HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Eylül 2011 Cuma

THKP-C (Acilciler) 33. Basın açıklaması

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
30 Eylül 2011 / No: 33


PARLAMENTOYA DÖNÜŞ
HALKIN VERDİĞİ OYLARIN İREDESİDİR

12 Haziran 2011 seçimleri, ülkemizde birçok gerçeğin ortaya çıkışı için bir ölçü oldu. Ülkemiz demokrasi güçleri için birleştirici bir rol oynadığı kadar, AKP iktidarının güç sınırlarının son aşamasına kadar dayanmasını sağlayarak, ülkemiz siyasal saflarının net biçimde açığa çıkmasına hizmet etmiştir.

Emek, özgürlük ve demokrasi güçleri blogunun, 12 Haziran seçimlerinde, bağımsız adaylarla gösterdiği başarı, kazandığı 35 milletvekiliyle sınırlı olmadığı açıktı. Halkımızın oyunu gasp eden, tercihlerini haksızca başkasına akıtan, iradesini hiçe sayan, %10 barajıyla belki dünyanın en faşizan seçim yasasına rağmen gösterilen bu başarı, önemli bir kazanımdır. Halkımızın iradesinin parlamentoya taşınmasıdır.
Parlamento da on yıllardır eksik kalan halkın siyasal iradesinin temsil gücüdür.
Bu başarı, Kürt halkının özgürlük mücadelesi kapsamında da olsa, ülkemizin birleşik demokrasi ve emek güçleri için önemli atılım olanağı sağlamıştır. Bu başarı, %10’luk gibi faşizan, ırkçı bir seçim barajının olmadığı koşullarda katlanarak kendini gösterebilir; alınan milletvekili sayısı üçe katlanabilir, birçok Büyük Şehirde AKP gericiliğinin ağır bir hezimetle yüz yüze kalması kaçınılmaz olurdu. Bu gerçek, gerici iktidarın en büyük kaygısıydı. Halkın parlamentoya ulaşması gereken iradesine karşı yürütülen akıl almaz kampanyalar bunun içindi.

12 Haziran seçimlerinde AKP’nin aldığı %50 oy oranı, esasında yolun sonudur. Seçim sonuçlarının doğru okunması bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gösterir. AKP alabileceği oyların son sınırına gelip dayanmıştır.

Bu noktadan itibaren toplum, açık ve net olarak, birbirinden kopmuş iki siyasal tercihle yüz yüze kalmıştır; demokrasi güçleriyle gerici güçler derin bir fay hattıyla birbirinden ayrılmış oldu. Bu gelişme, gerginliğin sınır noktasına, kopma noktasına, kırılma noktasına geldiğini gösterir. Saflaşmada, kimse AKP’nin aldığının ötesinde bir hedef kitlesi yoktur olamazda. Bunun için dışa açılma çabaları hız kazanmıştır. Ülkede kırılma noktasında olan enerji birikimlerinin sönmesi için dıştan sutaşıma telaşı içindedir. Ancak AKP iktidarı bunu, ikiyüzlü dış politikasıyla kaybetmiştir. Libya’da, Bahreyn’de ve son olarak Suriye’de eli kanlı şebekelerin ortağı olarak oynadığı rolle bitmiştir. Mısır’la Kavalılar dönemiyle birlikte ( M. Ali paşa ve oğulları, 1805 1952 başlayıp), Nasır dönemine kadar uzanan; Nasır devrimine karşı ise İngilizler lehine çalışma (4 Ocak 1954 Büyükelçi Hulusi Fuat Tugay’ın kovulması olayı), bölge savaşlarının tümünde İsrail’le ortak olmakla süren gergin ilişkiler. Buna, Orta-doğuda yer edinme çabasında, Libya’da ortaya sergilenin ikiyüzlü politika, Suriye’de iç karışıklıklarda açık bir taraf olarak kirli rol oynama ve Erdoğan’ın son Mısır gezisinde (14 Eylül 2011) “Yeni halife” rollerinde, yayılmacı söylemlerle, Mısır gibi kendini dünyanın merkezi sanan bir ülkeye “yönetim biçimiy”le ilgili yaptığı önerilerin ciddi tepki çekmesini eklemek gerek. Mısır iç işlerine karışmak gibi algılanan ve büyük tepkiler gören laiklik söylemi “devlet laik olmalı ama ben laik değilim” gibi ucube söylemler, Mısırlı Müslüman Kardeşler Örgütünü bile çileden çıkarmış, Erdoğan’ın ikiyüzlü, yayılmacı, Yeni-Osmanlıcı söylemleriyle bu sahada yer alamayacağı dile getirmiştir. Bu gelişmeler ülkede, varacağı sınırlara gelip dayanmış bir iktidarın dışa açılarak tıkanışını kurtarma çabasında nasıl battığına dair birer işarettir
Ekonomik büyümede dünyanın ön sıralarında olmanın, bütçede ortaya çıkan 3,5 milyar dolarlık açıkla bir aldatmaca olması, ve bunun ekonomik olduğu kadar sosyal ve siyasal yaşamdaki tahribatları arasında nasılda göz boyama, hesaplarla oynayarak krizin eşiğinde gelmiş bir ekonomiyi diri gösterme çabası verildiğini anlamak güç değildir. .

Bu verilerin ışığında, AKP’nin %50 oy almakla güçlenmediğini, sonun başlangıcına geldiğini söylemek yanlış değildir. Bu yanıyla, önceki seçimlerde aldığı %35 oy oranı, geride kalan %65 içindeki bağları ve uzantılarıyla, her sarsıntıyı daha rahat karşılayabilirken, %50 ile ağzına kadar dolmuş su bardağının, en küçük sarsıntıda bile dökülmeye mahkum olması gibi bir durumla karşı karşıyla kalmıştır.

AKP gerginliğinin nedeni de budur; ne demokratik açılım nede sosyal sorunları aşmak için bir çaba verme şansı kalmamıştır. Bu iddiaları ise mutlak olarak abartılı bir yalandan ibaret olmaya mahkumdur. Barış ortamının tüm verileri ortadayken savaşı dayatmanın ve tırmandırmanın altında yatan da bu gerginliktir. Sınırına gelmiş bir iktidar gücünün, toplum saflaşmasında yarattığı fay hattı budur.

AKP’nin geri sayım süreci burada başlamıştır. Bu nedenle topluma deklare ettiği hiçbir demokratik adımı atamayacak ve her şeyi güvenlik önlemleriyle çözme yönündeki temel algılarına bağlı girişimleri derinleştirecektir.

Bu tabloda ne demokratik bir anayasa ne de yürürlükte olan ve 90 yıllık tek boyutlu milliyetçilikle takdis edilmiş kurum, kuruluş, yasa, yönetmenlik ve kararnamelerin kurguladığı statüler değişme şansına sahip değildir. Savaşı kışkırtan, uzanan barış ellerini öteleyen, aydınlara, yazarlara, gazetecilere sanatçılara ve bil cümle düşün dünyasına amansız baskılarla saldıran, davalarla taciz eden, zindanlarla sindirmeye çalışan AKP yönetimi, parlamentoda gerçek muhalefetten uzak kalmanın avantajlarını da kullanır hale gelmiştir. Bu süreç, BDP’nin halktan aldığı temsil yetkisinin parlamento dışı kalmasından da yararlanma çabası içinde olmuştur. Bu durumun devamı ise, sivil diktatörlük heves ve hezeyanları için bir olanak olarak görülüyordu. Parlamentoyu boykot bu aşamadan sonra, halkın iradesini temsil etmekten kopmaya doğru yöneliyordu.

Alınan boykot kararı artık bu anlamıyla sınırına gelmiş, siyasal hedeflerinin zıddına dönüşme sürecine doğru yol alan bir handikap haline geliyordu. Siyasetin kuralları, manevraları, taktiklerinin de belli bir sınırı vardı. BDP demokrasi güçleri adına bu süreci başarıyla yönettiğinden söz etmek yanlış değildir. Boykot kararını kendisi alan ve kendisi gerektiği zaman hiçbir imlaya, hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi kararıyla sona erdiren tutum, demokrasi güçleri adına alınması gereken en doğru tutumdu. Nitekim bu kararın alınması önemli bir başarıdır.

12 Eylül 2011 seçimlerine doğru gidilirken, demokrasi güçlerinin bir blok olarak BDP’ye sundukları destek, Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle de kesişen yönelim, demokratik bir anayasa için parlamentoda mücadele etkinliğini yükseltmek üzerine oturmuştu; bu karar, boykotla ertelenmiş olsa da, parlamentoya dönüş kararıyla, yeniden hayata geçirilmesi olumlu bir adım olmuştur. Bu adım seçim dönemindeki desteği arkasına alarak başarabileceği önemli görevler olacaktır.

Ülkemiz demokrasi güçlerinin önemli şansı, ezilen bir halkın özgürlük mücadelesiyle omuz omuza olmasıdır. Başka ulusları ezen bir ulusun özgür olmayacağı gerçeği demokrasi güçlerinin haklı duruşunu ifade etmektedir. Bu aynı zamanda, Kürt halkının büyük fedakarla yükselttiği özgürlük mücadelesinin ülkemiz demokrasi güçlerine nefes alma, kendini toparlama ve dayanışmanın yaratacağı birlik ruhunu yeniden üretme perspektifi sağlamaktadır. Karşılıklı etkileşim içinde kazanılan bu güç, sorumluluklarını yerine getirdikçe önemli atılımlara imza atması kaçınılmaz olacaktır.

Bu anlamda, parlamento alanında yürütülecek özgürlük ve demokrasi mücadelesi için verilen oyları ve halkın iradesini temsil etmeyi yerli yerine oturtarak ifa edeceği açıktır. Parlamento alanında, yapılacak çok büyük çabalar ve elde edilecek önemli açılımlar olduğunu teslim ederek, bu alandaki mücadele için verilen oyların, yeniden bu alana dönmesi, ülkemizi sivil diktatörlük bataklığına sürüklemek isteyenler için önemli bir barikat olacaktır. Demokrasinin kabul edilebilir kazanımları için güç olacaktır.

Örgütümüz, demokratik anayasa mücadelesi yolunda bir güç kazanımı olarak gördüğü, özgürlük ve demokrasi blogu milletvekillerinin parlamentoya dönüş kararını desteklediğini belirtir, başarılar diler.

Mücadelenin bu safhasında, Anadolu mozaiğinin eksiksiz temsili, haklarının teslimi ve bu hakların demokratik anayasa güvencesiyle, ikircimliğe yol açmayacak kurum, kuruluş ve yasalarla ikamesi dönemi başlamaktadır. Ayrıca bilinmelidir ki, ülkemiz sadece Kürt halkının özgürlük aradığı bir ülke değildir. Ortak ülkemizin üçüncü büyük etnik topluluğu olan Araplar dahil diğer tüm halkların ve ezilen mezheplerin de hak ve özgürlük mücadelesi olduğu bilinmelidir. Bu gerçek, siyasal mücadele programının içeriğini belirleyen bir veri olmalıdır.

Parlamento mücadelesi ayrıca bölgemizde gelişen önemli olaylara karşı doru tavır almak ve bunu her alanda ifade etmek içinde önemlidir. Erdoğan iktidarının, bölgede oynamaya çalıştığı kirli rol, komşuların iç işlerine müdahale çabaları, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş başkanı olarak icra edilmektedir. Bunun pratik anlamı ülkemizi, halklarımızın iradesine rağmen komşularda akan kana bulaşmak demektir; Libya’da eli silahı çetelere ödenin 300 milyon doların kapalı ödenekten çıkması gibi karanlık, hesapsız ve sorumsuz işler. Bu da tarihi kinlerin yeniden körüklenmesi ve ülkemizin Osmanlıdan bu yana süren, NATO güdümünde olmakla, bölgede alnı kara geçmişine yeni lekelerin sürülmesi demektir. Parlamentoda mücadele bu açıdan da çok önem taşımaktadır. Komşularla ilişkiler, adil, eşit ve ortak paylaşım üzerine kurulmadan, ülke içinde adil, eşit ve ortak paylaşımla yaşamanın mümkün olmaz. Erdoğan iktidarının, “Komşularla sıfır sorun” söylemi artık kof bir medya abartması olduğu açığa çıkmıştır. Bu da parlamento içi mücadelenin önemini artıran etmenlerdir.

Demokrasi ve özgürlük bu ülkenin her düzlemdeki sosyal-siyasal ilişkileri için gerekli bir taleptir. Halkımızın parlamento mücadelesinden beklediği de bu haklı talep için mücadele etmektir. Oylarımızın siyasi iradesi bu yöndedir. Parlamento içi mücadelenin amacı da budur.

Halkımızın beklentisi de tas tamam budur.

THKP-C(Acilciler)
30 Eylül 2011

NEBİL RAHUMA 31.YIL...

31. yıl

NEBİL RAHUMA ÜZERİNE
MEHMET YAVUZ GÖNDERMESİ



Mihrac Ural

30 Eylül 2011

Nebil Rahuma Antakya devrimci hareketinin sesiz, sitemsiz bir militanı. Temel kadromun en aktifi.İstanbul’a görevli gönderdim. Eylem adamıydı. Geride tek bir yazınsal iz bırakmadı. İstanbul'u ve örgütü polise teslim eden itirafçı Engin Erkiner, Nebili de polise ilk kez ifşa eden kişi oldu. Bu itirafçının bir de ortağı var. İbrahim Yalçın adlı MİT ajanı. Bu ajanın tuzağına düştü Nebil Rahuma. Bu ahlaksız MİT ajanı, Nebil’den yardım adı altında 2 kg altın aldı, cebine indirdi Bir hafta, on gün geçmeden de katledilmesini sağladı. Aynı MİT ajanı, Nebili katleden tetikçi şebekeyi de MİT ajanlarıyla birlikte katletti. Böylece tüm izler silindi sandı. Ama tarih hiç bir şeyi gizli bırakmıyor. Üzerinden ne kadar zaman geçse de gerçekler gün yüzüne çıkıyor.

Mehmet Yavuz yine ince esprileriyle bu şebekeye işaret ediyor ve Nebil yoldaşa anlamlı mesajlar iletiyor. Fotoğraftaki şiirsel mesaj bu inceliği dile getiriyor...

31 YIL…

Sevgili Nebil;
Aramızdan ayrılışının 31.
Senesindeyiz

Aradan geçen bunca yıla rağmen
Hep anılarımızdasın…

Lakin senin ebediyete gidişin; ihbarcıların,
iftiracıların hızını kesmedi. İhbar ve
iftiralarını aynı aymazlıkla sürdürüyorlar.

Dün seni almışlardı, şimdi bizim kellemizi
İstiyorlar… Şu anda seninle birlikte YARGI
Karşısındayız.

Tanığımsın…
Mehmet Yavuz . 30 Eylül 2011

28 Eylül 2011 Çarşamba

NEBİL RAHUMA

“BURADA YATAN ÖLÜMSÜZ KAHRAMAN NEBİL RAHUMA
ORTAK ÜLKEMİZİ
N
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE
FİLİSTİN HALKININ


HİÇ BİR ÖZVERİDEN KAÇINMADAN
DOĞRULARI ARKASINDA DURDU.
( Mihrac Ural )”

Mihrac Ural

29 Eylül 2011- Nebil’in anısına

Nebil Rahuma yoldaş, yukarıdaki satırları mezar taşın için yazdım. Orada yerini bulacaktır. On yıllar geçti katlin üzerine, mazlum yoldaşım. Acını hala yüreğimde taşıyorum.

Esir aldı seni, yoldaş diye bildiğin bir ahlaksız şebeke, acımasızca da infaz etti. Her zamanki gibi sesiz sitemsiz gittin ölüme. Gerçek yoldaşlarından kadim Roma kenti Antakya’nın mayasında birlikte piştiğin canlarından kopardılar seni. Ama sen bu kentin ve Türkiye devrimci hareketinin yüreğinde yaşamaya devam edeceksin.
Nebil yoldaşın katli ikili bir şebekenin işi olarak icra edildi; tetikçiler ise tek tek aynı ikili şebeke tarafından tasfiye edildi.

Nebil’i, İtirafçı Engin Erkiner polise ihbar etti; polis itirafnamesinde 17 kez adını verdi (Bkz. Engin Erikner polis ifadesi. Dosya no:1 altta adı verilen link).
İşaret böylece verilmiş oldu. MİT ajanı İbrahim Yalçın devredeydi; örgütün İstanbul’daki tüm faaliyetlerini isim isim, adres adres MİT’e veriyordu. Tabi ki tüm eylemlerde MİT denetimindeydi. MİT İstanbul bu müdürü Osman Nuri Öndeş, bu ifşaatı ayrıntılarıyla anılırını yazdığı “İHTİLALERİN VE ANARŞİNİN YAKIN TANIĞI” adlı kitabında tek tek açıkladı; Soygun sonrası “lokantada kuru fasulye yediklerini” bile biliyorlardı. (Bkz. S: 280-289 “ACİLCİLER OPERASYONU” bölümü)

İtirafçı Engin Erkiner polis itirafnamesinde ayrıntılarıyla Nebil Rahuma yoldaşı polise anlattı, onu hedef haline getirince de iş MİT ajanı İbrahim Yalçına kaldı. MİT ajanı banka soygunlarına katılmasına, görgü tanıkları onu tespit etmiş olmalarına rağmen, 1979’da örgütümüze yapılan yeni operasyonlara katılmak üzere cezaevinden çıkarıldı. O da işini yaptı. Sıra, Firari durumda olan Nebil Rahuma yoldaşa geldi.

Nebil’i katleden şebekelerin tek gerekçeleri “başka örgüte para ve silah vermek”. “Başka örgüt” dedikleri ise, Nebil’in öz örgütü THKP-C(Acilciler)’di. Ancak tezgah öyle kurulmuştu.

MİT ajanı, Nebil ve arkadaşlarının kuyumcu soygunundan yüklü miktarda altın aldıklarını biliyor ve izliyordu. Zorlamamız sonucunda öğrendik ki, örgütten habersiz, Nebil kanalıyla cebe indirmek üzere 2 kg altın almış. Bu altınları nereye, nasıl harcadığı bu güne kadar kimse tarafından bilinmedi; bilinen cebe indiğiydi. Bu kuralsızlık, Nebil Rahuma’yı katletmek için yapılan tezgahın bir parçasıydı.
Nitekim öyle de oldu. Nebil “başka örgüte para verdi” diye, arkadaşları tarafından yargılandı ve katledildi. Tek gerekçe buydu. Diğer gerekçeler ise, işin baharatıydı, göstermelik dolgulardı. Ancak MİT ajanın İbrahim Yalçın’ın görevi burada bitmedi. Nebil Rahuma’nın ardından tek tek diğerlerini de katlettirdi. Bu ekip, akıl almaz tarzda öldürüldü. Dirisi kalmadı. Nebili öldüren tabanca da Ülkü Ocaklarında bulundu. MİT ajanı böylece görevini yapmış oldu.

Bu şerefsiz, bu gün de devrimcilerin peşinde İtirafçı ortağıyla ihbar, üzerine ihbarla görevini görmeye devam ediyor.

Nebil yoldaş, mağdur edilmişti.

Belgeleri ve kanıtlarıyla, tek tokat yemeden yaptıkları itiraflarla Nebil’in katline yol açanlar belliydi. Katlin birinci derecedeki suçlusu ise hala MİT ajanlığı yapıyor ortağı itirafçıyla yeni ihbarlar için çırpınıyor.

Nebil Yoldaş,

Can yoldaşların seni hiçbir zaman unutmadı, bundan sonra da unutmayacak. Sen mazlum bir devrimcisin, gadre uğradın ve katledildin. Buna neden olanlar er ya da geç bunun hesabını verecek.

Sen ise yüreklerimizde yaşayacak bir kızıl yıldız olmaya devam edeceksin…

Nebil Rahuma’nın katli ve mücadelesi üzerine ayrıntılı yazıların tümü
http://acilciler-thkpc.blogspqot.com/ linkinde yayınlanmış olan 81. / 90, / 194. Ve 222. DOSYA’da
yer almaktadır. İlgili okuyucunun bilgisine.



İtirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesinin özeti şudur:

“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)

İfadesini polise yardımla açarak işe koyulan itirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise gammazlarken, akla hayale gelmeyecek ayrıntılarıyla birlikte adını 17 kez tekrar ederek şunları itiraf ediyor.

Buyurun birlikte okuyalım:

“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )

“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)

“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…

“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…

“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemin arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Rayoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)

“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.

MİHRAÇ : Orta boylu,165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli,kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…”

(Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)

MURAT BARDAKÇ’NIN MEZHEP IRKÇILĞI VE ALEVİLİK

Mihrac Ural

28 Eylül 2011


Murat Bardakçı'nın 9 Eylül Tarihli bu makalesi, belli çevrelerin demokrat, laik olma iddialarına rağmen Arap Aleviliği hakkındaki bilinçaltı reflekslerinde, akıl almaz çirkinliklerin yattığını gösteriyor.

Bardakçı’nın makalesi, hak ettiği tepkiyi ilgisizlik nedeniyle görmediğini söylemek yanlış değildir. Bu Arap Alevilerinin örgütsüzlüğü ve duyarlılığını aktif bir çabayla ortaya koymamalarının sonucudur. Murat Bardakçı gibilerin ortaya koyduğu tutumlar, bölgedeki son gelişmelerle de kesiştikçe bu inanç topluluğunun göstereceği reflekslerle yüz yüze kalacağı kesindir. O zaman herkes bu tepkiler nerede ve neden başladı diye araştırma yapmaması için, bu satırları tarihe yazıyorum.

Oysa bu duruşların toplumsal açıdan ağır cezaları olmalıydı. Bu konuyu yazacağım. Ama 9 Eylülde yayınlanmış bir makaleyi bu gün gösterilecek tepki biraz geç gibi. Kendi alan ve etkinlik sahalarımızda bunun teşhiri ise hiçbir zaman geç olmayacaktır. Birilerimiz bu örnekleri bir kenarda arşivlemelidir.

Ülkede bizi yeterince ötekileştirmiş akıllara karşı bir duruş sergilerken bu denelerin anlamlı olacağına inanıyorum. Bunu da duyarlı her birimiz kendi alanında başlatmalıdır. Arap Aleviliği sahipsiz değildir bunu herkes er ya da geç anlayacaktır.

Murat Bardakçı bir hakirdir,

Bu hakirin, sözleri sadece kendi dini ahlakıyla ilgilidir ve doğrudan kendine yönelik bir tahkirdir. Bardakçı’nın algısı, ötekileştiricidir. Mezheplerle oynamak inancı birbirine kırdırmak geleneğinden gelmektedir. İslam’ı maddi dünya çıkarlarına göre ölçüp tartan, lafzi sınırların dar ölçüleri içinde, bilinç altı bir Muaviyeciliktir. Bu akıl, tekfiri Vahhabi’cilikle ikiz kardeştir. Laik diye geçinenlerin, demokrat olduğu sanısında olanların yaptığı bu ahlaksızlık gerçek anlamda akılların ne tür karanlık örgülerle oluştuğuna yeterli bir kanıttır.


Kimse bizleri aldatmasın, Murat bardakçının kof bilgileri, oturmamış araştırmalarıyla kendini ansiklopedi sayarak konuşmasının handikabı burada açık olmuştur. Bu tarih bilgisi itibariyle de, yorum ve yaklaşım itibariyle de yanlışlıklar içindedir.

Alevilik tek kaynaktandır. Öz ilişkin hiçbir farklılığı yoktur. İnsan merkezlidir ve ilahı olan, kutsal sayılan her önermeyi insan için görendir. Biat kültürü, ölüm kültürü yerine, İslam masajını, aklın cesaretiyle yorumlanarak, evrensel insan erdemleri, barışı ve diyalogunu esas alan bir inanç algısıdır. Kökü insanlığın kadim toplumsal ilk var oluşuna kadar uzansa da Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi’nin (Kas) 9.yy daki külliyatında formüle edilmiştir. Yeryüzünün tüm Aleviliğinin temel esin kaynağı, İslam algıları buradan başlar. Murat Bardakçı bu ayrıntıyı bilmez, çünkü cahildir ama konuşur.

Bardakçı, öncelikle, bilge Hasibi (Kas) ve onun, tüm Alevileri ifade eden öğrencilerinde yani kaynağından öğrensin, bunun için 10 Ocak 2010 tarihli “MİHRAC URAL BİLGELERİN TALİBİDİR” başlıklı makalemdeki şu satırları okusun;

“Şeyh El-Hasibi, "akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz" diye "aklı kullanma cesareti" göstererek, aydınlanma çağından 800 yıl önce bu yaklaşımı ortaya atan bilgedir.

Bilge El Hasibi,10.yy anahtarıdır. Bu yüzyıl sonraki tüm yüz yılların düşünsel dokularını belirler. Bu dönem yeryüzünde bilgi dönüşümünün en evrensel olduğu dönemdir. Abbasilerin kültür atılımlarıyla başlayan tercümeler dönemidir, müsamereler, seminerler, aydınların tartışma dönemidir. Bu dönemde sanat, şiir, müzik, hattatlık, giyim, kuşam ve fanteziler dönemidir. Gerçek anlamda bir Arap-İslam uygarlık hamlesinin yeryüzüne kendi değerleriyle ağırlık koyma dönemidir. Bu dönemin bilim, teknik, buluş, ticaret, edebiyat konusundaki verileri ve bilgelerini sıralamaya sayfalar yetmez. Bu dönemde bin yılların birikimi sentezleşti ve soyutlamalarla yollar, mezhepler ortaya çıktı. Bütün bunlar aklın dinamizmini gösterdi. Aklı da şeriata karşı koyma cesaretini de bilge şeyh El Hasibi (874-958) yazılı hale getirdi. Mevlana (1207-1273), Hacı Bektaş-i Veli (1281-1338), Hacı Bayram-ı veli (1352-1429), Şeyh Bedreddin (... -1420) ve bu meşreplerin beslediği ozanlar çağı, Anadolu’ya aydınlık saçan değişler, nefesler çağı El Hasibi'nin de içinde olduğu bilgelerden beslendi. Şeyh Bedreddin, Hacı Bektaş-i veli, Hacı Bayram-ı Veli bu bilgenin, 1100 yıl önce yazdığı, belge haline gelmiş kitaplarındaki değişlerin bir biçimdeki yansımalarını terennüm etti, çevrelerine yaydı.
Şeyh El Hasibi (Kas), aklın evrimi uygarlıkların evrimidir. Her uygarlık ( El Hasibi (Kas) buna, doruk anlamında "kubbe" diyor), belli isimlerin öncülüğünde kurumlaşmış insanlığa bilgi ve bilinç taşımıştır, yönlü ifadeleriyle, Farsları, Yunanları, Sasanileri, Arapları düşünce birikim evrimleriyle ve gelişmeleriyle ele alarak, tilmizlerine (taliplerine) öğretmiştir. Kurduğu yolun yolcuları bu güne kadar bu bilinçle çevrelerini yorumlamaya ve algılamaya çalışmıştır. Şeyh El Hasibi (Kas), Alevilikte her türden kastı (hükümranlığı) reddetmiş, "el bera vel vela " ilkesiyle, herkesi eşit saymış, topluluğunda eşitlik ve adalet bilincini yerleştirmiştir. Şiilikte ve Sünnilikte bir biçimde var olan kasttan çok farklı bir yol çizmiştir.
İnsana "aklın rehberindir" başka rehberin olmayacaktır; hurafelere, gaipten bilgi satan telalara itibar göstermeyeceksin diyerek sunduğu pusula, aydınlanma çağının pusulasıdır.

İşte, Mihrac Ural da tarih okumalarının ürünü olarak düşüncesini şekillendiren, Sümer, Roma, Yunan, Bizans, Sasani, Hıristiyan, İslam ve batı uygarlıklarına ait yüzlerce bilgenin dev kültür mirasları arasında biri olarak Şeyh Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi'yi de veri olarak saymayı görev bilir.”

Bu aktarımda, bu gün sözü edilen Alevi toplumunun temel, ilk yazınsal kaynağının bir olduğu yeterince açıktır. Dil sorunu, siyasi iktidar farklılaşması, gelenek ve göreneklerin etkisi, coğrafi verilerin katkısıyla ritüellerde kimi farklılaşmalar olsa da, her türden Alevilikte felsefenin özünü anlatan, ritüellerin de ayrılmaz parçası olan nefesler, şiirler, divanlar aynı konuyu işler aynı terennümü yapar.
Şu beyitleri her şeyi açıkça ortaya koymaya yeter. Alevilik iki değil aynıdır ve aynı kaynaktandır;

5 Ciltlik Alevi-Bektaşi şiir Antolojisi bize Aleviliğin nasılda ortak algılarla bir inanç dünyasına sahip olduğunu anlatır. Bu dev eserde insan en yüce değer olarak Alevilerin ortak kanısı sergilenir. Bardakçının sığ düzeyi bunu anlamanın çok uzağındadır çünkü o, okumadan kulaktan dolma bilgilerle kirlilik saçma çabasındadır.
Onun yaptığı bir ön yargıdır, bilinçaltı refleksidir.

Anadolu Alevi Ozanlarının, aşıklarının dile getirdiği kasideler, şiirler, aynıyla eksiksiz nesir olarak Arap İnancının temelini oluşturan söylemlerdir. Öyle ki, Arap Alevi inanç algısının 12 imam adını tek tek anarak dile getirdiği ve inancın en önemli vurguları, Anadolu ozanlarının ağzından da bire bir terennüm edildiğini bilmek aynıların ayrı gösterilemeyeceğini ifade etmeye yeterlidir.

Şu beyitleri her şeyi açıkça ortaya koymaya yeter. Alevilik iki değil aynıdır ve aynı kaynaktandır;

Tutum aynayı yüzüme
Ali göründü gözüme
nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme

Adem baba Havva ile
Hem allemi'l esma ile
çarh-ı felek sema ile
Ali göründü gözüme

Hazreti Nuh nebiyullah
Hem İbrahim Halilullah
Sina'daki kelamullah
Ali göründü gözüme

İsa'yı ruhallah odur
iki alemde şah odur
müminlere penah odur
Ali göründü gözüme

Ali evvel Ali Ahir
Ali batın Ali zahir
Aili tayyib Ali tahir
Aili göründü gözüme

Ali candır Ali canan
Ali dindir Ali İman
Ali rahim Ali rahman
Ali göründü gözüme.

Bu beyitler gibi binlercesi buraya aktarmam güç değildir.

Alevilik yeryüzünün her alanında, İnsan merkezli, evrimci, İslam’ın konusu olan yüksek ahlak ve toplumsal yaşam için gerekli ruhsal arınmayı ilke edinmiş bu nedenle, Kuran'da açıkça belirtilmiş olan ve Allahın emriyle ruhun bir kez daha ve bir kez daha arınıp yükselerek yeniden yaşama dönmesini temel alan bir felsefi yaşam biçimidir. İslam’ın mezhepleri kadar her bir yorumcunun kendi algısıyla oluşan binlerce yorumu varken, Arap Alevileri, aynı kök ve algı üzerinde yürüyen Anadolu Aleviliğini böylesine çirkin bir dille ayırıp, birini alt diğerini üst sayan, ahlak yoksunu Murat Bardakçı için söylenecek çok şey olur. Ama söz anlayana gereklidir, anlamak istemeyenlerin düzeyine Arap Aleviliğinin indiği görülmeyecektir.

Bu ülke, kendini bir şey sananların güç bende dediği bir ülkedir. Bunu biliyoruz. Kılıç hakkının arkasına sığınan barbarların egemen olduğu bir ülke olduğunu da biliyoruz. Bu türler, orijinal olmayan türlerdir. Üzerinde yaşadığı topraklarda hiç bir yerliliği olmayan, yerlileri zorbalıkla ezip, asimile ederek sindirip, üzerinde hüküm sürmek isteyenlerdir. Bunlar bu toprakları hazır haliyle gasp eden akılların mirasyedileridir; bu bakir coğrafyalarda ilk insan topluluklarını oluşturup uygarlık kuran, toprağı yaşama açan ziraata açarak onu tarihsel ve bilimsel anlamıyla anavatana dönüştüren yerli halkların yarattığı tüm değerleri kılıçla gasp eden, hükmünü ilkel aklıyla sonsuza kadar yaşatabileceğini sananlardır. Bu nedenle, sonradan edindikleri inanç ve mezheplerde kraldan çok kralcılık yaparak, bu torakların öz inançlarını sindirmeye, kast tanımlamalarıyla tanımlayarak küçük düşürmeye çalışacaklardır. Eksik olanların sığındıkları dolu türlerinden biri de budur. Bardakçı, müptezel nakıstır, doğal olarak inançlarla böylesine ırkçı bir duruş sergileyecektir; gördüğü eğitim dolaysıyla öve öve bitiremediği Hüseyin Çelike’le aynı türdendir. Aleviliğin bu ölçüde sıkıntı yarattığı bu insanların, şovmenler dünyasının “sürç-i lisan” adı altında bilinçaltlarından ortaya dökülen Alevi düşmanlığından hiçbir farkları yoktur. Murat Bardakçı’nın, Hüseyin Çelik’e, “on yıldır Suriye’de cirit atıp oynaşırken aklın neredeydi?” deyip “siyasetin ölçüsünü mezhepler paradigmalarıyla yapanların işi de mezhepçiliktir siyaset olamaz” uyarısı yapacağına, bunu bir kenara bırakıp Aleviler arasında düzey farkları koymaya kalkışması bu ikilinin ayni tıynetten geldiklerine yeterli bir ifadedir.

Arap Alevileri bunu unutmayacaktır. Bu gün, bu topluluğun, bir bütün olarak ortak ülkemiz Aleviliğinin, insan olma evrimini henüz tamamlamamış aklı örümceklerle örülü olanları muhatap almaması onları bu acımasız tarihin bir parçası olarak arşivlerine not etmedikleri anlamına gelmez.

Arap Alevi kökenli biri olarak, bu ahlaksız söylemleri ve sahiplerini lanetliyorum. Bölgemizi saran, şer medyasını desteğiyle parlatılan, yarım aydınlarınca doldurulup, desteklenen, ırkçılıktan, tek boyutlu milliyetçiliğe, yeni Osmanlıcılıktan, farklılıkları ötekileştirmeye kadar uzanan, bu hengamenin figüranları kirliliklerine sonuç bulamayacaktır.

Ortaçağların akıl zoru zulmüne karşı direnmiş, devletlerin, imparatorluklar, siyasi erkler ve uygarlıklar ardı arkası devrilip tarihten silinmesine rağmen, sakince, kendinden emin, insanlık erdemleriyle örülü mesajını kararlıca sürdüren Arap Alevileri, ne siyasi iktidar ne de dünyasal bir çıkara prim vermeden insanlık ailesinin inanç algıları içindeki yerini almaya ve mesajını iletmeye devam ediyor. Murat Bardakçı ve akıl kaynakları bu dünyadan binlerce kez silinmesine rağmen Alevilik bir ve bütün olarak insanlık için yoluna devam edecektir.

24 Eylül 2011 Cumartesi

ZEKİ EL KASIM (URAL ) 40. GÜN ANMASI


Zeki el Kasım (Ural) Antakya 1912 – Antakya 2011


(25 Eylül 2011 Pazar günü. Antakya asri mezarlığı saat:10)



KOCA ÇINARIMIZ
ÖĞRETMENİMİZ GÖLGESİNDE VARLIK OLDUĞUMUZ BABAMIZ
ZEKİ EL KASIM (URAL)
ÖLÜMÜNÜN 40. GÜNÜ ANISINA MEZARI BAŞINDAYIZ




Seni hep anacağız. Asaletini, bilgi birikimini, tarihsel bir varlık oluşunu, URUBA hareketi önderlerinden bir olarak Fransız işgaline ve sonra gelen ilhaka karşı direnişini, inancın doruklarında El Kasım’ların yüz yılların içinden çıkıp gelmiş şeyhi olarak dik duruşunu, laikliğini, barışçıl çağrılarını, mazlumun yanında demokrasi ve özgürlük için yürüyen torunlarınla kol kola meydanlarda haykırışını unutmayacağız.

40. gün anısında eksikliğini hiç unutmayacağımız bir kez daha anlıyoruz. Fedakarlık timsali babam, cenazeni, mezarına gelemedim, toprak, su serpemedim, veda edemedim özür dilerim. Zalimin zulmü yolumu kesti, sürgünde kanatlarım kırık ulaşamadım. Hakkını helal et.

Ölüm doğanın kanunun, hakkın mekruhudur, ölüm er ya da geç gelecek.

Hakkın rahmeti gurbette gelsin istemem, ben sen gibi kadim Roma kenti bir Antakyalıyım, yurdumun toprağında olmak isterim sana kavuşmayı taksiratımı gidermeyi arzularım. Başka isteğim olmayacak…

Baba, koca çınarım hakkını helal et taksiratımı affet…

Mihrac Ural
25 Eylül 2011

CEVDET KILIÇ YOLDAŞ (CAFER) MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR




Mhirca Ural

24 Eylül 2011


24 Eylül 1998 genç yaşta aramızdan ayrıldı. 36’sındaydı ömrün, sessiz sitemsiz özverilerle demokrasi mücadelesinde, Filistin halkıyla dayanışmada görevini yerine getirdi. Antaka/ Ayn Camus köyünün ülkemiz devrimci hareketine kazandırdığı onlarca militan ve kadrodan biriydi. Bu köyde ekilen devrimci emekler her alanda ve her düzeyde sonuçlar verdi. Cevdet Kılıç yoldaş bunlardan biriydi. Oğul Ali bu gün kocaman bir genç oldu, çocuklarımla birlikte büyüyor, bir emanet bir can olarak, eğitimini tamamlıyor, babasının yolunda yürüyor. Fotoğraflar; Bassit, Parti Okulundan çıkan cenaze kortejini gösteriyor 24 eylül 1998.



Ali, Cevdet Kılıç (Cafer) yoldaşın oğlu, babasının yolunda, şehit yoldaşlar arasında elinde babasının fotoğrafıyla, mücadeleye devam diyor…

21 Eylül 2011 Çarşamba

GERGİNLİĞE SÜRÜKLENMEMEK

Mihrac Ural
21 Eylül 2011


Bölgemizdeki kaosların ülkemize taşınacağını gösteren binlerce belirti bulunuyor. Ülkemizin on yıllardır yaşamakta olduğu kaos üzerine bineceği anlaşılan yeni gelişmeler, toplumsal yaşantımızın cehenneme dönmesine yol açacağı kesindir. Ankara’daki son patlama, elbette ki ne ilk ne de son olacaktır. Ancak her patlama kendi zamanı ve mekanı içinde anlamlıdır. Bu açıdan bu sonuncusunun ciddi işaretler taşıdığını söylemek yanlış değildir.

Evimiz camdan ve durmadan başka evleri taşlayıp duruyoruz. Başkasına verdiğimiz nasihatleri kendimiz uygulayabilseydik, küçük bir kıvılcımdan büyük yangınların olacağı kaygısına, tedirginliğine kapılmamıza gerek kalmayacaktı. Ama bir inattır sürüp giden, üç kuşak tüketen. Özgürlük ve demokrasinin yollarını tıkayıp duran...

Demokrasi, sorunlarımızın tek çıkış yolu. Acil demokratik açılımlar, gerçeklerin ve hakların teslimi bu işin en önemli yanıdır. Seçimleri yapalı birkaç ay oldu, ama parlamentosu bile tam üye sayısıyla yemin etmiş üyeleriyle toplanamayan bir ülkede yaşamaya mahkum olmaktayız; çünkü gerçekler kabul edilmiyor, hazmedilmiyor. Halkın iradesini çiğneyen yaklaşımlar, artık yasalardan da kurum ve kuruluş işleyiş mantığından da öte bir despotizm olarak kendini dayatıyor. Zindanlar, halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerine kapılarını kapatmaya devam ediyor. Ülke siyasal olarak kilitlenmek isteniyor. Gerçeklerin gücü karşısında çaresiz kalan tıkayıcı etkinlikler, inatlarını sürdürmeye devam ediyor. Her denemesinde iflas eden güvenlik çözümleriyle sonuç alınacağı sanısı, yeni iflasları, yeni acıları biriktiriyor, sorunların üst üste yığılmasına yol açıyor.

Ankara’da patlayan bombalar, bölge sorunlarıyla birlikte ele alındığında, hiç kimsenin arzu etmeyeceği dehşet sonuçlara gitmekte olduğumuza bir işaret gibidir. Bu tırmanış, ülkemizin kaoslarını aşmak için bir araya geldiği iddia edilen tarafların, bir araya geliş mantığıyla da tam bir karşıtlık oluşturuyor. Demokratik açılımın ve bunun sonuçlarının birinci derecede devletin elinde olduğu gerçeği, bu görüşmelerde talepleri yerine getirilmesini bekleyecek olanları sorumlu olmaktan çok, dikkatli olmaya davet ediyor.Buna karşı devletin aşamadığı ilkeliklerine de ağır bir eleştiri olarak beliriyor.

Tıkanmanın kimden kaynaklandığı açık; tıkanmanın nedeni, ikircimsizce devletin ve iktidarın kendisidir. Siyasi iradenin yetmezliği, ilkel milliyetçi kaygıları ve tek boyutlu dünya algılarıdır. Devlet ve iktidar özgürlük ve demokrasi sorununu tüm boyutlarıyla, taktik bir hamle olarak ele almaktadır. Bu durumda ortaya serilen görüşmelerde, iyi bir niyet değil, birbirine pusu kurma olayı olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Bu akıl bildiğimiz bir akıl; sahibi demokrasiyi içine sindirememiş, gerçeklerin taleplerini ret etmeye devam eden bir akıldır. Cumhuriyetteki Osmanlıdır, kuruluş programındaki yanlışlarıyla demokrasiye evrimleşmeye karşı statüleriyle aşılmayı bekleyen cumhuriyetin ta kendisidir. Bu noktada, Cumhuriyetin çağdaş evrimiyle varacağı özgürlüğü tersine çeviren iktidarların gerici yönelimleri, cumhuriyetten geride kalan her şeyi erezyona uğratarak, oluşturmaya çalıştıkları biat kültürü ve sivil diktatörlük hezeyanlarının tahrip gücünün Ankara’da patlayan bombalardan çok dana şiddetli olduğunu bilmek gerek. Bu gerici hamle, ülke bütünlüğünü, toplumsal barışı, barış içinde bir arada yaşama şansını da alıp götüren bombardımandır. Ankara’da patlayan bombaların faili kim olursa olsun, sivillerin ölümüne yol açan her girişimi şiddetle kınamamız gerek, ama bu bombalara yol açan nedenleri ve bu nedenlerin kaynağında yatan devlet erkine yaygın biçimde sinmiş gerici güçlerin birincil dereceden sorumlu oldukları unutmamak gerek. Erdoğan yönetimi, ülkemizi hızla bir uçurum kenarına sürüklediğini burada ifade etmek süreci doğru kavrama açısından önemlidir.; iç siyasetin kirli yönelimleri, ikircimlikleri, ihanetlerinin aynıyla dış siyasette komşularımıza yönelmesinden de anlıyoruz ki, bölgemizin Amerika ve İsrail lehine yeniden dizayn edilme çabalarında Erdoğan iktidarının Eş Başkan olarak oynayacağı roller kanlı bir süreci işaret etmektedir. Bu noktada çok dikkat gerek. Sorumlu politik yaklaşım, gerginliklerin yönettiği değil gerginlikleri yöneten bir çizgi üzerinde yürümesi gereklidir.

Ortak ülkemizi barış içinde bir arada yaşamaya doğru yükseltmek isteyen güçler, bu gerginlikler yerine demokrasinin ikamesi için gerekli olan diğer tüm barışçıl etkinlikleri harekete geçirmekle yükümlüdür. Sivillerin ölümünü hiçe sayanlar, ülkemizin sorunlarını güvenlik algılarıyla çözebileceğini sananlardır. Bunlar halklarımızın vicdanında mahkum olmuş bulunmaktadırlar. Ancak bu, hiç bir şekilde gerginliklerin arkasından sürüklenmemize yol açmamalıdır.

Siyasal kaderlerini, yükümlülüklerini, demokratikleşme yerine, gerginliklere, artan kaoslara, kirli ve kanlı savaşlara endeksleyenler, bir kez daha iflas etmeye mahkum olanlardır. Bölgemiz gelişmeleri ülkemizi de içene alan bir tusinaminin eşiğindedir. Demokrasiyi ikame etmesini başaramayanların gelecek için bir siyasal rolü olması mümkün olmayacaktır.

Bu nedenle daha çok demokrasi ve özgürlüğün kazınılması için halkın dönüştürücü gücüne güvenelim.

BÖLGEMİZDEN DERSLER

Tunus, Mısır, başlayıp bitmeyen demokrasi girişimlerini dikkate almalıyız. Halkın gücünü bilince çıkarmalıyız; bu güç ortaya çıkınca da emperyalist güçlerin nasıl da üzerine çullanarak, önünü kesip tıkayarak, mantıki sonuçlarına gidişini engelleyerek katlettiğini de önemle algılamalıyız. Bölgemizdeki önemli halk hareketlerine ve kazanımlarına karşı geliştirilen yol kesme hareketlerini de doğru kavramamız gerekmektedir. Tunus’ta başlayıp Mısır’a ulaşan ve ilk adımda başarılı olan halk etkinliğinin nasıl ters yüz edildiğini, Libya’ya yapılan müdahaleyle halkın haklı demokratik taleplerinin nasıl bir karşı devrim isyanına, vatana ihanet derecesinde NATO uşaklığına kadar sürüklendiğini bilince çıkarmalıyız.

Aynı mantıkla, emperyalist güçlerin, Siyonist Arapların ve Erdoğan yönetiminin komşumuz Suriye’de işlemekte oldukları cehennemi planları bilmeliyiz. Suriye halkının haklı taleplerini çok daha ileri ve kapsamlı reform programıyla karşılayan halkçı yönetimin başarısını engellemek için yapılanları göz önüne almalıyız. Suriye halkçı yönetiminin, Ünlü İngiliz yazar Patrick Seale’in deyişiyle “devrim gibi reformlar” yapması, bunları resmi gazetede ilan ederek halkın kazanımları arasına sunmasıyla gösterdiği başarı, halkın bu hakları kullanmasının önü kesilerek komşumuzda kaos yaratma çabalarının sürdüğünü görmeliyiz. Bu kirli oyunların ülkemiz üzerinde de ciddi etkileri ve sonuçları olacaktır. Komşularda süren tahriplerin, kıyımın tetikçisi eli kanlı şebekelerin arkasında duran Erdoğan yönetimi, ülkemizdeki kaosun da birincil derecedeki sorumlusu olduğunu belirlemek yanlış olmayacaktır.

Ülkemizde barış özgürlük ve demokrasi halklarımızın haklı siyasal taleplerini ikame etmekten geçiyor. İçte ortaya serilen ikiyüzlü politikaların aynıyla komşularımıza dayatılması sonuç alamayacak bir iflasa sürükleniştir. Bu sürükleniş, bölgenin hareketli zemini üzerinde hiçbir şeyin aynı statülerle devamını mümkün kılmaz.

20 yy başlarında Sevr anlaşmasından sıyrılarak, Lozan anlaşmasıyla kurtulduğunu sananlar, bu akılla giderlerse Sevr’i bile arayacaklarını belirtmek isterim.

Bir ülkenin yüksek çıkarları sokakların duygusal refleksleriyle belirlenemez. Yüksek politika, gerçekler üzerinde tüm tarafların çıkarlarını ortak paydada birleştirebilen ve bunu gecikmeden yaşama geçiren politikadır. Bunun önelcikle şartı, ülkenin var olan sorunlarının gerçekliğiyle hazmetmeyi gerektirir. Egemen ulus milliyetçiliği bunun en büyük engeledir. Buna bir de dini siyasete alet ederek, tek boyutlu din dayatmasıyla, farklılıkların yok edilebileceği sanısına kapılmayı eklediğimizde, ülkemizin bu günkü cehennemi gidişini ve çözümsüzlüğünü anlamamız zor olmayacaktır. Bu koşulda, bu tür iktidarların ülkenin yüksek çıkarlarına ilişkin bir politik irade göstermeleri mümkün değildir. Becerebildikleri tek şey, büyük güçlerin kendilerine biçtikleri Eş Başkanlık rolüdür. Kuklalıktır.

Ülkemizi 20 yy başlarındaki çöküşün aynısına, bir üst düzeyde ve daha yıkıcı etkileriyle 21.Yy başlarında maruz bırakanlar, bırakın bir türlü uygulamadıkları Lozan anlaşmasını, Sevr anlaşmasını bile bulamayacakları açıktır. Bu handikabı yaratanlar, özgürlük ve demokrasinin önünde duranlardır. Ülkemizin kimlik bunalımından kaoslarına kadar sorunlarının merkezinde bu akıllar bulunmaktadır. Bu akılları besleyen nesnel verilerin artık olmaması, sorunların bataklığa dönmesinin de temel nedenidir. Bu süreci aşmak için, bu akılları ve etkinliklerini aşmak gerek. Buda ortak ülkemizin aklıselim insanlarının omuzlarında bir tarihsel görev olarak durmaktadır.

20 Eylül 2011 Salı

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ



HER SÖZÜNÜZÜ GERİ ALACAKSINIZ


Mihrac Ural’ın notu;

Her dönemde ve her tarihi kesitte itirafçıların, muhbirlerin derin devlet kuklalarının devrimcileri kirletmek için çırpındıklarını biliyoruz. Bu bir Özel Harp dairesi çabasıdır. Biz de buna maruz kalıyoruz.

Şerefsiz Türk milliyetçisi İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın 3 yıldır sürdürdükleri çabalar aynı yöntemle ve aynı merkezden organize edildiği kesindir; yalan, kurgu, karalama, ihbar bu çevrelerin Özel Harp Dairesi adına yaptıklarının özetidir.

Ertuğrul Kürkçü, bu ülkenin yetiştirdiği önemli bir devrimci şahsiyettir. Hayatının her kesitinde dik durmuştur. Niğde cezaevinde onu tanıdım, aylarca birlikte sohbetler yaptık (1979). O, halkı için, sosyalizm değerleri için, özgürlük ve demokrasi mücadelesini veren halkların haklı talepleri için kararlı duruş sergilemiştir. Bu kararlı insanların hızla azalmakta olduğu bir kesitte, Fatih Altaylı gibi ne gazeteci ahlakı ne de tutarlılığı olan birinin sistemli saldırılarına maruz kalması, manidardır. Bu saldırıların bu günkü kaynağı, Özel Harap Dairesi işlevi yapan Erdoğan’ın sivil diktatörlük hezeyanlarını stabilize etmek isteyen güçlerdir. Bu çabaları şiddetle kınıyorum. Ben ve binim gibi düşünen tüm arkadaşlarım adına Ertuğrul Kürkçü’ye desteğimizi belirtiyorum.


***

Ertuğrul Kürkçü’nün avukatı aracılığıyla, Bay Altaylı’ya, Habertürk Gazetesi ve internet sitesine gönderdiği cevap metnini yayınlıyoruz:

“Sizi tanıyorum, onlarla, Kızıldere’de, Ziverbey’de, Selimiye’de, Mamak’ta gördüklerimle aynı familyadansınız, onlar gibi düşünüyor, onlar gibi hissediyor, bitirici darbeyi vurduğunuzu sandığınızda da onlar gibi geriniyorsunuz: ‘Tamam mı koçum!’ Bu da, kod adınızın “Siyah” olduğunu açıklayan Mehmet Eymür’e, bunu yazan Ergun Babahan’a ve Fehmi Koru/ Taha Kıvanç’a neden yanıt veremediğinizi açıklıyor.”



Ertuğrul Kürkçü
20 Eylül 2011

Bay Altaylı,

17 Eylül’de yayınlanan yazınız bir cevabı hak ediyor. Tutturduğunuz diskura eşlik etmek epeyce güç. Gene de çaba göstereceğim.

İddianıza göre “Ertuğrul Kürkçü demiş ki, ‘Fatih Altaylı’ya verilen liste doğruymuş. Tutuklamalar başladı’ ” (http://tinyurl.com/64w9yrc). Velev ki dedim, bu ne bana ne başkasına “satılmışlar”, “şerefsizler” diye saldırma hakkını size vermez. Bu sözlerinizi geri alacaksınız.

Sütununuzda 16 Ağustos’ta şunu yazdınız:

“Öncelikle herkesin bahsettiği 800 ila 1400 kişi arasında değişen bir “tutuklama” listesi var (…) BDP’li siyasetçiler ve hatta yemin etmeyen milletvekilleri de listede… Örgütün sözcülüğüne soyunan bazı gazetecilerin de tutuklanacaklar arasında yer aldığı söyleniyor… Listenin 1400 kişiye kadar uzandığı dedikoduları konuşuluyor… Bu işin yargı boyutu” (http://tinyurl.com/6yhec27).

BDP’nin Adana ve Mersin il örgütü üyeleri Eylül’de peşpeşe tutuklanınca sizin Ağustos’ta verdiğiniz “BDP’li siyasetçiler tutuklanacak” haberinin akla gelmesinden doğal ne olabilirdi? Mersin milletvekili olarak görüşümü soran gazeteciye şunu dedim: “Fatih Altaylı aracılığı ile bize iletilen 1400 kişilik listenin kimlerden oluştuğunu bu operasyonlarla anlamaya başladık” (http://tinyurl.com/6jb4o5m).

Bu haberi bize, okurlara siz iletmediniz mi? Bu habere benim dışımda ve benden önce yüzlerce kez atıfta bulunulmadı mı? Ben doğrusu devletin size bir liste verdiğini ima bile etmiş değildim, bir bildiğiniz var sanıyordum. Ama yokmuş! Bunu “bir Kürt’ten” duymuşsunuz. Bir Eskimo’dan duymuş olsanız ne olur. Başka bir kaynaktan doğrulatmadan bir “rivayeti” haber diye dünyaya duyurmuşsunuz. Kötü gazetecilik yapmışsınız… Daha kötüsü, bir darbe girişiminden farksız bir tasavvuru, seçilmiş milletvekillerini tutuklama heveslerini başbakanın “kararlılık” gösterisi diye övmüşsünüz, ona tutuklama yetkisi tanıyıp adına “yargı” demişsiniz! Kötü gazetecilik ister istemez kötü siyasetle akrabalık kuruyor.

Benimki haberinize nesnel ve herhangi bir ima yüklü olmayan bir atıftı. Ama madem açtınız ve bu vesileyle haber kaynağınızı ifşa ettiniz, sorunun yeridir: Bilgi kaynağı, benim de tanıdığımı ileri sürdüğünüz bir Kürt olan bir haberin başlığı “Başbakan Karar Verdi Bir Kere” mi olurdu? Foyanız ortaya çıkarılınca başlığı, kurgusu, örgüsü ve içeriğiyle Başbakan Erdoğan’a övgüler dizen bir haberin kaynağı diye şimdi “meçhul” bir Kürdü ileri sürmeniz sizi kurtarmaz. Kötü gazetecilikte endaze bir kez kaçınca nerede durulacağı kestirilemez… Küfür, afra tafra, hüsnükuruntuyu gerçeğin yerine koyma, yanlıştan dönmek yerine “çevir kazı yanmasın” çırpınışıyla yanlışlar bataklığında debelenilir durulur.

Gerçeklerle yüzleştirildiğinizde arkasında duramadığınız kötü haberinizle Erdoğan iktidarına yaranma çabalarınızı bana yönelttiğiniz o çirkin iftiralar ve kara çalmalarınızla unutturamazsınız. Onları da geri alacaksınız. “Ben bilmem” diyerek yaptığınız kaçış hazırlıklarınız, sizi kurtaramayacak. “Rivayeti” haberleştirmekle girdiğiniz yoldan, “bilmediğiniz” bir tarihi çarpıtarak kaçmaya çalışırken size soracaklar: “Bilmiyorsan ne hakla konuşuyorsun?” diye. Bu sözlerinizi de geri alacaksınız.

Siz üstelik Kızıldere’den hareketle bana yönelttiğiniz kaçamaklı, her yöne çekilebilecek şekilde kurgulanmış iftiralarınızı sırf bana sözüm ona öfkelendiğiniz için de ortaya atmış değilsiniz. Gecikerek öğrendim, aynı şeyleri bu haberden çok önce, Haziran’da, Hüsamettin Cindoruk’u ağırladığınız Habertürk TV’deki bir “Teke Tek” programında da yaptınız. Ben sizi itham etmişim de ondan öfkelenmişmişsiniz halleriniz o yüzden hiç inandırıcı değil. Sizinki sistematik bir çaba. Bana yönelik bu iftira kampanyası Türkiye’nin gördüğü en eski psikolojik harekât operasyonu kapsamındadır. Bunlara çoktandır şerbetliyiz, bize sökmez.

Bütün bu yaptıklarınızı kötü ününüzle birlikte düşününce, savcı Brian Glick’in FBI’ın 1960’larda ABD’de devrimci grupları çökertmek için uygulanan Karşı İstihbarat Programı kapsamında (COINTELPRO) başvurduğu yöntemleri analiz eden kitabından – İçeride Savaş (War at Home)- şu bölümü anımsamadan edemiyor insan: “(…) Ajanlar ve muhbirler yalnızca siyasal eylemcilerle ilgili casuslukla yetinmiyorlardı. Başlıca amaçları onları itibarsızlaştırmak ve aralarına nifak sokmaktı. Varlıkları potansiyel destekçilerin güvenini yıkmaya ve onları ürküterek kaçırmaya yönelikti. FBI ve polis bu korkuyu gerçek eylemcileri ajan diye lekelemek için istismar ediyordu” (http://tinyurl.com/5t9ut8d).

Tutturduğunuz diskur, hitap tarzınız, lügatinizle bir arada düşününce bu çerçeveye gerçekten “cuk diye” oturuyorsunuz. Sizi tanıyorum, onlarla, Kızıldere’de, Ziverbey’de, Selimiye’de, Mamak’ta gördüklerimle aynı familyadansınız, onlar gibi düşünüyor, onlar gibi hissediyor, bitirici darbeyi vurduğunuzu sandığınızda da onlar gibi geriniyorsunuz: “Tamam mı koçum!” Bu da, kod adınızın “Siyah” olduğunu açıklayan Mehmet Eymür’e, bunu yazan Ergun Babahan’a ve Fehmi Koru/ Taha Kıvanç’a neden yanıt veremediğinizi açıklıyor.

Her dönemde -28 Şubat’ta da devr-i Erdoğan’da da- devletin nefret sözcülüğüne nöbetçi oluşunuz ama hiçbir zaman bir gazeteci olamayışınız, hep kara çalışınız da işte bundan. Nasıl başlarsanız öyle gidiyor…

18 Eylül 2011 Pazar

ATAKÜRT'E DEĞİL ATATÜRK'E... 239. DOSYA

239. DOSYA

ATAKÜRT’E DEĞİL ATATÜRK’E…

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ
İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE ORTAĞI MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN’NIN
BİTMEYEN SALLAMALARI

Mihrac Ural
18 Eylül 2011

Sallamalarınız bitmiyor. Bitmeyecek de. Size söyledim anlamadınız, ömrünüz beni yazmakla geçecek. Sizi esir ettim. Kaçamazsınız. Uydur uydur yaz, bir daha uydur, bir daha yaz. Kurtulamayacaksınız.

Yalancının ipi hep kısa olur. Yerinde bir söz. Hep bu haldesiniz. Artık yalan uydurmayı da beceremez hale geldiniz. Serdar diye birinin adına “tarihin en büyük sırı, Öcalan”a suikast”ı keşfettiniz.

Okurdan özür dileyerek;

Ve kıçımın ishal olmuş haliyle üzerinize bol bol güldüm diyorum…
Şerefsiz Türk milliyetçileri, itirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın, sıkıntınızı anlıyorum. Öcalan’la dostluğum sizi ürkütüyor. Bu normal. Türk milliyetçilerine ikimiz de güzel gelecek hazırlıyoruz, anlıyorsunuz değimli.
Hele bölge gelişmelerinin bu boyutunda THKP-C (Acilciler) ve PKK olarak hepinize yeni sürprizler yapacağız, acele etmeyin…

İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı Ayı Cemal (İbrahim Yalçın) bu kez biraz sakarlık yapmış gibisiniz değil mi?

Ne dersin?

Aptallar, suikast kurgunuzu Atakürt’e değil de Atatürk’e ilişkin yapsaydın daha uygun bir uydurma olmaz mıydı? Bir de araya itirafçı Engin’den babamın olmayan Suriye devleti zamanından kalma rolünü sokuştursaydın, Joker’den de dedemin ölümünden sonraki faaliyetlerini baharat diye üzerine serpseydiniz daha uygun olmaz mıydı? Diyorum ki boyacı hikayesiyle birkaç aptalı eğlendirmiş olurdunuz…

Sınırım, sapıtmanın bu boyutunda kendinizi frenleyememiş, Uydurma uzmanlığınız burada toslamış. Hadi yeni konu bulun da bu hataları bir daha işlemeyin, hadi bakayım… hadiii…

HATIRLATMA

Şerefsiz Türk milliyetçisi İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın sizi özetleyen iki cümle var. Tek tokat yemeden itirafını yaptığınız. Sizin için başka bir araştırmaya da gerek görmedik bunca zaman.

Engin Erkiner kendini anlatıyor;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)

İbrahim Yalçın kendini anlatıyor;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Sizi sizden daha iyi kimse bilemez. İşte busunuz.

KÜÇÜK ANEKTODLAR

Yıl dönümü gelince sayın Öcalan’a, örgütümüzün Lübnan gericilerinden kamulaştırıp ve Kürt halkına hediye ettiği dürbünlü G3’ün hikayesini anlatacağım.
Murat Karayılan’la omuz omuza Türkiye’de giriştiğimiz ortak askeri eylemi anlatacağım. Değerli dostum Cemil Bayık’ın Paris’teki evimde, kendi yoldaşıyla gitmeyip yanımda misafir kalışını ve yaptığımız sohbetleri aktaracağım.
Onlarca kez evimin ortak sofrasında birlikte yemek yiyen, tek başına evimde yatan, evim dışında hiç kimsenin, hata kendi yoldaşlarının evine misafir olmayan, Suriye’den çıkmadan kısa bir süre önce özel olarak Rıza Altun’u yanıma gönderen (23 Ağustos 1998), dostum Öcalan, bu sapıkların suratına tükürdüğünü söylememe gerek yok sanırım.

Bu tarih boyunca (18 yıl) Suriye’de kendimiz kadar Öcalan yoldaşı koruduk. Hepimiz 12
Eylül karanlık rejiminin hedefindeydik. Her zaman, hepimiz adına mücadele eden Kürt halkının çıkarlarını gözettik. O bir yoldaştı, o bir devrimci şahsiyetti ve halkının en önde yürüyen fedakar insanıydı. Dostluğu asla ihmal etmeyendi. 24-26 Aralık 1998’de İtalya’dan ikamet ettiği yerden arayarak, geride kalan sorumlu yoldaşları belirtip, ilgilenmemi ve hep omuz omuza olduğumuzu ifade etmesi, aramızdaki bağları anlatmaya yeter de artar sanırım.

Bu sapıklar, Türk milliyetçisidir. İtirafçı ve ajandır, yaptıkları her şey Özel Harp Dairesi görevidir. İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın, Avrupa’da devlet adına çalışmaya devam etmektedir. Bunu bir kez daha belirtiyor ve ilgili olanları uyarıyorum.

Bu şebeklere son sözüm,

Anlayın artık tutmuyor, nasıl bükerseniz bükün oturmuyor. 3 yıldır çırpınarak ürettiğiniz kirliliğin tek anlamı var, o da iflas.

Türk milliyetçileri itirafçı ajanlar, esir aldım sizi, kurtulamazsınız.
Bu esaretten kurtuluşunuzun tek yolu, aklınızın almayacağı kadar acılı bir ölümdür.
Bekleyin göreceksiniz.

İLK ŞEHİT HASAN İNCİ


Hasan İnci Karaksı/Antakya....19 eylül 1980 İskenderun


Mihrac Ural

19 Eylül 2011


12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinde hepimiz yara aldık. Kimimiz derin, kimimiz sıyrık ama bu ülkenin kaderinde acımasız yaraların izleri 12 Eylül’ün karanlık dönemlerini hatırlatacak kadar etkince sürmeye devam etmektedir. Bu yaraların hala kanamakta olduğu ben gibi sürgünlerin söyleyecek çok sözü olsa da aklıma şehitler gelince duruyorum. Önce onlar diyorum.

12 Eylül rejiminin kurşunlarıyla şehit olanları hatırladıkça da, haklarımızı ararken onlara öncelik vermemiz gerektiği benliğimi saran, tamamlanmamış bir görev gibi karşımda duruyor. Dünyanın her ülkesinde böylesi karanlık dönemler aşılırken, toplumsal barış olur. Bu bir geçiş sürecidir. Bu süreçte, yaralar sarılır. Şehitlerin acısı telafi edilir. Bir bizim ülkemizde bu gerçekleşmiyor. Çünkü bu ülkede 12 Eylül rejimi bir devri daim gibi, kara bir kader gibi siyasal yaşantımızın merkezine oturmuştur.

Biz yaşayanlar yaralarımız üzerine, haklarımızdan vazgeçmeden, biraz daha tuz basabiliriz ama şehitler adına bunu kimsenin yapma hakkı olmadığını düşünüyorum. Bu vesileyle 12 Eylül karanlığına karşı direnen ilk şehidi bir kez daha anmayı görev sayıyorum. Bu şeref örgütümüze ait olmuştur.

THKP-C(Acilciler) dünden bu güne gelen onurlu tarihi direnme mücadelesinde 12 Eylül askeri faşist cuntaya karşı hayır diyerek ve şehit vererek duruşunu ilan etmiştir. Hasan İnci yoldaş bu duruşun simgesidir. Türkiye devrimci hareketi tarihinde 12 Eylül rejimine karşı verilen ilk şehit olmuştur.

19 Eylül 1980’de İskenderun’da, örgütümüzün, halkımızı 12 Eylül askeri faşist darbesine karşı direnmeye çağıran bildirisini dağıtan bu kahraman, HASAN İNCE yoldaş jandarmaların kurşunlarıyla şehit oldu.

THKP-C (Acilciler) darbeci çeteye ve onun askeri zor dayatmalarına karşı ilk anda direnme kararı aldı. Örgütümüz bunu bir bildiriyle ilan etti.

Protestomuzu, direnme kararımızı ve halkı direnişe çağrımızı tüm gücümüzle halkımıza ulaştırmaya çalıştık. Bildirimizin dağıtımı sırasında İskenderun Numune Mahallesi'nde 12 Eylül karanlığının jandarmaları kurşunla cevap verdi. Hasan İnci yoldaş şehit düştü.

Direnişin ilk şehidi, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi taleplerinin kararlılığının şehidiydi.

O, ortak ülkemizin devrimci hareket direnişinin ilk şehididir. Bizi birleştirendir, ortak düşmanımızı işaret edendir.

O tüm devrimci güçler adına birleştirici bir simgedir. Yeni dönemin devrimci yükselişi ve birliği için, şehitlerimizin anısı bizi omuz omuza getirecek aydınlık yoldur.

İlk Şehidi sen bizim meşalemizsin.

AHMET YILDIRIM (Müdür) SENİ UNUTMAYACAĞIZ


Ahmet Yıldırım (19 Eylül 2008 Antakya)

Mihrac Ural
19 Eylül 2011

19 Eylül 2008 acı bir gündü, aramızdan ayrıldın. THKP-C(Acilciler)in, genç yaşta, ön saflarında Kadim Roma kenti Antakya mozaiğinin bir militanı olarak mücadele ettin. Bu şehrin halkı, sokakları, taşı, toprağı seni saygıyla anar. Sen bu şehrin parlak yıldızısın. Dünden bu güne yürüyen mücadelemizi meşalesisin. Ruhun şad olsun. Seni hiç unutmayacağız

17 Eylül 2011 Cumartesi

AMİRAL ATİLLA KIYAT”IN İTİRAFI "SOLU BİZ BİTİRDİK"

Hasip Yiğitoğlu
15 Eylül 2011

13 Eylül 2011 de CNN televizyonunda Uğur Dündar”ın programında emekli Kor amiral Atilla Kıyat”ın,sola karşı ordunun her zaman düşman reflekslerini içinde olduğu ve solu bitirdiği yönündeki açıklamaları gerçek bir tespittir.

Bildiğiniz gibi silahlı kuvvetler ülkemizde siyasi olarak her zaman belirleyici olmuştur.hükümetlere bağlı bir birimden çok,silahlı bir siyasi parti gibi davranmıştır.Ordunun bu rolü o kadar benimsendi ki,istedikleri zaman sıkı yönetim ilan ettiler,muhtıra verdiler,darbe yaptılar.Parlamentoyu feshettiler.Kurdurdukları olağan üstü mahkemelerle yargıladıkları siyasilerin bir kısmını idam ettiler.

Bu tuhaf ve garip durum karşısında toplumun büyük kesimi tarafından,ama her katmandan,normal karşılanması bu güçlere cesaret verici olmuştur.Bu duruma karşı çıkan ve normal algılamayan soldan başkası olmamıştır., Bundan dolayı ordu solu hep düşman görmüştür diyor, ATİLLA KIYAT.Bu anlamda her darbede öncelikle solun üzerine gidilmiştir.Ülkemizin Nato paktı üyeliyi de solun üstüne gidilmesinin bir başka nedenidir ayrıca.

Atilla kıyat samimi bir biçimde bu ülkede solu biz bitirdik.Yani silahlı kuvvetler bitirdi demek istiyor.Bu sözleri söyleyen,bu itirafı yapan bir Amiral.Her darbede solun üstüne gittik diyor Amiral.Tarihsel bir yüzleşme oldu kendi açısından.Umarım sol kanalarında politika yapanlarda Orduyla yüzleşirler.Atilla Kıyat”ın özeleştirisi kendine kadar algılanmalıdır.Zira silahlı kuvvetler şimdi darbe yapsa solun üzerine gitmeyeceğinin garantisini kimsenin veremeyeceği gibi, amiral de veremiz.

İtirafın bir üst subay tarafından yapılmasını galiba sizlerde anlamlı buluyorsunuz.Ayrıca bu itiraftan dolayı Amiral Kıyat için bir tebrik yollamak lazım.Belki,Ergenekon,darbe planları,andıçlarla yüzleşerek ders alınır belki.Başta da bu kavramları anlayamayan bazı sol kanallarda siyaset yapan solculara ders olur bu itiraflar.Bir hatırlayın,darbelerin ilk yasakladığı kurumlar öncelikle sendikalar,sol partiler ve sivil toplum örgütleri olmuştur hep.

Peki sol siyaset kanallarında olanlar bu gerçeği neden bir türlü görmek istemediler. Ulusalcılıkla harmanlanan anti emperyalist safsatalı zihinlerini bir türlü temizleyemediler.Halbuki,anti emperyalizm;anti militarizm,anti şövenizm demektir.


Ayrıca ulusalcılığın literatürdeki karşılığı da,milli bilinç zihniyetidir.Yani ulusalcılık milliyetçi esaslı bir kavramdır.Zaten ülkemizde bütün darbelerin malzemesi olan milliyetçilik Anayasamızın başlangıç bölümünde net olarak yerini almıştır.Her ne kadar ulusalcılık anti-emperyalist karşılık olarak gösteriliyorsa da,temel amaç mozaik toplum kültürü demokrasinin yerine etnik milliyetçiliğinin seçkinci,ötekileştirici,inkarcı kültürünü ikame etmektir.

Bu zihnin marifetleri verileri yaşamımızda saymakla bitmez.Çok uzağa gitmeden,son otuz yılda Ulusal solun temsilcileri siyasi partiler ve yöneticilerinin milliyetçi sistemin devamı yönündeki çabaları bir turnusol gibi karşımızda durmaktadır.
Başta Baykal,Ecevit”in demokratik dinamiklerin gelişimini önleyen politikalarının hatırlanması yeterlidir.Bir kaç veri her şeyi izah etmeye yeterde artar..Ecevit iktidarı döneminde hayata dönüş projesini sol nasıl unutabilir.Bu proje,bir anlamda ulusalcıların sola olan derin düşmanlığının bir kanıtı verisi olmuştur.
Son seçimlerde Ergenekon tutuklularını Milletvekili adayı gösteren bu ulusalcı zihniyet değil midir.Sol bu paradoksu halen göremiyor maalesef.Halen kuyrukçuluk yaparak nemalanma çapasındalar bazıları.Kendine ait bir siyasi skala üretme yerine,referandumda sol,bir ittihatçının kucağından,diğer ittihatçının kucağına savrulup durdu. AKP ile CHP,MHP arasında sıkıştı.

Peki ne değişti.Ne oldu.Bir şeyler oldu elbette.Olan,sistemin hayalindeki Türk İslam sentezi iktidarı pekiştirildi.

Halbuki Sol kültürün evrensel değerleri nettir. Felsefi ve ideolojik olarak dogmatik algıdan uzak,diyalektik olarak evrensel dinamiklerini güncelleyen bir zihniyettir sol. Her şeyden önce sol evrensel paradigmalı sistem öngörülü olduğu kadar, bir yaşam tarzı anlayışıdır da. Tıpkı özdeşi demokratlık gibi.Demek ki,sol ne entelektüel ne ideolojik ne politik olarak milliyetçilikle,ulusalcılıkla,ümmetle ilişkilendirilmemelidir.

Umarım Amiral Atilla Kıyat”ın itiraflarında belirttiği gibi son 50 yıldır sola karşı uygulanan politikalar anlaşılabilir ve sol derin uykulardan uyanır.

16 Eylül 2011 Cuma

DURUŞMA

Mehmet Yavuz
16 Eylül 2011

Nihayet beklenen gün geldi; ADALET'in kantarına çıktık.
SAVUNMALARIMIZI yaptık..

Olanı biteni, yaptığımız-yapmadığımız eylemleri açıkladık.

Neticede ara karar çıktı..

Ama kararın ne olduğunu yazmayacağım.

Ne de olsa aynı davada adamları varmış; haberi ondan alsınlar...
Yine de biraz ipucu vereyim; karar, ihbarcıları memnun edecek türden değil..

Şunu da belirteyim; davayı takip etmesini istedikleri ADANA'lı cemaat ortalıkta yoktu..

Mesajları ulaşmadı galiba..

15 Eylül 2011 Perşembe

KOF İHBARIN KOF SONUÇLARI

237. DOSYA


KOF İHBARIN KOF SONUÇLARI

İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın ihbarları
mahkemede de işe yaramadı

Mihrac Ural
15 Eylül 2011

14 sanık, evleri basılarak, çoluk çocuk uykudan uyandırılarak, acımasız ve zalimce baskılar altında evleri didik didik aranıp, sorguya alındılar. Hiç birinin hukuk dışı bir duruşu yoktu. Düşünceleri vardı ve haklı taleplerini, kendilerini ve halkalarını temsil eden sivil toplum örgütlerinde dile getiriyorlardı. Dün de bu gün de birer onurlu devrimci olarak “özgürlük ve demokrasi” diyerek ifade ediyorlardı.

Barışçıl dününce taleplerini hazmetmeyen devlet, derin organizatörlerini ve kuklalarını sokaklara salarak oluşturduğu senaryolarla kimseye merhamet etmiyordu. Sıradan bahanelerle insanlar zindana atılıyor, kovuşturuluyor, yaşamları alt üst edilerek sivil diktatörlüğün ağır baskısı altına sokuluyordu. Tek boyutlu toplum arzularının dayattığı bu girişimler, 12 Eylül rejiminin devam ettiğini açıkça gösteriyordu. Bu despotluk, 26 Mart 2010 tarihi itibariyle, çoğu birbiriyle ilgisiz, ilgili olanların ise eski dost ve devrimci mücadele sürecine omuz vermiş, bu gün itibariyle demokratik mücadele kapsamında olan bir dizi insan, evlerine yapılan baskınlarla sorguya alınmıştır. THKP-C (Acilciler) örgütüyle illegal bağları olduğu iddiasıyla, itirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın yaptıkları ihbarı esas alarak, sorgularına psikolojik baskılar altında başlanmıştır.

Ancak ne ev aramalarında ne de sorgularda yasa dışı hiçbir delil olmadığı ortaya çıkmıştır. Yalan üzerine kurgulanmış İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın ihbarları, sorgucuları da savcıları da çaresiz bırakmıştır. Uzun süren önceki takiplerin, yapılan ihbarların kof birer yalan senaryo olduğunun açığa çıkması sonucu, gözaltına alınan bu insanlar serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır.

Bu ahlaksız ihbarların ardında olanları bu gün ülkemizde tanımayan insan kalmamıştır. İtirafçı Engin Erkiner’in gözü dönmüş ihbarları ( şu ana kadar 35 000 adrese yapılan yazışmalarda, AYRI VARLIK blogunun 3 milyonu aşkın izlenme rekorlarıyla bu çirkin muhbirin çehresi yeterli oranda kamuoyuna yansıtılmıştır.) ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın yalan, kurgu senaryo yazımlarıyla, devlete yapılan ihbarlar 14 arkadaşın uğradığı zulme yol açmıştır. Bu ikili şebekenin beklentisi büyüktü. Örgütümüze 19 Ağustos 1977’de vurdukları darbe öncesi ve sonrası yaptıkları tahribata bu günde devam etmeleri gerçekte devrimci mücadele musallat olan derin devlet çabalarının boyutunu ve inadını gösteriyordu.

Ancak sorgulardan bir şey çıkmayınca, bu ikili şebek ”bekleyin, bunun iddianamesi ve mahkemesi var” diye açıkça yazıp ellerini ovuşturdular. İşlerini yapıyorlardı; Özel Harp Dairesi ve MİT ajanlığı görevini yerine getiriyorlardı. Sorgudan bir şey çıkmasa da süreci zorlayıp davaların açılmasıyla eziyet vermeyi sürdüreceklerdi. Ama aptaldılar, hesapsızdılar. Bu aptallık, yalanlarını desteklemek için yazdıkları her yeni yazıda daha da derin çelişkiye düşerek, çirkin yalancılıklarıyla ortada kaldılar.

İkili şebek, 19 Ağustos 1977’’den itibaren birlikte MİT ajanlığı yapıyorlar. Bunu kendi el yazılı itiraflarıyla ispat ettik. Bir tokat yemeden uzun uzun polise nasıl yardım ettiklerini ve MİT’le çalışmalarını anlattılar. Daha sonra, zamanın (1977-1984) MİT İstanbul Bölge Başkanı Osman Nuri Öndeş, bunların adını açıkça vererek MİT’in örgüt içindeki ajanları olduğunu açıkladı. (Bkz. 235. DOSYA http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ve O. Nuri Öndeş’in “İhtilallerin ve Anarşinin yakın tanığı” S. 280-288 deki Acilciler bölümü). Bunlar, 1980’li yıllarda örgütsel yapımıza zarar veremeyeceklerini, kuşatma altında olduklarını anladıklarında kaçıp, başka bir örgüte, TKEP’e gittiler ve o örgütü polis adına çökerttiler.

Şimdi de demokrasi mücadelesinde yerini alan ve var gücüyle bu mücadeleye omuz veren çabalarımızı karalamak için, bir kez daha ortaya çıktılar. 3 yıl boyunca, insan aklını zorlayan yalanlarla tek isim üzerine kurgulanmış senaryolarla, bir arada düşünülmesi hayalde bile mümkün olmayan yalan kurgularla ihbar furyasını başlattılar. 3 yıl durmadan her gün aynı nakaratı tekrar etmenin yalancılığına, aczine, yetmezliğine rağmen ortaya konan inat, bir görevdi. Bunun başka bir izahı da olamazdı. Bu görev ömürlerinin sonuna kadar da devem edecektir.

İşte bu çabaların bir uzantısı olarak, yaptıkları ihbarlar 14 insanın eziyet görmesine yol açmıştır. Faşizan yöntemleriyle de bu devlet, beş paralık ahlakı olmayan bu tür ihbarcı kuklaların güdümünde baskılarını dayatıyordu.

Sorgular yapıldı, sonuç sıfır çıktı. On yılların tecrübesi burada kendini net göstermişti. İhbarcılara rağmen bu davanın inançlı insanları sorgulardan başı dik çıkmıştı; zira özgürlük ve demokrasi mücadelesi bir düşünce mücadelesiydi sivil toplum mücadelesiydi. Hiçbir ihbar bu gerçeği ters yüz edemezdi. Engin Erkiner muhbiri ve MİT ajanı elleri boş dönmüştü.

Ancak bu çirkin muhbirler pes etmedi, ikinci raundu kazanmak için kolları sıvadılar. Mensup oldukları derin devlet birimine baskı yaptılar, dava açtırmak için çırpındılar. Bunu açıkça kendi yazılarında, ifade ettiler. “Polis baskınlarından bir şey çıkmadı, ama sevinmeyin sırada mahkeme var dediler”. Bu amaçlarını o zaman dikkate bile almamıştık. Polis sorgusunda tutuklanmayı gerektiren hiçbir maddi delil olmamasına ve sorgudan sonra savcılıkta 14 kişi serbest bırakılmasına rağmen, ikili şebeke Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın’ın ısrarla “mahkemeden” söz etmeleri ilginçti. Kendilerinden emindiler. Uzun bir süre geçmişti aradın ve dava açılmamıştı. Ama bu ikili muhbirler, ısrarla “bekleyin sizi yargılatacağız” diyorlardı; “Alçaklara kar yağıyor üşünmedin mi? sen bu işin sonunu düşünmedin mi?“ diye de münasip yerlerine kına yakarak şarkı söylüyorlardı. Evet öyle de oldu, Dava açıldığı ve iddianamenin hazırlandığı bildirimleri gelmeye başladı.

Evet alçaklara kar yağmıştı, yağdıkça da alçaklar belirgin hale gelmişti.
İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın beklentileri, İstihbarat dairesinin onlara verdiği söz özerine gerçek oldu. Aralarında beni de sınık gösteren İddianame ortaya çıktı. Boş bir çuval olan bu iddianame, belli ki zorlamayla üretilmişti; hukuki olarak şeklen bile olsa ayakları üzerinde durmuyordu. İkili muhbir şebekesi, sevinç gösterilerinde bulundular, mensup oldukları istihbarat dairesi onların taleplerini yerine getirmişti.

15 Eylül 2011 Adana 6 nolu Özel Yetkili Mahkeme’nin kılıcı hepimizin üzerinde sallanıyordu. Hayatı boyunca devrimci mücadelede, halkının çıkarlarıyla anlı ak olan devrimciler bu davanın sanıklarıydı. Malumunuz ben sürgünlerdeyim, bu nedenle mahkeme “zorla celbime” karar vermiş. Bu kaçıncı “zorla celp” kararı. Bu kararların, bu mahkemelerin ve bu devletin, itirafçısı ve MİT ajanıyla, bütüne ve tafsilatıyla ayakkabımın altındaki kir kadar değeri yoktu. İhbarcıların şerefi ve namusu kadar kirli olan bu kararları çiğneye çigneye, dün olduğu gibi bu günde özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yoluma devam ediyordu. Bundan sonra da ben ve benim gibi düşünen yoldaşlarımla bu yoldayım.

Mahkemeye girildi. Ben uzaklardan heyecan içindeyim. Dik duran devrimci dava arkadaşlarımın yanında fiziki olarak olmamanın ezikliğiyle mahkemenin sonucunu bekledim. Ruhum onlarla birlikteydi. Belki onlardan da daha heyecanlıydı. Mahkemenin ertelendiği ve arkadaşların evlerine dönmeye başladığı haberini alınca, mutluluğum doruk yaptı, Zindan yatan, mahkeme mahkeme sürünenler, bu duyguları çok iyi bilirler.

Mahkeme 15 Aralık 2011 ertelenmiştir. Bu bizim için onurlu dik duruşumuz kadar, bir başarıydı da; ihbarları boşa çıkarmıştık. Buradan da anladım ki, bu itirafçı Engin Erkiner soytarısı ve yalan kurguların senaristi MİT ajanı İbrahim Yalçın’a sert bir şamar indirmiştim. Bunları bir kez daha ayaklarımın altına alarak çiğnemiştim. Siyasi performansımın arkasından nal toplayan bu ahmakların, ihbar mekanizmalarını yerle bir etmiştim. Uzun yılların deney birikimi bir kez daha sonuç vermiş, muhbirlerin çabasını boşa çıkarmıştı.

Adana 6 nolu Özel Yetkili Mahkeme, zaten iddianameye bakınca komediyi anlamıştır. Bu iddianameyle olacak tek şey, sanıkların mahkemeyi yargılamasıydı. Türkiye halkları adına sanık olarak gidilen mahkemede yargıç olmak, bu mahkemelerin handikabıydı, traji-komik tarzda rezil olmaktı. Bu nedenle ertelemeler başladı, geçiştirme uygun görüldü. Bu bizlerin zaferiydi, halklarımızın başarısıydı, itirafçı Engin’in ve MİT ajanının İbrahim’in hezimetiydi.

Bu muhbir şebekesine söyleyeceğim, yumurtalarınız, sallamalarınızın bitmeyeceğini iyi biliyoruz. Tutmuyor, herkes yalanın ipinin kısa olduğunu ve sizin bu işi görev olarak yaptığınızı çok iyi biliyor. Her yeni senaryonuz, eskisi gibi başınıza yıkılacağı da çok açık. Çamur at izi kalır hezeyanınız ise derin devletle olan ilişki derinliğinize bir işaretten ibarettir.

Uydurmalarla, yalanlarla gerçek oluşturulmaz, kendi gerçekliğiniz olan ajanlığı uydurma suçlamalarla örtmenizin mümkünü yoktur. Olmayacak da. Çok denediniz olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.

El yazılarınız, itiraflarınız sözün bittiği yerdir. Çırpınmanız boşunadır, sadece bekleyin demekle yetineceğim.

Geçmiş olsun dava arkadaşlarım.

Biliyorsunuz bu kavga devrimcilerle devlet araksında bir kavgadır. Herkes kendi işini yapıyor bu da çok normaldir.

BAŞBAKAN BAHİSİ YÜKSELTEMEYECEĞİ OYUNUN PEŞİNDE

Hasip Yiğitoğlu
15 Eylül 2011

Başbakan Erdoğan Ortadoğu”da bahislerini daha fazla yükselmeyeceği bir oyunu oynuyor.Arap Baharının nasıl bir sürece doğru eğilim göstereceği buğuludur.Ortadoğu zor bir denklem.Tarihsel Paradoksları derin bir coğrafya..

Ortadoğu petrolünün küresel paylaşımı.İsrail”in süren tarihsel inanç doğması Yahudiliğin değişmeyen Kudüs ve Nil”den,Fırat”a paradikması.İsrail”in güvenliği.Filistin Kürt ve Irak sorunu. Arap gericiliğinin geleneksel töreleriyle İslam”ın Sunni mezhebi doğmalarıyla harmanladığı ideolojik durum.Şiiler ve Sunni”ler arasındaki 1300 yıldır süren kronize olmuş İslam”ın liderlik rekabeti.Birde Osmanlılık zihniyetli Türk paradikmasını ekleyince,Ortadoğu oyununda bahis kazanmanın ne kadar zor olduğu ayan mayan ortadadır.

Bu anlamda,Erdoğan”ın Arap ve İslam dünyasına Mısır”da yaptığı Laik”lik vurgusunun ilk tepkisi Müslüman Kardeşlerden geldi bile. Nerdeyse Başbakan Tayyip Erdoğan”a,Müslüman Kardeşler örgütünün gel liderimiz ol diyebilecekleri bir durumdan ilk tepkinin gelmesi hiçte şaşırtıcı olmamalıdır.Müslüman Kardeşler örgütü liderinin Başbakana,sen kendi işine bak manasında verdiği mesaj,oyunun zorluğunun ip uçlarını gösteriyor..

Ben Laik değilim,ama Laiklik dinsizlik değildir,ben laik bir ülkenin başbakanıyım demesi,Başbakana Laiklere karşı yıllardır kullandığı olumsuz argümanlardan dolayı bir özeleştiri durumu ortaya çıkmıştır galiba.Umarım Başbakan,Laikliğin demokrasiyle harmanlanmasıyla ancak slogan olmaktan çıkarılabileceğini de söyler.Yoksa Laiklik popülist seçkinci bir söylem anlayışından öte gidemez.Maalesef ülkemiz hala bu algıdadır.Bu durumu anlamak için inanç yönünden bürokrasiyi mercek altına almak bile yeterlidir.Nüfus oranı % 20 lerin üstünde olan bir ülkede Alevi valinin olup olmadığı belli değildir.Laiklik bu olmamalıdır. Bunu belirtmeden geçemezdim.
Şüphe hakkı kalmak şartıyla Başbakanın bu söylemine destek vermek gerekir diye düşünüyorum.Zira reel Laiklik,Demokrasinin en önemli unsurudur.Dünyada da Laikliğe ve demokrasiye en fazla ihtiyacı olan Müslümanlarla,Arap”lardır.Umarım Başbakanın nasihatının getirisi olacaktır.Bekleyip görelim…..

Görüldüğü gibi bu oyun zor.Zaten bazı dış medyanın ciddi yorumcularının,Başbakan”ın oynamaya çalıştığı oyunun bahis getirisinin olmayacağını konjonktürel süreçten anlaması gerektiği yazılarında,küresel emperyal güçlerin ve ABD”nin yeni dünya düzeni denklemi içinde, Ortadoğu”nun yeni dizayn beklentilerinin iyi okumasının mesajlarını veriyorlar.Bu anlamda İsrail”in yeni oyunda Türkiye”nin arkasından gelmeyeceği,Türkiye”den birkaç adım ilerde olacağını düşünmek yanlış olmayacaktır..Küresel emperyal güçler İsrail”i Türkiye için feda eder mi sorusunun cevabını vermek lazım öncelikle.Her halde,evet feda edebilirler,diyecek bir Allahın kulu şimdilik çıkacağını sanmıyorum..Ben diyemez diyorum……Feda eder demek,Küresel sermaye açısından,eşyanın tabiatına aykırı bir durum olmaz mı…..

Peki,Arap Baharı sürecinin ortaya çıkardığı duruma,Türkiye”nin bir tepkisi olmayacak mı,sorusu sorulabilir elbette. Olmamalıdır diyebilecek kimsede çıkmaz galiba. .

Ancak Türkiye,sosyal,kültürel,ekonomik,siyasal,konjonktürel ilişkiler,güvenlik,kısacası makro ve mikro bir analiz yapmalıdır.İşin kolayına kaçmadan ve kibirlilik heyecanlarını yontarak.Birde,dış politikayı, iç politika malzemesi yapma alışkanlığından vaz geçerek.Analizi yaparken de kendinden başlamalıdır.Yani kendi politikalarını sorgulamalıdır.Tabii geniş bir konsept içinde.

Küreselliğin neresinde ikamet ettiğini,kiracımı,mal sahibi olduğunu saptamalıdır.Mal sahibiyse,emperyal güçlerin Libya işgali sürecindeki ikircikli duruşunu gözden geçirmelidir.Önce karşı çıkmak,sonrada işgal güçlerine katılmanın perde arkasından gelen gelişmelerden irade dışı reflekslerin olduğunu düşünmesi gerekmiyor mu. Hatta Suriye ilişkilerinde birden bire ortaya çıkarttığı 180 derece U dönüşünün irade dışı etkilerinden ve sıfır komşuluk denkleminin neden hayata geçiremediğinden ders çıkartmalıdır.

Bu verilerden anlaşılıyor ki,bu oyun Türkiye”ye göre değil.Bu oyunda Türkiye”ye getirisi yoğurdun ayranı,yağı misali gibidir.O halde getirisi olabilecek bahisleri oynamak gerek.Hatta oyun oynamak yerine,içselliğimizden başlayarak ,içte ve dışta barış ve demokratik dinamikleri güçlendirecek politikalar üretilmelidir.Güven sarsıcı ilişkilerden sakınılmalıdır.

14 Eylül 2011 Çarşamba

ADALETSİZLİĞİ “SANIK” YARGILAR

Mihrac Ural
15 Eylül 2011

Bu ülkede ne adalet ne demokrasi hiçbir zaman rayına oturmadı ve olmadı. Özgürlük ve demokrasiyle ilgili hiçbir şey despotluğun ikamesinden başka bir anlam taşımadı. En akıl dışı yorumlarla en demokratik davranış, etkinlik yası dışı ilan edilerek, akıl almaz şaklabanlıklarla bir itirafçının (Engin Erkiner), bir MİT ajanının (İbrahim yalçın) ihbarlarıyla dava konusu iddianamelere dönüştü. Her şeyiyle yasal, her şeyiyle sivil toplum etkinliği kapsamında olan çabalar ve hatta insani dostluk ilişkilerine zorlaya zorlaya, sivil diktatörlük heveslilerinin derin devlet oluşturma çabalarının bir parçası olarak ele alınıp yasa dışı ilan edildi.

Bu gün 15 Eylül 2011, bu devletin çirkin yüzü adaletsizliği, ötekileştiriciliği senaryo ve kurgularla yaptığı yasa dışı dayatmalarına sahne olacaktır. Adana’da Özel Yetkili Mahkeme, ülkemizin anlına kara leke olarak, düşünceyi suç sayıp yasa dışı örgüt diye yargılamaya yönelmiştir. Tek boyutlu toplum algısını halkımıza dayatma çabalarının bir boyutu olan bu menfur girişim, Birbiriyle ilgisi olmayan insanları da bir çorba gibi bir araya getirerek, yasa dışı örgüt üyeleri suçlamasına muhatap bırakmıştır. Bu akıl ülkemizi cehenneme çeviren, kirli savaşların, ayrımcılığı ve bölücülüğün aklıdır.

Bu davada yargılanmaya çalışan düşüncedir, barıştır, ülkemize çözüm üreten özgür akılırlın halkların barış içinde bir ada yaşama iradesidir. Dünden bu güne gelen geleneksel demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bu düşünce akımının tek kaygısı halkların özgürlüğü ve demokratik haklarını kazanmasıdır. Bu insan olmanın, aydın olmanın da bir yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğü kimse yargılayamaz. Bu nedenle bu gün bu düşün insanlarının tek tek ortaya koyacağı duruşa nti-demokratik yapısıyla bu mahkemeyi yargılamak olacaktır.

Adaletin tecellisi bu şekilde, adaletsiz mahkemelerin yargılanmasıyla gerçekleşecektir. Ülkemizi kirli savaşlara, iki yüzlü çıkar politikalarıyla tarihi düşmanlıklara sürükleyenler özgür düşüncenin tutsak olmasını isteyenler, iktidarın gücünü ne kadar kullanırlarsa kullansınlar er ya da geç adaletsizliğe uğrayan sınıklar tarafından yargılanacak ve halkın vicdanında mahkum olacaktır.

İlk duruşması yarın saat: 09.45'de (15 Eylül 2011) Adana Özel Yetkili 6. Ağır Ceza mahkemesinde olacak bu adaletsizliğe karşı sesiz kalmamak için, tüm devrimci güçleri dayanışmaya çağırıyorum. Altta, sanıkların ortak çağrısını iletiyorum.



YARGILAMAMIZ
ADANA ÖZEL YETKİLİ
AĞIR CEZA MAHKEMESİ'NDE BAŞLIYOR.


Hatay Cumhuriyet Başsavcılığına 2008 yılı başlarında yapılmış olan bir ihbar sonucu başlatılan ve 2 yıl süren teknik takip sonucu 26 Mart 2010’da İstanbul, Ankara, Mersin ve Hatay’da eş zamanlı olarak yapılan operasyonla Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği (DEKSAD) Kurucu Başkanı Hüsamettin Çalış, Dernek Başkanı Mehmet Güzel, Dernek Yönetim Kurulu üyesi Tevfik Usluoğlu, DİHA muhabiri Murat Altınöz, UNKODER Başkanı Mehmet Yavuz, Ömer Gazel, Ömer Ödemiş, Nazlı Güzel, Edip Yeşil, Emrullah Gemci, Pınar Tümer, Yılmaz Altındağ, Çağrı Gazel ve Hasan Balcı gözaltına alınmıştık. Emniyet ve savcılık sorgulaması sonrası salıverilmiştik.

Hatay Başsavcılığına ihbar yapılmasıyla hakkımızda başlatılan teknik takip ve Engin Erkiner, İbrahim Yalçın şürekasının özel site kurarak saldırıya geçmeleri aynı döneme tekabül ediyor.

Hakkımızda isnat edilen suç: THKP-C Acilciler örgütüne üye olmak ve faaliyet göstermek. Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği ve Atak Dergisi kapsamında yapmış olduğumuz tüm faaliyetlerimiz (Şehitler Anması, ölmüş devrimcilerin ailelerini ziyaret, 1 Mayıs Mitingleri, Ankara’daki Tekel İşçileriyle Dayanışma Mitingine katılmak gibi) “yasadışı THKP-C Acilciler örgütü faaliyetleri, Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği ve Atak Dergisi’ni de aynı örgütün legal kurumları olarak değerlendirilerek dava açıldı.

İlk duruşmamız yarın saat: 09.45'de (15 Eylül 2011) Adana Özel Yetkili 6. Ağır Ceza mahkemesinde olacak. Tüm duyarlı basın ve kamuoyunu destek vermeye davet ediyoruz!...

HANİ PKK İLE GÖRÜŞÜLMEMİŞTİ

Hasip Yiğitoğlu
14 Eylül 2011

T24 İnternet gazeteciliğin MİT Müsteşarı Hakan Fidan”ın ortam dinlemesine takılan görüşmelerin yayınlamasından sonra Başbakan”ın,PKK ile hükümetin görüştüğünü kanıtlamayan şerefsizdir sözlerinin arkasında durabilecek mi acaba.Her konuşmasında Başbakan”ın özel temsilcisiyim diyen MİT Müsteşarı Hakan Fidan”ın bu konuda ne diyeceği doğal olarak merak edilecektir.

Bu görüşmeler bir kez değil birkaç kez yapılmış.Habere göre OSLO da yapılan bu görüşmeler Oslo 1,Oslo 2,Oslo 3,Oslo 5 başlığı altında yayınlanmıştır.Ayrı zamanlarda yapılan her görüşmenin notları ayrılarak yayınlanmıştır.Gerçi,ses kayıtlarına düşen konuşmalar basit bir ortam sohbetinden öte bir içeriği taşımamaktadır..Türkiye”nin en temel,en hassas olan Kürt sorununa yönelik hiçbir çözüm önerileri konuşmalarda yer almamaktadır.Bir toplumun geleceği bu kadar mı hafife alınır.Sanki Oslo”nun lüks bir restaurantında tesadüf bir buluşmanın magazine edilmiş entelektüel sohbeti niteliğinde, dinlemeye takılan konuşmalar.

Hakan Fidan”ın,Başbakan”ın iyi niyetli olduğu ve çözüm için siyasi her riski almaya hazır olduğunu sık sık belirtmesinden öteye gitmeyen bu konuşmalardan,sorunun çözümüne yönelik her hangi bir ip ucunun olmaması kafaları karıştırmaktadır.İnsanın aklına ister istemez takılıyor,sadece seçim öncesi bir oyalama taktiğidir bu görüşmeler.Zaten seçimden sonra gelinen nokta oyalama şüphesini doğrulamaktadır.30 yıldır bu sorun öteleniyor ve erteleniyor.Her gün denenmiş yeni argümanlar seslendiriliyor.Kara harekatıymış,PKK örgüt içi dengelerin bozulmasını beklemekmiş ,dış güçlerden medet beklemekmiş hangisi denenmedi bu güne kadar.Yapılanlar,yapılanmaya çalışanlar kişisel tatminin ötesine geçmemektedir.Türkiye”nin toplumsal barışı,maalesef kişisel tatminlere kurban edilmektedir.

Kürt sorununun kaynağı,MİT Müsteşarının konuşmalara yansıyan itirafından anlaşılıyor ki ,biliniyor.Ancak etrafında dolaşılıyor.Toplumsal mutabakat demogojisine sığınarak bu sorunun çözülemeyeceği gün gibi ortaya çıkmıştır artık..Neden bekleniyor,ne bekleniyor.

Eğer Kürtleri kelepir çözüme razı etmek gibi bir amaç varsa ,anlaşılmalıdır ki,Kürtler bu süreci çoktan aşmışlar.Kürtlerin paradikmasını değiştirmek çok zordur.Hatta mümkün değildir.Bu ruh dışa vurmuştur.Kürt kimliği sosyal bir dokuya dönüşmüştür.Ayrıca,dünyamız ve bölgemizin yeni siyasi ikliminden,ülkemizin halklarının etkilenmeyeceği düşünülmemelidir.İnatla bu gerçeği kabullenmemek daha nice genç fidanlarımızın hayatına mal olacaktır,öncelikle düşünülmesi gerekmektedir. Konuşmalarda PKK nın sözcülerinin ısrarlarına rağmen çözüm yönünde yakın zamanlı daha tatmin edici sözler bir türlü telaffuz edilmemiştir.Belki,güven üretecek bir söz bile,baraj düşürülecektir mesajını inandırıcı olarak vermek iklimi değiştirecektir.KCK tutuklamalarıyla ilgili,seçilmiş belediye başkanları,Milletvekili seçilmişler için bir adım atılabilmiş olunsaydı yeni bir iklim süreci başlatılabilirdi. Türkiye”yi anlamak gerçekten çok zor.Devlet refleksleri sadece birilerine uyarlanmış.Keyfiyetin bu ölçülerde kullanıldığı rejimlerin adı demokrasi olabilir mi…..Bir Genelkurmay başkanı çıkıyor darbe yapıyor,bir daha yaparım diyor.Bir başbakan çocuklarımızın boğazlarından keserek ödediğimiz vergilerin paralarını şuna buna dağıtıyor,kime ne,verdiysem verdim diyor.Bir Genel Kurmay başkanı çıkıyor seçilmiş bir hükümete karşı darbe planları seminerlerinin derslerini veriyor .Bir Başbakan Devletin kurumlarını keyfine göre kullanarak devleti kendi siyasi senaryolarına kullanıyor.Bu anlamda daha fazlasını sayabileceğimiz yaşanmış çok örnekler var.Ancak,bugüne kadar bu yetki keyfini kullananlardan,doğru dürüst hesap sorulduğu görülmemiştir.Lafa gelince de,hepsi toplum ve demokrasinin selameti için bu fiillerde bulunmuşlar,adeta alay edercesine….

Daha önceki bir iki yazımda belirttiğim gibi Türkiye”nin sosyo-politik tarihi,dünyanın tüm üniversitelerinde zorunlu ders olarak okutulmalıdır.Böylece insanlığa belki bir hizmette bulunulmuş olur.Tüm insanlığın bu duruma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.Belki,dünyada toplumsal barışın hangi handikaplarla karşılaşabileceğini öğrenerek,insanlar önlemler alırlar.Kimse kimseyi öldürmemiş olur,barış içinde yaşarlar…….

Bu dinlemenin yeni tartışmalara neden olacağı muhakkak.Hatta yazıyı yazarken haber ajanslarına düştü bile.MİT bu gün açıklama yapacağını duyurdu.CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,konu üzerinden Başbakan”a,daha önce kullandığı argümanı hatırlatarak,şimdi kim namusuz,Başbakan açıklamalıdır beyanında bulundu.

Haydi kolay gelsin…….

11 Eylül 2011 Pazar

TÜRKLEŞMİŞ ARAPLAR

TÜRKLEŞMİŞ ARAPLARA İTHAF OLUNUR..
MHP-ÜLKÜCÜ TARİHÇİLER GERÇEKLERİ ÇARPITIYORSUNUZ



Mikdat Abuzer

16 Eylül 2011

Yeniden gözden geçirerek genişletip önemle talep edilmesi üzerine bir kez daha yayınlıyorum.

D.P adlı biriyle tartışmamız oldu. D.P Adanalı Arap asıllı. Üstelik Alevi, Ama dikkat çekici bir biçimde akıl zoru tarzda, Kürt halkının özgürlük mücadelesi mücadelesine kin ve nefretle yaklaşan söylemlerle karşıma çıktı. Akdeniz bölgesinde (Hatay dışında) Araplardın yoğun yaşadığı alanlarda devlet uzun yıllardan beri bir yandan asimilasyon diğer yandan farklılıkları birbirine kırdırmak için, bin bir yola başvuruyordu. Bu alanda sağ siyasal güçlere giden oylardan da anlaşılan Araplar halkı saflarında oldukça yüksek bir Türkleşme olayı yaşanıyordu. Türk olmak Türk gibi düşünüp davranmak çok doğul, bu bir ulusal refleks, siyasal tercihler tartışılsa da, etnik duruşun tartışılacak bir yanı olamazdı. Ama kişinin kendini inkar derecesinde farklı bir etnik gömlek içine sokarak bir başka etnik yapıla akıl almaz bir kin ve intikam duygusuyla ırkçılık yapması algılanabilir bir durum değildi. Bu türler on yıllar önce Kürt halkı saflarında çokça bulunuyordu ve bizim gelenekten gelenler, bunlara “Türkleşmiş Kürtler” tanımını uygun görmüştü. Ben de bu geleneğin devam eden bir parçası olarak, bu türlere Türkleşmiş Araplar diyorum.

Türkleşmiş Arapların bam teli Kürt sorunundaki tavırdır. Bunları keşfetmek, ve gerçek çehrelerini anlamak için, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine yaklaşımları üzerine sorgulamak yeterlidir. Bu sorgu kesinlikle, belli bir mücadele örgütüyle ilgili yaklaşımlarını anlamak için değil genel olarak Kürt özgürlük mücadelesiyle ilgili duruşlarını sorgulamak yeterlidir. Bu sorguda, ne ölçüde kendi etnik varoluşlarını inkar ettiklerine tanık olunacaktır. Bu ortaya çıktıkça gerisinin teferruat olduğu görülecektir. Bunlardan biri olan D.P ile polemiğimize geçelim.

D.P’nin dile getirdikleri siyasal bir bakış açısı değildi. Bir ırkçı refleksti. Refleksinin aktardıkları ise, tarihe tecavüz cinsinden görüşlerdi. Daha çok Milliyetçi solcuların görüşleri ama özü MHP-Ülkü Ocakları seminerinde işlenen ırkçı tepkilerdi. Midemi alt üst eden bu yaklaşımlara söylenmesi gereken bir çift sözüm olmalıydı. Bir Arap olarak bu benim görevimdi.

Kürt dostu ve Kürt özgürlük hareketine inanmış, bu hareketin ülkemizin tüm farklılıkları ve mazlumları adına demokrasi güvencesi bir hareket olarak algılamamın sorumluluğunu dile getirmeliydim.

Bir Arap olarak, devrimci mücadelemin tüm kesitlerinde Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine omuz vermeye çalıştım. Örgütlü olduğum güç, dün de bu gün de bu doğrultuda her alanda tüm etkinlikleriyle mücadeleye devam etmektedir. Çünkü halkımın kimlik haklarını bu mücadelenin bir parçası olarak görüyoruz; ülkemizde demokrasinin ruhunu Kürt özgürlük hareketin koruduğuna da inancım tamdır. Bu, her ne kadar kimi devrimci Kürt arkadaşların Bölge olaylarını derinlemesine kavrayamamalarından ileri gelen hatalı duruşlarına rağmen öyledir; bu hatalı duruş Türkiye Araplarıyla Kürt özgürlük hareketi arasında kimi yerde çok olumsuz kanıların olmasına yol açtığı da bilinmektedir. Siyasal mücadele sürecinde ikircimsizce Kürt halkının özgürlüğünden yana tutum alan Araplardın, Suriye olaylarında Kürtlerin siyasi temsilcilerine rağmen gösterdikleri yanlış tutum ve söylemler alta bir gerginlik olarak gündeme geldiği de gözlemlenmektedir. Özellikle ROJ TV’nin sorumsuz kimi programları, Kürt özgürlük hareketi liderliğinin yaptığı açıklamalara çok ters ve iki halkın ilişkisine sorumsuzcu bir yaklaşım olarak yansımaktadır.

Bu konu ülkemizde demokrasi güçlerinin halklar düzeyinde birbiriyle ilişkileri açısından oldukça önem taşımaktadır. PKK adına Duran Kalkan arkadaş, “TÜRKİYE, SURİYE-KÜRT OLUŞUMU İÇİN DÜŞMAN” Başlığı altında Fırat Haber Ajansı tarafından 09 Eylül 2011 15:03 Behdinan, tarihlemesiyle yayınlanan yazısı çok isabetli ve öngörülü bir açıklamadır. Daha önce de, Kongre-Gel Başkanlık Divanı Üyesi Hacer Zağros’un açıklaması da aynı yönde, Suriye’ye yönelen emperyalist oyun ve baskıları dile getirerek, özgürlük hareketinin resmi duruşunun bu baskılara karşı tutumunu ve Suriye’nin reformlarını hayata acilen geçirmesi yönünde yapıcı eleştirilerini içermektedir. Bu doğru yaklaşım ülkemizde Araplarla Kürtlerin birlikte daha da güçlü olacakları gerçeğini dile getirdiği kadar, Suriye’nin de haklarını kazanmış Kürtleriyle çok daha güçlü olacağı tezini doğrulamaktadır. Bu perspektif ülkemiz devrimci hareketinin temel perspektifidir, milliyetçilikten arınmış Türk, Kürt, Arap vd ülke solunun duruşudur.

Bu ön girişten sonra altta, söz konusu MHP-Ülkü ocakları algılı bir Türkleşmiş Arap’ın bulanık egemen ulus milliyetçisi görüşlerine verdiğim cevabı aktarıyorum.

Bu kişinin ne dediğini anlamak için ise verdiğim cevaplarda yetirince belirgin olduğu için özel bir aktarma yapmadım.

D.P, sana ilk önerim, bu ırkçı egemen ulus hikayelerini git Ülkü ocaklarında konferans olarak ver. Sonra cehaletin, olayları bu ölçüde demagojik biçimde birbirine karıştırıp sunmandan dolayı, bilgi sandığın aktarmaların ulus, modern ulus ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıyla uzak yakın bir ilişkisi olmadığını söyleyeceğim. Senin anlamak istemediğin, tarihleri bir birine çorba gibi karıştırıp bir şey söylüyor görünmenin altında da tas tamam bu bulunmaktadır. Bunun adı ise siyasal bilim değil, kin ve intikama giydirilmiş siyasi sözcüklerdir.
Beni iyi dinle…

Bu anlattıklarını, on yıllardır hocaları Ülkücülere uyku hapı olarak yutturdu durdu. 12 Eylül Askeri faşist darbesi tokadıyla biraz sarsılıp kendilerine gelir gibi oldularsa da uyanamadılar. Ülkemizde ne zaman Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle ilgili bir gelişme olursa, aynı akılla kurtlaşarak ulumaya ve azı dişlerini göstermektedirler. Bu çirkin ırkçı duruşların teorisi diye gençlerine yutturduklarını, şimdi sen asimile olmuş sünger beyninle Arap gençlerine mi yutturacağını sanıyorsun?

Dur bakalım…

D.P, tarih bilmiyorsun. Bu senin anlattığın tarih kesit (Yavuz Sultan Selim, İdrisi Bitlisi 1500’lü yıllar) ile ulusların kapitalizmin şafağında doğması, yani modern ulusların bir tarih kategorisi olarak tarih sahnesine çıkması ve kendi kaderlerini tayin hakkını elde etme istencinin ortaya çıkması çok farklı şeylerdir.

Türk ulusu bile dünkü bir ulustur (Modern ulusların tarih sahnesine bir ulus kategorisi olarak çıkması anlamında) Bu da tamamen Cumhuriyetle başlar; önceki jön Türkler hareketiyle, batının kültür etkisi altında, tarih sahnesine çıkma yönünde adımlarını atan Türk ulusu ittihatçıların “Suyu Arayan Adam” esprisindeki dalgalanmaları (kah Pan-İslamcı, kah Turancı eğilimleri), Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmasıyla modern bir ulus olarak evrimini tamamlamıştır; bu güne kadar süren kimlik bunalımının bu ulusun, Anadolu’ya sonradan gelmiş olması, kılıç zoruyla bu topraklarda siyasal egemenlik kurması, anavatan olarak görmekten çok göçebelerin sür git başka milliyetlerin servet ve topraklarını gaspa ederek oluşturduğu yaşam kültürünün sarsıcı etkiler gösterdiğini unutmamak gerek.

Türk ulusu, modern bir ulus olarak Cumhuriyetle tarih sahnesine çıkma çabası verir. Tarihi kategori olarak Türk ulusu bu süreçte evriminin son halkalarını tamamlamaya başlar. Yani devleti ve sınırlarıyla Cumhuriyetle birlikte tarih sahnesine çıkmış olur (merkantilizmin temeli olan merkezi kapitalist milli sınırlarla oluşma esprisi).

Atatürk’ün Anadolu’yu Türkleştirme çabaları bu kaygılarla başlar. Akıl zoru iddialar, atmasyonlar, sallamalar at başı yürür; Güneş Dil Teorisi, 40 asırlık Türk yurdu massalları, Sümer ve Hititlerin, Sümer-Türkleri ve Hitit-Türkleri ilan edilmeleri esasında Türklerin Anadolu’da olmayan tarihlerini bu yalanlarla oluşturma çabasıdır. Yani modern ulusun ihtiyacı olan tarihi kökler, bu yalanlarla aranmaya başlanır. Buna, batıdaki faşist ve Nazi hareketlerinden yapılan katkılarla, 18 Kürt halk ayaklanmasının kanlı biçimde bastırılmasıyla (19 Kürt halk ayaklanması 15 Ağustos 1984 Şemdilli-Eruh’la başlar), Hatay’ın ilhakı ve II. Dünya savaşı sırasındaki Varlık vergisinin insanlık dışı azınlık tasfiye hareketleriyle, 6-7 Eylül 1955 Ermeni ve Rumlara karşı İstanbul’da yapılan kıyımlardan oluşan ırkçılığı da eklemek gerek.

D.P, bilmen gereken tarih budur. 1500’lü yıllarda ne Türkler Türk ulusuydu Ne de Kürtler Kürt ulusuydu. O tarihin ilişki ve çelişkilerini bu gün için örnek göstermek ya da bu gün için bir veri saymak sadece cehilce bir davranıştır. Bu akıl tarihi milletlerin savaşı olarak gören ırkçı bir yaklaşımdır.

Türk ulusunun Cumhuriyetle birlikte başlayan son ulusal evrim çabalarının nasıl bir ırkçılıkla sürdüğünü bir de şu bilgilerden algılamaya çalış,

Atatürk’ün ilk Milli Eğitim ve Sağlık Bakanı dr. Rıza Nur’un anılarını oku (Üç cildi) ve ondan Arap Alevilerine, özellikle Adanalı Arap Alevilere yapılanları öğren
Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkışta Sağlık ve Milli Eğitim Bakanı olan Dr.Rıza Nur, anılarında Ermeni’sinden Kürt’üne, Arnavut’undan Araplarına karşı devletin kuruluş çalışmalarında temel alınan ırkçı, milliyetçi yönelimleri şöyle dile getiriyordu. “ Aklım, fikrim yıllardan beri bu kitleleri dağıtıp münferiden iskan suretiyle temessül etmek ve Türkiye’yi mütecanis yapıp ırk belasından, bunların Avrupalılar elinde alet olmasından, bu isyan ve inkiraz kusur ve sebebinden kurtarmak” (Dr. Rıza Nur Hayat ve Hatıratım C.2 sayfa:310)

“Türk olmayanın Türklüğü kabul etmeyenin burada yeri yoktur” (Age. C:2. S:461)
Atatürk Dr. Rıza Nur’un azılı faşizan tarih tezini başucu kitabı olarak okurdu (bütün bunlara rağmen Laik, Araplara hiçbir şey vermezken Arap Alevilere verdiği nefes hiçbir zaman Aleviler için değildi. Bunu kimse unutmasın. Olay Türk ulusu diye bir modern ulus yaratmanın başka bir çıkış kanalı olmamasındandır ve bu tamamen ırkçılıkla yakın bağı olan milliyetçiliğin ürünüdür. Ve bütün bunlara rağmen, Osmanlı teokratik sisteminden Cumhuriyete geçiş bir ileri adımdır, ama konumuz bu değil)

Eğer Modern ulusların doğuşunu yukarıda özetin özeti olarak verdiğim bilgilerle öğrendiysen sıra işlediğin tarih hatasına gelelim derim.

Anlattığın 1500’lü yıllar ve hatta 1800’lü yıllarda bilimsel anlamda Türk ulusu diye bir ulustan söz edilemez. Esamisi değil, nüveleri bile yoktu. Anlattığın tarih hikayeleri, bu günün aklıyla dünü yazmak gibi komiktir. 20.yy ırkçı teorileriyle tarihin feodal çağlarını izah etmek, bilimle ilgili bir şey değildir, Naziler bunun en uzman propagandistleriydi ve sonlarını hep birlikte gördük.

Devam edelim, sözünü ettiğin tarihi kesitte, Osmanlı ve öncesi Selçuklular ve bunların Orta-Asya’da olduğu iddia edilen ırkdaşları olan hiç bir milliyet (millet değil; Milliyet, millet (ulus) öncesi topluluktur) bu günün Türk ulusu değildir; dikkat et bu gün bile sıkıştıklarında “Türk ulusu” tanımını, “kendini öyle hissetmek” adı altında bir “his” olarak ele almak, “anayasal bağlarla birbirine bağlı olmak” adı altında “hukuksal birlik” olarak belirlemek, “fikir birliği içinde bu ulusa mensup olduğuna inanmak” gibi bilimle uzak yakın hiçbir ilgisi olmayan söylemlerle izah etmeye çalışmak, böylesi bir kimlik bunalımı sıkıntısından ileri gelmektedir. Bu bilgisizlik, MHP-Ülkü Ocakları eğitim çalışmalarında ülkücüleri uyutmak için dile gelir. Dolaysıyla MHP ve Ülkü ocakları konferanslarının ırkçı hezeyanlarını bize tarih bilgisi olarak sunman, Anadolu’yu Türkleştirmek için yapılan Hitit Türkleri ve Sümer Türkleri atmasyonundan başka bir anlama sahip değildir.

Kürtler de o kesitte Kürt ulusu değildi. Ulus olma özellikleri itibariyle de Osmanlı sultanlarının “etrak-i bila idrak”, “kara budunlu Türk” gibi kavramlarla Türkçe konuşan Türkmen aşiretlerini aşağılayan, kendini Rum sultanları olarak (Salatin-i Rum) tanımlamasının da açıkça ortaya koyduğu gibi, hiçbir yanıyla Türk ulusuyla ilgili olmadıklarını bilmen gerekir. Bilmiyorsan tarihle ilgili hiçbir şey konuşmamalısın.

Tarihi kesitleri bu kadar çorba ettikten sonra, dünü bu günle bulamaç haline getirerek yaptığın inkarcılık, doğal olarak, seni bir Türkleşmiş ırkçı faşist gibi Kürt varlığını inkara götürecekti. Bu nedenle geçmiş tarihi harekete geçirip, yeni bir jargonla yazmaya yani, zaman tünelinden geçerek bu günü, düne bindirmeye ya da yedirmeye çalışacaksın. Buna akademik yazım ahlakında kalpazanlık denir. Tarih denmez.

Bir de hesapsızca Cumhuriyet döneminin 19 Kürt halk ayaklanmasını, modern Türk ulusal evrimi tamamlansın, başkası kendi ulusal evrimini tamamlamasın diye de meşru sayıyorsun. Kürtlerin hak arayışını karalıyorsun; bütün bunları Türk ulusu uluslaşma evrimini tamamlasın da başkasının canı cehenneme olarak ele alacaksın. Buna ırkçılık denir şovenizm denir.

D.P, Kürtler Osmanlı ve öncesi dönemde Türklerin bu günkü ulus döneminden bile çok ilerde bir kültür ve ulus için gerekli temel unsurları taşıyan bir milliyetti (ulus değil). Bunu anlaman için otur dil çözümlemesi yap, bu gün bile öz Türkçe, dil bilimi kurallarına göre 5000 kelimeyi geçmez, diğerleri Arapça, Farsça, Latince, Fransızca, Kürtçedir vb… karmaşasıdır ( Tüm uluslarda bu karmaşa normal, ama bu ölçekte olmaz); buna Kürtlerin Mazepotamya’daki ezeli yerli bir halk olmasıyla Türklerin göçebeliğini karşılaştır, bak bakalım ne anlama gelecek, gerisini sen düşün…

Bu cümlelerimi iyi anlaman için, benden değil, taptığı ve nerdeyse Arap Alevi kökenli ilan edeceğin (Adana mersin yöresinde bu kanaat çok yaygındır, Anadolu Alevilerinde ise Atatürk’ün Aleviliğine toz kondurulmaz)

Atatürk’ün dilinden Osmanlı için söylenenleri özetle şu iki cümlede kavramak zor değil;

“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)

Türkiye Cumhuriyetine gelmiş olduk.

Sana sadece Lozan Anlaşmasını git oku diyeceğim. Çünkü okuduğunu sanmıyorum. Okusan bile ne olduğunu anlamayacağını tahmin ediyorum. Bu normaldir de.

Cumhuriyetin kurucu anlaşması, Kabe’si olan Lozan Anlaşmasında bile var olan azınlık hakları, Anadolu’nun Türkleştirilme çabası için yok sayıldığını göreceksin. Türk ırkçı milliyetçiliği ve Türk ulusal evriminin önünde engel görünen ama kendi toprakları olan Anadolu’da Türklerden binlerce yıl önce yerli bir halk ve bu bakir toprakları tarihte ilk kez yaşama açanlara neler yapıldığını öğren.

II. Ermeni soy kırımının Hatay İlhakıyla at başı yürüdüğünü bil. Osmanlının Amik ovasında Çerkez isyancıları sıtmadan öldürmek için sürdükleri gibi, Ermenilerin bu alanlara sürüldüğünü bilmiyor olabilirsin (Bu konuyu Türkiye’nin yarım aydınlarının da bilmediğine kalıbımı basarım) bu gerçekleri ayrıca burada anlatmayacağım. Buna Kilikya Araplarını tıpkı bu günün BOP’çuları gibi “temiz eller operasyonu” (kendi ellerini bulaştırmadan) tıpkı I. Ermeni kullanmada Kürt korucuları kullandıkları gibi katletmek istediklerini öğren. Bütün bunlar evrimi tamamlanmamış bir uluslaşma sürecinin zorlaması, kıyıcılığı, aymazlığı, başkalarının anavatanını, kendi tarihsel anavatanı ilan etmekle kalmayıp, diğerlerinin uluslaşma sürecindeki siyasal hakları gasp etme hayasızlığıdır (bu uluslaşma sürecinde yer alanların Türk ırkıyla çok ilgili çevreler olmadığını ayrıca belirteceğim)

Cümlelerindeki Türk ırkçılığını yansıtan mide bulandırıcı çözümlemelerine cevap vermeyeceğim. Bilmiyorsun, bilgisizliğine vereceğim. İsrail konusuna girmişsin, güler misin ağlar mısın bir halde yine Türkün mukadderatına bağlamışsın; her şeyi Türk düşmanlığı temelinde almaya çalışan yaklaşımının gerekçelerini görmemen çok normal. Kendi yarattığın düşmanları neden görerek tarih yazmaya çalışmak, bu topraklara ne kadar yabancı olunduğunu göstermeye yetmez mi? Bölgemizde ve dünyamızda elbette çıkar savaşları var ve bu bitmeyecektir. Ama bu savaşları sadece egemen ulusun mukadderatını değiştirmek için tüm kainatın bir araya geldiğini iddia etmek, kimseyi dev yapmıyor. Dev aynasına bakmakla içine düşülen bu yanılgı, egemenlerin bu coğrafyada işlediği ölümcül hatalarla ilgisi vardır. Osmanlı dönemi için Atatürk’ün söyledikleri çok açık, aynı akıl Cumhuriyetteki Osmanlı olarak da yürüyünce bu günkü korkunç maceralara sürüklenişimizi izah etmek zor olmayacaktır. Konuyu dağıtmamak için bu kadarla sınırlayacağım.

Bilmen gereken sonuç,

Kürtler modern bir ulustur. Türkler uluslaşma süreçleri ve haklarını Türkiye Cumhuriyeti denilen bir devletle elde ettikleri gibi ( Unutma cumhuriyetteki Osmanlı bu evrimleşmeyi, zorla ve baskıyla ölüm denklemleriyle yaptı) Kürtler de, ulusu yaratan kapitalize ilişkileri geliştikçe ortaya çıkan bilinçle, bir ulus olarak tarih sahnesindeki haklı yerlerini almak isteyecektir.

Bu bir haktır. Üstelik Kürtler bunu ısrarla demokratik ortak bir devlet içinde çözmek isterken, senin milliyetçilerin buna kirli savaşla cevap vermektedir. Kılıç zoruyla bin yıl içinde asimile edilemeyen bir ulusu bu gün asimile edebileceğini düşünenler aptal değilse, yeryüzünün tüm güçleri bir araya gelse de bu hakların kazanılmasını engellemek mümkün olmayacaktır.

İKİNCİ CEVAP

D.P, yazıma cevap vereceğini yine bir çorba yapmışsın. Üstelik sen bile, yazdıklarının içinden çıkamamışsın.

Yazdığım yorumu tekrar oku, orada senin fikirlerini eleştiriyorum ve o fikirler MHP-Ülkü ocakları fikirleriyle aynıdır diyorum. Bu senin MHP’ye üye olduğun anlamına gelmez. Çorbadır dedim çünkü tarih algıların belli bir disipline ait değil ve her şeyi bu yorumunda olduğu gibi karıştırmışsın. Sizi şahıs olarak tanımam etmem. Şahsınıza yönelik hiçbir şey de söyleyemem, ama bu akılla giderseniz Türkleşmiş Arap olmaktan kurtulamazsınız.

Burada bilimin temel tartışma ilkeleri ve adabına sadık kalarak doğrularımı dile getirdim.

Ulus nedir, modern ulus ne zaman doğar, Türk ulusu olduğu gibi Arap ve Kürt ulusu olduğu gerçeğinin verileri nedir, bunların hakları nedir bunu anlattım. Bu temel ilkeleri bilmeden bu konuları konuşmak, sokak olaylarını ilke diye ortaya çıkarmak bu tartışmanın düzeyini düşürür. Bunun için düşünce sistemine yönelik eleştiriyi yoğunlaştırdım Çünkü siz, sadece siyasi konularda değil inanç konusunda bile Türkleşmiş Arapçılık yapıyorsunuz. Buna göz yummam mümkün değil. Tartışmaya katılan tüm yorumcuların çok basitçe anladığı “siyasi simgelerin türbelerimizde işi yoktur” belirlememi içinize sindirememişsiniz. Bu bilinçaltıyla, siyasi tez oluşturulmaz bunu bileceksiniz…

Sizin ya da herhangi birinin yaşadığın, tanık olduğu olumsuz olaylar, bir değil binlerce de olsa ilkeler değişmez. Böyle olsaydı rüyalar da gerçek olurdu… Hitleri yıkan, düşüncelerinin nesnel bir zemini olmamasıdır; evren iç bükeydir dedi ve o müthiş Alman bilim adamlarını, bu saçma iddiayı ispat için zorlayıp durdu…
Bunu anlamıyorsunuz. Dolaysıyla "Türbelere siyasi simge konmaz" demeyi, bayrak düşmanlığı olarak alıyorsunuz. Oysa yorumlarımda açıkça söyledim, kendi ulusal simgelerimize saygıyı istediğimiz gibi, başkasının ulusal simgelerine saygılıyız. Bunun için de, siyasi simge olan bayrakları türbelerimizden sakince, kimsenin onurunu kırmadan çıkarmalıyız diyorum. Bunu anlaman gerekirdi. Bu da bayrağa saygının bir biçimidir. Yırtın yakın ayakaltına alın demedik üstelik bu bayrakla halkımızın çok acı bir geçmişi bulunuyor.

Bayrağın yeri ayrı, severiz ya da sevmeyiz yeri ayrı. Bayrak siyasi bir simgedir ve türbelerde işi yoktur. Aksi çabalar, öncelikle bayrağı kirletir. Bu da bayrağın egemen ulus kılıç hakkıyla türbelere tecavüz etmesi anlamına gelir. Anlaman gereken en önemli nokta budur.

Kürt bireylerle Arap bireyler arasında bin bir sorun olabilir ama bu hiçbir zaman, Kürtlerle Araplar arasında bir sorun anlamına gelmez. Şu mahalle bu mahalle, şu olay bu olay şahsi çıkar kavgaları iki ezilen ulus arasındaki sorun değildir. Senin de başından geçen olumsuz olaylarla tarih sahnesine, binlerce evrimin girdabından geçerek çıkmakta olan bir ulusu ve haklarını yok etmek aptallık değilse, ırkçılıktır. Kürtler için var olan bu haktan söz etmek esasında kendi halkımızın haklarından söz etmektir. Bu hakkı Kürtlere tanımayan bir akıl, kendisi için de hak aramamalıdır. Bu nedenle, fikirleriniz Türkleşmiş Arap fikirleridir MHP ülkü ocağı kaynaklıdır dedim.

Unutmayın, devlet özellikle Adana ve Mersinde Kürtlerle Arapları vuruşturmak için korkunç çabalar sarf edip duruyor. İki topluluk arasındaki mezhepleri de kullanarak ( Bu devlet, Alevilere ve özellikle Arap Alevilere çektirdikleri ve hala yürürlükte olan haksızlıklarından utanmadan) birbirine kırdırmaya çalışıyor. Böl yönet yapan devleti kirli işleri nedeniyle, ulusların haklarını kimse yok sayamaz, bu kirli olaylara bakın ilke belirleyemez. Siyasal bilim, toplum bilim bu sokak olayları ve duygularıyla ilke tespit etmez. Bunu ancak senin gibi MHP-Ülkü Ocakları eksenli Türkleşmiş Araplar yapar.

Bir daha dile getiriyorum, Kürt ulusu dünyadaki tüm uluslar gibi modern bir ulustur ve hakları vardır. Bu hakların ne olduğunu başkası değil bizatihi kendisi belirler, egemen ulus değil. Kürt ulusu haklarını talep eder ve birlikte yaşamak istiyorsak bunu devlet beklemeden sahiplerine teslim eder. Böylece devletin bu konudaki gaspçılığı biter. Bunu yapmak yerine, aldatır, oyalar, zorbalıkla bu hakları yok saymaya devam ederse, bölücülük yapmış olur. Devlet b.ir kez bölücülük yapınca, artık kimse kimseyi neden ayrılmak istiyorsunuz, neden ayrı devlete doğru yürüyorsunuz, bölücülük yapıyorsunuz diye suçlayamaz ( Burada bölücü ve suçlu olan devlettir ve bu devlet altında birlikte yaşanmaz)

Bu gün, Erdoğan’ın demokratik açılım aldatmacasında olduğu gibi yalan söyler ve kanlı savaşla, sınır dışı operasyonlara devam edilirse, bölücülük sadece devlet yüzündendir ve onun ortağı düşüncelerdedir, demek yanlış değildir. Bakın bu devleti tanımıyorsunuz, bu devlet utanmadan, Amerika’dan ve İsrail’den teknoloji, istihbarat, silah, kredi desteği gibi dış yardımlar alarak kendi vatandaşına karşı sınır ötesi operasyonlar düzenlemektedir. Bu devlet katil bir devlettir. Kökü dışarıda olan bu devlettir. Buna karşı özgürlük isteyen, barış çağrısı yapan, ortak yaşam için öneri getiren Kürtlerdir.

Bunları bir Arap olarak ben neden dile getiriyorum, çünkü halkım da aynı süreçten geçecek, halkımın gelecek hikayesi burada yazılı burada onurlu ve dürüstçe tavır alamasam, yarın benim halkımın davası için dost bulamam. Kürt siyasi çevrelerinin Kürtçülük gibi mazur görülecek ilkelikleri olabilir (Ezilen ulusun sendromu) bunu eleştiririz, bu yapıcı eleştiri olmadan dostluk da olmaz. Ama buradan hareketle temel ilkelerimizi çiğnemeyiz. Demokratik haklar herkese ait olmalıdır, bunu savunmak insan olarak onurlu olmanın da yoludur.

D.P, 200 yıllık Türk-Kürt ilişkisini bilmiyorsun. Bu tarih 39 ayaklanmada milyonlarca insanın kıyım tarihidir. Bunun karşısında Ermeni kıyımı ne ki…

Bu yolda bu fedakarlığı, davasına inanması için yeterli nesnel verisi olmayan hiçbir halk yapmaz. Siz Türkleşmiş Araplar, artık bunu anlayın. Kürt ulusu gerçek bir ulustur, haklarını da er ya da geç alacaktır. Egemen ulus Sevr’i anlaşmasını bir kez daha imzalamak istemiyorsa, ortak ülkemizde yaşayan tüm halklara, haklarını derhal vermelidir. Bunu demokratik bir anayasayla ikircimsizce, yasa ve kurumlarla güvenceye bağlamalıdır. Bu Türkiye’de Arap halkının da bire bir amacı ve mücadele hedefidir.

Şimdi sen otur yolunu seç, ya Arapsın ya da egemen ulus insanısın. Buna rağmen biz Araplar birlikte yaşamak için demokrasi istiyoruz, başkasına saygısızlık yapmıyoruz hakkımızı istiyor buna almak için her fedakarlığa baş vurma kararlılığı içindeyiz.