HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

31 Ocak 2011 Pazartesi

"MISIR CANLANIYOR"

Mihrac Ural

31 Ocak 2011


Bu gün, bu satırları okuduğunuzda Mısır'da milyonların yürüyüşü başlamış olacak. Diktatörlük rejimini yıkmak için yapılacak son hamlelerden biri de budur.

Eskimiş, halkına karşı bir ihanet çemberi içine düşmüş Hüznü Mübarek rejimi, ABD ve İsrail kuklalığıyla, Mısır'a ve tarihine hançer darbesi indiren bir rejime dönüşmüştür. Mısır'ı ceset haline geteren bu rejime son vermek için milyonların yürüyüşü yeri göğü sallayarak halkın yaratıcı iradesini gösterecektir.

Bu bir yeniden doğuştur. Arap halkının tarihiyle uyumlu, insanlığa ışık saçan uygarlıklarının devamı olan insani mesajı küllerinin altında yeniden doğacaktır.

21. yüzyılda devrimlerin nasıl olması gerektiğine bir işaret olacak bu atılımda, ne lider ne de örgüt ihtiyacı olmadan, barışçıllığıyla, halkın özgün mücadelesiyle, ülke servetlerini bir iç savaşla heder etmeden, kurumlarını dağıtmadan, çağdaş iletişim araçlarının yaratıcı etkinlikleriyle küreselleşme çağının devrim derslerini verecek, dönüşümün gücünü gösterecektir; ne sınıfsal ne de inanç etkilerine mahkum olmadan, ideolojilerin kısır dayatmalarına, devleti ele geçirip kendi dar siyasal çıkarlarının egemenliğine tenezzül etmeden, halkın tüm kesimlerini içeren ve onların fiili müdahalesiyle demokrasi ve özgürlüğün ikame edilişini gerçekleştirecektir.

Bu gün bu satırları okuduğunuzda, Msır halkının kadim uygarlığından bir demet çiçekle geleceğe daha gerçekçi umutlarla bakma şansı yakalayacaksınız. Demokrasi umutlarımızı tüketen gerici rejimlerin, zamana yayılmış ölüm planlarının bir anda nasıl da halkın etkin girişimiyle kıralacağına tanık olacaksınız.

Bir dönemin tüm kurgularıyla bittiğini, yeni bir çağın, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilerek başaracağı dönüşüm adımlarının atıldığına tanıklık edeceksiniz.. Tunus halkının Yasemin Devrimiyle başlattığı süreci, adına yakışan bir büyüklükle Mısır halkının daha kapsamlı, daha etkin yaplanmasına şahit olacaksınız.

Bu devrimi sulandırmak için büyük çabalar var. ABD ve İsrail çılgınca girişimlerle halkın yükselişini kesmek istiyor; tarihte görülmemiş bir hızla hükümet kuruluşu, Cumhurbaşkanlığına yardımcı atamaları, açıklamalar, vaetlerin saat başı ilan edilişine tanık olmaktayız. Mısır elden çıkıyor kaygılar büyük korkular da.

Oysa halk bütün bu çabaların, sistemin bildik kirli oyunlarından başka bir şey olmadığını çok iyi biliyor. İstihbarattçı, İsrail–Amerikan gözdesi Ömer Süleyman'ın Cumhurbaşkan yardımcılığından, yumuşak geçişle Cumhur Başkanlığına hazırlanışını, hızla atanan yeni hükümetin eskinin bir devamı olarak yenilenme yapamayacağını tüm ayrıntılarıyla biliyor. Bunlara geçit yok diyor sistemle sistemin temsilcilerine bu ülkede artık yer yoktur diyor.

Mısır devrimi gerçek bir halk devirimidir. İlk etkileri iki kıtada hızla kendini gösterecek, tüm dengeleri alt üst edecek, ülkemiz açısından da hayati önemde etkileri olacak bir devrimdir. Demokrasi ve özgürlük ışığını yaymak için Mısır Arap halkı, tüm halkların ülkelerinde başarmayı amaçladıkları adımları bu devrimle atmaya çalışacaktır.

Bunu yürekten desteklemek, yanında olmak hepimize düşen bir sorumluluktur.

Bölgemize ve halklarımıza tecavüz etmek isteyen Emparyalist-Siyonist gaspçıların, Büyük Ortadoğu Projeleri (BOP) çöktükten sonra alacakları en büyük yara Mısır'da kukla rejimin düşmesiyle gerçekleşecektir. Böylece bölgenin emperyalizme ve siyonizme karşı direnen ülkeleri ve güçleri yeni bir dinamik kazanacaktır. Filistin davası kadar bölge halklarının haklı davaları da kazanmış olacaktır. Bu ülkemizi, Kürt halkını ve diğer halkları da yakından ilgilenderen bir gelişmedir. Bunu takip etmek ve desteklemek hepimizin tarihi görevidir. Tarih yazılırken bu bilinçle davranmak hepimiz için de bir şanstır.

Mısırlalar "ruhumuz geri dönüyor" diyorlar. Haklılar.

Ortadoğudan Afrika'ya etkilemediği ülke kalmayan dev Mısır, Enver Sedat'ın siyonistlerle girdiği Camp David Anlaşmasından (17 Eylül 1978) bu yana, üzerine ölü toprağı seripilmiş zar zor nefes alan bir ceset gibiydi.

Mısır, Hüsnü Mübarek'in akıl almaz politikalarıyla da ABD-İsrail'in kuklası konumuna girdi. Gazze halkı İsrail'in fosfor bombaları altında ölümleri yaşarken, en sıradan yaşamsal ilaç ve gıdaların girişine bile yasak koymaktan çekinmeyen onursuz bir ülke haline getirilmişti. Mısır, Irak savaşında, İsbrailin 2006'da Lübnan'a ve Gazze'ye (27 Aralık 2008) saldırdığı savaşta, açıkça Amerikan ve siyonistlerin yanında yer aldı, halkın katline onay veren bir ülke konumuna düştü. Lübnan'da da önü alnmayacak bir iç savaşın kışkırtıcı ülkesi olarak çirkin oyunlar oynuyorndu. Bütün bu oyunların başında da Ömer Süleyman yer alıyordu...

Mısır, Arap halkı tarafından "üm el dünya" olarak görülür. Dünyanın merkesi sayılır. 80 milyona yaklaşan nüfusuyla dev bir potansiyel. Bu ülkeyi ceset haline çevirenler, diktatörlükle, dış güçlere teslimiyetle ebede kadar hüküm süreceklerini sanıyorlardı. Veraset yoluyla da iktidarı babadan oğula devretmelerinin mükün olduğunu sanıyorlardı. Halka düşmanlık edenlerin hiç bir arzusu sonuna kadar onaylanmayacağının hesabını yapmadılar.

Arap halkı tarihte kültürel birikimleriyle, yaratıcı dinamikleriyle uygarlık ışıklarıyla insanlık ailesinin onurlu halklarından biridir. Bu halk, tarihinin her kesitinde direngen bir halk olduğunu göstermiştir. Roma'ya karşı savaşan kraliçe Zenubiyanın halkı da, Haçlılara karşı savaşan Selahittin Eyübi'nin ordularında Araplardı. Bu halk, Moğol istilalarına karşı da osmanlı istilalanıa karşı da dik durarak mücadele eden bir halktı.

20.Yüzyılın başında bu halk, ulusal özgürlük savaşı için yola koyuldu. İnsanlığa bu yöndeki ilk mesajları sundu.. Emparyalistlerin gadrine uğradı ve parçalandı; 22 devlet haline getirldi. Bu da ona bir dersti. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren de tek tek bağımsızlığını kazanarak, tarihin en kapsamlı ulusal kurtuluş mücadelesini Filistin de yüksetti. Arap ulusunun siyasal evrim tarihinde ifarz ettiği El Kaide gibi eksterm örgütleri de var. Ancak bu halk, davasının arkasında duran, Arap devletlerinin başaramadığını başaran, halkına dayanan kitlesel gücüyle yer yüzünün 4. Nükleer askeri gücü İsrail'e diz çökerten (12 Temmuz 2006 savaşı) Lübnan Hizbullah'ını da üreten bir halktı.

Mısır ruhunu yeniden kazanırken Arap halkıda 21.Yüzyılda okyanustan körfeze uzanan dev coğrafyası ve insan potansiyeli ve kültürel birikimleriyle, dış güçlerin kuklası olan diktatörlükler altında yaşamayacağı kararlılığını gösteriyor. Dün Tunus, bu gün mısır, yarın Yemen ve arkasının geleceğini iilan ediyor. Bu bir halkın yeniden uyanışıdır. Bu uyanıştı ne milliyetçilik ne sınıf ne de din sığılığı vardır.

Bu uyanış Küreselleşme çağının standartlarıyla uyumlu demokrasi ve özgürlük mücadelesinin kazanılma kaygısı taşımaktadır. Yeni bir uygarlığa bu yoldan geçilecektir. Başarılacak çok şey daha kalacaktır, ancak bin mil bu ilk adımla yürünmeye başlanacaktır.

Geç kalan ülkeler, bu devrimlerin ruhunu, barışçıl kaygılarını, lider sultasına ihtiyaç duymayan özgünlüğünü, özel bir örgütlülük kıskacı altına girmeden yarattığı etkinliği kavrama olanağını da kaybederse, ilkel çağların çatışmalarına sürüklenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu ise, tarafları kimsenin kazanmadığı kanlı bir sürece çekmektir, bataklığa saplamaktır.

Arap halkının, Tunus'ta, Mısır'da insanlığa sunduğu deneyimi, doğru kavramak ülkemiz gerçekliğine uyarlanması mümkün olan verilerini değerlendirmek hemipize düşen bir sorumluluktur.

HİZBULLAH BİR EVRİM SAFLAŞMASIDIR

Mihrac Ural
31 Ocak 2011

Hizbullah Kürt ulusal gerçeğinin evriminin siyasal saflaşma kapsamındaki ifrazatlarından biridir.


Bu gelişme yoktan var olmamıştır. Derin devletin sihirli değneğiyle de var olmamıştır. Derin devletin içine sızarak ve onu insanlık dışı bir cürüm şebekesi olarak yönlendirmesine rağmen gerçek, Hizbullah Kürt siyasal evriminin bir ürünüdür.


Mendelyev'in "peryodik sistem"inde yeri olmayan bir element nasıl ki yoksa, bir biçimde var olan her siyasal harekketin, ulusun siyasal saflaşmasında da bir yeri vardır.


Derin devlet bu ifrazata sızarak, onu bir cürüm şebekesi haline getirmiştir. Ne din öğretisi ne de insan olmanın algıları Hizbullahın yaptığını bir yere oturtabilir. Ancak böyle de olsa, Hizbullah evriminin belli bir kesitinde Kürt ulusunun ortaya koyacağı inanç eksenli siyasal örgütlenmesinin kaçınılmaz tecellilerinden biri olarak görülmelidir. Yoktan var edilmemiştir.


Çağdaş tüm ulusların evriminde bu türden yapılar doğmuştur; özellikle bölgemizde, bu tarihi kesitte inanç zemininde örgütlenmeler çok daha açık bir gerçek haline gelmiştir. Bu nedenle Hizbullah'ı tarihteki yerine oturtmak yerine, onun insanlık dışı cürümleri ve derin devletin bir kuklası olma yanıyla değerlendirmek yeterli olmayacaktır.


Her ulusal evrimde ortaya çıkma ihtimali yüksek olan bu tür örgütlerin bölgemizde siyasal ağırlıklarıyla farklı işlevler omuzladıklarına tanık olunmaktadır. Kürt Hizbullah'ıyla uzak yakın bir ilişkisi olmayan Filistinde HAMAS, CİHAT, Lübnan'da Hizbullah emperyalizme - siyonizme ve halkına her türden ihaneti, baskıyı yapan yönetimlere karşı geniş kitlesiyle mücadele etmektedir.


Kürt hizbullah bu yönelimi kazanabilir mi? Böylesi bir evrimi aşabilir mi? Dönüşüm sağlayarak ulusal özgürlük için omuz verebilir mi? Bağlı olduğu tek boyutlu milliyetçi din algısını temsil eden Cemaat ve lideri Fethullaha karşı duruş sergileyebilir mi? Bu çok güç. Ancak, buna rağmen inanç temelinde siyasal örgütlenme hattı her ulusun siyasal saflaşmasının bir gerçekliği olduğu tartışmasız doğrudur. Farklı isim ve etkinlikte de olsa bu var oluş kendini bir biçimde ifade edecektir.


Bu açıdan Hizbullah olayını bütünsel olarak kavramamız demokrasi ve özgürlük hedeflerimiz açısından önem taşıyor.



Hizbullah üzerine kaleme aldığım bu ikinci makalemin ana kaygısı da budur.



TEZ



Tezleri tez yapan, ortaya konulan soyutlamaların zaman ve mekan farklılıklarında geçerliliklerini korumaları ve tarihi açıklayabilmeleridir. Tezlerin parametreleri tarihi açıklayamazsa geçerlilikleri de olamaz.


Tarih milletlerin savaşının tarihidir denilebilir ya da sınıf mücadelelerinin tarihidir. Her iki yaklaşımda bir tezdir. Çünkü her iki yaklaşımda tarihi bu parametreyle açıklamaya çalışır; evrim teorisi ya da yaratılış teorisini de bu kapsamda sayabiliriz.


Makalemizin konusu tarihi açıklamak değildir. Ulusların evriminde siyasal saflaşmanın farklı siyasal renklerle bir bütün olduğu ve bu bütünün içinde dini siyasetin merkezine oturtan yaklaşımların olduğuyla ilgilidir.


Birbirinden oldukça farklılıkları olmasına karşın, Suudi-Arabistanlı El Kaide, Mısırlı Müslüman Kardeşler Örgütü, Lübnanlı Hizbullah, Filistinli HAMAS ve CİHAD örgütü gibi Kürtlerin Hizbullahı, dini zeminde ortaya çıkan bir siyasal örgüttür.


Kürt hizbullahla ilgili yapacağım soyutlama El kaide örneğiyle başlayacak. Bunu kısaca irdeleyip aynı soyutlamaların Hizbullah için de geçerli olduğun göstermeye çalışacağım. Kürt Hizbullah daha çok El Kaide'ye benzer. Her ikisi de içine derin devletin, istihbarat örgütlerinin sızdığı bir cürüm örgütüdür. Ancak öyle olsalar da her iki örgütün de tarihte kapsadıkları yer ve ulusal siyasal evrimin bir ifrazatı olmaları onları incelenmeye ve sosyolojik olarak toplumda bir yerleri olduğunu göstermeye yeterlidir.


Var olma etkinliği gösteren her siyasal örgütlenme, ilgili olduğu toplumun siyasal evrimini ifade eder. Bunun itici dinamiği o ulusun içindendir. Dış etkiler, sızmalar, eylemler ve yönelimleri ise hangi etkiler altında olursa olsun bu gerçeği değiştirmez.


Kürt Hizbullah'ı da böylesi bir gerçekliğin verileriyle ele almak gereklidir. Yoktan var edilen değil, toplum yasalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak var olan bir fenomendir.



EL KAİDE



El Kaide bir cümürm şebekesidir. Terörün bulunabilecek en iyi tanımını El kaide'de bulmak mümkün. Made in USA olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Bir taşeron şebekesi dersek de yanlış olmaz. Soğuk savaş bakiyesi, Sovyetleri kuşatmak üzere ön görülmüş NATO'nun "Yeşil Kuşak" projesinin bir unsuru. İşi bitince de ötelenen, uzak durulan hatta yok edilmek istenen bir terör şebekesidir.


Bu tanımlamalara eklenecek onlarca vasıf daha bulunabilir. Ancak bütün bunlar El Kaidenin gerçek olduğu, etkin ve kökleri kendi kültür çevresi içinde kitlesel olduğu gerçeğini değiştirmez. El Kaide gericiliği, inancı siyasi amaçlara alet eden ilkellikle müptela olsa da, Arap toplumunun bağrından çıkmış bir örgüttür ve aynı zamanda Arap toplumunun saflaşma düzlemlerinden birini de temsil etmektedir.


Demek istediğim şu; hiç bir dış güç, hiç bir dış dinamik, hiç bir yerde ve hiç bir olguyu yoktan var edemez. Dış güç, olgunluğunun belli bir birikim düzleminde bu olguların var olmasını tetikleyebilir, destekleyip hızlandırabilir, kendi çıkarları için kullanabilir, ancak koşulları yoksa, zamanı ve mekanı uygun değilse yaratamaz. El Kaide, Arap halkının siyasal saflaşmasının belli bir olgunluk düzleminde dış desteğin etkin itimiyle var edilmiş bir cürüm şebekesi olarak, bu halkın gericilik kapsamanda alması gereken yeri almıştır. Bundan sonrasının ABD karşıtı olması ya da onun bir kuklası olarak devam edip etmemesi farklı bir gerçeklikle ilgilidir. El Kaide bir gerçektir ve toplumda kendine ait bir yerde, rolünü tarihe karşı, talibancı ilkeliğin yanında, biat kültürüyle oynamaktadır.


El Kaide, soğuk Savaşın bitimiyle kendini yenileyemedi. Kukla bir örgüt olarak yoluna devam etti, Arap halklarının yanında yer alamadı. Filistin davasına hiç bir zaman destek tutumu almadı, Filistinli direnme örgütlerini bile İran’a yakın olmakla suçlayıp Siyonist eğilimlere prim verdi, İsrail’in ağır katliamları karşısında bir basın açıklaması bile yapmadı, bu günlerde ise Mısır devrimi hızla sonuç almaya giderken dahi bir tutum ortaya koymadı. Tunus devrimiyle ilgili tek kelime söylemedi. Bu da bu güçlerin demokrasi ve özgürlük alanında yerleri olmadığının bir göstergesidir. Mısır'da Müslüman Kardeşler Örgütü, kitlesel karakterine, siyonizme karşı olduğu iddialarına karşın, Mısır devriminin ilk günlerinde gösterilerle ilgisinin olmadığını açıklayarak gösterdiği korkaklığı, bu günlerde 28 Ocak 2011 sonrası, halkın yoğunlaşan direnişine katılmaktan başka çare bulamayarak kıpırdanmaya başladığı izlenmektedir.


Bölgemizde, İslam inancı temelinde siyasi eğilimin bir çok farklı düzlemi olduğunu gösteren örnekler bulunuyor. Her birinin ülke ulus ve tarihi farklılıklardan kaynaklanın konumlanışı olduğunu teslim etmeliyiz. Ancak tümü bir gerçektir ve bulunulan alanın siyasal saflaşmalarının ürünüdür. Yoktan var edilmemiştir.




KÜRT HİZBULLAH (Hizbul kontra)



Kürt Hızbullah'ı için aynı soyutlamayla yaklaşacağım. Bu örgüt Kürt halkının gelişiminin siyasal evrim sürecinin belli bir aşamasının ürünüdür.


Hizbullah'ın siyasal tarihi, ülke genelinin ortak örgütlenmesi gibi bir süreç içinde gelişmiştir. Önceki makalemde, belirttim; Osmanlıdan cumhuriyete geçişle başlayan bir sürecin, II. dünya savaşı ve sonrası, NATO'nun Anti-Sovyet planları, "Yeşil Kuşak" (Sovyetlerin İslamik terör örgütlyeri ve yönetimleriyle kuşatılması), Fethullah Güle'nin aktif öncülük ettiği Anti-Komünizm dernekleri Hizbullah'ının doğduğu rahimdir. Siyasal algı açısından bu rahim, Kürt coğrafyasında ve Kürt insanlarıyla organize olup fiili sürece katılmıştır. Düşünsel tarihiyle, fiziki tarihinin çelişkileri ise açıktır.


Kürt ulusu tarih sahnesine çağdaş bir ulus olarak çıkarken saflaşması kaçınılmazdı. Bu belirti bile başlı başına bu insan topluluğunun bir modern ulus olduğunun verisini ifade eder. Bir ulusal evrim sürecinin olgunluk evresinde farklı siyasal saflaşmaya sahip olması ve her safın boşluklarını beli bir yönelimdeki örgütlenmenin kapsaması, evrim sürecinin doğal bir yanıdır. Bu güce kimin sızıp yönlendirdiği, kimin desteklediği, kimin kışkırttığı ve saldırttığının önemi ayrı bir konudur. Hizbullahın varoluşu tamamıyla Kürt ulusunun evrimiyle ilgilidir ve gerçektir. Sihirli değneklerin işi değildir.


Teşbihte hata olmaz diyerek, siyasal saflaşmanın kaçınılmaz konumlanışını, Mendelyev'in "Peryodik Sistemle" örnekleyeceği.


Mendelyev doğada tüm elementleri kapsayan bir Peryodik tablo oluşturdu. Üstelik bunu tüm elementler bulunmamışken yaptı. Henüz keşfedilmemiş elementlerin konumlanacağı yerleri de boş bıraktı. Bilim adamlarının mutlak bir kesinlikle kanıtladıkları gibi, Peryodik Sistemde yeri olmayan bir element yoktu. Bilim adamları fizik ve matamatiksel yöntemlere baş vurarak "elektronların çekirdeğin (Atom bn.) çevresinde tıpkı güneşin etrafındaki gezegenler gibi belirli yörüngelerde döndüğünü fark ettiler. Her yörüngede sınırlı sayıda elektron dolaştığını, tüm elektron kabuklarının kapasitesinin sonlu olduğunu belirlediler. Bunu da kendi fizik simgeleriyle K, L, M, N, O,P ve Q harfleriyle tanımladılar. 1. Kabuk olan K yörüngesinde 2 elektron, L'de 8, M'de 18, N'de 32, O'da 50, P'de 72 elektron yer alır diyerek de tüm elementlerin peryodik tablodaki yerlerini, sonradan keşfedilseler bile bulacaklarını gösterdiler. (L. Vlasov, D. Trifonov, "107 Kimya Öyküsü" TÜBİTAK yayınları s: 16)


Bu müthiş keşif yapıldığında, yeryüzünün tüm elementleri bilinmiyordu. Ama bilinmeyenlerin yeri bilinmişti ve onlara da Peryodik çizelgede yer hazırlanmıştı.


Bu doğal verilerin tasnifinde kullanılan yöntemi soyutlayarak bir ulusun siyasal evriminde olası eğilimlerin neler olabileceğini kestirmek zor değildir. Bu yöntem, bir ölçüye kadar, her ulusun siyasal yelpazesi içinde aynıyla geçerlidir demek yanlış değildir.


Her ulusun siyasal saflaşmasına ait sol siyasal algıları, sağ, liberal, gerici, ilerici gibi siyasal saflaşma unsurlarını belirlersek, önceden isimleri bilinmese de siyasal konumları gereği siyasal Peryot çizelgesinde yerlerini tespit etmek mümkündür. Bu nedenle, Hizbullah adıyla ya da bir başka adla bu algının çizelgedeki yeri belirlenebilir. Bunu Mit'in keşfetmiş olması ve kullanmak amacıyla ortaya salması gerçek olsa da bu gerçek Hizbullah'ın varoluş gerçekliğinin bir sonucu, bir uzantısı olacaktır. Tıpkı itirafçıların olduğu bir yerde JİTEM'in itirafçılardan örgüt kurması gibi ( bizimde saflarımızda bir itirafçı ve MİT ajanının bu güne kadar bir polis organizesi olarak çalışmaları gibi).

Siyasal "Peryodik Çizelge"deki her siyasi algının yeri bellidir, gelip oradaki yerini alması kaçınılmazdır.


Bu nedenle Kürt Hizbullah'ı, bir cürüm şebekesi olsa da kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçektir. Bu algı bu gün Hizbullah adıyla yarın bir başka adla da olsa kendi evrimini sürdürecek ve toplumdaki siyasal saflaşmada herkes için belli olan yerini alacaktır. Bu türden siyasal algı, Hizbullah adlı örgüt çatısı altında doğuşunun ilk adımında, insanlık dışı eylemlerle iç içe geçmiş olsa da durum budur.


Bu gün sözcülerinin de açıklamalarından anlaşılıyor ki, ülkenin siyasi arenasında bağımsız adaylarla seçimlere katılabilecekleri, siyasi parti kurabilecekleri gözlenmektedir. Bu, yine sözcülerinden anlaşıldığı kadarıyla, Kürtlerin diğer siyasal örgütleriyle bir ittifaka dayalı olabileceği ve böylece, Türk nurcularına ve AKP'ye emanet olarak verdikleri oyları kendilerinin değerlendireceğini göstermektedir.


Bu yaklaşım, Kürt Hizbulah'ının bir kopuşa, tarihiyle yüzleşmeye yönelebileceğine bir işaret sayılabilir. Bu adımı binlerce adım izlemeksizin, Kürt özgürlüğü karşısındaki tutumu açık olarak belirlemeksizin bir aldatmadan öteye anlamı olamaz. On yılların derin devlet kuklaları, katilleri, insanlık dışı eylemlerin planlayıcı ve uygulayıcılarının bir anda değişime yönelmesi güçtür.
El Kaide örneği bu konuda çok aydınlatıcıdır; ABD kuklaları, ABD'ye karşı oldular (mı), ancak yeni süreçte bir karanlık terör örgütü olmayı aşamadı, bölge ve dünya halklarının yararını bir tek siyasi duruşu olmadı. Buna rağmen, Kürt Hizbullah'ı sorunu birinci derecede Kürt halkını sorunudur. Kürt halkı ve özgürlük mücadelesinin siyasal etkinlikleri, sivil toplum kuruluşları bu örgüt hakkında kendi kararlarını kendileri verecektir. Gerisi, bizlerin bu karara saygı göstermesi ve bu kararı referans almasını gerektirecektir.





HİZBULLAH JİTEM'in YÖNLENDİRDİĞİ KÜRT İFRAZATIDIR.




Hizbullah üzerine çok şey yazıldı. Bunları tekrar etmeyeceğim ama okurlarımın bilmesi gereken kimi bilgileri, okuduğum bir kitaptan özetle aktarmaya çalışacağım. Kitabın yazarı tarafsız değil, Fethullahçı Cemaatı aklama çabasındadır. Hanefi Avcı'ya da Ergenekon’a da "karşı" olduğunu söylüyor. Yazar Mehmet Baransu. Kitabı da Kasım 2010'da yayınlanan "MÖSYÖ Hanefi Avcının yazmadıkları" başlığını taşıyor.



Kitapta en önemli aktarım, Hizbullahla ilgili belgedir. JİTEM kurucusu Albay Arif Doğan'ın, deşifre edilmiş ses bantlarında Hanefi Avcı'nın Hizbullahla ilişkisini de anlatan aktarımda şunları okuyoruz;


"Tuncay Güney'de ele geçirilen Ergenekon Analiz Dökümanlarında 'Terör gruplarının kontrol altında tutulması gerektiği, gereğinde 'NAYLON TERÖR GRUPLARI' oluşturularak terör dünyasına yön verilmesi' gerektiği belirtiliyordu. Tıpkı Hanefi Avcı ve Arif doğan'ın kurduğu Hizbullah gibi" ( Age. s:381-382)


Bu cümleler, derin devletin mantığını yansıtıyor. Cumhuriyetteki Osmanlının ortaçağlardan günümüze getirdiği imha etme, "katli vaciptir" algısı da tas tamam budur.


Hizbullah'ın kuruluşuyla ilgili ise şunları okuyoruz; "(Hanefi) Avcı, kuruluş aşamasından itisaren Hizbullahın içerisinde. Avcı iyi bir istihbaratçı. JİTEM'e transfer ettik. Oparatif olarak JİTEM'e geçti. Çatışmaya falan giriyorduk. Arşivde vardır. Asker cephede aleni savaşır. Biz gizli savaşıyoruz. Yawkontrhizbul olarak kuruldu. PKK'ya karşı. Hüseyin Velidoğlu'ydu başındaki. Hisbullahı biz kurduk. Hizbullah değildi onun adı. Konthizbul'du. Sonra Hizbullaha dönüştü." (Age. s:380)


Ses bandındaki bu iddia ve sahibi tarafından kabulü, Hanefi Avcı'nın ağzından röportajlarda şöyle dile geliyordu "Gardaş o dönümde devlet PKK muhalifi her harekete yakın oldu" ( Aktaran, M. Baransu, Age, s: 128) Buradan da anlıyoruz ki Hizbullah var olan bir örgüt ve bu örgütün içine sızılmış, desteklenmiş ve yön verilerek istedikleri raya oturtulmuştur.


Hizbullah adı, Doğu Perinçekçi 2000'e doğru dergisinin 16 Şubat 1992 tarihli "Hizbullah Çevik kuvvet Merkezinde Eğitiliyor" başlıklı yayını üzerine, derginin Diyarbakır temsilcisi Halit Güngen'in katledilmesiyle gündeme gelir. Satırlarla, domuz bağlarıyla, mezar evleriyle, kolu, başı kesik ceset mezarlıklarıyla ünlenen Hizbullah'ın ayrıca hedefi olarak belirlediği bir de meşhur ölüm listesi var. 138 kişinin adı yer alıyor ve tümü PKK'nin bilinen aktif kadro ve yandaşlarıdır.


Hizbullahın başındaki Hüseyin Velioğlu, MİT tarafından özel korunan, düştüğü her olaydan tereyağından kıl çeker gibi çekilip temize çıkarılan bir MİT ajanıydı. Velioğlu, silahlı mücadeleyi tercih etmesiyle örgütün bölünmesi gündeme geldi. Menzil Grubu İslam’ı silahsız yayma yanlısıydı. Velioğlu bu ayrılıkta Menzil grubunu askeri olarak tasfiye edip süreci kendi grubuyla kontrol edecek güce getirildi. Bunun derin devletin yardımıyla da sonuna kadar götürdü.


Hizbullah, Velioğulu önderliğinde 138 kişilik ölüm listesinin 132 kişisini infaz etti. Tam bir kanlı kıyım ve ölüm denklemi bu sörecin temel işlevi olarak, devletin bilgisi içinde devam etti. Hanefi Avcı'nın 31 Aralık 1984'den 10 Nisan 1992'ye kadar Diyarbakır İstihbarat Şube müdürlüğü görevinde bulunduğu süre içinde, "Yeşil" denilen kişinin kuryeliğiyle Hizbullah yönlendirildi.


Basına yansıyan bilgilerden de ortaya çıktığı gibi, Hanefi Avcı JİTEM içinde itirafçılardan oluşan bir ekiple "Hizbullah'ın bölge çalışmalarına yardımcı olduğu" bilinmektedir.


JİTEM çatsı altında yer alan PKK itirafçılarından oluşan örgütün en önemli elamanlarından biri olan Suriye, Kamışlı 1965 doğumlu, gerçek adı Hacı Hasan olan, İbrahim Babat'ın açıklamaları ise çok daha dehşet vericidir.

Suriye ve Türkiye'de JİTEM talimatıyla akıl almaz kirli işlere ve katliamlara yönelen bu çevre Cem Ersever'den, Nanefi Avcı'ya kadar eli kirli ve kanlı olmayan bir istihbaratçının olmadığını gösteren ihbar raporları bulunmaktadır. Başbakanlığa da ulaşan bu ihbarlar her zaman sümen altı edilmiştir. Bu süreç JİTEM açısından olduğu kadar Hizbullah açısından da aynıyla sürmüştür. Bu kanlı süreci özetle şu cümleler anlatmaya yeterlidir; "Diyarb.akır ve çevresinde PKK'yla ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz herkesi infaz yetkimiz vardı" ( İbrahim Babat'tan Aktaran M. Baransu Age. S: 96)




HUKUK ALGISI


Hizbullah ve hukuk konusu ise başlı başına ayrı bir konudur.


Kendi adıma adalet herkese gereklidir diyeceğim.


Hukuk bunun için vardır. Bir yasa herkese işit bir adalet dağıtmadığı zaman bunun adı diktatörlük olur, keyfilik ve zulüm olur. Yasa, her insan için eşit uygulanmalıdır. Kimin yararına olacaksa olsun hukuk böylesi bir adalet ölçüsü içinde yaşamda vicdani onay bulur. Aksi takdirde, bu gün ülkemizdeki kirli adaletin şüpheli yargılarına gelmiş dayanmış oluruz.


Yasaların halkın yararına ve özgürlüklerin alanını genişletilmesine uyumlu olması için mücadele edilirken, yasa karşısında herkesin eşit olması, demokrasi ve özgürlük taraftarlarının önemle dikkat edecekleri bir husus olmalıdır. Gerici yasalara karşı mücadelenin inandırıcılığı da buna bağlıdır. Dolaysıyla, Hizubullahçıların da serbest kaldıkları yasaların olmasını anormal olarak görmemek gerek. Bu konudaki sorun bir başka yerde ve bir başka zeminin çözüm bekleyen sorunları arasında aranmalıdır. Ancak çıkan bir yasa herkese eşit uygulanıyorsa ve bundan aynı anda hasımlarımız bile yararlanıyorsa yasanın ikircimli uygulanmasını asla talep edemeyiz.


Ceza yasasında yapılan tadilatla 10 yıldır tutuklu olup hüküm giymemiş bir insanın tutukluluk halinin son bulacağı karara bağlanmıştır. Bu yasayı olumlu ya da olumsuz yanlarıyla eleştirmek bir demokratik haktır. Bu eleştirileri yasa onaylandıktan sonrada yapmak haktır. Ancak yasa uygulanırken şuculara ayrı, buculara ayrı uygulanmalıdır diye bir talep olamaz.


Hizbullah liderleri bu yasadan faydalanarak tahliye oldular. Davaları, uzun yıllar Yargıtay’da incelenmeyi beklemişti. Bu beklemeyle yapılan adaletsizlik, adalet adına öncelikle teslim edilmelidir. 12 Eylül rejiminin davalarımıza karşı gösterdiği ölümcül uzatmalar unutmamak gerek. Bu zulüm kime yapılırsa yapılsın karşı çıkma iradesi göstermek gerek, demokratlık budur.


Şimdi de bir başka adaletsizlik sergilendi., mahalle baskısı ve medya demagojileri altında, Yargıtay Hizbullah davası bir günde incelenip onaylandı. Bu bir suçtur. Kime yapılırsa yapılsın. Bu bir zulümdür; insanlık suçu işlemiş olan Hizbullah'in eli kanlı mücrimlerine adaletsizlik yapılması adalet olamaz.


Bu satırların yazarı, Hizbullah'ın her konumlanışıyla hasımdır ve öyle devam edecektir. Ancak hasımlarıma yapılacak bir adaletsizliğe karşı durmayı da demokrasi algımın sorumluluğu olarak görürüm.


Bir hukuk algısından ve duruşundan söz ediyorum. Yargının adil olmasından, hukukun herkese eşit uygulanmasından söz ediyorum. Siyasi iktidarların oyuncağı olan bir hukuk, sadece zulüm üretir, kirlilik yaratır vicdanlardan da asla onay bulmaz.


Hizbullah konusundan ortaya çıkan sonuç, devletin bu tür siyasi yapıları bir dönem kullanıp ötelediği ve sonra çıkarlarına göre baskı altına aldığı hatta katletmeyi bile ihmal etmediğini gösteriyor. Yargısı bu ölçüde kirli bir devletin yasaları uygularken kendi kurallarına bile sadık kalmaması karşısında sesiz kalınmayacağını düşünüyorum.


Bu nedenle kim olursa olsunlar hukuk herkese lazımdır ilkesine bağlı kalmak gerek. Adaleti eşitlik esasına dayalı savunmak gereklidir. Bu Hizbullahçılarla en çetin savaş hali içinde olsak da..


Hizbullah'ın geleceği ne olur, bu çok açık değil. Ancak Hizbullahta dile gelen siyasal algı, saflaşmanın bir tarafıdır. Farklı isimler taşısa da yoluna devem edecektir.

Cumhuriyet dönemini düşünelim, gerici hareketlerin çabalarını ve ısrarını, 1929 krizi ardından gelen girişimleri ve gerilemelerini, II. dünya savaşı sonrası kendilerini NATO'nun yeryüzünü kaplayan ahtapot kollarından biri olarak konumlandırmalarını düşünelim. Sovyetlere karşı komünizmle mücadele dernekleri ve bunun uzantısı olarak soğuk savaş döneminin "Yeşil kuşak" militanları olarak istihdam edilmelerini düşünelim. Kürt Hizbullah'ı bu ray üzerinde Nurcu Cemaatin Fethullahçı hattında ulusal ayrışmanın bir ürünü olarak doğuşunu göz önüne getirelim. Adının ortaya çıkışından yıllar öncesi oluşan bu çevre, Kürt ulusal olgunluğunun bir ifrazatı olarak var olmuştur.


Kürt Nurcular Hizbullah’ın temel kadrolarıdır. Yoksulluk içindeki Kürt gençlerine sıcak bir yuva gibi örtü sağlayan Nurcu çevreler, egemen ulus tek boyutlu milliyetçiliğine battıkça, onlar da Kürt ulusal etkileri altında farklılaşma, ayrışma, kendilerine özgü yeniden yapılanma sürecine girmiştir.


JİTEM bu oluşuma sızdı, Kürt özgürlük hareketinin önünü kesmek için de kullandı, destek verdi, yön verdi. Hizbullah derin devletin Kürt halkına karşı savaşında taraf oldu kendi halkına karşı savaştı ölüm denklemlerine yöneldi. Bu savaş er yada geç ortaya çıkacak olsa da erken doğuma JİTEM yol açtı demek yanlış değildir.


İlk adıyla Hizbul-kontra, PKK karşısında bir maşa olarak konumlandırıldı. Ancak bu maşa konumu onun var olduğu gerçeğini örtmüyor.
Hizbullah, bundan sonra kirli tarihiyle yüzleşme ihtimali dahil bir çok ihtimalle yüz yüze kalabilir. Ya ulusal kurtuluşun bir rengi olarak yerini belirleyecek ki bu çok zor gibi görülüyor ya da El Kaide gibi kirli eylemlerine her kese karşı bir cihat olarak devam edecektir.

Hizbullah, son tahliyelerle bir kez daha boy hedefi oldu. Hizbullah’ı yönlendiren Ergenekoncular zindanlarda, yeni derin devlet ise tek boyutlu milliyetçiliğin sultası altında Cemaatin yönlendirmesindedir. Kürt Hizbullah bir anda kendini açıkta buldu. Sahipsiz kaldı. Bunu bu gün bir kez daha görmüş oldu. PKK'ye karşı savaşının yanlış olduğunu, kendine indirilmiş bir hançer olduğunu da bilmiş olması gerek.

Bu gün Hizbullah, bir yandan devletin şüpheli kontrolü, diğer yandan özgürlük hareketinin kıskacı altında konumunu belirleme çabasında olacaktır. Bu baskıya ne kadar dayanır ne ölçüde devlete karşı kararlı bir duruş sergilemeye yönelir belli değil. Bu bir ölçüde özgürlük hareketinin etkisi ve kapsayıcılığıyla da ilgili olacaktır. En azından tarafsızlaştırılmaları için bir planın geliştirilmesi gerektiğine inanıyorum. İslam inancının Kürt halkı indindeki yoğunluğu da göz önüne alınarak, konuyla ilgili düşüncelerin üretilmesi bu günden yapılmalıdır derim.


Hizbullah yerel kalmadıkça, kendi ulusunun içinde yer arayıp bulamadıkça, dün JİTEM'in bu gün bir başka dış gücün kuklası olmaya makum kalacaktır. Her iki halde de bir taşeron olacaktır.


Dinin siyasetteki tarihi başarısızlığını burada anlatmayacağım. Tarihinin hiç bir kesitinde hiç bir farklılığı birleştirememiş dine dayanarak siyaset yapmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri de bir tarafa yamanmaktır, kukla olmaktır. Her yerde aynı sonuçlara tanık olduk. Filistin, Tunus mısır bunun en son örnekleri. İnançlı Kürtler siyasette kendilerini en iyi şekilde en demokrat ve en özgür siyasal tercihlerde temsil etmelidir.


Dini siyasete alet eden örgütler hiç bir zaman haklı taleplerin arkasında sonuna kadar duramaz. Biat kültürü egemeni biatla başlar onun sınırlarında da son bulur. Hizbullah gibilerini bekleyen de bundan başka bir şey değildir.
Kürt halkı tüm siyasal renkleriyle tarih sahnesinde yer alırken, isimler bir yana, mutlaka inanç temelinde siyaset yürüten örgütlenmeleri de üretecektir. Bu örgütlere karşı tutum, Kürt halkının haklı davası yanında yer alıp almadıklarıyla belirlenecektir. Bunuda yakından gözlemlenmesi bu ülkede hepimize ait bir yükümlülüktür.

ÇOCUKTAN KATİL ÜRETEN TARİH

Hasip Yiğitoğlu
31 Ocak 2011


Tarihsel düşünebilmek için geçmişi iyi bilmek lazım.

Ayrıca , tarihsel düşünce algısı oluşmadan evrensel,sosyal,entelektüel maddi bir kültür üretilemez.Bu anlamda yaşam enerjisi hep boşa akacaktır.

Boşa akan yaşam enerjisinin, yönü , etkileri belirsizlik içerdiğinden dolayı da hep zarar verici olacaktır.

Bu durum Türkiye insanı açısından nasıl bir toplumsal anlam ortaya çıkarmıştır,bir göz atalım.

Ancak durumun daha iyi anlaşılması yönünden, kendimize sormamız gereken birkaç soruyu hatırlatmak istiyorum.

Acaba , geçmişimizi ne kadar biliyoruz !

Evrensel , sosyal , entelektüel maddi bir kültür üretebildik mi !

Hangi tarih algısına göre kararlarımızı aldık !

Tercihlerimizi neye göre yaptık !

Nereden geldiğimizi biliyor muyuz !

Yerleşik miyiz, yoksa istilacı mıyız !

Üretici miyiz , gaspçı mıyız !

En can alıcı,en önemli ve en temel soru,neden birbirimizi sevmiyor,anlayamıyor,dinlemiyoruz !

Bir izahı var elbette.

Bir değil,bin yaşanmışlığımıza rağmen,kanlı tarihin beslendiği ön yargılarla birbirimizi kırıp döktük.

Hrant Dink i böyle öldürmedik mi!

Hrant Dink in,kim olduğunu,nereli olduğunu,yerlimi,istilacımı,tarihsel algısını anlamadan,öldürülmesi için verilen kararda söylemlerimizin propaganda malzemesi olmasına neden olmadık mı !

Halbuki,Hrant Dink yaşam enerjisini tarihsel düşünceye,sevgi,hoşgörü ve adil paylaşım kültürü için adamış gerçek bir demokrattı,barış severdi.

Ermeni yi sevdiği kadar Türk ü,Kürd ü,Laz ı,Arap ı,diğerlerini ve herkesi sevmiştir.

Çünkü,Hrant Dink,insan ve toplumsallık yönünden yaşadığı coğrafyanın trajedik geçmişini çok iyi biliyordu.Tarihin en kanlı katliamlarının bu coğrafya da yaşandığını da ve halen devam ettiğini de.

Bu anlamda, tarihsel algısını bir sorumluluk içinde cesur öz benliği ile ifade etmekten hiçbir zaman imtina etmemiştir.

Hrant Dink e saldırırken, linç ederken, zehirlerimizi akıtırken, katillere davetiye çıkarttığımızın yanında, kendimizi ölüm denklemlerinin birer figürü haline geleceğimizi akıl edemedik maalesef.

Hrant dink i anlayacağımız yerde , ruhu savaşçı,istilacı, ötekileştirici,zalim ve acımazsız tarihe inandık.

Çocuktan katil üreten tarih zihninin akıl tutsaklığı, kölesi olmadık mı !

Yalnız Hrant Dink i mi öldürdük !

Uğur Mumcuyu, on sekiz yıl önce öldürmedik mi!

Onbinlerce Hrant Dink,Uğur Mumcu,Gaffar Okan öldürüldü bu ülkede.

Üç maymunlar oynanıyor.

MHP li Gün Sazak ın, kimler tarafından niçin öldürüldüğünü anlamamıza, Balyoz Darbesi iddianamesi ciddi ip uçları vermiyor mu !

Karmaşa , kaos, anarşi yaratılarak, cinayetler işlenerek Osmanlıdan devr alınan öldürme geleneği,cumhuriyete rağmen tüm hızıyla devam etmiyor mu !

Tarih bilincimizi tazeleyecek olursak; Osmanlının saray entrikalarına ve işlenen kardeş,çocuk, ibret verici cinayetlerin işlendiğini rahatlıkla görebilmekteyiz.

Belki de, geçmişimizi iyi inceleyebilseydik,tarihimizi iyi öğrenebilseydik,sorgulayıp anlayabilseydik ,on binlerce Hrant Dink lerin,Uğur Mumcuların öldürülmesini önleyebilirdik.

Belki bu ölüm denklemlerini bozarak kendimizi ve çocuklarımızı ölüm figürü olmaktan kurtarabilirdik.

Hrant Dink inlerin, uğur Mumcu ların katilleri,hep bahsettiğimiz,bilmekten imtina ettiğimiz,katil çocuk üreten kirli zihin kurgulu tarihin ruhunda olduğunun anlaşılmayan bir tarafı kalmış mı dır acaba !

Bu gerçek, Hrant Dink i öldüren katil Ogün Samast ın itiraflarında açıkça ortadadır;*Yakalanmasaydım öldürülecektim* demesinden, bu durumu daha net ifade edecek bir kanıt olabilir mi !

Gelmiş geçmiş tüm siyasi iradeler,her hükümet,hangi siyasi parti olursa olsun,bu zihnin devamı için kurgulanmış teoremlerden başka olmadıklarının anlaşılmayan yanları kalmamıştır.

Bu gerçek,siyasi iradenin başı,yani başbakanın faili meçhul cinayetlerle ilgili *faili meçhul cinayetler bizim dönemimizde işlenmedi,bundan dolayı da meclis araştırma komüsyonuna ihtiyaç yoktur*anlamındaki tavrından anlaşılmıyor mu !

Bu tarih mutlaka sorgulanmalıdır.

Bu sürecin devamı,iç savaşa,darbelere açık davetten başka değildir.Bu durum ise Toplumsal intiharın kanallarını açmak olacaktır.

30 Ocak 2011 Pazar

ÖZGÜRLÜK, EĞİTİM VE TÜRKİYE

Mustafa Köse
31 Ocak 2011
Mkose1955@hotmail.com

Liberal düşünce topluluğu (LDT) 22-23 Ocak 2011 tarihinde Antakya da toplandı. Öğretmen evinde gerçekleşen toplantının gündemi, Özgürlük Eğitim ve Türkiye konusuydu.

LDT yönetim kurulu başkanı Doç. Dr. Bican Şahin. Kırıkkale üniversitesinden öğretim görevlisi Bilal Canatan.Hitit üniversitesinden Yrd. Doç. Hasan Yücel Başdemir. Siyaset bilimcisi Dr. Murat Yılmaz. Özgür Eğitim Sen Genel Yönetim Kurulu üyesi Ufuk Coşkun. Zengin ve faydalı sunumlar yaptılar. İnsan Hakları ve Hukuk Devleti, Din ve Vicdan Özgürlüğü, Serbest Piyasa Ekonomisi ve Özgürlük, Sivil Toplum ve Eğitim, Liberal Demokrasi ve Türkiye, ile Türkiye de Eğitim Sorunları iki gün boyunca tartışıldı.

Bu toplantının bir başka özelliği vardı, o da davetlilerin farklı düşünce geleneğinden gelmiş olmasıdır. Ayrıca, Alevi- Sünni- Kürt- Hıristiyan- Süryani- Ermeni ve Yezidi vatandaşlardan oluşmasıdır. Bu farklar gündeme ayrı bir zenginlik kattı.

Konular özgür ve rahat bir ortamda konuşuldu. İnsanlar bir birini dinledi. Konuşmaları herkes merak etti. Karşılıklı saygı, ortama ayrı bir güzellik kattı. Zaman sıkıcı geçmedi. Üretkenlik arttı. Kendi Adıma keyif aldığımı söyleyebilirim.

Son birkaç yıldır böylesi etkinlikler oluyor. Ülkemizin her yerinde benzer çalışmalar yapılmaktadır. Vesayet rejiminden rahatsız olan, çağdaş bir demokrasi talebinde bulunan kesimler bir araya geliyor ülke kaderiyle ilgileniyorlar. Bu çalışmaları ben çok önemsiyorum elimden gelen desteği sağlıyorum.

Bu tür girişimler iki açıdan önemsiyorum. Birincisi, ülke gündemini yakından ilgilendiren konular seçiliyor. Diğeri ise, bu konulara duyarlılık gösteren kesimlerin belli bir ideolojiye ait olmamasıdır. Bu çalışmalarda her kesimden insanların katılmasıdır. Hatta daha çok ‘’mütedeyyin ve gelenekçi’’ diyebileceğimiz insanların en fazla gayret göstermesidir.

Geçen yıl ‘’nefret suçları’’ile ilgili bir çalışma yapılmıştı. Ülkemizde yaygın olan ve vesayetçi rejimin en fazla beslendiği ‘’dincilik ve ırkçılık’’eksenli baskılar konuşulmuştu. Ceza yasalarımızda henüz karşılığı olmayan ‘’Nefretten kaynaklı suç türünün’’ sonuçları ele alınmıştı. Nefret suçunun ceza maddelerimizde olmayışının eksikliğine parmak basılmıştı. Nefret suçunun cezası olsaydı belki bu kadar kolay nefrete dayalı suç işlemezdi. Kürtlerle, Alevilerle, Yezidilerle ve diğer azınlıklarla ilgili düşmanlık ortamı oluşmazdı diye parmak basılmıştı. En azından vicdanları sızlatan Hrant Dink cinayeti bu kadar sulandırılmazdı ve bu kadar hafife alınmazdı diye düşünüyorum.

İki ay önce ve İHAD’ da, (insan haklarını araştırma derneği) ‘’yeni ve demokratik’’ anayasa çalışmasını başlatmıştı. Hatay komitesinde benim de yer alacağım bu girişim aynı kesimlerin gayretleriyle yapılmaktadır. Bir günlük çalışmada yeni anayasanın nasıl olması gerektiği ana çizgileri belirlendi. Bu yeni anayasa, ‘’emeği, sosyal adaleti dolayısıyla halkın anayasası olmalıdır’’ şeklinde bir çizgi belirlenmiştir. Bu çalışmalar ülke çapında yoğunlaşarak devam etmektedir. Bana göre önümüzdeki asıl gündem yeni anayasa olacak.

Geçen haftanın gündemini yukarıda belirtmiştim. Özgürlüğe ve demokrasiye olan ihtiyaç ortadayken bu çalışmanın yararlarını anlatmaya gerek yok sanırım. Burada bir hususa ayrıca değinmek istiyorum. Bazı sol’cuların böylesi çalışmaları ‘’küçük’’görmesi.Böylesi çalışmalara uzak durmasıdır. Bu dikkat çekici olmalıdır. Böylece sol kesimlerin ülke gündeminden neden düştüklerini anlayabiliriz diye düşünüyorum. Sol’cuların gittikçe neden ufalandıklarını, hayata müdahalede yetersiz kaldıklarını şaşırmadan görebiliyoruz.

Sol’cu geçinen bazı kesimlerin böylesi çalışmalara duyarsız olmasının bence sakıncası yok. Zira bu kesimler, CHP ile, Ergenekon Muhipliğiyle, statikonun korunmasıyla ilgileniyorlar. Kürt düşmanlığının tarafı haline gelmişler. Kanımca ve tabi ki bu bir realiteyi gösteriyor. Bu durum ‘’vesayetçi rejimin değişmesi ve yerine çağdaş demokrasinin gelmesine kayıtsız kalmanın solculukla alakası olmadığını söylemek lazım.

Kanımca ve her şeye rağmen, ulusalcı sola kızmanın yerine, gelişmelere dikkat etmek gerekmektedir. Değişimin başını sol çekmiyorsa yapacak bir şey yok. Gelir birileri bu işi yapmaya kalkarlarsa destek olmak gerekir. Zira değişim mutlaktır. Kimse bunun önünde duramıyor. Asıl konu ‘’değişimin ve yenilenmenin başını kimin çektiği değil. Değişim ve yenilenmenin niteliğidir’’ Bu nitelik, çoğulcu, demokratik ve sivil olmasıdır. Bizim için bir başka şart, Kürt meselesinin ‘’barışçı’’çözümünde, Alevilerin ve diğer inanç guruplarının taleplerinin karşılanmasında, ‘’azınlık’’ statüsündeki vatandaşlarımızın haklarının geri verilmesinde taraf olunmasıdır. Bu kalın çizgi daima gözetilmelidir. Böylesi bir sürecin destekleniyor olmasıdır. Ve şayet kendilerini ‘’gerçek sol’’olarak gören varsa bu süreçte ortak yol almasıdır. Demokratik mücadelenin içinde, hatta tam ortamında bulunmalıdır.

Ülkemizde doğru çizgi, doğru tavır ve doğru rota aranıyorsa.Böylesi yaklaşımlar olur diye düşünüyorum.

29 Ocak 2011 Cumartesi

"GAZAP GÜNÜ"

Bedreddin Mahir


28 Ocak 2011



28 Ocak 2011 Cuma, Mısır halkının ayağa kalkıp on yılların zulmüne karşı direnişe geçtiği gündür. Bu güne "Gazap Günü" dediler. Çekilen çilelerin, acıların, yoklukların, siyonist yanlısı politikaların onur kırıcı baskılarına karşı Arap halkının artık yeter dediği gündür.


Kifaya... Kifaya... (Artık Yeter) nidalarıyla sokaklar, meydanlar Mısır Arap halkının direnişine tanıklık yapıyor. Bu halk 20. Yüzyılın başında da olduğu gibi 21. Yüzyılın başında, bu gün özgürlük için ayağa kalkıyor; bir kez daha insanlığa özgürlük için direnme mesajı veriyor.



Arap halkı tarihin en önemli siyasal algı ve birikimlerin halkıdır. Bu halk, insanlığa ışık saçan uygarlıkların yaratıcısıdır. Bu halkı baskı altında tutan tüm diktatörlükler yıkılmaya mahkumdur. Halkın iradesi egemen olması gereken tek iradedir. Bu da demokrasi ve özgürlük yolunda taçlanacaktır.



Mısır Arap halkıyla dayanışmayı güçlendirelim; Bu gün Mısır Arap halkı ayağa kalktı yarın biz de ayağa kalkacağız, yanlız kalmamak için mazlumları yanlız bırakmayalım.



Ülkemizin karanlık güçleri diktatörlük heveslileri, sizden büyük halk var. Egemenliğiniz size kar kalmaz. Ülkemizi karanlıklara,kanlı süreçlere sürüklemenizin yaratacağı gazap, sizleri de benzerleriniz gibi tahtınızdan indirecektir. Çevrenize bakın ve ders alın; halkların haklarını gasp etmekten vaz geçin. Bu devran ne size ne de sizden öncekilere kaldı. Sizden sonra da kimseye kalmayacaktır.



Demokrasi ve özgürlük için diyalog fırsatlarını yitirmeyin, barış içinde bir arada yaşamanın tek yolu budur. Bunu birlikte kazanalım. Bu ülke birimizin değil hepimizindir. Farklılıkları ötelemekle, tek boyutlu milliyetçilikle, tek devlet, tek bayrak tek kitap tek başkan aldatmacalarıyla bir yere varamazsınız; bu tekçi zihniyetle herkesi düşman görerek varacağınız yer bataklıktır, kaostur. Kimlik bunalımı körükleyen bu yaklaşımınız, çağdaş uygarlığa karşı ortaçağ aklıyla meydan okumaktır. Kendinize ait gördüğünüz tüm haklar, kollektif kimliğimizle her birimizin sahip olması gereken haklardır. İnanç, etnik, kültürel farklılıklarımızın oluşturduğu kolektif kimlik, barış içinde bir arada yaşamamızın da garantisidir; çok inançlı, çok etnik yapılı Anadolu'da çok dilliliğin varlığı, anadille eğitim hakkının resmi okullarda evlatlarımıza öğretilmesini bir o doğal hak olduğunu göstermeye yeterlidir. Yer yüzünün tüm inanç sistemleri dahil, insan aklının vardığı çağdaş uygarlık düzeyinin kabulü olan anadille eğitim hakkı aynı zamanda farklıllığımızın da hakkıdır. Tersini iddia etmek, aklın hükmüne karşı olmak kadar, tanrı inancının hükmüne de karşı gelmek demektir.


Bu hakları yasalarla, anayasa ve kurumlarla güvenceye almak, demokrasi ve özgürlük taleplerimizin temel kıstasıdır.

BÖLGENİN SON DÜELLOLARI

Mihrac Ural


27 Ocak 2011



Tunus'un Yasemin Devrimi etkisini sürdürüyor. Yemen ve Mısır diktatörlükleri çözülmenin arifesindedir. Tunus'un ünlü şairi Abul Kasım Şabi'nin dizeleri, dün olduğu gibi, bu gün de dilden dile, halkın elinde bir bayrak olarak dalgalanıyor;



“Halk bir kez özgürce yaşamaya karar verince kader de kesinlikle cevap verecektir

Karanlıklar böylece göçecek zincirler böylece kırılacaktır.”


Arap halkı 20. Yüzyılın başında, I. Dünya paylaşım savaşı ardından, insanlığa ulusal kurtuluş mücadelesi yolunu açarak katkısını sundu.



Arapların açtığı ulusal kurtuluş yolundan geçen ülkemizde Cumhuriyet kuruldu, bu bayrak insanlığın elinde "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesi haline geldi. 21. Yüzyılda yine Arap halkı, Tunus'ta başlattığı ayaklanmalarla hak arayışında direnmenin, devrimci girişkenliğin tek yol olduğunu gösterdi. Hak verilmiyor alınıyordu.



Arap halkı 20. Yüzyılın ortalarından itibaren, Filistin davasında olduğu gibi insanlığa armağan etmekte olduğu bu örneği olgunlaştırdı; yoktan değil, aniden hiç değil, birikimin kaçınılmaz nitel değişimiyle Tunus örneğini armağan etti.



Lübnan, en gergin alandı. Ancak, direnme güçlerinin de en güçlü olduğu bir alandı. İstedikleri an iktidarı alabilecek güçlerine rağmen, radikal girişime yönelmediler. Güçlünün ağır ateşte pişmesini beklediği koşulları beklediler. İki büyük savaş kazanmış bir direnme hareketinin (2000 ve 2006 yılı savaşları) iktidarı ele geçirmesi hakkı olmasına karşın, Lübnan'ın özgül yapısı gereği (farklı etnik ve inanç mozaiği dolayısıyla), iktidarı Birleşik Vatan Güçleriyle paylaşmayı tercih etti. Ancak dış güçler sürekli müdahale peşindeydi.


Sağcı Hariri güçleri, arkasına dış güçleri alarak yeniden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) peşinde dolaşıp durdu. Direnme güçleri, bu şeytani girişimlere karşı halk ayaklanmasını hazır bir cevap olarak elinde tutuyordu. Buna rağmen, Hariri gericiliğini demokrasinin kuralları içinde kalınarak, parlamento tercihinin çoğunluğunu kazanıp hükümetten düşürdu. Radikal girişime gerek kalmadı. Bu gelişme barışçıl yanıyla sonun başlangıcıydı, ama son değildi.



Direnme güçleri kimsenin tepkisini çekmemek üzere (uzun erimli direnme planlarının gereksindiği halkın ezici çoğunluğunu kazanma çabasıyla) yumuşak bir geçiş süreci için Necip Mikati hükümetine destek vermeyi tercih etti. Sünni lider Necip Mikati'nin hükümet kurmasına yol açtı (Lübnan anayasası gereği; Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Başbakan Sünni, Meclis başkanı ise Şii olmak zorundadır, diğer inanç ve etnik dokularda yönetimde belirlenmiş hisselerini değerlendirirler).



Bu adım, gerginliğin boşalmasına yol açtı; iki günlük sokak gösterileri, bu gün tamamıyla sona erdi. Gericilerin sokağa saldığı lümpenlerin terörü, direnme güçlerinin milyonları bir işaretle meydana dökebilecekleri gerçeği karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.



Şimdi tüm dikkatler Yemen ve Mısır'da.



Yemen, yaman yerdir. Osmanlı bunu çok iyi bilir. Araplar Yemen için "Anadolu mezarlığı" der. Osmanlının fethedemediği tek Arap ülkesidir. Halkı çok inatçı ve direngendir. En küçük sorunların çözümü için, en büyük silahları kullanır. Yemen tarihi bir direnme tarihidir. Hiç bir hüküm Yemen halkının vadiler ve doruklara tünemiş isyankar halkını dizginleyememiştir. Osmanlı kadar, İngilizler, Abdül Nasır'ın en görkemli günlerinde Mısır, sık sık ABD ve yakın zamanda Suudi-Arabistan, boyunun ölçüsünü yeterince alıp bir kenara çekilmiştir.



Yemen halkı, diktatörlüğü yıkarsa Yemen'le kalmayacak; körfezin çadır devletlerini de yıkacaktır. Arap halkının serveti olan, ama küçük aşiretlere kurdurulan kukla devletlerle, emperyalistlerin gasp ettiği petrol, yer altı ve yer üstü servetlerinin de farklı bir şekilde bu halklar arasında pay edilmesinin olanağını yaratacaktır. Bu yüzden Yemen’de halkın zaferi, tüm Arapların zaferi olacaktır.



Mısır'a gelince. Mısır Araplar için "Um el dünya”dır. Dünyanın merkezidir. Mısır'daki her gelişme Araplar kadar, Afrika, Ortadoğu, Asya ve Akdeniz havzasını etkiler. Bu ülkenin dev potansiyelleri, nüfusu, üretkenliği, sanat-edebiyat etkinlikleriyle dünyadaki birçok dengeyi alt üst edecek güçtedir.



Mısır, Siyonist-emperyalist güçlerin kolay kolay terk etmeyecekleri bir ileri karakoldur. Bunun için ilk elden müdahaleler, halkın tepkilerini yumuşatma çabaları hızla kendini göstermeye başladı; Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el Baradey’ın gösterilerin başına geçmek üzere yola çıktığı haberleri böylece gündeme geldi, Fransızlar, İngilizler, ABD Mısır’da değişiklikler için hükümete baskı yapmaya başladı.



Mısır'daki gelişmeler, bir başka gerçeği de ortaya çıkardı. Bölgede yükselen halk ayaklanmalarında hiç bir dini çevrenin etkinlik göstermemesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Mısır'ın en muhalif kesimleri olan Müslüman Kardeşler Örgütünün "gösterilerle ilişiğimiz yoktur" yönünde beyanda bulunması, dini siyasete alet edenlerin gerçek yüzlerine açığa çıkarmıştır. Bu duruş, dini siyasete alet edenlerin son tahlilde, halkın talepleri karşısındaki egemenlerin yanında olduğunu gösteren korkakça bir tutum olarak belirdiğini gösterdi; bu ise, biat kültürünün halkın davalarına sahip çıkmayacağının beyanıdır.



Mısır halkının diktatörlüğü yıkma da göstereceği performans, mücadelesindeki başarısının olumlu yönde bölgemizi değiştireceği gerçeğine de önemli bir veridir.




Kıssadan hissemize gelince, ülkemizin ötelenen demokratik ve özgürlük taleplerini bir an önce farklılıklarımızın haklarını güvenceye alan çözümlerle barış içinde çözmeyi denememizi gerektiriyor. Bu olmazsa, herkes kendi kaderini kendi eliyle çizmiş olacaktır; şeriatın kestiği el acımaz.


Herkes buna hazır olsun.


***


Bölgemizdeki gelişmeler nereye kadar derinleşebilir?


Mısır düşerse bu bölgenin tarihi değişir. 20. Yüzyıl başlarında büyük Arap devrimi adı altında sömürge olmaktan kurtulan Araplar, insanlığa çağının ilk ulusal kurtuluş mücadelesini armağan etmiştir. 20. Yy. ulusal kurtuluş savaşları bu süreçle başlar. Arapların tarihi kültür birikimleri, İslamla birlikte başlayan uluslaşma bilinçleriyle, 400 yıllık din aldatmacasının, hilafete riayet adı altında süren Osmanlı hükümranlığına son vermiştir.


Ulusal kurtuluş savaşı bir özgürlük savaşıdır, bir birikim, bir kararlılık ve arkasında halkın duruşuyla tartışmasız savunulan dava, o ulusa ait bir değerdir. Bu süreçte kiminle nasıl bir ittifak kurulduğunun hiç bir önemi yoktur. Sonuçta bu ittifak Arapları 22 devlet olarak parçalamış olsa da. Özgürlük, esaretten daha değerlidir.


20. Yüzyılın toplumsal armağanını insanlığa sunan Araplar 21. yüzyılın toplumsal uyanış armağanını da sunmanın onurunu taşıyorlar. Tunus’ta yaşanan "Yasemin Devrimi" bu mesajın adıdır.


Yerküremizin siyasal olaylarını takip eden her okurun, Arapların böylesi bir adımı atacak yeterlilikle siyasal uyanış içinde olan bir ulus olduğunu kestirmesi zor değildir. 60 yıldır süren Arap halkının farklı saha ve siyasal eğilimdeki direnme etkinlikleri, bunun dikkat çeken verisi olarak görülmelidir. En solundan Filistin direnişinin haklı mücadelesi ve en sağında El Kaide örgütünün dünyanın her köşesinde giriştiği terör eylemleri ve ülkelerindeki diktatörlüklere, uğradıkları baskı ve zulme karşı bitip tükenmez kararlılıklarıyla Arap sivil toplum örgütlerinin mücadelesi bunun önemli bir göstergesidir; İntifada öğretisini İsrail siyonizmine karşı geliştirirken de bir halk olarak Araplar insanlık ailesindeki tarihsel misyonunu ortaya koymuştur.


Ne yazık ki ülkemiz okuru büyük çoğunluğunun bu gerçekleri yakından izleme fırsatı olamamıştır. Ülkemiz medyasının sınırları İstanbul’un banliyölerine bile zar zor ulaşabilmektedir. Ancak Arap alemini yakından takip edenler çok iyi bilirler ki bu halk dünyanın en dinamik ve en siyasallaşmış halkıdır.


Bunun nedenleri de ne ırki ne de dini nedenlerdir; bunun temel nedeni, Tel Amrana anlaşmalarından (Hitit-Mısır Kadeş savaşı ve Tel Amrana barışı) bu güne, dış güçlerin bölgemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarına yönelik talancı eğilimleridir. Bu eğilimlerin oluşturduğu politikalar, insanlığa ilk uygarlıkları sunan bu bölgeyi ve halklarını, baskılar altında içine kapalı olmaya zorlamış, geri konumda kalmasına, kuşaklar boyu böl-yönet taktikleri altında birbirine kırdırılmıştır. Arap halkı bu müdahaleler karşısında toprağını savunmak zorunda kalmış, kendi bağımsız siyasal tercihlerinin savaşı için ölüp ölüp dirilmişti.


Ülkemizin sığ siyasal algılarının, kocaman Arap ulusunun küçücük İsrail karşısındaki yenilgilerinden, Osmanlıyı arkadan hançerlemesinden söz etmenin ötesinde bir bilgi dağarcığı yoktur.


Bu anlayışlar bölge olaylarının cahilce algılanmasıdır. Araplar Osmanlı tasallutuna karşı, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurma mücadelesi gibi bir mücadele vermiştir. Türk ulusunun bile Osmanlıdan kurtuluş için savaş verirken, Arapların, Osmanlı sultası altında kalmasını istemenin anlamsızlığını değerlendirmeye bile gerek yoktur.


İsrail’e karşı savaşta ise Arapların, yeryüzünün tüm emperyalist güçlerine, onların tükenmez lojistik desteklerine karşı savaştıklarını söylemeye bile gerek yoktur. Kıbrıs gibi küçücük bir adayı ele geçirmek için; topu topu 10 bin milis gücüne karşı 750.000 askeriyle ağır kayıplar vererek iki çıkarma yapmayla öğünen ülkemiz egemenlerinin, ekmeğin bile karneye bağlandığı bir koşulda, ancak yarı yarıya işgalden başka bir sonuç alamamış olunması göz önüne alındığında, Arapların Filistin davasındaki 60 yıllık direnmelerine büyük paye biçmek gerekir.


Araplar, 21. Yüzyılın ilk yıllarında insanlığa siyasal uyanışın modern çağın etkinliğiyle ortaya konuşunu anlatmaktadırlar. İletişim teknolojisinin, diktatörlüklerin tüm yasaklarına karşı halkın yararı için bir araç olabileceğini göstermektedirler. Bu araçlarla toplanmakta ve bu araçlarla ayağa kalkabilmektedirler.


Uzun süreden beri bölgemizin Batı yakası kaynamak üzere diye yazıp durdum. Doğu yakası dinginleşirken Batı yakasının ha patladı ha patlayacak olduğunu dile getirdim. Tunus halkı siyasal bir devrime yöneldi. Ancak bu sürecin henüz başında olduğu bilinmelidir. Tunus ordusunun yaptığı açıklama "halkı, devrimi ve güvenliği" sonuna kadar korumaya kararlıyız demesi kansız denilebilecek kadar sakin bir dönüşümün yaşanacağına işaret etmektedir.


Tunus halkı, diktatör Zeynelabidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinin yetersiz olduğunun bilincinde olarak eylemlerine devam etmektedir. Hükümetin istifasını, eski yönetimin yetkililerinin yargılanmasını tek parti egemenliğinin temsilcisi Demokratik Kongre Partisinin ilgasını, genel af ve halkın taleplerinin ikame edilmesi inancıyla hala meydanlarda çıkarlarını ve haklarını savunmaktadır.


Tunus halkının bu dik duruşunu sulandırmak, işlevsiz ve sınırlı kalmasını isteyen çevreler bir yandan terör ve bozgunculukla, diğer yandan uluslararası baskılarla süreci kuşatma çabası vermektedirler. Ancak Tunus halkı, gerek yarım asırı aşan diktatörlük koşullarında ve gerekse son 23 yılın Bin Ali diktatörlüğü altında muhalif siyasal önder yetiştirme sorunlarına karşın, yeni siyasal önderlerini hızla yetkinleştirmeye başlamıştır. Tunus ilk kıvılcım olarak hızla bölgemizi sarmalayan haklı ayaklanmalara esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Arapları birbirine bağlayan bin bir bağ, bu süreçte de kendini açıkça ortaya koymuştur. Tunus halkının devam eden mücadelesinin, Arap ülkelerinde sırasını bekleyen diktatörlüklerin devrilmesinde de önemli rol oynamaya devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.


Lübnan'da halk çok farklı bir başarı kazandı. Mısır, Yemen, Ürdün ve Cezayir de sürecin etkilerini ve sarsıntılarını izlemekteyiz.


LÜBNAN'DA DURUM


Henüz Tunus derin bir sessizlik içindeyken, Lübnan kaynama noktasına gelmişti. İktidarda Batı’nın, İsrail'in ve gerici Arap yönetimlerinin desteklediği Saad el Hariri yönetimi hüküm sürüyordu. Ancak Hariri’nin hükmü sınırlı olan koalisyon hükümeti, içinde kaygan çoğunluk barındırıyordu. Koalisyonun muhalefet güçleri (ki, bunlar Lübnan’ın Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direnen güçlerinden oluşmaktadır), hükümette sahip oldukları etkin mevkilerde kilit rol oynamaktaydı. Yurtsever Birleşik Hükümet koalisyonunda dengeler böylesi bir dengesizlik arz ediyordu.


İsrail-emperyalist ve gerici Arap etkinlikleri direnme güçlerini ezmek üzere kurguladıkları bir girişimle, ülkeyi iç savaşın eşiğine kadar sürüklemek istediler. Başbakan Refik El Hariri suikastıyla ilgili, BM tarihinde ilk kez şahsa münhasıran kurulan mahkeme bu çabaların en önemli unsuru olmuştu. Özellikle ABD, bu mahkeme aracılığıyla direnme güçlerine baskı yapmakta, hazırlanan ama bir türlü açığa çıkartılmayan iddianamede Refik El Haririnin katledilişini direnme güçlerinin sırtına yıkacağı sinyalleri veriliyordu.


Bu konuda oluşturulan uluslar arası mahkemenin normal bir adli süreç yerine, siyasi bir tutum olarak kendini gösteren işlevi açığa çıkmıştır. Suikastla ilgili olarak önce, Suriye’nin suçlanacağı tehdidinin yapılması ve ardından bundan vazgeçilip direniş örgütü Hizbullah’ın töhmet altına sokulacağı bilgisinin basına sızdırılması ve son olarak, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarla adaletin değil şahsi kinlerin, devletlerarası komploların ittifakını gösteren, yalancı şahitlerin yönlendirilmesiyle iddianamenin oluturulacağının ortaya çıkması, bu mahkemenin adli olmanın ötesinde bir yerde durduğunu göstermiş oldu.


Bu gelişmeler Lübnan’da sarsıcı etkiler yarattı. Hükümetten çekilen direnme güçleri, hükümetin istifasına yol açtı. Yeni hükümet için Lübnan’da takip edilen yol gereği, Cumhurbaşkanının milletvekilleriyle yaptığı danışma turlarından, halkın gerici Saad El Hariri yönetiminden ve onun dış güçlere olan bağımlılığının ülkeyi felakete götüreceğini gösteren sonuçlar çıkmaya başladı.


Hariri yönetimi Lübnan’ı borç bataklığına götüren liberalleri temsil ediyordu. Açlık ve yoksulluğun ülkede aldığı korkunç boyut, Lübnan’ı Lübnan yapan birçok parametrenin de sarsıldığını gösteriyordu. Ülkede kamu servetlerinin hortumlanmasından, İsrail’in çıkarına olacak kimi kararların alınmasına kadar, günlük yaşamın her alanında inanılmaz bir çabanın adım adım ikame edildiğini, Lübnan özgülüne ait çoğulculuğun birbirini yok etmeye kurgulanmış mezhep kavgalarına doğru değiştiğini gösteren gelişmeler ortaya çıkmıştı. En önemlisi de İsrail'i 2006 savaşında dize getiren ve Batılıların bölgemize dayatmak istedikleri egemenlik planı olan Büyük Ortadoğu Projesi'ni(BOP) de tarihe gömen direnme güçlerinin tasfiyesi için özel çabaların verilmesiydi.


Lübnan halkının siyasal temsilcileri bu gidişe en kansız ve en demokratik yollarla son verme kararlılığı gösterdi. Milletvekilleri danışma turlarında Sünni olması anayasal gereklilik olan Başbakanlığa Necip Mikati'yi önerdi (Lübnan'da danışma turları, hükümet kurma teklifinin yapılacağı Başbakan adayını belirler ve Cumhurbaşkanı bunu bir kararnameyle ilan eder. Hükümetin onayı ise normal olarak Parlamentodaki oylamada çoğunluğa bağlı olarak şekillenir).


Necip Mikati, danışma turlarında 68 milletvekilinin onayını alınca, 60 kişinin olurunu alan Hariri karşısında ileri geçerek, sahip olduğu çoğunlukla hükümeti kurma görevini üstlenmiş oldu (Lübnan parlamentosu 128 milletvekilinden oluşur).


Bu gelişme, bağrında bölgemizi yangın alanına çevirecek bir kıvılcım olma ihtimali de taşıyordu. Ancak bölgeyi bilenler gerici güçlerin bölgemizin Batı yakasında bir mantar tabancası sıkacak takatlerinin pek olmadığını da iyi bilirler. Bunu Irak savaşında ve 12 Temmuz 2006 İsrail Lübnan savaşında sonuna kadar tüketmişlerdi.


Saad El Hariri bir kez daha tercih edilerek hükümeti kurma teklifi alsaydı, bu satırların yazarının uzun zamandan beri okurlarına aktardığı sonuç, kızıl kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktı. Halkın büyük bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirip, gerici güçleri ülkeden defetmesi gündeme gelecekti. Ortaya çıkan tablo en kansız ve en demokratik yollarla da halkın baskısı ve haklı taleplerinin başarılı bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini gösterdi.


Lübnan, ne kanlı bir sürece ne de büyük bir patlamaya yönelmedi. Gerici güçler direnen halkın gücü karşısında, bu dipten gelen sessiz dönüşüme karşı geri çekilmeyi yeğledi. İlk gün ve ikinci gün ortaya çıkan sokak arbedesi ise büyük gerginliğin çözülmesinden ibaretti. Bu boşalma, Hariri’nin (26 Ocak 2011) ve önceki Başbakanlardan Hariri yanlısı Fuat El Senyora'nın açıklamalarıyla (27 Ocak 2011) sokaklar aniden sustu ve sokak lümpenleri gerisin geriye çekilmeye mecbur kaldı. Bu arada çok komik bir hadise de canlı yayına yansıdı. Sokaklarda terör estiren Hariri yanlısı lümpenler arasında yer alan, gerici bir gazeteci olan Muhammed Selami, Suriye aleyhine hamasi bir konuşma yapıyordu. O an yapılan bir telefon uyarısıyla Saad El Hariri’nin gazeteciye "ne yapıyorsun Suriye ile yeni barıştık sesini kes" demesi canlı yayına takıldı. Konuşan gazetecinin mikrofondan "başım gözüm üstüne" diyerek susup çekilmesi ise, günün en flaş konusu oldu (ülkemizdeki Hariri yanlısı kimi basın mensuplarının kulağı çınlasın).


Lübnan’da yeni hükümeti Mikati kuracak. Direnen güçlere dayanarak onların tümden olmasa da temel taleplerini yerine getirerek hükümetine onay alma çabası içinde yeni turlarına başlayacaktır. Bu durumda gerici güçlerin baskısı artacak ve gerginlik farklı bir boyut almış olacaktır.


Lübnan, bu adımla bölgenin en gergin ülkesi olmaktan en barışçıl şekilde yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Ancak bu aşamanın kendi gerginlikleri olduğu ve öncekinden hiçte az olmayacak çekişmelerin odağı olacağını burada tekrarla belirtmem gerek.


Lübnan halkı, keskin bir dönüşüm yerine, ara aşamaları, geçiş süreçlerini tercih etti. Bu ara süreçte sorunlarını bir rotaya oturtmaya çalışacağını gösterdi. Ancak saflaşmanın keskinliği ortadan kalkmadı. Direnme güçlerinin hesapları, böylesi ara aşamalar gerektiriyor. Her an çok da kolay bir biçimde iktidarı ele almaları mümkünken bunu yapmadılar. İsrail'in kaçarak Güney Lübnan'ı terk etmesinden bu yana, 25 Mayıs 2000 tarihinden itibaren iktidarı tek başlarına ele alma koşulları olmasına karşın bu yola başvurmayan direnme güçleri, dış güçlere yeni müdahale bahanelerini kışkırtmamak için, ülke çoğunluğunun onayını alarak uzun mücadele sürecinde, silahlarını da koruyarak, iktidarda ortaklıkla yetinmeyi tercih etti.


Bu gün Lübnan'ı dik tutan, direnme çizgisinde koruyan, Kafkaslardan Irak'a, Lübnan’dan Akdeniz’e bölgenin enerji kaynaklarını denetlemek üzere kontrol etmek isteyen emperyalist-Siyonist güçlerin kolunu kanadını kıran güç, halkın direnme iradesi ve onun arkasında duran kararlılığıdır.



CEZAYİR, ÜRDÜN, YEMEN...




Tunus halkının Yasemin devrimi, bölgede sarsıcı etkilerini sürdürüyor. Yemen ayakta, Ürdün ayakta. Cezayir ciddi sarsıntılar içinde. Gençler üstelik en önemli eğitim aşamalarını geçmiş işsiz gençler kendilerini kolayca parlamentoların önünde yakıyor, bu halkın haklı davaları adına ölümü göze almaktan çekinmiyorlar.


Tunus’lu şairin sözleri her yerde bir bayrak olarak dalgalanıyor.

Eğer ki halk bir gün özgürce yaşamı isterse, kader de buna kesinlikle cevap verecektir.

Ve kesinlikle karanlıklar göçecek, zincirler kırılacaktır.”
(Tercüme: Mihrac Ural)

Arap aleminin özgürlük ateşini 20. Yüzyıl ortalarından bu güne taşıyan bu beyitler, şair Ebul Kasım Şabi'nin tüm insanlığa armağanı gibidir.

Bu mesaj Arap ülkelerinde yankılanmaya, halkın ayağa kalkışıyla dile gelmeye devam ediyor.


Cezayir ilk elden, gençlerin kendilerini yakmalarıyla ilgili bir komisyon kurarak sorunları yerinde tespit etme ve karşılamak üzere çalışmaya başladı. Ancak bu yeterli bir çaba değildi ve halkın tepkisi içten içe olgunlaşmaya yönelmektedir. Cezayir’deki kaygılar, ilkel bir dini hareketin gelişmeleri kontrol ederek çok daha baskıcı bir yönetime yönelmesidir. Bunun için Cezayir halkı temkinli tepkilerle süreci kontrol etme eğilimi göstermektedir. İçten içe olgunlaşan tepkilerin bu dengenin çözülmesine bağlı olarak dışa yansıyacağını kestirmek zor değildir.


Ürdün, en zayıf halka. % 60’ı Filistinli olan Ürdün'de hakim olan aile kastı, ne tarihi ne kültürel olarak Ürdün’le bağlantısı olmayan bir iktidar kurmuştur. İngiliz’lerin desteğiyle, Arabistan yarım adasında Kral Hüseyin’in oğlu Ali'nin, egemenliğini Suud ailesi karşısında yitirmesini telafi etmek üzere Irak ve Ürdün diye iki devlet yaratıp Mekke Şerifi lakaplı Hüseyin’in iki oğlunu Faysal ve Abdullah’ı kral ilan ederek desteklemiştir. Posta memurluğundan Irak ve Suriye krallığına gelen Faysal, Suriye’de siyasal çoğulculuk algısı altında ezilerek çekilmiştir. Irak'ta aile efradı ile krallığı devam ettirdiler, o da 14 Temmuz 1958 devrimine kadar sürdü. Ürdün’de ise, İsrail ve İngiliz-ABD desteğiyle ayakta kalan rejim Filistin konusunda Araplara karşı en hain yönetim olarak ayakta tutulmuştur.


Bu topraklarda halkın başına musallat edilen ısmarlama iktidarların en zayıfı Ürdün'de hüküm sürmektedir. Ancak halkı indinde bu zayıflık bölgenin dış güçlerce en çok desteklenen yönetimini de böylece getirmiş olmaktadır. ABD ve İngilizler için Ürdün, bölgenin vazgeçilmez bir ileri mevzisidir (bu günkü Ürdün Kralı II. Abdullah'ın annesi, Kral Hüseyin'in karısı Mariya, İngiliz asıllıdır ve halen İngiliz vatandaşıdır. Annesi Ürdünlü Arap olan Veliaht Hamza ise, bu günkü Kral II. Abdullah tarafından, tahta geçer geçmez azledilmiştir).


İsrail'le ebedi barış anlaşmasının mimarı olan Kral Hüseyin’in ülkesi Ürdün, oğlunun hükmü altında bölgenin en gerici diktatörlüğünü sürdürürken, halkın yükselen tepkisi karşısında en zayıf iktidar olmasına karşı dış desteği en güçlü iktidar olarak yoluna devam edeceği gözlemlenmektedir. Ürdün halkası İsrail halkasının kırılmasıyla düşücek bir özellik arz etmekttedir. Okurun olayları izlerken bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de budur.


Yemen de ise halk çok ciddi bir direnmeye koyulmuş gibidir. Yemen, ülkemizde türkülerle bilinen Yemen'dir. "Yemen’e gideni gelir mi sandın" cümlelerinde anlam bulan bir ülkedir. Anadolu gençlerini, kendi gasp ve talanları için, ilgilerinin olmadığı topraklara süren Osmanlıya karşı halkın türküleridir. Yemen, Araplar arasında Osmanlı konusuyla ilgil olarak "Anadolu mezarlığı" diye tanımlanır. Osmanlı'nın fethedemediği Arap ülkesi Yemen'dir. Anadolu gençlerine mezar olan Yemen, gidenin dönemediği Yemen, bu Yemen’dir. "Yemen yamandır".


Yemen’i de ikiye bölerek, 20. Yüzyılın ikinci yarısında birbirine düşman kıldılar. Emperyalistlerin Araplara çektirdiği en büyük acılardan biri de Yemen'de yaşandı. Cemal Abdulnasır'ın prestijini çizen de Yemen’e müdahalesi oldu. Son olarak Suudi Arabistan’ın askeri karizmasını yerle bir eden Husi savaşçıları da bir avuçtur.


Bu Yemen halkı yaman bir yerdedir. Ayaklanmaya en yatkın Arap halkı Yemen halkıdır. İnatta, kararlılıkta, haklarının arkasında durmada, en ısrarcı olan da Yemen’dir.


Yemen halkı bu gün kırk ipte cambazlık yapan yönetimine karşı direnmeye başladı. Tunus rüzgarı Yemen’de çok kanlı bir süreci başlatabilir. Yemen ne Lübnan gibidir ne de Mısır. Yemen’de en küçük soruna bile, eldeki en büyük silahların ortaya çıkmasıyla ve ölüm kusmasıyla çözüm aranır. Aşağısı kurtarmaz.


Yemen halkı, Kuzey ve Güney Yemen'in Ali Abdullah Salih önderliğinde birleşmesinden bu yana, ikircimli politikalarıyla, baskı ve zulmüyle dengesiz olan yönetim karşısında hoşnutsuzluğunu dile getirip durmuştur. Farklı mezhepsel inançlara çektirilen ölümcül çileler ise, hala devam eden silahlı ayaklanmalara neden olmuştur. Bu gün Yemen halkı, yoksulluğa, işsizliğe, kamu servetlerinin hortumlanmasına, farklılıkların ötelenmesine karşı ayağa kalktığını gösteren belirtileri yansıtmaktadır. Meydanlar ayaklanan halkın Ali Abdullah Salih iktidarının ülkelerinden defolup gitmesini talep etmektedir. Suudi Arabistan’ın mali kaynaklarını da yanına alan bu yönetimin, halkına hizmette yaptığı kusurlar artık son aşamasına gelmiş bulunuyor.


Tunus rüzgarlarının fethedeceği en önemli gericilik kalelerinden biri olan Yemen'de devrimi zorlayacak olan, Arap monarşileri ve Suudi Arabistan mali kaynakları olacaktır. Korku dağları bürümüştür. Arap ülkeleri, özellikle akıl almaz petrol servetleri üzerine konmuş küçük aşiretlerin oluşturduğu devletçikler, bir ulusun en zenginlik kaynaklarını aile şirketi olarak gasp ettikleri bir koşulda, gelişen halk hareketlerinin bastırılması için, ellerinden gelen her kirliliği yapmaya çalışacakları açıktır. Yemen gericiliğinin düşmesi körfezin tüm çadırlarını yıkacaktır. Bunun bilincinde olan aşiret devletçiklerinin emperyalist güçlerle birlikte yakın alandaki halk ayaklanmalarının susturulması için kaynak aktaracakları açıktır. Yemen'de Salih iktidarının bunu sonuna kadar istismar edeceği de beklenmelidir.


Yemen'de halk kazanırsa, körfezin petrol servetlerini Arap halkına kazandırır.


Mısır'da halk kazanırsa, tüm Arap alemi 21. Yüzyılı kazanır.



Evet, bu makalenin son halkasını Mısır halkının diktatörlük karşısındaki başarısının etkilerini kısaca belirterek noktalayacağım.


Mısır Araplar için "um el dünya" dır (Yeryüzünün anasıdır, uygarlıklarının kaynağıdır). Mısır, Arapların çağdaşlaşmadaki öncüsü, her açından yoğunluklarının temsilcisidir. Sanat, edebiyat, nüfus, askeri güç, üretim, evrensel ilişkiler, mozaik dokusunun bileşkesi (İslam-Hıristiyan, farklı inançların bir arada yaşayabilme uygarlığı, zenginliği), ulusal uyanışın en kadim temsilcisi, insanlık uygarlıklarının en kadim ve en meşhur olanıdır.


Bu görkemli ülke, bir diktatörlüğün kirli elleri altında, halkın her türden tarihsel birikimlerine karşı bir baskı hükümranlığı altında tutulmuştur. Tüm insani, siyasi, tarihsel değerlerini yitirmiş, içe kapanan bir bataklığa dönüşmüştür. Filistin halkına karşı en acımasız kararlara ortak olan, Gazze’yi aç bırakan bu ülke yönetimdir ki Mısır halkı insanlık indinde ve Arap kardeşleri karşısında büyük bir elemle yöneticilerinin bu duruşlarını izlemektedir. Kamu servetlerinin talan edilişi Mısır'da bir anayasa hükmü gibi işler hale gelmiştir. Açlık ve sefalet, işsizlik ve iflas, uyuşturucu ve kadın ticareti tarihinin en çirkin boyutlarına ulaşmış bulunmaktadır; İslam dininin bile akıl almaz tahrifatları bu siyasetin örtüsü olarak Ezher şeyhlerinin elinde bir araç olmuştur. Mısır bu yanıyla, Arap alemine yaptığı öncülük sıfırlanmış, kararları ciddiye alınmaz bir kukla ülke olarak görülmeye başlamıştır. Irak savaşında takındığı tutum, İsrail'in Gazze saldırısı karşısında gösterdiği insanlık dışı duruşu, alnına bir kara leke olarak sürülmüştür. Mısır yönetimi, halkının iradesini en aymazca çiğneyen bir yönetim olmuştur.


Bu gün Mısır halkı bu makus kaderi değiştirmek için ayağa kalkmıştır. Tunus devriminin rüzgarları Mısır'da haklı bir cevap buldu demek yanlış olmayacaktır.


Bölgemizi kasıp kavuran bu tarihi gelişmelerin en dikkat çeken yönü, hakları uğruna ayaklanan Arap halkının dini alet eden siyasal gericiliğe prim vermemesidir. Tunus'ta olduğu gibi, Yemen ve Mısır'da da irticaya yer bırakılmamıştır. Bu veri gelişmekte olan halk ayaklanmalarının en önemli verilerinden biridir. Mısır'da Müslüman Kardeşler Örgütü "ayaklanmalarla bir ilgimiz yok" diyerek, dini gericiliğin gerçekçi halk davalarında bir rol oynamadığına önemli bir referans olmuştur.


Buradan bir kez daha belirteyim. Ayaklanma, hak arama, direnme, İslam dininin Sünni mezhep yorumunca günah sayılacak kadar onaylanmaz bir tutumdur; hakim olana biat etmek esastır. İslamda direnme çizgisi daha çok muhalif mezheplerin geleneğidir. İslam sükundur, medenileşmenin dile getirdiği yerleşim ve uyumlaşmadır, sevra (ayaklanma, direnme, devrim), dinin ortodoks yorumunda "anarşi" olarak görülür. İslamın en ortodoks algılarının hakim olduğu Mısır'da halk, açlığa, işsizliğe, kamu servetlerinin talan edilmesine dayanamaz hale gelmiştir. Ayağa kalkmıştır.


Mısır, sadece Mısır halkı ya da Araplar için önemli değildir. Dünyanın tüm büyük devletlerinin ilgi odağıdır da. Mısır, Ortadoğu ve Afrika demektir. Mısır merkezli bir güvenlik dairesinin kapsadığı etki alanları yeryüzünün temel sorunlarının yaşandığı alanlardır. Mısır bu açıdan şanslı olduğu kadar, şanssızlığı da bulunmaktadır. Mısır'da diktatörlüğün kırılması bu açıdan karşısında dünyanın tüm güçlerini bulma ihtimali az değildir, bu nedenle başta emperyalist güçler olmak üzere Mısır’da yönetimin radikal yollara girilmeden değişmesinden yana tutum aldıkları gözlemlenmektedir. Bu sürece özelikle ABD, Fransa ve İngiltere’nin doğrudan müdahalesinin olacağı açıktır.


Yarın Cuma 28 Ocak 2011. Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed El Baradey, Mısır'daki gösterilere katılmak üzere ülkeye döneceğini açıkladı. Cuma namazının ardından beklenen büyük gösterilerin dizginlenmesini isteyen Batılı güçlerin, sürece müdahale etmek, kırılmanın bir solcu askeri darbeyle daha da radikalleşmesini engellemek üzere, yoğun çaba içinde oldukları bilinmektedir.


Bu gelişmeler halkın engellenemez hak arayışlarının daha uzun bir süre, sorunların nedenleri arasında olan bu dış güçlerin müdahalelerine karşı mücadele etmeleri gerekeceğini gösteriyor. Bu açıdan başlayan ama tamamlanmamış uzun erimli bir mücadelenin başlangıcında olduğumuzu ifade etmek yanlış değildir.


Mısır'da diktatörlüğün düşüşü Arap halkına 21. Yüzyılı kazandırır dedim, bu tam anlamıyla gerçekçi bir tespittir. Arap halkı Mısır’la büyür, Mısır’la küçülür. Arap halkının yarım asırdır çözülmeyen haklı davalarının arkasında Mısır'ın düştüğü durumun etkisi çok önemlidir. Bu ülke halkının haklı talepleri etrafında yer alan bir yönetimle, tüm Arapları etkileme gücüne sahip potansiyelde bir ülkedir. Arapların tutumunu birleştirecek en önemli güç de Mısır'dır. Mısır halkının başarısı bu açıdan 21. Yüzyılda tüm halkların da başarısı için önemli bir adım olacaktır.



Kıssadan hisseye gelince:


Ülkemizin bu rüzgarların etkisinde kalmayacağını sananları uyarırım, yanıldıklarını bilmelidirler. Bu rüzgar, haksızlıklara karşı en sessiz kalan, en çaresiz, en olanaksız olduğu sanılan, dolayısıyla ne kadar baskı altında tutulursa o kadar sessizleşeceği sanılan halkın yaratıcı sonucudur. Bu geleneği 20. Yüzyılda olduğu kadar, 21. Yüzyılda da Arap halkının göstermiş olması bu halkın derin kültürel algıları ve tarihiyle uyumludur. Yeryüzünün bu günkü en siyasallaşmış halkının Araplar olduğu tartışma götürmez şeklide entelektüel çevrelerde bilinen bir gerçektir. Bu halkın tarih ortaklığı, inanç ortaklığı ve coğrafi ortaklığıyla ülkemizi etkilemeyeceğini düşünmek yanlıştır.


Bu nedenle ülkesinin iç sorunlarını öncelikle demokratik yollarla da çözmeye yönelmeyen her yönetim, karşısında halkın ayaklanmasını ve bunu ani bir patlamayla kendini ifade etmesini beklemelidir. Yeryüzünün hiç bir güvenlik önlemi ya da silahlı gücü halkın ayağa kalkmış iradesini dizginleyemeyeceğini, engelleyemeyeceğinin bilinmesini bu son bir kaç günde bölgemizde ortaya çıkan olaylarla görmek zor olması gerek.


Ülkemizde halkın devletle ilişkisinde bir biat kültürünün hakim olduğu biliniyor. Ancak halkımızın direnme kültürünün de az olmadığını belirtmeliyim. Osmanlı tarihi ve Anadolu halklarının, özellikle de Kürt halkının son 200 yıl içinde ortaya koyduğu direnme performansı, geleceğin mesajını yeterince yansıtmaktadır.


Ülkemizi ağır kayıplara yöneltmeden, barış içinde sorunlarımızı diyaloglarla çözmek için hepimize düşen görevler vardır; bunun için iktidarlar kendi tarihleriyle yüzleşmekten çekinmemeli, değişimin gelip kapıya dayandığını bilmeli, halkı daha çok oyalayamayacaklarını da anlamaları gerekmektedir.


Bu ülkede daha çok özgürlük ve demokrasinin kanal ve alanlarını anayasal güvencelerle hak sahiplerine teslim etmeden bir adım ilerlemenin olmayacağı bilinmelidir. Bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğuna gerçekten inanıyorsak, bunun gereği olan farklılıklarımızın eşitler olarak haklarının paylaşılmasını da başarmamız gerekmektedir.

Sol sollarsa..

İlker Demir

29 Ocak 2011




12 Eylül 2010 tarihinde büyük bir tesadüf eseri olarak tam cuntanın 30. yıl dönümünde Anayasanın bazı maddeleri oylandı.

Fırtına, genellikle Kemalizmle aynı blokta görülen solun biçimsel "zıttı" ama özünde benzer kapsamlı bir zihniyete "Yetmez, ama evet" diyen sol kesimin Brütüs tutumu üstüne koptu.

solun sayısal olarak önemli kısmı hayır dedi, demekle kalmadı demeyene de hayır tavrı aldı.
Hayır tavrı genellikle içinde olduğundan olağan ve sıradan kaldı.

Kutupsal zemin üstünden çok gündem olmasına rağmen solda oya/seçime bakış yeterince tartışılmadı.

Ama birbirine gereğinden fazla sataşıldı; nezaket, hatta kasıtlara şüphe düşürürcesine kişilik hakları aşıldı.

Solun fiziki tutumu maalesef yine aynı yerde saydı.

Eski durdukları yerde kalanlar 'yenilenen'lere göre 'eski' kaldı, ama sonuçta eski kaldı.
Eski yenilerin farkı da sadece tonları bakımındandı.

Ton farkı, 12 Eylül günü yapılan kısmi Anayasa 'değişiklik'leri için yapılan oylamada Kürdistan'da politika yapan solun önemli bir kısmı boykot dedi.

Bu üç kategoriye girmeyen, az da olsa, seçimde geçersiz oy veren solcular da vardı.

Hayır demek, niyet ne olursa olsun, pozitif anlamda, fiilen mevcutu savunmak anlamına geliyordu. 80 yıllık statükonun bugün vardığı noktadaki konumunu korumayı, kullandığı argümanları oylamada savunarak yer aldı. Kaba bir özetle, evet derseniz 'korkulanın' yolunu açarsınızdı. Hayır demekteki amaçları, anayasaya getirilen 'yenilikler, gericilikler' filan değil, 'korku yolu'nu tıkamaktı.

Boykot diyenlerin amacı Ak Parti'ye ve dünya aleme Kürdistan'ın sahipleri var demek ve dedirtmekti.
Türkiye'de yetmez evetçilerin bir kısmının kürdistan'daki oyu da boykottu.

Buraya kadar solun oylamadaki tutumu bildik, tamamen eski.

Çünkü eskiden de solda boykotçu, evetçi, hayırcı vardı; doğrudan veya dolaylı bir şekilde sistem içiydi, şimdi de.

Kısmi Anayasa oylamasında evet ya da hayır demek sistem içi bir şeye evet ya da hayır demekti ve bal gibi sitem içi tutumlardı.

Mevcut Anayasa 12 Eylül kalıntısı olduğuna göre kısmi değişikliğe hayır demek fiilen bugüne evet demekti.

Kısmi değişikliğe evet demek, değişiklikler nitel bir özellik içermediğinden, statükoya makyajdan başka bir anlam ifade etmiyordu. Önerilen, daha 'iyi' kötü bir tutum.

Teori ne? Tarihi tecrübe var mı? Bir zamanların genel geçeri Lenin İngiliz komünistlere seçimlerde ne yapmasını söylemiş? Çeviri yaparken bile ne savunduğuna bağlı olarak işçiyi emekçi(halk), emekçiyi işçi diye çeviren, her pahaya galip gelmek isteyen geçmiş varken bugüne bakmak için o sorular artık tarihten bir yaprak.

Devrimci durum yoksa, boykot olmaz, oy hakkı için onca mücadele edildi, o bir kazanılmış haktır, terkedilmemeli demek nafileydi. Karar verilmişse duymamaya, o kulaklar en ağır sağırdı. Kavramı, tanımı geçecektin; "somut şartların somut tahlili" dedin mi, tartışma bitti!

Teori ya tutuma uydurulur ya da atlanırdı.

Atlandı.

En gerçeği Kürtlere özgü bir bir durum vardı ortada.
Egemene karşı olmayana sol, hele komünist tutum denir mi hiç!
Sistem karşıtı tutum alınamaz mıydı?.

Sol evet ve hayır kendi tutumunu ifade etmiyor diye geçersiz oy veremez miydi? Hem oy hakkını kullanmış hem de tutumunun niteliğini ortaya koymuş olurdu. Böylelikle sistem içi tutumların kuyruğuna da takılmamış, egemen güçlerin değirmenine su taşımamış, oralarda absorbe olmamış, bağımsız kişilikli tavrıyla geleceğe seçenek olmuş olmaz mıydı!

Sol geçmişte de, devrimcilerden sistem içi düzen partilerine oy yok, boykot; seçime girersek güçsüzlüğümüz ortaya çıkar der, kuzu kuzu CHP'ye oy verirdi.

Hadi devlet partilerinde Che ve Deniz Gezmiş'le onları öldüren aygıt ve örgütleri değilmişcesine anı ve acı sızlatan resimler üreten her dönemin yalaka ve kişiliksiz sol kurularına söz yok da, hücresine kadar militanlığı yaşamışlara ne demeli!

Hey solcular! Kendini solcu hissedenler!

Hele durduğunuz yeri bir daha tanımlayın.

Devam etmeyin şehzadeyi dövemeyip birbirinizi şamaroğlanı etmeye!.

Bırakın şu evet dediniz o yüzden şu oldu, hayır dediniz şu yüzden bu oldu türünden Emin Oktay'ın tarih kitabındaki Osmanlı'nın yenilmezlik bahanesi olan müttefik hatalarını saymayı.

Artık kendiniz olun lütfen!

Bakın yine yeni seçim geliyor.

Yürüdüğünüz yol sağ bile değil, sağdan öte, emniyet şeridi.

Hadi canlanın, egemenlerin gazına gelmeyin, kendiniz gaza basın, sollayın biraz.

Geleceğin ihtiyacı var.

il_demir@hotmail.com

28 Ocak 2011 Cuma

‘İNSAN ONURUNUN KORUNMASI VE ASLA ÇİĞNENMEMESİ’ İÇİN…


Mihrac Ural'ın notu:

Değerli dostum Celalettin Can öncelikle geçmiş olsun diyorum. Hepimiz yarım asrı aştık. Ama biliyorum yürek hala dinç ve genç. Buna rağmen unutma, hepimiz adına gereklisin ve yapacağın çok önemli yükümlülüklerin var. Kendine, sağlığına her zamandan daha çok dikkat etmelisin. İyi olmana sevindin hep sağlıklı olman dileğiyle, selamlarımı iletiyorum. Yazılarım düzenli olarak eline ulaşıyor, biz de yazılarını özlemiştik...


Hoş geldin.




CELALETTİN CAN


27 oCAK 2011


Son birkaç yıldır görece artan ölçüde Türkiye geçmişi ile yüzleşiyor. Bu yoldan geçerek bir ölçüde demokrasiye ulaşmış ülkelerde olduğu gibi ‘süngünün tasfiyesi’ üzerinden ortaya çıkan demokratik siyasal iktidar değişikliğinin ürünü değil bu yüzleşme eğilimi. Kendiliğindenlilik egemen. Popüler siyasal kültürün karışık ve köksüz etkileri fazla. Örgütlü, hakikat/gerçek komisyonlarına dayalı yüzleşme damarı en azından şimdilik belirleyici olmaktan uzak.

Yüzleşme/hesaplaşmada, bu tip komisyonlar temel bir öneme sahip. Deneyim, başka ülkelerde demokratik siyasal iktidar değişimlerinin ihtiyaç duyduğu ‘mıntıka temizliği’ni sağlamak için kuruldukları yönünde. Bizde ise, bu yönlü değişimi hazırlamanın bir parçası olarak aşağıdan yukarıya bağımsız sivil demokratik hareket olarak kurulmayı bekliyorlar. Ancak bu yönlü çabalar sınırlı. Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu dışında maalesef ete kemiğe bürünmüş başka bir çalışma yok.

***

78’liler Girişimi tarafından oluşturulan Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun üç yılı aşkındır sürdürdüğü çalışma sonucu 451 Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi çıkışlı eski politik mahkum, yakınları,avukat ve savcı ile yüz yüze yapılan 850 saatlik görüşme kayıtları ve 7500 sayfalık deşifreden elde edilen bilgiler ve bulguların; tıbbi, sosyolojik, psikolojik ve hukuki açıdan ön değerlendirme sonuçlarının ilki Diyarbakır’da, ikincisi Ankara’da açıklandı.

Komisyon’un, İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türk Tabipler Birliği ve 78’liler Girişimi ‘nin desteğini, İnsan Hakları Ortak Platformu’nun katkısını alarak 22 Ocak 2011’de Ankara’da düzenlediği Türkiye Diyarbakır Cezaevi Gerçeğiyle Yüzleşiyor Sempozyumunda katılımcılar şu görüşleri dile getirdiler:

“Türkiye, 1980 darbesiyle tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı.

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi bu dönemde insanlığa karşı işlenen suçların en önemli merkezi oldu.

Bu cezaevinde yaşananlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir utancıdır. Bu utançtan kurtulmak için gerçekle yüzleşilmeli ve sorumlular cezalandırılmalıdır.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar, etnik kin ve öfkenin askeri bir sistem içersinde uygulanmasıdır.

Bu vahşet ve zulmün amacı aşağılamak, kişiliksizleştirmek, Kürt kimliğini yok etmek ve Türkleştirmektir.

Sempozyuma katılan hukukçular Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananların “insanlığa karşı işlenmiş bir suç” olduğu konusunda görüş birliğine vardılar.

Sempozyum katılımcıları Anadolu coğrafyasında bir arada yaşamanın, barışın, adaletin ve demokrasinin tesisi için Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde işlenen “insanlığa karşı suçla” yüzleşmeyi zorunlu saydılar.”

‘Katılımcılar ayrıca Diyarbakır’da oluşturdukları yol haritası'nı sorgulayıp geliştirdiler:

“Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun 25-26 Eylül 2010 tarihinde Diyarbakır’da gerçekleştirdiği ilk sempozyum sonrası yapılan çalışmalar sonucu, 310 mağdur/politik mahkum, 11 Ekim 2010’da özel konumlarını, şikâyetlerini ve bildiği görevlilerin kimliklerini açıklayarak faillerin tespiti ve cezalandırılması için Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmuştur.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlarla ilgili olarak Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan başvuruların etkin takibi yapılmalı, henüz başvurmayan mağdur/politik mahkumların başvuruda bulunması için çalışılmalıdır.

12 Haziran 2011 seçimleriyle oluşacak yeni parlamentoda Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan gerçekleri ortaya çıkartmak amacıyla bir Araştırma Komisyonu kurulmalıdır.

Meclis Araştırma Komisyonu’nda komisyonumuzdan temsilcilerin görev alması sağlanmalıdır.

Soruşturmada mağdurların mağduriyetlerini ifade edebilmeleri için gerekli olanaklar yaratılmalıdır.

TBMM’de kurulacak komisyon özellikle 1980-1984 yılları arasında Diyarbakır Cezaevi’nde görev yapanları n kimler olduğunu, giriş çıkış kayıtlarını, müddet nameler ve anılan süreç içersinde tutuklu ve hükümlülerle ilgili tüm bilgileri Jandarma Genel Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İçişleri, Adalet ve Sağlık Bakanlıklarından temin etmelidir.

Ayrıca komisyonun etkin sonuç alabilmesi, onarıcı adaletin gerçekleşmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

Diyarbakır Cezaevi’nin bir utanç, yüzleşme ve insan hakları müzesine dönüştürülmesi için başlatılan kampanyalar arttırılmalı, ulusal ve uluslar arası düzeyde bir projenin gerçekleştirilmesi için konunun ilgililerine çağrı yapılmalıdır.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananların ulusal ve uluslar arası kamuoyu tarafından bilinmesi için komisyonun yaptığı çalışmalar ve elde ettiği veriler çeşitli sanatsal, kültürel etkinlikler aracılığıyla yaygınlaştırılmalıdır.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşamlarını yitirenlerin anısına saygı, çekilen acıların unutulmaması ve utançtan arınmak için toplumsal hafızaya dönük kalıcı eserler yapılmalıdır.
Bundan sonra yaşanacak hak ihlallerinin önlenmesi için “Birleşmiş Milletler İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani ve Küçültücü Muamele veya Cezaya Dair Uluslararası Sözleşme”nin ek ihtiyari protokolü için onay kanunu çıkarılarak, bu protokol Türkiye’de derhal yürürlüğe konmalıdır.

Diyarbakır Askeri Cezaevi gerçeğinden hareketle, öç alma duygularından arındırılmış bir yaklaşımla; dehşet ve vahşetin yeniden yaşanmaması, gerilerde kalması, işkencecilerin mahkum edilmesi ve bu gerçeğin asla unutulmayacak bir olguya dönüştürülmesi için; yapılacak demokratik ve sivil bir anayasada ‘insan onurunun korunması ve asla çiğnenmemesi’ temel insan hakkı olarak yer almalıdır.”
Yol haritası ile paralel ilerleyen örgütlenme biçimleri özgün bir alanda sabırla örülüyor, bu yönlü mücadele ve deneyim adım adım gelişiyor.

25 Ocak 2011 Salı

ATAK DERGİSİ (Sayı: 101 ) OKURLA BULUŞTU




Her yani sayısı, yürek dolusu emek, kararlılık, sabır, hedefe inatla yürüyüş…
Her sayısı demokrasi ve özgürlük, çok dillilik, özerklik…

Her sayısı bilgi birikimi, on yılların deneyimi, örgütlülük, disiplin ve arkasında halkın durduğu davaya bağlılık yatan bir aydınlık platformu.

AYRI VARLI bolgu olarak ATAK dergisini tüm okurlarına önemle önerir. Sitesini ziyarete davet eder, iletişim için, bağ kurmak ve mücadeleye omuz vermek için bir adım atmaya çağırır.

Kısa zamanda çok şey değişecek, sabırlar taçlanacak, çağdaş iletişim araçlarının yeni uygarlık algılarıyla biçimlenecek, mücadelemiz zenginleşerek devam edecektir.

ATAK DERGİSİ

Halkın dili, yol haritası, kendini ifade etme platformudur

www.atakdergisi.org --------- editor@atakdergisi.org

24 Ocak 2011 Pazartesi

ENGİN ERKİNER BİR KATİL MUHBİRDİR


220. DOSYA


ENGİN ERKİNER

İTİRAFÇI OLDUĞU KADAR

BİR “KATİL MUHBİR”DİR



Mihrac Ural
26 Ocak 2011



Malatya Beylerderesi katliamında İlker akman ve yoldaşlarının kanlı kıyımına yol açan muhbir, itirafçı Engin Erkiner’dir .


O dönemde karısı olan İlker Akman’ın ablası, “katil muhbir sensin” diyerek suratına tükürmüş ve ondan boşanmıştır. Bu günkü çabası, Resmi boşanma tarihi ile fiili boşanma tarihini birbirine karıştırarak demagoji yapması, suçluluk refleksidir.
MİT ajanı İbrahim Yalçın’a gelince, bu ahlaksız sorduğumuz “MİT’le ne zaman çalışmaya başladın ?” sorusuna cevap vermemek için fare gibi kaçmaya devam ediyor; aylar oldu soruyu tekrarla soruyoruz, ama cevap yok. Cevap veremez, çünkü o örgütümüze itirafçı Engin tarafından sızdırıldığı zaman da, bu günde MİT ajanı olarak işini sürdürüyor. Yalancı pehlivan tefrikaları ise bu gerçeği örtme çırpınışlarıdır. Ancak gerçekleri örtemiyor.


Bir MİT ajanı düşünün, örgütünü ihbar etmek için 150.000 TL alarak işe koyulmuş, örgüt merkezine iki kez gidiyor ve MİT’e bilgi aktarıyor. Yakalanmış başka MİT ajanlarının itirafından korkarak, itiraflarını 12 sayfalık el yazısıyla ortaya koymak zorunda kalıyor. Bu el yazılarında ise tarihleri karıştırarak, MİT’le ne zaman ilişkiye geçtiğini örtüyor. Bu güne kadar da bu soruya cevap vermemek için kaçıp duruyor. Bu ahlaksızın çirkin suratı bu haliyle ortada dururken, Örgütümüzün fedakar yöneticisi MK üyesi Salih hocaya karalama yapmaya kalkışıyor.


Salih hoca, hayatı boyunca devrimci mücadele için fedakarca davranmış, ailesini, çoluk çocuğunu terk etmek zorunda kalmış, en zor görevlerde mücadele etmiş, örgütü her alanda temsil etme onuru taşımış Antakya TÖB-DER başkanı, örgütümüz MK üyesi bir yoldaşımızdır. 12 Eylül karanlık dönemi boyunca, ülkede, Orta-doğuda Avrupa’da tüm gücüyle çalışarak demokrasi mücadelesine katkı yapmış, siyasi yorumlarıyla örgütün düşünsel zenginliğine katkıda bulunmuş bir yoldaştır. Bu yoldaşa yönelik karalamaların kaynağının MİT olması, mücadelemizin doğal bir tezahürü olarak görüyoruz.


MİT ajanı İbrahim Yalçın’a gelince, o ahlaksız bilmeli ki, muhatap alınmayacaktır. Çirkin dedikodularla insan kirletme çabalarının kaynağı mensup olduğu teşkilatla tarihsel bir mücadelemiz var, cevabımızı bu mücadelenin uygun bulduğu yollarla vereceğiz.


Buna rağmen bilinmeli ki, Salih hocanın ayağının altındaki kir MİT ajanı İbrahim Yalçın’dan bin kat daha temiz ve devrimci mücadelede hizmet çabasının sonucudur.
Salih hocayı eleştirmek bu ajan sürüsünü birkaç gömlek aşmakla kalmaz, bir devrimciyle bir ajan arasındaki fark gereği bir nitelik farkıdır düzlem farkıdır. Doruklarla, çukurların ölçümleri aynı olmaz. Dolaysıyla çırpınmanın bir kıymeti itibarı yoktur, olamaz da.


Örgütünü para karşılığı MİT’e satan adam, sen gevezelikleri, yalancı pehlivan tefrikalarını bir kenara bırak, MİT’le ne zaman çalışmaya başladın? Bunun cevabını ver.



***



İtirafçı bunalımda. Ağır hezimet insanı perişan hallere sokuyor. Boyunun ölçüsünü siyasi olarak da aldıkça krizleri artıyor, küfür ederken akan salyalarını dizginleyemiyor. Bir sinir bozulması hallerinde, kendi yazılarıyla kim olduğunu bir kez daha ilan ediyor.


Bu çirkin tartışmayı izleyen her okur bilir ki, bizler iddialarımızı sadece bu polis organizesi ikilinin kendi el yazıları ve itiraflarından belgeleyerek kanıtladık. Hasım suçlaması yapmadık, ölü konuşturtmadık, önceki yazılarımızdan alıntı yaparak geviş getirir gibi iddia ispatına tenezzül etmedik.


Kişiyi, el yazılarında dile getirdikleriyle kim olduğunu, kendisini nasıl tanımlamışsa öyle tanımladık. İtirafçı dediysek 20 sayfalık polis itirafnamesini ortaya koyduk, MİT ajanı dediysek kendi el yazısı itiraflarıyla bunu ispatladık.


Tarih belgelerle yazılır dedik, öyle davrandık.


Onlar ise şu ana kadar bir tek satırlık bir belge ortaya koymadan yalan kurgularla örülmüş polis senaryoları üretmeye devam ettiler.


Aramızdaki fark bu kadar basit.


Son gelişme ise, yazılarında “Puşt” kelimesini istihdam eden bu “puşt oğlu puşt” İtirafçı Engin Erkiner’in, Malatya Beylerderesinde İlker akman ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan muhbir olması üzerinedir.


Bu konu elimize iki farklı kaynaktan geçen bilgi üzerine açıldı. Biri, TMMOB’den, aileyi yakından bilen ve olayların tanığı kişiden geldi. Diğeri ise, katliam sırasında bir yolcu otobüsünde muavin olan birinin önceki makalelerimize yazdığı mail iletisinden aldık. Her ikisi de itirafçı Engin Erkiner’in Beylerderesi katliamının muhbiri olduğunu gösteriyor.


Zavallı itirafçı 26 Ocak yaklaşınca yüreğine hafakanlar gelmeye başlar. Suçludur, iç dünyasının korkuları, gerginlikleri erken tepki göstermeye yönlendirir. Bu kez de öyle oldu. Siyaset psikolojisi diyor ya ben buna “psikolojinin siyaseti” diyerek şakşakçı birinin kulağını çınlatacağım.


Suçlu, ne kadar dikkat ederse etsin mutlaka yalana sığınmak zorundadır. İtirafçı Engin de bu hallerde. Biz, elimizdeki bilgiyi okurla paylaştık. Dedik ki, itirafçının karısı İlker Akman’ın ablasıdır. Malatya Beylerderesi katliamı gündeme geldikten çok kısa bir süre sonra, bilgiler toplanınca, kadın elindeki kanıtlara dayanarak ”İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın”, “katil muhbir” diyerek ve yüzüne tükürerek itirafçı Engin Erkiner’i o an fiilen boşamıştır.


Bu boşanma, o an aradaki ilişkinin bitmesiyle de kalmamış, dava açılmış ve resmi olarak da boşanma süreci başlamıştır.


Şimdi sıkı durun, İtirafçı Engin diyor ki, İlkerler katledildikten 6 yıl sonra boşandık. Yani 1982‘de. Bununla da İlkerlerden sonra, karısıyla 6 yıl birlikte yaşadıkları imajı vermeye çalışıyor.


Bu çirkin itirafçının bir demagoji müptezeli olduğunu söyleyip duruyorum. Aciz adam, yenilmiş ve kaçarken şaşkınlığa düşmüş. Ne dediğini bilmiyor, okuru kandırabileceğini sanıyor. Oysa kendisi yazmış, benim araştırmama ve bulup ortaya koymama bile gerek yok. Bu konuyla ilgili “Sakla Samanı Gelir Zamanı” adlı yazısında, İlkerlerin katlinden sonra boşandıklarını, ancak resmi boşanma davasının uzun sürdüğünü, 1982’da sonuçlandığını ifade etmiş.


Yani İlker Akman’ın ablası, olayın ayrıntılarını anladığı an “Katil muhbir” diye suratına tükürüp fiili olarak boşamış, ancak mahkeme kararını 6 yıl sonra vermiş (Ülkemizde o yıllarda bir boşanma davasının 6 yılda bitmesi bile erken bir sonuçtu). Bu altı yılda içinde İlker’in ablası, duruşma salonunda bile bu katille yüz yüze gelmemiştir. Acısını derinleştiren bu haini görmek istememiştir; ayrıca bu ahlaksız, işlediği cürümün korkusuyla, kızı Deniz’e bu güne kadar bir merhaba bile dememiştir (Bir “katil muhbir”in kızı olmak ise çok acı bir şey. Deniz bu duyarlılıkla, itirafçı Engin Erkiner’i baba olarak görmek, tanımak, kabul etmek istememiştir; tiksinti duymuştur)


İtirafçı Engin demagojiyle, resmi boşanma için açılan davada karar çıkana kadar geçen süreyi karısıyla birlikte geçirdiğini muğlak kelimelerle ima etmeye çalışıyor. Okur dikkat etmez diye bu kuyruklu yalanı sallıyor. Farkına varılırsa da “efendim, mahkeme boşanmamıza 6 yıl sonra karar verdiğini ifade etmek istedim” diyecek. Ancak bu hezeyanlar kimseyi aldatmıyor tersine “Katil muhbir “olduğu konusundaki kanaatleri pekiştiriyor.


Adam her yazısında okurunu aptal yerine koymaya alışmış. Ama adama sormazlar mı, 19 Ağustos 1977’de tutuklandın, 1982’de yurtdışındaydın, bu dönem İlker’in Ablasıyla nerde ve nasıl birlikte oldun söyler misin? Be soytarı, be ahlaksız yalancı, bu kadar kaba yalanla kimi aldatacaksın.


Bir önceki yazında, boşandık derken bu kez resmi boşanma kararının 6 yılda çıkmasını kelime oyunuyla, “İlkerlerin ölümünden 6 yıl sonra boşandık” diye kime yutturacaksın. Okur fiili olarak boşanma ile resmi olarak boşanmanın farkını anlamaz mı sanıyorsun.


Bunak adam, mahkeme evrakları elinde, eksiksiz yayınla da okur neyin ne zaman olduğunu ve nasıl olduğunu anlasın. Hadi göster bakayım kendini…


Bilmeyenlere tekrar belirteyim, bu itirafçının ceza evinde bir tek ziyaretçisi olmadı. Ne birinci derecede akrabaları ne de dışarıdan bir ilişkisi; selam vermek için bile geleni olmadı, çünkü yoktu. Çevresi olmayan biri, ne bir aile, ne bir ahlak ne bir kültür kimliği vardı, hep bir yere yamanarak var oldu, dik durmasını asla bilmedi. Fiziki olarak hangi siyasilerle yakın olduysa onlardan yana, HDÖ –Acil ayrılığında bizimle birlikte olduğu için bizden yana, Polise düşünce polisten yana, sıkışınca da muhbir olan bir tip. Bu gün MİT ajanıyla birlikte ondan yana olmakta beis görmeyen biriydi.


İlker akman ve arkadaşlarının Malatya Beylerderesinde katledilmesine yol açan muhbir Engin Erkiner’dir. Refleksleri de bunun içindir. Bunu örtmek için, karısı olan İlker’in ablası tarafından boşanmış olmasına rağmen, okuru yanıltmak için 6 yıl sonra boşandık diyerek, fiili boşanma ile resmi boşanma arasındaki süre üzerinde kelime oyunu yaparak yalan söylüyor.


Bir kez daha, onlarca yalandan birini böylece, kendi yazılarıyla ortaya koymuş olduk.


İlker akmanın ablası olar-n karısı, Malatya Beylerderesi katliamının muhbiri Engin Erkiner olduğu anlaşılınca onu derhal boşamıştır. Bu onurlu kadın, bu muhbirle bir an bile birlikte yaşamamıştır. Resmi olarak boşanma davası 6 yıl sürmüştür ancak hiçbir şekilde bir araya gelmemiştir.


İtirafçı 26 Ocak günü gelmeden göstermeye çalıştığı yazı refleksi, bir kez daha kendini ele vermiş oldu.

Engin Erkiner Malatya Baylerderesi katliamının muhbiridir.



FİLMİN KARELERİNİ GERİ SARARALIM



Okur bir kez daha film şeridini tersten sarsın. Kare kara olayları izlesin. Bu iddianın, gerçek olduğunu yerli yerine oturduğunu görecektir.

1. Kare


İtirafçı Engin Erkiner’in doğum gününü artık her kes biliyor 19 Ağustos 1977.


O gün Polise yardım maksadıyla itirafçı olmuş, örgütle ilgili her şeyi, hatta hayallerini bile itiraf etmiştir.

Bildiği, bilmediği, sonradan aklına gelen, gelmeyen her şeyi, geçmiş ve gelecek Üst komiteleri, tüm örgüt ev adreslerini, tüm silahları, tüm kadro, militan ve sempatizanları, hatta merhabalaştığı insanları bile polise tek tek vermiştir; adını verdiği her kişinin ayrıntılı eşkalini bile anlatmıştır.


Mazgal deliği kapısını tıklayarak, aklına sonradan gelenleri bile söylemiştir; polis karşısında “çok dürüst” davranmış, olayları bilimsel temele oturtmak için de “kronolojik sıraya” riayet etme hassasiyeti göstermiştir (bkz. Engin Erkiner Polis İfadesi, http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ Dosya No: 1)


Sorulan sorular üzerine, gelecekteki eylemleri kimlerin yapabileceği kehaneti yürütmekten de geri kalmamıştır; ilginç olan da bu kehanetlerde hep benim adımı öne çıkarmıştır. O günlerden bana karşı iç dünyasında taşıdığı hezimetlerin olduğunu göstermiştir.


Bu “puşt oğlu puşt” (Puşt kelimesi ona aittir), Polis itirafnamesinde bakın kendini nasıl tanımlaşmıştır.


Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


Biz bu günü ve bu sözleri, itirafçının doğum günü olarak tarihledik. Filmin son karesi budur. Şimdi kare kare gerisin geriye olayları izleyelim…


2. Kare


İstanbul’da örgütümüze karşı yürütülen operasyonun arifesinde bu itirafçının başka bir ihanet daha yaptığını görüyoruz. O da, MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı örgüte sızdırmasıdır.

Örgütü yok edeceklerini sandıkları darbenin hazırlığı için (19 Ağustos 1977 operasyonları) MİT ajanı İbrahim yalçın’ı örgüte sızdırıyor. Bu sızma olayı, İbrahim Yalçın’ın MİT’le daha önceden süre gelen çalışmasına da bir işarettir.


Engin Erkiner İstanbul’a nereden geldi; Ankara’dan.


Neden, Ankara’yı bırakıp İstanbul’a geliyor. Bu gelişi kim karara bağladı, kimden izin aldı belli değil. Belli olan tek şey, Ankara örgütünün tamamen tasfiye edildiğidir.


Normalde bir birimden diğerine gidilecekse, yardım için gidilir, katkı için gidilir, eksikliği tamamlamak için gidilir ve arkada bir boşluk bırakılmaz. Gidilen yerde bir boşluk oluşacaksa, bu gidişin bir anlamı kalmaz. Güney bölgesinden İstanbul’a ve diğer bölgelere kadro transfer ettiğimiz zaman, Güney bölgesi en güçlü konumundaydı ve hiçbir boşluk olmadan giden kadroların yeri dolduruluyordu. Ülkenin dört bir yanına böylesi bir etkinlikle kadroları gönderdik durduk (Ali Sönmez yoldaşı, Nebil Rahuma yoldaşı da İstanbul’a, H.G yoldaşı Samsuna, Karlos yoldaşı Ankara’ya, diğer yoldaşları ülkenin diğer illerine bu tarzdaki bir işleyişle gönderdim).


Ama bakıyoruz ki, İtirafçı Engin Ankara örgüt birimini yıktıktan sonra terk etmiştir. Bir felaketin ardından kaçarcasına İstanbul’a gitmiştir. Ancak veriler bunun bir kaçış değil de yıkımdan sonra Ankara’da yapılacak polisiye bir iş kalmayınca, Örgüte son darbeyi vurmak üzeri gerçekleşmiş bir gidiştir. Bu da bizim için büyük soru işaretlerinin bir kez daha gündeme gelmesine yeterli bir neden oluşturmaktadır.


İllegal askeri mücadele içinde olan bir örgütün Ankara birimi ölü ya da diri tamamen tasfiye edilmişse, devletin bu birimden isteyeceği bir şey kalmamış demektir. Bu durumda devlet örgütün başka alanlardaki varlığına yönelecek demektir. Geride kim ve ne kaldıysa onun peşine düşecektir. İtirafçının İstanbul’a yönlendirilmesinin nedeni de budur. İstanbul’a gidiş açıklayacak bir başka gerekçe olamaz.
Kareleri biraz daha geriye sarmaya devam edelim…



3. Kare

Ankara biriminin, en aktif ve en gözde yönetici kadrosu Ömür Karamollaoğlu’ydu. Şehitler ve yakalanmaların ardında ayakta kalan oydu. Bir de itirafçı. Ankara’nın tam tasfiyesi Ömür’ün bir biçimde tasfiyesine bağlıydı.


Okullara, kadrolara, militanlara koşturan oydu. Güney bölgesi ilişkisini sürdüren oydu. Dağlara tırmanan, hazırlıkları yapan oydu. Bu silik kişi ise karanlık bir odunun köşesine sinmiş, avını bekleyen bir yarasa olarak sarkık duran biriydi.


Kendini askeri insanı sanan bu çavuş, hayatında iki el atış bile yapmamış biri. Silahın Laz’ını orijinalinden ayırt edemeyecek kadar bu alanın dışında olan biriydi. Hakkını yememek için, kısa süreli askerlik hizmetinde s uzun namlulu silah görmüş olabileceğini var sayıyorum. Unutmayşalım, İstanbul’da 4,5 saat sonra yakalandığı hayatının ilk ve tek askeri eylemiyle “askeri ve siyasi liderliğin birliği”ni kurmuş bir çavuştan söz ediyoruz; içinde fünye olan dinamit lokumlarının sıkıştırılamayacağını bilmeyen bir çavuş…


Ömür Karamollaoğlu, bu aptalın verdiği askeri eğitim sonucu şehit olmuştur. örgütümüzün en fedakar, en örgütçü insanının yok etmişti. Ömür yoldaşın ölümünden sorumlu tek bir kişi var, o da itirafçı Engin Erkiner’dir.


Ömür’ün elinde bomba patladı ve şehit oldu (24 Mart 1977).


Polisin peşinde olduğu Acilciler örgütü Ankara birimi böylece topyekun tasfiye edilmişti; garip olan bir tek kişinin geride kalmasıydı. Bu kişi, 12 Mart döneminin kızılca kıyametinden “KURTULUŞ GAZETESİ”nin göstermelik de olsa son yazı işleri sorumlusu olarak görünen biri, ayrıca İlker Akman’ın ablasıyla evli olan, üstelik TDAS’ın “yazarı” olduğu iddiasında olan biri…


Bu kadar olgunun bir araya gelmesinden aklınızda bir soru işareti oluşmuyor mu ???...



4. Kare


Ömür’den hemen önceki kareye gerisin geriye gidelim…


Rıza Salman, ihbar olması büyük ihtimal olan bir kuşatmaya düştü. Polis kuşatmasında gerçek bir devrimci gibi davrandı. Teslim olmadı.


Bir Acilciye yakışır tutum takındı, direndi. Esir düştü. İşkencede ser verdi sır vermedi.


Bu şahısla hiçbir zaman uyumlu olamadım. İlki kaçak yollardan dere-tepe-vadi geçerek Suriye’den malzeme alıp dönmüştük (Hanna yoldaş, bu yolculukta bizi sınır köyüne kadar uğurlamıştı). İkincisi Binboğa dağları tırmanışında birlikte olduk, üçüncüsü Güney bölgesi çalışmalarına Ömürle birlikte gelip örgütlenmemizde misafir kaldı, Dördüncüsü, Niğde zindanında aynı komünde geçici bir süre bir arada olduk.


1979 HDÖ-Acil siyasi ayrılığı ardından, Konya Cezaevinden Niğde cezaevine sürgün gelmiştim ve orada Rıza’yla birlikte olmuştuk. Çok konuştuk, çok tartıştık. İnsani olarak çok farklıydık. Siyasi olarak da en temel konularda anlaşamamıştık. Ama Rıza Salman, polise karşı ve işkencede direnmiş biri örnek biridir diyerek Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmeliyim. Yakalandığında, direnmekle kalmadı, geride örgüte zarar da vermedi. Oysa İtirafçı bir tek tokat yemeden her şeyi polise gönüllüce verdi.


Bir de şu çirkin tartışmaları görünce, HDÖ ile yaşadığımız ayrılığın ne kadar kaliteli bir siyasi ayrılık olduğunu, hiçbir çirkine girilmemesiyle ortaya koyulan örneği hatırlatmam gerekecek. Örgütsel tarihimizin ortak sürecinde bu insanlar hakkıyla anılacaktır.


Ankara’da Rıza Salman da böylece tasfiye edildi. Bu tasfiyede İtirafçının nasıl bir rol aldığını fotoğrafı bütün olarak gördüğümüzde daha net anlamak mümkün olacaktır. Elimizde belge ve kanıt olmadan bu konuda daha fazla bir şey söylemeyeceğim ama aldığım bir sinyal bunun da belgeleneceğini gösteriyor (bu konuyla ilgili belge ve kanıt ulaştırılırsa bunu okurla paylaşacağım).


İtirafçı Enginin olduğu her yerde bir karanlık nokta var olmuştur okurun dikkatini buraya çekmek isterim.


Devam edelim…



5. Kare


Yüksel Eriş hoca elinde bomba patlayarak şehit oludu (24 Ocak 1977).


Bu örgütün gerçek hocası, gerçek vakur insanı, Güney bölgesinin bu süreçte yer almasının temel yöneticisi.


Yüksel Eriş hoca Ankara’dan uzaklaştırılıp, yetersiz askeri bilgi içinde, sorumsuz ve hayatında fiili bir şey yapmamış bu ahlaksızın döşediği yolda ölüme gitti.


Yüksel hoca görevini yaptı, inandığı, davası gördüğü, omuzladığı mücadelede şehit oldu. Ancak bu gelişmeler, örgütte var olan anlayışın, askeri çalışma yetersizliklerinin de bir ifadesiydi. Bunun sorumlusu kim ve ne amaçla bu sonuçlar üretildi. Bunları örgüt tarihi sorgulayacaktır; her şeyin altında kirlilik arayanlar, kendi alanlarındaki kirlilikle muhatap olacaklarını bilmelidirler. Belgesiyle, kanıtıyla ortaya çıkan kendi el yazıları ve itiraflarının yanı sıra, tarihi süreçlerin halkalarınca da ortaya çıkmakta olan gerçeklerle yüz yüze kalacaklardır.


Kurucu önderler İlker Akman ve arkadaşlarını şahsen tanımadım ama yazılarından onların nasıl bir devrimci olduğunu kestirmek zor değil. Örgütün aklı diye tanımladığım İlker Akmanın, dik duruşunu, bilgi ve algı tarzını kestirmek zor değil. Geride bıraktığı yazılar bunun en açık ifadesidir. Şehit olacak kadar sunduğu fedakarlık ise, bu gün bu ahlaksızlara bakınca, çok daha anlamlı olduğunu görüyorum. Bu önderlerin yolunda yürüyen biri varsa o da Yüksel Eriş’ti.


Yüksel Hoca, hepimizin hocasıydı. Onu çok yakından tanıdım. İnsani olarak ve devrimci bir yönetici olarak fiili süreçte tanık olduğum Yüksel Hoca, bu örgütün en büyük son kaybıydı.


Şehit olma süreci nasıl oldu, Ankara’da Karadeniz bölgesine gidiş ve o kesitin ilişkisinde neler oldu hala bilmiyoruz. Bunu Rıza Salman açıklamalı. Sürekli yalan söyleyen, kurgularla, demagojide müptezellikle, MİT ortaklığıyla ve üzerindeki şüphelerle İtirafçı Engin’in bu sürece ilişkin konuşacağı hiçbir şey tarafsız olamaz, doğru olamaz...


Ömür ve Yüksel’in şehit olma tarzlarındaki aynılığa dikkat çekerek film karesini gerisin geriye sarmaya devam edeceğim.



6. Kare

Dikkatli okur, birileri için örgütte bir yol açma olayından söz edilecekse, bu belirtilerin yeterli kanıt olduğunu görecektir.


Biz bu aşamada kitle çalışması içinde binlerce insanın katıldığı mitingler, her eylemin siyasi açıklamasını ihtiva eden basın açıklamaları, günün en önemli tartışmalarıyla ilgili kitap (Sov. Sos. Emp. Tezlerinin Saçmalığı), “TEK YOL DEVRİM” adlı dergimizi çıkarmış, şehrin her mahallesinde, ilin her ilçesinde ve köylerinde dernekler kurmuş çalışmalarımızı yükseltiyorduk.


Aynı kesitte, itirafçı karanlık odasında siyaset adına hiçbir şey yapmadan oturduğu bilinmektedir; ne bir bildiri, ne bir yayın, ne bir siyasi yorum yapma çabası olmadığı gibi, bizim bu çabalarımıza engel olma yönünde beyhude çabaları oluyordu.


Burada bir duralım. Kimse kimseyi kanıtsız belgesiz suçlamamalıdır diye tekrar edeceğim. İtirafçının polis ifadesini bir kez daha okuyun. İlgili iseniz iyice ve satır satır okuyun, yaptığı itirafların mantığını yakalamaya çalışın. Başka bir kanıta gerek duymadan bu adamın 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi katliamının muhbiri olduğu görülecektir.


İlkerlerin Postanede kiminle konuştukları ya da oradaki randevunun nasıl bilindiği sorusu Beylerderesi katliamının temel sorusudur. İtirafçı Engin Erkiner, geride kalan, İlker’le Ankara’da bağlantılı tek kişidir. Bir başka kişi yoktur. Bunu itirafçının kendisi de söylüyor.


İlkerlerin tam olarak nerede oldukları, ne yaptıkları, üzerlerinde nelerin olduğunu bilen tek kişi işte bu adamdır. O kesitin siyasal ve güvenlik mantığının aksine, 12 Mart dönemi sonrası, 1974 affı ardından, Ecevit’in Karaoğlan rüzgarının sol adına yükseliş kesitinde, kim oldukları, ne yapmak için orada bulundukları, üzerlerinde nelerin olduğu bilinmeyen üç kişi için, helikopterler dahil müfreze müfreze jandarmayla, polisle ölüm saçmanın bir mantığı yoktur.


Bu bir ihbardı ve bu ihbarı Engin Erkiner yaptı.


Bu olay, sıcaklığını kaybetmeden, ilk bilgiler ele geçince, İlker Akman’ın TMMOB’deki arkadaşlarınca da yapılan araştırmalar sonrası, işin ucunda bir ihbarcının olduğu belgelendi. Bu ortaya çıkınca, İlker Akman’ın ablası bildiği ayrıntılarla kimin ne zaman kiminle tel bağlantısı içinde olduğu verilerini birleştirdi.


Her şey açıkça ortaya çıktı. Kocası olan Engin Erikiner, kardeşi İlker Akman ve arkadaşlarının kanlı bir operasyonla katledilmesinin muhbiri olduğu netleşti.


Bu bilgiler örgütümüze İlker Akmanın yakın mesai arkadaşı ve bu sürecin bir yerinde yer alan, bu gün yüksek bir kamu görevlisi olan, İlker’in TMMOB’li yakın arkadaşı mühendis bir kişidir. Çirkin tartışmaları takip eden bu kişi, tarih ve vicdani sorumluluğuna dayanarak bizlere bu açıklamaları yaptı. Bu bilgiler sürecin her kesitiyle karşılaştırmalı olarak ele alındığında, gerçek olduğunu ortaya çıkarttık ve Arşivde tutma yerine, okurla paylaşmayı uygun gördük.

Bu noktada okuru empati yapmaya davet ediyorum.


Kocasının ihbarıyla, kardeşi ve yoldaşları katledilmiş bir kadın düşünün. Böylesi bir şok yaşanmadan, en kasvetli ve en acı kesitte hiçbir kadın kocasını birden bire terk etmeyeceği sonucunu sizde varacaksınız. Ortaya çıkan bu kanlı süreç üzerinden, uzun bir dönem geçmeden, ailevi nedenlerle boşanmayı talep edecek bir kadın yoktur. Tersine bu acı süreçte duygularını paylaşacak, ona yardım edecek birine ihtiyaç duyar bu da en yakını kocası olmalıdır. Normal bir boşanma böylesi sarsıcı bir olayın ardından asla olmaz. Üstelik kızı olan birinin böyle bir davranışı mümkün değildir.


İtirafçı Boşanmayı ailevi mesele olarak okura yutturmak istiyor. Yalan söylüyor. İlker’in ablası gerçeği öğrenince, bir katil muhbirle birlikte olamayacağını ilk anda anlıyor ve suratına tükürerek fiili olarak boşanıyor. Bununla kalmıyor aynı anda mahkemeye başvurarak resmen boşanmak istediğini ilan ediyor. O andan itibaren de bu alçağın yüzünü görmeyi ret ediyor.


İlker Akman’ın Ablası, İlker gibi onurlu tutum alıyor ve “İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın, sen bir katil muhbirsin” diyerek suratına tükürüyor. Boşanmanın nedeni de bundan ibarettir.


Örgütün kurucu önderleri İlker Akman, bu silik kişiyi örgütte işlevsiz haliyle her zaman ötelemiştir. Örgütsel çıkış için adım atamak ve bunu başarmak için yola çıktıklarında bu kişiye görev bile verilmemiştir.


Yüksel Eriş hocanın, Ömür Karamollaoğlu’nun bu kişiyle ilgili olarak söyledikleri de aynı yönde kesişmektedir. Bir köşeye itilmiştir. Rahmetli Mehmet Koç, bu adama boşuna “Çavuşesku” benzetmesi yapmadı; kin ve garez dolu sorumsuzluğuna bakarak, çirkin tartışmaların adamı olarak bu isim ona gerçekten yakışan bir isimdi, sonu da aynı şekilde yakışık olacağı kesindir.


Bu karede her şey çok net. 26 Ocak 1976 Beylerderesi katliamının arkasında Engin Erkiner adlı bir muhbir bulunuyordu.



7. Kare; filmin ilk karesi



Filmin ilk karesini okumadan önce, zihninizde şu tarihi kareleri ileriye doğru sarmaya çalışın. Beylerderesinin katil muhbiri, Ankara bölgesini ölü diri tasfiye eden, MİT ajanını örgüte sızdıran, itirafçı olarak polise örgütü teslim eden biriyle karşı karşıya kaldığınızı göreceksiniz.


Şimdi böylesi birinin eğri oturup doğru konuşması gerekirken, demokrasi mücadelesinde yer alma çabası veren, örgütlü kalacağız diye legal illegal çalışmalarını gücü oranında sürdüren örgütümüze saldırmalarının anlamı nedir. Bu ülke daha onlarca siyasi örgüt kaldırır, milyonlar zaten örgütsüz, okuyan kalmadı, eyleme katılacak insan sayısı gittikçe geriliyor bu sürece katkı yapmak, omuz vermek varken 24 saat aralıksız karalama yapmanın mantığı nedir???....


Bunun cevabını her dosyada veriyorum, bu bir polisiye Görevdir. Bunu başka türlü izah etmenin mümkünü yoktur; ne kin ne de inat 3 yıl böylesi bir karalama kampanyasını sürdüremez. Bu bir görevdir. Okur Doğu Perinçek’in devrimcileri ihbar ve karalama sürecini hatırlasın ve bu kişinin bu gün nerede olduğunu göz önüne getirsin her şeyin çok açık olduğunu görecektir…


Filmin ilk karesine dönelim…


Filmin ilk karesi, kendisinin de yazılarında ifade ettiği gibi, “Kurtuluş Gazetesi”ndeki şekli de olsa “Yazı İşleri Sorumlusu”dur.


Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C’nin merkez yayın organı durumunda olan bir gazetede, Abdurahman Çelebilerin olmadığı yerde de olsa, “yazı işleri sorumlusu” olmak, 12 Mart vahşetindeki kanlı kıyım süreçleri, aydınların, tarafsızların bile işkencelere çekildiği, zindanlara doldurulduğu bir dönemde, Denizlerin asıldığı, Kızlderelerin kanlı kıyımının icra edildiği bir ölüm denklemi sürecinde, “KURTULUŞ GAZETESİ” Yazı İşleri sorumlusunun aranmaması, tutuklanmaması, soruşturmaya bile uğramaması ilginç değil mi ?...


İtirafçıya, “Senin baban ne iş yapar?” diye sordum durdum ama aileleri işe karıştırmamak adına bunu tekrar etmeyeceğim. Bu ortamda İtirafçı Engini kim korudu da tereyağından kıl çeker gibi 12 Mart’ın ölüm süreçlerinden çıkardı. Bu kadar tesadüf olur mu?


İşte, Malatya Beylerderesi katliamına yol açan muhbirin ilk açığı burada başlıyor.


Filmi bir kez daha, ağır çekimle seyredin, vardığınız sonuç ne ise kabulümdür.


Sonuç;


Katil Muhbir, itirafçı Engin Erkiner,


Bölgemizde kitle içinde en yaygın ve en iyi kamufle olmuş halimizle çalışırken, adımızı ilk kez polise sen afişe ettin; beni, Nebili, Ali çakmaklıyı, Ali sönmez yoldaşı ilk kez polise sen verdin. Tüm örgütü yıktın ya da ortağın MİT ajanı İbrahim Yalçın’la birlikte yıkacağınızı sandınız. Beceremediniz.


Firari olarak yılmadan çalıştık. Örgütü ayakları üzerinde oturttuk, yükselişe geçtik. Yakalandık ama ser verdik sır vermedik, bunun için örgüt yoluna devam etti. İkinci, üçüncü kuşak yöneticiler yola devam etti, bir Acilci yöneticinin alması gereken tutumu aldık. Sen ise, geride selam atacak bir tek insan bile bırakamadın.


Sonraki süreci hep anlatıp duruyoruz tekrar etmeyeceğim, Acilcileri yükselten, Kongreyle de taçlandıran emeklerimiz halkımızın davası uğruna sarf edilen emeklerin ürünüdür.Türkiye sol tarihinin en geniş katılımlı ittifakı olan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kurucu üyesi olduk, Merkez yayın organı CEPHE’yi tekrar yayınladık 12 Eylül karanlık rejimine rağmen ülkede dağıtmaya çalıştık yurtdışında her alanda ek yayınlar yaptık. Bu bizim görevimizdi, bunda övünülecek bir şey de yok, bu örgüte emek veren, onurluca geçmişini taşıyan herkesin bu başarılara katkısı olmuştur. Örgüt tarihi bu insanların adını unutmayacaktır.


Sen, katil Muhbir, itirafçı Engin,


Çehren açığa çıktıkça, kuşatılıp işlevsiz kaldıkça örgütten örgüte kaçarak bukelamun gibi yaşamaya devam ettin. TKEP’te ortağın MİT ajanıyla bir kez daha buluştun. TKEP tasfiye oldu, buharlaştı, rolünüz ne idi? bunu TKEP’liler ortaya koyacak, başka örgütlerin işlerine karışma geleneğimiz yok. Ama sorular var yeri gelince sorulacak, el yazılı mektuplar var okura ulaştırılacak…


Sonuçta, sen bir katil muhbirsin bunu ispat ettik. Kaygılarının dışa vurumu olarak ortaya koyduğun refleks bunun bir ispatıdır.


Polis itirafnamene ön söz yazdığın gibi ve isteğin üzerine bu önsözü polis itirafnamenin arkasına soktuğumuz gibi, “katil muhbir” olduğunu da itiraf edeceksin. Belki bunun için elimize düşmene bile gerek kalmayacak. Ama bu gerçeği devrimci kamuoyuna itiraf edeceksin.


Bundan kaçama şansın yok bunu da bilesin…


3 yıldır küfür ediyorsun, uyduruk senaryolarla, yalan kurgularla karalama yapıyorsun. Demek ki başaramadın. Yalanlarına kimseyi inandıramadın, tersine kendi çelişkilerinle çehreni, müptezel bir demagog olduğunu, bizim anlatmamıza gerek olmadan gösterdin. Bu iflasının, ağır yenilgi altından can çekişmenin tecellisidir.



Hakkındaki tüm iddialarımızı, sadece kendi ağzından çıkan, altında imzan olan verilerle kanıtladık, bir araştırma yapma gereği bile duymadık. Ortağınla o kadar çıplaksınız ki sizi, sizden anlatmak yetip arttı bile…




MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN'A GELİNCE...


Bu it, ağzı köpürerek Salih hocaya saldırmış.


Neden? 3 yıldır herkese her türden karalama yapmasına karşın Salih yoldaşa ilişmemişlerdi.
Dürüstlükse hatası olan herkesi ifade etmek gerekmez miydi? Ancak amaç bu değil.


Amaç üreten, örgütleyen, meydanlara inen gücü kırmaktı. Bunun adresi Mihrac Ural ve onun yoldaşlarıydı. Kim ki geri çekilirse, ona övgü bile yapmak mubahtı.


Hesaplar tutmadı. Amaç kirli olunca araçlarda kirli olacaktı.

MİT ajanı olduğunu unutarak, TKEP'li bir sığınmacı olduğunu düşünmeden ve utanmadan, 22 yıldır ilgisi olmadığı Acilciler örgütüne saldırmanın hayasızlığıyal yüzü kızarmadan MK üyesi bir emektar devrimciye kara çalmak ne anlama gelir...

Bir ömür birlikte yürüdük Salih Hocayla. Güneyi birlikte örgütledik. İyi günü kötü günü birlikte yaşadık. MK üyesi bu yoldaşı tanıyanlar ne kadar barışçıl ve insani olduğunu da bilirler.

Salih Hoca sözünü söyleyeceği zamanı bilir ve söylerdi. Söyledi de…


Şok oldular. Örgütün onurlu ve sesiz insanlarını bu çirkin tartışmaya katılmadıkları için, söyleyecek sözlerinin olmadığını sandılar. Yoldaşı yoldaşa düşürerek sonuç alabileceklerini umdular. Salih hoca suratlarına sert tokadı aşkedincede, salyaları dökülerek saldırıya geçtiler. Ama kimseyi aldatamazlardı, adama dün neredeydin diye sorarlar …

Salih hoca’nın gerçek adını ifşa ederek (ihbar bunların işidir) onu eleştirmenin ne anlam taşıdığını bilenler biliyor, bunun üzerinde durmayacağım. Kod adıyla bize saldıranları, hiçbir zaman gerçek isimleriyle anmadığımızı burada hatırlatmakla yetiniyorum.


Salih hoca, bu örgütün emektarıdır; her örgüt emektarı gibi bu örgütün önemli bir değeridir. Hayatını halkımızın demokrasi ve özgürlüğü için adamış onurlu bir insandır. Hepimizin olumlu olumsuz yanları olabilir, kimse mutlak değildir, ama aramızda en büyük perişanlığı yaşayan bu insan, alnının teriyle çalışarak dün de bu günde kimseye muhtaç olmadan yoluna devam etmiştir. Örgütün değerleri uğruna, ailesini, çoluk çocuğunu, mesleği olan öğretmenliği de terk etmek zorunda kalmış bir mücadele adamıdır. Bu mücadele katılıp kaçanlara inat o sonuna kadar bir an boşluğa düşmeden bu mücadelenin insanı olmuştur. En uzak olduğu dönemlerde bile siyasi tartışmalarımızla, bilgi alış verişlerimizle, örgütümüzde taşıdığı müstesna yeri korumuştur.


Bu insanın demokrasi mücadelesindeki dik duruşunu kimse lekeleyemez. Örgütümüzün legal alandaki en önemli isimlerinden biridir. Yüksel Eriş hocanın, Güney Bölgesi komitesinde övgüyle andığı isim Salih yoldaştır. O, TÖB-DER genel merkezinde oluşturduğu ağırlığıyla, Antakya TÖB-DER başkanlığındaki başarılı çalışmalarıyla öğretmenlherin her seçimde onayladığı bir isimdir. TÖB-DER merkezi Kongre delegesidir ve onlarca delegeye yön veren bir mücadele adamıdır; karanlık odaların ölüm kusan kurgularıyla, askeri eylem yapma hayali içinde yaşayan ve sonrasında itirafçı ve MİT ajanının ihbarlarıyla yakalanmaya mahkum olanlardan değildi. Örgütümüzün, illegal ve legal çalışmasının uyumunu sağlayan mimarlarındandır.

Antakya tarihinin en önemli iki mitinginini yönetici kadrosunda yer alan Salih hoca, kitlesel çalışmanın en deneyimli yöneticisidir. Hayatında kitle çalışması nedir bilmeyenlerin, her seçimde çoğunluğu alarak demokratik yollarla derneğin başında olan bir mücadele adamına dil uzatamaları kirli amaçlarının ifadesinden başka bir şey değildir.


Onu Güney Bölgesinin Yüksel Eriş hocası olarak tanımlamak yanlış değil. Bunu ona hiçbir zaman söylemedim, ama benim için Salih yoldaş böylesine dengeli bir yoldaştır.


Bu insana dil uzatanlar önce kim olduklarını bir açıklasınlar. Kendi el yazılarıyla MİT ajanı olduklarını itiraf etmelerinin ötesini okura aktarsınlar, sonra karalamalara yeltensinler diyeceğim.

MİT ajanı, sen kimsin bunu biliyoruz, tek bir soru sorduk buna bile cevap veremedin. Konuş bakalım. Salih yoldaşa uzanan dilini bu soruyla bin kez kestik, fare gibi daha nereye kaçacaksın söyle bakalım?
Sorumuz çok basit, “MİT’le ne zaman çalışmaya başladın?”.


Tam tarih ver, kaçışın seni kurtaramaz bunu da bil…


Yazacaklarımı Jokerde iyice okusun, medyumluk labirentleri ona bir şey kazandırmaz. Kelimelerin sihirli mesajlarını, kahve falcılarına bıraksın, kırmızı teflonları da sahiplerine. Jokerden siyasi yazı beklemiyorum, bu onun birkaç gömlek aşar. Aynaya baksın Paris toplantısındaki “MİT’ten para almışsa bu adam MİT’tir” dediğini hatırlasın, sonra ortağına sorsun, “İbrahim sen neden bu mit’le ilişki tarihini net vermiyorsun, korkun nedir?” desin. Başka ihsana gerek yok…


Bunun için de el yazılı itirafnamesini bir kez daha okusun. Satır aralarını okuma uzmanı olarak, bana “ifaden beyaz kağıt da olsa, bana ver, ben okurum” diyen joker, sana el yazısıyla açıkça yazılmış ortağının yazısını, tek tokat yemeden kaleme aldığı 12 sayfalık belgeyi veriyorum. Onu oku ve inceliklerini orada döktür bakalım. Namusuz değilsen, şerefsiz bir it değilsen, elini vicdanına (varsa) koy ve ortağın İbrahime soruyu açık ve net sor, cevabı da sen aktar.

Bize ağır küfürler sarf eden biri vardı. Örgütümüzle de alakalı değildi. Farklı isimlerle ha bire bana mailler atıyor, bu çirkin insanlarla artık hiç bir şekilde ilgili olmadığını yazıyor. MİT ajanı İbrahim Yalçın'a sorduğunu iddia ediyor ve şüphelerini dile getiriyor. "Paris'teki kişi güvenilmez biridir diyor". Joker Haydar en az o kişi kadar kadar onurlu olabilirmisin…. Asla olamazsın...

Adam olmadığın için, cevap verilmeye bile değer bulmuyoruz bunu hatırlatırım.


Tekrar aktarıyorum.


İbrahim Yalçın, MİT'le ilişkisi için el yazılı itirafnamesinde üç farklı tarih veriyor. Üç farklı tarih. Üstelik hokkabazlığın tüm maharetlerini dökerek, el yazılı itirafnamesinde bu tarihleri karıştırarak veriyor.


20 Ekim 1986 da yakalandım diyor, ama 28 Ağustos 1986 tarihini MİT’e bildirip 150 000 TL paralarını alarak, ihbar iamaçlı bilgi toplamak için örgüt merkezine gittim diyor. Bu iki tarih arasında da bir tarih veriyor, Sarı Vedat'a randevu verdim, bunu MİT biliyor 13-14 Ekim 1986. (bkz. İbrahim Yalçın El yazılı itirafnamesi.


Sıradan okur dikkat etmeye bilir. Bir kaç tarih sıralanmış der geçer. Biraz dikkat edilsin, yeter. 28 Ağustos 1986 tarihi, 20 Ekim 1986 tarihinden öncedir.


Dolaysıyla, 28 ağustos1986’da MİT’ten para alarak ihbar için ortadoğuya çıkmışsa, 20 Ekim 1986'de yakalanmış olamaz. Bu durumda 20 Ekim 1986 tarihinde yakalandım demek yalandır.

20 Ekim tarihi, örgüt merkezine ikinci geliş tarihidir. Bu durumda açık olan bir gerçek varsa MİT'le ilişkinin 28 Ağustosundan önce olduğudur.

MİT ajanı bunu söylemiyor. 28 Ağustotan ne kadar önce ilişkiye geçtiğini dile getirmiyor, her şeyi yazdım dediği 12 sayfalık el yazmasında bundan hiç söz etmiyor. Özel olarak bu bilgiyi gizlemeye çalışıyor. Bizim sorumuzda tam burada anlam buluyor, bu ilişki tarihlerinin ötesi nedir bunu söyle diyoruz...

MİT ajanı İbrahim Yalçın, bir daha söylüyorum

Örgüte ilk gelişinde bilgi toplayıp gerisin geriye gittin (15 Eylül 1986 civarında). Bir yoldaş görüntüsündeydin. Hiçbir şeyden söz etmedin.

ikinci gelişinde de bir açıklama yapmadın. 1 kongreye gelmiştin, bilgi toplayıp gerisin geriye dönecektin. Ancak hesapta olmayan bir gerçekle karşı karşıya kaldın. Örgüt, kongreyi ihbar için gönderilmiş iki MİT ajanının yakalayıp sorguya çekiyordu.

Dehşete düştün, korktun. Bunlardan biri seni iyi tanıyordu (Cengiz). Öyle ki, bu kişiyi MİT senin tavsiye ettiğin yönünde elimizde bilgi bile vardı. Kaygıların arttı ve tek tokat yemeden itiraflara başladın. Ama bilinen hokkabazlığınla MİT’le ilişki tarihini karambola getirerek bulanık bıraktın. Verdiğin bilgiler ise çok eski ve MİT bgönüllüce verilmiş bilgilerdi.

Olay bu kadar. Sen çok ama çok uzun yıllardır MİT'le çalışıyorsun bu mutlak bir kesinlikle kanıtlandı. Jokerin, başı altta ayakları havada duran salmama yüzde binliğini, burada ayakları üzerine oturduğunu söylemek yanlış değildir.


Şimdi tekrar soruyoruz, “MİT’le ne zaman çalışmaya başladın?”. Bu tarihi neden vermekten korkuyorsun, aylardır neden cevap vermiyorsun.


Belli ki, hesap yaptın, bir tarih bulmaya çalıştın, ama hep açık çıktı. Bunun için susmayı tercih ettin, bu çok açık. Ama susmak seni kurtarmayacaktır…


Bir kez daha söylüyorum, kanıtsız, belgesiz insanları suçlamak doğru değildir; en azından burjuva hukuk normlarına uymak gerek. Bir iddiayı ortaya atan onu kanıtlamakla yükümlüdür.

Bir iddia başkası tarafından ortaya atılmışsa, onu da tırnak içinde göstermek gerek. Başkasının İddiasını kendisi de yapıyorsa, bunun delilerini ortaya komalıdır. Hasım iddiasının iddia olmadığını, ölü konuşturmanın kanıt olmadığını bilmek bu işin asgari etik yanıdır. Bizler buna hep uyduk. Ama bu “puşt dölleri, bu zina çocukları” (kendi sözleri), bir önceki yazılarından yer alan yalanları, bir sonraki yazılarındaki iddialarına kanıt olarak sunup yaptıkları demagojiyle kafa bulandırabileceklerini sandılar. Dayandıkları ahlaki yazım tarzı da bundan ibarettir.


Bunun için 3 yıl değil 300 yıl aynı karalamayı yapsalar da sadece iflaslarını tekrar etmiş olacaklar. Ötesi yok.


Sonuç

Bu adamları biliyordunuz da neden tasfiye etmediniz diye iyi niyetle soranlara cevap vermiştim. Tekrar edeyim.


Öncelikle bu adamları öyle bir kuşatmıştık ki, verebilecekleri hiçbir zarar olamazdı. Dünyalarını dar etmiştik, kaçışları da bundan dolayı oldu.


Sonra, İnsan katletmenin karşısında olmasaydık bunu açıkça, gerekçeleriyle uygulayabilirdik. O kesitin bunu kaldırabileceğini de çok iyi biliyorduk. Ama bu yola başvurmadık; kongre örgütleme düzeyinde olan bir örgütün buna ihtiyacı yoktu. Kuşatmak yeterliydi. Kongreyi kirletecek, moralleri zedeleyecek bir girişim bizim gelenekte yoktu. Kongrenin karar bağladığı tüzük, örgütten ihraç dışında bir müeyyide uygulamayı yasaklıyordu ve bu öneri benden gelmişti.


Bu kararım, doğru ya da yanlış olabilir, tartışıla bilir de. Ama kararımdaki kaygıları hep söyledim, yükselişte olan bir örgütün önün kesecek adam öldürme yöntemi doğru değildir.


Bu gün bütün bu kirliliği yapanlar ölümü bin kez hak etmiş olsalar da bu yola başvurmayı ret ettim; onlar da biliyorlar, bir işaretim değil, bir dudak hareketim bile onları yok etmeye yeter de artardı. Bunun için, gönüllü infaz yapmaya hazır, yazılı müracaatta bulunan kadrolar da vardı (belgeler örgüt arşivindedir). Ama bunu ilke olarak kabul edemezdim ve buna iltice etmedim.


Ajanlığı bir kez açık edilen birinin ölü olduğuna inandım. Gerisiyle uğraşmayı gereksiz gördüm. Örgüt olarak zamanı gelince de açık belgeleriyle devrimci kamuoyunu bilgilendirdik. Bizim için buraya kadar yeterliydi.


Bu gün sürmekte olan çirkin tartışmalar ise, bunların amaçlarını da yeterince ortaya koymaktadır; zaten ne örgütlü olmak, ne demokrasi mücadelesinde örgütlü olarak yer almak gibi bir dertleri olmadığını söyleyerek işlerinin polis organizesi olduğunu kendileri itiraf etmektedirler.


Bütün bunların ötesinde bizi ilgilendiren, örgüt tarihimiz ve devrimci kamuoyunu bilgilendirme adına sorduğumuz sorulara cevap bulmaktır.


MİT ajanı İbrahim Yalçın muhatabımız değil ama, açıkta kalan soruyu cevaplayana kadar peşinde olacağız. Bunu bir kez daha deklare ediyoruz.


MİT’le ne zaman çalışmaya başladın?”, sorumuz bu kadar basittir.

Benim bu soruya bir cevabım var.


İbrahim Yalçın örgütümüze itirafçı Engin Erkiner tarafından sızdırıldığında da bu gün de MİT‘le çalışan bir ajandır.


Bu yüzden “MİT’le ne zaman çalışmaya başladın?” sorusuna cevap veremez.


Hepsi bu kadar….