HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

31 Mart 2012 Cumartesi

Patronların Paşaları Mahkeme de! Paşaların Patronları Nerede?

Celalettin Can - 1 Nisan 2012

4 Nisan’da Ankara’daki Evren, Şahinkaya yargılamalarına hazırlık çerçevesinde, 12 Eylül darbesindeki rolü nedeniyle, Türk Sanayi ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) önünde düzenlediğimiz etkinlik kimi dost çevrelerce eleştirilerle karşılanabildi. Sanırım bunda yüzleşme kavramının sınıf dışı liberal yorumlarının yanı sıra, Ümit Boyner’de ifadesini bulan TÜSİAD’ın “demokrat” yüzü etkili oldu.


Halbuki toplumu her alanda düzenleyen ve eksiksiz bir toplum mühendisliği örneği olan 12 Eylül darbesini bir avuç darbeci generalle açıklamak, başta TÜSİAD olmak üzere egemen güç odaklarının rolünü ‘bugüne bakarak’ (ayrıca bugünde konuşulabilir) atlamak kabul edilemez bir tutum olurdu.

Nasıl olsun? 12 Eylül darbesi öncesinde toplumsal hareketlilik vardı. Grev ve toplu sözleşme düzeni vardı. “Anarşi ve terör”e karşı geldiğini iddia eden cuntanın ilk işi her türlü hak mücadelesini, DİSK’i ve hak örgütlerini yasaklamak olacaktı. Darbeden hemen sonra açık olacağı ilan edilen ilk örgüt ise TÜSİAD’dı. TİSK Başkanı Halit Narin, büyük bir aşkla hala hafızalardan silinmeyen o “ünlü” demecini bu koşullarda patlatacaktı: “20 yıl işçiler güldü. Biz ağladık. Şimdi gülme sırası bizde”


Bu cümlenin karşılığı kısa sürede ortaya çıkacaktı. Darbeden hemen sonra, grev ve toplu sözleşme düzeni yasaklanacak, ücretler dondurulacak, gerçek gelirler fiyatlar karşısında gerileyecekti. Bunun sonucu, 1980 yılının sonunda, fiyat artış düzeyi yüzde 39.7 iken, ücretlerin artış düzeyi yüzde 28.7 oranında kalacak, işçi emekçi kitlelerin gerçek gelirlerinde yüzde 15 oranında bir gerileme ortaya çıkacaktı. Bu dönemde işsizler ordusuna ise 167 bin kişi katılacak, böylece işsiz miktarı 2 milyon 507 bin kişiye ulaşacaktı.

Bu kadar mı?

Türk iş adamların duayeni ve TÜSİAD’ın birinci kurucusu Vehbi Koç, Cunta şefi Kenan Evren’e yazdığı mektubunda, ‘yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemelerinin uzatılmamasını, cezalarının süratle verilmesini, polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkanların genişletilmesini, gerekli kanunların bir an evvel çıkarılmasını… Komünist Partinin, solcu gençlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, bir takım politikacıların kötü niyetlerini devam ettireceklerini, bunlara karşı uyanık olunmasını ve teşebbüslerinin mutlaka engellenmesini' isteyecekti.

‘Armut dibine düşer’ misali oğlu Rahmi Koç ise, ‘Her kesime ağır yükler getiren ekonomik kararların desteklenmesini, 12 Eylül hareketinden önce her şeyi demokratik sistem içinde yapmak zorunda olduklarını, karar almak ve yönetmelik çıkarmak için aylar geçtiğini, Askeri yönetim altında alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi zorunluluk olmadığı için çok hızlı hareket edilebildiğini, 12 Eylül harekatının getirdiği güven ortamının bu programın başarıya ulaşmasında büyük destek olduğunu’ ifade edecekti.

Bilineceği üzere, 24 Ocak kararlarının sahibi TÜSİAD ve adamı Turgut Özal’dı. Uygulayıcısı 12 Eylül darbecileriydi. TÜSİAD 12 Eylül anayasasını ilk elde ve açıktan destekleyecek, 12 Eylül rejiminin 32 yıldır hala sürmesinde temel bir rol üstlenecekti.

***

TÜSİAD patronları için devlet esastı. Resmi ideolojiye bağlıydılar. Hep devletin yanında durdular. Devletin asker olduğunu, askerin darbeci geleneğiyle beraber düşünüldüğünde, TÜSİAD’ın neden hep darbecileri desteklediği anlaşılır. Nitekim General Tağmaç’ın 1970’in son aylarında 'sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir” dedikten hemen sonra yasaklar döneminde 1971’de TÜSİAD’ı kurmaları rastlantı değildi. Bunu TÜSİAD’ın kurucularında Yaşar Holding A.Ş. başkanı Selçuk Yaşar daha sonra şöyle açıklayacaktı: “o yıllarda ülkemiz son derece çalkantılı, belirsiz ve tehlikeli süreçten geçiyordu. Bu nedenle TÜSİAD’ı kurmaya karar verdik. TÜSİAD’ın ülkemize çok faydası oldu. Aşırı sola karşı kuruldu.”

***

12 Eylül öncesinde TÜSİAD; “sivil” hükümetleri hep zayıf bulmuş, “güçlü hükümet” demiş başka bir şey dememişti. TÜSİAD’a göre, 100 turluk süreçte Cumhurbaşkanı seçemeyen, 24 Ocak Kararlarının gerektirdiği yasal düzenlemeleri hızla yapamayan partilerin devri kapanmıştı. TÜSİAD çözümü parlamentoda değil, askeri darbede arıyordu. Ekonomik, sosyal, siyasal kriz, işçi grevleri, TÜSİAD’lı patronların tümünün hep bir ağızdan “fabrikalara giremiyoruz” nakaratları, darbe isteme ile aynı şey olduğu bilinen bir noktadan “güçlü hükümet” talepleri, gazetelere verilen tam boy ilanlarla hükümet düşürme operasyonları, hepsi ama hepsi darbenin zeminini hazırlıyordu. 12 Eylül darbesinin önünü açıyordu TÜSİAD…

***

Darbeden sonra ise durum şu idi: Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin 1980 yılında toplam bilanço karları 124 milyar iken, 1984 yılında 655 milyara yükselecekti. Bu 12 Eylül darbesinden asli olarak kimin kazandığını, 12 Eylül darbesinin asli failinin kim olduğunu ortaya koyuyor.

TÜSİAD patronları kimi kontrgerillacılara da sempati ile bakıyordu. Turgut Özal, kendine baş danışman olarak Diyarbakır vahşetinin mimarı emekli orgeneral Kemal Yamak'ı seçmişti. Rivayet edilir ki O'nu, köşke taşıma önerileri Koç ve Sabancı'dan gelmişti.

Siyasetin ve ekonomik gerçeklerin getirdiklerine bakınız ki, Muhafazakar/İslami sermayenin ve hükümetin sıkıştırması sonucu böyle bir TÜSİAD’a bugün demokrasi lazım oldu.

***

Özün sözü: Kutsal kitap derki “günah tek başına işlenmez”

Öyleyse Evren ve Şahinkaya ile başladı, onlarla bitmesin!

1980 darbesinin destekçisi TÜSİAD patronları da yargılansın!


Günlük gazetesi. 1 Nisan 2012

BASIN AÇIKLAMASI No. 39 EĞİTİMDE KARANLIK

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Mart 2012 / No: 39

EĞİTİMDE KARANLIK


Karanlık dönem derinleşiyor.


Eğitim sistemine yapılan müdahale, karmaşa içine sürülen ve ayrıntılara boğularak halkın kavramasına olanak bırakılmayan girişimler artık gelecek kuşakları şekillendirecek tehlikeli bir sistem haline geldi. Bu adım, toplumda derinleşen tepkisizliğe güvenerek atıldı. Duyarsızlık, yaşamı ilgilendiren her alanda, geleceğimizi rehin alan sivil bir diktatörlüğün ikamesine de zemin hazırladı. Siyasal erk, birbirini tetikleyen süreçlerle, alttan üste doğru, kanser gibi yayılan karanlık algıların kuşatmasına muhatap kaldı. Eğitim sisteminde 4+4+4 formülü bu sürecin son halkasında, sivil diktatörlüğün egemenlik alanlarına yenilerini katmış oldu; Millet Meclisi’nin dünkü oturumunda (30 Mart 2012) faşist diktatörlük sistemlerini aratmayan bir yöntemle yasalaşan “kesintili eğitim sistemi”, İmam Hatip okullarının orta kısmının açılışına, bilim dışındaki her türden doğmayı okullara sokmaya kapı açmıştır.


İç ve diş politikaların çöküşü arttıkça, ayrıntılarda oynanan oyunlar ülkenin yakın ve uzak geleceğine ağır tahribatlar yapacak süreçlere kapı aralıyor.


Eğitim sisteminde uygulanmaya çalışılan yöntemler, ayrıntıdaki şeytan misali çabalarla doğru orantılı seyrediyor. Eğitim sistemiyle ilgili olarak meclisten geçirilen yasalar ülkemiz üzerinde ve gelecek kuşaklarımızın esir edilmesi üzerine oynanan karanlık oyunların önemli bir boyuta taşındığını gösteriyor. Osmanlıdan Cumhuriyete taşınarak 20.yy tarihsel yükümlülükleri doğrultusunda halkı için atılan adımlar, gelecek kuşakları kapsayan daha ileri demokrasilere yönelme plan ve amacı, bu gün yapılanlarla, doruğa taşınan gerici, bağnaz, ötekileştirici, tek boyutlu ırkçı-milliyetçi-mezhepçi duruşlara yönelmiştir. Bu yönelimin arka planında yatan tarihsel ve evrensel ölçekte gelişmelerin olduğunu bilmek, ülkemizi ve halkımızı bekleyen tehlikeleri anlamak açısından hayati öneme sahiptir.


1929 dünya ekonomik kriziyle tırmanan, II. dünya savaşında emperyalist hesap tasfiyeleriyle kendi çıkar dengelerini bulan, NATO ve onun bölgesel uzantısı Yeşil Kuşak Projesi planlarıyla süren, ülkemizde üç askeri darbeyle de ikame edilmeye çalışılan kimyası bozulmuş siyasal sistemler sonuçta, yaratılan fırsatlarla kendi ilkelliklerine uygun bir yükseliş zemini buldular. Tamamlanmamış demokratik açılımların tıkadığı, içe büktüğü ve çürüttüğü dinamikler, ülkemizde ciddi bataklık sahaları yaratmış oldu. Bu bataklık, evrensel aklın insanlık için sunduğu siyasal sistemlerinin çöküşüyle birlikte tek sığınak olarak yaşamaya devam eden ilkel söylemlere, alışkanlıklara teslimiyeti getirdi; yeni bulunana kadar kendini bu ilkellikte koruma var olmanın bir biçimi olarak algılandı. Dünya ölçeğinde, siyasallaşmış dini söylemlerin hızlı yükselişi de burada başladı. Bu yükselişe kapı aralayan Amerika ve emperyalist güçler de her türden desteği sundu.


Akdeniz Havzasını, Fas’tan, Libya’ya, Tunus’a, Mısır’a, Türkiye’ye dini siyasete alet eden karanlık akılların kuşatma altına almıştır. Bu gidişe karşı tek direnme alanı Suriye olmuştur. Dünyanın tüm şer güçlerinin her imkanla gündeme soktuğu saldırıların kaynağı da budur. Suriye laik siyasal rejimi ve son olarak gerçekleştirdiği, devrim gibi reformlar, bölgenin en demokratik ülkesi olma etkinliğine kavuşma imkanı hazırlamıştır. Suriye’nin bu atağı, başarıdan başarıya koştukça bölgeye dayatılan dini siyasete alet eden yönetimler için ciddi bir sorun olmaktadır. Bu aynı zamanda, ülkemizde gelişen sivil diktatörlük çabalarına karşı bir mücadeledir. Ancak kitlelerin duyarsızlığı nedeniyle, AKP iktidarının pervasız çabalarla devletin tüm kurumlarını ele geçirip eğitim sistemini kendi karanlık eğilimleri doğrultusunda dizayn etmeye çalışması bölgedeki mücadeleyi daha da iç içe geçiren bir unsur olmuştur. Böylece bölge mücadelesi önemli oranda ülkemiz iç siyasal mücadelesiyle de yakından ilgilidir.


Bu veriler bizlere iç siyasal mücadeleyle bölge mücadelesini dengeleri doğru oturtarak ortak bir düzlemde sürdürmemizi gerektirmektedir. Ülkemizde iktidarın iç politikada sürdürdüğü anti-demokratik girişimlerin aynıyla dış politikada sürmesi bu bileşkenin bir boyutunu ifade ediyor. Gündeme gelen iç politik çaba ve dayatmalar, sistemin kurum ve kuruluşlarını ele geçirip yeniden şekillendirmeler aynı amaç için sahnelenmektedir.


Ülkemizde halkımızın iradesine rağmen sivil diktatörlük ikame çabaları ve bunun bölgede emperyalist çıkarlar için yakıt olarak konması bu gün kendini eğitim sistemindeki oyunlarla ifade etmektedir.


Aklın cesurca kullanılarak özgür bulgularla toplumsal sonuçlar yaratacak bir eğitim sistemi yerine, eğitim süreleri, sınıflandırmaları üzerinde duran ve ayrıntılarda yarattığı açıklardan girerek aklı kısırlaştıracak, donuk öğretileri merkeze alan bir eğitim sistemi kurgusu amaçlanmaktadır. Son girişimler 4+4+4 diye formüle edilen bölümlenmelerle bu gerçek çok daha açık hale gelmiştir. Eğitim üzerine oynanan bu oyunlara karşı Hacettepe Üniversitesi Senatosunun araştırmalarıyla vardığı sonuç bu açıdan oldukça uyarıcıdır;


“Hacettepe Üniversitesi Senatosu olarak, ulusumuzun geleceğini önemli ölçüde etkileyecek olan bu düzenlemeye ilişkin görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmayı toplumsal sorumluluğumuzun bir gereği olarak değerlendiriyoruz.


Sonuç: Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye, 6,5 yıllık ortalama eğitim süresi ile 187 ülke içinde 123. uluslararası PISA sonuçlarına göre 34 OECD ülkesi içinde 32. sıradadır ve öğrenci başarıları yönünden okullar arasında büyük farklıklar bulunmaktadır. Herhangi bir eğitim sistemini düzenleme girişiminin; 1) daha çok insana eğitim fırsatı sunması, 2) eğitimin niteliğini geliştirmesi, 3) eğitimdeki eşitsizlikleri azaltması veya 4) eğitimin daha ekonomik sunulması olarak 4 temel kriter açısından değerlendirilmesi gerekir ki; bu yeni düzenleme bu konularda bir iyileşme sağlayacak nitelikte görünmemektedir. ..Saygılarımızla. Hacettepe Üniversitesi Senatosu”


Bilim kurumlarının da uyarılarını göz önüne alarak, halkımızın bilmesi gereken gerçek, ülkemiz ve bölgemizde gelişmekte olan çok boyutlu dayatmaların aynı karanlık amaçların hizmetine olduğudur.


Eğitim düzenlemeleriyle yapılmak istenenle bölgede amaçlanan karanlık girişimler, aynı ortak paydada gelecek kuşaklarımızı rehin alma çabasından ibarettir. Bu karanlık girişimlere karşı ülke içinde olduğu kadar, bölge sorunlarına da duyarlı olmak tarihsel bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Bir alandaki tıkanma ve yetersizliği, diğer alandaki atılım ve başarı aşabilecektir. Erdoğan iktidarının, Suriye başardıkça sarsılacağı gerçeği de burada anlam kazanıyor. Ülkemizi karanlık eğitim sistemine sürükleyen bu akıl, ülkemizi komşularıyla tarihi düşmanlığa sürdüğü gibi, emperyalist Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) kuklası olarak konumlandırmaktadır.


Halkımıza çağrımız, bu güç birliğini hızla ortak hedefe yöneltmemiz gerekmektedir. Yarın 1 Nisan 2012 tarihi itibariyle, Suriye karşıtı “ihanet” güçlerini İstanbul’a toplayan Erdoğan yönetimine karşı alınacak tavır aynı zamanda sivil diktatörlük hezeyanlarına karşı alınacak tavır bu çabalar için oldukça anlamlı olacaktır.





THKP-C(Acilciler)


31 Mart 2012

30 Mart 2012 Cuma

SURİYE BAŞARDIKÇA

Mihrac Ural – 29 Mart 2012 / Perşembe

Elektrikler iki kez kesildi. Yazım da iki kez silindi. Bu yazımı tamamlamam için bana güç veren, bozulan moralimi düzeltmek için kendi işini aksatan kadın, benim tutkuyla bağlı olduğum kadın. Ona ithaf ediyorum.

Suriye başardıkça yeni oyunlar sahnelenmek isteniyor. Bunun için eski senaryolara yeni ayrıntılar ekleniyor. Şeytan ayrıntılarda gizlidir derler, evet aynen öyle. Suriye başarıdan başarıya koşup, dünya şer güçlerini ezici zaferlerle gerilettikçe, yeni senaryolar ince ayarlar ayrıntıda vurma çılgınlıkları bir kez daha sahneye sürülmektedir. Devrim gibi reformlarla eski tek boyutlu sistemini bölgenin en demokratik sistemiyle değiştirebilen, bunun için ne kaos ne de devlet yıkımına gitmeyen Suriye, dünya şer güçlerinin desteklediği eli kanlı şebekeleri de ağır askeri hezimetle yere sermiştir. Annan Planı bütün bu gelişmeler üzerine olumlu bir adım oldu. Bu plan iki gerçeği yalın olarak ortaya koydu. Aylardır tüm emperyalistlerin “Beşşar Esad yönetimi meşruiyetini kaybetmiştir” yönündeki söylemlerini kendilerinin de aralarında olduğu BM Güvenlik Konseyinin tüm üyelerince kabul edilen Annan Planıyla Suriye yönetiminin muhatap alınması ve bu planın idaresi için temsilci atamasını istemesi bunu açıkça ortaya koymuştur. Bunun da ötesi Plan eli kanlı şebekelerin meşru yönetime silahla başkaldırdığını belgeleyen önermeleri, bu güne kadar süren Suriye olaylarının arka planını da uluslararası bir bildiride açıkça ortaya konmuş oldu.

Beşşar Esad’ın Humus’un ünlü Baba Ömer Mahallesine ziyareti bir dönemin hızla kapanmaya başladığına bir işarettir. İstanbul’da toplanacak olan Suriye’nin gerçek düşmanlarının toplantılarına “Suriye dostları” adını takmaları bu anlamda bir kıymeti itibara kalmamıştır…

Ama oyunlar bununla bitti mi? Hayır. Bu kez Suriye’nin sırtına kendi kışkırtmalarıyla yaratmak istedikleri “Lübnan’da iç savaş yaratma” senaryoları gündeme gelmeye başladı. Ya da bölgeyi savaşa sürecek senaryolar. Bu her iki senaryo da esasında Emperyalist güçlerin bölgemize dayattıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) üzerine dayanmaktadır. Ama onlar, batılı strateji enstitüleri aracılığıyla basına sızdırdıkları ipuçları, ülkemizin medya maymunları, üçüncü sınıf kopiciler olarak, Suriye’ye karşı cahilce duydukları kin ve intikamın bir aracı haline getirip yayınlamaktadırlar; mahalleli okur ve mahalleli yönetici için servis edilen bu aktarımlar, bölgemizde, ülkemize biçilen rollere önemli bir işarettir. Bu senaryoların bir ucunda İbrahim Karagül gibi gazeteciler de rol oynamaktadır. Konuyu daha kapsamlı kavramak için, öncelikle bu gazete yazarının yazısını, alttaki linkten okumanızı tavsiye ederim…

"En tehlikeli senaryo - İbrahim Karagül

yenisafak.com.tr

Suriye ordusu Lübnan a girdi haberini görünce yüreğimiz ağzımıza geldi. Muhaliflerle askeri birliklerin çatışması sınır bölgelerinden izlendiği için böyle bir yanlış anlama olmuş ve olay da yalanlandı zaten. Ancak hemen, sınır ötesi operasyon ve savaşı Lübnan a taşıma ihtimalleri ilk akla gel...."

Okurlarım bu yazıyı ciddiye aldığımı sanmasın. Bu komplo batılıların uzun zamandır üzerinde çalıştıkları bir oyundur. Bunun üzerine çok şey yazdım. Ancak bu gün Suriye başarıya koşarken yeniden bu çevrelerce ortaya atılan kaba oyuna verilmesi gereken birkaç cümlelik cevabımın olmasını istedim.

EL CEVAP

Sondan söyleyeyim, Suriye'nin tarihi boyunca Lübnan için tek isteği Lübnan’ın bütünlüğü ve iç barışından ibarettir. Hiç bir zaman, koşullar ne olursa olsun bunun dışında bir yönelimi de olamadı, olamaz da. Suriye bunun bedelini de ağır ödedi; 14 000 şehit yanı sıra, dev mali olanaklar, askeri ve siyasi kayıplar at başı gitti. Suriye tarihi boyunca bu bedelleri sadece Lübnan için değil tüm bölge için ödedi. Çünkü barış içinde bir Lübnan güçlü Suriye demekti. Bu tez Hafız Esad gibi bir dehaya aittir. Bunun için Dürzi lider Kemal Canbolat'la sürekli çekişme halinde idi; bu günde iki oğul (Beşşar Esad ve Valid Canbolat) aynı nedenle çatışma halindedir. Dolaysıyla Suriye'yi böyle saçma senaryolarla itham etmek sadece cahillerin ve karanlık senaryo yazıcıların işi olabilir. Lübnan’ı küçük devletlere bölmek, kolonileştirmek, sürekli iç savaş halinde tutmak emperyalistlerin ve özellikle İsrail’in işiydi. Bunun için onlarca irili ufaklı savaş dayatması sürüp gitti. Suriye bütün bunlara karşı direnen tek ülkeydi.

Bu veriler, Lübnan üzerine Suriye adı altında ortaya atılan senaryoların bir komplo olduğunu ve karanlık bir oyunun kanlı planlarını ikame etmeye çalışan güçlerin işi olduğunu gösteriyor. İbrahim Karagül bu oyunun ufak bir piyonundan ibarettir.

Kaldı ki, Lübnan yurtsever ordusu ve Lübnan’ın ezici çoğunluğu Suriye'nin en güçlü dostları olarak Suriye yanındadır; Suriye gibi 7000 yıllık siyasal aklın bu gücü Lübnan’ı savaşa sürerek tüketeceğini sanmak olsa olsa uluslararası siyasetin kuklası Yeni-Osmanlılarca olur.

Bu aptal İbrahim Karagül, Suriye'nin Lübnan’daki gücü hakkında da bilgisi yoktur. Bilmeden konuştuğunu buradan anlamak güç değil. Bir örnek vermekle yetineceğim.

7 Mayıs 2008 müdahalesi. Bu müdahale bölgemizin ve Lübnan’ın önemli bir dönemecidir: önemli mesajların ve güç ifadesinin bir işaretidir. 7 Mayıs müdahalesini kavradığımızda Lübnan gerçeğini ve bu gerçeğin Suriye açısından yeri ve anlamını algılamak güç değildir.

Bilmeyenler de okusun öğrensin; 7 Mayıs 2008’de, Lübnan direnme gücüne ve Suriye’ye karşı kurulmak istenen tehlikeli bir oyun anında ve yerinde tasfiye edilmiştir. Fuat Senyora hükümeti (Hariri’nin siyasal temsilcisi), Amerika’nın dayatmasıyla Hizbullah’ın yer döşemeli kablolu telefon sistemini tefsiye etmek ister. Buna bağlı olarak bir dizi kararlar alır. Önemli mevkilerde yer alan direnme gücünün subayları tasfiye edilmek istenir. Mayısın ilk günlerinde başlayan bu girişimlere 7 Mayısta cevap verilir. Lübnan’da tüm Amerikan yanlısı liderler ve askeri güçleri bir gecede esir alınırlar. Tek bir ciddi çatışma olmadan tümüne el koyulur. Bu ülkede ne iç savaş, ne de mezhep çatışması diye bir şey olmayacaktır, kimse direnme gücüne karşı bir komplo kuramayacaktır, bu ülke bir bütün olarak Emperyalizme ve siyonize karşı duran bir ülke olmaya devam edecektir, diye nokta koyulur. 12 Temmuz 2006 savaşının başarısının devamı olarak 7 Mayıs dosta da düşmana da bunu anlatır. İşte böylesine güçlü bir Lübnan aynı zamanda Suriye’nin gücüdür. Suriye bu gücü asla iç savaşa sürmez, bu onun zararını olur ama komplocular Suriye’yi itham ederek bunu yapmaya çalışıyorlar. Ancak başaramıyorlar, sıkıntıları da buradan ileri gelmektedir.

İbrahim Karagül, gitsin bu gerçekleri bir kez daha öğrensin, ortaya attığı iddiaların esasında batılı tezgahlarda yıllardır dayatılan bir oyun olduğunu ve bu oyunların onlarca kez iflas ettiğini bilsin. Bölge halkının siyasal kalibresi bu oyunlara geçit vermeyeceğin göstermiştir: Savaş meydanlarında da bu gerçeği ortaya koymuştur.

Diğer iddiaya gelince, bizim aptal aynı yöntemle kendi mahalleli okur ve yöneticilerine aktarımlar yapıyor. Olay şu. Dünya güçler dengesine ait Ak denizden Kafkaslara kadarki bölgeyi ele geçirmek için çılgınca savaşlara, istilalara, operasyonlara başvuran Atlantik Sermayesi (Batılı emperyalist sermaye güçleri) karşılarında, Rusya Çin ve Hindistan’ın yükselen güçlerini gördükçe komplolarını bölgemiz üzerinde yoğunlaştırıp duruyorlar. Bu dengenin kırılma noktası olarak İran’ı hedef seçtiler. Bu çekişme bir gerçektir. Ancak bu çekişmenin savaşla sonuçlanması Suriye için en tehlikeli senaryodur. Suriye’nin böylesi bir savaşı tetiklemek isteyeceğini iddia etmek aptallığın en cahil türüdür. Bu Suriye’nin tüm dostlarını, güç verilerini, kaynaklarını ve direnmesine katkı yapan etkinlikleri katletmesi demektir. Oysa bu sonuçları isteyen emperyalistlerin kendisidir; emperyalistler bunu kendi stratejileri için on yıllardır inatla bölge halklarının başına örmeye çalışıyorlar.

Oyun, böylesi bir cehennemi bölge savaşında yine Suriye’yi sorumlu gösterme oyunudur. Suriye direndikçe, dayandıkça, böylesi karanlık ve kanlı planlar Suriye’ni sırtına yıkılmak istenmektedir. Bunun için en yatkın kukla yönetimi Erdoğan iktidarı ileri sürülüyor. Yakın dönemde Suriye’ye karşı açık askeri saldırı anlamına gelecek eli kanlı şebekeleri silahla donatıp destekleyerek Suriye üzerine salmanın amacı da burada anlam buluyor. Bu senaryonun önemli hedeflerinden biri de Türkiye’nin kendisi olduğunu hatırlatmakla yetineceğim.

İşte medyanın üçüncü sınıf gazetecileri böylesi senaryoları dillendirerek oyunun bir parçası olarak işlev görmektedir. İbrahim Karagül’ün yazısı anlam ve muhteva açısından ayrıntıdaki şeytan olarak burada yerini alıyor.

Suriye'nin böyle bir senaryoyu tetikleyecek, yani Atlantik sermayesine böyle bir fırsatı verecek saldırganlık ya da "savaş yayacılığı" yapması akılsızca bir şeydir, yalandan ibarettir. Bu, tamamıyla, ABD-İsrail-AT planıdır, 21. yy için çizilen senaryonun karanlık ve kanlı yüzünün ifadesidir. Bunu Suriye’nin sırtına yıkmak, bu oyunun bir parçasıdır.

Suriye, bu hesaplarla kendisini araç yapmak isteyenlere karşı mücadele ediyor ve halkıyla direniyor. Bizler de tam bu noktada, bu gün Suriyeli olmak kendi halkımızın çıkarlarını savunmaktır diyoruz.

Bu kuş beyinli İbrahim Karagül’e daha fazla zaman ayırmama gerek yok sanırım. İncir çekirdeğini doldurmayacak bilgisiyle, cahil cüretini sergilemesi, bu komplolar için ne kadar heveskar olduğunu gösteriyor.

Not: Bu eleştiriyi, kısa bir yorum olarak değerli Fidel Çay’ın dualarını almak için yazmış, müthiş bir zevkle okuduğum Suriye düşmanlarına yönelik Arapça yazılı bedduaları çoğaltmasını dilemiştim…

KIZILDERE DİRENİŞİ VE TARİHSEL ALGI

KIZILDERE DİRENİŞİ VE ORİJİNAL OLMAK

Mihrac Ural - 30 Mart 2012

Bir kez daha orijinal olmanın, yerel değerler üzerinden soyutlamalara giderek evrensel olmanın gereğine vurgu yapmak istiyorum. Mahir Çayan ve arkadaşlarının destansı ölümüne farklı bir boyutta anlam katmak istiyorum. Bunu da, tüm yönleriyle uzun zamandır işlemekte olduğum kimlik sahibi olmak ve bu uğurda haklarımızı savunmak adına yapmamız gerektiğine inanıyorum. Orijinal değerlerimize ve verilerimize dönmeden devrimci güçler olarak marjinallikten kurtulamayacağımızı anlatmaya çalışıyorum. Kızıldere anısına 30 Mart 2009 Antakya panelinde okunan yazımı sizlerle paylaşacağım. Yazım uzun bir makale. Kısa yazıları tercih eden okurlarım, girişi yazımı okumaları mesajımı almaya yeterli olacaktır.

ALGILARIM

Bizden olan, bizi bütünüyle temsil eden, kimliğimizi oluşturan, bizi evrenselde orijinal bir dişli olarak yer almamıza olanak sağlayan hadiseleri bilince çıkarmalıyız, diyorum.

Kızıldere bir direniş. Bu direniş, ne Spartaküs ne de Munzer direnişidir ne de herhangi bir evrensel direniştir. Ama o bizim direnişimizdir. bize ait değerleri taşımaktadır. Orijinal kimliğimizi bu verilerle oluşturabildiğimiz ölçüde, evrensel olma, kendimiz olma şansını yakalamış olduğumuz bir direniştir. Bu nedenle, tarihsel algılarımızı insanlığın ortak değerlerine açık hale getirdiğimiz kadar, yerelimize de açık hale getirmeliyiz.

Bizi geniş insanlık ailesi içinde orijinal yapacak olan kimlik budur, nitelikli var oluşun yolu da buradan geçiyor; gerçek anlamıyla yerelimize sahip çıkmak orijinalitemize dönmek…

Bu, ülkemiz solu için daha da geçerlidir.

Evrensel değerleri alıyoruz diye, batının ilgili ilgisiz her şeyini kimlik bunalımımıza çare olarak sokuşturmakla düştüğümüz marjinal konum, sürmekte olan kimlik bunalımımızın da nedenidir.

Bu kaostan kurtulmak için evrensel insan değerlerini terk etmeden yerel değerlerimizden gerçekçi kimlikler oluşturmaya çalışmalıyız. Tarihsel algılarımızı bunlarla temellendirebildiğim ölçüde, farklı kimlik ve deneyleri anlamak ve onların içselleştirilebilir verilerini kazanmak mümkündür. Aksi, bizi kendimizden çıkaran, sıradan bir taklit haline getiren atık torbası yapar.

Orijinal olmak, geleceğe taşınabilir değerleri temsil etmeyi gerektirir. İnsanlık ailesi içinde her topluluk kendi orijinalinden beslenerek bunu yapar. Başkasının değerleriyle, kendimizi tanımlamamız mümkün değildir.

Artık kendimize ve değerlerimize dönmeliyiz. Kimlik bunalımlarımızın, siyasal kaoslarımızın aşılması için de buna ihtiyacımız var. Halkından bu ölçüde kopuk bir sol, orijinal değerleri olmayan soldur. Bu ise asla sol değildir. Ülkemiz siyasal gelişmelerinde ortaya çıkan tablo da bu gerçeği ağır bir şamar olarak suratımıza vurmaktadır.

30 Mart 1972, Kızıldere katliamı, Mahir Çayan ve arkadaşlarının direnişiyle sembolize olurken, bize sunduğu, orijinal olma gerçeği ve kimlik katkısı da tas tamam budur.

Bu direnişin anlamlı anısı önünde saygıyla eğiliyorum.


KIZILDERE DİRENİŞİ VE TARİHSEL ALGI


Mihrac Ural - 3 Nisan 2009 (Antakya paneli için)

37 yıl sonra bir kez daha Kızıldere direnişi bizleri bir araya getirdi. On yıllar geriden bu güne ulaşan bu enerji, her tarihi kesitte kendine özgü verileriyle anlamlı mesajları içerdi. Kızıldere direnişi anılırken herkesin vurgusunu yaptığı ortak değerler, bir klasik haline gelerek soyutlanıp gelecek kuşaklar için başvuru olgusuna yükseldi. Tarihte her olayın böylesi bir ilgi konusu olması söz konusu değildir. Anlaşılan, üzerinden daha birçok on yıl geçse de Kızıldere direnişi, bu özelliğiyle ülkemiz yakın tarihinin gelecek kuşaklara taşıdığı anlamlı masajları iletmeye devam edecektir.

Kızıldere, bir yanıyla bir katliamın, bir yargısız infazın, derin devlet geleneğinin icra ettiği zalim bir vakıadır. Henüz tüm yönleriyle açıklığa kavuşmamış bu katliamın derin devlet arşivlerindeki tozlu raflardan çıkması beklenmektedir. Kamuoyunun aradan geçen onlarca yıla rağmen cevabını bulamadığı bu katliamı tüm yönleriyle ancak demokratik bir devletin ortaya koyabileceğini de biliyoruz. Bu yanıyla Kızıldere katliamı bir hukuk savaşı olarak da bu günün konusu olmaya devam ediyor; baskında hala canlı olan ya da yarılı bulunanların yerinde infaz edildiği gerçeği, toplumsal korkularımızın devletle ilgili yanlarına önemli mesajlar içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.

Bu katliamın sorgusu, şeffaf toplum özlemlerimize katacağı değerler kadar, bir direniş destanı olmasının da demokrasi umutlarımız için katacağı daha fazla değerler olduğunu belirteceğim. Kızıldere katliamı sorgusunun gerçekçi sonuçlarını elde edebilmek için, bu vakıanın bilinçaltımıza yerleştirdiği direniş çizgisinin, demokrasi güçlerinin kararlılıklarına, dayanışmasına, gelecek kuşaklar için özverili duruşuna katkılarının ön planda tutulması gereklidir.

Bu gün sizlerle bu kanaatlerimin tarihi köklerine ve bu gün taşıdığı anlama işaret edeceğim.

Bu noktadan dönüp tarihte iz bırakan önemli olaylara göz atalım. Tarihsel bilincimizde derin izler bırakan hadiselerin destansı özeliklerinde her zaman, insan iradesinin sonuna kadar dik tutulduğu, zulme boyun eğmeyen, dayanışmayı doruğa taşıyan bir direnme objesi olduğunu göreceksiniz. Tarihin derinliklerinden bu güne taşınan tüm büyük hadiselerde bu özelikler ön plandadır.

Tarih hiçbir zaman insanı katleden ceberut güçleri, onların dev askeri aparatlarla yaptığı yıkım gücünü toplum bilinçaltında soyutlanmış bir veri olarak tutamamıştır. Dünden bu güne taşınan her zaman insani olan savunu ve direnme çabalarının sonuçları olmuştur.

SELAMİS- MARATON

Heredot tarihinde Perslerle-Greklerin savaşını aktarır. Dev ordularıyla Perslerin, İyonya dahil tüm Yunan sitelerini istila edip krallarını esir alarak Atina’ya yürüdüğünden bahseder. Pers ordusunun nehirleri içerek kuruttuğundan dem vurur. Milyonlarca askerin yeri göğü inlettiği bilgisini verir. Ancak bu dev ordu ve yıkıcı gücü, tarih algılarımızın işe yarar bir unsuru olmaz. Toplumsal bilinçaltın da izleri hiç kalmaz. Buna karşı, bu dev ordulara direnen küçük bir azınlığın maraton savaşındaki zaferi, Selamis deniz muharebesindeki direnişi ve başarısı destanlaşır. Dünden bu güne insani olan değer ve mesajlarıyla ulaşır. Maraton koşusu da dünden bu güne bu gerçekliği taşır, bunu temsil eder.

Toplum bilinçaltında, tarihten bu güne taşınana ve bu ölçüde etkin yer edinen gerçek, insan iradesinin, dayanışmasının haklı bir davada başarıya mutlaka kavuşacağıdır.

Maraton’da direnme kazanmıştır. Bu tarihi hadisenin soyutlanarak çağlar ötesinden bu güne gelişinin değerini veren de budur; haklı bir dava uğruna, insan iradesinin tüm etkinlikleriyle direnmek, dün Maratonda olduğu kadar, bu günün her haklı davada geçerli bir kıstastır. Bir olayın klasikleşmesi ve tüm çağlar için anlamlı olmasının ifadesi burada yatar. Haklı olan direndiğinde kazanır. (Maraton savaşı M.Ö 490 Eylül ayı, Heredot Tarihi kitap VI. paragraf 108-11)

KERBELA

Kerbela olayı hepimizin bilinçaltında aynı şeyleri çağrıştırır. 1400 yıl önce olmuş bir olay, bu güne hangi soyut değerlerle taşınabilir diye dönüp baktığımızda aynı parametreleri buluruz.

Kerbela olayında, bilinçaltımızın tarihten bu güne taşıdığı gerçek, zalim Yezid ordusunun gücü değil, Hz. Hüseynin ve ehlibeytin direnmesidir. 1400 yıl bitip tükenmeyen bir direnme destanı olarak bu güne taşınan değerler, başka tarihi olaylarda da taşınan değerler aynıdır. Soyutlanarak bu güne gelen ve klasikleşerek her dönem için geçerli olan kıstaslar burada kendini gösterir.

Kerbela, bir direnmedir. Kerbela insan iradesinin haklı zeminde, zalime ve onun dev askeri gücüne karşı direnişini sembolize eder. Halkın çağlar boyu yararlanabileceği verileri barındıran bir destan olur, bu güne gelir, her benzer olayda anılır ondan güç alınır.

Kerbela olayını inancın önemli bir öğesi yapan da budur. Oysa aynı kesitte İslam içinde birbirinden farklı ve çok ilginç savaşlar yaşanmıştır. Ama Kerbela hepsinden ayrı bir yer alır, bilinçaltımıza yerleşir ve bugün hiç ilgisi olmayan Kızıldere olayıyla ortak paydada buluşur. Maraton savaşının zaferle, Kerbela’nın ve Kızıdere’nin katliamla sonuçlanması bu sonucu değiştirmez. Tarihte bu güne gelen gerçek, galibiyeti ve mağlubiyetiyle insanlığın yararlanabileceği ve her çağ için geçerli olan tutumlardır. Duruştur. Bunlar da direnmede anlamını bulur. (Kerbela savaşı, 10 Ekim 680. Hicri:10 Muharrem 61)

LENİNGRAD

Tarihin yeni kesitlerinde ise Leningrad’ın Naziler tarafından kuşatmasına karşı direnişi anmadan geçemeyiz. 14 Temmuzda Leningrad kapılarına dayanan Alman Nazi ordusu, 8 Eylül 1941’de şehri tamamen kuşatmıştı. 900 gün süren Sovyet halkının destansı savunmasıyla, bu zalim kuşatma 27 Ocak 1944 kırılmıştı. Bu ünlü kent, Naziler tarafından ablukaya alınır alınmaz “yeryüzünden silinmek üzere” bombardıman altında tutulur. İki milyon ölüye, yokluklara, imkansızlıklara ve zorluklara rağmen halkın gösterdiği direnme, dayanışma ve kararlı duruş iradesiyle Naziler diz çökmüştür. Stalingrad savunması ise aynı direnmenin zaferiyle sonuçlandı. Stalingrad zaferi, faşizmin tarihe gömülmesine yol açan kapıları araladı (21 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943 Stalingrad direnmesi).

DİRENMENİN İZLERİ

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar arasında Filistin halkının devam eden direnişini saymak konumuzun en önemli mesajıdır. Yüz yıla doğru tırmanan bir direniş destanı kuşaktan kuşağa, silahtan, taşa kadar bir halkın erdemli, onurlu dik duruşunun destanıdır. Direnme burada da tarihe taşınacak bilinçaltının yapı taşları olarak örülmüştür.

Örneklerimizin tümü, bize ait olanları da olmayanları da aynı mesajı vermektedir; zaferi ve yenilgisiyle de öyledir. Tümünün ortak bir yanı var, günümüz için geçerli verileri ve yürünmesi gereken haklı davaların yolları olarak, gündem konumuzdur.

Kızıldere direnişinin yeri tastamam bu noktadadır. Önemli bir tarihi kesitin tüm ilişki ve çelişkilerini, halkın haklı davada alması gereken kararlı duruşu temsil etmektedir. Kızıldere’yi bilinçaltlarımızda bu güne taşıyan, tarihimizin gelecek kuşaklara uzattığı bir medrese olmasının anlamı da burada bulunmaktadır.

Direnme bu olayın özüdür, özetidir.

Demem o ki, ne tabulaştırma ne de tanrılaştırma olayı, ne abartma ne de şahsileştirmedir bu tespitlerimiz. Siyasi yönelimlerin kutsanması da değildir; dünyamız o günden bu güne çok değişti beraberinde tüm siyasal algıları da değiştirdi. Ancak Kızılderenin taşıdığı direnme mesajı, olduğu gibi soyutlanıp dünden bu güne taşınabilecek bir değer olarak kaldı.

Kızıldere bir tarihsel vakıa olarak taşıdığı önem de buradan gelir. Benim bulgularım da bu yöndedir. Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin gelecek tüm tarihi süreçleri için geçerli olabilecek bir kıstası klasikleştirmiştir. Tarihte iz bırakan, örnek teşkil edip tüm çağlar için geçerli kıstaslar sunabilen özellikleriyle yerini almıştır. Kızıldere direnişi bu özgünlükte dün olduğu gibi, bu gün içinde bize dersler taşımaktadır diyorum.

İnsanlığın tanık olduğu binlerce direnme olayı olduğu kesindir. Ancak tarihsel dönemeçlerde, toplumsal kırılma dönemlerinde, büyük dönüşümlerin merkezinde yer alan direnmelerin yeri ve mesajı farklıdır. Maraton savaşı gibi batı ve doğu sınırını çizen, Kerbela gibi bir ümmeti farklılaştıran, Stalingrad gibi karanlık Nazi rejimine son verecek kapıları açan direnmeler bu özellikleriyle, tarihte soyutlanabilir örnekler olarak yer alırlar. Yani gelecek kuşaklara taşınabilir örnekler haline gelebilirler. Kızıldere direnişi işte böylesi bir direniştir.

Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin önemli bir kırılma noktasında, içine kapalı olmaktan dünyaya açılma noktasının ilişki ve çelişkilerinde, öncesi ve sonrası diye tanımlanabilecek toplumsal olaylar sürecinin merkezinde yer almıştır. Bununla da özgün bir tarihi statüye kavuşmuştur.

Kızıldere’nin tarihte algılanması gereken yeri, tek başına bir direnme hareketi olması değildir. Vuku bulduğu tarihi kesitin önemiyle birlikte bir direnme hareketi olması onu ülkemiz tarihi geleneğindeki yerini belirlemiştir. Her geçen dönemde artan önemi buradan gelir.

“Kızıldere bir direnme destanıdır” derken, slogancılığa düşmemek için bu uzun anlatımı yapmak istedim. Olay tek başına derinme değil tarihteki yeri ve geleceğe taşınabilir özellikleriyle anlamlıdır demek istedim.

Buradan, Kızıldere algısının bir başka boyutuna geçebiliriz.

KIZILDRARE VA TARİHSEL ALGI

Dünyanın neresine giderseniz gidin, ister ülke düzeyinde isterseniz şehir ya da siyasal örgüt düzeyinde her insan topluluğunun kendine ait bir değer yargısı ve bunu oluşturan figürler, olaylar, iyi ya da kötü bilinçaltında yer edinmiş anıları vardır. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin o yapının, ülkenin, şehrin ya da etkinliğin ana yönelimlerini belirleyen izlerle karşılaşırsınız.

Bir Filistinli direnirken yakın, uzak direnme tarihini bilince çıkartır. Endülüs’ün (İspanya) Tarık bin Ziyad tarafından fethinden, Filistin’deki Cenin kampı direnişine kadar uzanan bir yelpazeden yararlanır. Bu yelpazenin zengin verilerinden bilince çıkarttığıyla taşını atar, silahını sıkar, direnişini yükseltir. Evrensel örneklerden de yararlanır, ancak öncelikle kendine ait olandan yola çıkar. Orijinal olma esprisidir bu.

En sağcı Fransız’ın bile, Fransız devrimini sahiplenir, Bastil kalesinin devrimci bir kalkışmayla yıkılışını her 14 Temmuzda coşkuyla kutlar; kendine ait, kendi değerlerinden, yaşanmış ve iz bırakmış özverilerinden oluşan geçmişi soyutlayıp bu güne getirir ve bununla yolunu aydınlatır.

Her deney ve örnekten yararlanır, ama öncelikle kendine ait olandan başlar, ayakları orada yere basar, yola çıkar, yerelin evrensele uzanmasının anlamı da budur.

Şu an size birileri Nil nehri taştı derse ilgilenirsiniz ama asi nehri taştı derse salonu bir an önce terk ederek durumu gözünüzle görmek istersiniz. Bu davranışınız çok doğal bir reflekstir ve haklıdır; orijinal olmak budur, kendine ait olan değerlerle ilişkili olmaktır. Bu, yerele mahkum olmak değil, evrensele uzanmak için yerelin dinamiğiyle yola çıkmaktır.

Ülkemiz devrimci hareketinin tarihi kaosların, yetmezliklerin, sakatlıkların tarihidir. Milliyetçilik belası bunların başındadır. En komünisti, en sosyalisti ve solcusunun bilinçaltında bir milliyetçilik virüsü dolaşır. Ejderha olsan kar etmez, farklıysan, ayrı bir varlıksan yapacağın tercihler birbirine benzer ya yok olacaksın ya da egemen içinde kendini eriteceksin. Bu dayatılır. Aksi takdirde farklılığın başına çok iş açar.

Bununla da kalınmaz, ülkemiz solu marjinal hallerine, musalla taşında olmasına bakmadan bölünüp durur, amip gibidir. Her on yılda bir, her örgütten 7 batın örgüt çıkar durur. Herkes haklıdır ve herkes devrime 5 kala halini yaşar. Bu sürükleniş içinde ayakaltımız o kadar boşalır ki çevremizde komutanlardan oluşmuş bir orduyla yüz yüze geliriz. Var artık bunlara asker bul…

Bütün bu hengamede orijinal hiçbir şey yoktur. Teori savaşları gerçekte ithal teorilerin savaşlarından ibarettir. Bu topraklara ayakları basmayan, evrensel değerleri yerel değerlerle kaynaştıramayan söylemler müthiş bir teorik performansla yazınsal hale getirilir ve ilgisiz insanlara, uğruna dövüşecekleri bir tez olarak sunulur. Alan memnun, satan memnun. Ama ne alan ne de satan yerli değildir. Batının marjinal düşün ürünleri, son kullanma tarihi yüz yıl öncesine ait tezleri ısıtılıp önümüze koyulur.

Ne gelecek algısı ne de geçmişi yerele bağlama kaygısı olmadan, her tarihi kesitte bir boy daha kısalarak musalla taşında imam fatihası beklenir.

Orijinal ölünür ancak hiçbir kesitte orijinal olunmaz. Kendin değil başkası olarak yaşarsın ama kendin ölürsün. Sol bu halde dünden bu güne geldi. Kendine ait değerlerle yaşamadı, hedef kitlesinden böylece koptu. Yaratılmış değerlerini algılama güçlüğü çekti, bunu da önemsizleştirdi. Kızıldere direnişi bu hengamede anlamını, tarihsel algılarda alması gereken yeri kaybetti. Her hangi bir başkası gibi algılandı. Anılırken de boşluk doldurma gibi tampon görevine koşuldu. Oysa Kızıldere direnişi bu değildi.

Kızıldere direnişi tarihten geleceğe taşınabilir verileriyle orijinal, bize ait olan üzerinde haklı davalarımızın direnişini yükseltebileceğimiz en önemli değerlerimizden biriydi. Sıradan değildi aynılar içinde herhangi biri hiç değildi. Bu da ikinci belirlememdir; Kızıldere bize ait bizden olan ve bize eşlik edebilecek en yakın emeğimiz, değerimizdi.

Buradan tüm devrimci güçlere sesleniyorum, artık orijinal olunuz.

Çevremizdeki siyasal özgünlüklere göz atın neler oluyor. En ilkel söylemlerle bile olsa orijinal olanlar kitleleri güçlüce arkalarından sürüklemekte zorlanmıyorlar. Kendi yerel derinliklerinden çıkarıp ortaya attıkları söylemlerle geçici de olsa başarı kazanıyorlar. Yanlışta olsa kendileri yaşıyor kendileri iflas ediyorlar. Devrimci hareket bunun ayrımında bile değildir.

Bu kısırlığı aşmamız gerek. Kendi değerlerimize öncelikle sarılarak, tarihimizin yarına taşınabilecek önemli soyutlamalarını bilince çıkararak halkımızın önüne uğruna dövüşebileceği, kedine ait önermelerimizi koymalıyız. Bize ait olan değerlere öncelikle sahip çıkıp bunlara evrensel değerleri ekleyerek yürüyelim diyorum.

Bize ait olan, bizim tarihimizin evrensel değerlerini taşıyan vakıalara sarılabilen ve oradan çıkış yapabilen bir bilinç algısı yerleştirmeliyiz. Bunun için gerçek olmalıyız. Gerçek olmak demek öncelikle yerli olmak, ayakları yere basmak, kendi değer manzumesini bilince çıkartmak demektir.

Bu noktada benim Arap halkının kimlik haklarını savunmam, ortak ülkemizin genel demokrasi mücadelesine bu değer de katılmalıdır dememin anlam buradadır. Bu noktada Fırat’ın ötesi ve berisiyle, Toroslar’ın Güneyi ve kuzeyiyle buluşur. İstanbul’u Diyarbakır’a Antakya’ya Adana’ya bağlamanın yolu da buradan geçer.

Bu yolla, ülkenin barışçıl, gönüllü birliği, milliyetçi algıların bölücülüğüne karşı direnebilir. Kızıldere vakıasının gerçeği de budur; farklılıkların birliği olarak, yerel bir tarih gerçekliğimiz olarak, kendimize ait tarih algıların merkezinde oluşmuş bir bilinç olarak anlamı budur. Kürdü, Türkü, Laz’ı, Alevi’si, Sünni’si orda omuz omuza böylesi bir değer yaratmıştır. Yunanların Marton’u ne ise, Filistinlinin Cenin kampı direnişi ne ise bizimde direnişimizin Kızılderesi odur.

Kızıldere, bize ait olan, ayaklarımızı yere bastıracak olandır. Evrenseli yaşantımıza oturturken ihtiyaç duyduğumuz denetim etkinliğini sağlayacak olan da budur. Kızıldere direnişi orijinalitemizindir. Tarihi bilinçaltımızın figürüdür. Gelecek kuşaklara ileteceğimiz mesaj, halkımıza uğruna savaşacakları bir siyasal yönelim sunumuzun gerçekçi verisidir.

Mahir çayan ve arkadaşlarının yarattığı Kızıldere destanının anlamı, tarihten gelip geleceğe uzanan gücü de buradadır.

Değerli arkadaşlar,

Üç kuşaktır demokrasi mücadelesinin engebeli ve sarp yollarında, işkencelerden zindanlara, sürgünlerden, mültecilik koşullarına kadar çekmediğimiz hiçbir çile kalmamıştır.

Aranızda bunun canlı bir örneği de bulanmaktadır. Devrimci hareketin “Muhtar”ı olarak adlandırmak istediğim Sayın İbrahim Çenet’in bu üç kuşağın her aşamasında ödediği bedellerle aramızdaki varlığı, canlı bir tanık olarak tarihten bu güne uzanan orijinal bir bilincin aramızda olması demektir.

Kızıldere anısı için gösterdiği kararlı tutumuna teşekkür ediyor, Roma’nın kadim şehri Antakya’ya hoş geldin diyorum. Kızıldere için anlatmak istediğim verilerin gerçek temsilcilerinden biri olarak bu toplantıya katacağı çok şey olduğuna inanıyorum. Yerelin anlamını ve önemini o da sizinle paylaşarak, bu bilincin kökleşmesine katkı yapacaktır. Kendi deneyleriyle bu süreci aktaracaktır.

Değerli arkadaşlar,

Bu gün üç kuşak bir aradayız. Kızıldere direnişi, öncelikle bu kuşaklara aittir. Aradaki halkalar kopmamıştır, ilkinden sonuncusuna taşınan ve gelecek kuşaklara bu yolla aktarılacak olan verilere sahiptir. Burada kaç kişi olduğumuza bakmayın, orijinal olan her değer, bu topraklar üzerinde yaşayan herkese aittir. Bunu temsil etmek sayısal bir veri olarak algılanamaz, bu bir sorumluluktur. Toplumsal kırılma anında yönetemeyeceğimiz kadar geniş kitlelerle yüz yüze kaldığımızda bunu daha iyi anlarız. Buna hazır olmak, bunu bilince çıkartma gerekliliği önümüzde duran en önemli yükümlülüktür. Kızıldere direnişi bu yükümlülükte anlamlı bir sembol olarak, halkın uğruna dövüşebileceği haklı davaları temsi eder.

Onlar’ın şehit oluşuna bizim verebileceğimiz tek gerçekçi karşılık da budan ibarettir.

23 Mart 2012 Cuma

KÜRT SORUNUNA ÇÖZÜM ÖNERİSİ

Mihrac Ural – 24 Mart 2012 / Cuma

Kürt sorunu, sadece Türkiye vatandaşlarının farklılıklarıyla oluşan siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel kanaatlerinin sorunu olmadığı açık. Öncelikli olmasa da tüm bölgenin ve dünyanın da sorunudur. Ancak, iktidar güçlerinin bu soruna çözüm getirme önerilerini bir kenara koyun, sorunu açıkça tanımlamaktan dahi kaçındıklarını biliyoruz.

Ya solcular, onlar daha beter üstelik çirkince bir ikiyüzlülükle sorunu bulandırıyorlar.... Milliyetçilik mikrobu, ülke ve bölge sorunlarımızın mikseridir; karıştır-bulandır, çözümsüz kıl-çatıştır diye sıralayabileceğim bir algı dışında ortalıkta hiç bir şey yok.

Değerli Hasip Yiğitoğlu’nun yorumu, sayın Erdoğan Şenel’ın müdahalesi ve günü birlik yazanların da ortaya koydukları, içinde çok önemli doğrular olsa da kocaman bir muğlaklıktan ibarettir. Yıllardır bu konuyu yazan, her gelişme için açık ve net tutum ortaya koyma çabasında olan biri olarak benim de acil çözüm isteyen kimi yerel sorunlarda muğlakça yazdığım çok yazı olmuştur; sorunu köklü çözmek ile sorunu yerinde ve anında geçiştirici bir çözümle aşmak arasında gidip geldiğimiz dönemler olmuştur. Ama kendi adıma Kürt halkının kendi siyasal iradesi ve kararına asla müdahil olmamaya ve aynı zamanda kendi halkımın siyasal iradesine kimsenin müdahil olmamasını savundum durdum.

Değerli Hasip dostumun bu yazısı üzerine şimdi yapacağım öneri ise uzun yılların sentezi bir öneri olacaktır. Ayrıntılarda boğulmadan belirteyim. Ortaçağlarda bile yok edilememiş Kürt ulusal gerçeğini bu gün yeryüzünde hiçbir kudret yok edemeyecektir. 200 yıl içinde 39 Kürt halk ayaklanması bu ulusun ayrı bir varlık olduğunu göstermek için tarihte ödenmiş en büyük bedeldir. Egemen güç ve ulus ortak ülkemizde bu gerçeği anlaşacak siyasal irade sahibi kadroları en azında son 30 yıllık savaş koşulunda yaratamadığı yaratmakta güçlük çektiği görülmüştür. Din istismarıyla başlayan yeni süreç dini dahi millileştiren ve Yeni-Osmanlı adı altında farklılıkları bir arada tutma çabası aynı yöntemlerle ırkçı-milliyetçi egemen ulusun karanlık yönelimleriyle dayatılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlara karşı Kimlik hakları özgürlük ve demokrasi talepleri için mücadele eden Kürt halkı, siyasi önderlerinin ortaya koyduğu sağlıklı duruşla iç savaşa yönelmemiştir, barış içinde bir arada yaşamanın yollarını zorlamaktadır. Bu gerçek bölücülerin, egemen milliyetçi algılar olduğunun a açık ifadesi olmuştur. Bu gidiş sorunu tanımlamayı da çözümü de tıkamıştır. Kimsenin galip gelmediği bu süreçte, iç bükey çürüme emareleri belirmeye başlamıştır. Bölgede ciddi bir kırılma yaşanamaması halende de bu durum sürecektir; ortak ülkemiz kan kaybetmeye acı çekmeye devam edecektir…

Bu tabloda yükselen ve gerileyen çatışmaların acı bilançoları altında ezilsek de sonuçta gelinecek yer diyalog ve siyasal anlaşma masası olacaktır. İster sihirli bir değnekle ülkenin verili tüm siyasi kadroları bu masaya gelsin ki bu hiçbir zaman olmayacaktır, ister her iki taraf bitkin hale geline kadar, her yol ve yöntemi kullanarak çatışsın sonuçta buraya gelinecektir. Tarihten nasibini almış bir bakış bu sözlerimi tekrarla teyit edecektir.

Bu nedenle ortak ülkemizde Kürt sorunu için çözüm önerim şudur;

Uluslararası hukuk çevrelerinin yönetiminde, Kürt halkına kendi kaderi üzerinde karar vermesi için referandum yaptırılmalıdır. Bu referandum öncelikle Kürt halkının temsilcilerini seçmelidir. Seçilen temsilcilerin oluşturacağı kongre, öncelikle birlikte yaşama ya da ayrılma üzerine karar vermelidir ( belli bir takvime bağlı, belli bir mekanizma çerçevesinde -federasyon, konfederasyon vb- birlik ya da ayrılık sürecini belirlemelidir) Bu süreç hangi biçim ve takvimle olursa olsun, ayrılma hakkını açık ve net ifade eden, özgürlük ve demokrasi anayasasıyla taçlanmalıdır. Bu anayasada, her etnik ve inançsal farklılık kendi konumunu, haklarını, güvenliğini, yasa, kurum ve kuruluşlarla kendisi işleyerek ikame etmelidir. Anayasa oluşturucu meclis tüm farklılıklardan oluşarak, haklarla ilgili sınır ihlallerine belli bir uyuma kavuşturup anayasayı halk oylamasına sunarak onaylamalıdır. Her etnik ve inançsal yapı kendi sorunlarıyla ilgili yasa yapabilecek meclisleri kurup kurmamam kararı yine bu farklılıklara ait olmalıdır. Bunun sonucu kurulacak ortak cumhuriyet, demokratik, laik sistemiyle, belli aralıklarla ( en az 25 ya da 40… yıl) konumunu halk onayına sunmalıdır. Bu öneri öncelikle başkası üzerinde egemenlik hakkını demokratik biçimde ötelemeyi ve sorunu her zaman tıkayan milliyetçi etkileri kendi sahalarına göndermeyi amaçlamıştır. Bu öneriyi ülkeyi böler diye karşılayacaklara sözüm, sorunum zaten sizsiniz milliyetçi tek boyutluluğunuzla bölmüşsünüz böleceğiniz kadar, bu öneri belki farklılıkların gönüllü iradesiyle ne ölçüde ve nasıl bir araya toplanabilir bun kurtarma kaygısını taşımaktadır. Bu kaygıyı tek taraflı değil tüm tarafların sorumluluğu olarak sunmaktadır; tafralar birliği ret edecekse, söylenecek bir şey kalmamış demektir. Ayrıca ifade edeyim konu sadece Kürt konusu değil Araplar üçüncü en büyük ulusal topluluk olarak, diğer tüm farklılıklarla birlikte bu haktan yararlanması gereken taraflardır.

Bir çıkış önerisi olarak, yüz yıl sonra da olsa gelinecek yerin bu olduğunu iddia ediyorum; iç savaş ve bunun sonuca bölünme hariç, bu öneride n daha pratik, daha demokratik, daha işlevsel bir öneri olmayacaktır.

Öcalan'ın, PKK'nin ya da başka Kürt siyasal etkinliklerin rolü ise bu zemin üzerinde, istesek de istemesek de halkın kararıyla belirlenecektir; Öcalan’ı bin yıl tutsak etseniz de Kürt halkı “bu benim liderimdir, uğruna militan üzerine militan feda edeceğim” diyorsa yapacağınız hiçbir şey yoktur. Yapmaya devam ederseniz karşılığında bulmaya devam edeceksiniz demektir. Bunu inkar etmenin hiç bir faydası yoktur. Terside doğrudur, Kürt halkı kendi tercihini yapacaktır. Ona dıştan dayatılan tüm tercihler, hangi isim altında ortaya atılırsa atılsın, "Demokratik açılım yapıp yapmamak", "Kürt realitesini tanıyıp tanımamak", "BDP'yi tanıyıp tanımamak", iki yüzlü politikaların, milliyetçi militarist hezeyanların öncelikle Türk halkını aldatan sahtekarlıklarından başka bir anlama gelmeyecektir.

Tekrar edeyim milliyetçi eğilimi siyasal karar mekanizmasından uzaklaştırmadan bu ülkede hiç bir çözüm olmayacaktır. Bu böyle gelmiş böyle gider diyenler ise Lozan’da kotardıklarını da II. Sevr’le kaybettiklerinde daha iyi anlayacaklardır….

İKİ ÜLKE İKİ AYRI NEWROZ

Mihrac Ural – 21 Mart 2012 / Çarşamba


Sözlerime, "Suriye bu bölgenin vicdanıdır, bu gün hepimiz Suriyeliyiz, onunla direnecek, onunla kazanacağız" diyerek başlayacağım. Bunu neden başlangıç cümlesi olarak seçtiğimi attaki makalemi okuduğunuzda daha iyi anlayacaksınız.

Türkiye Newroz kutlamalarını yasaklayıp kanlı bir arenaya çevirirken, Suriye'de Kürt halkı Newrozu yöneticileriyle omuz omuza, coşkuyla, özgürce, tek kişi tek bir sıkıntı çekmeden kutladı. Bu sonuç iki ülke, iki ayrı Kürt algısı gerçeğini, bir kez daha ortaya koymuş oldu. Bu makalem, eski makalelerimde dile getirdiğim verileri yeniden ele almamı gerektirecek. Bununla da Suriye'de 2011 ve 2012 Newroz kutlamalarının özgürlük coşkusuyla barış içinde kutlanmasına karşılık Türkiye'de Newroz kutlamalarının nasıl da kanlı arenaya çevrildiğini algılayacağız. Ama önce, bu gün yaptığım önemli iletişimi okuyun.

Nevroz bayramını kutlamak için, tüm iletişim araçlarını kullanarak dostlarımı aradım onlarla coşkumu paylaştım bayramlaştım. Bunlar arasında Suriye Kürtleri liderlerinden (Suriye Kürtleri Sivil Girişim Komitesi Başkanı) Ömer Osi de yer aldı. Saat 22.00 civarında yaptığım tel konuşmasında bayramını katladım ve karşılıkla olarak Türkiye ve Suriye Newroz kutlamaları üzerinde sohbet ettik. Yarım saat sonra Şam FM de programı vardı oradan da müdahalem olacaktı.


Kısa tel konuşmasında Ömer Osi bir kez daha "Suriye Kürt halkı, ülke halkçı yönetiminin yanındadır, Bu Newroz kutlamalarının önceki yılda olduğu gibi coşkuyla, yönetimle tam bir uyum ve dayanışma içinde kutlandı. Tek bir kişiye tek bir sıkıntı yaratılmadan özgürlük içinde kutlandı" diyerek bilgi verdi. Devamla da "Türkiye, Erdoğan iktidarıyla Kürt halkına amansız bir kıyım yürütürken, Osmanlı çağından bu güne onlarca toplu kıyımı Cumhuriyet döneminde de sürdürmüşken, bunları görmeden ve utanmadan Suriye'ye demokrasi önerileri yapmasını anlamak mümkün değil. Newrozun bayram kutlamalarının Türkiye'de yasaklanması, Kürt halkının polis ve jandarma baskısı altında ezilmesine karşı, Suriye halkçı yönetiminin yaptığı reformlarla özgürlük ve demokrasi yönünde attığı adımlar, bu gün Newroz kutlamalarının özgürlüğüyle tem bir tecilli halindedir. Bunu gördük bunu yaşıyoruz, Suriye bizim ortak vatanımızıdır ve bu ülkede onurla yaşıyor, yönetimimizi de sonuna kadar desteklemeye devam edeceğiz" dedi.

Ömer Osi son olarak "Suriye Kürtleri arasında da marjinal çevreler var. Bunlar 21 Martı "savaş günü" ilan ettiler. Ama ne oldu, Suriye Kürtleri bir bütün olarak bu aptal açıklamaları yere serdi, geçersiz söylemlerinin Kürt halkını bağlamadığını fiil olarak gösterdi. Suriye Kürtleri, Suriyelidir. Bu coğrafya tüm halkların adıdır, bir milletin yada bir inancın değil 7000 yıllık tarihin uygarlık coğrafyasıdır ve bu coğrafyayı anavatan haline getirirken, hepimizin katkısı olmuştur. Bu açıdan ırkçı, milliyetçi her yaklaşıma karşı çıktığımız gibi içimizdeki böylesi sapmaların provakatif açıklamalarına hiç bir yaşam alan bırakmayacağız. Sonuç olarak Newrozu özgürce, korkusuzca, yönetimle, yetkililerle birlikte kutladık. Dıştan satılmış olanlara karşı biz Kürtler gereken tüm önlemleri alarak mücadele edeceğiz. Eli kanlı Müslüman Kardeşler şebekelerinin Vahhabi gericilerle ülkemizde yaptıkları tahribatlara karşı duracağımızı açıklarım. İstanbul meclisi denilen vatan hanilerinin ırkçı gerici duruşlarını, Kürt halkını dışlayan duruşlarını ayrıca burada tepkiyle karşıladığım belirtmeliyim. Kürt sorunun demografik anlamda sorunu 20 milyona yakın Türkiye Kürtlerinin sorunudur. Bu sorunu Suriye Kürtleriyle karşılaştırmak abestir. Kaldı ki tarihi olarak iki ülke çok farklı Kürt politikalarıyla da birbirinden ayrılır. Türkiye hep ölümü reva görmüştür, Suriye tarihinde ise hiç bir zaman toplu bir kıyım olmamıştır hep lokal sorun olarak kalmıştır. Yapılan reformların özgürlük ortamında biz Kürtler de siyasi partiyle katılıp, kendi rengimizi barış içinde ortaya koyacağız" dedi.

Ömer Osi benimle yaptığı bu konuşmanın çok daha geniş versiyonunu resmi yayın yapan Şam FM'de, Kürtçe şarkılar eşliğinde yaptı. Yaptığı konuşma çok önemli ve anlamlıydı. Türkiye’den katılan Kürtlerinde önemli açıklamalarıyla Ömer Osi FM konuşmasını şu sözlerle bitirdi; "Laik Suriye'de Kürtler barış içinde bir arada yaşayarak Emperyalist oyunlara karşı mücadele edeceğiz dedi"

Kendi izlenimlerim ve farklı kaynaklardan aldığım bilgiler de aynıyla bunu gösteriyordu. Cezire ilinde, Kamışlı'da, Amuda'da, Dirbesiya'da, Halep ve Şam'da yani Kürtlerin Suriye'de yaşadığı her alanda, yaygın biçimde resmi yetkililerle omuz omuza, vatan çatısını esas alan demokratik dost güçlerle birlikte Newroz kutlanmış oldu.

Bir kez daha Newroz tüm insanlığa kutlu olsun diyorum, özel olarak da Kürt halkına. Newroz özgürlük ve demokrasi olsun, bu uğurda mücadele edenlere zafer olsun. Bu gün Arap Alevileri içinde kutsal bir gündür; Aynı anlamla eskinin, kötülüklerin, karanlıkların ve zulmün sona ermesi ve yeninin özgürlükle sevinç ve coşkuyla, baharı müjdeleyen doğanın yol haritası olarak, tarihteki tüm efsane ve gerçeklerin düşünsel evrim, birikim ve aktarımlarının sentezi olarak bu günü kutsal bir bayram sayarlar (Bu bayram Arap Alevilerinde eski takvim gereği 4 Nisanda kutlanır. 3iyd Newroz rab3 min Nisan)

Bu makalemde sadece iki ülke ve iki farklı Kürt algısını yansıtma amacı taşıyorum. Osmanlıdan Cumhuriyete 200 yıl boyunca, 39 Kürt halk ayaklanması toplu kıyımla yüz yüze kalmıştır. Kürtler hep katledilmiştir. Kürtlerin, hakları yok edilmiş, varlıkları bile düne kadar tanınmamıştır. Tüm insan topluluklarının kutsal günlerine, bayramlarına saygının olduğu ve komşumuz Suriye tüm sorunlarına karşın Newrozu özgürce ve coşkuyla kutlamasına karşın, Türkiye'de Kürt halkına yasakçılığın dayatılması, yine baskıcı davranılması, kimin demokrasi dersine ihtiyacı olup olmadığını göstermesi açısından önem taşmaktadır. Suriye bu gün, halkçı yönetimin yaptığı reformlar ve onaylanan anayasasıyla gerçekten bölgemizin en demokratik ülkesi olarak halkına her alanda sınırsız açılım olanağı vermiştir. Bu örnek ülke zorluklarını buradan aldığı güçle aşacağı kesindir.


Suriye'de 2011 Newroz kutlamalarıyla ilgili kaleme aldığım "SURİYE'NİN HANDİKABI; KÜRTLER" başlıklı makalemin bazı kısımlarını sizlerle paylaşıyorum.

"İKİ DEVLET İKİ FARKLI DURUŞ


Suriye, 17 Nisan 1947’da bağımsız bir devlet oldu. O güne dek, Osmanlının hükmü altında 400 yıl, sömürge bir feodal eyalet olarak yaşamıştı. I. Paylaşım savaşı ardından 20 yılı aşkın bir süre de Fransız mandası altında sömürge bir ülkeydi.

Bu haliyle, genç Suriye devleti, bölgedeki devletlerle karşılaştırılması mümkün olmayan Kürt gerçeğiyle ilişki halinde oldu.

Osmanlı zulmü ve Türkiye’de Cumhuriyetle başlayan kıyımın hiçbir düzeyi, Kürtlerle Suriye arasında yaşanmamıştı. Cumhuriyetin ırkçılığa varan baskıları, 19 Kürt ayaklanmasıyla cevaplanırken, Suriye’de Kürtlerin bir mantar tabancası dahi patlatmamış olması bu gerçeği anlatmaya yeterlidir.

Ülkemizde Kürt özgürlük hareketinin ağırlıklı kadro ve militanlarının Suriye kökenli Kürtlerdir. Ölümlere meydan okuyan bu gerileler, Suriye’de silahlı mücadeleye başvurmamıştır. Zaman zaman Kürtlerle Suriye yönetimi arasında ya da Arap aşiretleriyle gerginlikler yaşansa da kayda değer bir çatışma bile olmamıştır. Akli şahsiyetlerin müdahalesiyle irili ufaklı yerel sorunların çözülebilmesi bu ilişkilerin barışçı çizgiyi koruyan bir duyarlılığa sahip olduğunu göstermiştir.

21 Mart 2011 Newrozu’nun ortaya koyduğu barış ve birlik havası bu çizginin yoğunlaşmasına da bir işarettir. Son haberde Newroz bayramının Suriye de resmi bayram ilan edileceğidir; ülkemizde büyük acılar, kanlı kıyımlar, işkence, zindan ve sürgünlerin gölgesinde kalmış, iki yüzlü ahlaksızlığın tipik simgesi olarak Newroz bayramını “Türklük aleminin bayramı” diye, resmi bayram ilan edilmesini hatırladıkça, iki ülkenin nasıl da iki ayrı aflıyla aynı soruna yaklaştığını görmek güç olmasa gerek.


SURİYELİ KÜRTLERİN EĞİLMİ


Suriye Kürtlerinin, Suriye tarihinde oynadıkları rol ve bu güne kadar gelen konumları ayrı bir yazı konusudur. Selahiddin El Eyyubi’den, çağdaş Suriye devlet başkanlarına, Şam üniversitesinin yüzlerce bilim adamı doktorundan, Baas içinde ve sosyal, siyasal, sanatsal etkinliklerde yer alan Kürt ağırlıklı varoluşa kadar önemli bir yelpaze Kürt kimliğini gizlemeden kendini ifade edebilmektedir.

Bu satırları yazarken, Suriye televizyonunun bir oturumunda konuşan Şam Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Kürt Dr. Fuvvaz Salih’in anlatımları dikkat çekiciydi. Ayrıca, programa telefonla katılan Tarihi Eserler Müdürü Kürt Dr. Mamun Abdurrahman’ın açıklamalarında (Suriye’de Kürt kolektif kimliği resmi kayıtlarda yer almasa da), çağdaş Suriye tarihinin her kesitinde, Kürt kimliğinin açıkça ifade edilerek, vatandaşlık eşitliği içinde yüzlerce bilim adamı, siyasetçi, sanatçı ve her türden meslek grubundan insanın yaşam sürdürdüğü dile getirildi.

Ünlü Kürt sanatçı Ömer Haco’nun oğlu sinema yönetmeni Leys Haco’nun Arap alemi ve dünya ölçeğinde bilinen yüzlerce Suriyeli sanatçı adına yaptığı konuşmada, Direnen Suriye’nin tüm renkleriyle ne kadar güçlü olduğunu, baskılara boyun eğmemesinin altında, ülkede sağlanan siyasal duruşun belirleyiciliğini dile getirdi. Beşşar Esad’ın reform çabalarıyla bu süreçten daha çok güçlenerek çıkacağını, Suriye’nin bölgedeki rolünün öncekinden fazlasıyla artacağına işaret etti.


Ülkemizde “Kürt” kelimesi dahi telaffuz etmek için çekilen acıları hatırladığımızda, Kürtlerin Suriye’de sürdürdükleri barışçıl duruşlarını anlamak daha kolaydır. Bu konuda, Sayın Öcalan’ın Suriye’de misafir olduğu 19 yıl boyunca ortaya koyduğu tutumun, bu açıklamalarla bire bir kesiştiği açıktır. Öcalan yüzlerce kez bu satırların yazarının tanıklığında da “Kürt halkının, ortaya koyduğu destekle, gösterdiği misafirperverlikle Suriye’ye her zaman vefa borcu olacaktır” diyerek ifade etmiştir.

Ülkemiz milliyetçi solundan kimi aptallar, gerçek bir cehaletle, Suriye’de Kürt sorununu Türkiye’deki Kürt sorunuyla aynılaştırma çabasındadırlar. Özgün örnekleri siyasetin hiçbir kıstasına uymayan genelleştirmelerle bu konuda yapılan, yazımların ciddiyeti sorgulanacak ölçekte yanlışlar içermektedir.

Suriye’de genel dost ilişkilerimiz yanı sıra, muhalif Kürt siyasal çevreler ve dostlarla bire bir yaptığımız görüşmelerde, çoğunluğun kanısı, “ilan edilen reform paketinin olumlu” sonuçları olacağı beklenmektedir.

Ancak bunun yeterli olmayacağı, bu güne kadar Suriye’nin bölgede ortaya koyduğu direnme çizgisine kararlı desteğini sunun Kürtlerin, kolektif kimlikleriyle de ilgili haklarına önem verilmesi gerektiği vurgusu yapılmaktadır. Her şeye rağmen ortak ülkede Kürtler ve Araplar bin yıllardır yaşadıkları ve barışın esas alındığı ilişkilerin kırılmaması için, dış güçlerin müdahil olarak kanlı kardeş kavgasının önüne geçmek için gerekli dirayetin gösterileceği ifade edilmektedir.

Bu sohbetlerden birinde Suriyeli Kürt aydınlarının dile getirdiği özet yaklaşım ise; “bizim yol haritamız, sorunlarımızı, demokrasi ve özgürlüğün gerektirdiği barışçıl yol ve diyalogla aşmaktır. Bu topraklarda Kürtlerle Araplar hiçbir zaman kanlı çatışmalara düşmemiştir, bundan sonra da düşmeden sorunları çözecektir” mihverindeydi. Suriye’de Kürt sorunu ve çözümü yolunun özeti de tas tamam budur.

Bu nedenle Suriye Kürtleri ve tutumlarını irdelerken, Türkiye’deki Kürt halkı ve çektikleriyle, tarihsel açıdan farklılıklarını göz önüne almak gerek. Bu tarihsel veriler hesaba katılmadan yapılacak karşılaştırmalar, ciddi bir sonuca ulaşamaz ve objektif durumu asla izah edemez.

Kürtler Suriye’nin olmazsa olmaz vatandaşlarıdır. Suriye halkı ve yöneticileri bu gerçeğin bilincinde ilişki sürdürmüştür. Bu ülkede hiçbir zaman inkar politikası gündemde olmamıştır.

Her şeye rağmen bu durum Kürtler için yeterli değildir. Kürt ulusunun bu topraklarda da, kolektif kimlik hakları ve insani hakları olmak üzere kapsamlı haklara sahip olmaları gerekmektedir.

Kürtler, insan hakları kapsamındaki demokratik haklarını Arap kardeşleriyle birlikte kazanacak, kurumlar ve yasalarla da güvence altına koyacaktır. Bu konuda önerilen reformların önemi büyüktür, Kürtler buna ağırlıklı olarak destek verdiklerini de açıkladılar.

Son bilgiler ise, 5 Nisan 2011 tarihi itibariyle, Beşşar Esad’ın Haseki’de Kürtleri temsilen Aşiret Reisleri ve siyasal-toplumsal şahsiyetlerle bir toplantı yapmıştır. Toplantıda Kürtler adına konuşanlar arasında Koşer Miran aşireti lideri, yönetime olan desteklerini, reform kararlarına olumlu baktıklarını, dış müdahalelerin yaratmak istediği kaos ortamlarına asla taviz vermeyeceklerini belirttiği basına yansıyanlar arasındaydı.


TUTUM


29 Mart 2011 tarihi itibariyle 10 milyonu aşkın Suriyelinin yönetimine destek amacıyla meydanları dolduran duruşu, bu ülkede uluslar arası medyanın soru işaretleriyle doldurduğu kafalara yerinde bir cevap oldu. Bu aynı zamanda direniş çizgisi dolaysıyla, Filistin direnmesine, Lübnan ilerici güçlerine verdiği destek nedeniyle, bölgede halklar lehine oluşturduğu mesajlardan rahatsız olan ve bu nedenle diz çökertmek isteyen Siyonist-Emperyalist- Arap gerici güçlerinin komplolarına da sert bir tokat oldu.

Bütün bunlar Kürt halkının talepleri için haklı protestosunu sonuçlandırmadı. Önceki kesitlere göre oldukça gerileyen potansiyelle de olsa Kamışlı beldesi ve Haseki ilinde gösteriler oldu. Yönetim de bu barışçıl gösterileri içine sindirmek zorunda kaldı. Son gelişmeler, bundan sonraki barışçıl gösterilerin de içe sindirileceğini göstermektedir.

Ancak, Kürtlerin dikkat edeceği ve yönetimin çok daha fazla dikkatli olacağı kırılgan bir denge bulunmaktadır. O da her iki tarafın milliyetçi provokasyonlara gelmemesidir. Suriye yönetimi, Kürt vatandaşlarının haklı acil taleplerini reform paketiyle sonuçlandırması gerek. Bu çabaların verildiği de açıktır. Ancak, bunlar yeterli değildir.

Bunlara eklenebilecek ve belki zamanla daha da genişçe ele alınması gereken Kürt kimliği, Kürtçe eğitim ve iki dille yaşam sürecinin ikamesidir.

Bu hakları, ülkemizde savunduğumuz gibi, Suriye için de savunduğumuzu belirteceğim. Bu konuda Kürt halkının Arap halkıyla demokratik bir süreçte ihtiyaçlarını biçimlendireceği beklenmektedir. olacaktır. Komşu bir ülkede bizim müdahale sınırlarımızı aşan nokta da burasıdır. Bu sürecin söz sahibi Kürt halkıdır.

Kraldan çok kralcılık değil, gerçek anlamda halkların kardeşliği, barışı ve haklarının elde edilmesi kaygısıyla hareket etmenin sınırları da buradadır diyorum.

Suriye’de vatandaşlık hak ve yükümlülüklerini farklı nedenlerle almamış ya da alamamış olan Kürtlerin bu hakka “1962 sayımı”nın tekrar yapılmasını ön gören reform paketiyle kavuşmaları mümkün. Acil olan bu talep, bir insan hakları talebidir. Suriye’de Kürtlerin sonul, temel talebi ise bu değildir.

Suriye’nin Kürtlerle ilgili bir handikaba düşüp düşmeyeceğini belirleyecek olan, Kürt etnik, kolektif kimliğiyle ilgili duruşu olacaktır. Bu gün, tüm yönleriyle yeterince olgun olmasa da bu sorunun gelip kendini dayatacaktır; Kürt kolektif kimliğini hesaba almayan hiçbir iyileştirme bu sorunu aşamayacağı bilinmelidir.

Suriye halkının tüm renkleriyle bu sorunları çözeceğine inanıyorum. Bu uygar halk tarihten gelen duyarlılığıyla, diyalog ve barış yolundan ayrılmadan bunu da başaracaktır.

Herkes biliyor ki, direnen Suriye, Kürtleriyle güçlüdür, Kürtler olmaksızın Suriye zayıftır, bir kolu sakattır. Tersi de doğrudur.

Suriye halkı, demokratik adımlarını derinleştirdikçe, ilkel milliyetçi etkilerden sıyrılıp, on yıllarca sürdürdüğü direnme çizgisine uygun bir ev içi düzenlemesi yapma sorumluluğu gösterdikçe bu handikaba düşmeden, sorunlarını çözmeyi başarabilecektir.

Komşu ülke Suriye’den bunu bekliyoruz, bu yöndeki adımların bölgemiz halklarına getireceği yararı dikkate alınarak destekliyoruz."


2012 Nuwroz kutlamaları için bu aktarım üzerine bir şey eklemeye gerek görmüyorum. Her şey açık. Suriye bu bölgenin vicdanıdır, bu gün hepimiz Suriyeliyiz, onunla direnecek, onunla kazanacağız.

20 Mart 2012 Salı

NEWROZ DOĞANIN ÖZGÜRLÜK İÇİN ÇİZDİĞİ YOL HARİTASIDIR

Mihrac Ural - 21 Mart 2012 / Çarşamba


3iyd Newroz min ehem el a3yad el hak. Haza el yom na7tefal bihi 3ala ma ya3ni min ma3na bil zuhur. Va haza el yom yum mukaddes bi kıbbi el Farsiyyi. Hazel yom hulika minel Nar Nuran. El yovm 3iyd el rab3 min Nisan (her yıl eski takvim gereği 4 Nisanda kutlanır). Va kul 3am va intom bi hayr.

İkinci anavatanım Suriye’nin en verimli topraklarında, dağlardayım. Hilal el Hasibi (Verimli ay) denilen toprakların ne olduğunu anlamak için dağların, ovaların, yerin göğün nasıl da çiçeklerle dolup taştığını temaşa etmek yeterlidir. Doğanın uyanışı, gelinlik, giyişini burada izlemek, kışın acımasız karanlığından, soğuklarından uyanıp rengarenk çiçeklere bürünmenin özgürlüğünü burada algılamak çok daha kolay. Doğanının özgürlüğe dair mesajı bir yol haritası olarak bu topraklarda çok daha anlamlıdır.

Bu gün, bu çiçek bahçelerini kanlı arenaya çevirmek isteyenler, eli kanlı şebekeleri dünyanın her yerinden toplayıp komşumuz Suriye’nin üzerine saldıkları görülmektedir. Bu topraklardaki baharı katletmek, halkın kazanımlarının yolunu kesmek için, doğanın mesajı olan, farklı renkleriyle özgürce, barış içinde bir arada yaşamayı kanlı bir arenaya çevirmek istiyorlar. Bu ölüm denkleminde Türkiye, halkının iradesi çiğnenerek, Erdoğan iktidarının sıradan tetikçi rolüyle yer alışı, Osmanlıdan bu güne süren acımasız tarihi devam ettirmeye çalışmaktadır. Üstelik bunu, emperyalist çıkarlar için, Arapların tarihsiz ve kimliksi ülkelerinin kukla yönetimleriyle yapmaktadır. Coğrafya kadar toplumsal var oluşun tüm dinamikleriyle ortak paydaları olan bölge halklarını bölüp-yönetmek, servetlerini bu yolla talan etmek için geliştirilen bu kanlı saldırganlık, baharı kahredici bir sonbahara çevirmektedir. Ancak doğa yol haritasını tüm iradelere rağmen getirip önümüze sermekte engel tanımamaktadır. Tüm engellere rağmen doğa, bahar, yeni gün, çiçek deryası, özgürlük, barış ve kardeşliğe dair verileri, halkların çıkarları uğruna direnmesi için Newrozla bir mesaj olarak vermektedir.

Bu ise tamamıyla yaşam kültürünün ölüm kültürüyle, ezelden gelen ve ebede uzanacak olan kavgasını temsil etmektedir. Biz kendi adımıza, halkımız adına doğayla tarihle uyum içinde bu mesajı Newrozla almaktayız. Bu yaşam kültüründen yana olmak iradesi ve algısıdır.

Önceki yılların Newroz bayramı dolaysıyla yazdığım makaleyi taşıdığı önemli mesajı dolayşsıyla bu yılda sizlerle paylaşıyorum.

“Toprak doğada insandan önce vardı. İnsan toplumsallaştıkça toprağı yaşama açtı. Toprak yaşama açılıp, kararlı bir sürecin parçası oldukça, yerleşik düzene geçildi, anavatanlar oluştu. Ekim oldu, biçim oldu, hars oldu.

Tarihin derinliklerinden bu güne taşınan kültürel değerleri bu sürecin emekleri oluşturdu Bilince yansıyan gerçeklerin soyutlanmasıyla da bu güne kültür olarak ulaştı. Newroz bu sürecin ürünüdür. Bize baharı, eşitliği, bereketi yeniden doğup doğayı eğitme kavgamızı tanımladı.

Çiçekleri açtı, doğayı temizleyerek, yaşamın aydınlık geleceğine hamlesini tetikledi, gündüzü geceye eşitledi, eşitlik algılarımıza doğayı şahit kıldı, toprağa kök salmamıza, toplumsal bir bilinç içinde hareket etmemize olanak sağladı, semavi dinler dahil, erdemli kurallarımızın oluşumuna katkı yaptı. Barbarlıktan çıkışımızın rotasını çizdi. Tüm insanlığa ait bu değerler manzumesiyle insanlık ailesinin farklılıklarıyla kardeş olduğunu anlattı, barışı bilince çıkardı.” (21 Mart 2009)

Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük handikabı bu adımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundandır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.

Doğayla barış insanla barıştır, siyasetle toplumla sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, emekçilerin sorunlarına eğilelim.

Bunun yolu farklılıklarımızın birer eşit, birer kurucu olduğu bir demokratik cumhuriyetin ikamesiyle mümkündür.

Bunu ikame edelim.”


Bu günü daha da anlamlı kılan, toplumsal algılarımızda silinmez yerleriyle bizler için kendini yakanladır; “sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” gerçeğini bedenlerinde ifade edenlerdir. İnsanlığın en erdemli en özverili olanlarıdır. Demokrasi ve özgürlük taleplerimize anlam derinliği katan, 12 Eylül rejiminin karanlık ölüm baskılarına karşı direnerek yoldaşlarıyla birlikte Diyarbakır zindanında kendini yakan Mazlum Doğan’lar, bu günü diğer günlerden farklı kılmamızın da gerekçeleridir. Bu gün, Suriyeli olma günüdür, bu gün tüm bölge halkları için özlemle beklenen baharı çiçekleriyle dünyamızı doldurması için fedakarca davranma günüdür. Mazlum Doğan ve arkadaşları bu idealleri kendi halkları için ölümüne kadar giderek ortaya koyarken, bizlerin eli kolu bağlı durmasının onursuzca bir duruş olacağını anlatmaya yeterlidir.


Küçük bir katkılarla, duyarlı olmakla, yaşam kültürünü ölüm kültürüne karşı zafere götürebiliriz. Anavatanımız bizden bunu bekliyor. Newroz’la her günümüzün bahar olması için, tüm insanlığın kardeşçe barış içinde yaşaması için hiçbir fedakarlıktan çekinmemeliyiz. Gelecek kuşaklara ait bir emanet olan bu coğrafyayı kana bulamak isteyenlere geçit vermemeliyiz.

DUYGU KERİMOĞLU YANINDAYIZ....



Duygu babası Adnan karimoğlu'yla bir mitangte



Mihrac Ural -19 Mart 2012 / Pazertesi. İdlip - Cisir el Şuğur / Türkiye –Suriye Sınırı Katrin köyü


Tüm arkadaşlarımı, dostlarımı yeğenim Duygu'ya yapılan bu gayri meşru davranışı şiddetle protestoya davet ediyorum. Bu olayın karşısında kimsenin sesiz kalmamasını istiyorum. Duygu ve ailesi dünden bu güne gelen mücadelemizin sırsılmaz bir parçasıdır. Dik duran örnek bir ailedir, iki gözümüz kardeşlerimizdir. Onlara uzanan her baskı bizlere yöneliktir, halkımıza ideallerimize, emeklerimize düşüncemize yöneliktir....

Polis, kendi teknoloji cehaleteni, kendi bilgisizliğini ve bundan kaynaklanan düşünce düşmanlığını böylesi kovuşturmalarla, baskınlarla, insanlara eziyet ederek örtmeye çalışıyor. Bu, devletin aczidir iflasıdır. Bu iflasın intikamını genç kızımızdan almak isteyen karanlık akılların dayatmaları, ortak ülkemizde herşeyin nasıl da gayri meşru çalıştığına yetirli bir veridir.

Komşularına kanlı kumpaslar kuran eli kanlı iktidarın, kendi vatandaşlarına çektirdiği bu zulüm, ülkemiz genelinde hüküm süren faşizan yönetimi tanımlamaktadır. Halkımızın duyarsızlığı ise bu gidişi derinleştiren bir durumdur. Ancak, bu gidiş hiç bir zaman istediği sonuçlara ulaşamayacaktır. Zira halkın kararlı güçleri, sonu ne olursa olsun direnmeyi seçecek ve bu karanlık akılları yenilgiye uğratacak kitlesen etkinliklere ulaşcakatrı. Tarihin toplumsal olaylarında bu bir kuraldır, ülkemiz de bunu yaşayacaktır. Bu imparatoriçe Zennubiya'nın binlerce yıl önce söylediği "UYGARLIĞIN GÜCÜ ER YA DA GEÇ GÜÇ UYGARLIKLARINI YENECEKTİR" sözünün gerçekliği de bu tarihsel kuralda anlam bulmaktadır.Duygu yeğenimi koruyacak olan da budur.


Duygu evine dönecektir. Buna hiç bir karanlık güç engel olamayacaktır.... Adnan yoldaşım ve ailesi Türkiye devrimci hareketinin mücedelesinde en özverili ailelerinden biri olarak Türkiye devrimci hareketini yanında bulacaktır.... Bu gün Duygu'yu düşünmek ve ona ailesine geri getirme günüdür....

256.DOSYA (ORTAYA KARIŞIK)

Mihrac Ural’ın notu - 20 Mart 2012




İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın kendi el yazıları ve itiraflarıyla kendilerini anlattılar. Her biri amansız birer Polis ajanı olduğunu itiraf etti. El yazılarıyla altında kendi imzalarıyla. Üstelik hiçbir baskı ve zorlama olmadan gönüllüce.

Ancak itiraflarında bili bir kalpazanlık vardı. Yakalandıkları anı anlatıyorlardı. Öncesini gizlemeye çalışıyorlardı. Sırat köprüsü sorusunu sordum bunlara. İtirafçı ve MİT olduğunuzu kabul ettiniz, ama geçmişte devrimci harekete nasıl bir zarar verdiniz bunu bileceğiz.


Bu nedenle şu soruyu sordum;


MİT’le ilişkiniz ne zaman, nerede ve nasıl başladı neler karşılığında neleri aldınız?


Bu soru onlar için ölümcüldü. Cevabını hala veremediler veremezlerde…


Yeniden hatırlatırım bu ikili kendi el yazılı itiraflarında kendilerini bakın nasıl tanıtmışlar:


Engin Erkiner kendini anlatıyor;

“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İbrahim Yalçın’ın el yazılı itirafı;


“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)



KÜÇÜK HATIRLATMALAR


İtirafçı Engin, 12 Mart 1970 askeri faşist darbesinden ve kovuşturmalarından nasıl sıyrıldı, Malatya Beylerderesi’nde İlker Akman ve yoldaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı nasıl yaptı, Ankara örgüt biriminin istisnasız tüm yöneticileri (Rıza salman,Yüksel Eriş, Ömür karamollaoğlu) ölü ya da diri nasıl tasfiye oldu, Ankara örgüt birimi bitince, İstanbul birimine neden taşındı burada hangi talih kuşu MİT ajanı İbrahim Yalçın’la buluşmasını sağladı, 15 günlük sempatizanla neden banka soygununun gidildi ve 4 saat sonra örgütün tümü çökertildi. 20 sayfa el yazılı itirafnameyle, hayallerin anlatılması istisnanız tüm yönetici, kadro militan ve sempatizanın ev adresleri, eşkalleri dahil her şeyin verilmesi ; Ali Çakmaklı’yı, Nebil Rahuma’yı ve beni polise ilk kez deşifre ederek firari durumumuzda ilgimizin bile olmadığı suçları sırtımıza yıkması. On yıllar sonra yine aynı MİT ajanı İbrahim Yalçın’la, devrimci hareketlere sızma, devrimcileri ispiyonlama ve bu gün devam eden karalamalarla onurlu insanları kirletme çabalarını sürdürmesi… İşte İtirafçı olmanın kaçınılmaz kaderi budur Engin Erkiner cahil bir itirafçıdır. İşi siyaset değil ihbardır buraya bir nokta…


MİT ajanı İbrahim Yalçın üzerine bir şey söylemeye gerek yok. 150 TL alarak örgütün 1. Kongresini ihbar etmek için MİT tarafından gönderilmiş. Kendi el yazılı itirafnamesinde öyle detaylı bilgiler veriyor ki, burada tekrara gerek görmüyorum. Bu senarist, yalancı MİT’le ilişkisinde örgüte ve tüm devrimci harekete karşı bir kanlı kumpastır. Kendi el yazılı itirafında verdiği tarihleri ortaya koydum ve ona sordum İbrahim Yalçın sen ne zamandan beri MİT mensubusun? Bu soru onun sonu oldu. Bitti…


Cevap veremedi veremez de. Ölene kadar bu soru onun boynunu sıkacaktır. Bu onursuz şerefsiz ikili bu gün Mehmet Yavuza ve hasan balcıya birer piç olarak etmedik söz bırakmıyorlar, tüm çabaları sırtlarındaki polis kamburunu örtmektir ama olmuyor. Gerçekleri hiçbir şey yok edemiyor.


Kendi adıma, bu çirkinlikleri elimin tersiyle itmiş durumdayım. Halkımın sorunları var devrimci hayıtım boyunca yaptığım mücadeleyi elimden gelen her koşulda sürdürmeye çalışıyorum. Ancak insanlık yolunda evrimini tamamlamamış bu çirkin piç sürüsünün utanmadan, el yazılı itirafları ortada dururken hala konuşmaya onurlu insanları kirletmeye devam etmeleri, şaşkınlık verici olsa da anlaşılır bir şeydir diyeceğim.


Bu bataklıkta zaman zaman Hasan balcı adımı anmaktadır. Bu kişi, hatasını gördü ve doğru yerde yerini aldı, Ancak kendi adıma ve sanırım onun içinde geçerli olan ilişkimizin koptuğu andan bu güne aramızda hiçbir ilki olmadı ve olmayacaktır. Buradan ona sözüm yazılarında artık adım anılmasın ne iyi ne de kötü olar. Cevap hakkım doğsun istemiyorum. Ancak devrimci ilke ve değerlerim gereği, şunu söyleyeceğim Hasan Balcı bu ikili polis organizesini çok doğru keşfetmiştir, söylediği her söz haklı ve doğrudur. Hasan bezi karşı geçince İtirafçı Enigin Erkiner, Hasan Balcı’ya “geçmişe bakmam doğruyu bulmak önemlidir” diye övgü dizmişti. Ben bunu asla söylemeyeceğim, benim ilkemde ve algımda, geçmişe de bakmak var, geleceğe de. Bu nedenle Hasan Balcıyla uzak yakın bir ilgim ve ilişkim olmayacaktır. Ama tekrar edeyim, Hasan balcı bu ahlaksız sürüsüne karşı haklı ve doğru bir mücadele veriyor…



Mehmet Yavuz – 18 Mart 2012


Bir insan yalan ve iftiraları ardı ardına sıralayıp buna da en başta kendisi inanıyorsa; durum vahimdir. Çünkü bu hastalığın tedavisi yoktur.


Ortamı iftiralarla kirleten yazılara en başından beri tepki gösteriyorum. Kişilik olarak haksızlık karşısında sessiz kalamıyorum. Bu nedenle aile hayatımı onlarca kez sıkıntıya soktum, Ama hiç pes etmedim. Etmem de..


Adam palavrayı atıyor; ipliğimi pazara çıkarmışlar.. Yahu sen ne iplikten ne de pazardan anlarsın, senin uzman olduğun konular belli.


O halde hangi ipliği pazara çıkardın ?


Emniyette soruyorlar: '' Her hangi bir siyasi parti, dernek vs üye misin ? ''


El cevap; '' Evet, üyeyim...''



Çünkü siyasi parti üyesi olduğumu il yöneticisi olmam nedeniyle zaten biliyorlar. Her partinin yönetici kadrosu SEÇİM KURULU ve EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ tarafından bilinir. Çünkü kongreler SEÇİM KURULU'nun kontrolünde yapılır.


Siyasi partiler; gizli örgüt değildir.


Ama MİT, yasal bir kurum olmakla birlikte GİZLİ bir örgüttür. İşte bunu itiraf etmek cesaret ister ki; sen bunu başarmış birisin.


Helal olsun..


Takdire şayandır.


Dile dolanan diğer kişi Hasan Balcı'dır.


Hani önceleri yere göğe sığdırılamayan şimdinin elma şekeri..


Geçmişteki çatışmalarımızı yeniden yorumlayıp bugünü sorgulamaya çalışıyor aklınca..


İnsanlık evrimi dikine giden mekanik bir hareket değildir. Yaşanan her acı, her sıkıntı, her endişe, her kavga insana bir şeyler öğretir.


Önemli olan yaşananlardan gereken dersi almaktır.


Evet, yaratılan bilgi kirliliği ortamında karşılıklı olarak Hasan'la birbirimizi oldukça hırpaladık.



Eğer insan gerçekleri öğrenmek maksadıyla okuyorsa, araştırıyorsa nihayetinde doğru sonuca ulaşır. Önemli olan bu seviyeye ulaşabilmekten ziyade bu aşamaya gelindiğinde ne yapılacağıdır.


İşte Hasan da bu doğrulara ulaştığında, dürüst bir insanın ne yapması gerekiyorsa onu yapmıştır.


Yani; estirilen yalan rüzgarına kapılmamıştır.


Benim açımdan önemli olan budur. Öncesine hiç bakmam.


Yeri gelmişken bu durumu eleştiren gizli örgüt görevlisine bir hatırlatma yaparak sormak isterim: Tacettin Sarı hakkında onlarca iftira yayınlayıp adamı milyarder bir MUHABERAT GENERALİ olmakla itham etmedin mi ?


Tacettin Sarı hakkında yaydığın iftiraları yeren ve gerçek Tacettin'i anlatan yazıma küfür ve hakaret içeren cevaplar yazıp aklınca beni tiye almadın mı?



Aldın !


Peki sonra ne oldu da, yahut hangi kaynaktan bilgi sahibi oldun da Tacettin Sarı hakkında yazdığın her şeyin yalan olduğunu itiraf ederek tiye aldığın yazımdaki bilgileri doğrulayıp kendisinden özür diledin?



Özür dilemeyi bilmek; güzeldir..



Ama aynı yanlışı sürdürmek çirkindir...



Bir başka konu; dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık ilişkileridir.



Hayatımın belli bir döneminde fikir ve kavga yoldaşlığı yaptığım, bu uğurda sırlar paylaşıp, hayatımız pahasına birbirimizi kolladığımız kişiler; bugün benim dostlarımdır.



Dostluk ayrı yoldaşlık ayrıdır. Bu nedenle bugün her konuda aynı düşünmemek dostluğa zeval vermez.



Dost kalmak için her konuda aynı düşünmek gerekmez.



Arkadaşlık da öyle.



İlişki derecesi dostluk ve yoldaşlık kadar kuvvetli olmasa da; kişiler birbirlerinden eminse yürür



Doğrudur; her konuda aynı fikirde olmayabiliriz.



Ama tartışmayı biliyor, fikrini empoze etmeye çalışmıyor ve onu kullanmıyorsan arkadaşlık yürür



Hayat paylaşmak içindir, kullanmak ya da kullanılmak için değil.


Düsturum budur.

SİVAS KATLİAMI VE ZAMAN AŞIMI

Mihrac Ural – 13 Mart 2012 / Salı / İdlip - Cisir el Şuğur/ Kitrin köyü


Sivas katliamının eli kanlı şebekeleri için zaman aşımı bu gün 13 Mart 2012 tarihi itibariyle doldu. Mahkeme heyeti, “15 yıllık aşırı zaman aşımı” adı altında davanın düştüğünü ilan etti. 35 canın yakılarak katledildiği bu toplu kıyım davası zaman aşımına uğrarken, beni derinden yaralayan kendi davamın 32 yıldır zaman aşımına uğramamasıydı; bir itirafçının sırtıma yıktığı ilgisiz suçlardan dolayı, hiçbir insana tek bir zararım olmamasına, hakkımda düşünceden başka bir "suç" iddiası isnat edilmemesine rağmen, yurt dışında sürgün olmama karşın, hakkımda iki de bir açılan davalarla zaman aşımı hakkımın gasp edilişi, esasında bu ülkede, nasıl bir adaletsizlik olduğunu anlatmaya yeterlidir.


Sivas Madımak Olayı 2 Temmuz 1993 tarihi itibariyle, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas'ta bulunan yazar ve sanatçıların kaldığı Madımak Oteli, bir grup insan tarafından kundaklandı: 35 kişi yakılarak öldürüldü, Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan ağır yaralarla kurtuldu.; 35 can, aydın, sanatçı, yazar, şair bu ülkenin yetiştirdiği en önemli akıllar, aklın hayalin almayacağı bir faşizanlıkla kıyıma uğradı.

Bu yazıyı güç koşullarda yazdım; bir yanda içinde bulunduğum koşulların, Suriye’de eli kanlı şebekelerin yarattığı ölüm denklemleri ve yaman çatışmaları, diğer yanda ülkemde adaletin pervasızca çiğnenmesine tanıklık yapıyorum. En acımasız olanı ise, halkımızın siyasi iradesini gasp eden bir yönetimin her iki olayın başaktörü olmasıdır. Komşumuz Suriye’yi kanlı kaoslara sürüklemek isteyen tüm olayların birinci derecedeki faili olan Erdoğan yönetimi, aynı zamanda Sivas katliamı davasının zaman aşımına uğrayarak adaleti kirleten de aynı iktidar olmuştur. Bu iki olayı birbirine bağlayan onlarca bağın en önemlisi de faillerin aynı karanlık akıl mensupları olmalarıdır.


Çağdaş Türkiye tarihinin karanlık akıllarca, farklı bir inanca yönelik en kanlı, en feci olaylarından biri olarak Sivas katliamı, ne bir savaş ortamında, ne de her hangi bir protesto olayında değil, bir festival kutlamasının, bir edebiyat şiir söyleminin barışçıl etkinliğinde, kaldıkları otel yakılarak, orta çağlara taş çıkartacak bir cinayet işlediler. Bu vahşeti önceki yazılarımda şöyle özetledim.


“Bu ülkenin akıl serüveni tarihinde tamamlanmamış birikimlerin, algılanmamış insani erdem ve değerlerin, farklılıkları içseleştirmeyi beceremeyecek kadar sığası dar yönelimlerin akıl sistemleri hakim olagelmiştir.


Ülkemiz, dinini kendi diliyle algılamamış olmanın handikapları içinde yüzen bir toplum yapısını ihtiva ediyor. Kimlik bunalımı aşamamış, kim olduğu üzerine her bir bölgesinin, her bir şehrinin bile tercih farklılıkları çatışma halinde kaoslara sürüklenmiştir. Bu farklılıkların bir birini yok etmek için yeterli bir gerekçe sayılması inançsal ritüellerin bir parçası olarak görebilecek cinnetleri ihtiva etmesine alışmak üzere olan bir toplum dokusu oluşmuştur.


Sivas katliamı bu algıların bir sonucudur.


Bunu ne sınıf mücadelesiyle ne de inanç mücadelesiyle açıklamanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Sonuçta hangi sınıfların kullanımında yer alırsa alsın, olay bir akıl sistematiğinin tarih içindeki evrimi ve dengeleri ya da dengesizlikleriyle ilgilidir.



Bu kıyımın, insan türünün doğadan kopuşuyla birlikte süren tamamlanmamış evrimine ilişkin olduğunu söyleyeceğim.


Buna, Anadolu coğrafyasının bin yıllık kaderinde bu çizginin hala devam ettiğini dehşetle algılamakta olduğumu ekleyeceğim.

Bu aklı üreten, üretimsiz tüketimin tarihsel rolüdür.


Bu, Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi gelip batıya uzanan göçebeliğin genetik izleridir. Başka halkların emeklerini gasp ve talan ederek, tarihte ilk kez yaşama açtıkları toprağı üretimsiz ilhak edip anavatan haline getirdiklerini sananların, farklılıklara karşı refleksleridir. Oturmamış toplumsal akıl melekelerinin kaygı ve korkusundan oluşan tepkilerin, sıradan olaylara karşı tehafütüdür (üşüşmesidir). Aydınlanmasını, yaşadığı uygarlığın verileriyle gerçekleştirememiş, modernizasyon zıplamalarını oturtamamış bir toplumun, kararsızlığı ve kaosudur.” ( M. Ural, 2 Temmuz 2008 tarihli “SİVAS KATLYİAMI” başlıklı makale)


Bu katliamın adaletle ilgili süreci ise, şu gelişmelere tanık oldu. Olaylardan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190'a çıktı. Gözaltına alınan 190 kişiden 124'ü tutuklandı, geri kalanlar serbest bırakıldı.



Kamuoyunda Sivas Davası olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara Bir Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde 21 ekim 1993 günü yapıldı. 26 aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15'er yıl, üç sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında üçer yıl, altı sanık hakkında ikişer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi.


28 Kasım 1997'de açıklanan kararda 33 sanığa idam cezası verildi. Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi, 24 Aralık 1998'de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999'da usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık DGM tarafından yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002'de idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam hükümlülerinin cezaları müebbet hapis cezalarına dönüştürüldü.2005’te çıkarılan bir afla dava sanıklarından bir dizi cani serbest bırakıldı. Bu fırsatla yurt dışına kaçan caniler zaman aşımı sonucu kurtulmuş oldular.



Sivas Davası, İstiklal Mahkemeleri sonrasında, tek bir davada bu kadar çok idam cezasının verildiği ilk dava olduğu kadar, siyasetin en çok kirlettiği dava olarak tarihe geçti. Buna anlamak için, daha sonra AKP’den milletvekili olacak 8 avukatın canileri savunduğunu belirtmek yeterlidir.


Bu cinayet yargı sürecinde akıllara durgunluk veren oyalamalar, ertelemelere, karar tekrarlarına maruz kaldı. Adaleti kirli bir ülkede, yargının nasıl da adil olmayacağına zalim bir örnek oluşturdu. Bu gerçek, Türkiye adalet tarihinin Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet dönemi dahil her kesitinde gündeme gelen adli vakaların en kirli olanıdır en bilinçli adaletsizliğin örneği olmuştur. Siyasetin adalete bu davaya karıştığı kadar karıştığı görülmemiştir. Bu dava egemen ırkçı-mezhepçi yaklaşımın ezilen ötekileştirilen mezhebe karşı açık saldırısı, hayasızca ezişi, adaletsizce sindirmesinin örneği olmuştur. Sivas katliamı davasının maruz kaldığı adaletsizlik, bu ülkede adalet arayanlara ya da olduğu iddiasında olanlara atılmış sert bir şamardır. Kirlenmiş yargının adaletsizliği, bu davayı tanımlayacak yegane sözdür.


Hukuk herkese lazım olur derler, ama bu ülkede hukuk sadece canilerin işine yarıyor. Farklılıklarımızı yaşamın her alanında ötekileştirenlerin son sığınağı adalet kemendiyle katledilmesi, bu ülkede bu iktidarlar ve karanlık akıllarıyla birlikte yaşanmanın her türünü imkansız hale getirmektedir. Sivas Katliamı davasının “aşırı zaman aşımı” adı altında adaleti kirleten sonuçları, ölenlerimizi bir kez daha katlediyor.


Sivas’ın mazlumları, mezarında bile huzura kavuşmuyor, bunun da ötesinde biz yaşayanlar için bu kirli yargıyla adalet, bir ölüm fermanı gibi boynumuza asılmış oluyor.

16 Mart 2012 Cuma

ANTAKYA TÖB-DER BAŞKANI KEMAL BAYRAM GERÇEK TÜRK DEVRİMCİSİNİN SURİYE DURUŞU

Mihrac Ural – 11 Mart 2012 / Pazar

Paris’te, durmadan ve kesilmeden Suriye’ye destek mitingleri düzenleniyor. Bu mitinglerde Suriye halkının gurbet çocukları hep bir arada oluyor. Dünya şer medyasının tüm yalanlarına, abartma ve uydurmalarına karşı Suriye halkçı yönetiminin ve lideri Beşşar Esad’ın arkasında durmaya devam ediyor. Suriye’nin tarihsel direnmeci duruşu, bölge ve dünya devrimcileri için güvenli liman oluşu, siyonizme teslim olmadan kararlıca her bedele göğüs gererek mücadele edişi doğal olarak cevapsız kalmıyor.

Nerede olunursa olunsun hiçbir çıkar olmaksızın Suriye dostlarının olduğu görülür. Bunların başında Türkiye Arapları gelir. Onlar ki tarihsel Suriye coğrafyasının doğal parçalarıdır. 7000 yıllık tarihsel evrimin kimliklere sinmiş aynı halkıdır.

Ancak tarihin çıkar cilveleriyle farklı devlet hükmü altına giren aynı halk, bu gün Suriye’ye yönelen tehlikeler karşısında öylesine ortak bir refleks gösterdi ki, yer gök bu halkın tekbir halk olduğuna tekbir halk kalacağına şahit oldu. Bu halkın evlatlarının aydınları, emekçileri, sanatçıları her boy ve soydan siyaset şahsiyetlerinin de bu duruşa karşılık, yeni gelişen kimlik algıları ortaya çıktı. Yıllardır yazıp-söyleyip durduğum önermelere bir yükseliş dönemi yaşıyoruz, ortak ülkemiz Türkiye’de, her bir farklılığımızın özgün örgütlenmesi ve özgür mücadelesiyle bu süreci yakalamaya çalışıyoruz. Bu da ortak özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkı olarak yürümektedir. Bu süreç, barışçıl kanallar ısrarla zorlanarak yapılmalıdır, ama savunma mekanizmalarını dışlamamalıdır. Bu süreç, yıllardır vurguladığım, birlik ve bütünlüğü koruyacak ANADOLU HALKLAR KONGRESİNE yükselmelidir, ama ırkçı-milliyetçi, din istismarcılarının dayatması olan bölücülüğe, ötekileştiriciliğe karşı, kendi özgün var oluşunun siyasal sonuçlarına da hazır olunmalıdır.

Bu nedenle, biz Arapların bir ulusal topluluk olarak hava kadar, su kadar hakkımız olan ana sütü gibi helalimiz olan anadilimizi, alfabesiyle birlikte, ana okuldan en yüksek eğitim düzlemlerine kadar, devlete ödediğimiz vergilerden nasıl ki resmi olan dil yararlanıyorsa, biz de kardeşçe aynı şekilde birinci sınıf vatandaş, eşit kurucu topluluk olarak yararlanmalıyız diyorum. Bu yapılmıyorsa bölücülüğü resmi kanatlar yapıyor demektir bunun da sonuçlarına kendileri katlanırlar.

Bu ülke birimizin değil hepimizindir süzün yıllardır ortaya koyup durdum. Bu tarihi kesitte yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Bu olumlu. Ama bunu on yıllardır çok iyi anlamış ve özümsemiş olan, Türk ve Sünni yoldaşlarımızın olduğunu onurlu dile getirmeliyim. Bunların başında THKP-C (Acilciler) örgütünün MK üyesi, Antakya Türkiye Öğretmenler Birliği’nin (TÖB-DER) 12 Eylül öncesi son başkanı, Antakya devrimci hareketini birlikte yükselttiğimiz, her adımda her alanda dün gibi bu gün de enternasyonalist ruhla, devrimci ilkeler çerçevesinde hala omuz omuza olduğumuz Kemal Bayram örek duruşundan söz edeceğim. Kemal Bayram, Antakya devrimci öğretmen hareketinin lideridir. Ben henüz üniversite imtihanlarına girerken o Antakya devrimci öğretmen hareketi içinde en önde mücadele eden bir yöneticiydi. Kadim Roma kenti Antakya devrimci tarihini bu alanda oluşturanlardan biriydi. Tipik bir Antekyelidir. Acil hareketinin tüm ülkeye örnek etnik, inançsal köken dokusunu içine sindirmiş ve bu alandaki devrimci hareketin oluşumunda öncü rol oynamıştır. Onun gibi bir dizi devrimci bu gün ortalıkta görünmeseler de onlar da yeri ve zamanı gelince bu duruşu sergileyecekleri kesindir.

Antakya devrimci hareketini siyasal bir örgütlülük düzeyine yükselttiğimizde geldiğimiz etnik ve inanç kökenlerimizle ilgili teati ettiğimiz tek bir konu olmazdı, alkımınız ucuna bile gelmezdi; meydanlarda, on binlerin katıldığı mitinglerde, faşistlerle sokak sokak mücadeledeki militanlığımız her şeyin önündeydi. Antakya’nın mozaik toplumsal, etnik, inanç dokusu Şahit Hana Maptunoğul gibi Arap-Hıristiyan kökenlilerle, rahmetli Ahmet Yıldırım (Müdür) gibi Türk-Sünni, Şehit Süham Över, Şehit Hasan İnci gibi Arap-Alevi kökenli Acilcilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle tamamlanıyordu. Böylesi bir dokuyu örmek, böylesi bir çabayı örgütlü bir mücadele haline getirmek, ancak Antakya’ya özgü veriler üzerinde yükselebilirdi. Bu kadim kentin şehirli uygar ilişki sentezleri, sonuçta devrimci harekette Acilciler safında biçimlenmiş oldu. Sonuçta bu alanın devrimcileri olarak ortak bir siyasi kader içinde yürüdük durduk; hala 12 Eylül sürgünleri olarak, siyasi mültecilik koşullarının bitip tükenmez acılarıyla mücadele ediyoruz. Aynı doğrultuda özgürlükleri, demokrasiyi insan haklarını, savunuyor haksızlığa karşı birlikte direnmeye devam ediyoruz.

Kemal Bayram, Türk-Sünni kökenlidir. Ama o enternasyonalist bir devrimcidir. Ezilen halkların dostu ve saflarında savaşandır. Bu meyanda o, Anadolu’da ezilen halkların olduğu kadar, Türkiye Arap halkının kimlik haklarını, anadille eğitim ve kültürel özgürlüklerinin fedakar bir savunucusudur. Böylesine devrimci-demokrat bir yoldaşımın olması benim için her zaman onur kaynağı olmuştur. Bu her adımda dün de bu günde öyle devam etmiştir. Ortak devrimci mücadele tarihimiz boyunca onurlu bir duruş sergileyen tutarlılığıyla da herkese örnektir. Kemal Bayram’la Sürgün yıllarımızda da birlikte başladı. Filistin kamplarında, Lübnan’da İsrail’e karşı mücadele süreçlerinde, Türkiye devrimci hareketinin toparlanması için Suriye’de verilen çabalarda, Bassit’te Parti Okulunda, Filistin şehidi yoldaşlara anıt mezar yapma çabalarımızda, örgütsel ilişkilerde temsilcilikte ve örgütün Avrupa temsilciliğine kadar MK üyesi olarak görevini yerine getirdiği gibi, bu süreç boyunca Suriye’nin direnme hattında ortaya koyduğu tutarlı politikayı doğru kavrayıp, doğru tutum alan bir yoldaştı.

İşte bu Kemal Bayram (Salih hoca), ikinci anavatanım Suriye için, meydanlarda, mitinglerde haklı bir duruş sergilemektedir. 7 Mart 2012 tarihinde Paris’te yapılan mitingde, genç kuşak yoldaşlarımızla omuz omuz, Fransız hanımından olan çocuklarıyla birlikte yerini almıştır. Suriye’ye dış müdahaleye karşı durmadan, kesilmeden devam eden mitinglere katılarak, “Savaşa hayır, Suriye’ye yönelik dış müdahalelere hayır” diyerek, her zamanki tutarlı tutumunu ortaya koymuştur (Fotoğrafta, Enver Başçeken yoldaşla omuz omuza Kemal Bayram yer alıyor)

İşte iki farklı solun hikayesi de burada böyle yazılıyor… Biri cahil sol; bu solun tek özelliği, medya maymunlarının bilgi kirliliğiyle oluşturdukları kafeslerde akıllarını esir etmeleridir. Kulaktan dolma bilgilerle şatolar kurum kendini kandıranlardır. Bu sol karşı devrimcilerin, eli kanlı şebekelerin hareketini halk hareketi görür ve direnen yönetimlere akıl almaz bir saldırganlıkla çamur atar.

Ama bir başka sol daha var halkların gerçek dostu, direnen yönetimlerin gerçek dostu, emperyalizme karşı mücadele de kararlı olan soldur. Dış müdahaleye geçit vermeyen, eli kanlı şebekelere karşı mücadele eden, dostluk ve komşuluk ilişkilerinin halklar arasında taşıdığı erdemleri bilince çıkarmış ve bu uğurda dik duruşlar sergileyen sol. İşte yoldaşım Kemal Bayram, hiçbir zaman kararsızlığa düşmeden, dün de bu gün de tutum almasını bilen bir devrimcidir.

Kemal Bayram yoldaşıma, tüm yoldaşlarımız adına benden, Suriye halkı ve özel olarak Suriye’de onu tanıyan herkesten selam iletiyorum.

ORTAK SİYASAL DİL

Mihrac Ural - 3 Şubat 2012 / Cuma


Alta vereceğim kavramlar uzun siyasal mücadele sürecinde şekillenmiş, hazmedilmiş bilince çıkmış yazılırımın temel taşları olan ve siyasal yönelimlerini belirleyen kavramlardır. Bu kavramları, Türkiye Arap halkının kimlik hakları uğruna yükselen mücadele reflekslerini ortak bir paydada ifade etmek için kaleme aldım. Ortak kanaate sahip tüm arkadaşlarımdan bu kavramları kullanmaya, yazılarında, sohbetlerinde yer vermeye çağırıyorum.


Halkımızın, ortak ülkemiz özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olan kimlik hakları uğruna mücadelesi aynı zamanda kavramlarda ortak jargon üzerinden ifade edilmesi gereği bulunmaktadır. Buna, tüm arkadaşların katkısı olmalıdır. Kavramlaştırma mücadele hedeflerini halkımızı algı alanına daha hızlı bir yolla iletebilmen çabamızın bir boyutudur. Ancak her kavram belli bir tarihi kesit içinde belli bir olayı, olguyu ya da olaylar dizinini temsil eder. Bu yanıyla durağandır. Bu kavramların bu aşamaya ait olduğu gerçeğini göz önüne alarak değerlendirmek, ne öncesi ne sonrası için de geçerli olduğu iddiasında bulanmamak gerek.


Altta verdiğim kavramlar, ısrarla ve tekrarla ifade ettiğim gibi, ortak ülkemizde, ırkçı-milliyetçi her türden bölücülüğe karşı, barışçıl, laik, özgürlükçü- demokratik, katılımcı, çoğulcu bir siyasal rejim altında, tüm farklılıklarımızın hakları güvenceye alınmış olarak yaşama amacı taşır; böylesi bir ülkede eşit kurucular olarak yaşama isteğimizi ifade etmek isteriz.



ORTAK ÜLKE


“Ortak ülke” söylemi, siyasal söylemlerimizin temelini oluşturur. İnancımız odur ki, bu ülke birimizin değil hepimizindir; bu gerçekliğin şüphe götürmez olduğunu, egemen ya da mahkum topluluk ve inançların olmadığı bir ülke yaşadığımızın birbirimize anayasa, yasa, kurum ve eğitimin her dalında, güvenlik, ordu ve devlete ait tüm kurumlarda ifade edilip ikamesi gereklidir. Bu ülke ortak ülkemizdir…Bu algıyla Anadolu toprakları içinde yaşayan tüm inanç ve etnik yapıların, barış içinde bir arada yaşaması gerektiğini savunduğumuzu ifade ederiz. Ortak ülkemiz kavramı aynı zamanda bu toprakların tarihsel gerçekliğini zorlayan tek ulusçu egemenliğe karşı, çok uluslu çok dille katılımcı demokratik bir ülkede özgürce yaşama irademizi de ifade eder.


CUMHURİYETTEKİ OSMANLI


Cumhuriyet, kurucuları tarafından Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiasıyla yola çıkmıştır. Cumhuriyet, ittihatçı-milliyetçi militarist Osmanlı artığı subayların I. Dünya savaşı maceralarının iflasıyla öne çıkan milliyetçi subaylar önderliğinde kuruldu. Ancak İttihatçı subaylar, yaşanan yenilginin sorumluları olarak liderlerini kaybetmelerine rağmen (Talat, Cemal, Enver ) cumhuriyetini kuruluşunda etken bir güçtüler; bu güç Cumhuriyetin siyasal, askeri. Sosyal ilişkilerini bu güne kadar belirleyen en önemli öğe olmuştur. Atatürk’e bile suikast (İzmir suikastı) edecek kadar zıvanadan çıkmış militarist tetikçiler, Kürt halk ayaklanmalarının kitlesel olarak kanlı kıyımla bastırılmasından, 6-7 Eylül 1955 olayları dahil, 1960, 1970 ve 1980 askeri darbeleri organize etmeye kadar bu sürecin en kanlı olaylarında baş aktördüler. Anadolu mozaiğini hiçe sayıp, demokratik bir ortak ülke algısı yerine, tek ulusçu, Irkçı-milliyetçi yapılanmayı kuranda bu akıldır. Osmanlının genetik yayılmacı talancı virüsü Cumhuriyetin bitip tükenmeyene sorunlarının da kaynağıdır, Hatay ilhakı Kıbrıs işgali gibi girişimler ise bu güne kadar durmadan kanayan birer yaradır. Cumhuriyetteki Osmanlı, bu gün yakaladığı iktidar etkinliğiyle Atatürk’ün Osmanlıdan çıkışta, Cumhuriyetin farklı bir planla kurulması için ortaya koyduğu tüm değerleri yıkarak Yeni-Osmanlıyı ikame etme çılgınlığı içindedir; Laiklik, “yurtta Sulh Cihanda Sulh” gibi barışçıl komşu ülkelerle ilişkiler, çoğulcu, katılımcı demokrasi ve bunun Anadolu mozaiğine uygun gelişiminin önü kesilmiş Faşizan sivil diktatörlük yoluna girilmiştir. İçte baskı, dışta yayılmacı militarizm öne çıkmaya başlamıştır. Her defasında iflasla sonuçlanan bu yönelim, Osmanlının sonunu getiren maceracı süreçler içine de girerek, Lazan Anlaşmasıyla zar zor elde tutulan alanları, II. Sevr Anlaşmasıyla dağılma riskine girmiştir. Tarihin bir üst düzeyde tekerrürü olan bu gidiş, Cumhuriyetteki Osmanlıyı tanımlayan en açık veridir.


ÇOK DİLLİ VE ÇOK BAŞKENTLİ


Ortak ülkemiz çok dilli ve çok başkentli olmalıdır. Barış içinde bir arada yaşamın önemli öğesi yerel demokratik özekliklerin kökleşip etkinleştirilmesine gidilmelidir. Resmi dil ne olursa olsun yerelin de özgün dili resmi alanda kullanılabilmelidir. Çok dillilik kadar yerilen başkentleri de olmalıdır. Ortak ülkemizde Ankara resmi başkent ise, İstanbul mali, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari (seçmeli) başkent ilan edilmelidir. Ülkemizin etnik topluluk haritasına en uyumlu yönetim belirtileri budur.


İKİ AYRI DEVLETTE AYNI HALK


Tarihin kirli entrikalarıyla iki ayrı devlet altında yaşamaya mahkum edilmiş aynı halkın ortak reflekslerinin dile getirme hakkından söz ederken, Suriye ikinci anavatanımızdır vurgusunun öne çıkması gerekmektedir. Biz Arap halkı ortak ülke olarak tanımladığımız Türkiye’de her türden bölücülüğe karşı olacağız; inancımız odur ki, verdiğimiz mücadele ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelede barışçıl yolları esas alacağız, sonuna kadar yasal zeminde mücadele edeceğiz. Ama savunmamızı gerektirecek her türden ihtiyatı da almaktan geri kalmayacağız. Milliyetçiliğin her türüne öncelikle kendi saflarımızda mücadele edeceğiz. Halkımızın kimlik hakları mücadelesi esas olarak Türkiye Arap halkı kitlesini ilgilendiren bir mücadele olsa da bu, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak Türk, Kürt Tüm etnik kesimleri içine alan, onların yiğit evlatlarını öncümüz, yöneticimiz, kadro ve militanımız olarak yer almalarını içiren bir kapsamda olacaktır.


SURİYE İKİNCİ ANVATANIMIZDIR


Biz Türkiye Arapları, bu toprakların en kadım sakinleriyiz, yerliyiz. Ak deniz uygarlıklarının tümünü kuran medeni bir etnik topluluğuz. Hangi siyasi hüküm üzerimize çökmüş olursa olsun, tarihsel süreçlerin evrimin birikimleriyle kendi sentezlerini yaratarak bu güne gelmiş olan kültürel varlığımız, inanç algılarımız, gelenek ve geleneklerimiz, anadili birliğimiz ortak bir coğrafyada yaşama kararlılığımız Arap etnik kimliğimizi tanımlar. Bugün ayrı devlet hükmü altında, her kim askerini nereye kadar getirip koymuşsa orayı sınır edinmesinin talihsizliğiyle bu bir ve aynı olan halk suni bölünmelere maruz kalmıştır. Ancak dikenli teller hiçbir zaman coğrafyanın doğallığını ve doğasını bozamamıştır. Bölgemizde sınırların askeri sınırlar olduğu, ne ulusal ne de kültürel sınarları temsil etmediği gerçeği bu halkın siyasal kaderinde önemli roller oynamaya adaydır. Anavatan, Bekir bir coğrafyayı, bölge ya da toprağı yaşama, ziraata ilk açan ve bunu kararlıca devam ettiren toplulukların yaşam alanıdır. Siyasi hükümlerin değişmesi, anavatanı başkasına mal etmez. Barbar akınlarına maruz kalsa da, her türlü hükümden uzak bırakılsa da, kılıç hakkı diye toprakları gasp edilip parçalansa da anavatan, yerli halkın tarihsel, yaşamsal, tarımsal, gelenek görenek ve kültürel birikimlerini yaratan emeklerine aittir. Hiçbir askeri ya da siyasi sınırın bozamayacağı bu tarih bizler için Suriye’yi gerçek anavatan olarak tanımlar. 7000 yıllık ortak tarihiyle Suriye, gaspla, “kılıç hakkı” adı altında talanla, ilhakla şekillenen ve geleceği oldukça belirsiz olan hiç bir devlet ya da devlet adı halkımızın gerçek anavatanı olarak görülemez. Ayrıca, coğrafyayı, yaşanılan toprakları tüm yöneliriyle tanımlayamayan isimler anavatan adı olamazlar. Suriye anavatanımızdır. Bu günün siyasal konjonktüründe, halkımızın ayrı devletler altında yaşamaya mahkum edilişi nedeniyle, Suriye’yi, “iki anavatanımızdan biri” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.


ANADİLİMİZ ANA HEDEFİMİZ


İsteğimiz, verdiğimiz vergilerin karşılığı olarak, herkes gibi, özellikle Türk kardeşlerimiz gibi, ana okulundan üniversiteye kadar anadillimiz ve alfabemizle resmi okullarda eğitim hakkıdır. Tekrar ediyorum resmi okullarda ana dille eğitim hakkı…


Halkımızın kimlik haklarının en önemli adımı olduğu kadar, inanç haklarımızın da en önemli adımı budur. Bu minvalde, Arapçılık yapma gibi sapmalara düşülmemesi içinde ısrarla uyarılarımı yapıyorum. Her türden milliyetçiliğin bir veba olduğunu ve ret edilmesi gerektiğini oldum olası savundum, buradan da bu münasebetle tekrar ederim. Sözlerimi kimse bulandırmasın, bu haklı bir demokratik taleptir ve 8 Milyon nüfusuyla Arapların bu hakkı elde etmeleri kadar doğal hiçbir şey olamaz; vatandaşı bile olmayan ve tamamen ırkçı ön yargılarla davranılarak, ülkemiz sırtına akıl almaz sorunları da yıkarak ve sonuçta eli boş çıkılacağı kesin olan 150 bin Kıbrıslı “Türk” için, savaş dahil her şeyi göze alan bu devlet, vergisi dahil her türlü vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getiren milyonlarca Arap vatandaşı için resmi okullarda anadille eğitim hakkını tanımaması tekrarla işlenmeye devam eden bir cinayet türüdür. Arap halkı kimlik ve resmi okullarda anadille eğitim haklarını, doğal, barışçıl ve demokrat bir hak olarak talep etmektedirler.


TÜRKLEŞMİŞ-ARAPLAR


Arap orijinli insanların egemen ulusun tek ulusçu baskı ve yönelimlerini onaylayan yaklaşımlarını tanımlar. Türk halkını, Türk milletini tenzih ederek bu kraldan çok kralcı etnik kimliğini inkar etmiş, egemen ulus milliyetçiliğini mensup olduğu etnik kimliğe karşı süren asimilasyonu siyasi bir yönelim olarak destekleyenleri tanımlar. Bu tanımlama halkımızın kimlik haklarını savunma mücadelesinde karşımıza sıklıkla çıkacaktır. Halkımızın kimlik hakları uğruna yürüteceği özgürlük ve demokrasi mücadelesinde en çok sorunu da bu çevrelerle yaşayacağız. Bu çevreleri kavramlaştırmak, kendi siyasal edebiyatımızda tanımlamanın en uygun terimi TÜRKLEŞMİŞ –ARAP terimidir. Bu tanımlamamızı illa tersten okumak isteyip “milliyetçiliğin bir türü” olarak lanse etmeleri, zorlama bir eleştiridir. Tekrarla belirtecek olursak, “TÜRKLEŞMİŞ-ARAP” tanımı, Türk halkı ve milletini tenzih ederek, Arap etnik kökenli kişilerin, egemen ulus milliyetçi baskı ve asimilasyon politikalarını benimseyen, destekleyen siyasi eğilim olarak bunu ortaya koyanlara yapılan tanıtıcı bir tanımlamadır. Arap halkının kimlik hakları uğruna mücadelesi, özgürlük ve demokrasi mücadelesi olması dolaysıyla da Türk, Kürt farklı tüm etnik kökenden insanı kapsayan milliyetçilikten uzak bir mücadeledir. On yıllar boyu ortak ülke adı altında yürüttüğümüz mücadele gibi, Arap halkının kimlik hakları mücadelesinde Türk, Kürt ve tüm farklılıklardan insanların da katılacağı, içinde örgütsel olarak yer almaları gereken bir mücadeledir. Arap halkını Türkiye’deki kimli mücadelesinin öncüleri arasında Türk, Kürt devrimcilerin yer alması bu mücadelenin birleştirici, barışçıl karakterinin de ifadesi olacaktır. On yıllardır bizim omuz verdiğimiz mücadele de böylesi bir dayanışma mücadelesiydi, bu gün Araplar olarak bizim de diğer etnik kökenli arkadaşlarımızdan beklediğimizi budur. Bu beklenti milliyetçiliğe karşı duruşumuzun bir ifadesidir. Tersi de doğrudur, Türk milliyetçiliğinin egemen ulus baskısı olarak sürdürdüğü anti-demokratik asimilasyonca yönelimlere karşı, Türk insanının mücadelesi olacaktır.


MİLLİYETÇİ SOLCULAR


Sosyalist, komünist, demokrat, halkçı, emekçi haklarını savunucu olarak kendini tanıtsa da ortak ülkemizin zenginliği olan etnik ve inançsal mozaiğini göz önüne almayan ve sol adı altında toplanan baskıcı egemen milliyetçiliği savunucularını tanımlar. Ülkemizde sol hareketlerin ayrışması özellikle 1980 sonrası dönemle birlikte gelişen özgürlük ve demokrasi hareketleriyle belirginleşmiştir. Bu haklı halk davaları yükseldikçe kimi sol güçler artan oranda milliyetçi eğilimlere savruldular. Ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi yönünde gelişiminin önemli engellerinden biri olan bu algı aynı zamanda siyasi alanda dini gericiliğin artan etkisine de katkı sağlayan bir unsurdur. Laiklik dahil her çağdaş değerin kısırlaşmasına yol açan dar ulusalcı çıkarlar, gerçek anlamda çoğulcu, katılımcı kapsayıcı demokrasi taraftarı sayılamazlar. Milliyetçi solcular ülkemizde tüm ırkçı-milliyetçilerin dayattıkları bölücülüğün, ötekileştiriciliğin, inkarcılığın da önemli unsurudurlar.


Devam edecek…