HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Nisan 2011 Cumartesi

GÖÇ DALGASI MI? SENARYONUN İLK SAHNESİ Mİ?

Mihrac Ural
30 Nisan 2011

29 Nisan 2011 yani dün, Suriyeli 252 Türkmen’in Türkiye’ye kaçarak iltica etmek istediği haberleri medyayı kapladı. Yayladağı’nda, kapalı spor salonunda bekletilen kaçaklar, bir kez daha, Türkiye’nin Suriye’ye karşı kirli oyununu sergileyin senaryonun bir ucunu daha açığa vuruyor.

Erdoğan, bir aydır, medyum gibi, Suriye’den Türkiye’ olası göç üzerinde görüş belirtip duruyor. “Suriye iç savaşa gidebilir ve bu göç dalgası bizim için ciddi sorun ve yük olur” deyip duruyordu.

Türkiye’nin ikiyüzlü, dostu arkadan hançerleme politikasını bilmeyenler bu iddiaların sıradan söylemler olduğunu sanır. Ancak olay bunun çok ötesindedir.
Önceki yazılırımda, bir taraftan Suriye’ye dostum kardeşim derken diğer taraftan eli kanlı Müslüman Kardeşler Hareketine 1 Nisan 2011’de basın açıklaması ve Suriye’de isyan çağrısı yaptırıyor, 26 Nisan 2011 tarihinde “Suriye İçin İstanbul Buluşması” yaptırarak, iç işlerine karışma ve muhalifleri yandaş olarak kazanma girişimleri yapıyor. Bu gün ise (29 Nisan 2011) Dış güçlerin eli boğazında olan, İsrail’le ilişkisi herkesçe bilinen, “insan hakları savunucusu” yaftalı Heysem Mennah adlı kişiye TRT Arapça TV’de bir saatlik program yaptırılıyor. Bütün bu çirkin tutumlar Suriye’yle karış yürütülen ikiyüzlü politikanın karanlık yüzünü gösteriyor.

Bunun son sahnesi ise Suriyeli 252 Türkmen’in, kaçarak Türkiye’ye sığınmasıdır.

Göçmenlere bakılınca hiçte bir baskıdan yada savaş ortamından kaçar halleri olmadığı ilk elden göze çarpıyor. Yörelerinde olan hiçbir olay, çatışma da yoktur. Sınırı geçer geçmez “akrabalarının yanına” gitmek istediklerini söylüyorlar, “Türkiye’deki yaşam gibi bir yaşam sürmek” istediklerini dile getiriyorlar. Sanki bir şeyler ezberletilmiş gibi konuşmalar yapıyorlar. Ancak 24 saat geçmeden kimi gerçekleri, çadırlarda yaşamayı, karavanalardan yemeyi gördükçe, geldikleri yerdeki yaşamlarından neleri kaybettiklerini anlamaya başlayarak, tedirginlik içine düşüyorlar. “Antakya’daki akrabalarımıza göndermezseniz Suriye’ye geri gideceğiz” diye homurdanmaya başlıyorlar.

Her şey bir yana, göçen bu topluluğun özelindeki gizleri ve detaylarını bir kenara koyarak, Erdoğan’ın bir aydır dile getirdiği göç yığılması söyleminin gizleri üzerinde duralım.

Erdoğan’ın bir aydır dile getirip durduğu göç dalgasının, bilinçlice hazırlanmış bir senaryo ya göre tezgahlandığına önemli ip uçları taşımaktadır. İl adım kaba bir şekilde atılmış oldu. Kadınları, çocukları hiçbir gerekçeleri olmadan peşinden sürükleyenler kim ise, Erdoğan’ın Suriye üzerine kurguladığı Amerikan patentli senaryonun kurbanı olduğunu zaten kısa bir süre sonra görecektir.

Göç dalgısı olacağı söyleminin bu ilk adımından sonra yeni adımlar olup olmayacağı Suriye’deki olayların gelişimine bağlı olacağını söylemek yanlış değildir. Sonra sıra bu senaryonun mantık uzantısına gelecektir. Plan adım adım uygulanarak, komşumuza ilişkin özgün komplonun şekillenmesi için çalışılacaktır.

Olayları yakından izleyenlerin gözünden kaçmayan bu gelişmeler, Suriye aydınları ve halkının yakın takibi altında, Türkiye’nin Erdoğan’la geliştirdiği ikiyüzlü politikaların, nerede, nasıl noktalanacağı izlenmektedir.

Göç dalgası”nın ısrarla dile getirilmesinin altında ne yatıyor?

Uzatmadan yazayım.

Türkiye kamuoyunun kanaatlerini bulandırıp, yönlendirmek yatıyor. Karanlık odalarda organize edilymi, Amerikan onaylı operasyonların ilk adımı hayata geçirilmek isteniyor.

Bunun ilk adımı, Türkiye kamuoyunun bilinen anti-Amerikancı, anti Siyonist algılarını geriletmek, baskı altına alma, saptırıp yönlendirme amacı taşıyor.
Bilindiği gibi Türkiye kamuoyu, Suriye halkına ve yönetimine candan bir saygı ve sevgi göstermiş, ilişkilerin iyileşmesine önemli bir kamuoyu desteği vermiştir. Suriye yönetiminin, Türkiye’nin çıkarları ve hassasiyetleri konusunda inanılmaz ölçekte verici davranması, ne ölçüde bu ilişkiye tutarlıca yaklaştığını Türk kamuoyu nezdinde de olumlu bir derin etki yaratmıştır. Erdoğan ve iktidar çevresi bu gelişmeye sık sık vurgu yaparak, Suriye’nin sözünün eri bir ülke olarak, Türkiye’yle gönül bağını kendi başarıları gibi medyada pazarlamıştır. Oysa bu ilişkinin olumlu ve iyi niyetli gelişimi, Türkiye halkları ve Suriye yönetiminin çabasıyla oluşturulmuştur. Bu gün görüldüğü gibi de Erdoğan, işin ikiyüzlü çıkarcılığıyla ilgili olduğu açığa çıkmıştır.

Bilindiği gibi, Türkiye kamuoyu Libya konusunda da hükümetin ikiyüzlü politikasını hiç onaylamadı. Türkiye halkaları, bu çirkin politikalarla ne dostluk kurulabileceğini ne de “sıfır sorun” oluşturulabileceğini çok iyi biliyor. Halk bunu kendi deneyimleriyle yeterince bilince çıkarmıştır.

Sınırı kaçarak geçen Suriyeli 252 Türkmen’in, Lazkiye kentine bağlı Han El Coz (Ceviz Hanı) mıntıkasından olduğu söyleniyor. Bu alan Suriye’nin en zengin tarımsal alanlarından biridir. En yeşil ve en çok yağış alan topraklar bu alandadır. Bu yöreyi karış karış bilen biri olarak, hiçbir Türkmen’in, ne etnik açıdan ne ekonomik ya da sosyal açıdan bir sorunla yüz yüze kalmadıklarını çok iyi bilirim. Dostlarım var o yörelerde. Sık, sık gider gelirim. Lazkiye’de ki olaylar ise Lazkiye’nin içini bile etkilemeyecek kadar sıradan protestolardan ibarettir; gözlerimle görüp, tek tek saydım, ne bir siyasi slogan ne de başka bir şey, sadece tepki. Zaman ve mekan algısı, Camilere ve Cuma namazına bağlı olanların, şehrin inanç demografisi dolaysıyla, on yıllar içinde biriktirilen, sürekli kışkırtılıp pompalanan kin ve nefret adını ortaya konmaktadır. Bu tepkiler, 80’li yılların başlarında patlak veren, eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşlerin kimliğe bakarak, isimlerden, oturduğu mahalleden yola çıkarak, insan katlettiği dönemin arka planından bu güne taşınmış, “yaratıcı anarşi” için de uygun bir bataklık olan tiplerin tepkisidir. Sayıları hiçbir zaman 100 kişiyi bulmamış olan bu protestolar, bırakınız ili bütün olarak, yehir merkezini bile hiç etkilememiştir. Uluslar arası gerici medyanın akıl almaz yalan kurgu ve uydurmaları bu gerçeği asla değiştirmemiştir. Suriyeli Türkmenler ise bu gerginliklerin hiçbir kesitinde, ne dün ne bugün yer almamış tarafsızlıklarını korumuş ve bu yüzdende her zaman takdir görmüşlerdir.

Türkiye-Suriye ilişkilerinin en kötü olduğu dönemlerde 1990’la doğru, Tansu Çiller’in Başbakan, Mehmet Ağarın Emniyet Genel Müdürlüğü sırasında, Abdullah Öcalan’a suikast için yapılan girişimler ve kapalı ödenekten dağıtılan parlarla, Suriye’nin çeşitli kentlerinde bombalar patlatma eylemleri için Türkmenlerden, özellikle Türkiye’de okumaya gidip geri dönün öğrenciler ve çevrelerinden, MİT denetiminde kurular şebekelerle bu tür tahripler yapılmıştır. Bu da Türkiye’nin PKK’yla ilişkisine bir cevap olarak verildiği söylenir. Suriye Kürt halkına desteğinin bedelini böylesi saldırılarla da ödemiş bir ülkedir. Suriyeli Türkmenlere atılan kancalar bu tarihten itibaren farklı bir öbekleşmeyi getirmiş oldu.

Türkiye Suriye ilişkileri iyi bir yön alınca, bu çirkinliklerde unutulmaya başlandı. Bu yeni süreçte, Türkmenler daha yoğun olarak ticari ve sosyal hayata girişti. Bu yörenin, ekonomik durumda en iyi olan kesimler, işsizi olmayan, kesimleri Türkmenlerdir. Şehrin tüm inşaat işlerini elinde tutanlar Türkmen ekipleridir. Resmi olmasa da anadillerine hiçbir zaman müdahale edilmemiş, ezel bir yasak getirilmemiştir. Türkiye ilişkileri iyileştikçe de memnuniyetleri yükseklere çıkmıştır.

Lazkiye’nin merkezinde oturan oldukça zengin tüccarlarıyla, deniz kenarındaki topraklarıyla, Türkiye’den gelen yatırımcı şirketlerde dil açısından avantajıyla edindikleri yerlerle sorunsuz yaşayan bir kesimdir. Bu güne kadar da Suriye’de olan hiç bir siyasi olaya, hiçbir isim altında karışmamışlardır.

Aniden, yoktan var etmek gibi, ellerinde “Türk bayrağıyla sınır geçip Türkiye’ye sığınmak istediler” diye ortaya çıkmaları akli algılarla izahı mümkün olmayan bir vakıadır. Bu insanlar Atatürk devrimlerine tepkili insanlar olarak, hiçbir zaman ne Türkiye’yle ne de Türklerle sıcak bir ilgi kurmamışlardı. Tarih bilinçaltında Kendilerine “Türk” deyince de rahatsız olduklarını ifade eden Suriyeli Türkmenlerin ortaya koydukları bu tavrın kendiliğinde olması mümkün değildir.

Ancak bu gelişmenin bir açıklaması olmalı. Suriyeli Türkmenlerin ezici çoğunluğunun bu özelikleriyle yaşarken bu grubun ortaya çıkışı ve böylesi bir vakıaya imzasını atışının nedeni ne olabilir?

Bu sorunun cevabı, Erdoğan’ın önceki açıklamalarında, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında ve Amerika’yla pişirilmekte olan “Suriye’yi sıkıştırma, ezme, teslim alma, uyumlu hale getirmek” üzerine kurgulanan senaryolarda yattığını görmek zor değildir.

Elimdeki veriler ve tarih okumalarıma dayanarak, bu gelişmenin altında yatan olguları madde, madde şöyle sıralayabilirim.

1. Türkiye kamuoyunu, Suriye aleyhine kışkırtmak.


Suriye’ gündeme gelen olayları mümkün olan en yoğun şekilde abartılı göstermek ve buradan hareketle oluşacak bulanıklıkta, kamuoyunu yönlendirmek; “bakın Suriye yönetimi Türkmenlerin üzerine yürüdü, onlarda kaçıp ırkdaşları olan sizlere sığındılar” yaygarasıyla, Türkiye halkının, Suriye’yle olan gönül bağlarını zedelemek, soru işaretleri ve kuşkular yaratmak. Gelişmelere bağlı olarak, Suriye’ye karşı yapılacak siyasi manevralara ve ikiyüzlü davranışlara şimdiden kamuoyunda alan açmak.

2. Suriye’ye yönelik, uluslararası baskılara ortak olabilme zemini oluşturmak.

Suriye’de olayların dana da derinleşip genişlemesi halinde gündeme gelecek BM baskıları ve Güvenlik Konseyi kararlarına ortak olabilmek için Türkiye kamuoyunu hazırlamak, batılı ülkelerin gündeme gelecek taleplerine verilecek onayın halk muhalefetine maruz kalmasını engellemek.

3. Suriye’ye karşı olası bir müdahalede kolluk kuvveti yaratmak.

Suriye Türkmenleriyle tarihi boyunca ilgisiz olan Türkiye, Tansu çiller Mehmet ağarla başlayan derin devlet ve yargısız infaz faaliyetleri, yurt dışı operasyon kapsamanda kullanmaya başladığı Türkmenleri, ortaya çıkacak kaosta bir kolluk kuvveti olarak kullanmak. Onları şimdiden ve süratle istenilen yönde eğitmek. Bu gelen ilk ekip tümden olmasa da bundan sonra getirilecek ekiplerle aynı amaç doğrultusunda ilişkili olmak. Dün gelen, Suriyeli Türkmen göçmenlerin gündüz gözüyle, basın mensuplarının kameraları önünde, sınır tellerini kesip Türkiye’ye girmeleri bu konuda çok şey anlatıyor gibidir.

4. Kuzey Irak’taki gibi, bir nüfus alanı yaratmak.

Suriye’de gidiş daha da kötüleşip bir iç savaş ortamı olması halinde, gelecek göç dalgasını önleme, yerinde tutma ve yakın bölgenin on binlerce Suriye Türkmen’i kurulacak nufus alanı bölgesinin temel kitlesi haline getirmek. Bu günden gelen az sayıda göçmenleri ise hızlı bir eğitimle hazır kılavuz güç olarak kullanmak.

Türkiye’nin I. dünya savaşından bu yana MİT arşivlerinde bekletilen dosyalar, ilhak olmasa da nüfus alanı için, var olan sınırdan 20 km Suriye içinde yer alan Nehir-il Arab’ı sınır alarak, bir dizi Türkmen köyünü kapsayan bir operasyon yapmak. Suriye topraklarında, Güney Lübnan’da İsrail’in yaptığı gibi ya da kuzey Irak’ta olduğu gibi uydu bir güvenlik şeridi kurmak.

5. Amerikan’ın karanlık senaryolarına yol açmak.

Hatay bölgesinde bizim de elimize gelen bilgiler, Amerikalı çevrelerin Harbiye yörelerinde ev kiraladıkları, hummalı bir faaliyet içinde olduklarına işaret ediyor. Bu faaliyetlerle ilgili sorulan sorulara, Erdoğan’ın uğursuz haberleriyle bir paralellik olduğu gözlemleniyor; Suriye’den gelecek olası bir göç dalgasında, Amerikan vatandaşları ve işbirlikçi elitleri ilk elden güvenliğe almak istenildiği bilgisi veriliyor. Bu bilgilerle, Suriye Türkmenlerinden bir gurubun göçünü birleştirdiğimizde, hazırlanmakta olan kapsamlı bir senaryonun, ilk sahneleriyle karşı karşıya kaldığımızı düşünmek abartılı değildir. Bu yörelerde, uzun zamandır İsrail’in sahte isimler altındaki şirketlerle Samandağ sahillerinde, “deniz ürünleri üretim faaliyetleri” diye organize edilmeye çalışılan karanlık işleri de ekleyince, Suriye’ye karşı Türkiye’nin rolü de iyiden iyiye açık hala gelir.

6. Uluslar arası gerici basının Suriye olayları üzerine yaptığı yalan kurgulara malzeme oluşturmak.

Dünya haberlerinin merkezine ite kaka oturtulan Suriye’den gelecek en küçük bir haber kırıntısı, akıl almaz bir tarzda, her türden basın ahlakı çiğnenerek, bire bin katılıp yalan kurgularla örülerek servis edilmektedir. Kısır bir döngüyle, aynı haberi binlerce kez tekrar ederek ve her defasında komik çelişkilere rağmen yeni katkılarla yayınlamak ve buradan hareketle haber yaratmak artık Suriye’ye karşı oluşan komplonun merkezi bir odadan yönlendirildiğini de açık hale getirmiştir.

Bu günden itibaren de El Jeezire, El Arabiya, BBC, France 24 TV lerinin akın akın bölgeye gelmesi beklenen bir gelişme olacaktır. Suriye aleyhine yaratılacak yaygaralarla, Suriye halkının kendi yönetimine olan güven duygusunu zedelemek, bulanıklık, boşluk oluşturmak ve sonuçta iç karışıklık ve gerginliği tırmandırma hedeflerine ulaşma çabası verilmektedir. Bu çabalar, Suriye’nin ıslahat çabalarının da önünü kesmek ve halkı sokaklarda tepkileriyle tutmak amacı için yürütülecektir.

7. 12 Haziran seçimlerine milliyetçi duygularla kan taşımak.

Seçim sathı mailinde olan Türkiye’de AKP iktidarının en büyük sıkıntısı Kürdistan’da uğrayacağı hezimettir. Tüm göstergeler, BDP’nin desteklediği “emek, demokrasi ve özgürlük” grubu adına seçimlere katılan bağımsız adayların önemli sayıda parlamentoya gideceklerini gösteriyor. Bölgede her seçimde alınan hezimeti hafifletmek için, Suriyeli Türkmenlerin göçü bir malzeme olarak kullanılacak, coşturulan ve dış konulara yöneltilen milliyetçi duygularla, seçmenin kararını etkilemeye çalışılacaktır.

Bunlara birçok ihtimal daha eklenebilir.

Bu veriler Amerika’yla konuşulmadan kesinlikle tezgahlanamaz. Amerika’yla tam bir uyum içinde adım adım hazırlanan ve basına bu amaçla bir ay önceden servis edilen “Suriye’den göç dalgası gelebilir” söylencesi, MGK toplantısı ardından gündeme gelmesi hiçbir biçimde tesadüf olamaz.

Ben, herkesin gözünden kaçan başka bir şey daha ekleyeceğim.

Deraa’da yapılan protestolarda, Türkçe düzgün yazılmış, Ç harfi, kuyruğu unutulmadan olduğu gibi kullanılarak “Suriye’de gençlerin katledilmesine müsaade etmeyiniz” ibaresinin yer aldığı kompütürle yazılmış bir pankartın yer alması, beni dehşete düşürdü. Türkiye olayların içinde fiilen yer almaktadır. Bu artık çok açık bir gerçektir. Bu kirli oyunda da Türkiye yer alıyorsa, yakalananların tahkikatı bitince bu da açığa çıkacaktır.

SURİYE - TÜRKİYE - KÜRTLER


Mihrac Ural

30 Nisan 2011

Benimki bir öneri. Bu öneriyi Arap aydınları da yoğun olarak seslendirmeye başladı. Türkiye, Erdoğan’ın “One Minute” çıkışıyla kazandığı prestiji, Araplara karşı sürdürdüğü ikiyüzlü politikalarıyla inanılmaz bir hızla tüketti. Libyalı kadının bu ikiyüzlü politikaya “ sen de ar yok mu?” diyerek verdiği sert yanıt, diğer Arap ülkelerinde ve aydınlarında da sedasını bulmakta gecikmedi.

Osmanlı aklının, İttihatçı geleneğin, NATO’ya bağımlılığın bir uzantısı olarak değişmeden bu güne gelen ikiyüzlü dış politika, son olarak Suriye olayları karşısında oynanan çirkin oyunlarla sırıtmaya başladı. Türkiye, komşumuz Suriye’ye bir yandan “dost, kardeş” derken, diğer yandan eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine konferans, basın açıklaması, TV programlarıyla destek vererek ikiyüzlülüğünü sergiliyor. Suriye halkı bu iğrenç tutumları tiksintiyle yorumluyor ve Osmanlıdan, Bağdat paktına, İsrail-Arap savaşlarında, İsrail’e verilen desteklere kadar, tarihteki kirli sayfaları hatırlatıyor.

Arap aydınları bu ilkesizliği karşı Suriye’nin Kürt özgürlük hareketine, ilkeleriyle uyumlu olan, direnme çizgisiyle tutarlı olan, Filistin örgütlerine tanıdığı barışçıl bir basın bürosu açma önerisi getiriyor. Bunun en tutarlı ve en ilkeli cevap olduğunu söylüyor.

Bu öneriyi okurlarımla paylaşmayı bir sorumluluk görüyor ve destekliyorum.


***

Suriye’nin handikabı Kürt sorunudur diye, ısrarla yazdım. 7 Nisan 2011 tarihli “SURİYE’NİN HANDİKABI” başlıklı makalemde, Suriye’deki Kürt halkının haklı taleplerine ve bunun Suriye yönetimi tarafından acilen yerine getirilmesi üzerinde durdum. Kimliksiz Suriyeli Kürtlere kimlik hakkının tanınması için başlayan ıslahat çabalarının önemine ve daha da ileri gidilmesine işaret ettim. 1962 sayılı kanun’un yeniden yürürlüğe geçerek yüz binlerce kimliksiz Suriye Kürt’ünün vatandaşlık hakkını kazanmalarıyla açılan demokratikleşme sürecinin devamı üzerinde durdum. Suriye yönetimi, bu eksikliğin bilincinde olarak, genç başkanı Beşşar Esad’ın onayıyla başlayan reformlar önemli bir adım olduğuna işaret ettim. Bunun etkilerinin Suriye Kürt halkı indinde coşkuyla karşıladığını belirttim.

Suriye Kürtleri tarihini ele aldığım söz konusu makalede, Kürt halkıyla ilgili olarak, iki devlet, yani Türkiye ve Suriye arasındaki farklılıkların da altını çizdim. Söz konusu makalemde Bir alt başlıkla şunları yazdım:

KÜRTLER ve İKİ DEVLET İKİ FARKLI DURUŞ

Suriye, 17 Nisan 1947’da bağımsız bir devlet oldu. O güne dek, Osmanlının hükmü altında 400 yıl, sömürge bir feodal eyalet olarak yaşamıştı. I. Paylaşım savaşı ardından 20 yılı aşkın bir süre de Fransız mandası altında sömürge bir ülkeydi.

Bu haliyle, genç Suriye devleti, bölgedeki devletlerle karşılaştırılması mümkün olmayan Kürt gerçeğiyle ilişki halinde oldu.

Osmanlı zulmü ve Türkiye’de Cumhuriyetle başlayan kıyımın hiçbir düzeyi, Kürtlerle Suriye arasında yaşanmamıştı. Cumhuriyetin ırkçılığa varan baskıları, 19 Kürt ayaklanmasıyla cevaplanırken, Suriye’de Kürtlerin bir mantar tabancası dahi patlatmamış olması bu gerçeği anlatmaya yeterlidir.

Ülkemizde Kürt özgürlük hareketinin ağırlıklı kadro ve militanlarının Suriye kökenli Kürtlerdir. Ölümlere meydan okuyan bu gerileler, Suriye’de silahlı mücadeleye başvurmamıştır. Zaman zaman Kürtlerle Suriye yönetimi arasında ya da Arap aşiretleriyle gerginlikler yaşansa da kayda değer bir çatışma bile olmamıştır. Akli şahsiyetlerin müdahalesiyle irili ufaklı yerel sorunların çözülebilmesi bu ilişkilerin barışçı çizgiyi koruyan bir duyarlılığa sahip olduğunu göstermiştir.

21 Mart 2011 Newrozu’nun ortaya koyduğu barış ve birlik havası bu çizginin yoğunlaşmasına da bir işarettir. Son haberde Newroz bayramının Suriye de resmi bayram ilan edileceğidir; ülkemizde büyük acılar, kanlı kıyımlar, işkence, zindan ve sürgünlerin gölgesinde kalmış, iki yüzlü ahlaksızlığın tipik simgesi olarak Newroz bayramını “Türklük aleminin bayramı” diye, resmi bayram ilan edilmesini hatırladıkça, iki ülkenin nasıl da iki ayrı aflıyla aynı soruna yaklaştığını görmek güç olmasa gerek.” ( Mihrac Ural, 7 Nisan 2011 tarihli “SURİYE’NİN HANDİKABI” başlıklı makale;
http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/

Bu makalemden birkaç gün sonra da Newroz, Suriye’de resmi bayram olarak ilan edildi. Bu olumlu gelişmeler, bir kez daha Kürt halkının Suriye vatanında Arap halkıyla çok daha güçlü olacağı açıktı. Kürtlerin ötelendiği bir Suriye’nin güçsüz olacağı, tersinin de doğru olduğunu dile getirdim,

Yakın gözlemlerimin, çevre ilişkilerim hatta, Suriyeli ve Türkiyeli Kürt hısım ve akrabalarımdan da aldığım tüm mesajlar, Kürt halkının ve özellikle PKK gönüllüsü, bilinçli Kürt siyasal temsilcilerinin Suriye’nin direnme hattından yana açık ve net tutumları olduğun biliyorum. Kürtler, Suriye’nin gericilik elinde kaosa sürüklenmesini istemeyen, haklarını barışçıl olarak elde etmek isteyen ve Suriye vatanlarında dış güçlere, siyonizme omuz omuza direnmek isteyen dev bir güç olduğu tartışmasız bir gerçektir. Kürtler bunu şu sözlerle açıkça dile getirmektedir “bizim yol haritamız, sorunlarımızı, demokrasi ve özgürlüğün gerektirdiği barışçıl yol ve diyalogla aşmaktır. Bu topraklarda Kürtlerle Araplar hiçbir zaman kanlı çatışmalara düşmemiştir, bundan sonra da düşmeden sorunları çözecektir” (Agm)

SURİYE’NİN BÖLGEDEKİ KONUMU

Suriye, bölgemizin bir direnme gücüdür. Suriye için kim ne derse desin, gerçekleri teslim etmek gerekirse bu, Suriye’nin bir direnme etkinliği olarak bölgede yar aldığı açıktır. Gerici Arap medyasının bire bin katarak yaptığı yaygaraya rağmen, gerçekleri yerinde gözleyen biri olarak,ne verilen rakamların ne de iması yapılmak istenen o yalan bir kurgu olan “patlama” iddiasının doğru olmadığını söylüyorum. İlerici, demokrat, komünist, muhalefetin liderlerince de yapılan açıklamalardan ortaya çıkan gerçek, Suriye yönetimin yaptığı reformların çok olumlu bir adım olduğu, eli kanlı silahlı şebekelerin, yapılan ıslahatlara nefes aldırmak istemedikleri, önünü kesmek için çırpındıklarını açıkça dile getirmeye başladıklarıdır. Bunun üzerine komplocu dış güçlerin bir maşası olan bu gerici, eli kanlı şebekelerle ortak olmamak için gösterilerle ilişkilerinin olmadığını açıklayıp durmaktadırlar; “Fırsat tanımalıyız, bu adımların önünü kesip dış güçlere alet olmamalıyız” diye medyada açıkça görüşlerini ilan etmektedirler. Bu gelişmeler, Suriye’ye hangi karanlık güçlerin neyi nasıl kullandığını da göstermeye yeterlidir. Bu daha çok demokrasi ve özgürlük adımlarının atılmasını gerektiriyorsa da öyledir.

Suriye, devlet bazında bölgenin, Amerika’ya, İsrail ve Arap gericiliğini dayatmalarına boyun eğmeyen tek güç olduğu bölgenin tüm devrimci direnme güçlerince de onaylanmıştır. Bunun son adımı, Lübnan halkının istisnasız tüm direnme güçleri ve Filistin halkının direnme güçlerince yapılan toplantıda ilan edilmiştir. Bu toplantıda yer alanların listesi bir çok gerçeği anlatmaya yeterlidir.

Katılımcı örgütler şunlardı;

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, FHKC-Genel Komutanlık, Direniş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ,Hamas Örgütü ve Cihad adına Filistin Müttefik Kuvvetlerini temsilen Muhammed Yasin. Hizbullah (İslami Direniş Hareketi)-Hasan Nasrullah adına Nuwaf Musavi.Emel Hareketi-Nebih Berri adına (Lübnan Parlemento Başkanı) Ali Hasan Halil., Hıristiyan Aydınlar-Karim Bakradoni (Eski Bakan), İli Firzli (Eski Parlemento Başkan Yardımcısı), Bşara Mırhic (Eski Bakan). Caferi Mezhebi Müftüsü-Şeyh Ahmed Kabalan. Kudüs Mescidi İmamı-Şeyh Mahir Hammud. Alevi Meclisi Üst Konseyi. Demokratik Arap Partisi-Ali İd. Filistin Yurtseverler Kongresi-Salah Dakmak. Dürzi Birlikçiler-Şeyh Nebih Aridi. Demokratik Nasırcı Birlik Hareketi-Mustafa Hamdan. Filistin Yerel Halk Komiteleri-Süleyman Abdulhedi. Filistin Kadın Hareketi-Dr. Rabia Sabban. Filistin Gazeteciler ve Yazarlar Birliği-Dr. Heysem Abu Ğazlan. Arap Ulusal Suriye Partisi-Merwan Fares.”

(Şerif Yılmaz’ın 18 Nisan 2011 tarihli “SURİYE’YLE BÜYÜK DAYANIŞMA” başlıklı makalesi http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/ )

Suriye, bölgenin tüm devrimci güçleri için güvenli bir limandır. Filistin direnme örgütlerinin yüzüne tüm kapılar kapatılmasına karşın onları ülkesinde misafir eden Suriye idi. HAMAS lideri Halid Meşal, tüm Filistin örgütleri adına bunu, 2 Nisan 2011 tarihinde yapılan basın açıklamasında, şöyle dile getirdi "Arap ülkeleri ve liderleri en zor koşulları yaşadığımız bir kesitte kapılarını yüzümüze kapatıp İsrail’e hizmet ederlerken, kapıları sonuna kadar bize açan tek ülke Hafız Esad ve ondan sonra Beşşar Esad yönetimindeki Suriye olmuştur. Bu ülkenin yönetimine saldırmak, halkı din ve mezhep kışkırtıcılığıyla birbirini kırdırmaya çağırmak, İsrail’e hizmetten başka bir şey değildir.”

Bu gerçekler on yıllardır, Kürt siyasi liderleri kadar tüm Arap devrimci kamuoyu tarafından da paylaşılan gerçeklerdir. Bu konuda şüphe götüren bir yan yoktur. 12 Eylül karanlık rejimi döneminde Sayın Öcalan’ın ağzından, kendi evimde de yüzlerce kez duyduğum sözler de bun gerçeğin tekrarıydı; “Ortaya koyduğu destekle, gösterdiği misafirperverlikle Suriye’ye her zaman vefa borcumuz olacaktır”, “Suriye’nin bize yaptığı katkı ve misafirperverliğine vefa borcumuz vardır. Bu ülke bizim için en karanlık dönemde bir güvenilir limandı”. Buna benzer çok daha güçlüce ifade elden dostluk ifadelerinin bu gün için de her Kürt özgürlük mücadelecisi için geçerli olduğundan hiç kuşkum yoktur.

Kürt özgürlük hareketi ateşini yakarken, Suriye tüm Kürtlerin kaderinde güvenli bir liman rolü oynadı. Kendimin bildiği yardımlar ise burada açıklanmayacak kadar çoktur. Bu doğrultuda, Kürt özgürlük hareketi ve bizler, Başkanlık konseyi başkanı Murat Karayılan ve benim de katıldığı etkin, fili askeri eylemlerle bu dostluğun gerçekçi ifadelerini ortaya koyduk. Eli kanlı gerici güçlere karşı, ilkelerimize bağlı olarak omuz omuzu mücadele ettik.

Bu tarih içinde, PKK sempatizanı bir dizi Kürt milletvekilinin Suriye parlamentosuna seçildiğini ve ülkemizdeki özgürlük hareketinin o zorlu günlerinde yapılabilecek her katkının sunulduğunu belirteceğim.

Bütün bunlar Kürt halkının iradesini temsil eden önderliklerin, Suriye’nin direnme hattıyla iç içe olduğunu gösteren verilerdir. O gün, o gündür gibi söylemlerle, dünün bu tutumlarını ikircimli saymak, tartışmak abesle iştigaldir. Dünkü duruş, bu güne gelen tüm değişimlere rağmen ilkelerin duruşu olarak aynıyla sürdüğünü biliyorum. Dünü bu güne taşıyan mesaj da burada yatmaktadır.

SURİYE –TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

2000 yılı itibariyle Suriye lideri Hafız Esad’ın ölümü üzerine (10 Haziran 2000), liderliğe gelen Beşşar Esad’ın reform girişimlerini müteakiben Türkiye ilişkileri de yen bir boyut kazandı. Ortadoğu da rol verilmesi gündeme gelmiştir. Bu adım, Türkiye’ye önemli bir fırsat yaratmıştı. Türkiye, bölgeden dışlanmış bir ülke olarak, özellikle Mısır gibi her zaman rekabet halinde olduğu bir ülkenin varlığında bölgeye girme umutları gerçek olmamıştı. Suriye bu kapıları açan ülke oldu; İslam Ülkeleri Konferansı başkanlığına bir Türk’ün (İhsan Ekmeleddinoğlu) getirilmesinde temel rol oynadı. Bu kapıdan giriş yapan Türkiye’ye, Suriye yeni destekler sundu. İsrail’le, barış görüşmeleri için güvenilir ülke olarak dolaylı görüşmelere sokuldu. Bu gelişmeler, ne Türk diplomasisinin ne de medyasının yalan kurgularıyla söylediği gibi Türkiye’nin gücüyle gerçekleşmemişti. Bu tamamıyla Suriye kanalından gerçekleşti. Bunun da temelleri Arap üçlüsünün dağılması sonucuydu; Arap üçlemesi, Suudi Arabistan, Mısır ve Suriye’nin oluşturduğu ve uzun yıllar Arap alemini yönlendiren birlikti.

Bölgemiz üzerine yazdığım onlarca yazıda bunları da tek tek ayrıntılarıyla dile getirdim. Mısır, Suudi Arabistan, Suriye üçlemesi diye bilinen birlik, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve Gazze savaşında (27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009), Arap gericiliğinin, özellikle Suudi Arabistan ve Hüsnü Mübarek liderliğindeki Mısır’ın İsrail’e destek vererek her türden direnmeyi kırması için kışkırtması, bu birliği dağıtmıştı. Basına yansıyan İsrail’e destek mektuplarında, Suudili, Mısırlı yetkililerin imzası vardı (Bu gün Suriye olaylarında adı geçen Suudili prens Bender bin Sultan, bu kirli işlerin başrolündeydi).

Suriye, bedelini bu güne kadar ödediği direniş ilkesine sarılarak, bu çirkin ve arkadan hançerlemeyi ifşa edip, sert tavır aldı. Lübnan ve Filistin direnme hareketlerini sonuna kadar destekleyeceğini açıkladı. Arap gericiliğini, “Yarım adamlar” olmakla suçlayıp yerdi. Bu gelişmenin öncülü, Suriye’nin, Irak savaşında, Amerika’ya ve onun ortağı Arap gerici güçlerine karşı aldığı tutumla başladı. Tüm Arap gericileri, Amerika uşağı olarak Irak’a saldırıyı desteklerken, Suriye Irak direnişinin yanında oldu. Saddam diktatörlüğünden her türlü kanlı eyleme muhatap olan Suriye, bu savaşta ilkeli davranmış savaşın haksız bir savaş olduğunu ilan ederek tepki göstermişti.

Aynı Suriye, başta Kürt siyasi örgütlenmelerine, Saddam diktatörlüğüyle savaşlarında her türlü desteği veren ülkeydi. Onlara ev sahipliği yaparak, desteklenmişti. Suriye’nin bu duruşunu, başta bu günün Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani “Suriye Ebiye” (ilkeli, onurlu, koruyucu Suriye) diyerek, her zaman şükranla övmüştür. Ayın şeyi 12 Eylül askeri faşist darbesi ardından, Suriye’ye sığının Kürt liderleri de haklı olarak dile getirdi. Sayın Öcalan’ın vefalı sözlerini ise yukarıda aktarmıştım.

Bütün bu veriler, Kürt halkıyla Suriye arasındaki içten bağlara birer işaret olarak belirdi.

SURİYE – KÜRT İLİŞKİSİ

Ancak, Türkiye Suriye ilişkileri farklı bir boyut alınca, Türkiye’nin “iyi niyetine” inana Suriyeli yetkililer, Kürt haklı siyasi temsilciliklerine karşı soğuk davranışları gündeme geldi. Hiçbir aşırılığı olmamasına rağmen (Kürt özgürlük hareketinin ağırlıklı kadroları Suriye Kürtleri olması bile bunu göstermeye yeterlidir. Bunun ne anlama geldiğini siyasetle ilgili herkes iyi bilir), gündeme gelen bu eğilim, komşusu Türkiye’nin iç işlerine karışmama gibi bir ifadeyle savunuldu. Gerçekte de Kürt özgürlük hareketi kendi bağımsız siyasetini Suriye’ye rağmen, her koşulda savunun ve bundan kimsenin kuşkusu olmayacak bir tutarlılıkta yürümüştür. Bu gün Kürt özgürlük hareketinin tüm Kürtlerin desteğini alan gelişiminin de gösterdiği bu gerçektir. Suriye, Kürt özgürlük hareketiyle bağlarını yanlış bir şekilde öteledi. Bu önemli bir hataydı. Bu satırların yazarı bunu her alanda yazılı olarak da açıkça dile getirdi. Kürt halkının gücünü öteleyen yanlış yapar dedi.

Bu türden eleştirilerimize rağmen, Suriye’nin Türkiye ilişkisini halkların birbirine açılımı ve komşuluk ilişkilerinin barışçıl konumu için desteklenmesinin yanlış olmadığını belirttik. Suriye’nin bu ilişkiden Kürt halkına karşı Türkiye tarzı bir etkilenme içinde olmaması gerektiğini de sık sık dile getirdik. Yıllar önceki yazılarımızda bunlara yoğun olarak yer verdik. Biliyorduk ki, Kürt halkı Suriye’nin direnme çizgisinde dayanacağı en önemli ve en dinamik güçtü. Kürt haklı da dün olduğu gibi, bu gün de ezici çoğunluğuyla bu tutumu sürdürmektedir. Suriye’de gelişen olayların Kürt halkı tarafından arkadan hançerleme olarak kullanılmaması bunun en iyi göstergesidir. Suriye’de yapılan reformları Kürt halkı herkesten çok destekleyen kesim olması da bunu gösteriyor. Kürt halkı, Suriye üzerine oynanan karanlık amaçlı komplolara karşı duyarlı olması, bu halkın tutarlı dostluğuna ve siyasal duruşlardaki yoğun algılarına bir işarettir.

ŞAM’DA EKSİK OLAN KÜRT BÜROSUDUR

Suriye’de ortaya çıkan protestolar, çapı ne olursa olsun, medya abartması, eli kanlı gerici terör örgütleri ve Amerikan, İsrail, gerici Arap komploları olup olmaması bir yana, Türkiye bu gelişmeler karşısında ahlaksızca, iki yüzlü bir politika sergilemiştir.

Türkiye’nin “kardeşimiz, ortağımız “ dediği Suriye’ye karış, eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketini desteklemesi, bölgenin tüm aydınları, devrimci demokratları ve Suriye halkı tarafından tiksintiyle gözlenmiştir. “Komşularla sıfır sorun” diye kamuoyuna yutturulan, ancak, Libya’da ortaya çıkan, Bahreyn’de de açıkça tekrar eden ikiyüzlü politika Suriye’ye karşıda tekrar sahnelendi.

1 Nisan 2011 Cuma günü, İstanbul’da, eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşlerin basın açıklamasına izin verildi ve desteklendi; bu kuklalar kendi ülkelerine Amerika’nın saldırmasını istiyor, halkın da isyan çağırıyorlardı. AKP iktidarına, özel olarak da Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na da desteklerinden dolayı teşekkür etmeyi unutmuyorlardı.

Bunun ardından 26 Nisan 2011. Saat:10:30 ‘da İstanbul’da, AKP iktidarı desteğiyle “SURİYE İÇİN İSTANBUL BULUŞMASI” adı altında, aynı eli kanlı örgütlere, bir toplantı daha yaptırılıyordu. Aynı çirkin oyunlar ve niyetler sergileniyordu. Türkiye’nin, Suriye halkı tarafından tiksintiyle izlenen bu iki yüzlü politikası, esasında iç politikasının bir devamıydı. Bu aynı zamanda, tarihsel Arap düşmanlığı algısının uzantısıydı. Arap halkı, 400 yıllık Osmanlı zulmünü, NATO kuklası Türkiye’nin, Bağdat paktı, Cento ile Araplara karşı anti-komünist “Yeşil Kuşak” projelerinde yer alışını, 1958 Lübnan olaylarında gerici falanjist milislere yardımlarını, 14 Temmuz 1958 Irak devrimi karşıtı kralcıları desteklemesini, 1967 ve tüm Arap-İsrail savaşlarında, İsrail lehine ABD savaş üslerini kullanımına izin vermesini unutmamıştı. Bu kez de her şey açıktı…

Erdoğan, yeni Osmanlıcılık diye çirkin bir komşuluk oyunu oynuyordu. Bu aklın yaptığı, bir Osmanlı aklıydı, bir İttihatçı duruşuydu bu gün itibariyle de Cemaat sinsiliğinden başka bir şey değildi. Bu, dostu arkadan hançerleme kültürüydü. Bu, Amerika’nın bölgedeki yaratıcı anarşi taktiğinin açık kuklalığıydı.

Bu da yetmedi Bu gün, 29 Nisan 2011 Tarihi itibariyle, saat 19. 30, İsrail ve emperyalist güçlerle göbek bağı olan ve onlardan finanse edilen Heysem Mennah adlı, sözde “İnsan Hakları” savunucusu bir karşı devrimciye, TRT Arapça TV’de bir saatlik program yaptırdı. Canlı olarak yayınlanan bu programda, yine kin kusuldu, ayaklanma çağrıları yapıldı. Bu hizmetten dolayı da, Erdoğan ve AKP iktidarı bol bol teşekkür aldı.

Bu iğrenç tutuma rağmen, heyet üzerine heyet göndererek Suriye’ye gösterilmek istenen ikinci çehrenin sahteliği de açıkça ortaya çıkmış oldu. Suriye halkı bunu ağır bir yara, bir ihanet tutumu olarak açıkça dile getirmeye başladı. “One Minut” palavrasının, mumu böylece erken söndü. Suriye halkı, devrimle sağlığına kavuşmasını beklediği Mısır’ın Arap alemine dönüşüyle, Türkiye’nin ikiyüzlü hançerlerine bir bedel ödeteceğini buradan söylemek, kehanet olmayacaktır.

Bu satırların yazarı her zaman, açıkça Suriye’nin halkı, direnme çizgisinin yanında olduğunu açıkladı. Bununla onur ve gurur duyduğunu söyledi. Suriye halkının reformlarla daha da güçlü olmasını destekledi. Komşumuz Suriye’nin güçlü olması, bölge halkların yararına olan bir gelişme olacağını belirledi. Tersi bir durumun ise, bölgemizi on yıllar sürecek kaos bataklığına düşmesine yol açacaktır. Bu kaosta, kimse galip gelemez, herkes ağır bir bedel öder. Bölge bir kez daha iflah olmayacak yıkımlarla yüz yüze kalır.

Suriye’de siyasal sistemin eksiklerini, yanlışları ve handikaplarını bilen ve bunları tavizsizce eleştiren bir olarak, gelişen reformların halkın yararını önemli gelişme olduğunu, bunları derinleştirip genişletmek gerektiğini bir kez daha dile getirmek bir sorumluluktur. Suriye, Arap halkının devrimci rüzgarlarını arkasına alarak, İsrail’e ve bölgeye tecavüz eden dış güçlere karşı daha da korunaklı olacağını belirtmek gerek.

Bu gerçekler ve gerekçelerle, bir kez daha, Suriye’nin Kürt halkına kulak vermesi gerektiğini dile getireceğim. Suriye, Kürt sorunu handikabını aşmalıdır diyeceğim. Bunun için ilk adım olarak, Suriye, Kürt özgürlük hareketine, başkenti Şam’da tamamen barışçıl bir büro açma izni tanımalıdır. Türkiye’nin ikiyüzlü politikasına vereceği en doğru cevap, en haklı cevap bu olacaktır.

Suriye bu öneriyi, Türkiye ilişkilerini, bozma, yeniden düşmanlığa götürme ya da Türkiye’nin yaptığı gibi ikiyüzlü ve arkadan hançerleme girişimi olarak değil, bir ilke tutumu olarak almalıdır. Özgürlük arayan bir halkın, tamamen barışçıl amaçlarla bir bürosunun olması Suriye’nin savunduğu ilkeleriyle de tam uyumludur. Türkiye, hiç kimseyi temsil etmeyen, yurt dışındaki özgürlük ortamlarında bile bir kitle toparlayamayan, eli kanlı örgütlere, ülkelerini kardeş kavgasına süren isyan çağrıları yaptırırken, hiç kimse Suriye’yi Kürt halkına sağlanacak bir basın bürosu için suçlayamaz. Arap aydınlarının da açıkça dile getirdiği bu öneriye, Türkiyeli bir devrimci olarak okurlarımla paylaşıyorum.

Bunun en kestirme yolu, Kürt özgürlük hareketine Şam’da, Filistinli örgütler gibi bir basın bürosu kurma hakkı vermektir. Bu hak, Kürt halkını bir kez daha Suriye’nin direnme çizgisiyle kucaklaşmasını sağlayacaktır. Kürt halkının acil ve haklı talepleri içinde bu adım önem taşımaktadır.

Bu adım, Türkiyeli Kürtlerin de talebidir. Kürt halkı Türkiye’de tarihin büyük bir zulüm tarihidir. Direnme yanlısı Suriye’nin bu gerçeği görüp, insan hakları, ulusların kaderini belirleme hakları gibi ilkeli insani bir duruşla Kürt özgürlük hareketlerine bu olanağı yaratması, kendisi için de önemli ve güçlü bir destek anlamına gelecektir. Kürt halkı dostlarını hiçbir zaman terk etmeyen bir halktır. Böylesi bir, olanağı kullanırken de kimseye zarar vermeyecek kadar siyasi olgunluk sahibidir.

29 Nisan 2011 Cuma

AKIL O AKIL ; ÖLÜM VE KIYIM

Mikdat Abuzer
29 Nisan 2011 - Facebook

Meral Mirioğlu, İrfan Ural’ın “AĞRI KÜRT DİRENİŞİ“ üzerine indirdiği bir veri üzerine şöyle yorum yaptı.

Meral Mirioğlu imha hazırlığı, imha harekatı, imha birlikleriii, imha kararlarııı..... 15 bin kürt imha edildi. temizlik başarıyla sonuçlandı... ya ne imha ediliyor ne temizleniyor. böcekmi, haşaretmi, vebamı... korkunç bir zulum, korkunç bir vahşet. Hayvanları koruma dernekleri mağdur hayvanlar için sokaklara dökülüyor,. Burada katledilenler insan… hani nerede insanlık, nerede vicdan, adalet. Çok kötü oldum ya… bu tozlu tarih daha ne zulümler gizlemiş nice zulümleri saklamış…”

Ben de şu yorumu yaptım;

Diline sağlık Meral Mirioğlu, yiğit kadın. Tarihi direnmeyle geçen kardeşim Beyrut 82 direnişinden bu yana tüm devrimci kadınların örnek insanı. Kelimelerin bereketli olsun. Kürt kardeşlerimizin ölüm denklemlerine hepimizin itirazı var, bu kader hepimizin başına örülen bir karanlık akıl dayatmasıdır.

Osmanlı aklının “katli vacip” mantığıyla, her bir farklılığı yok etme politikası, cumhuriyetteki Osmanlının da giriştiği barbarlığın kendisi olmuştur. Kürt halkının başına gelen bu kıyım, Anadolu’nun tüm halklarının başına geldi. Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar, herkes bu karanlık akıldan payını aldı ve almaya devam ediyor. Seçim barajları, göstermelik açılımlar, ikiyüzlü politikalar ve ölüm kusan sınır ötesi operasyonlar, kanlı ve kirli savaş bu aklın, bu toprakların varlığını, sözünü, düşüncesini kıyım ve yıkımla susturma çabasıdır. Ancak bu adımlar karanlık ortaçağlardan bu yana hiç bir sonuç alamamıştır. Uzatmaları oynamış, ancak hiçbir zaman başaramamıştır. Sonuç, her yerde ve her zaman bu toprakların gerçek yerlilerinin kendi siyasi kaderlerini bağımsızca belirleme başarısıyla sonuçlanmıştır.

Bunu bilince çıkaramayanlar, Osmanlının milyonlarca Km² istila alanlarından gerisin geriye nasıl da çekildiğini hatırlasınlar. Zorla, zorbalıkla, "kılıç hakkı" diye gasp edilen farklı milletlerin toprakları, nasıl da halkları tarafından bağımsızlığa kavuşturulduğunu hatırlasınlar. Bu bir tarih ilerlemesidir.

Uluslar, halklar, özgürlük ve bağımsızlığını kendi bilekleriyle alarak istiklallerini ilan ederler. Osmanlı aklı, İttihatçıların elinde bu toprakları Alman Emperyalizminin bir kuklası olarak I. Dünya savaşına sürdü. Sonuç ağır bir yenilgi oldu. Savaş, bu güne kadar kapanmamış savaş dosyalarıyla noktalandı. Lozan Anlaşması güç bela elde kalan diğer gasp edilmiş toprakları kotarabildi.

Bu gerçekleri bilmeyenleri artık Sevr'ler bile kurtaramayacaktır. Birlikte yaşama, barış içinde farklılıkları algılama, tüm farklılıkların varlıklarını anayasal bir metinde ve bundan kaynaklanan hukuk ve yasalarda belirtip, haklarını güvenceye alan bir demokratik anayasa oluşturmaksınız bu ülkede kimse kaostan kurtulamaz. Kirli savaşın nedeni de bu ilkel milliyetçi akıllardır. Bunu aşmak, öncelikle egemen ulus ve aklı-selim aydınlarının, halkın atacağı demokratik adımlara bağlıdır. Bu olmaksızın kimse kimseyi özgürlük yolunu ve zorluklarını tek başına göğüslemekten alı koyamaz.

Birinci Sevr bir trajediyse ve Lozan’la sıyırabilmişse, ikinci Sevr bir komedi olacak ve ikinci bir Lozan olmayacaktır. Bunu herkes bilince çıkarsın. Barış içinde, birlikte yaşama projelerinin önü açılmalı, bunun de tek yolu, daha çok demokrasi ve özgürlüktür. Farklılıkları kabul etmek ve haklarını teslim etmektir. Bu sadece mücadelenin en önünde duran Kürtler için değil, 5 milyon nüfusu, Mersin, Adana, Hatay gibi büyük kentlerde, Urfa. Mardin, Siirt’te yani Toros dağlarının güney yamaçlarında, bu toprakların ikinci büyük etnik topluluğu olarak yaşayan Arapları da kapsayan bir algıdır; Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Lazlar Çerkezler, gibi her topluluk kendi ihtiyaç ve talepleri ölçeğinde özgürlük ve demokrasiden payını almalıdır. Bu çaba, egemen ulusun baskı ve zorbalığını öngören zulme karşı birleştirici olan tek çabadır.

Bölücülüğe gelince, bunun gerçek anlamdaki kaynağı, baskı ve zulmün de tek kaynağı olan egemen ulus milliyetçiliğinden gelmektedir. Bu iki unsuru birbirinden ayırabildiğimiz zaman, bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğuna birbirimizi ikna etmiş olabiliriz. Bu bir güvendir, bu bir arada yaşama zeminidir. Gerisi kaos ve teferruatlarda boğulmadır.

27 Nisan 2011 Çarşamba

ERDOĞANIN İKİYÜZLÜ POLİTİKASI VE SURİYE

Mikdat Abuzer
26 Nisan 2011 – Facebook


Bu gün 26 Nisan 2011. Saat:10:30 ‘da İstanbul’da, AKP iktidarının desteğiyle “SURİYE İÇİN İSTANBUL BULUŞMASI” adı altında, karşı devrimci güçlerden, emperyalist kuklası eli kanlı terör örgütü Müslüman kardeşler Hareketinden oluşan, halkına karşı her ihanet ve işbirliğinde bulunan kesimleri bir araya geldi.

Siyonizme, emperyalizme karşı direnen Suriye’yi arkadan da hançerlemek için, hayatları boyunca kendi halkına bir olumlu katkısı olmayan, temsi güçleri hiç bulunmayan, yurt dışında özgür oldukları ve desteklendikleri ortamda bir elin parmak sayısı kadar halkı bir araya getiremeyen “muhalefet” adlı kin ve intikam öbekleri, Erdoğan’ın şemsiyesi altında İstanbul’da kin kustular. Bu toplantı, komşumuz Suriye’yle başlayan iyi komşuluk ilişkisinin, on yıllardır kesik olan insanı, toplumsal, kültürel ailesel, ekonomik, siyasal ilişkilere vurulmuş bir darbedir. Suriye üzerine oynanan kirli oyanların bir parçası olmaktır. Bu doğrudan doğruyu Türkiye halklarının alnına, Erdoğan iktidarı tarafından vurulmuş bir kara leke daha oluşturmaktır.

Ülkemizde iktidar güçleri, sınır komşularımızla düne kadar en çirkin ve en karanlık ilişkiler içindeydi. “Komşularla sıfır sorun” adı altında, dış politikada yapılan açılımın olumlu olduğu ve desteklenmesi gerektiğine herkes ikna olmuştu. Bu, vizelerin kaldırılmasıyla artan oranda gelişmiştir. Ancak süreci ve iç dokusunu iyi bilmeyenlerin gözünden kaçan gerçek daha farklı işaretler verdiğini farklı makalelerde onlarca kez dile getirip durmuştuk. Erdoğan’ın dış siyaseti, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “STRATEJİK DERİNLİK” adını taşıyan kitabında ortaya konduğu haliyle bir “Yeni Osmanlı”cılık girişimi olduğu ve bunun ancak ikiyüzlü, aldatıcı, arkadan vurmak ve komşuların pazarlarını ele geçirmek için organize edilmiş bir politika olduğunu belirleyip durduk. Yeni Osmanlı, eskinin yeniden tezgahlanmasıydı, farklı milletlerin emekleriyle oluşan zenginliğin, bir biçimde 21. Yüz yılın düzenbazlıklarıyla gasp edilmesinden başka bir şey değildir. Bu bir çıkar ilişki organizasyonuydu, tek taraflı kazanma, “dostu” kazıklama, düşeni bıçaklama siyasetiydi.

Bu insanlık dışı algı, bu ikiyüzlü politika, çirkin çehresini ilk olarak Libya’da takınılan tutumlarla verdi. Libya halkı bunu çok sert cevapladı Erdoğan’a “sende ar yok mu?” diye seslenen Libyalı kadın bu politikanın ne olduğunu da ortaya koymuştu. Bu politika Bahreyn olaylarındaki ikiyüzlülükte de bir kez daha dünya kamuoyu önünde teşhir oldu; Bahreyn olaylarında “ikinci bir Kerbela istemiyoruz” diyen Erdoğan, Suudi-Arabistan’ın tepkisi üzerine, sesini soluğunu kesip, mekik gezilerle özür dilemeye yönelmek zorunda kaldı.

Bu onursuz politikayı, Suriye’ye karşı Amerika’nın dolaysıca beslediği eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketi’nin (MKH) 1 Nisan 2011 Cuma günü İstanbul’da düzenlediği basın açıklaması oturumu izledi. Suriye halkı bunu yakından izledi. Suriye halkı, Türkiye’nin uzun yıllar NATO uşağı olarak bölge halklarına çektirdiklerini, Nasır’ın Mısır’daki krala ve emperyalistlere karşı mücadelesinde, Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay aracılığıyla yaptığı İngiliz casusluğunu (4 Ocak 1954) Arap-İsrail savaşlarında İsrail yanlısı tutumlarını ve ABD üslerini İsrail siyonizmi lehine çalıştırmasını, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist kuvvetleri desteklemesini, 14 Temmuz 1958’de karlığa karşı yükselen Irak devrimini bastırmak için yaptıklarını ve buların üzerine 400 yıllık Osmanlı zulmünü de ekleyerek kaygıyla düşündüğünü hatırlatacağız. Suriye halkı, Türkiye halklarıyla buluşmaktan, bir olmaktan ortada duran dev tarih birliği, kültür birliği, duygu birliği ve dış güçlere karşı o omuz omuza olma arzusuna vurulmuş bu kirli hançer, AKP iktidarının, Erdoğan’ın ve bunların STARATEJİK DERENLİK , “komşularla sıfır sorun”, “kardeşlik, dostluk” söylemlerinin kocaman bir yalan olduğunu görmüştür ve bunu açıkça dile de getirmeye başlamıştır.

Suriye halkını şu içten sözlerini de birlikte okuyalım.

“Suriye halkı haklı olarak bizler, Türkiye’yi orta-doğuda ismi anılan bir ülke haline biz getirdik. Suudi Arabistan ve Mısır gericiliğine, 27 Aralık 2008- 20 Ocak 2009 Gazze savaşında İsrail yanlısı tutumlarından dolayı, tavır alarak, Türkiye halklarıyla tarihi bir barış adımı attık. Dostluk ve kardeşliğin derin tarihi köklerine dönerek bu bölgeyi dış güçlerden korumak istedik. Bu amaçla Türkiye’ye kapı araladık. İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına bir Türkiyelinin (İhsan Ekmeleddinoğlu) gelmesini biz önerdik ve başkan yaptık, Türkiye’ye kredi olsun diye İsrail’le dolaylı görüşmelerde hakem rolü biçtik. Bunlar hep halklarımızın birbiriyle iyi niyet ve dostluğu adına yapıldı. Ama görüyoruz ki, Türkiye eski ikiyüzlü politikasının esiri olmuş bundan kurtulamıyor. Biz bu gerçekleri Türkiye halkına sunmakla yetiniyoruz. Gelişmelere bağılda söyleyecek ve alacak tutumumuz olacaktır. Herkes bilmeli ki dünyanın tüm emperyalist güçleri üzerimize gelmesine rağmen kimseye boyun eğmedik, direnmeye devam ettik, direnen halkları destekledik İsrail siyonizmene karşı mücadeleyi tüm bölge halkalar adına yaptık. Bunun bir bedeli varsa, Suriye halkı ve yönetimi olarak ödemekten de çekinmeyeceğiz. Türkiye yönetimi bu ikiyüzlü politikasıyla kendi halkına da çok çektirdiğini biliyoruz, ancak bu politikaların bize karşı yapabileceği hiçbir şey olamaz olan halklar arasına tarihi kinlere yenilerini eklemekten ibaret olacaktır ki, Türkiye halkları artık buna müsaade etmeyecektir ”

Bu sözlere benim ekleyecek bir şeyim olamaz.

Erdoğan’ın ikiyüzlü politikasının gizlenebilir bir yanı kalmadı.. Komşuları arkadan vurmanın bu türü sadece arsızlıktır. Büyük ülke olma iddiası bu çirkin politikalarla hiç yürümez, Libya’da, Bahreyn’de ve şimdi Suriye’de olduğu gibi tökezleyip, iflas eder. Bu politikaların yarattığı tarihi düşmanlıklardan ise sadece halkımız zarar görür. Kefaret öder.

Erdoğan’ın bu onursuz, ikiyüzlü dış politikası gerçekte iç politikasının bir devamıdır. Artık halklarımız bu gidişe dur demesi gerekmektedir. Seçimleri bu açıdan değerlendirmek onurlu olmaktır. Kirlilikten kurtulmak komşularımızla gerçek dostluğu ikame etmektir.

YENİ BİR CİA DENKLEMİNE HAZIRLIKLI OLUN

Hasip Yiğitoğlu
27 Nisan 2011

CİA (Amerika Birleşik Devletleri haber alma ve istihbarat örgütü) sözüm ona büyük bir gizlilikle,Türkiye”ye gelmiş ve aynı gizlilikle ülkelerine geri dönmüşlerdir.Bu tür haberler bize aşina.Biz CİA ile zaten yatıp kalkıyoruz.CİA”nın siyasi tarihimizi yönlendirdiğini,değil Türkiye”de,evrende bilmeyen varmı dır acaba !
CİA”nın ülkemizi ziyaretinin nedeni neymiş,Suriye”deki gelişmeler.Allah aşkınıza bu taraji-komik,bayatlamış taktiklerden vaz geçin artık.Açıkça şunu belirtin ki inandırıcı olsun.Suriye”deki olayları fırsata dönüştürüp bölgede kaosu arttırarak,Ortadoğu”nun yeniden şekillenmesi,sınırların değiştirilmesi fırsatının kaçırılmaması gerektiğini itiraf ediniz.Sezar”ın hakkını Sezar”a vermeli.Nede olsa,Amerikalı dostlara bir vefa borcu var.Bölgede eş başkanlık,ülkede iktidar lütuf borçları da ödenmez mi,böylece !

Birde seçim sathı var şimdi.Hiçbir siyasi parti bu duruma karşı da duramaz.İktidar hesapları bozulur sonra.İktidarın ABD den geçtiğini de hepsi biliyor.
Eski bakan ve milletvekili bir dostumla birkaç gün önce bir gazeteci arkadaşımla birlikte yaptığımız bir sohbette, mensubu olduğu siyasi partinin genel başkanın,ABD ye taviz vermemesinden iktidar olamadıklarını belirtmesi gerçekten manidar.Gerçi bahsi geçen siyasi partinin halkın ve ülkenin gerçek sorunlarına sırtını dönerek,ABD nin elini güçlendirerek ülkemiz siyasetini şekillendirmesinde oldukça önemli rolü olmuştur.Yani,sistemin tahtaravalli oyununun bir ayağı durumudur.

Baylar,Ortadoğu”nun mozaiği,demografik yapısı hesabı
yapılmalıdır.Yüzlerce yıl Ortadoğu halkına yüzleşme fırsatı bırakmamış sömürgeci,işgalciler,din,mezhep,ırk,aşiret gibi doğmatik düşünceleri empoze ederek,halkları kamplaştırarak,izole ederek,halkların gerçek sorunları aş,iş,özgürlük gibi taleplerini unutturmuşlardır.Modern,evrensel siyaseti,bu coğrafyanın siyaset mekanizmasına empoze edilmesi yerine,kulluk yapacak otokratik rejimleri kendi iradeleriyle kurdurmuşlardır.Şimdi,asırlardır baskılarla,adeta köle zihniyetiyle yaşatılan halkın arkasına sığınarak,deli gömleği niteliğinde,bölgeyi ateş çemberine dönüştürecek seneryoları uygulamaya çalışıyorlar.Bu ateşten herkesin nasibini yeterince alacağını söylemek kehanet sayılmamalıdır.Madem bu eşkıya sömürgeciler,demokrasi konusunda samimi iseler,FİLİSTİN de Irak”ta,Afganistan”da,Libya”da dökülen kanların bir özeleştirisinde bulunsunlar.Filistin-Gazze”de insanları açlıktan ölüme mahkum eden bunlar değimli !

Uçakları,füzeleri,sivri sinek ordusu gibi vızıldayarak sivil,asker ,çoluk çocuk,yaşlı,kadın,erkek demeden,anlaşılması zor bir durumla,büyük bir kin ile bomba yağdırarak cinayet işlemiyorlarmı !.

Suriye”nin sorunları Ortadoğu”da yaşanan sorunlardan çok farklı değildir. Siyasi,ekonomik ve toplumsal sorunlarının olmadığını iddia etmek mümkün değildir.Elbette ki,her Suriye vatandaşı,Türkiye vatandaşı kadar aş,iş,özgürlük talebi olacaktır..Bu reel duruma kimsenin itirazı olmamalıdır.Ayrıca,Suriye”nin demokratikleşmesi bölge ve ülkemiz açısından önemi de büyüktür.Ancak,Suriye”deki reel durumu,halk hareketi denen topluluğun hak talepleri niteliğini ve eylem yöntem anlayışı konusunda yapılan yayınlara dikkatinizi çekmek istiyorum.Bu gün Haber Türk televizyonunun ekranlarında görüldüğü gibi,Ürdün”den gelen ve Suriye üzerinden geçiş yapan,Türk TIR sürücülerinin halkın direnişçileri tarafından uğradıkları silahlı saldırılar, gerçekten yaşananların iyi anlaşılması konusunda bir özet niteliğindedir.Saldırılar karşısında Suriye polisinin,Türkiye”li TIR şöförlerine kendilerini korumaları için silah vermeleri de,bu direnişin arkasında yatan gerçek seneryoların tehlikelerini gün ışığına çıkartmıyor mu !

Suriye”deki durum vahim sonuçlara doğru kaydırılıyor.Suriye etnik,inanç,aşiret yönünden bölgenin en kapsamlı ülkesidir.Ne Libya,ne Tunus,ne Mısır”la karıştırılmamalıdır.Demokratik sürecin işletilmesine yardımcı olunurken,devlet olma kompleks refleksleri dikkate alınmalıdır.Ayrıca, önceden planlanmış denklemleri günlük siyasi paradigmalarımıza mahkum etmeden iyice anlayarak fikir empoze etmeliyiz.

Suriye”deki ateşin yayılmasının ilk olarak Türkiye”yi,Türkiye halkını birinci derecede etkileyeceğini anlayarak,dil sürçmelerine dikkat edilmelidir.Halkımız açısından,ecel çağıracak her davranıştan,beylik laflardan kaçınılmalıdır,AYRICA !

hasipyigitoglu@hotmail.com

26 Nisan 2011 Salı

AMERİKA SURİYE’Yİ ESİR ALAMAYACAKTIR

Mikdat Abuzer
25 Nisan 2011 – Facebook


Türkiyeli, Kürt Arap tüm devrimcileri, ilericileri, demokratları, sosyalistleri, Suriye üzerine oynanan kirli oyunlara dikkat etmeye çağırıyorum. Uluslar arası tekelci medyanın yalan ve kurgu haberlerine karşı durmaya çağırıyorum. 12 Eylül karanlık rejimine karşı tüm devrimciler için bir güvenli liman olan bu ülkenin üzerinde oynanmak istenen ve tek amacı Amerikan çıkarları için Büyük Ortadoğu projesinin ikamesi olan gelişmeleri duyarlı olmaya çağırıyorum. Eli kanlı gerici terör örgütlerinin, Siyonist uşağı provokasyonlarıyla kanlı bir arenaya döndürülmek istenen, iç savaşa kardeş kavgasına götürülmek istenen Suriye’ye sahip çıkmaya çağırıyorum. Bunun için, çok çabaya b.ile gerek yok; yalanlara kanmamak yeter de artar: Suriye halkı Yönetiminin arkasında zaten bu gerici güçleri ağır bir hezimete uğratacaktır. Bu ülkeyi yakından tanıyan ve görgü tanığı olanların anlattıklarıyla, yalancı medyanın sonsuz abartma ve kurgularının bir oyun olduğu, karışıklık ve kaos yaratıp, bu direnen ülkeyi, bu iyi komşuluk ilişkisinde olduğumuz ülkeyi kanlı bir bataklığa sürüklemek istediklerinin bilinmesi gerek.

Uluslar arası sermayenin medyasının yalanlarına kimsenin alet olmaması ve buna karşı tutum almamız gerekir. Suriye’ye son ziyaretim üzerinden birkaç gün henüz geçmedi. Bildikleri ve tanık olduklarımı sizlerle paylaşacağım. Suriye’ye son ziyaretim üzerinden birkaç gün henüz geçmedi. Bildikleri ve tanık olduklarımı sizlerle paylaşacağım.

Suriye, akılın ve siyaset biliminin tüm ölçümleriyle, arkasında ezici çoğunlukla halkın durduğu bir yönetimin direniş ülkesidir. Bu ülke, siyonizme, Emperyalizme ve Arap gericiliğine, Eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine taviz vermediği için, onların teslimiyet anlaşmalarına evet demediği için, boy hedefi oldu. Uluslar arası gerici medyanın yalan haber ve kurgularıyla, tek taraflı yayınlarıyla bu amacı körüklemek için elinden gelen her çirkinliği yapmaktadır. Bir komplo örgüsü böyle başladı. Halkın haklı reform taleplerini yerine getiren Suriye yönetimi, bu kirli amaçlı çevrelerin kışkırtmalarıyla sıkıştırılmak istenip durdu. Suriye’nin boyun eğmesi için ülke içini karıştırmak, kaosa, bataklığa ve sonunda kardeş kavgasıyla iç savaşa sürüklemek için çırpınıp duruyor.

Başkenti Şam, ikinci büyük kenti Halep, tüm üniversiteleri, Deraa kenti, Ceble gibi küçük beldeler hariç tüm büyük kentleri, yurtdışındaki vatandaşlarıyla tek söz olan bu ülkede, reformlardan sonra ilerici muhalefetinde katılımıyla çok daha güçlü oldu. Geride eli kanlı terör örgütü Selefi, Wahhabi, cihadi örgütler kalmıştır. Bunlarda silaha sarıldıkça silahla ezilmekten başka bir şansları yoktur. Hiç kimse 24 milyonluk bir ülkeyi, kirli amaçları ve Amerikan uşaklığı için esir edemeyecektir.

Sivil vatandaşların ölüm büyük bir acı. Beşşar Esad sivil vatandaşlara silah sıkmayı yasaklamıştır. Ancak damlardan, sinsice askere de sivillere de kurşun yağdıran provokatörler ölümlerin, çatışmaların en önemli figürüdür. Amerika, Bahreyn’deki ölüm saldırılarına sesiz kalıp onaylarken, Suriye’ye karşı Birleşmiş milletlerde yaptırımlar için kollarını sıvaması, aynı organize işlerin bir devamıdır.

Suriye, tüm sıkıyönetim kanunlarını ilga etti. Kimse beklemezken, reform isteyenler bile bu talebi dile getirmezken Devlet Güvenlik Mahkemelerini de ilga etti. Tüm davalar sivil mahkemelere taşındı. Yürüyüş ve gösteri kanunu hızla çıkarıldı ve barışçıl tüm gösteriler, dünyanın en demokratik ülkelerinde olduğu gibi, serbest bırakıldı (dikkatinizi çekerim, ülkemizde bu türden reformların olması için idamlar, zindanlar dolup dolup taştı ve hala, haklı Kürt özgürlük hareketine karşı amansız bir askeri mantıkla gidilmektedir) Gerçekten halk için bir talebi olanların barışçıl gösteri için başvurmaları kadar kolay bir şey kalmadı. Ama bunu ret edip eli silahlı olarak sokaklara inip, halkın çıkarlarını ayaklar altına alanların yaptığına asla barışçıl gösteri denmeyeceği açıktır. İşte Suriye bu karanlık amaçlıların provokasyonlarıyla mücadele halindedir. Herkesin bunu anlaması gerek. Bunu bilmeden Suriye’de olanları, diğer Arap ülkelerinde olanlar gibi eşitlemek sadece cahilcedir.

Bu gün, Suriye’ye bedel ödetmek istiyorlar. Devrimci, ilerici, komünist, laik, demokrat, direnmeci dindarlar Suriye’nin bu tutumunu desteklemektedirler. Bu durun Amerika’yı rahatsız etmektedir. Bölgede oluşturmak istedikleri projelerin önünü kesmektedir. Suriye bunun için bedel ödemektedir; genç subayları, askerleri, devrimci vatandaşlarını şehit vermektedir.

Suriye, hepimiz adına kefaret ödemektedir. Bu ülkeyi, teslim almak, diz çökertip İsrail’in ayakları altına bir kurbanlık koyun gibi düşürmek isteyen eli kanlı terör örgütleri el Kaide, Müslüman kardeşler ve bunlara her türden desteği veren eli silahlı provokatörlere karşı savunmaya davet ediyorum.

AKP NİN YENİ ANAYASASI BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ ?!

Hasip Yiğitoğlu
26 Nisan 2011

Seçime doğru partiler seçim beyannamelerini açıklıyorlar.AKP ve CHP programlarını açıkladılar.Her iki programda yeni Anayasa önemli yer tutmaktadır.Her iki parti Anayasa konusunda yakın şeyler söylüyorlar.Her iki partinin özellikle ÖZGÜRLÜKLER konusunda dolandıklarını ve esasa girmedikleri gözlenmektedir.Bu durum gelecekte çok tartışılacağa benzemektedir.AKP nin özgürlüklerle ilgili algısının geçen seçimdeki görüşlerinden uzaklaştığı da dikkati çekmektedir.CHP nin ise geçen seçimlerden çok farklı bir anlayışla yeni anayasa ve özgürlükler konusunda yeni bir vizyon yaklaşımında bulunmasının önemini belirtmek gerekiyor.Kabul edelim etmeyelim bu durum her ne kadar değişim algısında bir çok eksiklikleri olsa da ve Ergenekon gibi yumuşak karın taşıyor olsa da önemsenmelidir.En azında demokratikleşme sürecine dahil olduğunun belirtilerini vermektedir.

CHP’siz demokratikleşme sürecinin bir ayağının eksik ve asgaride olsa sonuç vermeyeceği geçmişte yaşananlardan anlaşılmış olmasından bu durum önemsenmelidir.CHP nin seçim bildirgesinin ve Genel Başkanın söylemlerinin verdiği mesaja fazlaca dayanmadan bazı beklentilerde bulunmakta yanlış olmayacaktır.CHP nin eski alışkanlığı her Özgürlükçü ve Demokratik öneriyi reddeden ve ülkenin bölünmesini amaçlayan akıl kuşkularından biraz olsun uzaklaşması ayrıca bir başka önemdedir.Bir başka önemli durumu hatırlamaya ihtiyaç var ki,CHP nin AKP nin yeni Anayasanın başkanlık sistemine dayanması beklentilerinin aksine katılımcı demokratik parlamenter sistem anlayışını söylemleştirmesidir.



AKP temsil adaletinin olmadığı bir anayasa denklemiyle karşı karşıya bırakabilir.Ve bu duruma bağlı olarak Türkiye”ye zaman kaybettirerek yeni siyasi kampların çatışmalı günlerine tekrardan yol açacak tehlikeli bir sürece zorlayabilir.Bu anlayışın yeni anti demokratik kuralları beraberinde getirmesini beklemek hiçte hayalcilik olmayacaktır AKP nin seçimden güçlü bir şekilde çıkmasının yeni dönem için Başbakanın söylemlerinden anlaşıldığı gibi,yeni anayasadan başkanlık sistemi çıkacağını tahmin etmek zor olmamalıdır.AKP nin telaşından anlaşılıyor ki iktidar olması halinde bile ,cılız bir çoğunluktan öte olmayacağı anlaşılabilir.Başbakanın MHP nin tabanına yönelik transfer refleksinin altında bu beklenti yatmaktadır.MHP nin barajın altında kalarak,AKP nin tek başına Anayasa yı değiştirecek milletvekili sayısını bulmasının çabalarıdır. Başbakan yalnız MHP ye yüklenmiyor,BDP yede yüklenerek ortamı gererek,önceki seçimlerde olduğu gibi mağdurları oynamaya çalıştığı gözden kaçmamaktadır.Bu aklın satır aralarında gizli kalan ayrıntıları tahmin etmek zor değildir.UCUBELİ –ŞİFRELİ ayrıntılar bunlar,ulema,içki yasası,kanaat önderleri imamlar,imamın orduları ve salatayı andıran Ergenekon tutuklamalarının savcılık hevesleri ,Dolmabahçe sırları,sırdaşa zırhlı araç hediyesi,Mehmet Ağar,Erkan Mumcu,cemaatler,ülkücüler,akıncılar v.s.-v.s.

Demokratik yönetim tarzı bu olmamalıdır.Halkın taleplerini dikkate alarak sorunların çözümü yönünde çabalayan anlayışlara ancak demokratik tarz yönetim demek mümkündür.Toplumu gererek halkın temel sorunlarını unutturmaya yönelik anlayışların modasının geçtiğini hatırlatmaya gerek var mı ? bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki,YSK nın anti demokratik uygulamalarına karşı toplumun büyük bir kesiminin gösterdiği barış ve adalet tepkisidir.Bu durum siyaset mekanizmasının oldukça değiştiğine işaret etmektedir.Türkiye de Popülist,etnik,inanç pradigmalı siyaset ömrünü tamamlamıştır.Halktan kopmuş alışkanlıkların,davranışların,düşüncelerin günümüzde geçerliliği kalmamıştır.

Başa dönecek olursak siyasi partilerin söylem ve seçim beyannamelerinde göze çarpan, demokratikleşme yönünde geri dönülmez bir yol haritasının işaretlerini görebilmekteyiz.Zaten siyaset mekanizmasında en fazla ses getiren sloganın insan merkezli yeni anayasa olmasından bu durum net anlaşılmaktadır.

Seçim sonuçlarına yönelik,bugün seçim olsa siyasi partilerin alacakları oylarla ilgili bir tahminde bulunacak olursam,
AKP % 45 civarında
CHP % 30 *
MHP % 11-12 *
BDP 28-32 milletveli

hasipyigitoglu@homail.com

23 Nisan 2011 Cumartesi

ERMENİ KATLİAMI

24 Nisan 1915
ERMENİ SOY KIRIMI ve BELGELERİN DİLİ




Mihrac Ural
23 Nisan 2011

24 Nisan’ı unutmayın. Çünkü 24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımını yapan akıl sizi hiç unutmuyor. Bu akıl, Osmanlı aklıdır, barbarlıktan 20.Yüzyıl İttihatçı Teşkilatı Mahsusa tetikçiliğine, Cumhuriyetteki Osmanlı darbeciliğine uzanan bir akıldır. Bu akıl, zenginliğimizin, uygarlığımızın, barışımızın kaynağı olan farklılıklarımızı ötekileştiren, düşman ilan eden ve katli vaciptir diye yargısız infazla tasfiye eden akıldır.

Kirli tarihle cesurca yüzleşmenin ilk adımı, bu akılla hesaplaşmayı gerektiriyor. Kaoslarımızın, kimlik bunalımlarımızın, ırkçı-milliyetçi ayrımcı ve bölücü baskıların, kirli savaşta ısrarın nedeni bu akıldır. Bu akılla mücadele yeniden bir yapılanmayı gerektirir bu da daha çok özgürlük ve demokrasiyi…


***

24 Nisan 1915’de Ermenilere karşı yapılan açık ve pervasız bir soykırımdır. Kimse farklı anlam ve ayrıntılara boğulmuş bir bulanıklık yaratmaya çalışmasın, milliyetçi bilinçaltı ve içgüdüleriyle, kavram ve belge karmaşasıyla örtbas etmeye çalışmasın bu bir jenosittir.

İttihatçı militarizmin yayılmacı milliyetçiliği, Osmanlı barbarlığının karanlık aklının meşru çocuğu olarak Ermeni katliamını, emir ve talimatla yerine getirmiştir. İttihatçı şefler ve bunların başında, Ermeni dosyasını resmi olarak üstlenmiş tasfiyeci Talat Paşa bu süreci başından sonuna kadar takip ederek, ırkçı bir cinayetin yargısız infazı gerçekleşmiştir. Bu konuda kuşkusu olanlar, bu konuda tarih adına belge ve kanıt isteyenlerin derdi tarihle yüzleşmekten kaçıştır. Bunun mümkünü yoktur.

Osmanlı tebaası olarak Ermenilerin soy kırıma uğradığı gerçeği açıktır, resmi belgelerde de açıkça bu gerçek ortaya konmuştur. Bu yanıyla konunun, kararı şahıs olarak kimin verip vermediğiyle ilgili bir yanı yoktur. Şahıslar göçüp gidecek, geride kurumlar, devletler, algılar kalacaktır; bunlarla hesaplaşmak için ise tarihle yüzleşmektir. Er ya da geç ölecek şahıslarla değil.

Buna rağmen sözün dolanıp dolaştığı yer bu jenosit kararını kimin verdiğidir. Bunun için belge ve kanıt aramaktan önce, Osmanlı devletinin hükümranlarının her hal ve koşutla kendi tebaalarından sorumlu oldukları ve bunların katlinin tek sorumlu olacakları noktasını atlama çabasındadırlar.

Bu noktada algılanması gereken en önemli nokta, Osmanlının son döneminde iktidarı olan İttihat ve Terakki fırkasının, çalışma yöntemi üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

İttihatçıların siyasal yaşamları boyunca ikili programla çalıştıkları söylenir. Bunun belgelerini elinde bulunduran birçok tarihçi, “yanlış yorumlanır” adı altında yayınlamaktan çekindiğini söyler. Murat Bardakçı, bu gerçeği dile getirip durur; Bardakçı, Talat paşanın Ermenilerle ilgili ince elenip sık dokuduğu, aile aile takip ettiği Ermeni tehciriyle ilgili not defterini yayınladığında da bu gerçek bir ucuyla gün yüzüne çıkmıştı.

Benim elimde özel bir belge yok. Tarih okumalarım ve ortaya konan belgelerin tatmin edici olduğuna inanıyorum. Benim alanım, tarih okumalarıma siyasal yorumdur. Buna rağmen, dünyada ilk kez Leopald Gaszscky’in anı belgelerini “Ermenileri Cumhuriyet’te katletti” başlığı altında yayınladım. Bu alanda görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.

Ermeni jenosidi, Anadolu kimyasını bozma yönünde 20.Yüz yılda girişilmiş en pervasız, insanlık dışı bir yargısız toplu infazdır. Bu katliam üzerine o kadar çok şey yazıldı ki, bizim yazacağımız her şey, okyanusta bir kum tanesi bile olamaz. Buna rağmen deryalar damlaların sonucudur. Bu, insani duygu taşıyan herkesin alması gereken bir tutuma işaret eder. Bu tutumların bileşkesi, tarihi ilerleten ve yanlışın aşılarak, hak sahiplerine haklarını iade edecektir. Çabamızın bir boyutu da budur.

Ama bu bir duruştur ve biz bu duruşun daha da anlamlı kılınması için elimizden geleni yapıyor, teorik ve pratik her imkanla, sorumluluk duygusu içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 24 Nisan 2011 anmaları için de slogandan kaçınarak, konuyla ilgili bir yorum yapacağım.

Yakın zamanda Tevfik Çavdar’ın, Kültür Bakanlığı yayınlarından çıkan “TALAT PAŞA” biyografisini okudum. Başarılı bir çalışma olan bu kitap, yazarın yorumundan bağımsız ve farklı belgelerle ilişkili ele alınacak verilerle dolu. Buradan hareketle, vardığım kimi sonuçları okurla paylaşmak istiyorum.

İTTİHATÇI İKİYÜZLÜLÜĞÜ

İttihatçılar, Bizans’tan o günlere gelen sistemin bir uzantısı olarak, Bizans oyunlarıyla siyaset yapmışlardır. Bir şebeke imajı bırakan İttihat ve Terakki, devlet içinde devlet olarak çalışmış, kanunsuz, hukuksuz faaliyetlere imza atmıştır. Bu hizip, her çalışmasında ikili program yapmıştır.

Birincisi, halka ve resmi ortama alenen gösterilecek program, diğeri ise dar çevrenin bildiği, ilan edilmemiş, ancak icra edilecek olan programdır.

Dolayısıyla, aktif bir faaliyet içinde olduğu gözlemlenen İttihatçıların yaptıkları hiçbir şeyin ilan edilen programa uymadığı görülür. Kimi emirler veriliyor, yaptırımlar ve etkiler oluşturuluyor ancak bunların hiçbiri yazılı bir belgeye dayanmıyor. Bunu anlamak için, icra edilmiş ya da edilememiş, kimi emirlere, fiillere, niyetlere, önermelere bakmak yeterlidir. Bu ikinci programda, ülkenin pazarlanmasından, karanlık, kirli, şaibeli işlere kadar her şeyin olduğu görülüyor.

Bununla ilgili ilginç aktarımları Tevfik Çavdar’ın kitabında bulmak mümkün.

İttihatçıların Almancılığını hepimiz biliriz. Osmanlı İmparatorluğunu, Almanların ucuz bir kuklası haline getirdiklerini de. Talat paşa, “Almanya’nın savaşı kazanacağına inanıyordum. Bu nedenle savaşın ilanından bir ay önce Almanya ile bir anlaşma imzaladık” diyor ( Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasal İntiharı YENİ-OSMANLI’ TUZAĞI” başlıklı kitabı s: 485, Otopsi yayınları 2. Basım 2005).

Bunun ötesinde, taksitle ödenecek “5 milyon lirayı Osmani”’ye kadar bir kredi karşılığında, Osmanlının I. Dünya paylaşım savaşında Alman saflarında yer alışı karşılığında mükafat verilmiştir (10 Kasım 1914 Osmanlı–Alman gizli anlaşması; iki dille, karşılıklı iki sütun halinde yazılan bu anlaşma belgesi orijinal fotokopisi, Age. s: 32).

O günün deyimiyle “Alman Malı Cihad” böylece bir imparatorluğun çöküşüyle sonuçlanacak atılımı başlıyor. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı da Alman General Bronsart von Schellendorf’tur.

Bu okuduklarınız, resmi kurumlarca alenen bilinen, yayınlanan ve halkın da bir kısmını bildiği verilerdir. Ancak aynı konu üzerinde İttihatçıların ikinci programları tam tersi şeyler söylüyor. Bir imparatorluğun onur kırıcı tarzda, erdemsizce başka bir emperyalist güce nasıl pazarlanmak istendiğini, altın tabakta sunulduğunu görüyoruz. Bununla da İttihatçıların hiç bir boyutta vatansever olmadıklarını, yaptıklarının dar çıkarlar ve sapık siyasal algılarla ilgili olduğunu görmek zor değildir.

Alman kuklası ittihatçıların ikinci programı için Talat paşanın verdiği bilgileri birlikte okuyalım; “ sanırım ki, dünya tarihinde, hiçbir gücün ötekine, biz devrimimizi yaptığımız dönemde İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı kadar hükmedici bir durum olmamıştır (24 Temmuz 1908 II. Meşruiyet ilanı bn.). Çünkü önderler sizden hoşlanıyordu, ama halk enikonu tapıyordu size, Büyükelçinin arabasının atlarını arabadan ayırdılar ve onu elçilik binasına kadar çektiler. Bu çok küçük bir şey, küçük bir semboldü. Eğer elçi istemiş olsaydı, arabanın vücutlarının üzerinden geçmesine de razı olurlardı. Fakat siz bizden hiçbir şey istemediniz, minnettarlık ise havada yaşayamaz. Elçi soğuk, Fitsmauice (elçilik tercümanı) ise düşmanca davranıyordu; kendimizi idame ettirmenin bir yolunu bulmak mecburiyetinde idik. Fakat aramıza soğukluk girmesinden sonra bile dostluğunuzu yeniden kazanabilmek için çaba gösterdik. Yaptığımız hiçbir şey sizi memnun etmedi. Bizi Almanya’nın kollarına ittiniz. Başka seçeneğimiz yoktu.” (Age. s: 481) Diyerek, Almanya’da savaş sonrası görüştüğü İngiltere’nin Osmanlı elçilik mensubu istihbaratçı Aubrey’ye aktarıyor.

Aubrey, Talat paşayla iki gün sürdürdüğü görüşmeler üzerine “ Barış ve İngiliz dostluğunu elde etmek için teslimiyet noktasına gitmeye hazır olan açık tavırlı” bir insan olduğu yorumunu yapıyor. (Age s: 490)

Talat paşa bu yorumun çok ötesinde şeyler söylediğini, aynı anılardan öğreniyoruz. Talat Paşa İngiliz istihbarat elemanı Aubrey’e “İzmir’i bize geri vermelisiniz ve barış yeniden kurulmalıdır ve bu sağlandığında Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’nin tasarrufunda olacaktır” (Age. s: 488) diyor.

Bu korkunç teslimiyet ittihatçıların temel karakteridir. Aynı yöntem ve akılla, ülkeyi topyekun güçlü olduğuna inandıkları Almanlara sundular. Bu sorumsuz şebekenin vatansever olması mümkün değildi. Tebaasına ve içindeki farklılıkları ötekileştirmemesi mümkün değildi.

İttihatçılar hep böyle bir teşkilattı. İkiyüzlü, ikircimli, tetikçi, komplocu, darbeciydi. Bu açıdan hiçbir söylemlerine güvenilmezdi. Her zaman ikircimli davranışlarla, sonuçlarını kendilerinin bile tayin edemeyecekleri sürüklenişe düşerlerdi.

Bu açıdan bakınca, Ermeni konusunda da ikili programa sahip oldukları sonucunu çıkarmak zor değil.

Bu işin merkezinde ve Ermeni tehcir dosyasının resmi temsilcisi olarak o zamanın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı, 4 Şubat 1917’de ise Sadrazam, Başbakan) Talat paşa, bir yandan yapılan soykırım eleştirilerine verilecek cevap ve kendini aklama açısından aldığı notlar ve hazırladığı savunmalar açık ve aleni bir biçimde ortalıkta görülürken, diğer taraftan Ermenilerin işlerinin bitirilmesiyle ilgili olarak ise, gerçek icraat planı olan ikinci plan devreye sokuluyordu.

Tevfik Çavdar’ın “TALÂT PAŞA” kitabında aktarılanlar, Talat paşanın kendini savunmak üzere uzun uzun, olaylar ve verilerle aktardığı, Osmanlının aldığı tehcir yasasına bir gerekçe olarak sunuluyordu; olaylar, eylemler sıralanıyordu. Bunun da ötesinde, Türk milletinin sırtına haberi olmadığı bir yük de yıkmaktan çekinmiyordu. Kitabın “TEHCİR” başlığını taşıyan bölümünde bu konular şöyle işleniyor.

Türk askerleri ve halkı, Ermenilerin Türk nüfusunu ortadan kaldırmak niyeti bulunduğuna ve Türk devletinin istiklaline son vermek için Ruslarla birleşmiş olduğuna kani idiler “diye ekliyor (Age. s; 348).

Talat paşa bunlara rağmen, Ermenilerin başına gelenlerden üzüntü duyduğunu, yetkililerin taksiratları üzerinde durarak açıklamaya çalışıyor. “Varteks efendiye müteaddit defalar İstanbul’u terk etmesini tavsiye ve hatta kendisine nakdi yardım vaat ettim. Bundan ailesi dahi haberdardır. Fakat kendisi gitmedi. Sonradan İstanbul’daki komite teşkilatında olduğu için yerini terk etmediği anlaşıldı.

Mebusların verdiği malumat cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadım.

Gerek tehcirler ve gerek isyan yüzünden Ermeniler çok zarar vermiştir. Bunu itiraf etmek lazımdır.”
(Age. S: 349)

Dahiliye Nazırı Talat paşa, tezat iddiaların ortasında durarak açıklamalar yapıyor. Ermeniler çok zayiat vermiş, feci şeyler yaşamış gibi açıklamalar yapmasına rağmen kimin suçlu olduğu konusunda gelecek olası sorulara, bir komitacı militan olarak, şebekesini ve kadrolarını savunmaktan geri kalmıyor.

Talat paşa “ Esas itibariyle askeri bir ihtiyati tedbirden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır. Maksadım bu hareketlerin çirkinliğini gizlemek değildir. Sadece bu hadiselerden dolayı bütün hükümeti ve İttihat ve Terakki komitesi merkezini ve bu işle hiç alakası olmayan azalarını itham etmenin haksızlık ve keyfi hareket olduğunu söylemek istiyorum. İttihat ve Terakki komitesi azaları Ermenilere karşı yapılan hareketlerden dolayı son derece müteessirdirler ve daima hadiseleri önlemek üzere hükümet üzerinde müessir olmaya çalıştılar.” (Age. S: 350) diye kendini ve İttihatçıları savunup duruyor.

Bu anlatımlar resmi olan, aleni olarak söylenen, kamuoyunu aldatmak üzere dile gelen birinci planı gösteriyordu. Ancak gerçek icra planı farklıydı. O da ikinci program olarak dar bir çevrenin elinde yaşama sokuluyordu.

Bunu anlamak için, bir resmi belgeyi ve aynı anılardan alıntılarla göstermeye çalışacağım.

Birincisi;

Resmi belge, Talat paşanın Babıali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’ne şifreli telgrafıdır.

Babıali
Dahiliye Nezareti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti

Diyarbakır Valiliğine, (Şifre)

Son zamanlarda vilâyet dahilindeki Ermeniler ile diğer bütün Hıristiyanlara da katliamlar yapıldığı ve bu cümleden olarak, daha sonra Diyarbakır’dan gönderilen kişiler vasıtasıyla, Mardin’de Marhasa (Ermeni din adamı) ile Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı ve şimdiye kadar bu katliamlarda öldürülenlerin ikibin kişi tahmin olunduğu ve buna ivedilikle ve kesin olarak son verilmezse çevre vilâyetteki Müslümanların da ayaklanarak bütün Hıristiyanları katl etmelerinden korkulduğu, haber alınmıştır
” diyor.

Talat paşa bu belgede, açıkça “katliamlar yapıldığını” teslim ediyor. Ancak “Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığını” söyleyerek, Hıristiyanlarla, Ermenileri birbirine karıştırıyorlar diye uyarıyor. Yani tek hedef Ermenilerdir, bunun ötesine geçmek, Müslümanların ayaklanarak tüm Hıristiyanlar katletmeye yöneleceği kaygısını dile getiriyor. Bu ise uygun değildir diye de dikkat çekiyor.

Bu belgedeki sözler açıkça, Ermenilere karşı bir soykırım yapıldığını, diğer Hıristiyanlardan ayrılarak icra edindiğini gösteriyor.

Bu belgede Ermeni soykırımı, Osmanlı devletinin en yetkili kişisinin ağzından, resmi olarak itiraf ediliyor.

Talat paşanın bu şifreli belgede dile getirdiklerinin, Ermeni soykırımına karşı bir kaygı olmadığı açıktır. Kaygı, Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyanların katledilmesi halinde olası kaosa karşı uyarıdan ibarettir.

Bunu daha iyi anlamak için Aubrey’e, gizli gizli anlattıklarına bir göz atmak yeterli olacaktır; bu belgenin açık ifadelerine önemli bir açıklık daha getirilmiş olacaktır.

İkincisi;

Talat Paşa, İngilizlerin Osmanlı elçiliğinde görevli Entelijans subayı istihbaratçı Aubrey’le I. Dünya savaşı sonrası Almanya’daki buluşmalarında açıkça dile getirdiklerine bakalım.

Talat paşa, Aubrey’e “İngiltere’den madalyonun ancak bir yüzünü görebilirsiniz. İrlanda’da olup bitenleri bilmiyorum, duyduklarımın hepsine de inanmıyorum, ama şüphesiz ki Sinn Fein hareketi üyelerine karşı çok sert davranıyorsunuz, hem sonra ne de olsa bizim Ermeniler sorununa kıyasla, sizin İrlanda sorununuz nedir ki? Hiçbir ulus savaşa girip arkadan hançerlendiğinde buna rıza gösterir mi? Eğer İngiltere’nin dört bir yanında, savaş boyunca, size karşı savaşan Sinn Fein bölgeleri bulunsaydı ne yapardınız?” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)

Bu anlatımlarla yukarıda verilen resmi belgeyi ilişkilendirdiğimizde, açıkça ortaya çıkan gerçek, Ermeni soykırımının resmi olarak planlandığı, ısrarlı ve sürekli uygulanarak takip edildiği, arada Ermeni olmayan Hıristiyanların da katledilmesine müdahale edildiği ve istenilenin sadece Ermenilerin katli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu yanıyla, tarih devlet ve kurum olarak Osmanlıyı, o günün iktidarını elinde bulundurun İttihat ve Terakkiyi tüm yöneticileriyle, emirlerini yerine getirenlerle sorumlu tutmaktadır. Bu sorumluluk, hukuki sonuçları itibariyle, aynı topraklar üzerinde, aynı servetler ve kurumlar üzerinde, aynı araç ve güçlerle bir mirasçı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini de dolaysızca sorumlu tutar.

Bu sorumluluk, sadece geçmişi değil geleceği de birebir ilgilendiren bir sorumluluktur. Kirli tarihiyle yüzleşemeyenlerin, bu gün aynı akılla, Cumhuriyetteki Osmanlı aklıyla, Kürtlere, Araplara, Süryanilere, ezilen mezheplere ve diğer farklılıklara yönelik ötekileştirici, baskı ve zulme devam ettikleri görülmektedir. Bunun için Ermeni soykırımını unutmamak, bu soykırımda hepimizin katledildiğini hatırlamak gereklidir.

Sonuç:


Önceki yazılarımda da tekrarla bu gerçekleri şöyle dile getirdim.

“Ermeniler ırk olarak, millet olarak yok edilmek istenmiştir. Sadece onlar mı? Hayır, Anadolu’nun gerçek yerlileri, Anadolu coğrafyası topraklarını yaşama ilk kez açan, onu gerçek bir vatan haline dönüştüren ve uygarlıkları tüm insanlığa ışık saçan milletler yok edilmek istenmiştir. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar ve diğer ulusal topluluklar, insafsız, pervasız ve gayri ahlaki tarzda varlıkları yok edilmek istenmiştir. 24 Nisanı bu açıdan kavramadıkça bu topraklarda kimse huzur beklemesin.

Bu topraklara sonradan gelmiş ama bir türlü ortak yaşam arzusunu gösterecek uygarlığa ulaşamamış olanlar var. Sorun, bilinçaltında yer edinmiş anavatansızlık takıntısının, gerçek yerlileri illa yok ederek bu toprakları anavatan haline çevirme isteği yer almaktadır. Bu yanılgının histerileri, yıkıcı etkileriyle açtığı yaralar, sorunun temelini oluşturmaktadır. Anadolu, en eski kavimlerin olduğu kadar, bin yıllık geçmişiyle Türk ulusunun da anavatanı olmuştur. Bu gerçek, bu vatanın hepimizin ortak vatanı olduğunu göstermeye yeterlidir. Tek bayrak, tek devlet, tek marş, tek dil dayatmalarının bu topraklara ait bir söylem olmadığına da önemli bir göstergedir. Bu beyhude kompleksler ve onarılması güç tecellileri olan yıkım ve kıyımlar, bu vatana ne barış ne de birlik getirebilir. Bölücülük bu yanıyla, böylesi tek boyutlu akılların ürünü olarak, ortak vatanımızı kaosa sürükleyen, dünyanın doyumsuz çıkar dengeleri altında ezilmesine yol açan, tarihini doldurmuş bir mantığın ürünü olarak kendini dayatmıştır. Aşılması gereken sorun da tas tamam budur. Bunu aşmak ortak vatanımızın esenliğe kavuşmasının tek yolu olmuştur.

Bu topraklar hepimizin ortak ülkesidir. Barış içinde yaşamak için birimizin değil hepimizin ortak vatanında siyasal, sosyal, ekonomik kültürel yaşamı ilgilendiren her alanda anayasal güvencelerle, kurum ve kanunlarla korunmuş, ortak ifademizin egemen olduğu demokratik bir devlet çatısı gerekmektedir. Özgürlüğümüzün gerçekçi garantörleri olmadan, bu Osmanlı artığı akılla daha çok ölüm ve savaşa tanıklık yapacağız. Ancak her defasında bize dayatılan bu ölüm denklemi, hiç bir zaman bu aklı, bu toprakların tek sahibi yapamayacaktır.” (24 Nisan 2008 tarihli, “24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımında hepimiz katledildik” başlıkla Mihrac Ural makalesi. AYRI VARLIK Blog).

_________________________________________________________

Yorumlar:

Bu makalemi, giriş mahiyetinde bir paragraf ekleyerek facebook sayfalarında paylaşan Mikdat Abuzer’e eleştiri ve yorumlar gelmiştir.

Mikdat Abuzer’in bu yorumlardan birine verdiği yanıtı, makaleme farklı bir açıdan açıklık getirdiğine inandığım için altta okurlarla paylaşıyorum.

“Sayın Daskapan, öncelikle “Ermeniler hepimiz adına katledildiler” cümlesini yanlış algıladığınızı belirteceğim. Burada devrik bir cümle kurulmuştur. Manası ise çok açıktır. Osmanlının Ermenileri hepimize gözdağı vermek üzere katlettiği anlatılmak istenmiştir. Onlar ne çektiyse hepimiz adına çekmiştir.

Sonra, yorumunuza teşekkür ederim. Diyalogla pek de farklı olmayan yaklaşımlarımızı belli bir raya oturtabiliriz.

Yorumunuzda önemli olan bir nokta üzerinde duracağım. O da soykırım olayıdır.

Ermenilerin soykırımına uğramadığı yönündeki vurgunuz, katledildiler diye olayı yorumlamanızın doğru olmadığını belirteceğim.

Sondan başlamak gerekirse; Hitler’in Yahudi soykırımına bakarak Ermeni soykırımı yoktur demeniz bence bir talihsizliktir. Soykırımını belirlemek için böylesi karşılaştırmaların geçersiz olduğunu siz de biliyor olmalısınız. Hiç bir örnek diğerine benzemez. Kaldı ki, Hitler Yahudi soykırımını yaparken Ermeni soykırımını örnek aldığını ve dünyanın Ermeni soykırımına nasıl ilgisiz kaldıysa, öyle ilgisiz kalacağını dile getirmiştir.

Bu da bir yana, bu güne kadar karşıt görüş olarak Yahudi soykırımının olmadığını iddia edenlerin de olduğunu biliyoruz. Fransız siyasal bilimcileri arasında bu reddi yapan bilim adamı da az değildir. Yakma odalarının bir uydurma olduğu iddiası da buralardan geliyor. Bu iddialara katılmasak da, Yahudi katliamı gerçeklerin en açık gerçeği olduğunu savunsak da her soykırımının kendi verileriyle algılanacağını belirtmek gerek.

Bu anlamda, Osmanlı iktidarının Ermeni sorununda takındığı tutumu, yüz binlerin görgü tanıklığı, binlerce belgeyle ortaya konmuştur. Mihrac Ural bu yazısında resmi bir belgeden yapılan alıntı ve bir anıdan yapılan aktarmayla da tartışmaya yer bırakmayacak ölçekte bir soykırımı olduğu görülüyor. Belgede soykırımı yerine “katliam” kelimesinin kullanılmış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. O tarihi kesitte soy katliamı diye bir kavram yoktu. Katliam kelimesi ise Arapçadır ve toplu kıyım anlamına gelir (Katl= katletmek, âm=genel-toplu demektir).

Katliam, soykırımdır. Bu iki kelimeyi dil bilgisi açısından sadece bir noktada ayırmak mümkündür, katliam sadece soylara, ırklara değil her topluluğun katledilişi anlamına gelir. Ancak soykırım da bir katliamdır, katliam olmayan bir soykırım olamaz.

Dilbilgisi sorununu da bir kenara koyalım.

Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek. Göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri). Anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklarından topluca ve yaya olarak sürülüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakılanların, vardıkları yerde, yola çıktıklarındaki 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını çağdaş söylemle soykırım olarak tanımlamaktan öte bir kavramla ifade etmenin yolu yoktur.

Diğer taraftan Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.

Bu yönetimler değişmeden, bu akıllar değişmeden bu gerçeklerin dengesi sağlanamaz. Kaoslarımız, bunalımlarımız da buradandır.
________________________________


Değerli Murat Han Kocan, yorumumu indirdiğimde sadece üstündeki senin yorumunu okumuştum, daha önce çok ağır sözlerle dile getirdiği yorumlarını okumamıştım.

Önce insan olmanın temel ilişki yolu diyalog olduğunu belirteceğim. Sonra kimse kimseye görüşlerinden dolayı ”cahil”, “hain” falan diyemeyeceğini hatırlatırım. Bu sosyal paylaşım siteleri de öyle uzun tartışmalara hiç uygun olmadığını belirteceğim. Bu alanlar 21. Yüz yıl uygar insan alanıdır. İnsan olma evrimini tamamlamamışların burada işi olmaz.

Buradan karşılıklı olarak, güneş yüzü görmemiş hakaretleri yapmak kadar kolay bir şey de yok. Kimse de bundan çekinmez. Sorun böylesine müptezel tartışma yapmak değildir. Öncelikle herkes diğerinin görüşüne saygı çerçevesinde yaklaşacak, saygı duyamayacak kadar kültür düzeyi olmayanlar ise özel olarak cevap vermeyecek, kendi görüşünü ortaya koymakla yetinecektir. Bu kurala uymadan tartışma yapmanın anlamı yoktur.

Sana verdiğim cevabı yazıda ve Mihrac Ural’ın yazdığı yazıda konu bütünüyle tutarlıca işlenmiştir. Ermeni soykırımı açıktır. Buna sen katliam dersen, ilkem olan her görüşe saygı gereği senin görüşüne katılmasam da saygı duyarım.

Yapılan bir yanlış ya da değil önemli olan bu değildir. Gerçek bir toplu cinayet orta yerde duruyor ve bunu o dönemin dahiliye nazırı Talat paşa da, sonraki Osmanlı örfi idare mahkemesi de açıkça, belgeleriyle dile getirmektedir ve yargılamasını yaparak kimseyi tatmin etmese de, Ermenilere soy kırımı yapıldığı anlamına gelen hükmünü vermiştir. Bunları bilmen ve okumuş olman gerek, böylesi bir tartışmaya girmek için.

Tekrar aktarıyorum

“Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek, bunun için bu göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri), kendi anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklardan topluca ve yaya olarak sürüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakmak ve sonunda vardıkları yerde yola çıktıklarında 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını, çağdaş söylemle soykırımı olarak tanımlamaktan başka kavramla karşılamanın yolu yoktur.

Diğer taraftan, Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye cumhuriyeti resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.”

Şimdi Ermenilere “Milett-ü emin”, Araplara “Millet-ü necip” falan filen demek, öncelikle kimseni hakkı değil. Orta-saydan Anadolu’ya gasp ve talanla, barbarlığın akıl almaz cinnet yollarıyla, ölüm denklemi icraatlarıyla gelip, kılıç hakkı diye hükümran olanların kimseyşe bir paye verme hakları da yoktur.

Kaldı ki, Anadolu’nun uygar milletleri Osmanlıları ve öncüllerini binlerce yıllık bir mesafeyle, insanlığa saçtıkları aydınlık verileriyle aşmıştır. Anadolu uygarlıklarına Osmanlının ve aklının kattığı tek şey, Türk halkını bile katlederek, “etrak-i bila idrak” diye aşağılayarak tali vaciple yok etmekten ibarettir. Anadolu’da ölüm kültürüyle yaşam kültürü böyle çatışmıştır.

Kimse kimseyi aldatmasın, bu toprakları anavatan yapan Osmanlının at nalları ve kanlı kılıçları değildir. Bilimsel olarak bir bakir toprağı anavatan yapmak demek, onu yaşama, ziraata ilk kez açıp, bunu sürekli olarak işlemektir. Osmanlı bunu yapmadı. O hep vergi aldı emek çaldı. Atatürk bile bunu açıkça ifade etti.

“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)

Osmanlı’yı çok iyi algılayan bir başka özet tanımı Moltke’de bulmak çok ilginçtir. “Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Age, S; 187)

Dolaysıyla, kimse kendini baba yerine koymasın, gasplarını kendi malı sanmasın. Bununla da yetinmeyip milletleri kendi anayurtlarında katledip, bir şey yapmadım demesin.

Gelecek toplumu evlatlarımızın barış içinde bir arada yaşaması için kuracaksak, artık bu ilkelikten ve bu inkarcılıktan vazgeçelim. Dönün bakın, Kürtler nasıl da hakları olanı söke söke alıyorlar. Önce inkar edildiler, ama onlar direnmeye devam ettiler, sonra haklarını aldılar. Daha da ötesi var, hap birlikte göreceğiz.

Bu tarihin kaçınılmaz ilerlemesidir. Geriye dönmenin mümkünü yoktur. Önemli olan demokrat ve özgür akılla geleceği birlikte yakalamaktır. Benim söyleyeceğim bu kadar.

Saygın olmayan cümlelerle tartışma yapılmayacağını tekrar etmeyeceğim.
___________________________________________________

Murat Han Kocan,

Cevabi yazını okudum teşekkür ederim.

Aramızda algı farkı olduğu açık. İçine bir türlü demokrat olmayı sindiremediğin de. Sorunun şu, Kılıç hakkının sonsuz bir ilahi hak olduğu sanısındasın. Bu nedenle, milliyetçi reflekslerini başka milletler içinde sana uygun olan şekilde gösterme iddiasındasın ki bu hakkı kimse kimseye veremez.

Yani tarihi hiç okumamış bir insan ancak Osmanlının, diğer milletlere iltifat ettiğini iddia eder onlara sıcak yaklaştığını iddia eder. Ben bunu insaf diyorum. Tarih okumuyorsunuz kardeşim olay budur. %99 Hıristiyan ve başka Miletlerle dolu olan Anadolu, insanlık tarihinin en görkemli uygarlıklarını yaratan Miletlerle dolu. Bir barbar akını geliyor, kılıçla doğruyor ve hükümran oluyor. Yolun sonunda Anadolu %99 Müslüman oluyor, tek dil, tek bayrak, tek millet oluyor.

Tarih okumuş insanda izan olur bu nedir, bu barbarlık ve zorbalık sonucu değil mi. kılıç hakkı bu mu ? iltifat etmek bun mu ? “Millet-ü Emin” bumu. Bunun adı köleliktir. Bilmiyorsun kurtuluş savaşı neden verildi onu sorgula. Sonra Osmanlının milyonlarca Km² lik alanından neden haklı olarak bağımsızlığı için kan dökerek kendi ulusal kurtuluş savaşını vererek, Osmanlının kara zulmünden, emperyalizme sığınma pahasına savaş vererek bağımsızlığını kazandı.

Zorda kalınca ve bağımsızlığını bu uluslar kazanınca, dönüp iyi ki öyle oldu onlardan kurtulduk sırtımızda bir yüktü diyen de Talat paşa gibi ittihatçılardır. “ savaş bizi kayıplarımızdan kopmaya zorladı ki, bu da bir kazançtır. Artık Arnavudların, Mekodonyalıların ve Arapların isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmayacağız” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” s: 485. 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)

Mantık aynı, despot bir hükümranlık, diz çökünce de oh oldu kurtulduk. İşte öyle değil. Bu işin bilimsel toplumsal tarihsel çözümlemesi vardır. Uluslaşma sürecine tamamlamamış olan etnik tüm toplumlar eğer daha üst bir uygarlıkla, Galya’da, İtalya’da Britanya’da olduğu gibi, diğer tüm etnik dokuları özümseyecek bir üst kültür gelip onları içselleştirmesi her etnik doku kendi uluslaşma sürecini siyasal bağımsızlığa kadar götürür. Osmanlı’da olan budur. Türkiye Cumhiryetinde de Kürtlerin durumu, Arapların durumu budur. Bunu anlamak için hiçbir tarih belgesine gerek yok.

Şimdi, kadın alıp vermişiz, ortak yemek yemişiz, din kardeşiyiz demek ne kadar akıllıca olur bilmem. Bütün bunları yapmışız ama ben gelip tek millet, tek bayrak, tek siyasal egemenliği başımın üzerine kurmuşsun ve bana kardeşiz diye numara çekiyorsun. Bunun neresi tarih algısı söyler misin? Bu sadece kendini aldatmaktır. Bırak Osmanlıyı 20 Kürt isyanını, insan aklına sığmayacak bir vahşetle, dereleri kan akıtarak ezmişsin, Cumhuriyet tarihine bak, Kürtleri 19 isyana zorlamışsın. Şeyh Sait ve Dersimde yeri göğü yakmış ölümü dayatmışsın, yüzbinleri katletmişsin, Hatayı ilhak etmişsin, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkları kıymışsın, Varlık vergisiyle silindir gibi ezmişsin, üç askeri darbeyle insanlıktan çıkarmış siyasetin tüm dokusunu yakmışsın, 12 Eylül rejimiyle, Diyarbakır-Mamak zindanlarıyla hayali bile zorlayan zülüm etmişsin, 17 000 faili meçhul, 40 000 vatandaşı katletmişsin, utanmadan sıkılmadan sınır dışı operasyonlara İsrail’den ve Amerika’dan dış destek alarak yönelmişsin (Kafana torba giydirenlerle halkını katletmişsin), Kürt halkının özgürlük savaşına çapulcu demiş ama baş edememişsin çünkü her şehidinin arkasından onlarcasını dağa gönderin anaları bulmuşsun,

Tarih nesnel gerçeklerle kavranacak olayların, belge ve kanıtların tarihidir. Duygu ve reflekslerin tarihi değildir. Bütün bunlar neden oldu diye mi soracaksın hemen söyleyeyim. Çünkü gaspçısın, başkasının anavatan haline getirmek için tarihte ilk kez yaşama ve ziraata açtığı toprakları gasp etmişsin. Çalışmamışsın, kültür biriktirip özümseyememişsin, dilin bile yetersiz, alfaben bile yok hep dilenmişsin; kah Arapça, kah Latinceye sığınmışsın. Tarihle alay edercesine de Sümerleri, Hititleri millileştirmişsin. Bilim dünyasına kepaze olmuşsun. Anadolu’yu kendi köksel tarihin ilan etmek için girdiği bu komediler bile sana kar etmemiş. Güneş dil teorisi ise komedi bile değil, bir zavallı davranış olarak sergilemişsin. Herkesin bunu yutmasını istemiş yutmayınca da katli vaciptir diye farklılıklara saldırmışsın. Tarih boyunca göçebeliğin etkisi altında bir üretim atılımı yapmamış, aklın fikrin daha batıya, başka milletlerin emekleriyle oluşturduğu hazır servetleri talan ve gaspa diye hattı hümayun ilan etmişsin, söğütten, Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a, Ankara’ya bir başkent istikrarın bile olmamış.

Elinden gelen tek şey kılıçla doğramak olmuştur. İşte o gün bu gün yok edemediklerin, yeri geldikçe hakkın yolu olarak, özgür olmak için, senin hükmüne baş kaldırmış ve zafer kazanmıştır. Atatürk’ten sana alıntılar verdim. Bak onlara, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Bu listeyi binlerce kez çoğaltmak mümkün. Tarih okumuyorsunuz, çok gezmiş bir şey görmemişsiniz. Başka milletler adına reflekslerinizi kendinize bırakın diyeceğim. Her millet kendi refleksinde özgür olsun bakalım kim kiminle nasıl yaşayacaksa öyle yaşasın zorla bir şey yapamazsınız.

Bu akıl bir tek boyutlu akıldır. Bu akıl zorbalıkla yarattığı sessizliği ebedi sanan bir akıldır. İstanbul, Bağdat, Kudüs, Hatay karşılaştırman bu açıdan çok talihsizdir. İstanbul’da tarih boyunca kimleri kimlere kırdırdığınız yazarsam utanırsın. Osmanlının devşirmelerini, sarayın Ermenilerle, Yahudilerle dolup taşmasını farklılıklara eşit davranma olarak gösterecek biriyle ben ne tartışayım Allah aşkına. Bu bilgimi, bu tez mi nedir söyler misin? Çocukları ana kucağından kaçırıp devşirerek, genç kızları ailelerinden kaçırıp hareme sokarak farklılıklara eşit mi davranmış oluyorsun. Bu yapılan ortaçağlarda bile eşine rastlanmayan bir zülümdür, insanlık evrimini tamamlamamışlıktır.

Yukarıda, 6-7 Eylül 1955 olaylarını dile getirdim, Ermenilerin Katolik ve Ortodoks diye birbirine kanlı şekilde girmelerini de hatırlatacağım. Bu senin barış kenti İstanbul’da olanlardır. Varlık vergisi ise İstanbul defterdarınca bile bir azınlıklar üzerinde bir felaket diye nitelenmiş. Şu ana kadar
Hıristiyanların açılmayan ibadet yerleri ise işin en komik barışçıl yaşam belirtisidir. Hatay ise hiç sorma; o mozaik kentte ezici çoğunluğu laikliğiyle bilinen Aleviler olmasaydı, ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin rahat bir günü olurdu. Maraş ve çorum olaylarını aynıyla bu barış şehrini kana bulamak için gelenlerin hikayesini ben sana uzun uzun daha sonra anlatırım: Ama şunu bil bu provokatörlerin belini biz gençken kırdık ve bitti (tarih 1977).

Kişi bir iddiada bulunacaksa arkasında duracak kadar bilgi sahibi olmalı, sallayarak tarih ne okunur ne yazılır.

Bilmiyorsun öğren. “Absürt” olmak tas tamam budur; olayları en kaba haliyle ele almak ve bunu dile öylece getirmektir. Cahilliktir. Kültür işlemeye gerektirir, Bu nedenle devletin, güvenliğine yönelik olaylarda refleksidir diye örtmeye çalıştığın zulmün nedenini bilmemektir. Bir gaspçının, gerçek hak sahibi karşısındaki imha girişimine kimse haklı refleks diyemez. Osmanlının ve Cumhuriyetin yaptığı budur. Bunun için bin kez barış diye el uzatılmasına rağmen kirli savaşı zorlayan devlettir. Bu Osmanlıda da öyleydi .

Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)

Bu Osmanlı, en gelişmiş olduğu dönemde ise çok daha acımasız bir zorbalık devletiydi. Fatih dönemimi? Batı ile doğu arasındaki ticari yolları kitleyen, bölgemiz üzerine karanlık çağları açan İstanbul fethi mi olumlu dersin. Batının evrensel ölçekte atak yaparak Amerika’yı, Umut burnunun, Kafkas ticaret yollarını keşfedip reform ve rönesansa gidişi sağlayan değimli. Bizans’ı fethederken, geride kalan hiçbir aydınlanmacı aklı içselleştirecek bir kültürü olmayan barbarlığın, Bizans’ın birikimli beyinlerini İtalya’ya kaçışını sağlaması mı yeni bir çağın açılışı? Allah aşkına tarih bilgimi güldürme bu akşam.

Yavuz Sultan Selimi dersin, kardeş kanına giren, babasını bile katledip cenazesini taşıyan, Türkmen Şah İsmail’in öz be öz Türk halkından kuvvetlerini kılıçtan geçirmesi mi olumlu. Bu güne kadar belasından kurtulamadığımız mezhep çatışmasını ondan geriye kalan iyi miras. Hilafeti alıp, Arap gençlerini başka milletlerin zenginliklerini fethetmek, için vurucu güç kullanması mı dine hizmet: başka milletlerin emeklerini gasp etmek mi cihad. Dini körelten, insanlık dışı zulmün kaynağı haline getirin bu cihad mı Allah’ın emri, hak yolu?

Kahire’den, kılıç zoruyla toplanıp, İstanbul’u imar etmek için zorla getirilen Arabesk ustalarıyla (ağaç işi ustalıkları), mermer yataklarının yurdunda nereye kadar ustalık ve beceri geliştirilebilir ki. Bu mü kültür, bu mu insanlığa mesaj. İyi ki Ermeniden dönme Mimar Sinan olmuş. O da sadece Bizans’a rekabet adı altında aynı şeyi tekrardan öteye geçmemiştir. Yaptığı tüm camiler, kervan saraylar, Bizans’ın taklidinden ibarettir. Sinan ne teknolojik, ne mühendislik alanında bir nitelik atak yapmamıştır. Bizans’ta olanı iyi bir şekilde tekrar etmiştir. Bir icat becerememiştir. Neden dersen, çünkü yaşamın her alanında geleni kapsayan bir kültür olanağı taşımayan, çağdaşları akıl almaz teknik icatlarla tarihi ilerletirken kendisi karanlıkta kalmış bir imparatorluğun devşirme esiriydi de ondun.

Osmanlı kendinde olmayanı veremezdi. Cumhuriyette öyle. Kimse bizi kardeşlik türküleriyle uyutmasın. Biz haklı taleplerimizin nasıl alınacağına biz karar veririz. Bu bizim özgürlüğümüzdür, buna saygı istiyoruz. YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili aldığı Veto kararı nasıl ki, direnerek tersine döndüyse öyle. Çünkü bu ülkede uzattığımız tüm barış ellerin kırdınız, yasal siyasal nefes alanı bırakmadınız, bizi tek bir yola mahkum eden sizsiniz, kefareti ödemekte size ait. Buna rağmen, Anadolu’nun en kadim yerlileri olarak bu topraklarda size de yer vermekte bir sakınca görmüyoruz. Bu topraklar hepimizindir diyoruz bir tekimizin değil. Barış içinde bir arada, bölünmeden yaşama şansımız var, despotluğa devam etmeyiniz diyoruz. Dün Lozan’la kurtardınız, geride kalanları bu akılla Sevr bile kurtaramaz. Tarih sahibi olan, arkasında duranı olan hiçbir mazlum hakkı yok edememiştir, er ya da geç sahibine teslim etmiştir. Bunu bilin, aklı selim kuşaklara yol açın birlikte yaşayalım bu güzel vatan, birimizin değil, hepimizindir: kurucu eşitler olarak, tüm haklarımız kolektif kimliklerimizin açık beyan edildiği bir ortak demokratik anayasada huzur içinde yaşayalım.

Türk halkı tarihte yer alan tüm halklar gibi büyük bir halktır. Onurlu ve insani değerleri yüksek bir halktır: bu halka zulüm eden, değerlerini talan edip eriten onun başına musallat olan despotlardır. Bu halk benimde tüm Anadolu halklarının da umududur. Kürt halkı gibi o da özgürlük için omuz verecek, Arapları da diğerleri de bu sürece katılarak zafer kazanacaktır. Bir veba hastalığı olan Milliyetçilik zehrini hep birlikte, bu toprakların insanları olarak, ret edeceğiz. Yukarıdaki tüm sözlerim, Türk halkına da acımasız davranan karanlık akıllaradır.

Bu da benim son sözümdür.