HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Mayıs 2011 Pazartesi

KILIÇDAROĞLU EZBERLERİ BOZDU

Hasip Yiğitoğlu.
30 Mayıs 2011

CHP”de proje,söylem sürprizleri kafaları karıştırıyor.İtiraf edeyim CHP”den bu kadarını beklemiyordum.Nerdeyse aradan bir asır geçiyor,CHP”de demokratikleşme konusunda tık yoktu.Birden bire ne oldu,keskin bir dönüş yaparak Kılıçdaroğlu Hakkari”de Kürt sorunuyla ilgili ezber bozan beyanlarda bulunuyor.Eski CHP”nin asla ağzına almadığı ÖZERKLİK konusunu gündeme getirdi.Kılıçdaroğlu”nun 29 Mayıs günü İstanbul”da gazetecilere verdiği brifingteki açıklamaları adeta CHP de devrim niteliğindedir.Gerçek bir demokrasi istiyoruz,Türkiye Demokrasi istiyorla başlayan cümleleri dudak ısırtırcasına bir bir sıralanıyor.

Darbelerin gerekçesi TSK nın 35.maddesini kaldıralım
Genel Kurmay Başkanı meclise hesap versin
Polis ve istihbarat sivil denetime açık olsun
Yerel yönetimleri güçlendirelim
Yüzde on barajı kalksın
Siyasi partiler yasasını değiştirelim
Genel kurmay başkanlığını Milli Savunma Bakanlığına bağlansın
Yeni Anayasada herkes kendini,kimliğini,inancını ifade etsin
Tabular bir bir yıkılıyor.Türkiye”nin yeni sistem parametreleri gün ışına birer birer çıkıyor.

Başa dönecek olursak,CHP de devrim olmuş yaho dedirtiyor bu açıklamalar.Hem de Devrim ciğiz sözleri yok,yazılı pankartta yok.

CHP ideolojik altını,bağajını temizliyor.Elitist,vesayetçi,milliyetçi,devletçi zihnini temizliyor.Altı okunu kırıyor.Halkına dönüş yapıyor.Türkiye partisi oluyor şimdi.Bu seçimin en iyi haberi bu olmalıdır.

Peki bu polikaya alışmamış CHP tabanın tepkisi ne olacak diye soranlara bir tek cevap verilebilir kanımca,Türkiye”nin toplumsal birliği ve barışı hükümet olmaktan daha anlamlı ve hayatidir.Öküzün altında buzağı arama alışkanlıklarımızın olduğunu biliyorum.Efendim batıda yaşayan parti tabanı özerklik için ne diyecekmiş !. Yoksa CHP BDP ile ittifak mı yapıyor,gibi bir çok kafa karıştırıcı lafların olacağı hepimizin malumudur.Cevaplarımızdan sakınmadan,Türkiye”nin barışı için şeytanla bile işbirliği yapılması gerektiğini söylemeliğiz.Kaldı ki,BDP barış konusunda tutarlı duruş sergilemektedir.Bu duruşu anlamlaştırmak gerekmiyor mu! Sürecin şuraya,buraya çekilmesine müsaade etmemeliğiz.Savaş malzemesi nedeni fırsatı verilmemelidir.

Türkiye”nin barışa ihtiyacı var.Kardeş kanının durdurulması gerekmektedir.CHP yöneticileri kendilerini bu anlamda feda ediyorlarsa,şapka çıkartmak ve saygı duymaktan başka tepki verilebilir mi !

Kendi adıma Kılıçdaroğlu”na bir özeleştirim hasıl oldu.Bu anlamda Kılıçdaroğlu”na destek vermeğe şu saatten itibaren azami gayreti göstereceğim.Kılıçdaroğlu Yalnız bırakılmamalıdır.Vesayetçilere yem yapmamak lazım.Bu değişim onun eseridir.Parti örgütlerinden değişimin gelmediğini herkes biliyor zaten.Bu söylemler Kılıçdaroğlu”na aittir.Evet kılıçdaroğlu ve ekibi,sosyal demokrasinin herkesi kucaklama anlayışı olduğunu hatırlatıyor şimdi.

Daha öncede belirttiğim gibi İdeolojik olarak CHP”de değişim yaşanmadan Türkiye”nin önü açılamaz.Şoka girmiş siyaset mekanizmasının birden bire demokratik kanallarının açılmasının sebepleri bu değişim değil de nedir.Bu süreci CHP”nin yeni politikasına yorumlamak gerekmiyor mu.Türkiye siyasetinin üstüne adeta ölü toprağı serpilmiş bir hal vardı.

Bir düşünün,Türkiye”nin bir coğrafyası terk edilmiş bir görüntü içindeydi.Türkiye bir vesayetten bir vesayete karşılıklı olarak itilip kakılıyordu.Bir tarafta TSK ,diğer tarafta İMAMIN ORDULARI.

hasipyigitoglu@hotmail.com

ZAMANIMIZDA TURNUSOL GÖREVİ YAPAN OLAYLAR


Mustafa Köse


30 Mayıs 2011

Turnusol kimyasal bir terimdir. Özet olarak ‘’ayrıştırıcı ve aynı zamanda belirteç’’olarak tanımlanır. Turnusol terimini sadece kimyada kullanmayız. Toplumsal olaylarda da bu terimi kullanırız. Taraf olmada veya ayrışmalarda rol oynayan bir vaka’ya turnusol görevi yaptı deriz.

Tarihin derinliklerinde bir sürü olayı bu şekilde yaşadık. En azından yakın tarih böylesi keskin ayrışmalarla doludur. Savaş ile barış, sosyalizm ile kapitalizm taraftarlığında keskin ayrışmalar olmuştur. Bu dönemde sınıfsal ve ideolojik bakış birer turnusol durumundaydı.

Bugün yeni bir dünyadayız. Kapitalizm merkezli küreselleşmenin egemen olduğu bir dünya.Bu dünya ‘’yenilere’’ rağmen geçmişin izlerini hala taşıyor. Gerek kurumlar gerekse üretim biçimi eski izlerinden kolay vazgeçmiyor. Daha fazla Pazar ve daha fazla kar. Bu da sömürü demektir. Hatta ve ayrıca gerilim, çatışma ve savaş politikaları kaba çıkarlar için iyi bir araç olarak devam ediyor. Katı ve ceberut devlet yapılarından vazgeçilmiyor. Irklar, dinler ve çeşitli inançlar üstünden çıkar hesapları yapılıyor. Neo liberal düşünceler yerine neo liberal iktisat ve neo con’lar (yeni savaş lobileri)ikame edilmeye çalışılıyor.

Ancak ve her şeye rağmen yeni bir paradigma ve yeni bir konjonktür içine girdik.Yeni ve karmaşık çıkar yumağında yaşamaya başladık. Eskinin tüm geçirgenliğine rağmen bu yeni bir durumdur. Bu yeni durumda ayrışması gereken turnusol görevi taşıması gereken olaylar yaşıyoruz. Yeni durum ve yeni şartlara göre bir duruş sergilemeye ihtiyaç vardır. Bu duruş vicdanları dikkate almalı. Bu duruş bireyi merkez yapmalı. Bu duruş ve en önemlisi ‘’normalleşmeyi’’hedeflemelidir.


Henüz genel bir egemenlik kazanmasa da normalleşme ciddi bir ihtiyaçtır. Her şeye rağmen normalleşme genel bir kabul görmektedir. Dünyanın birçok yerinde normalleşmeye doğru adımlar atılmaktadır.Son Müslüman ülkelerindeki olayları da bu kategoriye koymak lazım.

Normalleşme dediğimiz şey halkın geniş kesimlerinin ülke yönetiminde söz ve karar sahibi olmasıdır. Günümüz demokrasi normu budur.Geniş yığınlar kendi kaderleri ile ilgili yetkiyi kullanabilmelidirler. Diğer bir ifadeyle demokrasiler çoğulcu ve sivil otoritenin elinde olmalıdır.

Ülkemizdeki temel sorun zaten bunun üzerin odaklıdır. Önce bu bağlamda ayrışmaya ihtiyaç vardır. Bu ayrışma cesurca savunulmalıdır. Siviller seçimle iktidara gelmeli. Seçimle iktidara gelenler ülkeyi yönetebilmelidir. Seçilenler ve ülkeyi yöneten siviller kendi anayasalarını yapabilmelidir. Bu işin normal kuralıdır. Bu normalleşmedir.

Şimdi sorun bu sivillerin ‘’rengi, şekli, hayalleri’ nasıl olmalıdır.’Bu sorunun cevabında temel kuralı ihlal etmemize gereklilik sağlamaz. Sivillerin durumu ve onlarla mücadele şekilleri otoriter ve devletçi olamaz. Bu mücadelenin adı başkadır.

Ancak ve kesintisiz olarak sivil iktidarda bir eksiklik var ise elbette gereken mücadele yapılacaktır. Zira evrensel demokrasinin belli kuralları vardır. Yöneten sivillerin mutlak uyması gerektiği normlar olmalıdır. Bu normlar açık ve nettir. Bu norm insan hak ve özgürlüklerinin en geniş kullanıldığı demokrasi biçimidir. Bunu gözetlemek, istemek ve her şartta bunda ısrar etmek gerekmektedir.

Tüm bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz. Somut olarak bu normları hayata geçirme fırsatı bugün önümüzde duruyor. ‘’Normalleşmeyi’’ sağlayacak dönemece girdik. Bunun için yoğun çaba harcanmalıyız. Kaderimizi yakından ilgilendirecek süreci iyi kullanmalıyız. Hemen yeni bir anayasa için kolları sıvamalıyız. Bu yeni anayasa aşağıdaki çerçevede olmalıdır.

1-Seçilecek meclis yeni bir anayasa yapabilmelidir.
2-Bu anayasa hak ve özgürlükler en geniş bir şekilde tutmalıdır.
3-Bu yeni anayasa başta anadil olmak üzere Kürtlerin temel haklarını güvence altına almalıdır.
4-Bu yeni anayasa diğer inanç (aleviler) guruplarının taleplerini teminat altına almalıdır.
5-Bu yeni anayasa siyasal sistemimizi (partiler yasası, seçim yasası ve seçim barajı) değiştirilmeli, demokrasimizi batı standartlarına çıkarılmalıdır.
6-Bu yeni anayasa kadın ve engellilere pozitif ayrım getirmelidir.
7-Bu yeni anayasa ekolojik dengelerin korunması için daha yaptırımcı olabilmelidir. Mümkün ise Kıyoto protokolünü ölçü almalıdır.
8-Özet olarak bu yeni anayasa devleti saydam toplumu şeffaf yapabilmelidir.

Söylediklerim bir hayal değil. Bir temenni ise hiç değil. Kapıya dayanmış demokrasi biçimimizdir. Bunu sağlamak mümkündür. Hem de her zamankinden şimdi daha mümkündür.

Yeter ki buna inanalım. Bunun için çaba sarf edelim.
Mkose1955@hotmail.com

29 Mayıs 2011 Pazar

İDDİA EDİYORUM BU SEÇİM SÜRPRİZLİDİR


Hasip Yiğitoğlu.

29 Mayıs 2011

Ben bir stratejist değilim, araştırma uzmanı da değilim,ama Türkiye siyasetini 40 yıldır yakından izliyorum.Hayatın ve siyasetin yasaları konusunda çok şeyler öğrendim bu süreçte.Hep demişimdir,Türkiye”de yaşananları ve uygulanan politikaları dünyanın her üniversitesinde zorunlu ders olarak okutulmalıdır.Birden bire bir olay gelişiyor,bütün ezberler bozuluyor.Garip bir söylem,kısa zaman da her şeyi değiştiriyor.Kemal Kılıçdaroğlu”nun Kürt”lerin sorunlarıyla ilgili söylemi gibi mesala.İddia ediyorum bu seçim sürprizlerle sonuçlanacak.

Yanlış anlaşılmasın, ben doğru olduğuna inandığım görüşlerin hayata geçirilmesi için elimden gelen gayreti gösteren bir insanım. Ayrıca her vesayetçi zihniyetin karşısında mücadeleyi hayatım boyunca yapmışım ve yapacağımda.
Başa dönecek olursak,bu durumun anlaşılması için derinlerde gezinmeye hiç gerek yok.Yüzeysel bir bakış açısı yeterli olacaktır,yeter ki bakmayı bilelim.Bu ülkenin zaaflarına,insan karakterine bir bakış yeter de artar.. Günlük yaşamımızda her an her dakika karşılaşıyoruz bu zaaflarla.Ve karşı tepkilerle.

Bu ülkenin zaafları çoktur.Ötekileştirme ve asimilasyon politikaları sonucu çok boyutlu inkarcılık,fırsat eşitsizlikleri,yalan,dolan,talan,terazisiz adalet,milliyetçilik,ırkçılık,mezhep ayırımcılığı gibi etkilerin hayatımızı tamamen sarmalamaya yönelik bu zihniyet baskılarına karşı direnç her zaman olmuştur.Bir asırdır öldürülen ve yüz binlerle ifade edilen aydınlarımızı,gençlerimizi,işçilerimizi, hatırlamamız bu durumu anlatmaya yeter galiba.Bu dökülen kanların nedenlerini neye yorumlayabiliriz Acaba !

İnsanlarımızın demokratik tepkilerini,ne darbeler,ne sıkıyönetimler,ne olağanüstü şartlar,ne öldürmeler ne işkenceler önleyememiştir.AKP”nin sivil otokrasisinin imam ordusu da önleyemeyecektir.İnsan karakterimizin tarihsel olarak siyasi her fırsatı kullanması AKP”yi bile iktidar yapmıştır.Bir cevabı ve nedenleri vardır elbette.

AKP sistemin son demi,son hamlesi.AKP”nin iç ve dış politikaları sistemin neo Osmanlı zihniyetinin açık verileri olmuştur.Bu veriler şimdi açığa çıkmıştır.İki yüzlü iç ve dış politika.Tıpkı Tanzimat fermanında olduğu gibi,iç te ayrı dış dünyaya ayrı,içeriği farklı olan belgelerin verilmesi gibi.Tıpkı Başbakanın dışarıda demokrasi havarisi,içerde ise demokrasi falan hak getire.Binlerce siyasetçi,gazeteci,öğrenci tutuklu.Milyonlarca insanımız açlık sınırında yaşarken,yandaşların bir eli balda bir eli parada.

Bu anlamda yaşadıklarım,gördüklerim duyduklarım ve okuduklarım seçimin sürprizlerinin işaretlerini veriyor.Yakın tarihte yaşananlara biraz göz atacak olursak bu durumu rahatlıkla fark edebiliriz.

Güç bende her şeyi yaparım zihniyetine karşı bu halkın tutsak olacağını düşünenler bu sürprize hazır olsun diyorum.Bu söylem,ne liberal nede demokrattır.Böyle bir düşüncenin demokrasiyle ve insan haklarıyla bağdaşmayacağını bu halkın anlayamadığını mı düşünüyorsunuz !.Bu hoyrat uygulamaların hesabı yapılmayacak mı sanılıyor !

Bu ülkenin insanı benim gibi düşünüyor kanaatindeyim.Hukukun üstündeyim diyen her Vesayetçi akla karşı olmuştur bu halk.AKP”yi iktidar yapanda bu akıl olmamış mıdır !.Şimdi AKP, imam ordusu ile MGK kararlarını uygulamakla vesayetçiliğin bayrağının son taşıyıcısı değil midir! Son iktidar sürecinde böyle yapa yapa insanları kamplara bölmemiş midir !

VUR EMRİNİ veren bir zihniyete karşı sürpriz beklememek ne kadar doğru olur acaba !

Kendi yandaşı dışında herkesi yok sayan bir anlayışla aynı yerde olmanın halk açısından benlik,haysiyet sorunu olacağını tahmin etmek zor olmamalıdır.

AKP”nin böylesi bir kullaşma ve haysiyetsizleştirme uygulamalarına karşı insanımızın karakterini sorgulayacağı beklenmelidir..Seçim sürprizi verilerimden biride budur.

Kamuoyu araştırma ve tahminlerinde bulunan kurumların,nema mahcuplu yarım ağızlı görüntüleri,seçim sonuçlarına yönelik sürpriz olacağı ip uçlarını veriyorlar ayrıca.

hasipyigitoglu@hotmail.com

28 Mayıs 2011 Cumartesi

CENGİZ ÇANDAR

BÖLGEMİZİN CAHİLİ BİR KİRLİ KALEM
CENGİZ ÇANDAR


( Mihrac Ural’dan Cengiz Çandar’a)


Sayın Cengiz Çandar,


On yıllardır yazılarınızı takip ediyorum. Son olarak 28. 05. 2011 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan “Türkiye’nin Suriye doğrusu…” başlıklı köşe yazınızı okudum. Beni yanıltmadınız. Yazınızda, bir kez daha okurlarınızı aldatmış bulunuyorsunuz; aslı astarı olmayan söylemlerle, araştırmaya dayanmayan, duyum ve haber ajanslarının kurgularıyla şişirilmiş, bu gün tüm çıplaklığıyla açığa çıktığı gibi, bölgenin yeniden dizayn edilmesi için kurulu karanlık odaların üretimini pazarlamış durmuşsunuz.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve onun medya etkinliklerinin sanal dayatmalarıyla yapılan çabalar, her ülkede olabilecek kadar Komşumuz Suriye’de de var olan sorunlar üzerine binerek, sizin de uzun yıllardır üçüncü derece bir figüran olarak tuzunuzun olduğu “Yaratıcı anarşi” tusinamileri yaratma çabaları olarak gündeme getirilmiştir.


Nedeni ve kaynağını belli olmayan bir Suriye düşmanlığınız var. Bir gazeteci olarak böylesi takıntılarla yazmak, tümüyle gerçek olsa bile tarafsızlığınızın sorgulanmasını gerektirir. Soğuk savaş çağlarından kalma bu ilkellik sizi terk etmemişe benziyor.


Ülkemiz ve komşumuz Suriye’yle başlayan ilişkilerin ilk adımından itibaren kaleme aldığınız karşıt yazılarınızı okudum. Gerçekçi hiçbir veriye dayanmadan iç dünyanızda “Alevi egemenliği” diye damgaladığınız Suriye’yi akıl almaz söylemlerle karalamaya çalıştınız. Bu iddia üzerine kurguladığınız Türkiye-Suriye ilişkilerinin, ülkemize zarar vereceğini söyleyip durdunuz. Daha da ötesine geçerek Araplara gitmek için seçilen en tehlikeli yol hatta çıkmaz sokak olarak gördünüz. Bu iddialarınızın tümü yanlış çıktı. İki ülke arasındaki ilişki, iktidarın karanlık iç dünyası, çıkar merkezli istismarı ve iki yüzlü politikalarına rağmen bölge halklarının yakınlaşmasını ve ülkemizin Arap alemine açılımını sağlayan önemli bir faktör olarak yükselip gelişti. Siyasi yönetimlerini iradelerine rağmen iki ülke halkları öylesine bir kucaklaştı ki, kendinizi bölge uzmanı sayan cehaletinize yüzünüze vurmuş oldu. Siz bölge hakkında, belgesiz, kanıtsız, gerçek haber kaynaklarına ulaşmadan, ilkel bir tutuculukla, siyasi eğilimlerinizin esiri olarak, gerçekleri inkar ederek köşesini harflerden oluşmuş cümlelerle doldurmak isteyen birisiniz.

En yetkili en yerinden kaynaklar bile, bırakan Suriye’yi ve bölgedeki rolünü karalayan ön yargılarınızı, Suriye’de “Alevi azınlık egemenliği” söyleminizin kocaman bir yalan olduğunu göstermektedir. Beşşar Esad’ın Alevi kökenli bir aileden gelmiş olması bu yanılgınızı hiç değiştirmiyor. Laik bir ülke olan Suriye’de hiç kimse dini ya da mezhebi nedeniyle bir yere gelmiyor. Alevi mezhebi resmi olarak bile hiçbir hakka sahip değildir. Lübnan gibi bir ülkede, yarı resmi bir anayasal kurum olarak Alevi Yüksek Meclisi varken, Suriye’de bu yoktur. Alevilerin inanç merkezlerinin bakımı ve ihtiyaçlarının karşılanmasında devletin hiçbir payı yoktur. Bu hizmetler, Tümüyle bireysel katkılarla karşılanır. Alevi mezhebinin özgün yazımları, ne mekan ne de ihtiyaçları resmi bir kurum tarafından karşılanmaz; çünkü resmen tanınmamıştır. Alevilik inanç olarak tüm Sünni mezhep inancının resmi mezhep sayıldığı ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de olduğu gibi yok sayılmıştır. Bunu bilmiyorsun, biliyorsan bile görmezden geliyorsun. Karalama yapmak için at gözlüğü giymek tas tamam budur.

Yazılarında sık sık dile getirdiğin, ordu, İstihbarat, gibi hassa kurumlarda Alevi kökenlilerin ağırlıklı yer aldıkları iddian da sallama bir iddiadır. Veriler, Alevilerin Suriye’de resmi görevlerde ülke nüfusuna göre %15 civarında olan ağırlıklarını temsil etmediklerini göstermektedirler. Ancak yalandan kimse ölmemiştir; bilgisizliğin ve ön yargılarının yönlendirdiği köşe yazılarında yaptığın iddiaları doğrulayacak hiçbir belge ve kanıt yoktur. Siz bu hokkabazlığınızla sadece okurlarınızı aldattığınızı sanmaya devam ediyorsunuz.

Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, Suriye bölgenin tüm sorunlarında çözümün merkez halkası olarak belirmektedir. Bir gazeteci olarak, taraf olsanız bile bu gerçeği atlayamazsınız. 40 yıldır durum budur ve siz 30 yıldır işkembe-i kübradan atarak kaleme aldığınız yazılarla okurlarınızı aldatıp duruyorsunuz.

Suriye’nin kendi halkı kadar, bölge halklarının çıkarlarına ilkeli yaklaşan, direnme hareketlerini her alanda destekleyen, ev sahipliği yapan siyasal duruşu, sizi rahatsız edebilir. Hatta buna bir kup bulup, “Suriye kendi etkinliği için bunları kullanıyor” diye bir önyargıda da bulunabilirsiniz. Bu yargınız, bir ülkenin 40 yıl zorluklara özverilere katlanacağına kestirmeden Amerika uşağı olarak, İsrail’le onursuz bir barış yaparak bölgenin en zengin, en refah ülkesi olabilir önermesiyle ayakları havada olduğunu da görmeyebilirsiniz. Ama size rağmen bu ülke, olduğu kadarınca halkların çıkarlarına ilkeli yaklaşımın direnmenin yanında duruşun örneğini vermektedir. 40 yıldır, Amerikalı başkanları ülkesinde misafir kabul etmelerine rağmen, onlarla Amerika’da, başka ülke liderlerinin yaptığı gibi ayaklarına gitmeyi ret eden dünyanın biricik ülkesi olmasını nasıl açıklarsınız bilemem, ama bu duruşun maliyetine katlanmayı tercih eden bir ülkeyi anmadığınızı iddia etmek yanlış değildir.

Kin gözleri kör edince siyasi yorumlarında gözü kör olmasına bu açıdan çok iyi bir örnektiniz. Bölge konusunda en yetersiz ve en salmama yazıları siz yazıyorsunuz ama farkında değilsiniz. Ancak biz okurlar açıklarınızı, kaba yalan ve kurgularınızı yutmuyoruz.

Aynı önyargılarınızla, komşumuzdaki son gelişmeleri yorumlamışsınız. Her siyasi duruşun, kendine özgü bir komşuluk ilişki algısı var. Bu, ikiyüzlü olmadıkça anlaşılabilir bir şey. Buradan hareketle Suriye’nin canı cehenneme, birbirini yesinler de diyebilirsiniz. Bu açıdan yaklaşımlarınızı onaylayan yada eleştiren olur. Ancak, Komşu bir ülkede olanları, ülkemizde kamuoyu yaratmak için kullanmak, hele hele iktidarın bin bir övgüyle başlattığı bu ilişkiyi ikiyüzlüce arkadan hançerlemek için çalışmak, Amerika’nın çıkarlarına göre yorumlamak, NATO’nun olası kanlı girişimleri için zemin hazırlamak üzere ele almak, saygıyla karşılanabilir “bakış açısı” olarak ele alınamaz. Komşuların kaderiyle böylesine sorumsuzca duruş sergileyenlerin, kendi ülkelerinin kaderiyle oynanmasının kaçınılmaz olduğunu bilmeniz gereklidir. Siz gibi üçüncü sınıf yazarlar komşu ülkenin eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine arka çıkarken, bil mukabil bir davranışı görmeye hızır olmanız gerekmez mi? Başkasına yaptığınız iyi olur da size yapılanca kötü olabilir mi?


İddiayla tekrar ediyorum. Bölge üzerinde ciddiye alınabilecek bir algınız yoktur. “Suriye'deki dalgalanma sınırı aşabilir” başlıklı, 10.05.2011 tarihinde Radikal gazetesinden yayınlanan Köşe yazınızda bir kez daha bu iddiamı kanıtlamış bulunuyorsunuz.

Söz konusu makalenizde, Suriye’den “Büyük bir göç dalgası” beklediniz. Konya’ya kadar etkileri olabilecek imaları bile yaptınız. Bu sallamalarınız üzerine, gerçek yüzünüzü bilmeyen okurlarınız ne yapmıştır bilemem. Ancak sonuçlar ortada. Ne oldu ? Değerli bir dostumun söylediği gibi, komşumuz Suriye’nin iç işlerine, komşuluk ilişkilerinde olmaması gereken bir karışmanın ürünü olan, her türden kanun dışı insanı kargo yapıp ülkemize taşımaktan başka bir şey olmayan (kaçakçı, beyaz ticaretçileri, ahlaksız işlerin mücrimleri gibi) 252 kişilik göçten başka bir şey olmadı. Üstelik sayının, verilen bir işaret üzerine, Milli Güvenlik Kurulu toplantısının bitimiyle birlikte sınırları aşarak ülkemize girmiş olmaları oldukça ilginçtir. Kim nasıl bilgi vermişse, geçiş anı gazeteciler tarafından tespit edilmiş. Sınır telleri jandarma eşliğinde aşılırken hatıra fotoğrafları bile çekilmiştir.

İşte “göç dalgası” iddianız bu kadardı. İddianızı doğrulamak için “biraz daha bekleyelim, görelim” de diyebilirsiniz. Neden olmasın, ilki tarjediydi, ikincisinin komedi olacağı teminatını size şimdiden verebilirim.

Yalan üzerine kurgulanmış her bilgi gibi bu tahayyüllerinizde kof çıktı. Oysa yerinde yapılan tüm gözlemler, ne muhalefetin bu ölçekte bir muhalefet ne de “iç savaşı” çağrıştıracak bir verinin olduğuna işaret ediyordu. Suriye sorunlarını çözmek için çırpınıyor, bunun için dev reform girişimleri başlatmıştır, halka katkı olabilecek her imkan seferber edilmiş, gecikmiş özgürlük ve demokrasi adımları için, gerekli yaptırımlara hız verilmiştir. Bardağın dolu tarafı boş olandan çok daha yoğundur, bunu görüp görmemek ise durduğunuz açıya bağlıdır.

Buna rağmen, iç dünyanızın karanlık talepleri, komşumuzun daha da büyük kaoslara yuvarlanmasını istiyorsa, buna uygun senaryolarla okurunuza hareket edercesine yazılar yazmanızın önünde hiçbir ahlaki engel yoktur diyeceğim.

Makalenizde bilgisizlik, bu verilerle de ayıplanacak bir şekilde açığa çıktı. İddia ediyorum bölgenin en cahil yazarı sizsiniz. Bunu yazdığınız her bölge yazısındaki uyduruk ve sallama iddialarınızla gösterebilirim.

Yeniden hatırlayın, Türkiye Suriye ilişkileri başladığında çizdiğiniz tabloların tümü karanlıktı. Sonra anladınız ki Suriye olmaksınız ne Araplara gidilebilir ne de bölgede bir varlık olunabilirdi. Bu atmosferin basıncı altında size çok uygun olan büyük bir U dönüşü yapan yazılar da yazdınız. Ahmet Davutoğulu’yla yaptığınız Şam ziyareti üzerine, Radikal gazetesinde, 8 Nisan 2011 tarihli “Davutoğlu ile Ortadoğu turu; Suriye’ye ‘çok partili’ dersler” baylıklı yazınızda bunu “Durum, Beşşar Esad’ın önüne mükemmel bir fırsat sunuyor. Yıllarca vaat ettiği, ancak gerçekleştirmediği reformları yaparsa, Suriye, ‘Arap tsunamisi’nin altında kalmaz ve Suriye, Suriye ile birlikte başta son yıllarda ona ziyadesiyle kefil olmuş olan ‘Türkiye’ kazanır” diyerek dile getirdiniz.

Nasıl oldu da bunu söylediniz? Anlatır mısınız? Yıllardır tu kakak bir Suriye tablosu çizip durdunuz. Şimdi hangi sihirli değnekle sorunlarını birden aşıp, yükselecek, kazanacak bir ülkeden söz edebiliyorsunuz. Okurlarınız size bu soruları sorunca nasıl çark ettiğinizi anlatacaksınız.

Suriye, sorunlarını aşacak bir zemine sahip değilse, bu potansiyelleri yoksa nasıl kazanabilir söyler misiniz? Siz kendinizi de mi okumuyorsunuz? Ya bu güne kadar yazdığınızda bilinçli bir yanlış vardı ya da kulaktan dolma bilgilerle sallama yazılar yazıyorsunuzdur. Her iki koşulda da ciddi olamazsınız.

Benci bilmediğiniz şey Suriye’dir, bölgedir. Bilmeniz gereken en basit veri, Suriye’nin bölgenin merkezi bir ülkesi olduğudur. Konumu, on yıllar içinde oluşturduğu dengeleri, toplumsal dokusunun siyasal süreçlerdeki yeri, bölge olaylarında oynadığı rol ve iç potansiyelleriyle Suriye sorunlarını kolayca aşabilecek bir ülkedir. Bunun da ötesinde, ülkemize, bölge ölçeğinde en büyük katkıyı her düzlemde yapabilecek bir ülkedir. Bunu anlamak için biraz geriye gitmek yeter. Suriye, Türkiye’ye araladığı kapı ölçüsünde bölgeye girişi sağlanmıştır. Bunu saat saat, tarih tarih size belgeleriyle, olaylarıyla aktarabilirim; hatırlamaya çalışın, Demirel’in ziyaretleri ve hokkabazlıklarıyla iki ülkenin birbirine olan güvenleri sıfırlanmıştı, ancak, Sayın Öcalan sorunu bitince, Hafız Esad’ın ölümü üzerine Cumhur Başkanı Necdet Sezer’in ziyaretiyle başlayan bir süreç açılmış oldu. Ceyhan anlaşmasıyla, güvenlik sorunlarında bir yakınlaşma sağlandı, Suriye’nin desteğiyle İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi gündeme geldi, ardından gür bir ilişki yoğunluğu oluştu, ekonomik, kültürel, siyasal ilişkilere yeniden yapılandırıldı.

Siz bütün bunların alt yapısının nasıl olduğunu bilir misiniz? Okurlarınıza bu konuda zerre kadar bilgi taşıdınız mı? Kendi adıma, yazılarınızda bunun izine hiç rastlamadım. Cahilin verebileceği şey yoksa ondan istemek abestir derler. Buradan ben aktarayım. Türkiye-Suriye ilişkilerinin böylesi bir boyuta gelmesinde en etkin neden, Arap üçlüsünün dağılmasıdır (Suudi Arabistan, Mısır, Suriye). Irak savaşında (20 Mart 2003) takınılan farklı tutumlar nedeniyle ve en son Gazze savaşında (27 Aralık 2008) ilişkiler bozulup dağılma olmasaydı, Mısır’ın olduğu yerde Türkiye’ye Ortadoğu alanında hiç bir rol düşmezdi. Bu gün Mısır, yeniden Arap davalarına sarılırsa omuz omuza olacağı tek ülke Suriye olacaktır ( son Filistin barışıyla bu eğilim kendini göstermeye başlamış bulunmaktadır ve siz bunu bir kayıp olarak gördüğünüzü ifade ediyorsunuz). Mısırın geri döndüğü bir Ortadoğu’da, bu güne kadar ülkede kamuoyunu aldatmak üzerine kurulan “lider ülke, bölgeyi kuşatan, düzenleyen ülke” atmasyonları nereye gidecek söyler misiniz? Okurlarınızı aldatarak kalem aldığınız yazıların bu bölgenin toprakları üzerinde ayaklarını basabileceği bir santimetre karelik alan yoktur bunu biliniz.

Oysa iyi komşuluk karşılıklı olarak eşitlerin kazanmasına dayanır, Yeni-Osmanlıcılğın arkadan hançerleyen, nüfus alanları elde etme, pazarları ele geçirme talancılığıyla değil. Kolay lokma sanılan komşularımızı hafife alarak bu bölgede ülkemiz ve halklarımız adına siyaset yapılamaz. Son makalelerinizde, farklı bir açıdan siz de dile getiriyorsunuz “Komşularla sıfır sorun” artık bıyık altında güldüren bir komedi oldu diye. Aynen öyledir. Ama siz bunu, komşuluk ilişkilerinde dar ulusal çıkarları öne alan bir yaklaşımla dile getiriyorsunuz ki, yanlış olan budur. Amacınız dostluk ve ortak kazanç olmayınca, olumlu bir tezi bile alaya almaktan çekinmezsiniz. Ancak bölge halkları bu ikiyüzlü politikalarınızı hangi kılıf altında saklarsanız saklayın, vereceği cevap, Libya’da, Bahreyn’de ve son olarak Suriye’de olduğu gibi, suratınızdaki maskeyi düşürmek olacaktır. Bölgenin halkları ve aydınları bu çirkin ikiyüzlü politikaya karşı öyle bir tarihi tavır oluştururdu ki, bir daha bu sınırları zor aşarsınız.

Bu ikircimli politikanız, ülkemizin ve halkımızın anlına ağır bir leke sürmüştür. Arap kardeşlerimiz “min şebbe ala şey fa şaba ileyh (gençliği ne üzerine şekillenmişse ihtiyarlığın da onun üzeride olacaktır)” derler. Bunu, Osmanlının izinden gidenlerin Araplara dostluk sunmaları mümkün değildir diye okumanızı tavsiye ederim.

Sizi temin ederim ki, bölgenin en cahil yazarı sizsiniz. Kimseyi da atlatmıyorsunuz. Medyadaki yeriniz, en az sizin kadar cahil patronların etiket ihtiyaçlarındandır.

Bakın, Suriye üzerine akıl almaz bilgisizlikle yazdığınız yazılara kimler gülüp geçiyor bu listeyi başucunuza koyun ve rahat uyuyun artık. Suriye’deki olayları protesto ederek, Suriye halkı ve yönetimine destek toplantısı yapan bölge güçleri (18 Nisan 2011), sanırım dünyada yapılan en kapsamlı, halkı en çok temsil eden örgütlerin toplantısıdır;

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, FHKC-Genel Komutanlık, Direniş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Hamas Örgütü ve Cihad adına Filistin Müttefik Kuvvetlerini temsilen Muhammed Yasin. Hizbullah (İslami Direniş Hareketi)-Hasan Nasrullah adına Nuwaf Musavi.Emel Hareketi-Nebih Berri adına (Lübnan Parlemento Başkanı) Ali Hasan Halil., Hıristiyan Aydınlar-Karim Bakradoni (Eski Bakan), İli Firzli (Eski Parlemento Başkan Yardımcısı), Bşara Mırhic (Eski Bakan). Caferi Mezhebi Müftüsü-Şeyh Ahmed Kabalan. Kudüs Mescidi İmamı-Şeyh Mahir Hammud. Alevi Meclisi Üst Konseyi. Demokratik Arap Partisi-Ali İd. Filistin Yurtseverler Kongresi-Salah Dakmak. Dürzi Birlikçiler-Şeyh Nebih Aridi. Demokratik Nasırcı Birlik Hareketi-Mustafa Hamdan. Filistin Yerel Halk Komiteleri-Süleyman Abdulhedi. Filistin Kadın Hareketi-Dr. Rabia Sabban. Filistin Gazeteciler ve Yazarlar Birliği-Dr. Heysem Abu Ğazlan. Arap Ulusal Suriye Partisi-Merwan Fares.
Sayın Cengiz Çandar, bu örgütler size yeterli mesaj değimlidir? Yoksa siz de mi, Saad el Hariri’nin eline baka baka kararıp gitmiş misiniz?

Suriye düşmanlığınızı bir yere bağlamayacağım. Ortak ülkemiz için komşu ülkelerle ilgili yaptığınız sığı siyasi yönelimlerin, gelip ülkemizi vuracağını akıl etmiyorsunuz. B:unun ayrımında olmayacak kadar gerçeklerden uzaksınız.

Oysa komşumuzun iyi olması hepimizin dileği olmalıdır. Bunun belirtileri de az değil. Olaylar hızla gerilemekte, vatanseverlik ağır basmakta, bu ülkenin bölgede oynadığı anti-emperyalist rolün önemi herkesçe teslim edilmektedir. 23 milyon nüfusun, % 1’ bile, bu eli kanlı terör eylemleri içinde yer almamaktadır. Boş teneke çok ses çıkarır misali, eli silahlı bir çete bile ülkeyi kaosa sürebilir, ama asla sonuç alamaz. Dış güçlerin komplosu işte tam burada ortaya çıkar. Halkın haklı talepleriyle ortaya koyduğu tepkileri alır, kendi çıkarlı için bir bataklığa, bir kanlı iç çatışmaya sürükler. Bu istendi, bu yapılmaya çalışıldı; protestoların ilk adımında yer alan demokratik güçler bu nedenle gösterilerden çekildi ve saha diş güçlerin güdümündekilere kaldı. Medya yayınlarından verilen talimatla, Cuma günü isimlendirmeleri dahil geceleri balkonlardan tekbir sesleri çıkarma girişimlerine gidildi. Gösteri ve yürüyüş yasası çıkmasına rağmen, güçleri olmadığı için,halkı asla temsil etmedikleri için yasal bir mitingi bile yapmayı göze aylamadılar. Yaptıkları tek şey, sokak aralarında, özgürlük kelimelerinin geçtiği karalamalardır. Halkın dönüp bakmadığı “kepenk kapatma” çağrıları, 27 mayıs 2011 Cuma gününü humat el diyar (Ordu) diye, ordudan kendilerine destek gelecek umuduyla yaptıkları adlandırmaya rağmen dönüp bakan bile olmadı. Geriye sivil ve asker ayrımı yapmadan işledikleri kanlı cinayetler kaldı. Türkiye de bu eli kanlı örgütlerinin suç ortaklığı olduğu açığa çıktı.

Sizin de bu bataklık çorbasında tuzu az biri değilsiniz. Bütün bunlardan sonra, son yazınızda iddia ettiğiniz gibi “Türkiye’nin Suriye doğrusu” bu değildir. Bu olsa olsa, sonuçta sahibini vuracak olan bir ikiyüzlülüktür. Bunu başarı diye telakki etmek ise siz gibi cahillere düşer: Sonuçta yapacağınız tek şey olacak, o da komşularımızla düşmanlığın kefaretini halkımızın sırtına yıkmaktır. Bu duruş sizin ittihatçı genetik duruşunuzdur; ülkeyi savaşa sürüp, ağır şamarı suratına yiyince, her şeyi kaos içinde bırakıp kaçmaktır. Bu ise, hiçte içe kapanmak anlamına gelmeyen “yurtta sulh cihanda sulh“ diyen cumhuriyet algısına sefilce, pervasız bir ihanettir.

Suriye halkının hak va kazanımlarını, başka bir ülke ya da siyasi eğilim temsil edemez. Ettiği iddiasında ise orada bir tutarsızlık var demektir. Suriye yönetimi, halkını herkesten çok düşünen bir yönetimdir. Bunu ilke olarak kabul edip kimsenin iç işlerine karışmamak gerek. Suriye kendini toparlayarak eski zindeliğine kavuşma çabasında aralıksız bir mücadele veriyor. Atılan reform adımları ise, ünlü İngiliz yazar Patrick Seale’in dediği gibi, “reformlar bir devrim gibidir”. Komşuluk gereği buna destek olmak, halkı ve yönetimi kazanmak varken, kanlı iç savaş için, Ülkemizi eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bir sıçrama tahtası haline getirmek, hiçbir ülkeyi güçlü ve kazançlı kılamaz. Ülkemiz, soğuk savaş yöntemlerine NATO’nun bir kuklası olarak devam ettiğini iddia etmek bu açıdan yanlış değildir; Libya’da ülkemizin hangi politikaların bir aracı olduğunu bilmeyen yoktur. Aynıyla bölgemiz için de geçerli olan bu yaklaşım, ülkemizi vurmayacağını iddia etmek aptallıktır.

Size yazdığım bu maille birlikte, on küsur makalemi dosyada iletiyorum. Bu makaleler, akademik belge ve kanıtlara sadık yazımları içeriyor. Bunlara bir göz atın eksikliklerinizi fark etmeniz zor olmayacaktır.

Okuyan ve yazan birisiniz o kadar. Aydın değilsiniz. İnsan diye bir algınız, komşuluk diye bir değer düzleminiz yok. Siyaseti tek boyutlu çıkar olarak görüyorsunuz. Düşütüğünüz zaman da köle olmak için sıraya geçiyorsunuz. Suriye halkı, aydınları ve bölge aydınları sizi bu çirkinliğinizle çok yakından tanıdığını belirteceğim. Bataklıklar anıldığında adınız da geçiyor bilesiniz.

Sayın Çandar,

Yazdıklarınızdan zerre kadar sorumluluk duyuyorsanız, size bu iletiyle mail olarak gönderdiğim yazılara sadece bir göz atarsınız. Spotlarını bile okumanız yeterlidir. Blogum AYRI VARLIK ararsanız tüm yazılarımı da orda bulursunuz.

Son olarak, size bir ülkede ciddi, kararlı, gerçekçi talepler etrafında kitleleri temsil eden muhalefet için ipucu vereceğim, gerisini siz ölçüp biçin;


1.Başkent Şam'da ve ikinci büyük kent Halep'te ( Yaklaşık nüfusun %40'nın yaşadığı bu iki kentte) kendini muhalefet sayanlar varlık olabilecek bir kitle hareketi yaratamamışsa
2.Ülkenin en aydın, en dinamik, dünyanın her yerinde gerçek muhalefetin başlangıç noktası olan üniversitelerde bir varlık gösteremiyorsa
3. Gösterilerini yapmak için sığınacakları tek alan Camiler ve tek zaman Cuma namazı ise ve cuma namazından çıkan inançlı insanları bir adım bile yürütemiyorlarsa
4. Yurt dışında, Emperyalistlerin, Siyonistlerin, Arap gericiliğinin her türden desteği olmasına rağmen bir kitle oluşturamıyorlarsa,

Bu düzeyleriyle silaha sarılarak ülkede dehşet, kaos, “Yaratıcı Anarşi” gibi kanlı süreçlere yönelenlere asla kitle muhalefeti, halkın temsilcileri denemez; böylesi bir iddia, ne siyaset bilimi ne de gerçek halk çıkarları açısından mümkün değildir.
Hep yanlış atlara oynadınız bay Çandar. Ama bu kez kaleminiz, sivil diktatörlük müptelası bir iktidarın ikiyüzlü dış politikasında kan üzerinden siyasetin alet olmuştur.


Sizi ayıplamakla yetineceğim.

Mihrac Ural
28 Mayıs 2011

BEN DE PROTESTO EDİYORUM

Mehmet Güzel’den, zaman gazetesi yazarı A. Turan Alkan’a


Sn. A. Turan Alkan,

Mihrac Ural'ın makalenize yönelik gösterdiği tepki binlerce ve hatta milyonlarca insanın ortak tepkisidir. Milyonların tepkisinin Mihrac Ural aracılığıyla dile gelmiş halidir. Bu nedenle Mihrac Ural'ın yazdıklarının tümünün altına şahsım olarak da, başkanlığını yaptığım Antakya Demokratik Kültür-Sanat Derneği olarak da imza atıyorum. Mihrac Ural'ın tepkisi ortak ülkemizde demokrasi ve halkların özgürlüğünü kendine dert edinmiş milyonların ortak insani tepkisini oluşturuyor.

Yeter artık.

Bu ülke hepimizindir. Tek ulus algısına dayanan ilkel milliyetçi reflekslerinizden kurtulunuz. Bu halklar sizlerin bu dar ve ilkel anlayışlarınızdan fazlasıyla çekti. Artık mızrak çuvala sığmaz oldu. Tüm direnmelerinize ve ilkellikteki inatlarınıza rağmen halklarımız sizleri aşmıştır. Sizlere rağmen halkların adil, eşitlik ve gönüllü birlikteliğine dayanan özgürlüğü ikame edilmektedir. Ortak ülkemize gerçek demokrasi bu kriterlerle gelecektir.

Mahmut Alınak bu yüce hedefin binlerce savaşçısından biridir. Ve hepimiz adına demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürütmektedir. Bizler de mücadelemizi aynı doğrultuda yürütüyoruz. Sizi temsil eden sisteminizin sayısız ve kesintisiz saldırılarına rağmen bu mücadele kazanımlar elde ederek sürdürülmektedir. Hiçbir karalamanız, hiçbir saldırınız ve sisteminizin ceberrut gerici aygıtı bu yürüyüşü engelleyemedi. Engelleyemeyecektir de.

Bilmelisiniz ki demokrasi ve özgürlük mücadelemiz çağdışı sisteminizi tarihe gömerken, bu çağdışı sistemi besleyen sizin gibi figüranları da süpürecektir.
Bu vesileyle belirtmeliyim ki; Mihrac Ural'ın protestosu bireysel gibi görünüyorsa da o, aslında milyonların çığlığıdır.

Mehmet GÜZEL.

27 Mayıs 2011 Cuma

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması No: 29

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması

27 Mayıs 2011 / No: 29



TERCİHİMİZ
SİVİL DİKTATÖRLÜĞE KARŞI
SİVİL DEMOKRASİDEN YANA OLACAKTIR


12 Haziran 2011 genel seçimleri, ülkemiz kaderinde önemli bir dönemecin seçimleridir. Bu seçimleri böylesine önemli kılan, kırılgan hale getiren tarihsel değişimlerin yönüdür. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan siyasi sancılar, 21. Yüzyılın gerekleriyle uyumlu, toplumsal dokusunun çıkarlarına cevap olabilecek dönüşümlerin ikame edilip edilemeyeceğiyle ilgili en kritik kesitindedir. Yeniden bir yapılanma gereği artık ertelenmez bir talep olarak gündeme gelirken, bu gerekliliği eskinin bir başka biçimdeki devamı olarak topluma dayatmak isteyenlerin engelleriyle de karşı karşıyadır. 12 Haziran seçimlerini önemli kılan da tas tamam budur; gelişme ve gerekliliklerin Sivil Diktatörlüğe mi? Sivil Demokrasiye mi? gideceğini işte bu sırat köprüsünden geçiş belirleyecektir.

Ortaçağlarda 1000 yıllık siyasal yapılar değişmeyebilir, o çağlarda köleliğin her türü egemendi. İnsanın hiçbir değeri de yoktu. Uygarlık geliştikçe bu gidiş insan aydınlanmasıyla birlikte köklüce değişti. Cumhuriyetler, demokrasiler gelişti. Doğal olarak da insanın ve toplumların, siyasi dahil her türden ihtiyaçları da gelişerek değişti. 20. ve 21. Yüzyılda hiçbir sistem düzenli ve barışçıl bir biçimde değişim süreçlerinden geçmeden ayakta kalamaz oldu. Bu nedenle iktidarların düzenli seçimlerle değişim fikri ortaya çıktı ve siyasal yapılanmanın temellerini oluşturdu. Bu gerçekler karşısında ülkemizin 100 yıldır değişmeden duran, toplumun hiçbir talebini karşılama durumunda olmayan siyasal yapılanmasıyla yüz yüze kalınmıştır. Bu sistem ısrarla aynı yöntemlerle, darbeler, baskılar, kovuşturmalar özgürlük ve demokrasiyi kısıtlayarak ayakta kalma çabası içindedir. Bu ise ülkemizin çözümsüz kalan sorunlarını kaosa, kimlik bunalımlarına iç barışı kirli savaşlarla değiştirmeye kadar gitmiştir. Sistem ülkemizin toplumsal, etnik, inanç dokularıyla da şiddetli bir çatışma içindedir. Hiçbir topluluk gerçek anlamda ne bir özgürlük ne de bir demokratik hak kazanabilmiştir.

Bunların üzerine, Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarı gelip oturmuş, kaosları derinleştirdikçe derinleştirmiştir. İç politikada, “Demokratik Açılım” adı altında ülkenin bekleyen değişim ihtiyacı, oya çevrilerek iktidar olunmuştur. Ancak, bunun kocaman bir aldatmaca olduğu iflasıyla birlikte anlaşılmıştır. Özgürlükler geçmişten çok daha geri tarzda tasfiye edilmiş, aydınlar, gazeteciler, farklılıkların özgürlük ve demokrasi talepleri zindanlara doldurulmuştur; bununla da kalınmamış yasal olmayan ve bir o kadar ahlaksız yollara sapılarak muhaliflerin tasfiyesine gidilmiştir. Ekonomide rakam oynamalarıyla oluşturulan görsel iyileşmeler volkanın patlama öncesi hallerinde ülkenin iç savaşa sürüklenmesine yol açacak risklere sürüklenmiştir. Kürt sorunu konusunda iç dünyalarında 100 yıldır taşıdıkları, hiç değişmeyen tek boyutlu milliyetçilikle yaklaşılmıştır. Bu politika ortak ülkemizin iktidarları tarafından “Misak-i Milli” politikası olarak algılanmış ve sonuçta “Kürt sorunu yoktur” noktasına gelinmiştir. Bu son, Kürtlerin Cumhuriyet döneminde mecbur kaldıkları19 ayaklanmanın soy kırımı gibi bir girişimle, acımasızca, kanla bastırılarak yüz binlercesinin katledilmesi kadar, son 30 yıldır 60.000 insanın katliyle devam eden kıyımı yaratmıştır. Kürt özgürlük hareketinin barış için ortaya koyduğu tüm çağrı ve davranışları kanlı baskınlarla cevaplayan, sınır ötesi operasyonlarla, dıştan alınan teknik, istihbarat, pilotsuz uçaklarla ölüm cenderesine sokan bu akıl, iktidarını ebedi kılmak, yüz yıllık baskı rejimini devam ettirmek için, yaklaşan seçimlerde bir kez daha karşımıza çıkıp oyumuzu istemektedir.

Bu iktidar, iç politikada ortaya koyduğu kanlı savaş politikası, özgürlükleri kısıtlayan, toplumu Ortaçağlara sürükleyen yaptırımları ve istihbarat teşkilatında egemen hale getirdiği Cemaatin imamlarıyla bir korku cumhuriyeti kurma girişimindedir.


Herkesin takip edildiği, dinlendiği, gözlendiği bir korku cumhuriyeti kurulmak istenmektedir. Bu ilkel akılla, ülkemizin çoğulcu etnik, inanç ve kültürel dokusunu tek boyutlu milliyetçilikle ezme çabasındadır. Bu nedenle de sivil diktatörlük kurmayı bu seçimlerin ana hedefi olarak belirlemiştir. Bir kez daha iktidar olmayı, kanlı sonuçları göze alarak topluma dayatma uğraşındadır. Ortak ülkemizin içine çekildiği kaos, seçim sonrası tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak olan ölümcül tehlikeler bu ilkel akılla ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Buna, dış politikada sergilenin ikiyüzlü politikayı eklemek gerek. Komşuları aldatma, ülkeleri tek boyutlu çıkar mihverlerine oturtma, nüfus alanı haline getirmenin adı olan, 21. Yüzyılın demokratik hiçbir değeriyle uyumlu olmayan “Yeni Osmanlı” siyasetini “Derin Strateji” adı altında tezgahlanmasını da eklemek gerek. Bu dış siyaset, komşu ülkeler üzerinde oynanan emperyalist oyunlara ortaklıktan ibarettir daha da ötesi bu kirli çıkar siyasetlerinin taşeronluğunu yapmaktır. Libya sorununda sergilenen onursuz ikircimliği, Bahreyn konusunda gösterilen kararsızlığı, Suriye aleyhine yürütülen kirli senaryoların tezgahtarlığı bu siyasetin sonuçta kan üzerinden bir siyaset olduğu görülmüştür.

Bu bir iflastır. Bölge halkları, ülkemizin sürüklendiği bu çirkin, bu onursuz ve erdemsiz politikalara karşı her düzeyde tepki koyarak halkımızın tarihi yeni düşmanlıklara ve sorumluluklar altına girmesine yol açmaktadır. Halkımızın ve ülkemizin hak etmediği bu sürükleniş artık taşınmaz bir kirlilik halinde ülkemizin evrensel nefes kanallarını tıkamış bulunmaktadır. Bu bir dehşet tablosudur.
Komşularımıza reva görülen kanlı süreçleri kışkırtmak üzerine kurgulanan siyasetin, dönüp ülkemizi vuracağı kesindir; kanla oynayanlar onun kurbanı olurlar. Komşuları bölen, kendisi bölünür, kardeş kavgasını kışkırtan kendi ülkesinin kardeş kavgasında boğulur. Erdoğan’ın AKP iktidarı işte ülkemizi böylesi bir uçurumun orta yerine getirip koymuştur. 12 Haziran 2011 seçimlerini ülkemiz kaderinde bu kadar anlamlı kılan tablo da budur.

Bundan sonrası, kararın tek sahibi halkımızıdır. Ülkemizi içinden çıkılmaz bir kan gölüne çevirip içinden çıkılmaz bataklığa sürüklemek isteyen, komşularımızın iç işlerine karışarak kardeş kavgasını körükleyerek içte ve dışta kan üzerinden siyaset yapmaya çalışan, ürettiği bu bataklık üzerinden baskı rejimini sivil diktatörlüğü çevirmek isteyen Erdoğan ve AKP iktidarına son vermek tarihi bir sorumluluk haline gelmiştir. Halkımızın 12 Haziran seçimlerindeki kararı bu açıdan hayati önemlidir.
12 Haziran seçimlerinde Halkımızın çıkarlarını temsil eden tercih, sivil diktatörlüğe karşı sivil demokrasinin ikamesi olacağı açıktır. Bunun için hazırlıklarımızı yapalım, alışkanlıklarımızı aşarak, dedelerimizin çağını bile temsil etmekten uzak içi dışı çürümüş partileri kendi halleriyle terk ederek, geleceği temsil edecek olan, 21. Yüzyılda uygarca, barış içinde bir arada yaşamın garantisi olacak olan, farklılıklarımızın hakkını anayasal, yasal ve kurumsal güvencelere bağlayacak olan siyasal yönelimleri destekleyelim.

Bu güç “emek, özgürlük ve demokrasi blogu”nun bağımsız milletvekili adaylarınca temsil edilmektedir. Örgütümüz THKP-C(Acilciler), bu güce, parlamentoda daha etkin bir biçimde halklarımızı temsil etmesi için tüm gücüyle destek olacaktır. 12 Haziran seçimlerinde halkımızın da görevi budur.

THKP-C (Acilciler)
27 Mayıs 2011

26 Mayıs 2011 Perşembe

YENİ ANAYASININ ÖZÜ VE HAKKARİ

Hasip Yiğitoğlu.
26 Mayıs 2011

Tarihin kendi yolunda akacağını anlamak için çok veri var belleklerimizde şimdi. Ne yaparsak yapalım hayatın kendi dinamiklerini üreterek yolunda akmasını önleyemeyeceğimizi, doğayı,doğanın yasalarını biraz anlayabilsek bu gerçeği kabul edebileceğiz galiba...

Doğada olduğu gibi,ortam ve zamana bağlı olarak ısı,buharlaşma ve yoğunlaşma neticesinde atmosferi milyonlarca metre küp su buharının,soğuk hava katmanlarına rastlayan buhar taneciklerinin havadaki toz taneciklerine tutunarak su damlaları haline dönüşmesinden alınacak dersler gibi mesela.

Birde rüzgarın şiddeti ve yönü etkisiyle bulutların sürüklenerek toz tanelerine tutunmadan üstümüzden hızla geçebileceklerini de hatırlayalım.

Şimdi yaşadıklarımıza bir göz atacak olursak, sosyal bilimler açısından doğanın önemi ve bizi armağan ettiği yasaları belki de biraz olsun anlayabiliriz. Doğada olduğu gibi,sosyal bilimlerde de ortam ve zaman ,toplumsal ve bireysel olarak gelişmen,evrimleşmenin en temel unsurlarıdır.Bir örnekle bu reel durumu şöyle açıklayabiliriz.. İnsan hakları ve hukuk açısından irdelenecek olursa, Türkiye toplumunun zaman açısından aşama, aşama bu duruma gelmesidir. Nasıl meta uğruna zamanla doğanın yasalarını hiçe sayarak dengelerini alt üst ederek kuraklığa neden olduysak, milli birlik ve beraberlik,milli şuur gibi sözleri geliştirerek, insani bakış açısını perdeleyerek demokratik değerleri hiçe sayarak toplumsal hayatımızı kurutmadık mı ! Yağmur yerine SİS. Akıl yerine, BETON gibi bir durum üretmedik mi !

Ortam açısından da bir örnek verecek olursak; cumhuriyet tarihi boyunca demokratik ortamların gelişmemesi için kaç darbe yaptık. Bu güne kadar açık veya örtülü bir şekilde olağan üstü şartların mahkemeleriyle düşünceyi yargılayıp durmadık mı! Sistemin yediden kendini yenilemesi için ne gerekiyorsa,çirkinlik,ahlaksızlık,zorbalık,talan,sömürü,cinayet,soykırım her şeyi yapmadık mı !. Halen bombalar,kurşunlar havada uçuşuyor.

Başa dönecek olursak, her zaman söylediğim gibi tarih kendi mecrasında ilerliyor.Bombalara,kurşunlara rağmen insani ve vicdani açıdan sistemin her türlü baskılarına aldırmayan,can bedellerini de içine alan demokratik hedeflere doğru yürüyüş sistematik bir refleksle gelişiyor.Sistemin kendini yenilemesi amacına yönelik iki yüzlü politikalar artık deşifre olmuştur. AKP nin iktidarını sürdürmesi ve sisteme yönelik yeni vizyonu başta olmak üzere,zaman ve ortam açısından karşılığını alıyor şimdi.Kanın ve göz yaşının sel olduğu bir dönemde insanların ilelebet duyarsız kalacaklarını düşleyenler,düşünenlerin akıbetleri tıpkı Hakkari de yaşananlar gibi olacağı herkesçe anlaşılmalıdır artık.Halkın olmadığı bir sistemin bekasının olmayacağının açıkça karşılığıdır bu.Güvenlik kuvvetlerinden kurulu sistemlerin siyasi literatürdeki karşılığı sadece Faşizmdir.

Ayrıca,Sistemin bekası uğruna geçmişten farklı olarak ötekileştirilen,yok sayılanların yeni toplumsal sözleşmenin yeni anayasanın temel öncüleri ve dinamikleri olacaklarını artık kabullenmekten başka çare kalmış mıdır acaba ! Başbakan Hakkari”ye gidiyor,kepenkler kapalı,kontaklar çalışmıyor.Kemal Kılıçdaroğlu gidiyor,Yeni Anayasanın özüne yönelik Avrupa standartlarına vurgu yapıyor.KCK tutuklularından haklı olarak adeta devletin özürünü iletiyor,KCK tutuklusu Hakkari belediye başkanını ziyaret ediyor.Dahası var,Milliyetçilikle özdeşmiş malum parti MHP Genel başkanı Diyarbakır”a miting yapmak için müracaatta bulunmuş.Bu veriler,herkese ders niteliğinde değil midir !

Sistemin geleceği,tek dil,tek bayrak,tek millet görüşü iflas etmiştir artık.Türkiye”nin geleceği ile tamamen zıt olan bu anlayıştan vaz geçilmelidir.Şimdi,kendimizi yaşadıklarımızı sorgulamanın zamanıdır.Geçmişimizle yüzleşerek iyileşir ve normale dönebiliriz.Yüzleşirsek,normale dönersek yalanların ve silahların önemi kalmayacaktır.

Böylece de Barışı yakalamış olmaz mıyız !........

hasipyigitoglu@homail.com

25 Mayıs 2011 Çarşamba

MAHMUT ALINAK

AYRI VARLIK Blog notu: Zaman gazetesi yazarı A Turan Alkan’ın, “Emek, Özgürlük ve Demokrasi Grubu” adına bağımsız milletvekili adayı Sayın Mahmut Alınak’a yönelik çirkin bir saldırı yapmıştır. Bu karalamaya karşı Sayın Mahmut Alınak’ın “ALLAH BELANI VERSİN” başlıklı yazısıyla cevap vermiştir. Bu konuda Mihrac Ural, dostu Sayın Mahmut Alınak’a yönelik saldırıları protesto etmiştir. Bu destek protestoya, Sayın Mahmut Alınak özel bir iletiyle teşekkür etmiştir. Yazışmaları tümüyle altta yayınlıyoruz.

ALLAH BELANI VERSİN

Mahmut Alınak kendi mahallesinin en haşarı, en ağzı bozuk delikanlısı olmakta yalnız değil; erkeği-kadını hemen hepsi öyle…”

Bu sözler, bu kolektif hakaret, Zaman Gazetesi köşe yazarı Ahmet Turan Alkan’a ait. Bugünkü yazısında böyle aşağılayıcı ve tahrik edici sözler sarf etmiş.Bu kolektif hakarete hakaretle cevap verilebilir. Ama ben bunu yapmayacağım.Allah belanı versin, diyorum. 25 Mayıs 2011

Mahmut Alınak”



SİZİ PROTESTO EDİYORUM

Mihrac Ural’dan Zaman gazetesi yazarı A. Turan Alkan’a

( Kimden: Mihrac Ural mircihan@gmail.com kime: A. Turan Alkan t.alkan@zaman.com.tr )


Sn. A. Turan Alkan,

Zaman Gazetesindeki köşenizde “En iyi Yumruğun bu mu?” başlıklı 25 Mayıs 20112 Çarşamba tarihli makalenizi okudum.

Makalenizde, siyasi kapsamda kalacak her görüşünüzü düşünme, dile getirme, savunma hakkınız olduğunu tartışmayacağım. Kendi adıma demokrasi algılarım gereği, karşıtlarımın düşünce özgürlüğü için mücadele etmeyi ilke edindim. Bu nedenle 12 Eylülden bu yana sürgün ve mağdurum. Bundan da onurluyum.

Ancak, düşünce ve kaygılarını topluma ileten insanların görüşlerini eleştirmek yerine, alternatiflerinizle kamuoyunu bilgilendirmek yerine, farklılığı ötekileştirme geleneğinizin genetik devamından kurtulmamış halinizle, Sayın Mahmut Alınak’ın, Sayın Öcalan’la görüşmesinden sonra dile getirdiği kaygılara, haklı ve bir o kadar önemli “çığlığa”, “Mahmut Alınak kendi mahallesinin en haşarı, en ağzı bozuk delikanlısı olmakta yalnız değil; erkeği-kadını hemen hepsi öyle” diye cevap vermenizi şiddetle kınıyorum.

Bu yaptığınız sokak kültürüdür. Türdeşlerinizin sıkıştığı yerde, çözümsüzlüğe düştüğü yerde akıl almaz bir kabalıkla her zaman bu tür lümpen söylemlere sarılmalarının bir tesadüf olmadığını ben gibi herkes çok iyi biliyor. Bu kültür bir siyasi görüş değildir ki saygı görsün. Bu sokak dili, kişinin içsel feveranıyla kendini tanımlaması olduğu kadar, mensup olduğu farklılıkları inkar politikasının tecellisidir. İşte bu algılar, tam da Sayın Mahmut Alınak’ın dile getirdiği, ve on yıllara dayanan siyasal mücadelemin, araştırma ve gözleme çabalarımın da aynıyla onayladığı haklı çığlığın nedenidir.

Bu ülke, daha ne kadar sizlerin derin milliyetçiliğin mahkumu olarak kan dökecektir. Daha ne kadar annelere gözyaşı döktüreceksiniz sorarım?

Bütün bunlara neden olan, özgürlük ve demokrasi karşısında gösterdiğiniz geleneksel ittihatçı tutum değimlidir. Cumhuriyetteki Osmanlıcılığınız değimlidir. Bu günün söylemiyle, Cemaatinizin İslam’daki Ümmet’te dile gelen ve tüm uluslara eşit bakmayı öneren takva ilkesini bile ayaklar altına alacak kadar gözü dönmüş milliyetçi ilkelliğiniz değimlidir?

Sayın Mahmut Alınak’ın ortak ülkemizi bekleyen tehlikeyi resmederken dile getirdiklerinden çok daha fazlasını söylemek yanlış değildir.

Söylemek bir yana, özgürlük hareketinin uzattığı barış ellerini durmadan kırmaya çalışan, sınır ötesi operasyon adı altında, soy kırımı gibi bir vahşetle saldıran, dış güçlerden teknik yardım, pilotsuz uçak, istihbarat alma çılgınlığıyla kendi vatandaşını katleden bir devlet politikasının ortaya koyduğu tablo sayın Alınak’ın tehlike diye dile getirdiği tablonun yaşanmış hali değil midir?

Ortak ülkemiz birimizin değil hepimizindir. Bunu bileceksiniz. Kaygılarımız ise bu topraklarda gerçek barışı, gerçek özgürlüğü ikame etmeye yönelik bir kaygıdır. Bu kaygıyı tehdit olarak görmek, sizin alışageldiğiniz tek boyutlu milliyetçiliğin refleksidir. Sizi bu açıdan mazur görürüm. Hatta acıdığımı bile söyleyebilirim. Ama hiçbir şey, kendinizi sokak kültürüyle tanımlama alışkınlıklarınızı, saygı duyulacak bir siyasi görüş yapamayacaktır.
Sizi ayıplıyorum.

Duhât-ı Etrak” diye işaret ettiklerini, Osmanlı aklınla “Etrak-i bila idrak” sanıyorsanız, yanıldığınızı görmekte geç kalmayacaksınız.

Sayın Mahmut Alınak’ın gösterdiği duyarlılığa gelince, bunu siz gibilerin İdrâk sorunuyla ilgili olarak görmeyiniz. Bu duyarlılık, "Gençler ölmesin, Ocaklar sönmesin" adı altında, hepimiz adına ortak ülkemize, üzerinde yaşayan halklara ve gelecek kuşaklara duyulan sorumluluktandır. Tarihimizle cesurca yüzleşme kararlılığındandır.

Sizi, bu toprakların barışı için kaygılı olanların vicdanına ve sorumluluğuna havale ediyorum.

Mihrac Ural
25 Mayıs 2011. Çarşamba


Mahmut Alınak’ın teşekkür iletisi:


Kimden: mahmut alinak alinakmahmut@hotmail.com
Kime: mircihan@gmail.com
tarih25 Mayıs 2011 17:05
konuRE: SİZİ PROTESTO EDİYORUM
gönderenhotmail.com
ayrıntıları gizle 17:05 (4 saat önce)


Sevgili Ural, Zaman yazarına yazdığınız cesur manifestoyu gözlerim dolarak alkışlayarak okudum. Çok, çok etkilendim. Evet, bir defa görüyorum ki, sadece Kürtler ve Türkler değil tüm insanlık sizin gibi duyarlı aydınların yaydıkları ışıkla kurtuluş yolunu bulacak ve gerçek demokrasiye, özgürlüğe kavuşacak. Binlerce yaşayın sayın Ural. Selam ve sevgilerimle

Mahmut Alınak

MEDYA YALANLARI VE SURİYE

Mihrac Ural’ın Notu; Şerif Yılmaz’ın yeni yazısı, bölgemizde oynanan çirkin oyunun medya zeminindeki çirkin suratını açığa vuruyor. Amerika-İsrail’in, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bölgemizin kaderindeki karanlık süreçlerin medya boyutu bu yasının konusu. Hangi araçlar, hangi yalan ve abartmalar, bire bin katarak sunulan kurgu görüntüler nasıl ve nerede oluşturuluyor, bu yazıda açıkça gösterilmektedir. Bölge devrimcileri olarak bizler tarafız. Bunu kim neye ve nasıl yorumlarsa yorumlasın biz tarafız ve taraf olmaya devam edeceğiz. Bunun sorumluluğuyla önce okura ve kamuoyuna gerçek bilgileri sunmayı görev edindik. Biz dün de bu günde bölgemize yönelen Emperyalasit-Siyonist ve Arap gericiliği saffına karşı, Filistin, Lübnan ve Kürt halkının direnişinden yanayız. Direnen, ıslahatlarını yapan, halkıyla daha çok bütünleşen, Kürt sorununu aşan Suriye’den ve bölge halklarından yana saf tuttuk. Bu safın tüm bedellerini ödemeye de hazırız. Şerif Yılmaz’ın makalesini birlikte okuyalım….

MEDYA YALANLARI ve SURİYE

Şerif YILMAZ
22 Mayıs 2011

Ortadoğu da Amerikan çıkarlarına karşı ilkeli dik duruşundan taviz vermeyen Suriye yönetimi, gerek bölge gericiliği ve gerekse uluslar arası tekelci medyanın toplu saldırısına maruz kalmaktadır.

Her türden bilgi kirliliğinin, objektif olmaktan uzak, derme çatma, düzmece montaj haberlere dayalı yalancı şahitlerin ifadesiyle "son dakika" – "acil haber" adıyla uluslar arası medya üzerinden pazarlanması ayyuka çıkmıştır. Gerçek dışı aktarımların taşıdığı çelişkilerin kısa sürede belirginleşmesi, başlangıçta halkın bilincinde soru işaretleri bıraksa da “haberi” pazarlayanların içine düştükleri traji-komik duruma önemli bir gösterge oluşturmuştur.

Bu süreçte ülkemiz devrimci demokrasi güçlerinin, genel olarak dışarıdan aldıkları duyumlar ve daha çok uluslar arası medya haberlerinden etkilenerek cılız kalan, utangaç tavır ve ikircimli tutumları, unutulmaması gereken bir eleştiri konusudur. Bölge devrimci demokrasi etkinlikleri her koşulda, “Amerikan ve İsrail çıkarlarına karşı, halkından aldığı destekle, bölge halklarının direniş kalesi Suriye yönetiminin yanında yer alacağız” açıklamalarını dile getirirlerken, ülkemiz devrimcilerinin genelde seyirci kalması manidardır.

Daha önceki yazılarımızda bölge gelişmelerini, Suriye halklarının haklı demokratik taleplerine dayalı muhalefetin durumunu ve türlerini, yönetimin aldığı reform kararlarını hayata geçirmek üzere ne ölçekte ciddi adımlar atmakta olduğunu, ayrıntılarıyla aktarmıştık. Bu anlamda Suriye’de yaşanan olaylar muhalefet adına barışçıl özgürlük taleplerini aşarak, Amerika’nın bölgemize dayattığı Büyük Ortadoğu Projesinin (ki doğum sancılarının 2006 Lübnan-İsrail savaşında başladığı, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condalisa Rice tarafından ilan edilmişti) hayata geçirilme çabalarıdır.

Bu süreçte bilcümle ülkemiz yöneticileri çok onursuz bir tutum sergileyerek, İsrail’i rahatlama adına bir kez daha Amerika’nın kuklası olmaktan kurtulamamış, ikiyüzlü kirli siyasetin uygulayıcıları durumuna düşmüşlerdir. Bu projenin (BOP) hayata geçirilmesi için Suriye yönetiminin reform çabaları engellenmeye, önü kesilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte istenilen reformlar değil, Suriye’nin bölge halkları nezdinde direngen tutumunun kırılması ve diğer Arap ülkeleri gibi teslim olarak, İsrail’in rahatlatılmasıdır. Böylelikle de Cihad adıyla, İslami emirlik kurma adıyla her türlü maddi manevi, askeri, lojistik, dış destekle zorlanan saldırılarda Suriye yara almıştır.

Bugün daha çok adeta özel harbin psikolojik savaş yöntemleriyle, bir halkın, bir ülkenin birliğine, bütünlüğüne, iç işlerine doğrudan saldırı anlamında gündeme gelen, kimi medya haberlerinin kirliliğine dikkat çekmek gerek. Hiçbir mesleki ahlak, araştırmacı, sorgulayan, karşı tarafı da dinleme, objektif olma kaygısı taşımayanların, bölge halkları aleyhine karanlık odalarda projelendirerek kendini açığa vurduğu, bazı haber kurgu sunumlarını çelişkileri örnekleriyle aktarmaya çalışacağım. Zira komşu ülke Suriye'de yaşanan olayların yarın kendi ülkemizde emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda halklarımızın başına bir çorap gibi örülmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Psikolojik savaşın piyonları

Suriye’de yaşanan olaylara ilişkin başrollerde özellikle BBC (Ar.), France 24, Al Jazera, Al Arabia, Barada, Orient, Al Hurra gibi Amerikancı, Fransız, İngiliz ve bölge gericiliğinin kalesi durumundaki Suudi Arabistan ve Katar yönetimlerinin televizyon kanallarında dönüşümlü olarak dile getirilen “haberler” dikkat çekicidir. Bu konuda ülkemiz medyasının geri kalır bir yanı olmadığı gibi, gerek görsel gerek yazınsal anlamda yukarıdaki benzerlerinden hiçte farklı bir özellik göstermediği açıktır. İki yüzlü, taklitçi, sahibinin sesi bir misyon içinde yuvarlanır gider, al birini vur ötekine hesabı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine İngiltere-Fransa-Almanya ve Portekiz tarafından sunulan bir önergeyle Suriye aleyhine karar alınması talebinin, özellikle Rusya ve Çin'in ağırlığını koyarak reddedilmesinin ardından (27 Nisan 2011), son bir kaç hafta içinde yaşananları kısa cümleler halinde okuyucunun dikkatine sunalım:

Karardan bir gün önce Deraa kendinde yaşanan olayların sıradan güvenlik önlemleriyle çözülememesi üzerine, halkın yoğun talebi doğrultusunda Suriye ordusuna ait askeri birlikler 26 Nisan 2011 sabahında Deraa şehrine girmişlerdir. Zira cihat çağrısı yapılarak selefi-Cihadi (Tekfiri) radikal dinci çetelerin kendinden olmayan herkese, özellikle asker-subay ve güvenlik güçlerine karşı "bunlar siyonisttir katli helaldir, haydi cihada" nidalarıyla işlediği korkunç cinayetler, toplumun tüm kesimlerinde büyük infialler yaratmıştı. Özel harpçi kiralık medyaya gün doğmuş, projenin uygulanmasında aldıkları görevle; ısrarla, bile bile, düzmece, yalan yanlış haberleri, bıkmaz usanmaz saldırılarla, tek yanlı olarak, tekrar tekrar halka empoze etmeye çalışan bu çevreler, sırça köşklerinin karanlık odalarında (Show room-Pal talk) görev başına geçtiler. Kirli haber senfonisi başlıyordu:

26 Nisan 2011. BBC, France 24, Al Jazera, Al Arabia, Barada TV kanalları söz birliği etmişçesine, sabahın erken saatlerinde; "4. ve 5. Tümene bağlı zırhlı birlikler Deraa'ya girdi. Şehrin dört bir tarafı kuşatılmış durumda, yoğun roket atışı var, Omariye camiinin minaresi yıkıldı. Cami yakınındaki evlerin damlarına 300 özel suikast timi yerleştirildi. Hareket halindeki herşeye ateş ediliyor, caddeler ölü ve yaralılarla dolu, ambulansların yaralıları almasına izin verilmiyor. 4. Tümenin başında Cumhurbaşkanının kardeşi Mahir El Esad görülüyor..." son dakika haberleri "canlı şahit"lerle desteklenerek renklendiriliyor.

*"Canlı şahit" siyasi aktivist muhalif Abu Kasem (Al Arabia TV) saat 09.00: "Panzerler şehrin her tarafına girdiler. Elektirik, su ve telefon hatlarımız 3 gündür kesik. Çocuklarıma süt alamadım, ekmek bulamıyoruz, şehirde açık yer yok. Caddelerde 50 ceset gördüm. Herkese herşeye ateş ediyorlar. Suriye televizyonu Deraa'da ekmek-süt-ilaç sıkıntısı yok diyor, hepsi yalan. Bize yardımcı olun.."

-Sabahın bu saatinde şehri dolaşabiliyor, 50 ölü sayıyor, 3 gündür elektriği olmayan bir ilde cep telefonunu neyle şarj ediyor, Suriye televizyon haberlerini nasıl takip edebiliyor? Hani elektrikler 3 gündür kesikti ya!

***************

*"Canlı şahit" Abdullah Deraa'dan arıyor (Al Jazera TV): "Suriye ordusu katliam yapıyor. Kannaslarla (özel suikastçılar) ateş ediyorlar, sabahtan beri 20 kişi öldü. Kimsenin sokağa çıkmasına izin verilmiyor, zor durumdayız, allah aşkına sesimize kulak verin. Dinleyin dinleyin uçaksavarlarla sürekli ateş ediyorlar (-sessizlik ve telefon konuşmasına makineli tüfek sesleri eklenir). Bu ara spiker; "peki sen neredesin, olan biteni nasıl görüyorsun, kimler var bu ordu birliklerinin başında" sorusunu sorar, "canlı şahit" Abdullah; "Valla ben onların 300 mt. Uzağında, eski Deraa şehir merkeziyle Deraa Beled arasındaki bir vadideyim. Birliklerin başında Mahir El Esad var, işte şimdi bir subay ona askeri harekatla ilgili bilgi veriyor, görüyorum".

-Sokağa çıkma yasağı var, kannaslar herkese ateş ediyor ve sen 20 ölü sayabiliyorsun? Sürekli uçaksavar atışı altında, bir subayın, hemde 300 mt uzaktan Mahir El Esad'a verdiği raporu duyabiliyor ve aynı zamanda vadide olduğunu söylediğin koşulda bile, olan biteni görebiliyorsun. Pes doğrusu...

***************

*5 dakika sonra yine "canlı şahit" Abdullah, bu kez Şam-Duma'dan BBC'yi "siyasi aktivist" olarak arıyor: "Güvenlik güçleri Duma'da terör estiriyor, halkı katlediyor. Hürriyet talebinde bulunan, silahsız barışçıl gösteri yapanlara ateş ediliyor. 5 kişi öldü, onlarca yaralı var. Yaralıları tutuklanırlar korkusuyla hastaneye götüremiyoruz. Nerede insan hakları örgütü, nerede Birleşmiş Milletler" ..."siyasi aktivist Abdullah'la telefon bağlantımız kesildi."

-Az önce Deraa'dan aynı ses tonu ve lehçeyle Al Jazera TV'yi "canlı şahit" olarak aramıştın Abdullah. Başka kanalı arayınca açığa çıkamayacağını mı düşündün. Bu ne sürat, ışık hızıyla mı gidiyorsun. Ne çabuk 5 kişiyi öldü diye teşhis ettin, Deraa ile Şam-Duma arası 120 km. Milletin aklıyla dalga mı geçiyorsun?

Bu haberlerin peşisıra akşam saatlerinde Suriye televizyonu Deraa'ya giren askeri birliklerin pozisyonunu göstererek, yaşanılan çatışmaları ve kayıpları hakkında bilgi verir. Görüntülerin seyri içinde Omariye Camii minaresinin yerinde olduğu ekranlara yansır. Duma mahallesinde yapılan canlı TV bağlantısında ise hürriyet talebiyle gösteri yürüyüşü yapanların arasına dışardan katılan bazı insanların (mahalle sakinlerinin ifadesiyle), silahsız asayiş polislerine saldırarak ateş ettikleri bilgisi verilir. Göstericilerden kimse ölmemiş, 2 polis memuru yaralanmıştı.

***************

28 Nisan 2011. Silahlı kuvvetlerin resmi açıklaması: "...Deraa kentinde cihat talebiyle bölge halkına, özel ve kamuya ait birçok yere saldırılarda bulunan silahlı çetelere yönelik mücadelemizde subay-astsubay ve erlerden 78 şehit verdiğimizi, güvenlik güçlerinden 300 kişinin yaralı olduğunu kamuoyunun bilgisine sunarız. Çete elemanlarından 10 kişi öldürüldü 499 kişi gözaltına alındı. Ele geçirilenlerin itiraflarıyla, kendilerine maddi-manevi destek sunan iç ve dış çevreleri, el konulan silah ve patlayıcı maddelerle birlikte bilahire halkımızın bilgisine sunacağız. Mücadelemiz bölgede barış ve huzur inşa edilene kadar devam edecektir."

Bu açıklamanın ardından yakalanan eli kanlı çete mensuplarının itirafları, insanın kanını donduracak türdendir. Cami imamlarının cennet vaadiyle verdiği fetvalara paralel ölü ve yaralı asker-subay ve sivil memurlara reva görülenler hiçbir özgürlük talebiyle bütünleştirilemez. Tek kelimeyle vahşet ! Bu süreçte yaşanan kimi olaylara gelince;

• Deraa-Nova ilçesinde Golan sınırına yakın alanlarda nöbet tutan askerler kurşunlanarak öldürülür. Cesetleri parçalanır, yakılır.
• Aynı ilçenin polis karakoluna sabaha doğru yapılan baskınla içindekiler katledilir. Yaralı durumda olan iki memur canlı canlı kesilir, boğazlanır.
• Deraa-Sayda bölgesi askeri lojmanlarına barışçıl özgürlük gösterisi yapıyoruz sloganlarıyla gelenler, tekbir sesleriyle cihad çağrısında bulunarak çoluk-çocuk-kadın demeden ateş açmaya başlarlar. Çok sayıda ölü ve yaralı olur.
• Deraa-El Arız bölgesi. Otobana barikat kurularak insanlar kimliklerine göre "yargılanır", bölge karakolu basılarak ateşe verilir.
• Deraa-Şam otoyolu kesilir. Ürdün sınırından gelmekte olan zırhlı banka aracı saldırıya uğrar, bölgeye yönlendirilen itfaiye aracı parçalanır, terör estirilir.
• Şam-Bousra beldesi polis karakolu cihad çağrısıyla silahlı saldırıya uğrar. Ölü ve yaralı insanlar var.
• Lübnan sınırındaki Homs-Telkeleh polis karakolu ağır makineli silahlarla saldırıya maruz kalır, ölü ve yaralılar arasında nöbetçi subay-astsubaylar var.
• Homs-şehir merkezi ve ilin değişik bölgelerinde terör estirilir. Sivil halktan, polis ve askerden onlarca ölü ve yaralı var.
• Homs-Telbisi bölgesinde otoyol trafiğe kesilir. İnsanlar kimliklerine göre sorgulanırlar. Seyyar silahlı motorsiklerle rastgele ateş açarak korku ve panik yaratırlar. Ölü ve yaralı var.
• Banias (Lazkiye-Tartous arası) otoyolunda mubit subay-astsubat ve erleri taşıyan askeri konvoy pusuya düşürülür. 9 subay-er-erbaş ölür, 10'larca yaralının hastaneye taşınmasına engel olunur. Yaralıları almaya gelen Ambulanslar kurşunlanır.
• Lazkiye-Barışçıl Cuma gösterilerinin peşisıra geceyarısı damlardan asker ve polislerin üzerine el bombası atılarak ateş açılır. 3 ölü 9 yaralı.
• Lazkiye-Cable ilçesi. Silahlı bir grup ikindi namazından sonra cihad çağrısında bulunarak mezhep çatışmasını körükleyici küfür ve sloganlarla sivil insanların oturduğu binalara rastgele ateş açarlar. Yaralanmalar olur, güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girerler.

***************

Kısa başlıklarla aktarmaya çalıştığım bu bir kaç olayın arkasında ne kadar derin ilişkilerin olduğunu, Amerikan-İngiliz ve İsrail Dışişleri sözcülerinin açıklamalarında yakalamak mümkün. Bakın aba altından sopa gösteren son açıklamalarında ne diyorlar; "Suriye istikrara kavuşabilir. Ya İran'la, Filistin Hamas örgütü ve Lübnan Hizbullah hareketiyle ilişkilerini keser ve İsrail'le barış görüşmelerine oturur istikrara kavuşur. Ya da içine düştüğü sıkıntıları yaşamaya devam eder, sonuçlarına katlanır". Burada verilen mesaj iğrenç; ya teslim olur huzur ve istikrar içinde istediğiniz liderle yaşarsınız ve kimse aleyhinizde konuşmaz ya da iktidarınızı yıkmak için biz sizi rahat bırakmıyacağız, eylemlere, kışkırtmalara devam edeceğiz deniliyor.

Yeniden konumuza dönecek olursak:

*26 Nisan 2011. Saat 15.30 Şam. İnternet Google Map'te Şam'ın en büyük sahalarından biri olan Abbasiye sahasının adı, "Gösteri sahası" ya da "Toplantı sahası" olarak değiştirilir. Google'un Ortadoğu temsilcisi Vail Ğanim'in bir Amerikan ajanı olduğu basına yansır, isim değişikliğini sıradan bir hatadan ziyade, programlanmış toplu saldırının bir parçası diye değerlendirmek yanlış olmasa gerek..

*27 Nisan 2011-Halep. Al Jazera televizyonu; "100'lerce Halep Tıp Fakültesi öğrencisi Tabipler Birliği önünde protesto gösterileriyle Beşşar Esad yönetiminin yıkılması için slogan atarlarken, güvenlik güçlerinin saldırısına uğrarlar. Yapılan saldırıda Abdulvahap El Celep öldürülür".

-Olay tam anlamıyla bir tertip olup, Halep halkının uyanıklığıyla açığa çıkarılır. Tabipler Birliği önünde üzerlerine beyaz önlük giymeye çalışan 7-8 kişilik küçük bir grup davranışlarıyla dikkat çeker ve bu hareketlerini cep telefonuyla "işte Halep'li doktorların protestosu" adıyla da kaydetmeye çalıştıkları anlaşılınca, yöre halkının tepkisine maruz kalarak ahaliden dayak yerler. Doktor olmadıkları anlaşılan bu kişileri linç edilmekten emniyet güçleri kurtarır. Al Jazera televizyonu yukarıdaki haberi verir. Ayrıca aynı gün, Albulvahap El Celep adlı vatandaş hakkında çıkan haberlerin tümüyle yalan olduğunu söyleyerek, ölmediğini, ailesiyle birlikte Suriye televizyonuna çıkarak Al Jazera'nin yalanlarını karşı tepkisini canlı yayında dile getirir.

***************

*Al Jazera televizyonunun Lübnan müdürü Ğassan Bin Ciddo görevinden istifa etti. "Al Jazera şeffaflığını yitirmiştir. Güneş balçıkla sıvanamaz. Hiç kimse adına yalancı şahitlik yapmam. Suriye'nin hedef alınması, bölge direniş hareketlerinin hedef alınmasıdır. Ben bu sürece ortak olmayacağım için görevimden istifa ettim" demiştir.

*Yine Al Jazera televizyonunun önemli yorumcu ve haber spikerlerinden Luna Şibli kanaldaki görevinden istifa etmiştir. “Uluslar arası gerici güçlerin İsrail'i rahatlatmak üzere, Amerikan yönlendirmeleriyle Suriye'ye yönelik saldırılarına ortak olamam. Yalan yanlış haberleri gerçekmiş gibi sunmayı kişiliğime hakaret sayarım. Haber tarzlarını meslek ahlakıma aykırı gördüğüm için Al Jazera'den istifa ettim” diyerek onurlu aydın insan tavrını sergilemiştir.

*Aynı sürece Orient televizyonunun kimi stüdyo yöneticilerinin istifalarını da ekleyebiliriz. Stüdyo içinden; sanki Deraa'dan, Homs'tan, Banias’tan aranılıyormuş gibi aktarılan yalan yanlış "canlı şahit", "siyasi aktivist", "insan hakları savunucusu" haberlerine olan tepkilerinin sonucunda, mesleki kariyerlerini ayaklar altına almadan istifa eden şerefli insanların sayısı her geçen gün daha da artmaktadır.

***************

*Al Arabia televizyonu Deraa'dan "canlı şahit"lerin çektiği fotoğraf karesini haber olarak ekranına dayar. "Silahlı çatışmaların yaşandığı Deraa'da halk sokakları terketmiyor" başlığıyla görüntü peşpeşe seyirciye aktarılır.

-Aynı günün akşamı Suriye televizyonunca; Al Arabia TV tarafından ekrana dayatılan, sokak gösterileri ve yanmakta olan bir yer görüntüsünün gerçek kaynağı açıklanır. Fotoğraf karesi Tunus'ta yaşanan halk hareketinin bir kesitine aittir. "Kelimet El Tunus" adlı web sitesinde yer alan aynı görüntü karşılaştırmalı bir şekilde ekrana yansıtılır. Al Arabia Tunus bayrağı taşıyan gençlerin elindeki bayrağa müdahale ederek, süreci "canlı şahit"lerin çektiği fotoğraf adıyla Suriyelileştirir. Yine takkesi düşer, keli görünür.

-Yine benzer bir olayı Al Jazera televizyonu da yapar. Mısır'daki gösterileri Suriye'de olmuş gibi birkaç değişiklik, foto-montaj faaliyetiyle ön cephedeki Mısır bayraklarını Suriyelileştirir, görüntünün arka cephesine denk düşen Mısır bayrağı gözden kaçınca foyası ortaya çıkar, takkesi düşer.

***************

*28 Nisan 2011. Al Jazera Mubaşır (canlı) TV'den "son dakika" haberi: "Lazkiye Amerikan mahallesinde yüzlerce kişi sokak gösterileriyle Beşşar Esad yönetiminin yıkılmasını sloganlarla haykırıyor, özgürlük istiyor." Görüntü üzerine zoom yapılarak tekrar tekrar ekran dolduruluyor.

-Böyle bir gösterinin var olup olmadığını araştırırken, Suriye televizyonunu arayıp adının Corc olduğunu söyleyen kişi bakın Al Jazera'yi nasıl yalanlıyor: "Verilen görüntüde ben de varım. Ancak bu görüntü 2010 yılının, yani geçen senenin Hıristiyan yumurta bayramı şenliklerine aittir. Amerikan mahallesinde olduğu doğrudur, ama Başkan Beşşar Esad'la hiçbir ilgisi yoktur. Bu sesleri nereden montaj etti bu sahtekarlar!" demiştir.

***************

*Al Arabia televizyonu, Yaser Kashour adlı vatandaşın barışçıl gösteriler sırasında güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu vurularak öldürüldüğünü "son dakika" haberi olarak verir.

-Aynı günün akşamı ölen Yaser Kashour'un ailesi Suriye televizyonuna açıklamada bulunurlar. "Oğlumuz barışçıl gösteriler sırasında polis tarafından değil, provokatörler tarafından, damdan açılan ateş sonucu öldürülmüştür. Polisler göstericileri arka taraftan ve silahsız olarak takip ediyordu. Oğlumuz ön taraftan, polisin olmadığı yönden açılan ateş sonucu ölmüştür. Al Arabia haberleri gerçeği yansıtmamaktadır".

***************

* Al Jazera, Al Arabia televizyonu. Son dakika flaş haber… “Deraa’da, iktidardaki Baas partisinden toplu istifalar başladı, Homs ve Banias’ta da benzer istifalar beklenmekte”, “Deraa Müftüsü Rızk Abazid görevinden istifa etti” ayrıca, “Homs bölgesinin en büyük aşiretlerinden El Hsına aşireti, başkan Beşşar Esad’a olan desteğini çektiğini bildirdi” açıklamalarıyla ekranlar dolduruluyor.

-Bu haberler üzerine, Suriye ve Lübnan’da yaşayan El Hsına aşiretleri şeyhi Nevvaf Abdulaziz aşiret meclisi adına oğlu şeyh Trad El Mülhim’i görevlendirir. Şeyh Trad, aşiretleri hakkında yayınlanan asılsız haberleri kınayarak, aşiretlerinin Başkan’a olan destek ve güven mesajını Al Dunia adlı özel TV’nin programından kamuoyuna iletir. Ek olarak İstanbul’da düzenlenen muhalifler toplantısında aşiretlerinin adını alarak konuşma yapan şahsın aşiretlerini bağlamadığını ifade ederek, vatanları Suriye’yi her türlü komplo ve saldırılara karşı Başkan Esad’ın yanında yer alarak canlarını feda etmek pahasına savunacaklarını canlı yayında dile getirir.

-Baas partisinden toplu istifalar haberine gelince; olay Deraa bölgesinde partiden istifa eden iki milletvekili tarafından, istifalarını geri çektiklerini ilan eden düzeltmeyle kamuoyuna aktarılır. Banias ve Homs’ta toplu istifalar denilecek bir sürecin yaşanmadığı da açığa çıkmış, Al Jazera utanmadan yalanlarına devam ederek, istifasını geri çeken iki milletvekilinin haberini pas geçmiştir.

***************

*29 Nisan 2011.BBC, France 24, Al Hurra, Al Jazera, Al Arabia, Barada, Orient kanalları; "Flaş Flaş Flaş.. Suriye Ordusunda bölünme. Deraa'da yaşanan olaylardan dolayı 5. Tümen komutanı Liva Muhammed El Rifai, 4. Tümen komutanı Mahir El Esad'la çatışarak görevini terk edip isyancıların safına geçti."

-Aynı gün adı geçen komutan Liva Muhammed El Rifai'nin Suriye televizyonuna verdiği demeçten; "Ben bundan 10 yıl önce, yani 2001 yılında yaş haddi gerekçesiyle şerefle görev yaptığım silahlı kuvvetlerden emekliye ayrılmış bir subayım. Bu yüzden ne 5. Tümen komutanlığım, ne de 4. Tümenle bir çatışmam söz konusu olamaz. Ülkemize yönelik saldırılar karşısında Sayın Başkanımız Beşşar Esad'ın komutasında kanımın son damlasına kadar görev üstlenmeye hazır olduğumu kamuoyu önünde şerefle açıklarım." Yoruma gerek var mı?

***************

*30 Nisan 2011. Homs-Resten. BBC, France 24, Al Jazera, Al Arabia; "Ordudan kaçan askerler isyancılara katılıyor, isyancılar askerleri çiçeklerle karşılayıp omuzlara alıyorlar" haberleri bir gün öncesinin yalanlarını kapatmak için "acil" logosuyla peşpeşe aktarılıyor.

-Çıkan haberleri şaşkınlıkla izleyerek, olayları yerinde bizzat yaşayan Resten insanı canlı yayında bakın ne diyor; "Bir süredir bölgede cihad çağrısıyla cinayet işleyip terör estiren eşkiyaları ordu birliklerimiz defetmiştir. Bu eli kanlı cinayet şebekelerinin ıslahat diye bir dertleri yok. Bölgemizin kiralık katillerden temizlenmesi üzerine, halkımız sevgi ve şükran duygularının ifadesi olarak askerleri bağrına basmış, onlara çiçek vererek omuzlarında taşımıştır. Bozguncu TV kanallarında yansıtılan, halkın omuzlarında görülen eli silahlı asker, görev yerini terk eden değil, görevini başarıyla tamamlayan askerdir. Al Jazera Suriye halkını tanımıyor ya da tanımak istemiyor. Bulanık suda avlanmasınlar."

***************

*Senfoniye Türkiye medyasından ek katılım; “Suriye’den Türkiye’ye Göç Dalgası Başladı”, “Sınır tellerini aşan 250 Suriye vatandaşı ellerinde Türk bayraklarıyla ‘Türkler gibi yaşamak istiyoruz’, ‘Özgürlük İstiyoruz’ sloganlarıyla Türkiye’ye sığındı”, “Onbinlerce Suriyeli sınırda bekliyor”…

-Türkiye’nin ABD’ye endeksli bölge senaryolarına ilişkin ikircimli tutumu, Erdoğan’ın kirli siyasetinde gerek Kürt özgürlük hareketine ve gerekse bölge halklarına karşı duruşunda kendini ele vermiştir. Suriye yönetimini düne kadar kardeş, dost ülke aldatmacalarıyla kendi halkına karşı sunanlar, takiye yaparak U dönüşüyle ikiyüzlü politikalarını Büyük Ortadoğu Projesinin uygulayıcı aktörleri olarak, bir kez daha yansıtmışlardır. Böylece ısmarlama göç haberlerinin önceden planlandığı, sınırı geçenlerin anında medyada flaş haber olarak yansıtılmaları gerçeğinde sırıtmıştır. Hedef Suriye devrimci yönetimine karşı güvensizlik ve şaibe yaratarak, olası bir askeri müdahaleye halkı nezdinde insan haklarını savunuyoruz adıyla alt yapı oluşturmak. Bu süreçte özellikle son bir ay içinde ve bölge halklarının, aydınlarının gözünden kaçmayan, Türkiye’nin sözüm ona Suriyeli muhaliflere sağladığı Amerikan ve İsrail tandanslı destek programları unutulmamalıdır.

***************

*6 Mayıs 2011-Cuma. BBC, France 24, Al Jazera, Al Arabia. Flaş, flaş, flaş… "İkibin kişi özgürlük, Deraa Şehitlerine Selam Olsun, Beşşar Esad yıkılsın sloganlarıya Kamışlı'da yürüdü" haberi yoğunlaştırılmış zoomlarla tekrar tekrar televizyon ekranlarına yansıtıldı.

-Suriye televizyonu, özellikle yeni reform çalışmalarının da uygulamaya geçilmesine paralel her tür gösterilerden canlı olarak kesitler aktarmaya başlamıştı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kamışlı bölgesindeki gösterileri, Suriye'de dikkate değer en demokratik hak talebinin ifadesi olarak adlandırabileceğimiz muhalefeti temsil eder. 7-8 haftadır belli bir trend içinde sürdürdükleri barış içinde bir arada yaşama, reformların, özgürlüklerin genişletilmesi, ekonomik durumlarının iyileştirilmesi vb. sloganlarını yaklaşık 400-500 kişilik bir toplulukla dile getirdikleri canlı yayında görülmüştür. Ekonomik, sosyal ve siyasal haklarının daha demokratik bir noktaya getirtilmesinin yapıcı talebini seslendirmektedirler.

***************

*6 Mayıs 2011.Şam-Berze Al Jazera: "Cuma namazından sonra Berze bölgesinde 1000'lerce kişilik protestocu gruba karşı 3 tankın bölgeyi kuşatmış olduğu, sokaklarda güvenlik güçlerinin göstericileri zor kullanarak dağıttığı haberleri "acil" koduyla anons edildi."

-Oysa yaşam tüm sakinliğiyle devam ediyordu. Canlı yayına takılan insanlar Al Jazera'nin "Berze 3 tankla kuşatılmış durumda" haberi üzerine sokaklara inerek, tankların nerede olduklarını sorgular hale gelmiştir. Trafik polisinin canlı yayında araçlara, insanlara yön veren imajı, Al Jazera'nin yalanlarını bir kez daha açığa çıkarıyordu. Ayrıca Berze'deki caminin değil 1000'lerce kişiyi, yüzlerce kişiyi dahi barındıramayacağı da vatandaşın ifade ettiği işin bir diğer yanıydı.

***************

*6 Mayıs 2011. Homs Al Jazera televizyonu; "Homs Üniversitesi yurdunda 100'lerce öğrenci Beşşar Esad'ın iktidardan çekilmesi için gösteriler düzenledi"ği haberi tersten çekilmiş bulanık görüntüler ve net duyulabilen sloganlarla ekrana yansıtılıyor.

-Akşam saatlerinde yurt müdürünün televizyon karşısında basına yaptığı açıklama; "Bugün yurtta kalan öğrenci olmadığı gibi, kimsenin dışarıdan gelip gösteri yapması da mümkün değildir. Ayrıca kamera kayıtları bu söylediklerimi doğrular özelliktedir." Diyerek Al Jazera'yi yalanlar.

***************

*6 Mayıs 2011. Deraa-BBC. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Faruk El Şara'nın yeğeni olduğunu iddia eden kız, haykırışlar içinde amcasından haber alamadığını, onu tutukladıklarını hatta öldürmüş olabileceklerini, neden televizyona çıkarmadıklarını ağlamaklı sözlerle aktarır. BBC muhabiri kafa bulandıran mesaj ve sistemde çatlaklar arar, sorularla "yeğen" kızdan daha çok şey almaya çalışır.

-Aynı gün, çok kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı yardımcısı Faruk Şara'nın Şehitler Günü dolayısıyla yapılan protokolde yer aldığı, meçhul asker anıtının önünde Cumhurbaşkanı Beşşar El Esad'la tokalaşması TV ekranlarına canlı olarak yansır.

***************

*9 Mayıs 2011-Deraa Müftüsü Rızk Abazid, Deraa’da yaşanan olayların sona ermesinden sonra, Suriye televizyonuna çıkarak istifa ettirilmesinin arkasında yatan gerçekleri kamuoyuyla paylaşır.

“Cihat çağrısında bulunan eli kanlı silahlı çetelerin kendisini Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’la Deraa’nın sorunlarını görüşmek üzere giden heyete katıldığı için hainlikle suçlayarak, müftülükten istifa etmesini yoksa ailesiyle birlikte öldürüleceğini” anlatır. Süreci değerlendirirken, “barışçıl gösterilerin istismar edilerek bölgede oynanmak istenen oyunlara, Suriye’ye yönelik komşu ülkelerden gelen komplo saldırılara, ordu birliklerine kurulan pusuda öldürülen asker cesetlerinin parçalanmasına” dikkat çeker. “Bizim İslam anlayışımıza ters düşen şeyler bunlar, ülkemizi bölmek isteyen projeler hayata geçirilmek isteniyor, çok dikkatli olmayız. Bu yüzden istifamı geri çekiyorum, görevimin başındayım” der.

-İlginçtir ki bu canlı flaş açıklamalar ne Al Jazera ne de diğer haber kanallarında öne çıkarılmaz, sıradanın altında bir alt yazı haberi olarak es geçilir. Yorumu okuyucuya bırakıyorum.

***************

Bunlara benzer günü birlik yüzyerce yalan, abartıya dayalı haberlerle, direnen Suriye yönetimine karşı saldırılar sürüyor. Ülkemizde kimi kanalların ana haber bülteninin açılış haberi olarak; "Alevi Suriye Yönetimi Sünni Kentleri Tanklarla Kuşattı. Sokaklar Cesetlerle Dolu", "Suriye sınırında 10.000 kişinin Türkiye'ye iltica etmek üzere beklediği" haberinden, 500 kişiyi bile zar zor sığacak küçük bir bulvara binlerce göstericinin geldiğini söylemeye, 5.000 kişilik nüfusa sahip bir beldede 10.000 kişinin sokağa döküldüğü iddiasında bulunmaya kadar uydurma, çarpıtma haberler…

***************

En ilginci de dün bildik haber kanallarına yansıyan flaş haberdi. Başrolde Al Arabia ve Al Jazera televizyonu. Dikkatle takip edin;

21 Mayıs 2011-Al Arabia TV: “Ahmet Abdullah Bayasi’nin itirafları Suriye Ordusunun Banias-Bayyada bölgesinde gözaltına alınanları ayaklarıyla çiğnediğini, işkence yapıldığını ispatladı.” (Flaş haberin arka görüntüsünde; silahlı askerler yere yatırılmış elleri bağlı insanların üzerine spor ayakkabılarıyla çıkıp, zıplıyor, tekme atıp, işkence ediyor -ki, bu görüntülerin Irak’ta işgalci ABD askerleri denetiminde çekilmiş olduğu daha önce açığa çıkarılmıştı). “Bayasi bu itiraflarından dolayı gözaltına alınıp işkencede öldürülerek cesedi kaybedilmiştir” (Faili meçhul).

Aynı gün bu haberin peşi sıra Al Jazera TV: Adeta sürecin 3. Hattında yer alan biri gibi ayrıntı bilgiyle insan hakları savunuculuğuna soyunur, Ahmet Abdullah Bayasi’nin “yaşadıklarını” rapor ediyor; “Ahmet Abdullah Bayasi siyasi aktivist, muhalif. Banias-Bayyada bölgesinde Suriye Ordusunun katliamlarını deşifre ettiği için istihbarat elemanlarınca gözaltına alınıp Şam’a götürülür. Sorgusunu 285. Şubede bizzat İstihbarat Dairesi Başkanı Tuğgeneral Ali Memluk yapar, sorguda öldürülür. Devrim şehitlerine katılır, cesedi ailesine teslim edilmeyip olay inkar edilmektedir.” Haberin arka fonunda ise çatışma görüntüleri, yakılan araçlar, düzenin yıkılmasını haykıran insanların sloganları verilir.

Bu haberin neresi ilginç? Dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız.

Bu faili meçhul, işkenceyle cinayet haberinin flaş bombardımanı sürdürülürken; Suriye televizyonu Ahmet Abdullah Bayasi’yi canlı yayına elinde hüviyetiyle birlikte çıkararak, röportaj yapıyor.

“Ölü” canlı canlı konuşturuluyor. Ülkemizde ölü konuşturucu çevreleri iyi biliyoruz! Ama bu çok farklı bir şey, öldürüldü denilen şahıs yaşıyor ve günlük yaşamını normal bir vatandaş olarak idame ettirmekte.

Ahmet Bayasi: “Hakkımda Al Jazera ve Al Arabia TV kanallarında çıkartılan işkencede öldürüldüğüm haberleri yalandır. Ne istihbarat elemanları tarafından gözaltına alındım, ne de sorgulanmak üzere Şam’a götürüldüm. Günlük yaşamımı normal bir vatandaş olarak sürdürmekteyim.” Diyerek, yapılan haberlere şaşırmış olduğunu canlı yayında dile getirmiştir.

El insaf dedirtecek ölçekte “Ar duygusu çatlamış” yayın yapan, bu yönlendirilmiş kanalların; Ahmet Bayasi’nin canlı yayında gerçeği açıklamasına rağmen, aynı haberleri gece geç saatlere kadar, hiçbir şey olmamışçasına tekrarla vermeleri, abesle iştigal, seyirciye hakaret ve meslek ahlakından yoksunluktur.

Üstlendikleri görev anlayışıyla Hitler'in Propaganda Bakanı Göbels'i bile geride bıraktılar.


Birde aklı Selim açıklamalara bakalım:

Filari Tişorkin. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Rusya temsilcisi: Suriye'de yaşanan olaylara tek taraflı yaklaşmamak gerek. Öldürülen, öldürüldükten sonra cesetleri parçalanan subay, astsubay ve askerleri görmemezlikten gelemeyiz.

Güvenlik Konseyi Çin Temsilcisi: Suriye reformlar konusunda çok önemli kararlar almıştır. Bunların hayata geçirilmesini gözlemlemeliyiz.

Güvenlik Konseyi Lübnan Temsilcisi: Bölge açısından mozaik yapısıyla Suriyenin önemi çok büyüktür. Lübnan güvenliği açısından Suriye'nin güvenliği, Suriye'nin güvenliği açısından Lübnan'ın güvenliği olmazsa olmazdır.

Kemal Yurtoğlu. Türkiye-Suriye İşadamları Derneği Başkanı: 5 yıldır Suriye'deyim, Suriye halkı çok duyarlı, yurtsever bir halk. Maalesef gerek Türkiye medyası, gerekse uluslarası medya olayları çok çarpıtıyor. Türk medyasına anlatmaya çalıştım, ne yazık ki karşılık bulamadım. Al Jazera'yi kınıyorum, adeta bir düşman gibi davranıyor. Suriye halkının haklı talepleri yok, Suriye'de hiçbir şey olmuyor demiyorum. Ama el insaf derim.

Hugo Şavez. Venezüella Devlet Başkanı: Suriye, güvenliğini hedef alan uluslararası bir komployla karşı karşıya. Amerika ve İsrail'in emperyal politikalarına boyun eğmeyen, direnen Suriye Başkanı Beşşar Esad'ın yanındayız.

Viladimir Jirinovsky. Rusya. Duma Meclis Başkan Yardımcısı, Demokratik-Liberal Parti Başkanı: Dış güçlerin Suriye'nin iç işlerine yaptığı müdahalelerden kaygı duyuyorum, çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir

İlisiyus Vayinas. Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi: Medyanın objektif olmayan haber aktarımlarına dikkat çetmek gerekiyor. Yalan haberleri her boyutta teşhir etmeliyiz. Al Jazera televizyonunun bir başka ülkede yaşanan olayı, Suriye'de olmuş gibi göstermesini eleştiriyorum.

Patrick Seale. İngiliz gazeteci, yazar: Beşşar Esad'ın ilan ettiği reformlar bir devrim niteliğindedir.

Kris Janssen. Belçikalı gazeteci, yazar: Olayların arka planında dış güçler mevcut. Suriye'de yaşanan olayların iç durumla ilgili olmadığı inancındayım. Suriye anti-emperyalist tutum ve politikalarıyla, direniş ve Arap dayanışmasından yana tutum alışından dolayı bu saldırılara maruz kalıyor. Suriye, Amerikan işgaliyle birlikte Iraklı direnişçilere kucak açtı, Iraklı göçmenlere sığınak oldu. Filistin davasına hep sahip çıktı, Lübnan direniş hareketini destekliyor.

Reuter Haber Ajansı. Bir süre önce France 2 televizyon kanalına servis ettiği 9 saniyelik görüntülü “Suriye’de barışçıl gösteriler sırasında güvenlik güçlerince öldürülen kadın” haberi için aynı kanaldan özür diler. Görüntülü haberin Lübnan iç savaşında yaşanan, arşive ait bir haber olduğunu belirtir.

Reuter Haber Ajansı. 20 Mayıs 2011’de İlk kez, Beyrut temsilciliği kanalıyla; Suriye’de yaşanan olaylarda dış kaynaklı sivil güçlerin de silahlı olarak yer aldığı bilgisini açıklar.

Bu süreçte ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jafree Faeldman’ın Lübnan’a yaptığı ziyarette; “Suriye’deki reform çabalarının Başkan Beşşar Esad tarafından hayata geçirilmesini temenni ederim” demesi, Amerika’nın ikiyüzlü politikalarına bir başka örnektir. Tam bir Muaviye politikası, 8 haftadır halkıyla bir bütün halinde yıkılmayan düzene karşı, hesaplı olma diplomasisi!

Ğassan Bin Ciddo. Tunus’lu gazeteci yazar. Al Jazera televizyonu Lübnan eski müdürü. 19 Mayıs 2011-Al Dunia televizyonunda yapılan röportajında:

-Suriye yönetimi, hem Arap alemi hem de İslam alemi aleyhine Amerika’nın bölgeye, İsrail’in stratejik çıkarları için dayattığı, Büyük Ortadoğu Projesinin önündeki tek engeldir. Suriye’nin bölge halkları adına dik duruşu kırılmak istenmekte. Bu yüzden Suriye’de dökülen her nokta kan tartışmasız olarak İsrail’e hizmet etmektedir.

-Kürtlere ilişkin Suriye yönetiminin aldığı reform kararları ciddi olarak değerlendirilmelidir.

-Ne yazık ki Suriye’de dökülen kanda, bölge ülkeleriyle Arap ülke yönetimlerinin de eli vardır.

-Türkiye’nin stratejik yakınlığı korunmalıdır. Türkiye Arap alemine giriş kapısının Suriye olduğunu unutmamalıdır. Bu konuda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” dış politikasının, Suriye’de Baas partisinin yurtsever-ulusçu politikalarıyla sorunlu olduğunu göz ardı edemeyiz.

-Irak’lı üst düzey sorumlu kaynaklardan aldığım bilgilere göre; Amerikalılar 400 silahlı militanın, Suriye’de kaos yaratmak, askeri eylemlerde bulunmak üzere Suriye’ye geçişlerini sağladıklarını biliyorum. Sanırım bu konuda Irak’lılar Suriye yönetimiyle istihbari bilgi paylaştılar.

-ABD, Mubarek sonrası gelişmekte olan Suriye-Mısır yakınlaşmasının İsrail’i tehdit eden bir geliş olabileceğini hesaplayarak, Suriye’deki bu direnişçi yönetimi yıkmak istiyor.

-Bahreyn’de yaşanan bir olayı aktarmak istiyorum: Jafree Faeldman, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, Orta ve Uzak Doğu Temsilcisi. Bir süre önce Bahreyn’e yaptığı ziyaret sırasında muhalefet örgütü temsilcileriyle görüşme yapar, taleplerini dinler, onlara hak vererek, kendilerini destekleyeceklerini, sokağa inmelerini teşvik eder. Aynı gün Bahreyn kralı ve yöneticileriyle görüşürken de muhalefetin haksız olduğunu, bölgede huzurun sağlanması için, muhalefetin ezilmesini destekleyeceklerini ve Krallığın arkasında sonuna kadar duracaklarını söyler. Sonuç malum, ABD’nin ikiyüzlü çıkar politikalarıyla muhalefet ezilir, Suudi Arabistan’dan askeri birlikler gönderilir. Medya kör ve sağırdır.

***************

Sonuç olarak Suriye bölgede mukavemet kültürünü temsil eder. Gerek İran’la olan ilişkileri, gerek Filistin direniş hareketi (Hamas) ve Lübnan direniş hareketiyle (Hizbullah) olan bağları, ABD işgaline karşı mücadele eden Irak direnişçileriyle olan stratejik yakınlaşmaları, genel olarak özgürlük hareketleriyle geliştirmekte olduğu bağ, işgale, hegemonyaya haksızlığa direnme noktasında sadece propaganda yapmak değildir, bir yaşam biçimidir.

Bu açıklamalara yüzlerce şahsiyet ve kurum temsilcisinin görüşlerini; Latin Amerikalı aydın ve devrimcilerden Rusya’ya, Kuzey Kore’den Avrupa Birliğine, İskandinav ülkelerinden Afrika’ya kadar ekleyebiliriz dersem, hiçte abartma olmaz. Geçen yazımızda bölge devrimci demokratik güçlerinin Suriye ile dayanışma içinde olduklarını ifade eden çeşitli açıklamalarına ayrıntılarıyla yer vermiştik, bunları tekrar etmeyeceğim.

Bölgemizin devrimci kalesi Suriye korunmalıdır. Kantonlara bölünüp, Büyük Ortadoğu Projesine yem yapılmamalıdır. Bölgeyi ateş çemberine sokacak böylesi cehennemi düşünceler, içindeki her topluluğu yakacak, emperyalist-siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürecektir. Ülkemiz yöneticileri bu sürecin taşeronluğundan vazgeçmelidir.

Suriye devrimci yönetiminin halkından aldığı güç ve azimle reformları bir an önce hayata geçirerek, yaşanan bunalımdan daha güçlü olarak çıkacağına inancımız tamdır. “Suriye birliğiyle güçlü bir kale, halklarıyla başı dik bir ülkedir”.

Cuma namazlarını istismar ederek Cihat çağrılarıyla kan döken marjinal, köhnemiş tekfirci-selefi düşünce sahipleri; hedefiniz ve hizmet ettiğiniz çevreler açığa çıkmıştır, maskeniz düştü. Yalan, abartma, provokatif haberlerin düzmece foto-montajlarıyla kimseyi kandıramayacak, döktüğünüz kanda boğulacaksınız.

Türkiye'li devrimciler olarak, kader birliği içinde olduğumuz Ortadoğu halklarıyla saflarımızı her türlü milliyetçilikten uzak bir şekilde, hiç kimseyi ötekileştirmeden, farklılıklarımızın zenginliğiyle, özgürlük ve demokrasi mücadelesi bayrağını daha da yükseklerde dalgalandıracağız. Halklarımızın Amerikan çıkarları doğrultusunda heder edilmesine izin vermeyeceğiz.

"SINIF" ve İNSAN ve İDEALİZM

Mikdat Abuzer’in “Temel konular” üzerine yazışmaları 3. Makale

3. YAZI

“SINIF” ve İNSAN ve İDEALİZM


Mikdat Abuzer
9 Mayıs 2011

Birincisi,

Hangi müsemma ile yazarsanız yazın, bu ben ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren gerçek ya da başka isimle yazıp yazmamanız değil, ortaya koyduğunuz görüşlerdir. Görüşlerinize hiç katılmasam da saygı duyduğum için cevaplıyorum. Cevabım emeklerinize değil, doğrularımla savaş halinde olmayan siyasal düzlemlerinize cevaptır; bir selefi-cihatçıya, ırkçıya ne kadar emek sarfetmiş olsa da verecek cevabım olmaz. Bu polemik, benim açımdan okura yararlı olmasını bitirdiği an biter. Hiç vaktim olmamasına ve bu alanda (face) böylesi uzun yazıların yeri olmadığına inanmama rağmen yazmamın nedeni budur. Bu nedenle, lütfen gereksiz konulara girmeyiniz.

İkincisi,

“SINIF MÜCADELESİ- DEMOKRASİ ÜZERİNE KISA AÇIKLAMALAR” başlıklı 2. Yazımın altına yaptığınız kısa yorumda, “Ertuğrul Kürkçü Devrimci Bir Duruştur” Başlıklı yazımla ilgili olarak itirazınızın olduğunun özellikle bilinmesini istediğinizi not düşmüşsünüz. Böylesi davranışları hiç tasvip etmediğimi belirtmek isterim. 70-80’li yılların yöntemi, artık bana uygun değildir. Şahıs değerlendirmeleri üzerine, böylesine iz sürmeyi kaliteli bir duruş olarak görmem. Bir sorununuz varsa bunu kendi görüşlerinizi tanıtmak için, benim de aralarında olacağım okurlarınıza sunmanız yeterlidir. Bunun için benim yazıma cevap vermeniz gerekmez. Sizi böylesi konularda cevaplamayacağımı bilmenizi isterim.

Ertuğrul Kürkçü’ye ilişkin kendi yazım ve “ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (siyasette sayılar ve nitelikler)” başlıklı bir yazı yükledim. Amacımız seçimlerde halkımız yararına olumlu olduğuna inandığımız özgürlük ve demokrasi bolguna destek vermektir. Bunu, ülkemiz devrimci hareketinin tarihinde yakaladığı önemli fırsatlardan biri olarak değerlendirdik, katkımızı sunmak istedik. Ne Ertuğrul Kürkçü ne de özgürlük hareketiyle, siyasi, ideolojik ya da örgütsel resmi bağımız da yoktur. Dönemi değerlendiriyoruz ve doğrularımızın arkasında açık adlarımızla mensup olduğumuz örgütlenme çabasıyla destek oluyoruz.

Üçüncüsü,

2. CEVABİ YAZINIZA GELİNCE

Ortaya koyduğum ve oldukça net ifade ettiğim parametrelerime, ikinci yazımda da özel olarak ele aldığım “Yabancılaşma”, “sınıf mücadelesi” ve ”demokrasi” konularına tek satırlık, tek cümlelik bir eleştiri getirmediğinizi görüyorum. Benim on yıllardır okuyup savunduğum ve geçmişim diye onurla sırtımda taşımaya devam ederek aşmaya çalıştığım argümanları ısrarlı tekrar dile getirmişsiniz. Okura tek bir bilgi, tek bir açılım ya da benim yanlışlığımı, tarihsel örnekleriyle gösterecek bir tek cümle bile kurmamışsınız. Kendi adıma sizi çok iyi anlıyorum. Felsefi genellemeler, 19 yüzyıl Marksist oluşum sürecinin, adını andığınız ve anmadığınız onlarca tartışmanın yerli yersiz kahramanlarından yapılan sunumlar, tartışmamıza ve dolaysıyla okura bir şey katmaz. Bu yolla, beni 150 yıl önce “netlikle çürütmüş” olduğunuza inandırmanız sanırım biraz güç.

Tartışmamız kör dövüşüne dönsün istemiyorum, tekrarlar da çok sıkıcı.

Çok daha fazla olmasına karşın 7. Temel parametremi, kendimi anlatmak için ortaya koydum. Çabam da buydu. Bu saatten sonra birbirimizi ikna etmek üzere kimin doğru olduğu konusunda bir çekişmeye hiç gerek yok sanırım. “Ben doğruyum, yok sen yanlışsın” gibi komikliklere girmenin anlamı olmaz. Buyurun siz de tezlerinizin tarihte başarılmış örnekleriyle, daha da ileriye ve yeni örneklere gidebileceğinizin verileriyle kendinizi anlattın. Bunun için Marks’ı - Lenin’i, Marks’tan ve Lenin’den alıntılarla kanıtlamaya çalışmayın. Marksizm - Leninizm bir din değil, Kuran’ı ayetlerle kanıtlar durumlara düşmeniz beni memnun etmez.

Buraya tarihin tüm felsefe okullarının söylemleri ve bunların materyalist eleştirisini tek tek sıralamak mümkün. Hele hele, benim maddeci yaklaşımla eleştirel olarak ele aldığım doğu felsefeleri, teoloji konusunda da onlarca soyutlama aktarmam oldukça kolay. Her formülü, dincilerin bir ayeti her çağda farklı yorumlama esneklikleri gibi yorumlamamız da çok kolaydır. Tarih içinde Marksist okul usta ve örencileri arasında da “1844 el Yazmaları”ndan başlamak kaydıyla, aynı formüllerin nasıl da farklı yorumlandıklarını biliyoruz. Tarih Bolşeviklerin savaş ustalıklarını bir siyasal devrim zaferine götürdü, ama bu Menşeviklerin Marksizmi, materyalist felsefeyi hiç bilmedikleri anlamına gelmiyor. Geri dönüşle birlikte kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmak ise ayrı bir konu. Savaş ustalığı felsefi, fiili doğruluk anlamına gelmiyor. Ancak Menşevikler de kazansaydı bence sonuç değişmeyecekti. İdealize edilen algılar nesnel verilerle çatışma halinde oldukça gelinecek yer aynıydı. Bu yüzden, değdiniz gibi, “150 yıl önce netlikçe çürütülmüş” olan hiçbir şey yok. tersine 150 yıldır, din gibi okunup mealler üretilmesine rağmen anlaşılmayan şeylerden söz etmek daha doğru olacaktır. Bunları da altta veriyorum.

Kısaca,

Benim açımdan boş tekrar olmayan, tartışmamızın içini dolduracak ve diğer tüm iddialarımızı ilgilendiren en önemli konu, tarihin öznesinde sınıf mı ? “İnsan ve doğa” mı? olup olmadığıdır. Konunun dağılmaması için, diğer birçok tartışma konusuna girmeyeceğim. Bu temel konu ışığında diğer tüm konuların anlam kazanacağını bildirmekle yetineceğim.

Sonra,

“Sınıf” merkezli yaklaşımınız öncelikli olarak eski sistemde takılı kalmanızı ve idealist felsefenin çarkları arasında ileriyi görüşünüzü engelliyor. Sınıf mücadelesi, sistem içi kavgaların tarihini izah etse de her şeyi izah eden ve tek dinamik olan bir veri değildir. Tüm doneleri, verili sistemi ilgilendirdiği için bir sonraki, yeni üretim tarzına ait bir önerme için ne bilinç yaratabilir ne de bu mücadelenin araçlarıyla yeni bir sistem kurulabilir. Bu maddeci düşünce tarzına da aykırıdır. İdealizm, burada, eskinin fetiştirilmesiyle, belirmeye başlar. Aramızdaki fark da budur.

Konumuzu ilgilendiren, bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçişte, yani tarihsel devrim süreçleri eski topluma ait sınıf mücadelesinin değil, bir bütün olarak eskiyle yeninin mücadelesi esası üzerinde yükseldiğidir. Yadsınmanın yadsınması budur. Bir bütün, diğer bir bütün tarafından, eski, yeni tarafından bir bütün olarak yadsınır; eski tüm sınıflarıyla, kurum ve kuruluşlarıyla tarihe ötelenir ( bıçak kesiği gibi yok olmasa da egemenliği biter). Bu tarihin tüm devrimleri için, eskinin bağrından gelişip egemen olan tüm üretim tarzları için geçerli bir tezdir. Eski üretim ilişkisinin hiç bir sınıfı hiçbir mücadele yol ve yöntemiyle yeni bir üretim tarzı kuramamasının nesnel nedeni budur. Bu soyutlama bir tez olarak, bir toplumsal kanun olarak Kapitalizmden daha ileri bir topluma geçişi istisna tutmaz; “geçiş toplumu”, “ara dönem” gibi isimlendirmeler bu gerçeği değiştirmez. Real sosyalizmi kapitalizm madalyonun diğer bir yüzü olarak ifade etmem, bu yolun en büyük bilgelerinin (Bolşevikler) kurduğu “sosyalizm”den daha başka bir sosyalizmin kurulamayacağını ifade etmem de bundandır (Aynı anda tüm dünyada aynı akılla devrimler yapılmış olsa da (Troçki esprisi) farklı hiçbir şey olmayacaktı)

Her üretim tarzı kendi içinde sınıf mücadelesi taşır, ancak bu mücadele, tarihin hiçbir kesitinde yeni bir üretim tarzı üretemez. Sınıf mücadelesi gerçektir ve olumludur. Devrimci değil, reformisttir, sistem iyileştirmeleri için de gereklidir. Ancak yeni üretim tarzı, yeni düzen bunun sonucu değildir. Tersine eskinin tümden yadsınması sonucudur; Yeni, eskinin tüm verileriyle yadsınmasının bir sonucu olarak belirecektir. Bunun adı tarihsel devrimdir ve geri dönüşü olmaz.

Böylesi bir devrimle, nesnel verilerin yetersiz olduğu bir koşulda, devleti ele geçirerek, sözünü etmekte olduğumuz bir dönüşüm (eski üretim tarzından yeni üretim tarzına geçiş) için devrim yapılmış olunamaz. Bu noktada aydın kafasında bir vehim olarak üretilen sınıf, sınıf bilinci, sınıf örgütü, sınıf kadrosu, sınıf militanı, sınıf sendikası vb. kısır bir döngü içinde ait olduğu kapitalist sistemi, sonuçta ve bir biçimde yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.

Fabrika üretimi, Marks’ın Capitalde metaı çözümleyerek ortaya koyduğu kapitalist üretim tarzıdır. Fabrika üretimi, dolaysıyla üretimin temel unsurlarından biri olan işçi sınıfının ekonomik faaliyeti (insan olarak işçiler değil) ham madde+ iş gücü+üretim araçları= meta denklemiyle ifade edilir. Bu formül, var oldukça kapitalizm var demektir. Büyük bilgelerin kurduğu sosyalizmde bu değişmemiştir, aşılmamıştır. Yeni bir toplum, yeni bir uygarlık kurulamamıştı. O tarihi kesitin teknoloji evriminde, nasıl bir devrim yaparsanız yapın, ne kadar kitle yürütürseniz yürütün, başka bir sonuç üretemezdiniz. Bundan dolayı, iradeci müdahaleler kurulan şeyin ayakta durması için “Proleterya diktatörlüğü” adı altında zora dayanmaya mahkum olursunuz. Bu kaçınılmazdı. Ancak tarihte zorun rolü bu değildi.

Zor, tarihte devrime ebelik edendi. Gelişmelerinin belli bir aşamasında üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin takınışını çözendi. Sürekli zorla yeni bir üretim ilişkisi var edilemezdi. Böylesi bir şey, doğaya da tarihe de toplumsal yaşam dengelerine de aykırıdır. Nitekim geri dönüş, bu gerçeğin ifadesi olmuştur.

Bana göre idealizm, bu gerçeğin görülmemesindedir. Eski argümanlara sarılarak fetişleştirilen kavramlar, yeni ortamda doğaüstü güçlerden medet uman tahayyüller haline böylece gelmiş olur. Denenmemiş olduğu koşullarda fiil yaratabilmesine karşın iflastan kurtulamayan bir algı, aynı argümanlarla başarılı olacağını sanmak hayalden başka bir şey değildir. Bu, dünya çapında solun marjinalliğini izah eden en kesin veridir.

Aynı minvalde konuyu farklı bir açıdan ele alırsak şunları göreceğiz. Geri dönüşün olduğu yerde, yeni bir toplumsal süreç başlatıldığı iddia edilemez. Materyalist algı bunu böyle tanımlar. Duygusal algı ise sizin ortaya koyduklarınızı tekrar eder. Kapitalizmden feodalizme geri dönüşü imkansız kılan veriler ne ise, feodalizmden köleciliğe geri dönüşün de verileridir. Soyutlamalarla ifade edilebilir tespitler, Bunlar aynıyla daha ileri bir toplumdan kapitalizme geri dönüş içinde geçerlidir. Ancak geri dönüş olabiliyorsa bu veriler olgunlaşmamış demektir. Olan da budur.

Olay ne yönetim hatası nede yönetici yetersizliği, ne kitle gücü ne de kitle bilinçsizliği, geri dönüşün mümkün olmaması tamamen nesnel bir vakıadır.

Geri dönüş imkansızlığı yada geri dönüşün mümkün olması tamamıyla, nesnel verilerin evrim birikimleriyle ilgilidir. Zira, eski düzen, teknolojinin birikimleri üzerinde, üretim araçlarının ilerlemesi sonucu, üretim ilişkileriyle çatışmasının bir ürünü olarak yıkılmışsa geri dönüş imkansızdır. Değilse geri dönüş kaçınılmazdır.

Marksın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabının meşhur önsözündeki “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” (sayfa 25) tespiti de tas tamam bunu anlatır. Yani, yadsınma bir bütündür, bir sınıfın diğer sınıfı yadsıması değildir. Sınıf da ona ait sistem de birlikte tarihsel olarak aşılır.

Burada sınıf, bütün bir parçası olarak doğup, bütünle birlikte tarihe gömülür. Üstelik sınıf tek başına bir hiçtir (ister köle ya da sahipleri, ister serfler ya da feodaller, ister burjuvazi ya da işçi sınıfı). Zıddıyla birlikte bir bütün oluşturmayan bir sınıf, ne bir sistem olur ne de ona ait bir varlık gerekçesi olur. Zıddıyla birlikte bir bütün olmak ise diyalektiğin, materyalist felsefenin temel ilkesidir (zıtların birliği esprisi). Sınıfı fetişleştirmek burada da idealizmdir. Benim görüşlerimi “150 yıldır netlikle çürütülmüş” olma hayaliniz, materyalizmle sözsel olmaktan öte hiçbir ilişkisi olmayan görüşlerinizin yarım asırdır fiili olarak yenilgiye uğradığı gerçeğini hiç değiştirmiyor.

Daha da sağlıklı bir algı için sınıfı bilmek gerek derim. Çünkü, bu temel bilgilerde bir eksiklik var gibi.

Sınıf tanımlaması, bir ekonomik kategoridir. İşçi sınıfı dediğimizde de üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti olmamasından kaynaklanan nedenlerle iş gücünü pazarda bir meta gibi satan, üretime bu yanıyla katılarak artık değer üretin bir insan topluluğunu kast ederiz. Sınıfın üyesi olan tek tek insanlardan değil, ekonomideki yeri itibariyle sınıftan söz ettiğimizde bu gerçeği görürüz. Zira, insan olarak tüm işçiler fabrika çitlerini aşıp evlerine geldiklerinde, işçi olmanın çok ötesine giderler. Bu açıdan işçi kültürü, sınıf bilinci ve buna bağlı tüm önermeler, fabrika çitlerinden sonra silikleşmeye, sulanmaya başlar. Bunun için burjuvazinin özel olarak bir şey yapmasına gerek yok. Burjuvazinin sınıf bilincini bulandırma söylemi ne kadar doğru olursa olsun, işçinin (sınıfın değil) binicini belirleyen nesnel varlıklardan daha etkin değildir. Toplum içinde işçiler, var olan sistemin kültür algılarıyla siyasal, toplumsal yönelim alırlar. Bu da mahallenin tarihsel, inançsal, etnik binlerce örgünün yarattığı kültürle yüz yüze kalmak ve onun bir parçası olmak demektir. Hiçbir işçi bu gerçekle yüz yüze kalmaktan kurtulamaz.

Fabrika süreci içinde ne kadar katı bir işçi sınıfı üyesi olsa da yerleşim alanı ve yaşamı kuşatan kültürel, tarihsel, ideolojik veriler, bir nesnel etkinlik olarak işçilerin düşüncesini şekillendirmeye başlar. Hiçbir önerme, hiçbir ideoloji, hiçbir tez ya da ikna çabası, sonuçta bu nesnel etkiden daha büyük değildir. Bu ise, işçileri sınıfı olarak, kapitalizmin meşru sınıfı olarak sistemle bir bütünün ayrılmaz parçası halene getirir; önceki yazımda dile getirdiğim ulusun kapitalizmin şafağında doğması ve işçi sınıfının ulusçu doğasının nesnel verisi de tas tamam budur.

Fabrika’da üretimin bir parçası olarak artık değer üreten işçi, içinde yer aldığı sistemin bir parçası olarak bir sınıf oluştururken, bu sınıfın kaynağı olan sistemin davranışlarını, bilincini, reflekslerini taşır.

Sınıf bilinci, bu anlamıyla Kapitalizmin tüm sınıfları, sistemin çatışan içsel bir bütünü olmaları nedeniyle buluştukları bir ortak payda vardır. Ulusçu refleksler bu maddi gerçeklerin sonucu olan bir ortak paydadır. Kapitalizme ait bir sınıfın enternasyonalist olması, küresel düşünmesi ve bunu fiili bir çabaya büründürmesi bana göre bir aydın çabasının ötesinde değildir. Bu çabalar, kapitalizmin hiçbir sınıfının nesnel varlığıyla örtüşmez. Öyle olsaydı yeryüzündeki tüm köleler ve serfler üretimde aldıkları aynı konum nedeniyle 10 bin yıl önce enternasyonalizmi ilan etmeleri gerekirdi.

Devamla,

Sınıf mücadelesi bir sınıf olayıdır. Ancak tarihsel bir devrim, eski üretim tarzından yeni bir üretim tarzına geçiş, tek başına bir sınıf olayı değildir. Ne öznesi ne de nesnesi tek başına sınıf üzerine oturmaz. Daha kapsamlı daha çoğulcul unsurların, bütünsel gelişimleriyle ilgilidir. Materyalist açıdan tüm özneler, nesnel varlıkların sonucu olması dolaysıyla da tarihin öznesi tek boyutlu olamaz. Bütünsellikte ise, öncü artçı diye bir algı yanlıştır. En küçük bir dişlinin çalışmaması halinde onlarca dişliye sahip olan her saat durur.

İnsan ve doğayı, tarihin öznesi olarak algılamak ise, maddeci bilgi sonuçlarını bunların lehine kullanmak demektir. Yani araçları, amaç olan insan ve doğal için istihdam etmektir. Sınıf merkezli algı bunun karşısında çok ırkçı çok dar çok savaşçı ve çatışmacıdır. Çözüm arama bulma değil, kaos yaratmaktır. Gerçek devrimci mücadele gerçekçi dava ve çözümler için var olur. Hayali kavgalar, ne kadar keskin ve sert geçerse geçsin sonuçta kaos yaratır ve devrimci olamaz.

Ayrıca, tarihsel bir geçici kategori olan “sınıfı”, insan ve doğadan daha öncelikle bir merkeze oturtmak, onun sırtına kaldıramayacağı yükler taşıtmak, toplum tarihinde sonsuza kadar var olacağını iddia etmek kadar saçmadır. Böylesi bir iddia, teorinin ilkel komünal toplum ve gelecek için tahayyül edilen komünist toplumun sınıfsı olacağı tezlerine de aykırıdır. Bir tez, tarihin her kesitini açıklayamıyorsa buna tez denmez. Böylesi iddialarda inatla ısrar ise fetiştir. İdealizm de budur. Bir çırpıda, bu gün IMF kıskacında olan dünyanın 20 devrimini ayrıntılarıyla buraya aktarabilirim. Bu verileri biz çözümleyemesek, bunları destekleyen ve bunların yolunda yürüyenler olarak bir değerlendirme yapamasak, sorumluluklarımızı yerine getirmiş olabilir miyiz? Bence hayır. Bu konuda bir şey söylemeden hangi soyut felsefe argümanlarını evirip çevirip kendimizi haklı çıkarabiliriz ki.

Sınıf diye diye kendimizi aldatmayalım. Üretim tarzında devrim, eski ile yeni arasında bütünsel bir mücadeledir, sınıf mücadelesi ise bu değildir. Her sistemin kendine özgü bir sınıf mücadelesi var ancak her biri ayrı ayrıdır. Bu mücadeleni ilgili alanlarını aşıp, sınıfın sırtına ne nesnel ne tarihi olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan görevler yıkmak, bu gün solun içine düştüğü duruma bir kez daha, komik hallerde düşmek demektir; bu ise, en eski üretim tarzının ezilen sınıfının, yani kölelerin sırtına, tarihin tüm ilerlemelerini yüklemek demektir.

Sınıf tezinde tutarlı olmak için bunun iddia edilmesi gerek. Oysa ne kölecilik, ne feodalizm ne de kapitalizm tablosu, sınıf merkezli bir algının sonucu olarak yeni üretim ilişkisi haline gelmedi.

Sınıf mücadelesinin olmadığı ilkel komünal toplumdan sınıflı, köleci topluma geçişi bu tez asla izah edemez. Tarihi tüm aşamalarıyla izah edemeyen bir tezle, geleceği kurmak yel değirmenleriyle savaşmaktır. Dolaysıyla, sistem için olan sınıf mücadelesini, yadsınmanın yadsınması kanunu gereğince, eskinin içinde gelişip büyüyen ve sonunda egemen olan yeni sistemin temel kurucu unsuru olarak göremeyiz. Bu bir inkar değil, doğru kavrayıştır. İnkar ise, sınıfa olmadık görevler yükleyerek onu balon gibi şişirip, patlamasını seyretmektir.

Marks bunu Capitalde çok yalın olarak şöyle ifade ediyor. ”Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital Cilt I. İkinci baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)

Bu algıyı nesnel gerekçeleri için de bize şunları söylüyor “Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz… Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)

Bu yaklaşım Kapitalizmden sonra gelecek üretim ilişkisi için tek doğru materyalist ölçü olduğunu söyleyeceğim. Siyasi tespitler anlamında Marks tersini söylese de. Bu noktada her kim ki, tarihin ilerlemesi, yeniden üretilmesi, eski üretim ilişkisinden yeniye geçişi, sınıf, katman, insan iradesi vb donelere bağlarsa o idealizme sapmış tarihsel devrimleri nesnel temellerinden koparmış demektir.

Bunun böyle olduğunu ne Marks’tan bir alıntıyla ne Lenin’de başka bir alıntıyla kanıtlamanın gereği yok ( yüzlerce alıntı koymak mümkün olmasına rağmen). Dünyayı maddi verileriyle algılamak yeter. Yeni bir üretim tarzı için sınıf değil, sınıf binici, sınıf örgütü, bilinçli sınıf ya da sınıf aydını değil, gerekli olan teknolojik maddi evrimin belli bir olgunluğa gelmiş olmasıdır. Öznel öğe, ister sınıf ister onun örgütü, kadroları, militanları, sınıf bilinçli kurumları ya da her ne ise tümüyle bu nesnel gelişimin sonucudur. Bu nesnel evrim yoksa bütün bunlar da yoktur. Daha ileri bir üretim tarzı eskinin bağrında yarattığı nesnel gelişmelerle birlikte kendine ait değerlerini üretir (sınıf, katman, güç, etkinlik, örgüt, kadro, bilinç aydın vb). Eskinin bu tür verileriyle yeni asla kurulamaz. Bu kural kölecilik ya da feodalizm için olduğu kadar, kapitalizm için de aynıyla geçerlidir. Sosyal kanunların şu ya da bu sistem ve ya sınıf için ayrıcalığı olamaz.

Bunları işçi sınıfı diye düşüncede üretmek, bilinçte kurgulayıp gelecek toplumun ayrıntılı şemalarını çıkarmak idealizmin en kaba tarzıdır. 16. -17.yy bir köylüye bu nedenle kimse motordan, traktörden söz edemedi. Tarım işçisi olacağı kehanetinde bunmadı. Bunları ona o kesitte birileri söyleseydi deli diye alay konusu olurdu. Bu gelişim, iradelerden bağımsız, nesnel gelişim ve birikimlerin sonucu, fiili olarak ortaya kondukça gerçekleşti ve bunun sonucu olarak, kendine ait sınıf ve örgütlenmeleri ortaya koydu. Feodalizm böylece, yadsınmanın yadsınması kuralı gereğince tarihe karıştı. Kapitalizm doğdu.Kapitalizm de bu yolu izleyecektir.

Bu algıyı, aynı materyalist yaklaşımla sürdürerek açıklamak zor değil. Kapitalizmi yıkacak olan gelişme, öncelikle bir teknik devrim süreci ve bunu sonuçlarıyla, eski sistemin içinde fiili olarak ikame edildikçe ortaya çıkacaktır; bu gün bunun nüveleri ortaya çıkıyor ve bunun için küresel üretim ilişkisine, yeni bir uygarlığa, yeni bir üretim tarzına doğru gidiyoruz tespiti yapmak yanlış değildir. Bu gidişte, eskinin hiçbir sınıfı temel rol oynamıyor, yeninin sınıfları ise bu gelişmenin sonucunda ortaya çıkarak, belirginlik kazanacaktır.

Dolaysıyla, daha çok özgürlük ve demokrasi istemek tarihin ilerlemesine paralel olmak demektir. Demokrasi ve özgürlük gibi soyut kavramların içi her tarihi kesitte farklı doldurulur. Bu tarihi kesitte ne burjuvazinin ne de başka bir sınıfın izini taşımadan, kendi özgünlüğüyle devrimci bir görev olarak önümüze çıkan özgürlük ve demokrasi görevlerimizin içi doldurulacaktır.

Bunun tersini söylemek ise, eski düzenin bir sınıfına, “sınıfçılık” adına takılmaktır, eskiyi koruma ilkelliği ve idealizmdir. Bu hiçbir şekilde Materyalist bir algı değildir.

İdealizm bu yanlış sınıf bakışının ifadesi olarak karşımızda duruyor. Bu yüzden de ilgili olduğu sınıfın nesnel eğilimi olan, reflekslerinin merkezinde bulunan ulusçuluk, hatta ırkçılık yapmakta bir beis görmüyor. Dünyanın tüm komünist partilerinin içine düştükleri çirkin ulusçuluk burada anlam buluyor. Ben bunları çok iyi anlarken, sizler bunların birer “sapma” olduğunu iddia ediyorsunuz. Aramızda böylesi bir fark da bulunuyor.

Bu idealist yaklaşım, geçmişin ve günün ve de geleceğin maddi verilerine değil, onun sonucu olan sınıf gibi, katman gibi, lider gibi, örgüt vb gibi öznelerine, iradelerin yönlendirdiği dar ve fasit verilere sarılır. Bu da kavramları tarihin öznesi haline getiren Hegelci fetişizme düşmek demektir. Hegel “Formsuz (şekilsiz) madde soyut bir şeydir. Böyle bir maddeyi görmek, duymak, vs… olanaksızdır. Görülen ya da duyulan bir belirlenmiş maddedir. Yani belli bir forum taşımış maddedir.” (Atilla Tokatlı, çağdaş diyalektiğin kaynağı Hegel s:65) yaklaşımı da tas tamam budur.

Sn. arkadaş, nesnel gelişmelerin verili sınırları ve sonuçları içinde özne insandır, insanlığın ve doğanın gerekleridir. Bu temel yerine konacak her farklı şey dardır, yetersizdir ve tarihi kategori olarak sadece içinde doğup büyüdüğü ve onunla yok olacağı sistemin sınırlarına hapsolmaktır. Bu nedenle sınıf mücadelesi ve kapitalizmde sınıf olgusunun sınırlılığıyla ne devrimcilik yapılır ne de yeni bir üretim tarzının öznesi olacak bilinçli davranış üretilebilir. Ama tarih ne sizi ne bizi bekleyecek. Yadsınmanın yadsınması herkese rağmen, gelip kendi hükümranlığını kuracaktır.

Şu ana kadar hala, tek bir konu üzerinde konuşuyoruz (sınıf olgusu). Buna bağlı onlarca konu tartışılabilir. Burada yaptığım tek şey görüşlerimin daha iyi anlaşılması için, işin alfabesini ortaya koymaktır; bunun anlaşılmamış olduğu şüphesi içindeyim.

Sn. arkadaş, aramızda sınıf algısı bile kökten farklı. Buna bağlı tarih, felsefe ve gelecek yaklaşımlarının çok farklı olması da normaldir. Bu kadar yazı yerine, önceki yazılarımda sınıf mücadelesinin tarihte gerçekleştirdiği tek bir yeni üretim tarzı gösterseydiniz, sanırım okur için daha yararlı olacaktı. Ancak bunun yerine bana yıllar önce onurla taşıdığım geçmişimi tanımlayan argümanlarla tekrarlar yapmanız, boşa kürek çekmektir diyeceğim.

Bu algılarla ne gelecek kurulabilir ne de marjinal olmaktan çıkılabilir. Popülizm yapmak değil, tarihin gelişmesini yakalamaktan söz ediyorum. Bunu yakaladığımız zaman, kitlelere uğruna dövüşecekleri gerçekçi davaları da sunmuş oluruz diyorum. Nesnel gelişmeler bunun için gerekli yeni sınıfları ya da katmanları ve onların bilinçlerini ve örgütlenmelerini de yaratacaktır. Bu günün bilişim çağının verilerini ortaya koyduğumuzda çok önemli verilerin nüvelerin ortaya çıktığını görmek zor olmayacaktır ( bu ayrı bir tartışma konusudur)

SOSYALİZM, DEVRİM, KÜRESEL ÜRETİM, YABANCILAŞMA GİBİ TEMEL KONULAR ÜZERİNE KISA CÜMLELER” Başlıklı, 80 gençliği grupta yayınlanan birinci yazımda 7 Parametre ortaya koydum, özetle de örnekler verdim. Bu çağın gerçek anlamda devrimci mücadelesi ve devrimcilerin görevi özgürlük ve demokrasi mücadelesidir dedim. Bunun burjuva demokrasisiyle ne zaman ne mekan ne de nitelik olarak aynı olmadığını belirttim. Roma, Atina örneklerini hatırlatıp her tarihi kesitin bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçişte, özgürlük ve demokrasi bayrağını yeni üretim tarzının temel sınıfları yükseltir dedim. Bu nedenle, bu soyut kavramları bu çağda sadece devrimciler doldurabilir diye de noktaladım. Bu tarihi kesitte, demokrasi burjuvaziye ait bir siyasal veri değildir diye de ısrarla vurgu yaptım.

Tersi iddiaların, gerçek anlamda kapitalizmin sınırları dışına çıkmak istemeyen, bu sistemi tarihe gömecek nesnel gelişmelerin sonucu ortaya çıkan öznel öğenin dinamiklerini sürece katmak istemeyen algılar olduğunu belirttim. Buna da yakın tarihten kanıtlar verdim. Maddi veriler olarak, toplumsal mülkiyet ilan etmenin hiçbir zaman daha ileri bir üretim tarzına geçiş için yeterli olmayacağını ifade ettim. Bir gece ansızın, bir siyasi kararla ilan edilenin, yine bir gece ansızın bir siyasi kararla geri dönüşünün kaçınılmaz olduğunu örnekledim. Geri dönüşün ne idari ne de idarecilerin hatasından dolayı olmadığını, nesnel yetmezlik nedeniyle olduğunu ifade ettim. Bu önermelerime de dayanarak sınıf bakış açısının, öznel, idealist bir bakış açısı olduğunu, tarih öznesi olarak sınıfı görmenin bu başarısızlıkta önemli bir rolü olduğunu bu satırlardan bir kez daha belirtiyorum.

Bolşevikleri ve başlarında Lenin’i, sınıf bakış açısının gelmiş geçmiş en büyük ustaları olduğunu belirteceğim. Bunun verdiği güç ve dinamiklerle milyonlarca komünistin sosyalizm tahayyülünü kurmak için ikircimsiz ve öz verili çaba sarf ettiğini teslim etmemiz gereklidir. Onları hafife almıyorsak, teoriyi doğru kavramadılar diye bir iddiada bulunmuyorsak, Kurdukları sosyalizmden başka bir sosyalizm olmadığını teslim etmemiz gerek. Bu öyle ise, geri dönüşü yönetim bozukluğu, sonradan gelenlerin hatasına bağlamak, söz konusu öncülleri küçümsemek demektir. Bu doğru değildir.

Yanlış olan, yukarıda Marks’tan aktardığım ve gerçek anlamda, geri dönüşü mümkün olmayan bir devirim için gerekli nesnel gelişmelere sadık kalınmaması nedeniyle yapılanlardır. Bu nesnel yeterlilik olmadan “sınıf” üzerine yapılan kurgu tahayyülleriyle, eski üretim tarzını tarihsel olarak yadsımadan, yeni bir üretim tarzı kurulabileceğini iddia etmektir. Siyasi iktidarın ele geçirilmesini bunun için yeterli görmektir, toplumsal mülkiyetin hukuksal olarak ikamesiyle üretici güçlerin gürbüzce gelişebileceğini sanmaktır ilh…(ila ahiri)

Bundan da açıkça anlaşılması gereken şey Marks’ın, yukarıda üretim ilişkilerinde devrim olgusunu sıkı sıkıya teknoloji devrimine bağlama örneğinde olduğu gibi, üretici güçlerin gelişimini engelleyen eski üretim ilişkilerini aşacak girişimlerin katkısına dikkat çektim. Bu nesnel gelişmelerin devrimci öznesi ise eskiyen her toplumdan çıkışta olduğu gibi özgürlük ve demokrasi görevlerini yerine getiren güçlerdir. Bu güçler eski sistemin hiçbir sınıfı değildir; sınıf mücadelesi bu anlamda, eskinin içinde daha çok demokrasi ve özgürlük alanı açması kadar, gelecek toplumun kuruluşuna katkısı olabilir. Devimciler de bu nedenle bu mücadelelerin içinde yer alır.

Size gelince, sınıf merkezli algılarınız, yukarıda işaret ettiğim iç çelişki ve tutarsızlıklarını bir yana bıraksak da tarihi bir kategoriye bu ölçekte biçilmiş rollerle bir yere varılamayacağını bilmenizi isterim. Eski bir toplumdan “geleceği kuracak sınıf” çıkarma iddiası, benim materyalist felsefi algılarıma tamamen terstir. Böylesi bir iddia ırkçı, dinci iddiaların yönteminden farklılık gibi gelmiyor. Onlarda tarihi milletlerin savaşı, inançların savaşı olarak algılıyor. Bu nedenle idealizm bu algınızın temelini oluşturuyor diyorum.