HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Ağustos 2011 Pazartesi

CEPHE HAREKETİ DEMOKRATİK ANAYASA ve BARIŞ İÇİN


CEPHE HAREKETİ DEMOKRATİK ANAYASA ve BARIŞ İÇİN
ÜLKEMİZ DEVRİMCİ HEREKETİYLE OMUZ OMUZA
MEYDANLARA, MİTİNGE DAVET EDİYOR

Altta imzaları bulunan 27 kuruluş, devrimci etkinlik, hareket, sivil toplum etkinliği ülkemizin en temel sorunu barış ve demokratik anayasa için 11 eylülde Adana’da mitingin kararı aldı. Ülkemizin tüm devrimci eğilimlerini temsilen ortaya konan bu dayanışmada CEPHE HAREKETİ olarak bizler de dünden bu güne gelen mücadelemizin deney, birikim ve enerjisiyle en ön safta yarimizi alıyoruz.

On yıllardır ülkemiz devrimci mücadelesini özgürlük ve demokrasi mücadelesinde, en önde yürüme çabası içinde ortaya koyduğumuz siyasal tutum, bu gün ülkemizin en temel sorunlarını halkımızla, devrimci hareketle omuz omuza haykırmak için meydanlarda ifadesini bulan etkinlikleri yükseltmektedir. Bu mücadeleye katkı için tüm halkımızı saflarımıza katılmaya davet ediyoruz.

CEPHE HAREKETİ adına Anadolu Halkları Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Ahmet Pekyen, tertip komitesinin afiş ve bildirilerini okurlarımızla paylaştı.

I. Bildiri

SÜRECİN DİLİ ve EYLEMİ BARIŞ OLSUN,
HAKLAR YENİ ANAYASADA GÜVENCEYE KAVUŞTURULSUN

Son günlerde yoğunlaşan çatışmalı ortamın sonucunda artan ölümler, bu ülkenin barış ve kardeşliğini savunan biz emekçileri derin bir üzüntüye boğmakta ve geleceğe ilişkin kaygılarımızı artırmaktadır.

AKP hükümeti, son dönemde girdiği yönelim ile toplumdaki barış beklentilerini boşa çıkarmaktadır. Halkın demokratik beklentilerini karşılamak yerine şiddeti körükleyerek sorunun gerçek nedenlerini görünmez kılan ve çözümü zorlaştıran bu yönelimin ABD-AKP-Cemaat koalisyonu eliyle uygulanması, Türkiye toplumunu tek tipleştirmeye yönelik politikalarının bir parçasıdır.

Yaklaşık 30 yıldır Kürt sorununun gerçek sebeplerini açığa çıkarıp toplumun beklentilerine uygun bir çözüm üretmek yerine milliyetçi, şoven anlayışı besleyerek sorunun çözülmediği görülmüştür. Bu süreçte akan sadece kan ve gözyaşı olmuş, toplumun bir arada yaşama özlemi tahrip edilmiştir.

Bugüne kadar 30 bini aşkın insanımızın yaşamına mal olan, binlerce faili meçhul cinayete sebebiyet veren, ülkenin doğusunda her gün yeni bir toplu mezarın bulunduğu koşullar hükümetlerin yıllardır soruna savaş politikaları ve şiddet merkezli çözüm dayatmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Şiddet savaşı kışkırtıcı bir unsurdur, kim tarafından ne amaçla kullanılırsa kullanılsın barış ortamını zedeler, halklar arasında güvensizliği tesis eder.

Yıllardır toplumun vicdanında ve hafızasında silinmesi zor, derin izler bırakan bu acılar artık son bulmalıdır. Türkiye bugüne kadar savaşın bedelini en ağır şekilde ödemiştir. Savaşın değil, demokratik, barışçıl çözüm yollarının gündem olması için herkesi sağduyulu davranmaya davet ediyor, siyasilerin ve medyanın toplumda düşmanlık duygularını pekiştirecek açıklama ve yayınlar yapmak yerine, barış ve bir arada yaşam zeminini güçlendirecek somut adımlar atmalarını istiyoruz.

Barış için, kardeşlik için, evlatlarımızın öldürülmemesi için, savaşa dur demek için demokratik bir anayasa için tüm halkımızı mitinge davet ediyoruz.

DEMOKRATİK ANAYASA İÇİN TALEPLERİMİZ:

1. Türklerin, Kürtlerin ve bütün milliyetlerden halkların tam hak eşitliğini ve özgür, demokratik koşullarda bir arada yaşamasını garanti altına almalı, bu temelde bölgesel özerklik de dâhil Kürtlerin demokratik hak ve taleplerini karşılamalı, azınlıkların varlığını kabul edip haklarını tanıyarak, ayrımcılığı, nefreti ve ırkçılığı kesin olarak yasaklamalıdır.
2. Devletin tüm din ve mezheplere karşı eşit uzaklıkta durmasını sağlamalı, din derslerini zorunlu olmaktan çıkarmalı, diyanet aracılığıyla devlete bağlı din adamlığına son vererek gerçek bir laikliğin temeli oluşturulmalı, başta Aleviler olmak üzere, ezilen ve dıştalanan tüm inançların demokratik hak ve özgürlüklerini eksiksiz karşılamalıdır. Vatandaşlık kavramını, etnik köken, dinsel inanç, cinsiyet, siyasal görüş ayrımı yapmaksızın, eşit hak ve sorumluluklar açısından tanımlamalıdır.
3. Militarizmden, güvenlik rejimi zihniyetinden tümüyle arınmış olmalı, askeri darbeleri tümüyle mahkûm etmeli, onlar aracılığıyla doğmuş bütün kurum ve yasaları ortadan kaldırmalı, başta JİTEM, Özel Harekât Dairesi, kontrgerilla gibi kurumları ve bunların faaliyetlerini gizlice finansa eden örtülü ödenek gibi kaynakları yasa dışı ilan etmeli, sorumlularının yargılanmasını teminat altına almalıdır.
4 . Seçim barajları kaldırılmalı, seçim yardımı adı altında hazinenin yağmalanmasına son vermeli, bütün siyasi partilerin eşit koşullarda seçime girmesini sağlamalıdır.
5 . İşçilerin, emekçilerin örgütlenme ve siyasi faaliyet yürütmesinin önündeki engelleri kaldırmalı, başta dayanışma grevi olmak üzere, grev ve toplu sözleşme hakkında sınırsız özgürlükler getirip lokavtı yasaklarken, kamu emekçilerinin grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını tanımalı, sendikasız, sigortasız işçi çalıştırmayı yasaklamalı, sendikalaşma ve toplu sözleşme yapmanın önünde engel olan her tür baraj ve yasağı kaldırmalıdır. İşçileri, memurları ve köylüleri açılığa, sefalete, kölece yaşama koşullarına mahkûm eden iş ve çalışma yasalarını ortadan kaldırmalıdır.
6 . Sağlık ve eğitim hakkı başta olmak üzere kamu hizmetlerinin devlet tarafından nitelikli, parasız ve zorunlu olarak verilmesini, İnsanca bir yaşam ve barınma hakkını devlet olarak karşılamayı güvence altına almalı, bu kapsamda gerekli sosyal yardımların düzenli ve maddi olarak yapılmasını zorunlu hale getirmelidir.
7. Engellilerin yaşam koşullarını, çalışma haklarını eksiksiz tanımlamalı, kentleri, konutları, toplu taşıma araçlarını, çalışma alanlarını, eğlence ve kültür mekânlarını engelsiz hale getirmeyi hedeflemelidir.
8. Kadınların cins olarak karşılaştıkları her türden baskı, şiddet ve engellemeyi kesin biçimde yasaklamalı, her alanda eşit temsil için önlemler almalıdır.
9. Sanatın ve sanatçının eksiksiz gelişmesi için gerekli koşulları yaratan, bunun önündeki tüm hukuksal, yasal ve toplumsal engelleri kaldıran önlemler almalıdır.
10. Çevrenin korunması, anayasanın temel ilkelerinden olmalıdır. Tarihsel ve kültürel mirasın korunması için ciddi ve samimi önlemler alınmalı, daha önce bunun aksine yapılmış tüm yasalar ve başlatılmış uygulamaları iptal etmelidir.
11. Parasız, demokratik, bilimsel, anadilde eğitim ve akademik özgürlüğü tam olarak sağlamalı, üniversiteler başta olmak üzere bütün eğitim kurumlarını tüm gençler ve yurttaşlar için erişilebilir hale getirmelidir.

HAYDİ MİTİNGE
11 EYLÜL 2011 PAZAR SAAT : 16.00
YER : UĞUR MUMCU MEYDANI

MİTİNG ÇAĞRICILARI

1. ADANA BARIŞ MECLİSİ
2. DİSK ADANA BÖLGE
3. KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU
4. TÜMTİS
5. TMMOB ADANA İKK
6. ADANA TABİP ODASI
7. ALEVİ KÜLTÜR DERNEKLERİ
8. 78’LER GİRİŞİMİ
9. İHD
10. BDP
11. BULAMLILAR DERNEĞİ
12. CEPHE HAREKETİ
13. ÇHD
14. EDP
15. EMEP
16. ESP
17. HALKEVLERİ
18. MEYA-DER
19. MKM
20. ÖDP
21. PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ
22. SOSYALİST YENİDEN KURULUŞ
23. TİHV ADANA TEMSİLCİLİĞİ
24. TUHAY-DER
25. TUNCELİLER DERNEĞİ
26. TÜRKİYE GERÇEĞİ
27. TZP

KURUMLAR ADINA
MİTİNG TERTİP KOMİTESİ BAŞKANI
TÜRKİYE (ADANA) BARIŞ MECLİSİ SÖZCÜSÜ
Güven BOĞA



II. Bildiri

ÖLÜMLERİ DURDURUN,
BARIŞ İSTEYENLERİN ÇIĞLIĞINI DUYUN…
HAYDİ MİTİNGE

Ölen ve öldürenin kardeş olduğu, akıl almaz, vicdan kabul etmez bir savaşın acılarını ve ağır yükünü yıllardır tüm toplum olarak çekiyoruz. Özellikle son dönemlerde sertleşen ve tırmanan çatışma süreciyle acılarımız daha da artmış, her gün artarak gelen ölüm haberleri karşısında kendimizi çaresiz ve güçsüz hisseder olduk.

Türkiye’nin daha fazla şiddet ve kaos ortamına çekilmek istendiği bir dönemde meydana gelen gençlerin yaşamına neden olan bu çatışmalar ve ölümler demokrasi, barış ve kardeşlik duygularının gelişmesini engellemeye yönelik olduğu açıktır. Türkiye de yaşayan herkes, yıllardır barışa, kardeşliğe ve huzura özlem duymaktadır. Artık savaşın son bulmasını Kürt halkının uzattığı barış elinin tutulmasını istiyor. Türkiye halkı güne insanların öldüğü haberleriyle başlamak istemiyor. Yeter bu akan kan dursun diyor.

AKP bir taraftan yoğun bir propaganda eşliğinde ileri demokrasi, barış naraları atarken, diğer taraftan operasyonları arttırması, çatışma sürecinin kışkırtılması, ve her gün yeni ölümlerin yaşanmasının hangi amaca hizmet ettiği açıktır.

AKP, barış ve demokratik çözüm çağrıları karşısında askeri operasyonlarda ısrar etmesi, ülkeyi adeta yangın yerine çevirmesi OHAL günlerini çağrıştırmaktadır. AKP’nin Kürt halkına ve emekçilere yönelik “çılgın” projesi bu olsa gerek. Yani her gün operasyonlar, binleri bulan gözaltılar ve tutuklamalar, gaz bombaları, çoluk çocuk, yaşlı demeden halka dönük saldırılar; sorunları çözmek yerine daha da derinleştirmektedir. Bu zihniyet, halklar arasında düşmanlık yaratmak ve savaşta ısrar etmekten başka bir anlama gelmiyor.

• 12 Eylül sonrası bir milyon insanımızı gözaltına alanlar, yüz binlercesini işkence tezgâhlarından geçirenler, 30 yıldır dağları bombalayanlar, ormanları yakanlar, ısrarla ve inatla “kirli savaşı” yürütenlerden hesap sorulmadığı sürece,
• Adı konulmamış savaşta 17 bin insanımızı kuyulara atanlardan, köprü altlarında infaz edenlerden hesap sorulmadığı sürece,
• Faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu ikrar edenlerden hesap sorulmadığı sürece,
• 30 yıldır silahların devreden çıkarılması için ortaya çıkan barış fırsatını küçük hesaplarla heder edenlerden, sivil insanları katledenlerden, Israrla son kişiyi öldürene kadar, askeri operasyonlara devam etmek isteyenlerden hesap sorulmadığı sürece,
• Sınır karakollarında, dağlarda öldürülen gençlerin acılarına son vermekten kaçınanlardan hesap sorulmadığı sürece,
• Anaların gözyaşının gerçekten dinmesi ve evlat acısının son bulması için çaba göstermeyenlerden hesap sorulmadığı sürece,

Özgür, eşit ve demokratik bir ülkede bir arada yaşamak ne kadar mümkün olur?

Adil ve eşit barış isteyen herkesi, çözüm isteyen herkesi, birlikte olmaya operasyonlara, katliamlara evlatlarımızın öldürülmesine karşı sesini yükseltmeye çağırıyoruz.

Barış İçin, Kardeşlik İçin, Evlatlarımızın Öldürülmemesi İçin, Savaşa Dur Demek İçin, Demokratik Bir Anayasa İçin, Tüm Halkımızı Mitinge Davet Ediyoruz. Sanatçı Ali ASKER’in de Katılımıyla Her Dilden Barışın Türkülerini Haykıracağız. 29.08.2011

Tarih:11 Eylül 2011 Pazar / Saat: 16.00 / Yer: Uğur Mumcu Meydanı

MİTİNG ÇAĞRICILARI

1. ADANA BARIŞ MECLİSİ
2. DİSK ADANA BÖLGE
3. KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU
4. TÜMTİS
5. TMMOB ADANA İKK
6. ADANA TABİP ODASI
7. ALEVİ KÜLTÜR DERNEKLERİ
8. 78’LER GİRİŞİMİ
9. İHD
10. BDP
11. BULAMLILAR DERNEĞİ
12. CEPHE HAREKETİ
13. ÇHD
14. EDP
15. EMEP
16. ESP
17. HALKEVLERİ
18. MEYA-DER
19. MKM
20. ÖDP
21. PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ
22. SOSYALİST YENİDEN KURULUŞ
23. TİHV ADANA TEMSİLCİLİĞİ
24. TUHAY-DER
25. TUNCELİLER DERNEĞİ
26. TÜRKİYE GERÇEĞİ
27. TZP




KURUMLAR ADINA
MİTİNG TERTİP KOMİTESİ BAŞKANI
TÜRKİYE (ADANA) BARIŞ MECLİSİ SÖZCÜSÜ
Güven BOĞA


28 Ağustos 2011 Pazar

KONGRE TİPİ ARAYIŞ -II-



Mihrac Ural’ın notu; Değerli Dostum Celalettin Can, “Nasıl Bir Çatı Partisi ? -I-“ ile başlattığı araştırma, bilgi paylaşımı makalesinin ikinci bölümünde aynı sorunu ele almaya çalışıyor. Vardığı önemli sonuç bir süre önce kaleme aldığım “ANADOLU KONGRESİ” başlıklı makalemde dile getirdiğim anlayışa çok yakın bir yaklaşımı yaptığını gözlemledim. Bu hepimizin kendi alanından ve gözlemlerinden yola çıkarak ortak bir hedefe doğru yol aldığını gösteriyor. Bu olumlu gelişmeler bir yerde eksik olan tüm etkinliklerimizin tamamlanmasına yol açacağı açıktır.

Bu makalede bölge çözümlemeleri ve devrimcilerin görevi üzerine yapılan belirlemeler, bir kez daha 78 vakfının duyarlılığını gösteriyor. Gerçek devrimci politikayı tespit ediyor. Bu aynı zamanda, ülkemiz solunu kirleten, liberalizm adı altında emperyalist bir kuklaya dönüştüren Siyonist solculara karşı da uyarıcı bir çözümlemedir. Bölgemize ve komşumuz Suriye’ye askeri müdahaleyi öneren gözü dönmüş, kudurmuş itirafçıların, ajanların da suratına, devrimci hareketimiz adına, indirilen bir şamardır. Devrimci harekette hiç bir yeri olmayan bu tür ahlaksızların, halklara karşı gösterdikleri düşmanlık, devrimci hareketlerimize karşı yürüttükleri tahribat kimlerle hangi alanda nasıl mücadele edeceğimizi de gösteren birer veridir.

Celalettin dostumun burada dile getirdikleri devrimci hareket için büyük önem taşıyor.

Makaleyi birlikte okuyalım.

Celallettin Can
28 Ağustos 2011

Hükümet, Başbakan’ın şahsında son derece fütursuz davranıyor. Her şeyimizin elimizden alınacağı, tüm kazanımlarımızın tehlikede olduğu, gelecek düşüncemizin yok edileceği gibi duygu veriyor.

Hatırlayalım. İktidar partisi, 12 Haziran seçim çalışmasını toplumu savaşa hazırlayan söylemle yürütmüştü. “Yetmez, ama evetçi” liberallerin ve “solcuların” görmek istemediği “kör nokta” buydu. Kürtlerin üzerine yağan bombalarda o desteğin payı nedir, hiç olmazsa gelinen noktada üzerinde düşünmek gerekmez mi? İşte Başbakan'ın Kürtlere çözümsüzlüğü dayatması yok ederek sorun çözmenin tipik örneği olan "Sri Lanka tipi katliam" çözümsüzlüğüne kadar vardı.

Bunlar bir yana, küresel krizin on binlerce insanı işsiz bırakması, katlamalı zamlar, artan işsizlik ve yoksulluk, kamu kuruluşlarının özelleştirme ardında talan edilmesi, doğal sularımızın yabancı şirketlerin kullanımına bırakma yönlü “gizli” pazarlıklar, sadece Dersimi değil, tüm coğrafyamızı barajlarla boğma politikaları, sınırsız yolsuzluklar, suistimaller, hukuksuzluklar, Osmanlıyı aratmayan oyunlarla emekçi halkı örgütsüzleştirme, bu gerçeğin sıradanlaşmış görünümleri.

Sadece bunlar mı? Emperyalizm Ortadoğu’yu yeniden düzenlerken, Türkiye’yi apaçık Jandarma olarak kullanıyor. Eskiden olduğu gibi jandarma rolünü yeni sömürgeci şalın ardında gizleme çabası yok. Komşularla ‘Sıfır sorunlu aktif dış politika’ bir anda ‘hiperaktif sorunlu dış politika’ya dönüşebiliyor. Libya, Suriye, İran ve paralel güç odaklarıyla, ABD ve Avrupa güdümlü karşıtlık ve gerginlik bunun bariz örneği.

Böylesine vahim bir tablonun egemen olduğu bir ortamda biz solun ve demokrasi güçlerinin özgün özellikte bir birliğini tartışmak ve sonuç almak zorundayız. Tüm sol ve demokrasi güçleri olarak süren olumsuz gidişata, bu kabul edilemez tabloya artık bir "dur" dememiz, kendi siyasal seçeneğimizle politik arenada yer almamız gerekiyor.

Şu bir gerçek: Emekten ve demokrasiden yana hiçbir siyasi eğilimin, bir başına egemen gündeme "dur" demesi ve halkçı/devrimci bir sürecin önünü açması olanaklı değildir. Bizi geleceğe taşıyacak, halk olarak temel sorunlarımıza çözümler üretecek bir alternatif ancak hepimizin birliği üzerinden ortaya çıkabilir. Bu, Kongre tipi bir siyasi alternatif arayışı olabilir. Tarihin bu aşamasında gerçekten başka şansımız yok gibi. Bu bağlamda Kongre tipi demokratik birlik sürecine olumlu yaklaşmak yararlıdır. Daha iyi nasıl olabilir, anlayışı ve arayışıyla görüş ve tutum geliştirmemiz gerekiyor.

Yeni bir dil ve politika kurgusu bir ihtiyaçtır. Kürtlerin taleplerine Türkiye'den sahip çıkan, bunu kendi halkına anlatan bir dile ve politik bir kurguya ihtiyaç vardır. Kendi milliyetçileri ve şövenistleriyle en iyi şekilde Türkiye devrimcileri, ve demokratları mücadele edebilir. Şöyle bir ikilem kurabiliriz: Kürtlerin haklarına Türkler, Alevilerin haklarına Sünniler, kadınların haklarına erkeklerin sahip çıkabileceği bir dil gereklidir. Son derece insani, doğrudan yüreğe ve vicdana seslenen, kendini çıplak bir yürekle ortaya koyan, herkesi dostların sofrasında gören, insani bir dil ve politika tarzına; öncelikle halklar arasında kardeşlik duygusunu aşağıdan yukarıya yeniden kuran ve geliştiren bir dil ve politika tarzına ihtiyaç vardır.

Bu olayın bir yanıdır. Türk halkı ve diğer azınlıklardan halklar da son derece yoksullaştı. Neo liberal politikalar ve savaşın yarattığı ekonomik ve sosyal yıkım, Türkiye emekçilerini günlük yaşamını sürdüremez hale getirdi. Öyleyse güncelde, küresel krizin yarattığı buhranla birleşen neo liberal politikaların kapsamlı bir eleştirisine ve alternatif politikalara ihtiyaç vardır. Bugünden yarına neo liberal politikaları değiştirme olanağımız olmadığına göre, yoksulluk karşıtı programlar ve kampanyalarla yoksul emekçi halkın yanında olmamız, halkın yaşam yükünü hafifletmemiz gerekiyor.

Sonuç olarak, Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınması; tüm sömürülen, ezilen ve dışlanan kesimlerin kendi talepleri etrafında özgürce örgütlenmesi ve kendini ifade etmesi; bir yandan hayatın her alanında küresel kapitalizm ve neo liberalizm alternatifi sol sosyalist politikalar geliştirilirken, diğer yandan işçi ve emekçi halkın yaşam koşullarının düzeltilmesi çerçevesinde yoksulluk karşıtı programlar ve kampanyaların güncelleştirilmesi; öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül darbesi ve 1993-96 "kirli savaş" dönemi başta olmak üzere, geçmişle hesaplaşma gibi birkaç ana başlık solun kongre tipi birliğinin asgari ana program çerçevesi olabilir. Kongre tipi birlik için yukarıda ifade ettiğimiz gibi yeni bir dile ve politikaya ihtiyaç olduğu hiç atlanamaz.

26 Ağustos 2011 Cuma

LİBYA NEREYE ?



Libya ayaklanmaları üzerine 12. Makale (http://mirural.blogspot.com)

Mihrac Ural
24 Ağustos 2011

Hepimizde olur ya, bir şuur kesikliği gibi, hiç bir şey düşünmeden bir noktaya odaklanarak bakmak gibi. Libya’nın sürüklendiği yere öylece baktım.

Kansızda olsa bir darbeyle iktidara gelmek gerçek bir halk devrimi için yetersiz olduğu çok açık. Gerçek ve geri dönüşü olmayan tarihsel devrimdir, Bu da teknolojik ilerleme dahil yapısal değişim ve ardından gelen siyasal, toplumsal yapısal değişimlerdir. Hiçbir darbe, yeterli nesnel olgunluğu olmayan hiçbir devrim bunu başaramaz. Böylesi bir adımın siyasal iktidarı ne kadar uzun sürerse sürsün, s- ancak siyasal zorla, baskıyla bir yere kadar devam eder. Sonunda da mutlaka yıkılır gerisin geriye döner. 20.yy bunun tarihsel örnekleriyle kapandı; sosyalist sistem böyle çöktü. Saha, vahşetler çağını, karanlık ortaçağları aratmayacak tek boyutlu bur dünya düzenine kaldı. Tek boyutluluk, kısa bir süre boyutsuzluğa, kaosun hakim olduğu, ölçütsüz, standartsız süreçlere yöneldi. Bunun sonucu küçük ülkelerin tepkisi kadar büyüklerin acımasızlığı arttı. Dünyanın tüm düzenleri sarsıntı içinde kıvranırken, güçlüler zayıfları kendi kaoslarını aşmak için amansızca ezmenin, işgal etmenin, yakıp yıkmanın presleri altına aldı; buna da “insan hakları”, “demokrasi”, “sivilleri koruma”, “teröre karşı mücadele” gibi, kulağa hoş gelen tanımlamalar yaptılar.

Sonuçları Afganistan’da, Irak’ta Libya’da milyonlarca insanin acımasızca katledilmesiyle gördük. Bu ülkeler hala toparlanamamış, gelecek kuşaklara kin ve intikamdan başka bir miras bırakmadan yaşama savaşı vermeye de devam etmektedirler.

LİBYA’DA SON DURUM

21 Ağustos 2011, ayaklanmacılar, Libya’nın başkenti Trablus’a girdi. NATO güçlerinin inanılmaz bir hava kuvvetleri baskısı altında yeri göğü bombaladığı sivil asker farkı gözetmeden katlederek, yarattığı dehşet ortamında, ayaklanmacılar Trablus’a girdiler; bu gün Mekke’nin Müslümanlarca fethedildiği güne denk geldiği de özel olarak belirtildi. Duyan, Mekke’nin de Trablus gibi kanlı tarzda ele geçirildiği sanarak, Allahın bu kadar kardeş kanı dökmesini sorgulama durumunda olacaktır. Oysa Mekke fethi, kardeşler arasındaki kan dökmeyi önlemek için, kafir saydıklarını bile bağışlayan bir fetihti. 22-23-24 Ağustos tarihi itibariyle Kaddafi’nin merkezi konutu denilen, Trablus’un merkezinde yer alan Bap el Aziziye’de direnmekte olduğu belirtilmektedir. Ancak bu bir son çırpınıştır. Saatler içinde beklenen haberin çıkıp gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Bundan sonrası için söylenecek çok şey olacaktır. Şu an, dile geldi andan itibaren geçmiştir.

Önceki yazılarımda Libya'ya iki kez gittiğimi belirtmiştim. Ayrıntılı bilgilerde vermiştim(Libya ayaklanmaları üzerine 1. Makale, “KADDAFİNİN ÇÖKÜŞÜ” http://mirural.blogspot.com/ ).

İlki gidişim 1981 baharındaydı. Yeterli bir süre kaldım, sahil şeridindeki tüm kentleri dolaştım. Tobruk’tan Trablus’a 1500 km’lik yol üzerindeki ilçeleri köyleri insan ilişkilerini irdelemeye çalıştım Libya’da uzaklık-yakınlık algısını, komşuya gitmenin en az 500 km gidiş geliş yol mesafesi olduğunu yaşarak öğrendim. Trablus’ta, Yeşil sahaya yakın eski kilise olan yeni camiyi gezdim (Yeşil denmesine bakmayın, tek bir ot bile yok stadyum büyüklüğündeki saha yeşil boya ile boyanmıştır), O tarihlerde cami yanında yer alan kafeteryada oturdum kahve içtim, pazarlarına gittim (Souk et-telata) insan ilişkilerini inceledim, iyi arındırılmamış sularını içtim; tuzlu gibiydi, yeni keşfedilen ve 70 milyon dolara mal olduğu söylenen Nehir el-Kebir (Büyük Nehir) yoktu ve suları denizden arıtılmıştı. Bir de Hirisi’lerini içtim; çok acı biber salçasının ılık suyla bulamaç haline getirilerek sabah kahvaltısı niyetine çorba diye içilir. Tesadüf o ki, pazarda bir gerginliğe de şahit oldum, sabah çorbasını, sulandırılmış korkunç acı biber salçası olarak yapan bir toplumun basit bir söz kavgasını baltalarla birbiri üzerine yürüyerek halletmeye çalıştığına tanıklık yaptım.Homurdananların olmasına rağmen, Kaddafi çok sevilen biriydi. Ancak bu sevgi bölgemizde liderlere sunulan sevgi gibi değildi. Soğuktu, içselleşmemiş, iktidar koltuğunda oturduğu için gibi bir sevgiydi; Lican es-Sevri ( devrim komiteleri) bile Kaddafi’nin adını anmayarak, “Yeşil Kitap” içeriğinden birbiriyle bütünsel olabilecek bir anlatım yapmadan bu kuru sevgiyi bir biçimde ifade ediyorlardı. Kendi adıma, o gün de bunu böyle algılamıştım.

Bu ilk gidişimde akıl sınırlarını zorlayan zenginlik, bolluk, ucuzluk, dünyanın tüm mallarının akın akın ettiği dev süpermarketlerde sergilendiği yıllar; yerli ürünleri de bir başkaydı, Petrolü, doğal gazı mı sadece, hayır. Toprak mahsulleri de bereketli ve boldu, Bingazi’den gelen kara üzümleri, balık servetleri, zeytin imkanlarını, yeterli tahılı ve Kaddafi’nin yerli siyasi üretimi olan Lican el sevri (Devrim komitelerini), "Yeşil Kitap" ve "Evrensel Üçüncü Teori". Yolunu arayan bir Libya bunu servet bolluğu içinde yapıyordu. Bir toplumu ileri götürmek için ne lazımsa tümü vardı. Ama olmadı, bir yandan Kaddafi’nin hayali, birbiriyle tutarlılığı olmayan ve topluma güvenmeyen, toplumsal kurumlara inanmayan, hukuk ve yasa tanımayan, sür git anti-emperyalist söylem devrimciliği içinde boğulan, kendini geviş gibi tekrar ettikçe batan algıları, bu bolluğu bir yükselişe değil, bataklığa çevirmişti.

Bu bolluk döneminin ardından kasırgalar dönemi başladı. 1982 Ağustosunda bir kez daha Libya’daydım. Bir yıl öncesinde, o tarihlerde henüz ülkemizde süpermarket nedir diye kimsenin bilmediği on katlı dev komplekslerde, yeryüzünün her köşesinden gelen, en ileri teknoloji ve tekstil ürünlerinin yerinde yeller esiyordu; dev kompleksler, keçi-koyun ağıllarına dönüştürülmüş, zemin katlar ise inek harası haline çevrilmişti. Her şey bitmişti, bir anda bitmiş gibiydi. Bu kesitin uluslar arası boyutunu ilk makalemde şöyle dile getirmiştim “Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi. Lockerbie olayı (21 Aralık 1988)

Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı. (Agm.)

Libya’da her şey köşeli gibi. Keskin köşesi olmayan hiçbir sorun yok gibi.

Bu keskinlik, bu sert viraj Libya’nın kaderi mi ? Bilemiyorum. Ama bu güne bakıyorum. Libya, bu gün de böylesine keskin bir virajla karşı karşıya.

“Emperyalizme karşı direnmenin kalesi” olduğu söylemleriyle geçen 42 yılın ardından hiçbir şey olmamış gibi, vatan ihanetinden başka bir anlamı olmayan emperyalist ülkelerin mutlak sömürgeci çıkarlarına köle olmak, onların kuklası olarak, ülkesini ve halkını NATO uçaklarıyla bombalatmayı kabullenmek, bu dış müdahaleyi şehvet derecesinde arzulayarak talep edip, bunun sonucu iktidar olunacağı sanısına kapılmak, Libya’nın yüz yüze kaldığı yeni egemen model olacak gibidir. Kaddafi’nin ruhuna rahmet okutup okutmayacaklarını göreceğiz, ama belirteler hiç iç açıcı değil.

Kaddafi Libya’sını ve ayaklanmaları yazdım. Kaddafi’nin Yeşil katabı’na ayrıntılı ve sert eleştiriler yaptım, siyasal-sosyal-ekonomik sistemine, halka dayanmayan darbeciliğin asla bir halk devrimi yaratamayacağı gerçeğine ve darbeci devrimciliğin zamanla içe bükülerek çürüyüp, dar bir çevre içinde despotluğa düştüğünü dile getirdim; Kaddafi’nin sistemini “Sistemsiz sistem” olarak değerlendirdim.Yeşil Kitap üzerine eleştirilerimi içeren makalede “Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki “YEŞİL KİTAP”, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir diye özetleyebilirim.” Dedim ( Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 3. Makale “YEŞİL KİTAP” ve korgeneral AYŞE KADDAFİ” http://mirural.blogspot.com/)

Kaddafi devrimciliğinin eleştirisini de özetle şu şekilde toparladım;

“Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.

Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.“ (Mihrac Ural, Libya Ayaklanmaları üzerine 2. Makale “KADDAFİ KONUŞTUKÇA… http://mirural.blogspot.com/”

Ancak ayaklanmacıların zayıf düştükçe dış güçlere, emperyalistlere dünya şer güçlerine el uzatması ve bu ayamadan sonra kardeş kavgasının emperyalist çıkarların lehine, kanlı bir savaş halini alması, Libya’da gelişen özgürlük ve demokrasi için halk hareketini de katlediyordu. Bu süreç halktan tamamen kopup onu silah zoruyla Emperyalist çıkarlar yönünde, Kaddafi’ye karşı duruşa sürüyordu. Oysa halkına dayananlar, dış güçleri kendi sorunlarına ortak etmezlerdi. Koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler. Dış müdahale her zaman çoğunluğun iradesini, azınlığın iradesi altına sokmuştur. Sömürgeci dönemlerde olduğu gibi, bu gün kendini aydın, ilerici, özgürlükçü, dinci, gerici, insan hakları savunucusu gibi bin bir isimle isimlendirse de dış güce dayananlar insanlıklarını da satmış olarak, çoğunluğun iradesini dış güçlere dayanarak gasp edemeye çalışırlar. Nitekim Libya gelişmeleri bu yöne kaydıkça, muhalefet vatan ihaneti halini almaya başladı.

Bu gelişmeleri ayrıntılarıyla irdeleyip açıkça şunu ifade etim; “Geçici Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil, Afrika Birliğinin önerdiği ateş kes çağrısına (11 Nisan 2011) ret cevabı vererek “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade ederek, “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirmesi. Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır” (Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 10. Makale “LİBYA VE DIŞ SİYASETTE ÇÖKÜŞ” http://mirural.blogspot.com/)

Sonuçta 25 bin Libyalı kardeşlerinin de onayı ve katılımıyla NATO’nun dünya şer güçleri tarafından katledildi. katledildi. Libya bu kuvvetlerin bombardımanları altında yıkıldı. Bu bir vatan ihanetiydi. Kaddafi ne olursa olsun, sonuçta bu ihanet, emperyalistlere Libya’da sökülmesi mümkün olmayan bir konumlanış kazandırdı.

Buradan da son bir ek yapayım. Libya asla rahat yüzü görmeyecektir. Şu an üstü örtülü tüm sorunlar Pandoranın kutusu gibi açılıp yayılacaktır. Bir kez daha iktidar savaşları, paylaşım ve kanlı kıyım olacaktır. Şer güçleri ise bunu kabul edilebilir tarzda sürmesi için körükleyip duracaklardır.

Kaddafi dönemi bitti. Yerine gelen kim ve nedir? Bu satırların yazarına göre, Kaddafi’nin despot yönetimi yerine gelenler, yukarıdaki fotoğrafta yer alan, Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiliz Başbakanı David Cameron, ABD Büyükelçisi Susan Rice ve ABD Başkanı Barack Obama’dan oluşan dünya şer güçleri şebekesi, insanlık düşmanı emperyalist sömürgeci güçler oldu. Libya’yı en azından yarım asır talan edecek güçler gelip hakim oldu. Yeşil sahada fotoğraflarıyla onlara teşekkür edenler, yarın bu davranışlarının tarihsel vebali altında inim inim inleyecekleri açıktır. Libya halkı bir despottan kurtuldu ama bu yol ve yordamla çok daha acımasız bir despotluğun altına girmiş oldu.

KADDAFİNİN TIKANDIĞI YER

Kaddafi’yi aklamak değil, verileri ayrıntılarda yatan şeytana inat ortaya koymak adına yazma çabası veriyorum. Bunu Suriye konusunda da yapıyorum.

Kaddafi’nin 1 Eylül 1969 darbesinde Kral Sinusi Türkiye’deydi. Yanılmıyorsam İstanbul ve sonra Bursa’da kaplıcalardaydı. Kaddafi ona “orada kal, gelmene gerek yok biz devrim yaptık” dedi. Belki tarihin en kansız askeri darbesiydi. Bununla kalmadı, bizim iktidarda işimiz ne diye, son anda yaptığı ihaneti kendini kurtaran Cellud’u (ebedi kalacağı sanılan ikinci adam) Nasır’ın yanına gönderdi. Özetle “ne yapalım, önerilerini bekliyoruz. Buyurun iktidarı devralın, bizim amacımız iktidar değil halkımıza hizmettir” mealinde bir mektupla Nasır’a seslendi. (Bkz. M.Haseneyn Heykel, “Kahire Dosyası” kitabı). Sonrası, 1977’yle birlikte başlayan süreç; Cemahiriye olayı, Lican şabiya, Lican es-Savriye, birbirini izledi. Karma bir siyasal yönelim, bir türlü oturmayan uluslar arası ilişki dengeleriyle at başı kaosu derinleştiriyordu. O günü iyi kavramak için, dünya güçler dengesinin, soğuk savaşın, Vietnam gibi ulusal kurtuluş savaşlarının dünyadaki etkilerini, yeryüzünün ak ve karaya boyandığı kesitleri bu açıdan yorumlamak gerek. O gün, yapılan her şeyin bir anlamı vardı, dünya ve bölgede oturduğu bir zemin bulunuyordu. Hatasıyla doğrularıyla yapılanlar halkın çıkarları içindi.

Ancak 21. Yy farklı bir yüzyıldı. Soğuk savaş biteli on yıllar olmuştu. Değişim şarttı. Daha çak özgürlük ve çok demokrasi tüm halkların hakkıydı ve güçlü olabilmesi için önemli bir manivelaydı.

Sosyalist isimlerle de olsa içe kapalı bir sistemin artık halkın çıkarlarını temsiz etmekte yeterli olmadığı açığa çıkmıştır. Vietnam, Kamboçya, Nikaragua ve bil cümle doğu Avrupa sosyalist ülke sistemleri çökmüştü. Yarım asırlık sistemler dünyaya ayak uydurabilecek açılımlar yapamamıştı. Libya bundan da çok geri bir durumdaydı. Partili olmak ihanet etmek teorisi üzerinden her türden sivil toplum kurum ve siyasal yapıları ret ediyordu. Herkesi ortak bir potaya koyup, bireysel tartışma kanallarının kısır döngüleriyle yetinmelerini tavsiye ediyordu. Halk kongresi bunun bir anlatımıydı. Rekabetin olmadığı ayrı yapılanlalar içinde özgürce fikir yarıştıramadığı ve halkın karşısında bunu sınamadığı ölçüde, özgür bir gelişme kaydedilemezdi; Kamboçya’da Pol-Pot rejiminin yaptıkları ise akıllara ziyandı.

Kaddafi, resmi yetkisi olmayan hakimi mutlaktı. Bu yapı açılmaya değil kırılmaya uygundu sonuçta olan da budur. Kaddafi, çok önemli fırsatları zenginliğiyle satın almasına karşı 21.Yüzyıla ayak uyduracak adımı atamadı.

Yeri değil ama bir hatırlatma için söyleyeceğim, 1970’li yıllarda Hafız Esad’ın kansız askeri darbesi gerçekleşti (16 Ekim 1970 “Hareket et-tashih”). Bu darbe- bir yandan kansız olması diğer yandan Baas’ı, ilkel, kapalı yapısından çıkararak geniş halk kitlelerinin katılımını saf1laması ülkenin nispeten dünyadaki ilişkilerini yeniden kabul edilebilir tarzda düzenlemesine olanak açmış oldu.

1970’de atılan bu adım olmasaydı, bu gün Beşşar Esad’ın bu ölçekte, “devrim gibi reform”ları karara bağlayıp, Resmi Gazetede ilan ederek, icra kanunlarını (temel kanunun işleyiş ayrıntılarını) yürürlüğe koyma şansı olamazdı, halkın bu ölçüde desteğini kazanması mümkün olamazdı. Buna rağmen sorunlu bir süreç yaşandığı açıktır.

Kaddafi bu açılımı yapamadı. İçe büküldü, çevresi boşaldı, en yakın insanları doğradı, tasfiye etti, geride kalanlar ise pamuk ipliğiyle birbirine bağlı ihanet rüzgarları altında dayanma şansı olmayanlardı. Tabi ki bunlar bir sonuçtu, sürecin nesnel verileri bu öznel dokuları örmüştü. Kaddafi’nin kırıldığı yer de burası oldu; genişleme döneminde daraldı.

Libya, 5 milyonu bulmayan nüfusuyla, 2 milyon Km² alanı ve dev servetleriyle (Petrol, Gaz ve kimsenin dikkatini çekmeyen temiz su, 1980’li yıllarda, kişi başına milli gelir 5410$, yıllık milli gelir 50 milyon $) Libya artık kendi halkına ait bir ülke değil. Libya on yıllar boyu dünya şer güçlerinin bu savaşta harcadığı milyonlarca doları borç olarak ödemekle geçecektir. Ülkenin yeniden inşası için de yeni borçlar altına girerek servetlerini, ülkeyi kanlı arenaya çeviren güçlere akıtacaktır.

Bütün bunlara ek Libya, istikrarını yitirmiştir, Afrika’nın cehennemi ölüm kıskacı içine yuvarlanmıştır. Dünya şer güçleri iç savaşı kışkırtacak ve bunun uzun bir süre, kabul edilebilir bir savaş olarak sürmesini sağlayacaktır ( petrol ve gaz akımını engellemeyecek ölçekte ancak dünya piyasasının çok altında fiyatlarla). Libya, bir baskıcı yönetimden bir kanlı talan ve sömürünün altına girmiştir, yağmurdan kaçarken doluya yakalanma budur.

LİBYA-SURİYE

Tam bu noktadan Libya ile Suriye verilerine karşılaştırmalı olarak göz atalım.

25 bin ölünün verildiği, son 48 saate, başkent Trablus’a girişte 2000 sivil-askerin öldürüldüğü bu savaşta, mali bilanço yüz milyonlarca dolar olduğu belirtilmektedir. 6 aydır Suriye’de olan olaylarda güvenlik güçleri ve göstericilerden toplan ölü sayısı 2200 olduğu belirtilmektedir (Muhaliflerin kendi rakamları).

Her ölüm acıdır ve özellikle sivillerin ölümü asla kabul edilemez. Nerede olursa olsun, kan durmalıdır, kan üzerinden siyaset mutlak olarak yasaklanmalıdır. Bu aynı zamanda, Libya’dan alınacak dersler kapsamında bir çağrıdır. Tabi ki, bu çağrıyı doğru yöre yöneltmezseniz ölümleri kışkırtmaktan başka bir şey yapmış olunmaz.; Suriye’de patlak veren olaylarla ilgili, tek boyutlu olarak devlete yapan emperyalist güçler, eli silahlı ve kanlı şebekeleri göz ardı ederek, Suriye’yi çökertme çabaları artık yeterince açık olmuştur.

Emperyalistlerin bölgemiz insanını, insan yerine koymadığını artık hepimiz biliyoruz. Bölgemizdeki kaos ve “yaratıcı anarşi”nin halkın çıkarları için değil tersini ölümü ve yıkımı için yapmadığı açıktır. Olaylar öncesi, dünyanın en güvenli ülkesi Suriye’yi, kan siyaseti üzerinden yürüyerek, düne kadar herkesin çok olumlu gördüğü Beşşar Esad’ı, diktatör ilan edip eli kanlı göstermeye çalışmanın kepazeliği, akıl tutulması ve algı dengesizliği bir yana, Libya üzerinden Suriye’ye iç savaşla da olsa, NATO askeri operasyonlarıyla da olsa kanlı bir arenaya çevirecekleri tehditlerini görmekteyiz.

Oysa Hukuk adına zerre kadar bilgisi olan bilir ki, Suriye yönetimi Beşşar Esad önderliğinde, “devrim gibi reformlar” Resmi Gazetede yayınlayarak yürürlüğe sokmuştur. Bununla da kalmayıp, detayları için gerekli olan icraat ayrıntılarını da kanunla düzenlemiş ve yayınlamıştır. Geride kalan tek şey, halkın bir kazanımı olarak, bir hak haline gelen bu kazanımları halkın kullanmasıdır.

Ne Beşşar Esad’ın ne de Suriye yönetiminin geride yapması gereken çok şey kaldı Yapılacak şey, Suriye halkının bu hakları kullanabilmesi için gerekli bir nefes, bir rahat ortamda kazanımları kullanmaya başlamasıdır. İşte yolu kesilmek istenen de tas tamam budur. Yasama bitmiş, yürütme halka ait olmuştur. Yönetimin yapacağı bu hakları güvenceye almak, bunlara uzanan ellerin önünü kesmektir. Ancak dünya şer güçleri tam bu noktada çirkin suratlarını gösteriyorlar. Suriye halkının kazandığı hakları kullanmasına müsaade etmiyorlar.

Bununla bir kez daha belli oldu ki, dünya şer güçleri ve eli silahlı şebekeler, reform istemiyorlar. Halkın bu kazanımını kullanmasına müsaade etmek istemiyorlar. Bu nedenle Suriye halkının özgürlük ve demokrasi kazanımlarının yolunu kesiyorlar. Yapılan evrensel bir eşkıyalıktır. Bunu, yoktan var etmek istediği “Beşşar Esad sorunu” haline dönüştürmek isteyenlerin içine düştükleri komedi de tas tamam budur. Bu şer güçlerinin, eli kanlı şebekelerin en büyük handikabıdır.

Gerçekte ise, ne Beşşar Esad sorunu var ortada ne de başka bir şey. Olay tas tamam kazanılan, resmileşen icrada olan özgürlük ve demokrasinin halk tarafından değerlendirilmesinin engellenmesidir. Bu nedenle, Suriye olaylarının birinci ayında Beşşar Esad’a tek kötü söz söylemeyenler, reform kararı aldıktan sonra “ıskat el nizam”, “ıskat Beşşar el Esad” diye çılgınca tepki göstermeleri bundandır.

Bunun için, ülkeyi çökertmek, bölmek, sindirmek, yakıp, yıkarak silahlı şebekelerle insanları katletmeye, cesetlerini parçalayıp yakmaya, çöplüklere atmaya, Asi nehrine “Allah-u Ekber” nidalarıyla, dökmeye başladılar. Bu Allahsızca girişim, Allah’ı suçlarına ortak etmek üzere yapılan bu çılgınlık, dünya şer güçlerinin uçaklarıyla, tanklarıyla toplarıyla kendi halkını katletme çağrısı olarak ikame edildi. Libya’da da olun budur.

Gelece kuşaklarımızı da rehine alacak bu evrensel vahşet kurgusunun tek amacı egemenlik ve sömürüdür. Bu tabloda kardeşler birbirinin kanını dökerken, okyanus ötelerinde seyredenler, ellerini ovuşturarak sonuçları bekleyecekler. Libya’nın Yeşil Sahasını istila ettikleri gibi, Şam’ın Merci meydanına ineceklerini hayal ediyorlar. Bunu Libya’da başardılar, Suriye’de de denemek istiyorlar, İnatla yaptıkları, yalanla, Kurgularla, kuşatmalarla, lojistik desteklerle, iç ihanetlerle, dünya şer medyasının 48 kanaldan 24/24 saat yalan ve abartma yayın yaparak bunu ikame etmek istiyorlar.

Libya bir örnek, ama kendini münhasır bir örnek. Suriye farklıdır diyoruz, bunları ayrıntılarıyla da anlattık. Göreceğiz de. Suriye’de halkçı yönetim, atması gereken en önemi adımı attı; devrim gibi reform paketini yasallaştırdı. Bu görevi, halkına karşı sorumluluğuyla, hakkıyla ve hızla yerine getirdi. Bu bir ileri adımdır, Halkçı yönetimlerin de görevidir.

Evet acılar yaşandı, daha da yaşanabilir. Acıların yaşanmasını isteyen şer güçlerinden başkası değildir. Ancak bu sürecin hangi denklemlerin çözümüyle başarı kazandığını bilmek gerek. Kaddafi bunu başaramadı, buna imkanı bile yoktu. Devleti ayakta tutacak gerçekçi, ortak bir düşünsel ideali yoktu, birbirine tutkun değildi. Atadığı her görevli, bir an olsun bağlık göstermedi.

Libya, sonuçta, haklı ya da haksız çöktü. Bugün için bunun bir önemi kalmadı. Oysa Suriye’de devlete bir bakalım, yönetimin arkasındaki durun milyonları görelim ve adına muhalefet denen eli kanlı şebekelerin rezil hallerini, dış güçle mahkum serzenişlerini görelim. Silaha sarıldıkları her yerde halktan nasıl tecrit olduklarını izleyelim. Birbiriyle ilişkilerindeki çıkarcı darlığı ve seviyesizliği görelim, 29 Mart, 21 Haziran, 10 Temmuz, 17 Temmuz tarihlerinde ülke çapında, milyonlar üzerine milyonlarca Suriyelinin yönetimi ve liderliğinin arkasında durduğunu meydanları doldurarak gösterdiğini hatırlayalım. Bu ve buna benzer binlerce veri Libya ile Suriye’yi birbirinden farklı kılar.

Devlet baskısı olmasaydı muhaliflerde çok insan çıkarırdı demek ise abesle iştigaldir. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa ve Almanya’da ya da dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde, devleti bir saatliğine kaldırın bakalım ne olur. Soyulmayan şirket market, yakılıp yıkılmayan bir yer, katledilmeyen tahrip edilmeyen bir kamu ve özel mülk kalır mı? Bu zırva karşılaştırmalar meşru değildir. Zulüm olan yerde halkın iradesi her zulmü yener. Bakın Mısır halkının ayağa kalkışına, tek bir taş bile atmadan diktatörlüğü devirdi. Çünkü orada bir diktatörlük vardı. Haklı olduğuna inanan bir halk kendi davasının arkasında zulmün her türüne göğüs gererek direnir: Bunun gerçek olmadığı yerde, kışkırtıcıların tüm çabalarına, arkalarındaki dış güçlere rağmen yönetimine destek olmaya ülkesinin yakılım yıkılmasına geçit vermez. Suriye’ halkının ortaya koyduğu tutum da tas tamam budur. Aksini söylemek kendini aldatmaktır.

Bu gerçeklere rağmen, toptancı mantıkla Libya ve Suriye’yi aynılaştıranların, bu kanlı denklemlerin bir parçası olduğunu iddia etmek yanlış değildir.

BU KARMAŞADA ÜLKEMİZİN YERİ

Ülkemiz, bu süreçte utanç verici bir duruş sergilemiştir. Uzun yıllar Kaddafi dostluğuna toz kondurmayan Erdoğan iktidarı, aniden ayaklanmacı vatan hainleriyle birlikte olmuştur, 300 milyon dolarlık hibe sunmuştur (150 milyonu nakdi, 150 milyonu da proje karşılığı), kardeş kanı akmasına ortak olmuştur, bu süreçten pay alacağını sanan ülkemiz yönetimi, yakın gelecekte de görüleceği gibi, sonuçta yüzü kara, eli boş çıkacaktır.

Hiçbir halk, tarihin hiçbir kesitinde ve hiç bir nedenle kardeş kanına giren bir ülkeyi benimsememiştir, sevmemiştir. Bu tür ülkeler ne yaparsa yapsın, kardeşler barışınca yüzkarasıyla ortalıkta dışlanırlar. Bu ülkelerin anılacakları tek şey, ihanetin yarattığı tarihsel nefret olacaktır.

Bu, dış siyasette “komşularla sıfır sorun” iddiasının kocaman bir yalan, “Stratejik Derinlik” adlı projenin de ne kadar sığı ve kan siyaseti üzerine yükselen iki yüzlülük olduğunu göstermiştir. Libya’dan alınacak bir ders varsa, bunu öncelikle Erdoğan iktidarının iflasla sonuçlanan dış politika mimarlarının alması gereklidir. Ayrıcı bu dış politika aynıyla devam eden ikiyüzlü iç politikanın devamı olduğu unutulmamalıdır. Bunun tek bir anlamı, var o da halkına karşı ikiyüzlü olanların dost ve komşulukta da aynı şekilde olacağıdır.

25 Ağustos 2011 Perşembe

KAPALI ÖDENEĞİN KİRLİ VE KANLI İŞLERİ


Mihrac Ural

26 Ağustos 2011

Farkında Olmak bir aydın refleksidir.

Bildiğini açıklamak, uyarmak ve bu çabasının bedelini ödemeye hazır olmak ise bir aydın sorumluluğudur.

Sayın Mahmut Alınak, bir kez daha çığlık çığlığa, cebimizden alınan vergilerle nasıl da hepimizi birer katil, birer emperyalist kuklası yaratıcı anarşi elamanı, birere cürüm şebekesi ortağı haine getirildiğimizi anlatıyor. O ödediği bedellere yeni bedeller ödeme cesaretiyle, halklarımız adına, aydın olmanın sorumluluğu ve bilinci adına ama hepimiz adına karanlık ödeneklerin nasıl da bizleri kara delik gibi içine çeken, bir icram kaynağı olduğuna işaret ediyor.

Tüyleri diken diken eden bir vahşet denkleminin orta yerine oturtuluşumuzun resmi ağızlardan dünya basını önünde, övünülerek dile getirilmesi, esasında kan siyaseti üçerinde pervasızlığın hangi boyutu aldığını da gösteren önemli bir veridir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Libya’daki silahlı ayaklanmacılara 300 milyon dolarlık desteği açıklarken, yaptığı gaf bu ülkede işlenen akıllara ziyan işlerin nerelere vardığına da önemli bir örnek oluşturuyordu. Bir ülkenin yüksek çıkarları adına, halkın alın teri vergilerden oluşan “kapalı ödenek” komşu ve kardeş halkların iç işlerine karışmak, bununla da kalmayıp kanlı iç savaşlarla birbirini katletmesine taraf olmak için harcandığı görülmüştür. Olayların hızlı gelişimi etkisiyle, bilinçaltındaki hoyrat talancılığın itimleriyle, farkında olmadan dile gelen bu resmi açıklama, halklarımızın bu devlete ödediği vergilerle oluşan dev servetlerin nerelere harcandığına da önemli bir göstergedir. Kapalı ödenek daha kim bilir hangi kirli ve kanlı süreçlere akıtılmaktadır; komşumuz Suriye üzerine oynana oyunlarda kime ne tür ödemeler yapıldığı ise Libya’dan sonra acilen sorgulanması gereken büyük bir sordu işaret olarak karşımızda durmaktadır.

Kumar oynar gibi, tarihi kin ve nefret kazanmak gibi, komşu ve kardeş halkların iç sorunlarına taraf olmak, sonuçta kaybedecek tek taraf olmaktır. Libya bu günde yarında istikrarsız, ucu açık bir iç savaş sürecinde kalacaktır. Bunu kestirmek hiç de zor değildir. Emperyalist güçlerin istediği de budur. Güçsüz düşmüş, birliği olmayan, bölgelere ayrılmış, kesilmeden süren kabul edilebilir bir iç savaş içindeki Libya batının tek isteğidir; yeter ki petrol ve gaz akışı durmasın, gerisinin hiçbir hukuki ve ahlaki önemi yoktur. Ülkemizin ise kazanacağı hiçbir şey olmayacaktır. Kardeşler er ya da geç barışınca da birine karşı diğerini kirli amaçları için destekleyenler, tarihsel yüz karasıyla çakmaktan başka bir şey kazanmış olmayacaktır. İşte kapalı ödenekten akan yüz milyonlarca dolar böylesine kirli bir sonuç için heder edilmiş olacaktır. Bu halklarımızın iradesi dışında, cürüm şebekelerine, icram ve vahşete ortak etmektir.

Sayın Mahmut Alınak’ın bu feryadını duymamak, bu çığlığına kulak vermemek mümkün değildir. Aydın olmak işte bu sınavlardan geçerek kazanılacak bir onurdur.

Kan üzerinden siyaset yapmak hiçbir millete onur kazandırmadı. Tarihin hiçbir kesitinde kirli ve kanlı savaşları sürdüren ve bunların sürmesi için destek verenlerin kazandığı bir şey olmadı. Tersine geride tarihi kin ve nefret tohumları ekilmiş oldu. Ülkemizde Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın açtığı yaralar bunun en açık göstergesidir; 200 yıldır özgürlük ve demokrasi için, kendi topraklarından, emekleriyle anavatan haline getirdiği coğrafyada, başka kimseden hiçbir şey talep etmeden mücadele eden Kürt halkının, uğradığı akıllara ziyan kıyım, bu kirli, ikiyüzlü, kan üzerinden yürüyen dış politikayı anlamamız için de önemli bir veridir. Dış politikaları iç politikaların aynası yapan da tas tamam budur.

İç politikaların, Osmanlı aklı diyeceğimiz “katli vaciptir” söyleminde anlam bulan farklılıkları yok etme ve sorunlarını imhayla çözme girişimleri, aynıyla bu gün de sürmekte olduğunu belirteceğim. Kürt soruyla ilgili olarak, her türden demokratik unsuru ayaklar altına alarak “sınır ötesi operasyon” düzenlemek, bu aklın iç politikasıyla dış politikasının nasıl da ayrılmaz bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu açıdan, korucalar ordusunun, biat kültürüyle yoğrulmuş imamlar ordusu gibi kapalı-açık ödeneklerden desteklenmesi, Libya’da organize edilen kirli iç savaşta kendi halkına karşı, NATO desteğiyle silaha sarılanlara, kapalı ödeneklerden yapılan kirli destekler gibidir. Bütün bu hengamenin kaynağında, tarihsel nedenler kadar bu günün politikalarını yönlendiren iktidarların sığı algılarının da önemli rolü bulunuyor. “komşularla sıfır sorun”, “Stratejik derinlik” başlıklarıyla belirlenen dış siyasetin sık sık dile getirildiği gibi Yeni-Osmanlıcılık’da ifadesini bulan yayılmacı yönelimleri, işte böylesi sonuçları üretmektedir. Bu siyasi yönelim iki yüzlü olmak, kan üzerinden yürümeye mahkumdur. Bu politikaların, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde Eş Başkan olarak icra edilmesi ise, ülkemizi önü engellenmez bir vahşetin orta yerine sürüklenmesidir.

Libya’da kardeş kavgasında, 300 milyon dolar destekle eli kanlı hale gelenlerin, bölgemizdeki çatışmalarda nasıl bir kirli rol oynadığını kestirmek zor değildir.

Buna karşı halklarımızı uyarmak bir aydın refleksi olduğu kadar bir aydın sorumluluğudur. Bu kirli işlerin hesabını sormayan bir toplum çürümüştür. Bunu halklarımızın kabul etmesi mümkün değildir. Zira bu kirli işler, dış politikada kaybettirdiği kadar, iç politikada halkımızın boynuna dayanan bir giyotindir.

Değerli dostum sayın Mahmut Alınak’ın hepimiz adına gösterdiği bu duyarlılığı yalnız bırakmamalıyız. Ödenecek bir bedel varsa, bu tarihi sorumluluğu halklarımız adına hepimizin üstlenmesi, tehlikeyi yerinde durdurmanın da tek yoludur.


______________________________________

BİZİM CEBİMİZDEN SİLAHLI İSYANI ÖRGÜTLEMİŞLER


Bunun Hesabını Sormak Hepimizin Görevidir

Dün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte basın toplantısı düzenleyen Libya isyancı hareketin lideri Mustafa Abdülcelil, ''Türk hükümeti bize taahhüt ettikleri nakdi meblağları ulaştırdı'' dedi.

Dışişleri Bakanı da onu doğrulayarak, isyancılara 300 milyon dolarlık ( yaklaşık yarım katrilyonluk) bir nakdi yardım yaptıklarını söyledi. Davutoğlu bununla da kalmadı, Libya Temas Grubu Başkanlığı olarak uluslar arası düzeyde isyan hareketi için yaptıkları çalışmaları anlattı.

Ahmet Davutoğlu’nun anlattıklarından açıkça belli ki, Recep Tayyip Erdoğan ve emrindeki hükümet Libya’daki isyanı teşvik etmiş ve ona destek olmuştur.

İsyan bozgunla sonuçlansaydı kuşkusuz bundan kimsenin haberi olmayacaktı. İsyan başarılı olma eğilimi gösterince zafer sarhoşluğuna kapılan Dışişleri Bakanı, yaptıkları yardımı göğsünü gere gere açığa vurdu.

Aynı şey Türkiye’de olsa, Türkiye’de patlak veren bir silahlı isyan hareketine başka bir ülke hükümeti bu şekilde teşvikçi olup destek verse, acaba Recep Tayyip Erdoğan ve onun bakanları ne derlerdi?

Türkiye’deki her meselede “yabancı parmağı” arayanlar, Türk hükümetinin Libya’ya böyle pervasızca müdahale ederek iç savaş çıkartan isyancılara destek olmasını acaba nasıl karşılayacaklar?!

Libya’daki iç savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. Kendi açıklamaların da anlaşıldığı gibi Başbakan ve bakanları bu savaşta taraf olmuşlardır. Bu nedenle Libya’daki ölümlerden azmettirici olarak sorumludurlar. Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi adil yargılama iddiası taşıyorsa, Recep Tayyip Erdoğan ve tüm hükümet üyelerini -açığa çıkan bu suçları nedeniyle- yargılaması gerekiyor.

Hükümetin isyancılara yaptığı yarım katrilyonluk para yardımı ise hiçbir gerekçe ile açıklanamaz. Sanki babalarının cebinden harcamışlar gibi bir de kıvançla anlatıyorlar.

Bu para bizim tükettiğimiz mallara bindirilen korkunç vergilerden toplanan paradır. Yani hükümet Libya’ lı isyancılara bizim cebimizden yardım etmiş. Bizden vergi adı altında toplanan paraların nerelere harcandığını böylece görmüş oluyoruz.

Hükümet sadece soluduğumuz havadan ve yürüdüğümüz kaldırımlardan vergi almıyor. Öyle bir kapan kurmuşlar ki, yediğimiz her lokma ekmek, içtiğimiz her yudum su için vergi ödüyoruz. Yaşamımızı sürdürmek için her gün, her adım başı vergi ödemek zorundayız. İşte bizden bu yollarla toplanan para Libya’lı isyancılara peşkeş çekilmiş.

Bunlarda vefa diye bir şey de yok. Daha dün Muammer Kaddafi’nin dizinin dibinde oturuyorlardı. Bugün ise onu devirmeye çalışanlarla kol koladırlar. Buna da siyaset diyorlar. Siyaset kaypaklık, döneklik, vefasızlık ve dost satmaksa lanet olsun siyasete. Böyle bir siyasetin insanlığı götüreceği yer karanlık uçurumlardır.

Sivil siyaset ve sivil toplum örgütleri AKP’nin Libya’da iç savaş başlatan silahlı isyancılara bizim cebimizden yaptığı yarım katrilyonluk yardımın hesabını sormalıdır. Hiçbir neden AKP’nin bizim paramızla bu şekilde hovardalık yapmasını haklı gösteremez.

Recep Tayyip Erdoğan hep böyle saltanat sürdüreceğini sanıyorsa yanılıyor. Umarım bir gün gelecek, yakın tarihteki pek çok örneklerde görüldüğü gibi tüm yaptıklarının hesabını tek tek verecek.

Saygılarımla


24 Ağustos 2011
Mahmut ALINAK



24 Ağustos 2011 Çarşamba

ZEKİ EL KASIM (URAL) TAZİYELERİNE TEŞEKKÜR

Mihrac Ural

24 Ağustos 2011

Şahsen yanıma gelen, baba evimi ziyaret eden, mail, telefon, facebook kanalıyla taziyesini ileten duyarlı dostlarım, okurlarım, akrabalarım, hemşerilerim, devrimci örgüt temsilcileri, sivil toplum kuruluşları, araştırmacı yazarlar, milletvekilleri, Şeyhler, Filistin devrimci örgütleri, Arap direnme örgüt temsilcileri ve şahsiyetleri, yazarlar siyasi parti ve belediye başkanları, örgüt yoldaşlarım

Taziyeniz başım güzüm üstüne, sağ olun var olun ölenlerinize rahmet diliyor, teşekkür ediyorm.

Gelen maillerden bir demet;iyorum.


Kimden: ismailbesikci@mynet.com
Kime: Mihrac Ural
Tarih: 16 Ağustos 2011 19:32

Merhaba Mihraç,
Selamlar, sevgiler...

Sana, çocuklarına, ailenize başşağlığı diliyorum.
Sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Şeyh Zeki el Kasım'ı sevgiyle anıyorum.

İsmail Beşikçi
________________________________________
mahmut alinak Kime: bana

Sevgili Ural,

babasızlığın nasıl dipsiz bir boşluk ve ateşten bir çaresizlik olduğunu kendimden biliyorum. Kelimelerle zor anlatılır sonu olmayan bir acı ve hiç kapanmayan bir yara. Seni kalbimle kucaklıyor ve kederini paylaşıyorum sevgili kardeşim.

Mahmut Alınak
_________________________________________________________
Kimden: Nizar ÖZKAYA nizarozkaya@gmail.com
Kime:mircihan@gmail.com
tarih24 Ağustos 2011 21:00

Dostum Mırac Merhaba,

Üzücü haberi öğrendim.İlk önce başsağlığı diler,Allah tan rahmet dilerim.Işıklar içinde yatsın.Gerçekten büyük bir insandı. O yaşına rağmen bir cezaevinden diğer cezaevine seni görmek ve kucaklamak için koşardı.

Hiç unutmam İstanbul,Isparta cezaevlerine seni ve arkadaşlarını görmek için kilometrelerce uzaktan gelir kapıda saatlerce beklerdi.Onunla ne kadar gurur duysan azdır.

Sizi kucaklar , gözlerinizden öperim.

Dostun Av.Nizar Özkaya
____________________________________________________________
Kimden: Şeyhmus DiKEN seyhmusdiken@gmail.com
kime: Mihrac Ural
tarih18 Ağustos 2011 11:37

Sevgili Mihraç Ural.

Babanın vefatı nedeniyle sabırlar ve başsağlığı diliyorum.
Geçen yıl Antakya'ya gittiğimde tanışmıştım.
Ruhu şad, toprağı bol olsun.
Selamlarımla.

Şeyhmus Diken
____________________________________________________
Kimden: Suluca Karahöyük sulucakarahoyuk@gmail.com
Kime: Mihrac Ural
Tarih: 17 Ağustos 2011 17:45

Mihraç Ural Dost,

Yanında olmasalarda bir yaşam bağı gücü olan Anamız, Babamız aramızdan ayrıldığında destek ve dayanak yoksunluğu boşlukta salınan kökleri topraktan koparılmış bir dal gibi. Bu döngü kabullenmesekte böyle devam ediyor.

Şeyh Zeki el Kasım'ın (Ural) Babanızın yıldızlara uğurlandığı şu zamanda yaşamı yoluna ışık olsun. Direncin daim olsun. Acını paylaşıyoruz.
Hacıbektaş Sulucakarahöyük Gazetesi

Naci Özçelik.
_______________________________________

nsüleyman deveci suleydev1950@hotmail.de
kime: Mihrac Ural
tarih16 Ağustos 2011 19:36

Saygi deger Yoldas Mihrac Ural.

Babaninin ölümüne cok üzüldüm daha önce yazilarini okumakla yetindim fakat bu yaziyi okuyunca sana yazmak geregini duydum.Bir gurbet devrimcisi ve ortak üzüntüleri yasamis biri olarak seni anliyor üzüntüne Zeki amcayi taniyan biri oldugum icin derinden katiliyorum. Topragi bol olsun demokrat Bigle nami yasasin diliyorum. Alevi,Sünni bir olsun fasizim kahrolsun der samimi taziyelerimi sunarim.

Süleyman Deveci Almanya
_____________________________________________________________

Böylesine uzayıp giden, dost, okur iletileri hala devam ediyor…
Tek tek cevaplamaya çalışıyorum. Eksik bıraktığım, adını anmadığım olursa özür dilerim.


Gelmeye devam eden Mail iletisi taziyeleri;

İsmail Beşikçi, Gülten kaya, Mahmut Alınak, Ergun Eşsizoğlu, Ragıp Zarakol, Şeyhmus Diken, Av. Nizar Özkaya, Semir Aslanyürek, Temel Demirer, Kazım Balaban, Ferhat Tunç, Dr. Ali küçük, Hüseyin Gevher, Mustafa Elveren, Aydın Yavuz, Metin kaya, Suzan Karaman, Ertan İldan, Metin kaya, Firuze Erbil, Faruk Arhan, Hasan Cançöte, Hikmet Subaşı, Naci Özçelik, Hatice Altınışık, Edip Pacal, Metin Uzunöz, Fehim Işık, Adnan demir, Cevat yiğit, Hüseyin Eriş, Ali Fuat çeler, Mürvvet Çiler, İrfan Ural, Yıldız Timur, Sami Çankaya, Ahmet Çankaya, Bedran Cebiroğlu, Faiz Cebiroğlu, Nazmi Atunöz, Süleyman Küçükrecep, Samandağ Eğitsen,Anka Kuşu, Mehmet Yavuz, Hasan Gülbahar, Cemile kayıkçı, Metin Yılmaz, Ali kenanoğlu, Kadri Atalan, Berivan Dilan, Eylem Zeydan yeşil, Mehmet Yaşar Özer, Can Uçar, Mehmet Yiğitdöl, Prof. Dr. Özi Burno, Khasibi Alawites, Ahmet Pekyen, Kemal yücel, Hakan Bulut, Semra Kırıkçı, Adnan Gülbahar, Ali koyun, Enver Başçeken, Ahmet Daskapan, Mustafa Köse, Hasip Yiğitoğulu, Öner Ödemiş, Zeynep Güzel, Mehmet Güzel, Ömer Gazel, Sümbül Görür, Süleyman Deveci, Mustafa Yaşacan, Rıza Aydın, Vacip Özer, Elmon hançer, Neval mercan, Kerem can, Deniz Meric, İsmail Ahrezoğlu, Mehmet Göker, Ferhat tanık, Cemil oka Şahin, Selahittin Özenir, Semir Gülbahar, Nizamettin Payaslı, Alaaddin Baklacı, Şeyh Ali Yeral, Şeyh Ahmet Hallum, Şeyh Ebu Muhammed Beddur, Şeyh Adnan Osman, Mustafa İşleker, İsa Ada, Antochia Antakya, Mehmet Ali Gündoğun, Oktay zeydan, Ayhan Aslan, İkan Alkan, Duygu kerimoğlu, Murat yapıcı, Tevfik Akbay, Umut Nur Gemici, Emrullah Gemici, Pir Ali, Selva Berber, Olcay yoğun, Mustafa Genç, Burhan Işık, salim Dersuniyeli, Civan Açıkel, Burhan Işık, Aziz Koç, Ali Yiğit, Ermine Değermenci, Cumali Cumalioğlu, Müzzeyen Taş, Mehmet Ali Soydinç, Kemal Nurlu, Pınar Tümer, Ali Nurlu, Yeter Güzel, Yıldırım Aşkar, Ahmet karakrm, Erol Harput, Öner Öztürk, Ahmet Polat, şeyh Ebu Yusuf Hoca, Dr. Hüssan hoca. Dr. İbrahim Muhammet, Dr Haluk Kavas, Hüzün Özlem kapar, Hikmiye Doğan, Şahap Karadağ, Bülent Çiler, Metin Agbaht, Fevzi İşsever, Mehmet Sultan, Öztürk Curi sabahittin, Kemal çapar, Nalan Özdemir, Hülya Rende, Karacay zafer, Gizem Berber, Çiğdem Özdemir, Sahra sultan, Zuhren Mansuroğlu, Yahya. Zeus, İbrahim şıkar, Erkan Grgs, Kemal Sever, Fidan Uğur, Ahmet kara, Mustafa Genç, Orhan Bal, Yılmaz Küçükdüveyki, Fevzi Öztür, Karadas kemal, Levent yeni ocak, Ali Hikmet Kababıyık, Engin Süner, Lider Nadir, Şekip Serin, Hikmet yıldız, Nesibe Berber, Yahya kırkıcı, Cem yıldız, Osman cüzdan, Başak Uzunoğlu, Nesrin Rihani, Apo Arpacı, Sadullah Berber, Mehmet Ali soydinç, Mehmet kara, Serkan Sayın, Celal Eroğlu, Sedat Yarıcı, Tamer Dersuniyeli, Şekip Serin, Drej kılıç, Kader Doğan, Osman cüzdan, Ali Bakır, Baratarma Medi, Murat Açıkgöz, Ayhan Yoğurtçu, Metin doğan, Kader doğan, Hüda Ezdeşir, Kadir Doğan, Bülent Altunay, Rada keremoğlu, Serkan Doğan, Erkan Yardımcı, Necmeddin Habip, Güray Emektaş, Mehmet Gül, İhsan Uzunoğlu, Muammer Aydın, Süleyman Kızılay, Süleyman Canemir, Ahmet Demirel, Eylem Esra, Fatoş Açıkgöz, Mihraç Pelin,

Devam edecek….

23 Ağustos 2011 Salı

ANNEM... 2. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ ANISINA


Cemile Ural, Antakya 24 Ağustos 2011

Mihrac Ural
24 Ağustos 2011

Annem seni hiç unutmayacağım. Siyah saçlarını, benim için zindan kapılarında, sürgünlerde ağarttın; itildin kakıldın, soğuklarda titredin, kah ziyaret yasaktı kah gardiyan ve jandarma baskısıyla yüz yüze kaldın, demir parmaklıklar ardına düşüncesinden başka suçu olmayan evladınla görüşemedin, boynu bükük geri döndün. Bir değil beş değil, 12 zindan sürgünüydü benim ki; bununla kalmadı yurtdışı sürgünümün de takipçisiydi annem…

Anadan başka, bu dünyada böylesi sürgünlerin peşinde koşup da dizbağları çözülmeyecek bir varlık yok, olamaz da…

Kimse sormasın bana annenin farkını. O, evlat peşinde koşmayı, acısını, davasını içinde yaşatmayı ibadet sayandır; annenin bu ibadeti, öylesine büyük bir sır ki, evladını Kabe yapmış, etrafında ölümüne tavaf edip durur. İşte benim annem de diğer devrimci analar gibi böylesi bir anaydı.

On yıllar boyu yurt dışına çıkışı yasaktı evlat hasretiyle ölüp ölüp dirildi; Oğluna doymadan, hakkın rahmeti geldi çattı…

Acı çekmek annelerin erdemi gibiydi. Öyle başladı öyle gitti. Ana hiç unutulmadın annem. İkinci ölüm yıl dönümün de geldi çattı. Bu kez, büyük aşkın, kahrını nazını çeken adam da sana ulaştı. Babam hakkın rahmetinde senin yanındadır artık. Özlemişsindir o dev adamı; sana sadık kalan, seni önde tutan, öncülüğünde yürüyen, sözünü iki etmeyen, çektiğin tüm acıları sesiz sitemsiz göğüsleyen babam da artık seninle. Mutlu ol annem, seni hep mutsuz kıldım, bir rahat anın olmadı benden yana, babamın acısına senin için katlanacağım, sen en azından hakkın rahmetinde mutlu ol anne…

Taksiratımı affet, ne mezarına toprak döktüm ne de su serptim. Zalimler yolumu kesti elini bile öpemedim. Kolum kanadım kırık annem, sana da babama da ulaşamadım. Hakkınızı helal edin, ben ki hayırsız bir evladım, insanlık adına, düşüncelerim uğruna özelime ait her şeyi elimin tersiyle itip size bu haksızlığı yaptım; bu evlat sizin öğretilerinizle, sizin insani değer algılarınızla, inandığınız değerlerin ürünü olarak şekillendi. Bana bunu siz öğrettiniz, insani olan her çabanın arkasında ol dediniz. Gerekçe göstermiyorum, acımı dile getiriyorum anne…

Size haksızlık ettim anne beni affet, hakkını helal et.

Mihrac Ural

24 Ağustos 2009'da vefat haberini aldığımda yazmıştım...


Bu gün annemin vefat haberini verdiler. 30 yıllık sürgün acılarım bir kez daha ayaklandı.

Annem tüm anneler gibi benim için de kutsal bir kadın. Kutsallığı anlamak için anneyi anlamak yeterli.

Annem, tüm anneler gibi ailesini ayakta dik tutmak için canını dişine katandı. Bununla bitmez çilesi, benim gibi bir oğlu da varsa yaşamı bir cehennem cenderesi; mahallede çocukluğumun arkasından koşması, uzakta okumanın kaygılarını taşıması bir yana, siyasal yaşantımın en yakın izcisidir. Bu sürecin yükü anne omuzlarında katmerleşir…

Tutuklandığım andan itibaren nefes nefese peşimde olan, zindan zindan beni terk etmeyen, yoldaşlarımı ben gibi sevip sayan, onları gözleyen. Yemekleriyle komünlerimize zenginlik katan. O anne, tüm anneler gibi benim annem.

Mültecilik yıllarımın acılarına merhem olan Annem. Benimle de kalmayan, her anne gibi torunlarının da en yakın takipçisi, geçmişi bu güne bağlayan kültür mirasının taşıyıcısı annem.

Ak düşmüş saçlarıma rağmen, yeryüzünde bana çocuk muamelesi yapan tek kudret, tüm anneler gibi o da benim annem.

Annem, tüm devrimci anneleri gibi, mitinglerde yanımda duran, oğlu yerine malzemeleri taşıyan, doğrularımın arkasında sesiz sitemsiz kendini ifade eden her anne gibi, o benim annem.

Yokluğumda bile, evi-sofrası yoldaşlarıma, dostlarıma açık kalan anne; her devrimci annesi gibi o benim annem...

Annem tüm anneler gibi oğlunun yolunu gözlerdi. Ama ben gelemedim, geç kaldım ulaşamadım...

Nasıl söylesem annem nasıl …

Bilirsin, elini öpmek için, dağları aşar denizleri geçer gelirdim. Kolum kanadım kırık annem. Sana ulaşamadım geç kaldım; Tanrının rahmeti, siyasal erkin yasaklarıyla el ele verdi, yolumu kesti…

İsyanım var bu rahmete isyanım. Asiyim bu yasaklara asi…
Hakkını helal et anne...

Seni çok yordum, ellerini öpmeye doyamadım, hep sürgündüm…
Ülkemden yoksun ettiler beni, senden de...

Yordum seni, affet…

Hakkını helal et.


22 Ağustos 2011 Pazartesi

ZEKİ EL KASIM'IN (URAL) VEFATININ 7. GÜN ANMA DAVETİ


Zeki el Kasım (Ural) Antakya 1912 - Antakya 2011


7. GÜN DAVETİYESİ


Babam Şeyh Zeki el Kasım’ın (Ural) vefatının 7. Gün anması 23 Ağustos 2011 Salı günü Antakya’da Dırdyak mah. (Orhanlı) saat: 12.00’de Hıdır bil Cib (As) bahçesinde yapılacaktır.

Halkımızı dualarıyla katılama davet ediyorum.

Asırlık çınarımız, bilge şeyhimiz, yol gösterici öğretmenimiz, vefa ve asaletin timsali, yüz yıllık ömrünün tümünü sevgi ve hayırlı işlere ayıran, yurdunu ve halkını Fransız işgaline karşı ve ardından gelen ilhaka karşı direnerek bir öncü lider olarak koruyan babamı hayır dualarınızla 7. Günde anmanız için davet ediyorum.

Annem ve babam hakkın rahmetine kavuştu ama onların elini bile öpemedim. Zalimler yolumu kesti, kolum kanadım kırık gelemedim. İşkence, zindan, sürgün yollarında anam saçlarını ağartarak vefat etti. Babam geride tek tesellimdi. O da bu acıları omzuna alarak hakkın rahmetine ulaştı. Bense, her ikisinin elini bile öpemedim, mezarlarına toprak atamadım, su serpemedim. Yolumu eşkıya kesti, zalim düzenin zulmü yığıldı, gelemdim. İşte dostlarım sizler, benim adıma, annemle babamın mezarına toprak atıp ve su serperek dualarınızla selam iletin.

Bu benim sürgün yaralarımın merhemi olacaktır.

Sağ olun var olun ölenlerinize rahmet dilerim.

Mihrac Ural

23 Ağustos 2011

Gün Nasılsa AĞAR'ır



Mihrac Ural’ın notu;

Mehmet Yavuz, bir ileti gönderdi. O her zaman ki kısa ve öz söylemiyle derinden vuran, çehreleri açığa çıkaran İtirafçıyı ve ortağı MİT ajanını çılgına çeviren yazılar, bu ahlaksız veledi zinaların polisle ilişkilerini suratlarına vurup duruyor. Son yazsında ise artık bu ahlaksızların senaryolarını tiye almaya başladık. Yalan kurgularla yaptıkları şaklabanlıklar, bizim için iyi bir gülme senası yaratıyor üstelik bedava…

Son iletisinde şunu söylüyor.

“Merhaba,
Adamların senaryosunu tiye alan bir yazı yazdım. Bayağı ciddiye almışlar.” İşte bu kadar. Kahve fincanında, beyaz kağıtta gayipten bilgi alan joker medyumları mı dersin, “kızını karısını mezhebini” ödenmemiş faturaları için satan boyacı bozuntusu mu dersiniz seç beğen al bu şebekler artık yılların verdiği iflasların tekrarına muhtaç, sağa sola çamur atmalarının değere bizim vasat için bir komedi sahnesi gibidir. Bu arada 235. Nolu dosyada belirttim tekrar edeyim, dostum, kadim devrimci arkadaşım Mehmet Yuvuz onurlu direngen bir devrimcidir; ayakkabısının altındaki kir, itirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın suratından bin kat daha temizdir. Polise yardımcılıktan itirafçı olanla, MİT’te 1977’den beri bordrolu olarak çalışan bir ajan sadece cezasını bekler o kadar. Kimseyle karşılaştırılmaz.
Alttaki yazıda konusu geçen gizli isimleri Mehmet yavuz bana çıtlattı. Bunlardan bsiri zaten kendi el yazısıyla MİT ajanı olduğunu itiraf etmiştir. Yeni bir şey yok. Ama İkincisine hepiniz şaşıracaksınız. Bunu da Mehmet Yavuz yeri ve zamanı gelince açıklar…

Son komediyi Mehmet Yavuz’un yazısından takip edelim.

Gün Nasılsa AĞAR'ır

Mehmet Yavuz
20 Ağustos 2011

Öyle bir ortam var ki; bunun üzerine bir iki anı yazmazsam uygun düşmez diye düşündüm.

Ne de olsa millet MIRO türü masallara alışkın. Yalan dolana bayılır..
Kaldı ki iddia edilen ilişkiler içerisinde yazacaklarım az bile sayılır.
Başlıyorum...

Nebil olayını araştırırken bazı birimlerle irtibat kurmam gerekti... Çünkü Nebil'in emniyet ifadelerini, gerçek yakalanma tarihlerini, savcılık sorgularını merak ediyordum.

Sorgusu kaç gün sürmüştü ? Gözaltı, tutuklanma tarihleri, fiş numarası neydi ?
Sadece Nebil değil, davadaki diğer bağlantılar da merak ettiğim hususlardandı.
Bu meraklı çabamın nedeni; yazacağım kitabın ayakları yere basmayan abartılar,dozu kaçırılan övgüler yerine belgelere dayanan gerçeklerden oluşmasını istememdi.
Kafamda cevabı verilemeyen onlarca soru vardı ?

Bu dosyaları, dosyalar olmazsa en azından asıl kayıtları mutlaka bulmam gerekiyordu.
Bu belgeler için bana kim vasıta olabilirdi ?

Öyle birisi olmalıydı ki; hem ADALET Bakanlığı'nın, hem de Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kapılarını alabildiğine açtırsın ?

Nihayet Bağlantıyı buldum.

Bir pusulayla arşivler açıldı... Tozlu dosyalar önüme serildi...
Bayağı yararlandım. Dosyaların bazıları SEKA'ya gönderilmişti... Ancak asıl kayıtlar arşiv sicilindeydi.

İçerisinde GİZLİ kaydı bulunan bir kaç bilgi notu özellikle dikkatimi çekti...
Mührü kırılmış bir zarfta saklanıyordu. İki ismin karşısına bilgi notu için şerh düşülmüştü.

GİZLİLİK süresi dolmuş olmasına rağmen görmem istenmedi, ama bir fırsatını bulduğumda zarfı aralayıp baktım.

Osman Nuri Gündeş'in kitabında geçen istasyonu, o belgede görmüştüm...
Günlerce düşündüm...

Sonunda boş ver belgeseli, bir öyküye dök işi dedim..

Böylesinin benim açımdan daha doğru olacağı açıktı.
İşte gözaltı ve yargılama süreci bu ahvalde başladı.
Anladım ki bazı hususların deşifresi istenmiyor.
Bu nedenle o belgeleri, notları neden sakladığım soruldu.
Sanırım bazılarının polisten daha polis, savcıdan daha savcı kesilmelerinin altında yatan gerçek de bu.

Nasılsa bugünler de geçer, bütün sıkıntılar unutulur; ama o bilgiler bir yerlerde hep duracak.


NASIL BİR ÇATI PARTİSİ? (-I-)


Değerli dostum Celalettin Can, devrimci hareketin birliği için önerilerine ve yazılarını devam ediyor. Bunlardan sonuncusu da “Çatı Partisi” üzerine. Birlikte okuyalım. M. Ural


Celallettin Can
22 Ağustos 2011


İstanbul'da şu an gündemimize Çatı Partisi hadisesi oturdu. "Özerklik" yazılarıma yine ara vereceğim ve bu konuya doğrudan cevap arayacağım. Bu önemli oranda 78'lilerinde görüşü olacağından "bizli" kipi kullanacağım.

Bir çatı partisinin tüm sömürülenlere, ezilenlere, dışlananlara ulaşması gerekiyor. Bu kesimleri bir araya getirebilecek yetenekte olması veya böylesi bir yeteneği / tarzı geliştirmesi gerektiği düşüncesindeyiz.

Hayatın tüm emek alanlarının, işçilerin, memurların,öğretmenlerin, mühendislerin, üniversite mensuplarının, medya çalışanlarının, kadınların, yaşlıların ve emeklilerin, azınlıkların ve dışlanan kimliklerin, yerel ve yerelleşmiş tüm inisiyatiflerin bir bir incelenmesi, ilişki kurulması, çağırılmaları gerektiği düşüncesindeyiz.

Demokrasiyi soyut bir muğlaklıkla değil, çağırılmış grupların ve kesimlerin katkılarıyla ortaya çıkartılacak bir siyasi, sosyal, ekonomik programla kazanabileceğimizi düşünüyoruz.

Böylesi bir partinin kendini demokratik bir mücadele aracı olarak görmesini istiyoruz.

Neo liberal siyasetlere, sömürüye, baskıya, dışlanmışlığa, yoksulluğa karşı, yani tüm ezilen grupların ezilmişliği ile savaşarak bir "Çatı" haline gelerek sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.

Ezilmişlerin, ezilmişliklerinin ortak paydalarının son derece iyi tanımlanması gerektiğini düşünüyoruz. Ezilmişlerin ve siyasetin öznesi olarak temsil edilecekler değil, kendilerini doğrudan temsil edecek olanlar olarak algılanmaları gerektiğini düşünüyoruz.

12 mart ve 12 Eylül darbelerinin yarattığı irade kırılmasının etkisiyle olmalı, sol, iktidar perspektifiyle düşünmüyor. İktidarı kendine çok uzak görüyor. Hayır! Çatı Partisini iktidara talip bir parti olarak düşünüyoruz.

Bu işin mutfağında siyaseti doğrudan halka taşıyacak, halkla elleri birbirine değecek, yan yana oturacak insanların esaslı bir şekilde yer almasını istiyoruz. Diplomasiye, aydın siyasetine dayalı ilişkilerin buna bağlı olarak gelişmesini savunuyoruz.

Tek kelimeyle halkın liderlerini mobilize edebildiği bir "mutfak" istiyoruz.

"Çatı Partisi" ismi de sorunludur. Parti, göreceli de olsa bir yerde ideolojik, politik ve örgütsel bir birliktir. Yer yer farklı anlayışları, yaklaşım biçimlerini, hatta kanat eğilimlerini barındırsa da bu böyledir. ÖDP bir partidir, ‘ben zaten partiyim’ diyebilir. Kendini hareket, inisiyatif formatında sürdüren siyasi eğilimler var. TKP ile de bir biçimde ilişki kurulabilmeli. Böyle düşünüyoruz.

Farklı inanç gruplarını, azınlıkları, kadınları, farklı cinsel yönelimleri, çevre hareketlerini, yerel ve yerelleşmiş inisiyatifleri görmezlikten gelemeyiz. İşçileri 1970’li yıllarda olduğu gibi şekliyle kaba bir işçi sınıfı algısıyla ele alamayız. Memurlar, öğretmenler, mühendisler, beyaz yakalılar, büro çalışanları da dahil, tüm bu bileşenleri önemli ölçüde kapsayacak bir kavramda, “emekçi” kavramında birleştirmek, buna uygun ilişki kurmamız gerekiyor. Aksi takdirde 1980’li yıllardan sonra boy veren bu tür bileşenler ayrı, biz kendi “kaba” ve “düz” sınıf kavramımızla ayrı ve yalnız yürümek zorunda kalırız. Eski kavramlarımızın kazandığı yeni boyutları anlayan bir yerden yürümeliyiz. Bu görüşteyiz.


Bu noktada, kadınların erkeklerle eşit katılımına paralel kendi içlerinde farklı kadın kesimlerine kota sistemi uygulamasını önerebilmeliyiz. Yeni modele yeni önermeler uygun düşer.

Sadece bu değil: Son 1 Mayıs mitinginin gösterdiği gibi geniş genç kadın ve erkek kitleler örgütsüz ve arayış içinde. Ayrıca genişte bir bağımsız sosyalist bağımsız bireyler var. Çatı partisinin her organında demokratik, sosyalist görüşlü “bağımsız” şahsiyetlere de kota sistemini uygulamasını istiyoruz.


Çatı partisi kavramı yerine Emek ve Özgürlük Kongresi veya Emek veya Demokrasi Kongresi gibi kavramlar daha kapsayıcı olur. Kanaatimce en uygunu Emek ve Özgürlük Kongresi’dir. Kongre kendi içinde Meclis tipi örgütlenmeye gider zaten. Bölgesel Meclisler zorunludur. Her bölgede ekonomik ve sosyal gelişmişlik, göç alma düzeyi vb. özellikler gözetilerek bir kent merkezi rol oynar.

Bu toplantı sonuç olarak bir Girişim komitesi çıkaracak.

Tüm etnik/kültürel kesimlerle ve toplumsal sınıf katmanlarıyla rahat ilişki kurabilecek esnek özellikte, bölge bölge, ilişki ilişki dolaşabilecek, hizipçilikten ve grupçuluktan uzak, sorunlara ve sorunlulara çözüm gücü olabilen, siyasi eğilimlere karşı eşit yakınlıkta durabilecek, devrimci siyaseti yaşamının merkezine koymuş, hayatın her alanından, her meslekten devrimciler, demokratlar, yurtseverler girişim komitesinde yer almalıdır, görüşündeyiz.

Fazla kalabalık yapmaya da gerek yok. Bu tip yapılar kimilerinin kendileri “görünür kılma konformizmi”nin mekanları olmamalıdır. Sınırlı ama işlevli, yetenekli, çalışkan, bozulmamış, bu özelliklerini bir ölçüde geçmiş başarılarıyla kanıtlamış, inisiyatif sahibi bir grubun hareket kabiliyeti daha yüksektir. İhtiyaç halinde komisyonlarla tamamlayabilir kendini.

(Devam edecek)

20 Ağustos 2011 Cumartesi

TAŞARON POLİTİKALARININ TEHLİKELERİ

Hasip Yiğitoğlu
20 Ağustos 2011

Herkes operasyon konuşuyor. Yıllardır operasyon konuşuluyor,operasyon yapıyoruz.Şuraya,buraya yapılan operasyonların kritikleri yapılıp duruluyor yıllardır.Hangi operasyon doğru,hangisinin başarısız olduğu tartışıp duruyoruz.Operasyonlarda Silahlı kuvvetlermi, polismi daha etkili olabilir,yada oluyor,yeni gündem bu maalesef.
Hep savaş denklemleri tartışıyoruz onlarca yıldır.Tartıştıklarımız hep savaş.Barış,insan hakları,özgürlük,adalet hiç tartışılıyormu.....
Hesaplar aynı.Hesaplar emperyalist çıkar için yapılıyor hep.Dış,iç politikalar savaş kurgusu iklimine uygunluk içinde.Dış politikada,komşu ülkelerin iç işlerine müdahale ederek,emperyelist ülkelerin doğrudan çıkar beklentileri yönünde taşaronluk yapılmaktadır.Artık bu politikanın anlaşılmaz bir tarafı kalmamıştır.Türkiye”nin dış politikasının,özellikle Suriye ile ilgili olarak,Emperyalistlerin takdirini ve desteğini alması,bu tezi doğruladığını düşünüyorum.
İktidar, muhalefet Somali”ye destek yarışı içinde.Ülkemizde adeta savaş durumu varken,popülizm yapılıyor.Başbakan Somali”ye gidişini bir vicdan testi olarak belirtiyor.Ülkemizde vicdan test niteliğinde çok veri var halbuki.Nerdeyse halkının yarısı açlık,yoksulluk sınırında yaşayan bir halkın başbakanı olduğunu unuttumu ne Başbakan.
Yaşanan açlık konusunda dünyanın dikkatinin çekilmesini yadırgamadan,Başbakanın ülkemizde yaşananları unutturacak malzeme olarak Somali”yi gitmesi şüphelerine neden olmakaktadır.
Sayın Başbakanın,dünyada yaşanan açlığın nedenleri konusunda hiçbir söz etmemeside başka şüphelere neden olmaktadır..Başbakan,küresel emperyalist sermayenin vahşi sömürü anlayışına atıfta bulunamazmıydı acaba. Bence bulunamazdı.Zira başbakanın uyguladığı ekonomik ve sosyal politika,aynı zihniyete tıpa tıp uygun düşmektedir.
Başbakanın ülkemizin insan manzaralarından habersizmi....Ekonomik ve sosyal göstergelerden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye halkının yüzde 20 si açlık sınırındadır.Başbakanın bu durumu bilmemesini neye yorumlamak lazım.Ya biliyorsa,ki biliyordur,bu durum daha vahim olacaktır.
Açlıktan ölecek somali çocuklarına gösterilen ilgi ,evladı öldürülmüş Türkiye”li anneye,babaya,eşe,açlık sınırında yaşayan insanlarımıza gösterilmiyorsa söylecek söz bulunabilir mi...
Başka ülkelerin insanın özgürlüğü için savaşı göze alacaksınız,ama ülkeniz insanını, özgürlük,demokrasi,insan hakları isteyince terörist diyeceksiniz.Bu çifte standartçı politikadır.Türkiye”nin en temel sorunları bu standartçı politikaların eseridir.Bu politika toplumsal ayrışmamımıza neden olmaktadır.
Bölgemiz ve başta ülkemizin zor bir süreçten geçtiği ortadadır.Güvenlik karmaşası anlayışı ile emperyalist çıkar denklemi halklara savaş olarak dayatılmaktadır.Bedelleri halklara başta can ve mal olarak ödetilmektedir.
Bölgemiz,baştada ülkemiz doğal savaş alanı haline gelmiştir.Bölgemiz coğrafyasında günde onlarca insan öldürülüyor,sakat bırakılıyor. Her geçen gün, halkların savaş travması cinneti arttırılmaktadır..Barış nerdeyse hiç konuşulmuyor.Hep savaş seneryoları tartışılıyor.Hatta savaş halkların içselliğinde bir alışkanlığa ve beklentiğe dönüştürülmüştür..Halklar arasında derin düşmanlıklar üretilmiş,hayal edilmesi bile zor kamplaşmalara neden olunmaktadır.
Ortadoğu ve ülkemiz bir dram yaşıyor.Herkes ölüyor,öldürülüyor,öldürüyor.Hiç kimsenin yarına yönelik ne can,ne mal garantisi kalmamış.Bir yandan devlet güçleri,diğer taraftan silahlandırılmış ve ne istediklerini bile bilmeyen binlerce insan savaşıyor.. Halklar yüzleşmeden,yalnızca tabuların doğmatik etkileriyle birbirlerini düşman refleksleriyle yargılıyorlar. Amaç bölgemizi din ,milliyet,mezhep temelinde kolonileştirmektir.Bu bir emperyalist denklemdir.Bu denklem,bölgede İsrail”in tek egemen güç olmasının hedefidir.




19 Ağustos 2011 Cuma

MİHRİ BELLİ ANISINA


Mihri Belli, kararlılığın, direnmenin adıdır.


Mihrac Ural
16 Ağustos 2011

Bu gün aynı saatlerde Babamı kaybettim. Aynı anda Diyarbakır grup moderatörlerü Ergun Eşsizoğlu’nun Mihri Belli’nin vefat haberi ilanını okudum. Biri babamdı biri hayatımı uğruna verdiğim devrimci davanın ortak paydalarında, kendi kulvarındaki liderlerindendi. İkisini de yazmam gerekti. Hal hatır bilen insanların geç saatlere kadar evimi boş bırakmayan taziyelerinden fırsat bulduğum ve anlamlı olmasını istediğim için sakince yazmayı yeğlediğim, saygımın da ifadesi olmasını istediğim Mihri Belli abimizle iki anımı altta paylaşıyorum.

TÜM KUŞAKLARIN DEVRİMCİSİ

Mihri Belli, bir dönemin değil, tüm dönemlerin en önde mücadele eden devrimci lideriydi.

Böylesi çok az. İki yüz yılda da özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütmek herkese nasip olmaz. Bir ülke tarihinin yüz yıllık kesitinde tüm dönemlerin, tüm kuşakların devrimcisi olmak, tek başına ne teorik donanım, ne örgütlü olmak ya da eylem içinde bulunmakla olmaz. Elbette ki uzun yaşamak bu işin varlık şartı, ama olayın iradelere bağıl yanında ise tek kelimeyle kararlı olmak gerek.

Kararlı, ısrarlı olmak, ne yaptığını ve neden yaptığına dair kendini ikna etmek gerek. Bu iradenin olduğu ve bunun için gerekli olan binlerce unsuru içselleştirmiş olmak gerek. Mihri Belli bunların özetidir, bu verilerin sentezidir.

Sevim-Mihri Belli’nin tercümeleri ise, bu ülkenin sol adına nesi varsa, onların emeklerinin de ürünü olduğunu söylememiz için yeterli bir veridir. Klasiklerin, önemli dünya devrimci hareketi yazınının bizlere, anlayabileceğimiz bir dille, Türkçeyle kazandırılmasında bu ikilinin sesiz sitemsiz emeği olduğun, devrimciliğimizin köşe taşlarını oluşturan teorik formasyonlarımızı onlara borçlu olduğumuzu burada bir kez daha anmak isterim.

SEVİM – MİHRİ BELLİ İKİLİSİ

Buna eklenmesi ve her defasında anılması gereken, dev adamların arkasında duran dev kadınlardır. Sevim Belli – Mihri Belli bu açıdan devrimci tüm kuşaklara örnek bir ikili örneği vermiştir. Biz 74-80 kuşağı devrimci mücadeleye gözlerimizi açtığımız an, bu ikilinin oluşturduğu uyumlu, üretken, kararlılıkla yürüyen devrimci bir aile olmanın mesajlarıyla yüz yüze kalmıştık. Bu birlik. Bu sürecin tüm devrimci ikilileri için bir modeldi; bu mesaja uyan tüm devrimci evlilikler, o gün de bu gün de kararlı direnme çizgilerini özgürlük ve demokrasi yolunda sürdürmektedirler.

Yazışmalarımızdan birinde, bu duygumu ülkemizin Kürt sorununu da anlatırken şöyle ifade etmiştim; “

“Aziz dostlarım, sevgili Sevim Abla ve aziz Mihri abi,
….
7. Ordu ve Hatay davası” başlıklı makaleme yapacağınız her eleştiri, benim için önem taşır. Bu açıdan bana bir katkı sayacağım eleştirilerinizi bekleyeceğim. Bunu milliyetçileşmiş-sol güçlerden bekleyemeyeceğimi de eklemeliyim.
Her yazımda belirttiğim gibi, bu ülke birimizin değil hepimizindir. Bunu her gün yeniden birbirimize kanıtlamak zorundayız. Birlikte yaşamın yolu buradan geçer. Tüm devrimci evliliklere, bir örnek olan sizin aile birliğiniz (Belli çifti olarak), sanırım makro ölçekte ulusların bir arada yaşaması için önemli bir prototip sayılabilir: bunun esası güven ve bunun sonucu sevgidir. Bu arayışın temel alındığı makalemi sizlerin eleştirisine sunuyorum.” (Mihrac Ural’dan Sevim-Mihri Belli’ye 9 Ocak 2007 iletisi)

Mihri belli devrimci hareketin abisidir. Çünkü o, nerede olursa olsun ve nasıl olursa olsun hepimizden en geç olanıydı, üstelik olgunluğa duymuş haliyle en genç olanımızdı. Bir asrı dolduran dinamik tempoyla, yaşamının son anına kadar, emekçilerin hak ve talepleri uğruna, halkların barış içinde bir arada yaşaması, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkeleri doğrultusunda ülkemizin Kürt sorunu uğruna, bölgemize yönelik emperyalist saldırılara karşı mücadele ve bütün bunları kapsadığına inandığı sosyalist idealler uğruna mücadele etmiş bir liderdi.

Mihri abinin devrimci yaşamını çok kişi yazacak, benim bilmediğim ve bildiğimden çok daha fazlası yazılacaktır. Bu kapsamda bir lider ve kuşaklar boyu süren mücadelenin anlatımı, elbette ki ciltler dolusu olacak araştırmalara, sempozyumlara konu olacaktır. Bizler de onu bir kez daha okuyacak feyiz alacağız.

Böylesi kapsamlı araştırmalara, Mihri belli abimizle bir arada bulunduğumuz birçok kesit içinden, önemli gördüğüm, benim için oldukça anlamı olan iki anıyı aktararak benim aldığım dersleri okurla paylaşmaya çalışacağım.

HRANT DİNK

Sevim –Mihri belli, çok duygusal insanlardı. Yazışmalarımızdan birinde Hrant Dink olayını yoğun olarak ele aldık. Hepimiz hüzün içindeydik. Mihri abinin duygusallığını orda birkaç satır içindeki derin anlamda kavramak zor değildi

“Wed, 31 Jan 2007 22:41:41 +0100 to mir@postmaster.co.uk
Memo; Iyi aksamlar.
Hrant Dink olayı bizi bir hayli sarstı. Utanç bir yandan üzüntü bir yandan. Biliyorsunuz...
İlişikte iki yazı gönderiyorum. İstanbul'da Harman dergisinde yayınlanıyor. Biri Mihri'den öteki benden. İyi çalışmalar diliyoruz. Selamlarımızla.
S.M. Belli”

Cevabı yazımda ise;

” Değerli Sevim abla ve Mihri abi,
Bildiğiniz gibi Hrant Dink korkakça ve kalleşçe katledildi. Bu değerli insanın katli gerçekte Türkiye denilen mozaiğinin katlidir, hepimizin katlidir. Öncelikle başınız sağ olsun diyeceğim. Bu vatanda birlikte barış içinde yaşama kararlılığının yıkılması için dış ve iç güçler ağır tahriklerde bulunmaktadırlar. Irkçı milliyetçiliğin on yıllardır pompalanıp durduğu, farklılıkların hazmedilmek istenmediği, fiziksel olarak yok edilmekle kalmayıp ruhen ve düşünce alanında da katledilmek istenmektedir. Bu devlet altında birlikte yaşamanın artık meşruiyetini yitirdiği bir döneme gelinmiş gibidir. Halkların birlikte barış içinde yaşama ilkesinin kararlı bir savunucusu olarak, bu dayatmalara ve oyunlara gelmemek gerektiğini 30 yıldır yazıp ifade etmeme rağmen, zorla biz gibi ayrı varlıkların, farklı olanların bizi istemeyenlerle birlikte yaşamada ısrarlı olmamızın bir anlamı kalmamış gibidir.

Buna rağmen, bölgemizde oynanmak istenen geniş çaplı oyunun bir halkası olan bu girişimlere karşı demokratik bir devlet altında farklılıkların haklarının anayasal ve kurumsal olarak korunduğu bir koşulda halkların barış ve birlikte yaşamalarını savunmaktan geri durmamalıyız derim.

Baki selamlar Mihrac Ural.” (25 Ocak 2007 tarihli ileti)


FKBDC VE KÜÇÜK ENVER

Tarih 1 Haziran 1982’de, Yer Suriye’nin başkenti Şam. Mevki Şam şehri civarında Filistin Halkı için Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDHKC) kampı.

Dünyanın dört bir köşesinden gelen farklı Türkiye devrimci hareketi temsilcileri, ülkemiz tarihinin ilk ve en geniş katılımlı ve kapsamlı direniş cephesi kuruluşu için toplanmıştı. Toplantıda, Türkiye devrimci hareketinden 10’nu aşkın örgüt temsilcisi bulunuyordu; Mihri belli, Abdullah Öcalan, Taner Akçam, Teslim Töre gibi bilinen isimler bir araya gelmişti. Birkaç gece, birlikte, uzun siyasal sohbet ve anekdotların verimli havası içinde bir karara varmıştık, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephes’ni (FKBDC) kurmuştuk. Bu toplantıların sonucunda yaptığımız ilan, çok sonraları zindandan çıkıp gelen yoldaşların da ifade ettiği gibi ülke devrimci güçlerine ve halkına büyük bir umut ve heyecan vermişti.

Kurucu üyeler: Devrimci Yol, PKK, “EMEKÇİ”, SVP, TKEP; TKP/ML, THKP-C(Acilciler), DEVRİMCİ SAVAŞ, “İŞÇİNİN SESİ” Olarak yola çıkılmıştı. Tüm devrimci demokrat güçlere ve etkinliklere bu Cephe’ye katılma çağrısı yapılmıştı.

İşte bu toplantıların ilkinde, örgüt temsilcilerinin ülkemizi nasıl tanımladıklarını anlamak ve bunun üzerine nasıl bir mücadele tarzının geliştirilebileceğini, ortak bölenleri tespit etmek üzere konuşmalar yapıyorduk.

Konuşma sırası bana gelmişti. 20’li yaşlarda bir genç insan heyecanıyla, adını sık sık duyduğumuz, özellikle, onu hiç tanımadan, kendi yazılarını etraflıca incelemeden, sadece Mahir Çayan’nın eleştirileri ölçeğinde ve bu eleştirilerin verdiği açıdan onu okuyarak tanımıştık. İlk kez şahsen tanışıyorduk ama ortaya koyduğu tezlerle aramızda mesafeler yarattığımız bir dev adamla yüz yüze gelmiştim. Onun heyecanı içindeydim. Kendimi o an, bu topluluk içinde Mahir Çayan’ın eleştirilerini iletecek bir temsilci saydım ve hazır bulmuşken bunları aktarmam gerektiğine, konuşmayı buradan başlatıp mücadele önerilerimize girmeyi kararlaştırdım.

Mihri Abinin ünlü “Milli Demokratik Devrim” tezinin gerçekçi olmayan alt yapısını, ülkenin tekelci kapitalist bir ülke olmasından başlayarak mücadelenin, bu tezin ön gördüğü yoldan olmayacağı üzerine görüşlerimi belirttim. Kendi ülke ve mücadele algılarımı anlatacağıma yoğun olarak karşımdaki dev adama mesaj verin, mahirin belki de yüzüne söylemediklerini orada hazır bulmuşken söyleme çabası içinde bir tablo sergiledim.

Mihri Belli, o sakin haliyle beni dikkatle izliyordu. Konuşmam bitince kendisi özel olarak söz istedi. Konuşmamdan dolayı bana teşekkür ederek, “genç yoldaşım, bizler ülkemiz tarihini dönem dönem yaşayarak bu tezlerimizi donuk olmamaları kaydıyla kendi dönemlerinin verileri içinde ortaya koyduk. Dün aklımıza gelmeyen Faşizme karşı bir direniş cephesi oluşturma fikri ise bu gün, bizleri dünyanın en uzak köşelerinden bir araya topladı. Her dönemi kendi algılarıyla ve nesnel verileriyle ve ardından gelen dönemli ilişkisiyle algılamadan ve bunlar için her dönemde özveriyle etkin olma çabası vermeden, örgütlenme ve fiili olarak mücadele etmeden, bu detayları eleştireceğinizi kişi ve görüşler için araştırmış olmadan yüklenmek sanırım çok aceleci bir davranıştır” dedi.

Mihiri Abi bunları gerçek anlamada bir dost, yoldaş ve abi olarak yandan hafif gülümseyen yüz hatlarıyla anlatmıştı. Son cümlesindeki “Aceliceci” kelimesi, benim acilciliğimle ilgilimiydi değimliydi diye bir an aklımdan süratle geçen düşünceden sıyrılarak, cevap vermek için soluk almasını bekledim. Mihri belli devam etti “ Bizler de sizler de daha çok çabalar vereceğiz, yanılacağız, ağır yenilgiler de alacağız, Ama yeniden dik durmaya çalışarak bir kez daha deneyeceği. Zafere giden yol öyle kolay bir yol olmayacaktır. Hiçbir sonuç, yanılgısız, sihirli değnek değmiş gibi elde edilmeyecektir. Bu toplantımızın sonuçları da ne kadar başarılı olursa olsun yanılgıları da içerecektir. Dolaysıyla, deneylerimizi artırıp başarıyı yakalamak için kararlıca yürümeyi, her kesit ve dönemde böylesi bir yuvarlak masa etrafında toplanabilmeyi başarmak gerek. Önemli olan ve acil olan farklılıklarımız değil, geleceği kazanmamıza zemin olacak ortak bölenlerimizdir. Bunun için buradayız” diyerek konuşmasını bitirdi.

Cevap hakkımı kullanmadım, zira Belli’nin konuşması hepimiz için öğreticiydi, ortak bölendi, gelecekle ilgili, hepimizi bağlayacak bir mesajdı. Bu küçük atışma, uzun yıllar sürecek bir yakınlaşmanın, bir arada olmasak da telefonlarla, yazışmalarla devam edecek bilgi alış verişinin başlangıcı oldu. Bu sevim belliyle yazışmalarımızın da temelini oluşturdu.

Bu uzun girişi anlatacağım kısa anekdot için bir hazırlıktı.


“DÜNYA HALKLARINA”


Toplantımızın ikinci günüydü, Sohbetler sohbetleri izliyordu. Bu sohbetler içinde anmadan geçmeyeceğim. Başkan’ın( Öcalan’a yoldaşları öyle hitap ederdi, o dönemde her yönetici diğerine yoldaşları nasıl hitap ediyorsa öyle hitap ederdi; kimine hoca, kimine yoldaş, kimine heval, kimini üstat…) bu sohbetler içinde, Taner Akçam’ın “Demokratik Yeni-Osmanlı” tezi herkesin dikkatini çekmişti. Bu yaklaşım, sürekli bir arada olan Acilciler’le, PKK’lı olarak bizleri gerdi; “milliyetçiliğin yeni bir türüyle mi karşı karşıyayız?” fısıldaşmalarına yol açmıştı. O kesitte Avrupada’ki PKK iç sorunlarıyla ilgili sertçe eleştiriler, özel mektuplar yazarak bunu ifade edene Taner Akçam, “Karadeniz’de 150 gerillamız dolaşıyor, bir an önce mücadeleyi buradan başlatarak yürümek gerek” diyerek, sonradan sallama bir iddia olduğu ortaya çıkan söylemlerle toplantıda ağırlık koyma çabası, yapıcı olmaktan çok uzaktı. Bu duruma karşı Başkan Öcalan, kulağıma eğilip şunları söyledi “yeni Osmanlıcılıkla karşı karşıyayız ve karşımızda bir küçük Enver paşa duruyor” dedi.

Türkiye devrimci hareketi yöneticileri ilk kez bu kapsamda bir araya geliyorlardı. Kimse kimseyi tanımıyordu. Gerçek isimler bile bilinmiyor zaten 12 Eylül karanlık rejiminin kovuşturmaları altında bunu dile getirmek bile bir ihbarcılık sayılırdı.

Toplantımızın ikinci günü demiştik. Kamp ranzalarında yatıyorduk. Mihri Belli abimle ranzalarımız yan yana idi. Yönetici ve yardımcılardan oluşan bir iki sohbet öbeği oluşmuştu. Günün akşamında TKEP’in bir bildirisi Teslim Töre orada bulunanlara vermişti. Okuduk. Sovyetler Birliği Başkanı Leonid Brejnev’in ölümünün hemen sonrası sosyalist sitemle ilgili bir içeriği olun bildiride, kendi adıma dikkatimi çeken özel bir şey yoktu. Mihri abi elinde bildiriyle Başkan Öcalan’ın da aramızda olduğu sohbete katıldı. Bildiriyi okuyup okumadığımız sordu. Sorusu, soru işaretiydi? İhtiyatla, “göz gezdirdik” diye cevap verenler oldu. Başkan Öcalan, “ne var ne var, sen bu soruyu boşuna sormasın” diyerek her zamanki heyecanlı haliyle ayrıntıyı yakalamak istedi.

Mihri Belli de “Hitabı görmediniz mi” diyerek bildiriyi bize göstermeye çalıştı. Mihri belliyi tanıyanlar onun bıyık altından gülümsemesini de çok iyi bilirler. Bize İngiliz İngilizcesiyle Amerikan İngilizcesi arasındaki farkı anlatırken ve bu konularla ilgili anılarını aktarırken yaptığı mimikleri tekrar ederek, bildirinin hitabındaki “DÜNYA HALKLARINA” ibaresini gösteriyordu.

Bir an hepimiz durakladık. Kendi adıma ne demek istediğini anlamakta güçlük çekiyordum. Yüzümüzdeki hayret ve anlamlı olmayan ifadeyi görünce, sanırım İngilizceyi Amerikan’ca konuşur gibi, şunları söyledi “Arkadaşlar, devrimi yapana kadar SBKP’nin ya da her hangi bir bildirinin hitabında “DÜNYA HALKLARINA” seslenme gibi bir cüret göstermemiştir. Altı boş olan bu hitaplar, kimseyi büyük yapmaz tersine küçültür” diyerek mesajını veriyordu.

Bu anlamlı sözler, o genç yaşımda örgüt yönetici si olarak dünden bu güne mihri abiden taşıdığım bir ders olarak kulağıma küpe olmuştur.

DİRENME TEK SEÇENEĞİMİZDİR

Mihri Belli’yle Paris’te birçok kez bir araya gelip durduk görüş alış verişi yaptık. Ancak son dönemlerde mihri abinin hareketi ağırlaşmıştı. Ben ağırlıklı olarak orta-doğudaydım. 2000’li yılların başlangıcıyla birlikte, Ortadoğu farklı bir önemde öne çıkmaya devam ediyordu. Dönem, kıran kırana süren Amerika önderliğinde İsrail’in öncelikli çıkarları ve tüm emperyalist güçlerin Kafkaslardan Akdenize uzanan, Kuzey Afrika’yı içeren enerji yolları ve alanlarıyla ilgili Büyük Ortadoğu Projesiyle (BOP) mücadele dönemiydi.

Mihri Belli olayı ülkemizde en iyi kavrayan devrimci liderlerden biriydi. Bu kavrayışının, alt yapısında Milli demokratik devrim tezinden arta kalan gerçekçiliği yanı sıra, Belli’nin büyük bir yurtsever olması da vardı.

BOP, sadece bölge ülkelerini değil ülkemizi de birinci hedefleri arasında koymuştu. Bunun açıkça söylemeseler de, verilerin anlattığı her şey bunu işaret ediyordu. 12 Temmuz 2006’da İsrail’in, Lübnan’a açtığı savaş, kendi çıkarlarını öncelikli olarak ele alan bu projenin ikamesiyle ilgiliydi. İsrail7in uğradığı hezimet ise, Emperyalist güçlerin, bu projeyi direk kendi elleriyle uygulamaları gerektiğini, İsrail’in artık bu işler için yeterli olmadığı göstermiştir. 2006 Lübnan hezimetini, 2008-9 Gazze hezimeti bu kanıyı pekiştirdi. Bunun üzerine Amerikan kongresi destek fonlarını, uşakları, ajanları, ortakları ve destekçilerine akmaya başladı; Sadece Suriye’de yönetimi sarsmak için 6 miyar dolarlık bir fonun harcandığı belirtilmektedir. Ülkemizde, basına bile yansıyan bu fonların konusu hangi gazetecilerin, hangi sivil toplum adlı kuruluşların olduğu ise boy boy, çarşaf çarşaf açıklanmıştı. Bölgede kaos ve kanlı süreçler yaratacak, buradan “Yaratıcı Anarşi” tezlerine uygun ortam ve sonuçlar üretecek, gerekirse devletlerin parçalanıp kantonlara, küçük devletçiklere bölünecekleri süreçleri zorlayacak girişimler böylece hızlandırılmış oldu.

Bu gelişmeleri detaylarıyla, kaynaklarından takip eden Mihri Belli, o heyecanlı yüreğiyle her alana bilgi aktarmak ve Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) karşı, Halkların Ortadoğu Projesini “HOP” örgütlemek için çırpınıyordu. Uzun yıllar bölgede bulunmam dolaysıyla, bölge hassasiyetlerimle yazdığım ve kararlı savunma reflekslerimi aktardığım siyasi duruşlarıma karşı ipe sapa gelmez kimi itirafçı, ajan bozuntularının yapmadığı karalama kalmadığını düşündükçe, Mihri Belli gibi devrimci liderlerin varlığına, “iyi ki varsınız” demek az bile kalır.

Mihri abiyle son telefon görüşmemde tekrarla ve ısrarla “bölgemizde büyük oyunlar tezgahlanıyor, Bush ve avanesi karınlık derin işler organize ediyorlar, her ülkeyi, her topluluğu parçalara ayırmak için çırpınıyorlar BOP bunun için ve buna karşı da bizlerin HOP demesi gerek. Bölge halklarının azimle, birleşik bir direnme cephesi olmaksızın, böylesi bir proje etrafında geniş bir direnme hattı oluşturamasak tek tek bizleri yok edecekler. Lübnan Komünist Partisi LKP ile Hizbullah arasında oluşan dayanışma ve ortak tavır, tüm bölge direnme güçleri için, aramızdaki derin siyasal farklılıklara rağmen oluşturulması gereken örnek bir adımdır. Bu düşünceyle Hizbullah’ın ve LKP’nin davetine icabet ettik. Bu bir ilk adımdır. Bu ilk adımı başka adımların izleyeceği inancındayız.

Direnmeden bu bölgede yaşamanın kendini özgürce ifade etmenin yolu yoktur. Bunu önemseyip dayanışmayı yükseltmeliyiz “ dedi (Mihri Belli ile tel görüşmesi)

Bu kararlılık, bu direngenlik, bu bitmeyen azim ve tutarlılık, Mihri Belli’dir. Ders ve medrese de budur.

İşte gerçek devrimci insan, lider, gerçek öğretmen, işte gerçek direnme çizgisi budur. Seni rahmetle anıyorum Mihri Belli, Önünde saygıyla eğiliyorum. Sevim Abla başın sağ olsun, hepimizin başı sağ olsun.