşamak için, Türkiye´deki Arapların haklarını teslime ve bunun için desteğe çağırıyoruz.