HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Ekim 2009 Cuma

ROJİN ve İLKEL MİLLİYETÇİLİĞİN ACZİ


Bedreddin Mahir


30 Ekim 2009


Serdar Turgut, milliyetçi reflekslerini kin ve ahlaksız fanteziler olarak kustu. Hedef bir Kürt sanatçısı. Ahmet Kaya’ya yönelen saldırının bir başka türünü sahneledi. O kendi türünün binlercesinden biri olarak bu ülkede tek boyutlu olma ilkelliğinde ısrarını ifade etti.

AKŞAM gazetesindeki köşesinde gösterdiği pervasızlık gerçekte bu ülkenin egemen akıl sisteminin bir yansımasıydı. Rojin bu çirkin saldırıya halkı adına, hepimiz adına maruz kaldı.

Ortak ülkemizde siyasal tablo iki temel unsurun dengesi üzerinden yürümektedir.

Bir tarafta bu ülkeyi on yıllardır kanlı bir arenaya çevirmek isteyen milliyetçi eğilimler, diğer yanda demokrasi ve özgürlüğü hepimiz adına yükselten Kürt halkının direnişi bulunmaktadır. Zaman zaman bu mücadele de farklı unsurlar öne çıksa da konunun temeli budur.

Her iki kesimin aktif pasif yandaşlarıyla oluşan siyasal tabloda, aradaki köprüleri yıkarak süreci savaş boyutunda tutmak isteyenler az değildir. Serdar Turgut bu türün içindedir. Ne çirkin yazıları ne de gazetesinin yoğunluğu bu ülkenin yükselen siyasal değerlerin önünü tıkayacak bir etkinliğe sahiptir. Nitekim AKŞAM gazetesi “özür dileme” eğilimiyle, ülkede yükselen değerlerin baskısı altında ezildiklerini açıkça ilan etmiş oldu. Serdar Turgut gibi ilkellerin mahkumiyeti kendi sahasında da kesinleşmiş oldu. Bu hükümler en adil ve en kapsamlı mahkemelerin hükmünden bin kat daha etkindir. Halkın vicdanında mahkum olmak tas tamam budur.

Serdar Turgut, geçmişten bu güne sürdürülmek istenen “Osmanlı aklı”nın evrimini tamamlamamış bir temsilcisidir. Siyaset bilimi, tarih algısı, demokrasi hak ve hukuk mefhumu olmayan bir ilkel akıldır temsil ettiği. Kafasını gerçeklerin duvarına çarpması ve ortaya çıkan tepkilerin yarattığı atmosfer bir çok şeyi ortaya koymaya yeterlidir.

Sorunun öteki yüzü ise tepkilerimizi daha da anlamlı kılacak bir yere oturmalıdır.

Tarihle yüzleşmenin aşması gereken en büyük engel milliyetçiliktir. Onun açtığı yaralardır.

Onlarca kez tekrarla ifade ettik, milliyetçilik bölücülüktür, ötekileştirme pervasızlığı bir ayrımcılıktır. Ortak ülkemizin temel sorunu da burada yatmaktadır. Sağıyla, soluyla milliyetçilik bu ülkeyi savaşlara, yıkımlara sürüklemektedir. Sağ açısından milliyetçilik bir ideolojik duruştur, Sol ise bu hançerle sık sık harakiri yapmakta, siyasal arenadan silinmektedir.

Milliyetçi olmak bir siyasal duruş olarak bu noktada ülkemizin başına musallat ve kaderinin makus hale gelmesine neden olan çıkmaz sokaktır. Yeryüzünün tüm imkanlarını kullansa da başarısız kalacak olan bu yol, kendini yeniden üretebilmek için saldıracağı hedefler ve yaratacağı düşmanlara ihtiyaç vardır. Bunu üretmesi gerekmektedir. Bu gün Kürt özgürlük hareketini topun ağzında tutma gayreti bu anlama gelmektedir. Rojin’e yönelen bireysel saldırının toplumsal, siyasal anlamı da bundan ibarettir.

Uzun süredir Kürt halkı adına, PKK bu hedeflerin merkezidir, hala öyle de devam ediyor. Ancak toplumda belli bir yere gelmiş, siyasetçi, edebiyatçı, sanatçı gibi ön figürlerin karalanmak istenmesi ve bunu için tüm milliyetçilerin ortak dili olan belden aşağı küfürle fantezilere tahvil edilmesi, gelinen yerdeki tıkanmaya yeterli bir açıklama gibi durmaktadır. Milliyetçilik tıkanmıştır, saldırılarındaki şaşkınlık buradan ileri gelmektedir.

Bireyleri de hedef haline getirme aczi içine düşen bu akıl, ortak ülkemizde siyaset adına yapabileceği hiçbir şeyin kalmadığını itiraf mahiyetindedir.

Bu tafraların başaracakları bir yıkım alanı kalmamıştır. Devlet, derin devletiyle yapacağı her şeyi sonuna kadar zorlayarak yapmış, buna bir biçimde de devam ediyor. Ancak sonuç alamadı. Çeyrek asırdır süren mücadelenin önü kesilemedi. Tersine haklılar daha çok kazanmaya başladı. Yüz binlerin, barış heyetini kucaklamak için meydanlara inmesi önünde hiçbir gücün duramayacağı açık hale gelmiştir. Bu yanıyla, tarihteki tüm halk hareketlerinin siyasal sonuçları, ülkemizde de kendini ifade etmektedir. 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle söylenecek son söz söylenmiş, son düellonun galibi belli olmuştu; mağlup olanların "yenilen doymaz" söyleminde anlamını bulan çırpınışları ise gerçeği değiştiremeyecektir. Tablo budur.

Bir yandan başarılmış tarihle yüzleşmenin sonuçlarını elde eden Kürt halkının direnişi diğer yandan bu görevlerini yapma cesareti göstermeyen egemenlerin aczi siyasal tablonun özetidir. Bu gerçekleri doğru algılamayan bir yönelim kafasını kayalara çarpmaktan kaçamayacaktır.

Rojin’e yönelen saldırının ahlaksızlığı, her alandaki milliyetçilik kadar, sol içindeki çirkef milliyetçilerin ahlaksızlığıyla bir örtüşme halindedir. Bu saldırılar şahsi bir düello değildir. Hepimize yönelmiş siyasal bir duruştur. Basit bir saldırıyı ülkemizin demokrasi sorununun merkezine getirip oturtan da budur. Demokrasinin ikamesiyle ilgili sorumluluklarımızın artan önemini bu olayda bir kez daha hatırlamalıyız.

Bu mücadele hepimizin mücadelesidir. Bu anlamda ne saldırılar şahsa yönelmiştir ne de sanatçı Rojin tek başınadır.

Bu ülke hepimize aittir. Tepkilerimiz, yükselen siyasal değerlerimizle de uyumlu olmak durumundadır. Ülkemizi kendi mülkü sananların pervasızlığını sona erdirmenin ilk adımı ve bir arada kardeşçe yaşamanın başarması gereken görev de budur.

KAVRAMLAR VE ANLAMLAR

Zeki BAYTERİN

30 Ekim 2009


Yeni sömürgecilik metodu bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi emperyalizmin dışsal bir olgu değil, aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi sonucunu doğururken öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde geçmiş döneme kıyasla belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nisbi refahı artırmıştır.

Bunun sonucu olarak geri bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte feodal döneme kıyasla yumuşamış halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında bir suni-denge kurulmuştur. (Kesintisiz Devrim)
71'de sorunun M. Çayan tarafından konuluşu böyleydi ve yine oradan başlamakta yarar var. konu üzerine çok şey söylendi. Parti sistematiğinde en çok kurcalanan polemiklere yol açan halkalardan biri suni denge oldu. İşin doğrusu parti tezlerinin bütünü için söz konusu olan talihsizlik bu halka içinde geçerliydi genel olarak Cephe çevreleri, suni denge saptaması konusunda da geniş açılımlar gerçekleştiremediler ve çoğu kez mevcut metinleri savunup yineleme yolunu seçtiler. Tezlere eleştiri yönelten cephede ise ipin ucu çoğu kez hatta her zaman kaçtı. Yazı içinde örneklerini vereceğimiz çok garip noktalara varıldı. Bir düşünceyi önce hiç haketmediği çok saçma bir noktaya itmek ve sonra artık rahatça eleştirmek klasik bir polemik tarzı. Kimileri doğada ve toplumda denge durumunun olamayacağı gibi bütün pozitif bilimlerin ABC'si olan bir gerçeği yeniden keşfettiler, kimileri ise hareketsizlik, sessizlik durumu ile suni dengeyi karıştırarak yaygın toplumsal çalkantılar ortamında böyle bir şeyin nasıl olabileceği türünden sorularla fikir yürüttüler. Ortada, halkla oligarşi arasında hasbelkader oluşmuş bir denge vardı ve birkaç öncü eline silahları alıp ortaya çıkınca bu durum bozulacak ve kitleler ayaklanacaklardı. Böyle bir karikatür sık sık çizildi. Karikatürize etmek, eleştiriyi kolaylaştıran bir yoldu ve bu yoldan sık sık gidildi. Ama, üzüntü verici olanı polemik hırsına bulanmış bir toz duman içersinde, bu saptamaların bir arayış, bir Türkiye'yi anlama çabası olabileceği çoğu kez unutuldu. Bu yazılı metinlerin arkasında devrimin yolunu arayan, üstelik bunu vuruşurken yapan pırıl pırıl zihinlerin olduğu unutuldu ve tabi bu arada politikada bütün insaf ölçüleri de zorlandı, ama gerçek buydu.

60'lı yılların sonunda bir devrimci kuşak dünyaya ve ülkesine yaşadığı toprağa bakıyor ve onu anlamaya çalışıyordu. Devrimci iktidar için savaşmaya kararlı bu insanlar, bu işi kendi başlarına yapacaklarını da hiç düşünmediler. Bu insanlar devrimin öncü ve motor güçleri üzerine yeterince net fikirlere sahiptiler. İşçi sınıfı ve ezilen halkın örgütlenmesini önüne hedef olarak koyan bu insanlar, doğal olarak da devrim cephesine çekmeyi düşündükleri bu yığınların politik durumunu kavramayı bir görev olarak algılıyorlardı.
M. Çayan'ın manifestosu buydu.

Onun kurduğu zincir böyle bir kaygıyla gelişmiştir. Emperyalizmin konjonktürel durumundan bu durumun Türkiye'ye hangi sömürü ve egemenlik biçimleriyle yansıdığı sorularına ulaşılırken oradan da kriz devrimci durum sınıflar kombinezonu. gibi çözümlemelere varılmıştır. Savaş içinde ve savaşa yön çizmek için yazılmış bir metin olarak "Kesintisiz"in bütün mantığı, akademizme zerre kadar kaymadan, hiç bir şekilde doktora tezi havasına girmeden, doğrudan devrimin rotasına ilişkin öngörülere ulaşma kaygısına dayanır. Ve bu mantık içinde, suni denge kavramı da, genel olarak halkın politik davranış biçimlerini, daha doğrusu sosyo-ekonomik yapının bu biçimleri nasıl etkilediğini anlama isteğinin bir ifadesidir.
Aslında, M. Çayan'ın kısa geçilmiş saptaması da konuya bir netlik getirmektedir. Sorun, yeni sömürgeleşme sürecinde yaşanan dışa bağımlı kapitalistleşme ve onun siyasal formuyla ilgilidir. Emperyalizmle bütünleşme halinde, onun güdümünde yaratılan kapitalistleşme sanayileşme süreci, bir yandan tarımdaki eski ilişkileri statükoları çok bozmadan aşamalı olarak çözer ve Pazar para ilişkilerini derinlemesine yayarken, öte yandan da geçmişe oranla yaşam standartlarında bir farklılaşma, kategoriler arasında sahte bir geçişlilik hali yaratmış, böylece üretici güçler açısından bir gelişme havası yanılsamasına yol açmıştır. yayılan kapitalist ilişkilere bağlı olarak zor gücünün de yaşamın ülkenin her köşesine ulaşması ve böylece merkezi otoritenin sağlamlaşması eklenince, ortaya halkın düzene olan muhalefeti açısından karmaşık bir durum çıkmıştır. Kapitalistleşme hamlesinin yarattığı yanılsamalı gelişme atmosferi ile zorun kendini her alanda duyuran varlığının bileşkesi, sonuç olarak halkın devrim cephesine, düzen dışına çekilmesi çabasını zorlaştıran bir sürtünme faktörü yaratmıştır. Halkın tepkilerinin düzen dışı bir arayışa kaymasını güçleştiren, henüz mevcut düzen içersinde yaşayabilmenin mümkün olduğu ya da başka türlüsünün mümkün olmadığı fikrini canlı tutan bir sürtünme ya da denge halidir.

Böyle bir sürtünmenin her zaman her ülkede her konjonktürde varolduğu, zaten devrimci öncünün de bunun için gerekli olduğu söylenebilir ama her şey de bu kadar basit değildir. Burada sözü edilen olgu bu genel durumdan farklı olarak, özelde yeni sömürge ilişkisinin doğasında var olan bir olgudur. Yeni sömürgeci ilişki bağımlı ülkedeki pazarı yeni tarzda geliştiren ve emperyalist egemenliği her köşeye yayan niteliğiyle ülkenin çehresini değiştirirken, insanı ve onun düşünme tarzını da değiştirir, tepkilerini düzen sınırlarına çeken geriletici faktörler yaratır. Sorun bu faktörlerin tesbitidir. Söz konusu olan şey ne bir sessizlik halidir ne de sadece zor yoluyla sağlanmış bir basit pasifikasyondur. Bir sosyal siyasal olgudan söz edilmektedir ve bu olguyu karikatürler çizerek anlamanın ve anlatmanın imkânı yoktur

27 Ekim 2009 Salı

ÖNCÜ DİNAMİK VE TARİHİ YAKALAMAK

Mihrac Ural


27 Ekim 2009

Tarihin bin bir unsuru tarafından belirlenen veriler, siyasal süreçlerin öncü dinamiklerini oluşturur. Bu kesitlerin dinamikleri, potansiyelleri tükenene kadar siyasal süreci ilerletir. Kürt halkının özgürlük hareketi, barış girişimleri ülkemiz tarihinin bu kesitinde böylesi bir rol oynamaktadır.

Tarihi hareket halindeki bir olgu olarak ele almak çok kolay. Ölüyü konuşturmak gibi. Onu sonradan yazmak da öyle; oluşum süreci biten tüm olguları, daha sonra farklı biçimde kurgulamak, yorumlamak ve ona göre tutum belirlemek de budur.

Ancak tarihin oluşum süreçlerinde doğru yerde durmak ve doğru tespitler yapmak öyle kolay değildir. Ciddi birikimleri, gözlem, tecrübe ve soyutlama etkinliklerini gerektirir. Bunlar da yetmez. O noktadan geçmişe de doğru bakmak, geçmişle muhasebeyi doğru yapmış olmak, yani tarihle cesurca yüzleşmiş olmayı gerektirir.

Tarih yazılırken ya da oluşurken nerede olduğumuz, hangi tutumlarla ilgili bulunduğumuz gerçeği, ortak ülkemizin siyasal gelişmeleri karşısında sırat köprüsü gibi bir sınavdır. Bu sınavda sorgulanması gereken hallerimiz, tüm diriliğiyle elle tutulur, gözle görülür şeffaflıktadır. Sonradan tarih yazmaya benzemez.

Yarın için tarih oluşturacak, bu günün olay ve gelişmelerinde alınan tutumlar, dün ile ilgili olduğu kadar geleceğe ilişkin de var oluşumuzun konumunu belirler. Siyasal süreçte sorumlu olmanın algısı bunu gerektirir.

Ülkemizde geleceğin tarih diye yorumlayacağı olaylar dizini hızlı bir ivmede cereyan etmektedir. Bu kesitin özgün süreçlerinde Kürt halkının özgürlük mücadelesi öncü dinamik rolü üstlenmiştir. 100 yıllı aşkın süredir büyük bedel ve özverilerle bu güne gelen çabalar, sonuçta hepimiz adına bir söylemin öncü dinamiği olarak konumlanmıştır. Ortak ülkemizin demokrasi mücadele tarihinde emekçi güçlerin geçmiş dönemde üstlendikleri yükümlülükleri bu gün Kürt özgürlük hareketi üstlenmiştir. Bunu hiçbir ön yargıya mahkum olmadan ele almak, öncü bir dinamik olarak, onunla omuz omuza olmak gerek.

Öncü dinamik söylemi zaman zaman itici olabilir, ayrımcı gibi de gelebilir. Ancak öyle değil. Derin tarihi kökleri üzerinde, irademiz dışı nesnel verileriyle tarihin oluşum seyrini ilerleten dinamikleri içselleştirmek bir tercih değildir. Tersine meşru bir kabulle tüm özgün ve özgür etkinliklerimizle dayanışma içinde olacağımız bir değer olarak algılanmalı.

Tarihin tüm sosyal olaylarında böylesi dinamiklerin, bütün adına, tarihi kesit adına tutumlar geliştirdiğine tanık olunur. Durgun suya atılan bir taşın, ardı ardına genişleyen halkaları oluşturması gibi bir durumdur. Siyasal taleplerin geniş yelpazede, güçlerin ortak bir hedefe yöneltilmesi, söz konusu merkezin mihverinde olacaktır. Bu öncülük artçılık olayı değil süreci doğru algılama ve bu algının gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmektir.

Siyasi ön yargılar bu süreçleri kıran, içe büken ve çürüten duruşlardır. Ülkemizin üç kuşaktır yürüttüğü demokrasi mücadelesini doğru kavramamak, bilinçaltının milliyetçi itmeleriyle, süreci ilerleten dinamikleri kırmaktır. Yanlış yerde durmak, gerici konuma düşmektir. Bu risk ülkemiz solunun hala netleşmemiş, açık ve aktif hale gelmemiş tarihin oluşum seyrindeki tutumlarını tanımlıyor.

Oysa gelişmelerin tüm verileri, demokrasinin ikamesinde hepimiz adına, tüm taleplerimiz adına işleyen bir süreci gösteriyor. Kürt özgürlük hareketi, bu gün geldiği noktada sadece Kürt merkezli bir siyasal hareket değildir. Eksikleriyle fazlalıklarıyla Anadolu’nun tüm halkları ve farklılıklarının demokratik haklarını ve barış gereksinimlerini karşılayacak önermelerle süreci biçimlendiriyor. Hepimiz adına olma esprisi de budur.

Türkiye sosyalist hareketinin öncülük ettiği üç kuşak demokrasi mücadelesinde, Kürt halkının siyasal örgütlenmelerinin ortaya koyduğu desteği oluşturan algı ne ise, bu gün Türkiye sosyalist hareketinden beklenin algı da bu olmalıdır. Tarihle uyum, gelişmeleri doğru açıdan ele almak da budur. Milliyetçi refleksler bu süreci kırmaya, anti demokratik süreçleri güçlendirmeye ve herkesin kaybettiği bir içbükey çöküşe yol açacaktır.

Egemen ulus solu, bilinçaltının derin milliyetçi reflekslerini aşmakla yükümlüdür. Her yerde karşımıza çıkan bu refleks, ciddi tahribatlara nedendir. Bölücülüğe, ötekileştirilmeye katkı yapan bu algının, tarihle cesurca yüzleşmeden kaçışı ya da bu yüzleşmede gerçekçi olmamaktan kaynaklanan hataları vardır.

Oysa;

Kürt halkının ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi için gösterdiği özveri, fedakarlık, haklı talebi olan “bağımsız Kürdistan devleti”nden, ortak ülkemiz söylemine ve bu ülkedeki tüm farklılıkların, demokratik talepleri için bir söyleme kadar genişletilmesiyle özetlenebilir. Gerekçeleri ne olursa olsun bu gün ülkemiz demokrasi hareketini temsilen Kürt halkının özgürlük hareketi, hepimiz adına bir hareket olarak siyasetin orta yerinde durmaktadır.

Örgütsüz de olsa, etkinliği olmasa da bu ülkenin tüm farklılıkları ve ayrı varlıkları için bir öncü dinamizmi olarak yerini almıştır. Tarihin oluşum sürecinde bu gerçeği dile getirmek, ne övgüdür ne de bir tercihtir. Bu kendimize ve temsil ettiğimiz iddiasında olduğumuz değerlere, davalara kimliklere ilişkin görev belirlemesi açısından zorunludur.

Bu nedenle tarihi sonra yorumlamak ve keyfi olarak hareketlendirip yazmak gibi komik durumlara düşmemek için, tarihin oluşum sürecinde doğru tutumlarla, yükselişe omuz vermemiz gerekmek. Bu amaçla, projeler, programlar, etkinlik artırımı ve katılımı gibi önermeler yapılmalıdır. Özellikle egemen ulus devrimci hareketinin omuzlarında önemli görevler vardır. Tam bu noktada Sayın Şehmuz Diken’nin Avurapa’dan gelecek PKK’lı barış heyetinin karşılanması için önerdiği “Türk entelektüellerinin karşılaması gereklidir” yönündeki önermesi bir başlangıç için çok isabetlidir.

Milliyetçi etkilerden sıyrılma bu kesitlerdeki tutumlarla belirginleşir. Sosyalist olmak da budur. II. Enternasyonalden yollarını ayıran Komünistlerin tutumu tam bu noktadadır. Sosyalist olduğunu iddia etmek bir söylemdir sonuçta. Sınıf mücadelesi, emek mücadelesi, “ülkemizin bütün işçileri, tek parti, tek bayrak, tek dil altında birleşin” nidaları, demokrasi mücadelesinin bu günkü seri seferinde fiilen yerini almaksızın hiçbir değere sahip olamaz. Sosyalistlerin düştüğü marjinalliği burada aramak gerek.

“TARİHİ YAKALAMAK”

Tarihin yakalanması bu günün önemli konularından biridir.

Bu söylem, Kürt halkının 100 yıllık özgürlük mücadelesinin önemli bir yanına dikkat çektiği kadar, ortak ülkemiz haklarının beklentilerini ikame edecek büyük dönüşümlerin arifesinde olmamız anlamında da önem taşımaktadır. Gelişmelerin böylesine kapsayıcı olması, Kürt özgürlük hareketinin kendi tarihiyle yüzleşmesinin bir sonucudur demek yanlış olmayacaktır.

Kürt halkı ezilen bir ulus olmasına karşın, ezen ulustan önce kendi tarihiyle yüzleşmeyi göze aldı. Bu muhasebeyi yüz yılın iniş çıkışları arasında, her yenilgiden sonra, kararlıca direnmeye devam ederek, eskinin üzerine yeni deney birikimleri katarak bu güne geldi. Üzerine atılmış ölü toprağının altından kalkarak, siyasal sürecin orta yerine yerleşti.

Kürtler kendi tarihleriyle yüzleşerek, kendi kaoslarını aşabildiler. Bunu ne sosyalist ne de liberal bir söylemle başaramazlardı. Bu başarı Kürt özgürlük hareketini hepimiz adına bir hareket haline getirmiştir. Yakalanan bu halka gerçekte tarihin yakalanması gibidir.

Ülkemiz solunun marjinalliğini örten de tastamam Kürt özgürlük hareketinin olması buradan gelmektedir. Hala seçmenin %1 bile olmayan ülkemiz soluna karşılık, kendi topraklarında Kürtlerin %65’i geçen etkinliğini bu noktada algılamak gerek. Bu hiçbir komplekse yol açmamalı, hiçbir ilkel refleksi harekete geçirmemelidir. Kültür, üretilmiş bir veri ise, bu kültürün egemen olması için yeniden üretilmesinin gereği açıktır.

Bu aynı zamanda Türkiye sol hareketinin, önünde duran ve aşması gereken görevlerine de önemli bir göndermedir.

Tarihle yüzleşmek, özgürleşmektir.

Sol kendi tarihiyle yüzleşerek, özgürleşmelidir. Bunu, ülke tarihiyle yüzleşmeye kadar da derinleştirmelidir. Bu yapılmaksınız, içine girilen gerileme ve sürüklenişi durdurma şansı olmayacaktır.

Yaşadığı toprakların toplumsal, kültürel dokusunu doğru çözümlemeden ortaya konan tek boyutlu tutumlar, darbeci sürüklenişler bu topraklarda yaşayan tüm farklılıkların ümitlerini yerle bir etmiştir. Tek boyutlu hiçbir önerme, bu toprakların siyasal istençlerini tatmin edemez. Bundan çıkmak için, özgür olmak gerek, ayak bağlarımızı oluşturan binlerce köhnemiş algı ve aklı geride bırakacak yadsınmaları gerçekleştirmek gerek.

Fırat’ın ötesiyle berisi, Torosların güneyiyle kuzeyi, yükümlülüklerini yerine getirdikçe bu ülkede barış içinde bir yaşam tahayyüllerimiz gerçek olabilir. Demokratik ölçüler içinde eşitler olarak anayasal, yasal ve kurumsal güvencelerle hak ve hukuk kazanımlarımız ikame edilebilir. Tarihi yakalamak diye bir şey varsa, o da tas tamam budur.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Eskiden Devrimci Olmak.

Zeki BAYTERİN

26 Ekim 2009

Çok merak ediyor insan, nasıl bir duygu acaba insan nasıl eskiden bir şey olur da sonrasında başka bir şey. nasıl bir köprüdür insanı bir yerden bir başka yere taşıyan? Şüphesiz insan, kendi tarihi içinde bir yerden bir yere gelir, ileriye ya da geriye süreçler yaşar, ama nasıl köprülerdir nasıl yol ayrımlarıdır insanı değiştiren?

Ya da kavramın kendisi doğru mudur? Devrimcilik, bir yaşam tarzıysa akıp gelen, insanı şekillendirip içine yerleşen bir aşksa esası sevgiye dayalı inançsa eski kavramı neyi ifade eder?

Ya da başına eski sıfatı yerleştirilebilen bir devrimcilik biçimi nasıl bir şeydir? Eski dediğimizde bir boşluğu anlatmış olmazmıyız?

Bir dizi benzeri sorular sorulabilir, sorulmalı da. Ama öte yandan, bu gün böyle bir kavramında var olduğu bilinir, kavramlar boşluk içinde, sadece soyutlamalar dünyasında oluşmazlar, çoğunlukla önce maddi olguların kendileri gelişir ve sonra onları tanımlayıcı kavramları ortaya çıkar.

Böyle bir kavramın varlığından söz etmek sanırım yerinde olur, bir yaşam tarzını bu yaşam tarzının devrimci olmak durumundan farkını tanımlıyor. Hiç küçümsenecek gibi de değil. Kavramın genel olarak içerdiği kesim öyle bir iki kişiden oluşmuyor içinde barındırdığı çoğul söz konusu. Tarihte her zaman devrimci kuşaklar arasında geçişler ve yenilenişler olur. Sosyalist yapı her zaman farklı kuşakların renkliliğinden oluşur ve bu renklilik ne denli fazla ise sosyalist yapının deneyim aktarımının, gelenek akışının o denli sağlıklı olduğu söylenebilir.


Ama, hemen anlaşılacağı gibi sözünü ettiğimiz olgu bu değil. Kendini dün olduğu gibi bugün de sosyalist hareketin içinde konumlandırmaya çalışan bir kesim var.

Belki çok sağlıklı oldukları söylenemez, belki bir dizi yıpranmışlıkla sakatlanmış yanları vardır. Ve bugünkü konumları bu kesimi de eleştirel bir irdelemeden muaf tutmaz. Bütün bunlar tabii ki ayrı bir yazının konusudur tek tek bireylerin ve bugüne akıp gelen sağlıklı insanların hakkı yenmemeli bu kesimin savruluşu da çok net şekilde ortadadır. Eski bazı dinazorlar, kendi geçmişinden sağlıklı insan ve deneyim akışından mahrum kalmanın şanssızlığını yaşamış, yeniden el yordamıyla yola çıkmak zorunda kalmıştır.


Eski devrimciler kategorisi de işte böyle bir olumsuzluğun parçası ya da ifadesi olarak karşımıza çıkıyor, ve her geçen gün artan oranda sosyalist mücadele faaliyetinin bir problemi olarak kendini koruyor her türlü çirkinliği mübah saymakta sakınca dahi görmüyorlar.

Burada sözünü ettiğimiz insan tipi şu TV'lerde boy gösteren saray soytarıları olduğu sanılmasın. Onlar, tamamen ayrı bir kategori oluşturuyorlar. Bu kesim, daha çok 77’li yıllardan gelen ve gerçekte yaşamlarında ciddi olarak devrimci mücadeleye katılmamış tiplerdir. Bugünün bir liseli sempatizanı kadar bile devrimci yaşantıları olmadığı halde aslında bir iltifat dönek olarak adlandırılmış bu omurgasız belkemiksiz tipler söz konusu sıfatı da haketmiş değillerdir. Daha doğrusu nereye varıp da nereden döndükleri tamamen merak konusudur.

Bir başka kesim var. Sayıları çok az belki, ama yine de var.
Köşesine çekilmiş insanlar grubudur bunlar. Çok ciddi politik yaşantıların içinden gelmişlerdir ve bir şekilde yorulmuşlardır. Anılar yığını halinde kendi kuytuluklarında yaşarlar, ya da geçmişteki durumlarının, varolan standartlarının çok altında bir yaşam sürdürürler. Sahip oldukları kapasite ve politik düzey ile bugünkü siyasal faaliyetleri arasında bir orantısızlık gözlenir. Örgütlü iktidar mücadelesi perspektifinden demokrat düzeye bir inişi yaşamışlardır. Devrimci mücadeleye yararsız oldukları söylenemez ama bu yinede görecelidir. Bütün bunlar yine de birşeydir. Çok büyük yarar değildir belki ama zarar da değildir.

Oysa, geniş kesimi oluşturan bir kategori var ki, çok önemli, yazının asıl konusunu da onlar oluşturuyor. Çünkü, anılarıyla birlikte köşelerine çekilmiyorlar ya da eski düzeyinden daha düşük de olsa iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışmıyorlar. Böyle bir kaygıları yok.

Yaptıkları, fiilen yalana dayalı kahve politikacılığıdır. Eski devrimciler denildiğinde kuşkusuz hemen akla şöhretli bir iki belkemiksiz omurgasız gelir, ama o kadar basit değil özellikle de Anadolu kentlerinde böyle. Geçmişte kocaman sorumlulukları olanlardan daha alt kesimlere kadar örneklenebilir yorgundurlar. Ama, yorgunluk çenelerine pek bulaşmamıştır. Çokça konuşmak, karamsarlığı yaymak bir çoğunun ortak niteliğidir. Gidişatı yanlış bulup da çekilmek değildir ve eksikleri görüp düşünce üretmiş değillerdir. Eksik buldukları, yanlış buldukları eski yapılarından ayrılıp daha doğru gördükleri yere gitme kaygısı taşımamaktadırlar.

Örgütsüzlük, alışkanlık yapar. belki seçilmiş bir yol değildir ama bu başlangıç itibarıyla böyledir. Sonrası alışkanlıktır, bir yaşam biçimini sürdürüp gitmek ve bu gidişe süreç içinde geçerli bir açıklama ihtiyacı duymaktır, tartışmayı severler. Dünyadaki son yılların savruluşunu kendi savruluşlarının gerekçesi yaparlar. Genel savruluş kuşkusuz bir şeylerin sebebidir. Ama, sebep giderek gerekçe olur. Ve artık her sözün başında Dünyanın değiştiği vurgusunu duyarsınız, her fırsatta sosyalistlerin marjinalleştiği üzerine tekerlemeler atılır önünüze. Sosyalist güçlerin çok bölünmüşlüğünde acıyla söz ederler, sanırsınız ki çözümleri vardır. çözümleri yoktur, zihinleri bulandırmak için ayrılmış zamanları vardır. Kahve politikacısıdırlar. çamur at izi kalsın mantığıyla yola çıkan, giderek magazin yanlarını geliştirip. Kulaklarını siyasallığa değil, dedikoduya açık tutarlar. Artık birçoğu için örgütlülük ve örgüt fikri bir hedef tahtasıdır. En çok kendi eski örgütlerine saldırırlar. Öyle ki, siz, sırf örgütlülük fikrini savunmak için benimsemediğiniz örgütleri savunmak zorunda kalırsınız.

Çünkü saçılan, zehirdir. Saçılan ve genç zihinlere bulaşan sınıf bilimi dışında bir şeydir,

Bu saçılan zehirde en çok da sosyal demokrasiye kapılanma fikri vardır. Özellikle Anadolu kentlerinde CHP’yi seçmişlerdir. Elbette, her zaman sosyal demokrasi sosyalizme bulaşmış, sosyalistlerde zaman zaman bulaşmasına izin vermişlerdir. Ama bu sözünü ettiğimiz farklıdır. Bu kez söz konusu olan sosyalistlerin ideolojik bir yanlışından öte, düpedüz kişisel çıkarlar dünyasıdır. Bu çıkarlar dünyası için eski kökenler pazarlanır, siyasi yaşamların ve cezaevi yıllarının rantı tahsil edilir. Ama öte yandan, yakınırlar. Hep yakınırlar. Eski dostluk ilişkilerinin artık kalmadığını söylerler, her şeyin çıkar çamuruna bulandığından dem vururlar.

Çıkar çamuruna bulanmamış olanlar yok mudur? Oralara gidip doğru ilişkileri oralarda aramak, yaşamak gerekmez mi bu anlamda kaygıları ve çabaları olmayan kalpazanların

Sonuçta yaptıkları şey düzenin çerçevesine gün geçtikçe yerleşmek ama bunu yaparken kendi rahatsızlığını saldırıya, karalamaya iftiraya dönüştürmektir.

NE YAPMALI

Bir kenara bırakıp yürüyüp gitmek belki bir çözüm gibi duruyor. Ama bir yandan çok ciddi bir sorun kendini gündemde tutmaktadır.
Sosyalist insanın yeni kuşaklara ulaşmak gibi bir derdi varsa ve birçok yerde bu unsurlar bir sürtünme yaratıyorlarsa. Çok ciddi bir bellek zaafı yaşamış olan sosyalist örgütler yeni kuşakların zihninde bir çok şeyi onarıp doğru oturtmak zorundayken karşılarına çenebaz kalpazanların, menenjitli paranoyakların saçtığı önemsiz sayılmayacak zararlar çıkabiliyor.

Kuşkusuz, sosyalist bireyin kimseyi özel olarak örselemek gibi bir derdi olmamalı. Ama çoğu kez bir şeylerin üstünden atlamak mümkün olmuyor yeni filizler yaratılamıyorsada yaşanmış geçmiş değerler adına doğrudan, demagojik söylemlerin üstüne gidilmesi gerekmiyormu? Kazanılacak olanı kazanmak için sonuna dek uğraşmak seviyesiz bitirim sohbetiyle yolu tıkayan yalancı, iftiracı hemde çok iftiracı belkemiksiz omurgasızlara ideolojik olarak cevap kaçınılmaz bir görevdir.

Ve yine kaçınılmaz bir görev, bugünün demokrasi mücadelesini dünün kötü ruhlarını etkisiz kılacak ölçüde güçlü bir çekim merkezi haline getirmek, sürecin çubuğunu bataklığı aşacak bir seviyeye yükseltmektir.

23 Ekim 2009 Cuma

KÜLTÜR, DEĞERLER VE YARGI

Zeki BAYTERİN

23 Ekim 2009

Kültürlü insan, dünyadaki durumu anlamasına yarayan bilgi ve yolları bulmuş insandır. Sosyalist bir insan tipi yaratmanın yolu, devrimci saflara gelen insanların tüm değer yargılarının dönüşümü, alışkanlık yaşam tarzı, değer yargıları ve kültürünün değişiminden geçer. Bu yolun, uzun sarsıntılı ve acılı değişimi gerektiren bir süreç olduğu bilinciyle hareket edilirse, kültürel dönüşümde örgütlü ve bilinçli savaşımın önemi daha iyi kavranmış olur.

Bundan da anlaşılacağı gibi, devrimci siyasal yapı, gerek yayın organları aracılığıyla gerekse de denetleyici mekanizmalarıyla bu kültürel dönüşüm sürecine müdahale eder. Saflarına katılan insanların sınıf dışı değer yargılarını, davranış ve yaşam biçimlerini eritmeye, yok etmeye çalışır. Yapısını ve ilişkilerini sürekli denetler. Diğer yandan da kendi kültürel değerlerinin, yaşam biçiminin sistemin baskısı (hakim sınıfların kültürel hegemonyası) karşısında aşınmaya uğramasını engeller.

Bu bir eğitim sorunudur. Siyasal yapı, eğitimi doğru yöntemlerle ve kesintisiz uygulamak zorundadır. Bunun için de ezbere dayalı kuru bilgi depolama ve eğitimin sadece bireysel eğitime dönüştürülmesine karşı çıkmak gerekmektedir. Bireysel eğitim, ancak toplumsal eğitimin bir uzantısı, bir parçası olarak ele alınırsa sağlıklı bir işleve sahip olur.

Unutulmamalı, eğitim kültürü ileten, kültürel dönüşümü sağlayan araçlardan biridir. Eğer belirli bir eğitim süreci sonunda kültürel gelişim sağlanamamışsa, uygulanmakta olan eğitim programında yanlışlar, zaaflar var demektir. Bilindiği gibi eğitim, bireylerin yeni kültürel yapıya uyumlarını sağlar ve sürdürür, temel kişilik kazandırır. Bu temel kişilik, bireysel kişilikler için destek görevi görür. Bireysel kişilikler ise ya bu temel kişiliğe bazı öğeler kazandırır, ya da sapma ve esneklik çerçevesinde kalarak bazı kültürel öğeleri yadsır. örgütsel ya da bireysel eğitim beklenen işlevi yerine getirmekten uzak ve zaaflı bir şekilde uygulanıyorsa kültürel dönüşüm tamamlanamayacaktır. Böylece bireyler yeni değer yargıları ile eski öğeleri bir biçimde birleştireceklerdir. Karşıt kültürel çatışmalar ve etkilenmeler içerisinde bocalayan ve bir türlü dönüşümü tamamlayamayan birey ve bireyler kişilik çatışmasına düşecek ve sonuçta uyumsuz ve sapkın davranışlara yatkın bir kimlik kazanacaktır.

Sözgelimi yapı saflarına katılan çeşitli sınıflardan insanların taşıdıkları sınıf dışı değer yargıları ve yaşam biçimleri, örgütsel zaafları besleyen bir hastalık haline gelebilir. Siyasal yapı bütünlüğü içerisinde, grupsal kümelenmeleri, feodal arkadaşlıkları. barındıran bir yapılanmaya dönüşebilir. Böylesi bir yapılanmanın bireyleri arasındaki insan ilişkileri sınıf dışı kültürel değerler ile devrimci değerler arasında gidip gelir.

Bu olumsuz tabloyu ortadan kaldırmanın ilk bilinçli adımı, kültürel dönüşümü kendiliğindencilikten kurtarmaktır. Yeni kültürel değerlerin kavranma ve korunması aşınmaması uzun süreç isteyen bir örgütsel çaba gerektirir. Şunu unutmamak gerekir ki, bir devrimci düzenle ilişkilerini ne kadar zayıflatırsa zayıflatsın koparması imkansızdır ve savunulmamalıdır da. karşı kültür değerleriyle her an haşır neşirdir. En can alıcı bağlantıyı ise ailesi aracılığıyla kurmuş olur. Somutlaşmış olan bu kültürel değerler, devrimci bireyin değer yargılarıyla çatışır. Diğer bir deyişle, bireyin bir yandan maddeci dünya görüşüne koşut olarak olaylara, nesnelere bakış açısı, onu yorumlayışı, ideolojik değer yargısı düzeyinde kalırken, öte yandan, kendisi sistemin içerisinde, başta kendi ailesi olmak üzere çevresindeki insanlarla, o insanların değer yargılarına göre hareket etmek zorunda kalır.
Kendi ailesinin değer yargılarına, yaşam biçimine ve kültürel yapısına karşı çıkmayan birey süreç içerisinde daha esnek yaklaşmayı yeğleyecektir. Ve sonuçta halk kültürü deyişlerinin ardına sığınarak toplumun değer sisteminin bir kısmını benimseyecektir. Yani birey bir yandan sınıf dışı değer yargılarını sert bir biçimde eleştirerek yadsıyan ama diğer yandan bunu yaparken hala kısmen o değerlere bağlı kalan bir kimliğe bürünecektir.

Tabiatıyla hakim sınıfların kültürel hegemonyası karşısında kendi kültürel değerlerini kavramayan ve onları bilinçli bir şekilde korumayan bir çok devrimci sürecin zorlu ve sarsıntılı anlarında bir geri dönüşü, düzenle uzlaşmayı yeğlemek zorunda kalacaktır. Bu geçici yol arkadaşları kültürel dönüşümde doğru dürüst bir gelişme yaşamadan çürüyüşlerini sergileyeceklerdir. Bu hastalık devrimci safları her zaman tehdit etmiş ve edecektir. önleyici organlar ve sağlıklı eğitim çalışmaları hayata geçmezse sorun daima sancılı bir biçimde yaşanacaktır.

kültür entellektüel uğraş entel bilgi birikimi alanı değildir. Aksine kültür düşünüş duyuş ve davranış tarzlarını içeren değerler üretimidir. Bir yaşam biçimidir.

Çağımızın en sık kullanılan kelimelerinden biri olmakla birlikte kavramın tanımlanmasını yapmak her zaman güçlükler yaratmıştır. Örneğin kültürü oluşturan öğeleri tek bir tanım içerisinde aritmetik dizi gibi sıralamak kavrama hiç bir şey kazandırmayacaktır. Çünkü kültür bir toplam değil bir bütündür.

Değişik bakış açılarından yola çıkarak sadece belirli noktaları içine alan bir tanımlama ise eksik ve yetersiz kalacaktır. Bu nedenle yaptığımız tanımlama kültürel alanı tam anlamıyla kavramamıza yetmeyeceği gibi, süreç içerisinde anlam sapmasıyla yüz yüze kalacaktır. Ülkemizde kültür kavramı öylesine gelişigüzel kullanılmıştır ki, sonuçta bir ayrıcalık anlamını taşıyan belirli bir eğitilmişlik yada okumuşluk ölçütü ile özdeşleştirilmiştir. Yani okula gitmiş, iyi eğitim görmüş bir insan toplum içinde kültürlü olarak nitelendirilmiştir. Durum bu olunca, kültürün bir yaşam biçimi, hayata karşı bir tutum olduğu göz ardı edilmiştir.

Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı burada kültür kavramının kesinlikle bir tanımlamasını tek bir formül altında yapma gibi bir çaba söz konusu olmayacaktır. Amaç yazının bütünselliği içerisinde kültür olanı açıklamaya çalışmaktır.
Toplumların ortaya çıkışından günümüze kadar, her toplumsal sürece damgasını vuran üretim tarzı kendi tarihsel kültür biçimini de oluşturmuştur ve üretim tarzının ortadan kalkıp yerine yenisinin gelmesiyle bağlantılı olarak, toplumda var olan kültür tarzları ortadan kalkarak yerlerini yenilerine bırakmıştır. Buradan çıkaracağımız sonuç, toplumların kültürel değerlerinin ve kültür gerçeklerinin, kendi üretim tarzı ve ilişkileriyle açıklanabileceğidir. Ve tabi buna koşut olarak kültürel yozlaşmalar, başkalaşmalar ya da krizler, o toplumsal üretim tarzı ve ilişkilerinin özelliklerinin anlatımında ve sonuçlarından başka bir şey değildir.
Bir üretim tarzının oluşturduğu toplumsal yapı, sadece etkileşim halindeki insanlardan oluşan sistemli bir bütün olmakla kalmaz, aynı zamanda bir değer, kural, inanç, alışkanlık, teknik ve davranış bütünün de oluşturur ki kültürü oluşturan bu bütünlüktür. Bu anlatım biçimi ile kültür normatiftir. Yani toplumu oluşturan insanların belli ölçüde izlemek gereğini duydukları bir davranış kuralları bütünüdür. Ancak kültürün bir davranış modelleri ya da rolleri bütünü olduğunu söylemek bu model ve rollerin doğmasını açıklamayı, yani bunların somut davranışları hangi yönde etkilediklerini belirtmeyi gerektirir

Kültür, düşünüş, duyu, ve davranış tarzlarını içeren değerler üretimidir. Bu formül basit bir sıralama olmayıp, bir sınıflama gerektirmektedir. Çünkü kültür bir değerler toplamı değil, bir bütündür.

Kültür, gelişken bir değer üretimidir. Bir yaşam biçimidir. Tutuculuğa, donmuş kalmışlığa, körü körüne geçmişe ve geçmişin ölü değerlerine bağlılığa, sağlıklı bir kafa tutuş, bir ileriye atılıştır. Özet olarak, insan deneyiminin durmadan gelişen bir çabasıdır. Diğer yandan maddeci kültür anlayışı, kültürü belli bir yönünden toplumsal gelişmenin tarihsel somut bir niteliği olarak, belli bir yaşam tarzının ve kişiliğin gelişmesinin toplumsal içeriği ve biçimi olarak ele alır. Her türlü kültürün kaynağı emektir, bütün kültürler insanların maddi ve manevi üretimleri içindeki yaratıcı etkinliklerinden doğar, ister toplumsal üretim sürecinde üretilen evrensel toplumsal üretici güçlere ve bireylere ilişkin olsun, ister belli kişilerin kendi benzersiz yaratımları biçiminde olsun, yeni bilim ve sanat yapıtları, siyasal hukuksal başarılar, doğasal dönüştürümler ve toplumsal ilerlemeler biçiminde olsun, bu değişmez kültürü yaratanlar, tarihte hep belli biçimde eylemde bulunan bireylerdir. Maddi ürünlerin olduğu kadar manevi ürünlerin de yaratıcısı onlardır. Kültür tarihte yaşamış ve etkin olmuş bugün de etkin olan tüm toplumsal toplulukların, halkların, ırkların ve ulusların eseridir.

Maddeci kültür anlayışı gerek teoride, gerekse pratikte yüksek kültür ile aşağı kültür gibi bir ayrımlamayı reddeder. Böyle bir ayrım egemenlik ilişkileri yüzünden dünya nüfusunun çoğunluğunu kültürel alanda köleleştirmeye ve yağmalamaya çalışan gerici burjuvaziye hizmet eden bir anlayıştır.

Kültürün oluşmasında ve gelişmesinde, tarihte yer almış çeşitli toplumsal sınıflarla kesimler, kültürel değerler ile kazanımların üretimiyle onlardan yararlanılması açısından değişik katkılarda bulunmuşlardır. Bu katkı sınıflı toplumlarda bireylerin sınıfsallıklarıyla belirlenir. gelişme olanağı elde edemeyen sınıflar, ancak kendi sınıflarının yaşam tarzı ve koşulları içinde gelişebilme olanağıyla sınırlı kalmışlardır. Köleler, köylüler, ücretli işçiler sınıflı toplumlarda başlıca işgücü kaynağı olmuşlar ama maddi ve manevi değerleri özümleyebilmenin dışında kalmışlardır. Buna karşılık egemen sınıflar, toplumsal olarak üretilen zenginliğin büyük bir bölümünden yararlanma olanağı bulmuşlar, ayrıcalıklı bir yaşam tarzıyla olanaklara boğulmuşlardır. Kültürel uzlaşmazlığın aşılması, üretim ilişkilerinde değişiklikler yoluyla, toplumda herkesin maddi ve manevi olarak kendisini geliştirebilme olanağının yaratılmasıyla olabilir.

Uzlaşmaz toplumlarda sınıflı toplum, toplumsal temel çelişkiler ve bunlar arasındaki çatışmalar, kültürel süreçler üstünde her anlamda nitelik belirleyicidir. Savaşlar ve fetihler boyların, halk topluluklarının, halkların, ulusal toplulukların ve ulusların ezilmesi, toplumsal çatışmanın kendine özgü bir görünüş biçimimi olarak, tarihte çoğu zaman belirli kültürlerin yıkılışını ya da gelişmesini etkilemişlerdir. Kültürel ilerlemedeki toplumsal çelişkiler ancak uzlaşan toplum yapısına geçildiğinde ortadan kalkar.

Kültür, toplumun olduğu kadar bireylerin de ileriye doğru gelişmesinin koşulları olarak katkıda bulunan tüm nesnel ve öznel yaşamsal etkinlik ürünlerini kapsar. Tarihsel süreçlerde eylemde bulunan topluluklar, sınıflar, kesimler ve bunlar içinde yer alan bireyler kendi pratik ve zihinsel yaşam etkinlikleri içinde herşeyden önce emek yoluyla bireysel yeteneklerini de edinirler. Bu yeteneklerini doğanın, toplumsal ilişkilerin, üretici güçlerin değişime uğratılmasında, bilimde, dünya görüşünde, sanatta, yaşam tarzı gelenekleri içinde, ahlak anlayışları, hukuk normları ve üst yapı kurumları içinde nesnelleştirilirler. Böylelikle de bireyler kendi psikolojisini, fizik yapılarını değişime uğratırken, kendi gereksinmelerini, yeteneklerini, beğeni ve üretkenliklerini de geliştirip ayrıştırırlar. Herşeyden önce bu insanın kendisini değişime uğratmasının evrensel bir sürecidir. Bu süreç boyunca nasıl insanı kendi çevresi yaratıyorsa, insan da kendi çevresini öyle insani kılar.

Yaptırımlar bu noktada değerle birleşmekte ve değer yaptırımın kaynağı gibi görünmektedir. Gerçekte ise, durum çoğu zaman bundan farklıdır. Değer daha çok bir aklama işi görür, aslında kaynakları başka yerde olan bilinçsiz bir sürecin uysallaştırılmış şeklidir. Fakat her halükarda, değerler yaptırımların her şeklinde karşımıza çıkarlar. hukuk, yalnızca düzenlenmiş hukuk kurallarıyla ve bunların kullanma hakkına sahip olduğu nesnel zorlama araçlarıyla yetinmez. Ek olarak, bir hak ya da haksızlık duygusuna dayanır ya da dayanmaya çalışır. Fakat bu bazen, köklü nedenleri daha farklı olan bir olayın, yüzeysel olarak aklanmasından ibaret kalır. Yaygın toplumsal yaptırımlarda ise, aksine grup bireylerinin, aralarından birinin davranışlarına atfettikleri değer, ona karşı gösterdikleri tepkinin de ana kaynağıdır. Ve yaptırım da zaten bu tepkiden başka bir şey değildir.
Böylece değerler, yaptırımların ister yalnızca göstermelik bir aklanmasını yapsın, ister gerçek dayanağı olsun, kural ve dolayısıyla kültür kavramının en önemli öğesi olarak çıkmaktadır karşımıza, işin aslı aranırsa, kültürler, bir değer sistemidirler. Herhangi bir davranışa bir değer atfetmek, o davranışı iyi, kötü, haklı, haksız veya uygun, uygunsuz diye tanımlama kıstasları, çağdan çağa ve bir topluluktan diğerine değişir, ama her topluluk belli bir dönemde mutlaka belli bir iyi, kötü, haklı, haksız görüşe sahiptir. Yani değişik değerler tanımlar ve onları birbirlerine oranla derecelendirerek sınıflandırır. Bu, bütün bir değerler sistemi meydana getirir. Gruptaki bazı bireyler sistemin tümüne katılmasa da çoğunluk sistemin özünü benimser.

Eğer durum bundan farklı ise, söz konusu grup, bir çözülme yada sıçrama süreci içerisinde bulunuyor demektir

22 Ekim 2009 Perşembe

“Kürdistan Ve Türkiye Ortak Vatandır”

Mustafa Elveren (Em.öğrt.)

22 Ekim 2009

WEB: www.gomanweb.com


Tüm Dünya halkları için bu güne kadar hep emek, barış ve özgürlük dedik ve demeye de devam edeceğiz. Kürt Sorunu nedeniyle ülkemizde yaşanan “Kirli Savaş”ın sonucunda şu anda bir barış rüzgarının estiği görülmektedir. Hatta bunun Ortadoğu ülkeleri için bir barış projesi olduğunu söyleyenler de vardır. Olabilir.

Bu gelişmelerin Milli Güvenlik Kurulu kararıyla ve Genel Kurmay’ın bilgisi dahilinde yapıldığı da Türkiye siyasi sisteminin bir gerçeği olduğunu artık biliyoruz. Buna rağmen bu projenin kimler tarafından hazırlandığı, zamanlaması ve arkasında hangi emperyalist gücün ya da güçlerin olduğu hususları bence pek önemli değildir. Barış konusundaki her türlü olumlu adımlar kimden ve nereden gelirse gelsin desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Eğer halklar açısından onurlu ve kalıcı bir barış olacaksa, atılan her olumlu adımı desteklemek öncelikle biz aydın ve yazarların görevi olmalıdır. Türkiye’de gerçekleştirilecek bir barış projesi aynı zamanda Dünya’nın bir çok ülkesi için de örnek teşkil edebilir.

Türkiye’de “ülkeyi bölüp, parçalıyorlar… bu ülkeyi böldürtmeyiz” paranoyasından artık herkesin kurtulması gerekir. İşte kanıtı: 'Ortak vatan, Türkiye ve Kürdistan'dır. Kürtler hem Türkiye'yi hem de Kürdistan'ı ortak vatan olarak kabul edecekler. Türkler de hem Türkiye'yi hem de Kürdistan'ı ortak vatan olarak bilecekler…” (A.Öcalan / 26 Ağustos 2009 tarihli Görüşme Notlarından) Kürdistan terimi bir coğrafik yerleşim biriminin ve çok kısa bir süreliğine kurulup, yıkılan Kürdistan Devleti’nin de adı olup, Selçuklu Sultanı Sencer tarafından ilk kez kullanıldığı, yukarıda alıntısını yaptığımız görüşme notlarından vurgulanmıştır.

Görüldüğü üzere, Türkiye ve Kürdistan ortak vatan olarak açıklanmaktadır. Kürtlerin ayrılma hakları olmakla birlikte, Kürtlerin büyük çoğunluğu (DTP, PKK ve aynı çizgideki Kürt örgütleri baz alınarak) bu hakkını kullanmayarak birlikte yaşamayı tercih etmişlerdir. Bunun birçok tarihi, kültürel ve sosyolojik sebepleri vardır. Onları burada tek tek açıklamaya gerek yoktur. Zaten yıllardır yazılıp çizilmektedir. Hemen hemen herkes tarafından bilinmektedir.

Türkiye’nin hemen hemen tüm alanlarında demokratikleşme sorunu vardır. O nedenle, barış alanındaki sorun çözüldüğü takdirde, ülkemizin diğer alanlarındaki sorunlarının çözümü daha kolay hale gelecektir. Yani emek, özgürlük ve ekonomik alanlardaki sorunların da çözülmesi zorunlu hale gelecektir.

Bu güne kadar başta Alevilerin inanç sorunu ve kürt sorunu olmak üzere, tüm sorunlar için çözüme yönelik öneriler yapmaya ve ortak siyaset dilini kullanmaya çalıştım. Ortak aklımızı kullanarak, ülkemizde var olan cumhuriyetimizi evrensel demokrasi çerçevesinde yeniden düzenleyerek, “Demokratik Cumhuriyet”’e dönüştürmek suretiyle ortak sorunlarımızın çözümü için etkili bir ilaç olduğunu düşünüyorum.
21.10.2009

SİYASAL POPPERİZM

Yener Orkunoğlu
22 Ekim 2009

y.orkunoglu@googlemail.com


Geçmişte İttihat ve Terakki’ciler, Türkiye’de örgüt kurmak için bir araya gelerek tartışırlar. Bir an önce örgüt kurmak isterler. Toplantıya katılmış olan, Z. Gökalp’a da sorarlar. ‘Hoca sen ne düşünüyorsun örgüt konusunda’. Gökalp bir soruyla cevap verir: ‘Kurulacak örgütün, teorisi, ideolojisi ne olacak?’ Ötekiler Z. Gökalp’a şöyle cevap verirler: ‘Önce örgütü kuralım, ideolojisi ve teorisini sonra düşünürüz’.
Sosyalist sol olarak biz de bazen böyle yapıyoruz. Önce yapıp sonra düşünüyoruz. Doğruyu saptayıp hayata geçireceğimize, yanlışlıklar yaparak ve yanlışlıklardan arınarak doğruyu bulma gibi uzun sancılı bir süreç izliyoruz. Bu da, K. Popper’nin bilimsel teorilerin gelişmesine dair düşüncesinin, siyasal alanda uygulanması oluyor herhalde. Eylemsizlik kalmaktansa, bir şeyler yapmaya çalışmak elbette doğru. Ama eyleme yön veren bir teori olmayınca, eylemcilik etkisiz kalmaktadır. Siyasal rotasını bulmak isteyen örgütlerin tutumlarını eleştirmek amacıyla ‘siyasal Popperizm’ kavranımı kullanıyorum. Siyasal Popperizmi, kısmen Kürt hareketinde de görüyoruz: Deneme sınama yoluyla doğruya ulaşmak.
Karl R. Popper, deneme ve yanılma yolunun bilimsel araştırmada en bilimsel yöntem olduğunu savunan Avusturyalı bir bilim adamı. Popper’in yönteminin en bilimsel yöntem olduğunu kabul etmiyorum. ‘Deneme ve yanılma yöntemi” bir yöntem olabilir, ama en bilimsel yöntem değildir.
Popper, 1902 Viyana’da doğmuş, üniversite’de felsefe, fizik, matematik ve psikoloji okuyan, bilim felsefesi konusunda çalışmalar yapan bir filozof. ‘Eleştirel Akılcılık’ düşüncesini savunan Popper’in dünyada ve Türkiye’de çok taraftarı var.
1920’li yıllarda Viyanalı bir grup bilim adamının oluşturduğu bir felsefe ekolu gelişir. Önceleri ‘Viyana Çevresi’ adıyla anılan ekol, sonraları ’Mantıkçı Pozitivizm’, ‘Mantıkçı Empirizm’, ‘Yeni Pozitivizm’ gibi isimler alır. Bu felsefe ekolu şu düşünceyi savunur: Bilimsel teori, doğrulanabilir bir düşünce sistemdir. Bilimi doğrulayan deneydir. Bilim doğrulanılır; metafizik ise doğrulanamaz . Bilim doğrulanabilir olmasıyla metafizikten ayrılır. Metafizik ise ‘deneyin dışındadır’; deneyle doğrulanamadığından bilimsel değildir. Bu bakış açısı mantıki sonucuna götürüldüğünde şu sonuç ortaya çıkıyor: Özgürlük, eşitlik, hümanizm, etik vb. metafizik şeylerdir. Böylece bu sorunlar, bilimsel incelemenin ve bilimin dışına itilir. Zaten şunu söyler Popper: ‘Tüm politik düşünceler arasında belki en tehlikeli olan düşünce, insanı bütünsel ve mutlu kılmaya çalışan düşüncedir.’
Popper, Viyana Çevresi’nin düşüncesine karşı çıkar ve ‘Bilimin özelliği doğrulanabilir olması değil, yalnışlanabilir olmasıdır’ der. Doğrulanabilirlik ilkesinin yerine yalnışlanabilirlik ilkesini getirir. Popper şöyle der: ‘Bana göre deneme ve yanılma metodu, bilimsel metoda öteki metotlardan çok daha yakındır gibi gözüküyor.’
Bana göre deneme ve yanılma yolu en bilimsel yöntem değildir. Bilimin özü görünüşün arkasındaki özü açığa çıkarmaktır. Özü açığa çıkarmak bir yöntem sorunudur. Bu nedenle yöntem sorunu bilimin özünü oluşturur. Bir olguyu tümüyle kavramak, bütünlüğü dikkate alan bir yöntemi gerektirir. Ama Popper, bütünlükçü bakış açısına düşmandır. ‘...bütünlükçülük, Eflatun’dan beri eski çağ düşüncesinin temel bir özelliği olmuştur. Bütüncü düşünüş tarzı düşüncenin gelişmesinde yüksek bir düzeyi veya daha geç bir aşamayı temsil etmek şöyle dursun, bilim-öncesi bir aşamanın özelliği’dir.
Marksist düşünceye düşman olan Popper, ‘Tarihselciliğin Sefaleti’ ve ‘Açık Toplumun Düşmanları’ adlı eserlerinde Marksizm’e saldırır. Marks’ın ‘Filozoflar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler, söz konusu olan onu değiştirmektir’ sözünü anti-bilimsel bulur. Ona göre söz konusu olan dünyanın değiştirilmesi ise, burada ancak ve ancak teknolojik ve dolayısıyla bilimsel çalışmalar yoluyla değişiklik yapılabilir. Popper, felsefeyi bilimden soyutlamakta ve burjuvazinin ideolojisine ‘bilimsel felsefi’ bir biçim kazandırmaktadır.
Liberalizmin ateşli savunucusu olan Popper, liberalizmin akıllı filozoflarından biridir. Marksizm’i “çürütmeye” çalışma çabasında önce Hegel’i eleştirir. Marksist diyalektiği hem doğa bilimleri hem de toplumsal bilim alanlarının dışına atmaya çaba gösterir. Diyalektiğe, bütünselliğe ve tarihsel materyalizme karşıdır. 1940 yıllarında yazdığı ‘Diyalektik Nedir?’’ adlı makalesinde, diyalektik düşünceye saldırır: Diyalektiğin ‘içi boş’ ve ‘bilim dışı’ olduğunu iddia eder. Popper ‘diyalektik düşünce yalnışlanamaz. Bu nedenle bilimsel değildir’ diyerek diyalektiğe karşı olduğunu dile getirir. Popper bir pragmatisttir, bilim anlayışı tek boyutludur. Gözlem ve deneyin dışında gerçeklerin kavramlaştırılması çabasını reddettiği için ampiristtir.
Popper, liberal kapitalizmin savunuculuğunu yapan bir reformcudur: ‘Bir kere yeryüzünü cennet yapamayacağımıza göre ve ancak işleri biraz düzeltebileceğimizi anlayınca, onları ancak azar azar düzeltebileceğimizi de anlarız.’
Popper’e verilecek cevabı Goethe’ye bırakalım.’Çürümüş ve yıkılmaya yüz tutmuş tarihi dönemlerde, çok belirgin, bir öznel gericilik göze çarparken, bütün ilerici dönemlerde dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir‘

20 Ekim 2009 Salı

Demokrasi Mücadelesinin Tarihsel Anlamı

(34 PKK’linin dönüşü
34 milyon yürektir. Demokratik sürece katkıdır)


Mihrac Ural

20 Ekim 2009

Sayın Öcalan’ın isabetli kararı her zaman olduğu gibi ülkemizin siyasal gündemini belirlemektedir. Bunun kendiliğindenci bir gelişme olmadığı açıktır. Bu karaların siyasal sonuçları bir yanıyla Kürt halkının tarih içindeki özgürlük mücadelesi ve diğer yanıyla, ortak ülkemizin üç kuşak boyu on yıllardır sürdürdüğü demokrasi mücadelesinin doğal bir sonucudur.

Olayın tarih boyutunda böylesi anlamlı bir yere sahip olan algı, 34 kişilik PKK’li bir ekibin 80 milyonluk bir ülkede dikkatle izlenen dönüşüne yol açtığı gibi, Kürt ulusunun 34 milyonluk yüreğini heyecana sürüklediğini, ayakta tutuğunu da söylemek yanlış değildir.

Aylardır ülkemizde süregelen “Demokratik Açılım” sürecinin bu anlamıyla gerçek sahipleri bir gece ansızın sihirli değnekle bu olayı oluşturdukları sanısında olan iktidar güçleri değildir. Demokratik açılım, doğrudan doğruya demokrasi ve özgürlük mücadelesinin öz verili halkları ve öz verili militanlarıdır. Gündemin siyasal gelişmeleri bu güçlerin çabalarının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir.

Bu özveriler, bu kararlı duruşlar olmasaydı, on yıllar içinde çekilen sıkıntılar fedakarlıklarla göğüslenmeseydi, böylesine adımların esamisi bile anılmazdı.

Burjuva İktidarların demokratik işlevleri çoktan tarihini doldurmuştur; burjuvazi yeryüzünün her alanında demokrasiye sırtını dönmüş bulunuyor. Alttan gelen baskıların itimi olmasa, ülkemizde tanık olduğumuz böylesi açılımları üretmesi de mümkün değildir. Demokrasi artık bir burjuva yükümlülük değil, tarihsel bir devrimci misyon olmuştur.

Demokratik açılıma sahip çıkmak bu açıdan ilkesel bir
tutumdur ve bunun dışında, her ne nedenle olursa olsun uzak kalma çabaları yanıltıcı olacaktır. Böylesine yanıltıcı tutumlar, demokrasinin ikamesine karşı bir tutum anlamına gelecektir.

Tam bu noktada bilince çıkarılması gereken gerçek, demokrasi mücadelesinin içinde yer aldığımız tarih kesit itibariyle, bir burjuva mücadele olmadığının anlaşımsıdır.

Özellikle sınıf mücadelesi takıntısıyla, sosyalist devrim söylemleriyle çelişkili gibi gösterilmek istenen demokrasi mücadelesi hiçte yansıtılmaya çalışıldığı gibi bir burjuva işleve denk düşmez. Dünya ve ülke gelişmelerini görmeyen, kendilerini dar sınıf çıkarları içinde hapsederek çevrede gelişen büyük toplumsal hareketlere karşı ötekileştirici tarzda yaklaşanların düştüğü ciddi hata marijnaliklerinin de nedenidir.

Bu hata bir ölçüyle kadar 19.yy sonu ve 20 yy başlarında toplumsal hareketlerin temel dinamiği olan siyasal yaklaşımların yanlış algılarıyla ilgilidir. Bu algıların II. Dünya savaşı sonrası, iktidarı darbelerle ele geçirme gibi bir sonuca uzanması da aynı hatadan kaynaklanmaktadır. Bu algılar, sosyalizmi bir gece ansızın aldıkları siyasal kararlarla, mülkiyeti toplumsallaştırarak kuracakları vehmine kapılmışlardı. Öyle ki demokrasiyi bir burjuva unsur olarak redde varan yaklaşımları ne toplumsal evrime ne de üretici güçlerin belli bir teknik gelişimin ürünü olması gerektiğine önem vermişlerdi. Özen her şeydi ve tarihi kurandı. Oysa ortak insan akıl gelişimleri bile büyük nesnel dönüşümlerin ürünü olmak durumundaydı. Zıplayarak süreçleri geçme çabası zıplayarak geri dönüşe gelip dayanmıştı. Bir gece ansızın alınan kararlarla ileriye gidildiği sanıldığı yerde, yine bir gece ansızın alınan kararla geriye dönüş kader olmuştu. 19.yy sonu ve 20 yy başlarındaki serüven Doğu Avrupa ülkeleri deneyinde böyle bir sonuç yaratıyordu. Demokrasi kavranamamıştı. Burjuva diye ötekileştirilmişti.

Demokrasi burjuvadır. Demokrasi mücadelesinin tüm sınırları, ancak burjuva sınırlardır” yönlü yaklaşımda anlamını bulan siyasal bir yönelim, bu gün çok kötü bir biçimde lokal, milliyetçi ve girici bir formdur. Demokrasi her çağda kendi muhtevası içinde anlamlıdır. Onu sadece belli bir sınıfa, çağa ait olarak göstermek, farklı tarihsel dokularla ilgisini kesmektir. Roma’da, Yunan’da olduğu gibi Batı uygarlığında da demokrasi kendi muhtevasıyla anlamlıdır.

Bu gün için ise artık demokrasi bir özgürlük çıkışıdır. Evrensel ölçekte bir yeni uygarlık için kapı aralama etkinliğidir. Geçmiş tüm demokrasilerin muhtevasından farkı da küresel üretim tarzı için gerekli özgürleşmeye siyasal çözüm üretebilmesidir.

Üretici güçleri engelleyen, insanlığın bilgi mübadelesini tutuklayan, bunun için dünyamızı işgallere, kanlı savaşlara sürükleyen emperyalist siyasal küreselleşmeye karşı bir maniveladır. Bu yanıyla sık sık dile getirdiğim iki küreselleşme arasındaki farkı da demokrasi yanlısı olup olmamakta görmek doğru bir yaklaşım olacaktır.

Demokrasi mücadelesi burjuva sınırlarının çoktan aşmış bir mücadeledir. Bu günden belirgin ve etkin olarak henüz yeni bir uygarlığa geçiş ve bunun ikamesi tüm yönleriyle ortaya çıkmadığı için bunun pek farkında olunmasa da demokrasi mücadelesi bir özgürleşme mücadelesi olarak, yeni uygarlığın kapılarının da açılımı anlamına gelecektir.

Önceki yazılırımda da izah etmeye çalıştım. Yeni uygarlık bir küresel üretim uygarlığındır. Tarihsel olarak ortaçağ uygarlıkları birbirinden çok farklı külttür odakları ve çizgileri taşısa da batı uygarlığıyla birlikte başlayan üretim tazıyla uygarlığın örtüşmesi, gelecek yeni uygarlığın aynı zamanda bir yeni üretim tarzı olarak tecellisini gündeme getirecektir. Bu noktayı, önceki tartışma yazılarımdan birinden yapacağım uzun bir alıntıyla açıklamaya çalışacağım.

“Marks bu noktada çok önemli belirlemeler yapmıştır.

Bu noktayı tekniğin gelişimi açısından ve bunun üretim araçlarına yansıması açısından ele almamız, bir yandan bununla ilgili tarihi süreçlerin değişimini algılama açısından önem taşır.

Bu konuda yoruma gerek bırakmayacak bir açıklamayı Marks şu cümlelerle veriyor; ” Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)

4. dipnotta ise Marks’ın cümleleri, bu konuya önemli bir gönderme sayılabilir;

Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek yaşamın gerçek ilişkilerinden yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)

Bu konuyu tarih bağlamlarıyla soyutlamak için Marksın “18. yüzyılda sanayi devrimini başlatan” diye yorumladığı bu teknolojik dönüşüm kesitinde alet ile makine farkı üzerini söylediği şu cümleleri aktaralım: “Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)

Marks’tan yaptığımız alıntılar 21. yüzyılın ortaya koyduğu bilim ve teknoloji verileriyle, bilgi ve iletişim unsurlarıyla, yeni uygarlığı belirlemeye çalışıyoruz. Bu tarihi gelişmelerin önünün tıkayan kapitalist sistemin ve burjuvazinin de bu nedenle demokrasi karşıtı olduğunu belirliyoruz.

Demokrasiyi savunmamız, tam bu noktada burjuvazinin çağımızdaki gericiliğinden çıkıp, bir devrimci duruş olarak beliriyor. Somut konuşmakta tas tamam budur. Yaptığımız, sistemin bir parçası olan ve sistem içinde reformdan başka bir sonuca ulaşmayacak marjinal önermeler yapan liberalliğe de karşı bir duruştur.

Çağın gerçekçi devrimciliği budur; demokrasi mücadelesini temel almayan bir devrimcilik bu çağa ait değildir. Bu sosyalistlikte değildir.” ( bkz. Mihrac Ural, “teknoloji ve Üretim tarzında devrim” Makalesi, http://mirural.blogspot.com/ )

Bu yanıyla da demokrasi, tarihsel olarak tamamlanmamış ulusal süreçlerin, kazınılmamış demokratik hakların da ikamesi için bir araç olarak önem taşır. Demokrasi mücadelesinin bu ikili tarihsel görevi çok önemli bir ilerlemeye hizmet eder. Bir yandan eskinin dengesizliklere kaoslara yol açan açıklarını kapatır, tamamlar diğer yanıyla da yeniyi girişin kapılarını açar.

Demokrasi mücadelesi artık burjuvaziden beklenen bir siyasal yönelim değildir. Demokrasi mücadelesi gerçek anlamıyla bir tarihsel devrim unsurudur ve bu unsur burjuvazinin sınırlarını aşmak ve onun ilkelleşen üretim tarzı yerine yeni bir üretim tarzı koymanın temel araçlarından biridir.

Dün, feodal karlıkların kanıtları altında kapitalizmin tarihsel gelişimi ne ise, kapitalizmin kanıtları altında gelişmekte olan küresel üretim tarzı da böylesi bir yolu izlemektedir. Demokrasi her iki kesitte de farklı muhtevalarına rağmen önemli roller oynamıştır. Devrimci olmak demokrat olmak bunun farkında olmayı gerektirir.

Tarihin bu kesitinde farklı muhtevasına rağmen demokrasiyi burjuva saymak ve onun sınırlarıyla belirlemek gelecek için ortaya çıkan tüm verileri ve bu verilerin yarattığı yeni süreçleri yadsımak demektir.

Bu anlamıyla ülkemizde tamamlanmamış, engellinmiş demokratik hakların savunulmasını burjuva olarak görüp tavırsız kalmak ya da destek olup onu ötekileştirmek sağlıklı bir siyasal duruş olmayacaktır.

Ülkemizde tamamlanmamış demokratik haklar yanı sıra gelecek için yapılacak açılımların önünü tıkayan tüm engellere karşı mücadele, devrimci bir mücadeledir Bu mücadele artık bir burjuva devrimciliği hiç değildir. Burjuvazinin bu yönde bitmiş olan tarihsel misyonunu diri sanma yanlışına düşmektir. Bu gün demokrasi mücadelesi bir burjuva mücadele değildir, tarihsel bir devrimci mücadeledir.

Bunu basit bir örnekte, görsel ölçeklerle algılamak mümkündür. PTT’nin temsil ettiği iletişim ağı ile internetin temsil ettiği iletişim ağı arasındaki nitelik farkı bunu izah etmeye yeterlidir. İnternetin, PTT’ye karşı yaptığı tarihsel devrim algısını toplumsal süreçlerin her bir alanına, hücresine aynıyla ikame ediniz. Ortaya çıkacak dönüşümün dile getirdiği geri dönüşü olmayan tarihsel devrim gerçeği burada işlemekte olduğum konuyu anlatmaya yeterlidir.

Buradaki dönüşümcü devrim algısı, geri dönüşü mümkün olmayan dönüşümlerin devrimidir. Tarihsel devrimdir bu. Bunun yolu daha çok demokrasiden ve onun özgürleştirici etkisinden geçer. Bu devrim yeni uygarlığın devrimidir. Bu devrimin devrimcisi de tarihsel devrimcidir demek yanlış olmayacaktır.

Demokrasi mücadelesi bu yanıyla evrensel ölçekti bir mücadelenin de temel aracıdır.

34 PKK’linin ülkeye “demokratik açılımın sürdürülmesine katkı olarak dönüş”leri 34 milyonun yüreğin heyecanı ve bunun demokrasi mücadelesine kitlesel etkinlik olarak olarak algılıyorum. Bunun karşısında her ne ad altında olursa olsun durmak gericiliktir diyorum.Yapılması gereken, "sınıf mücadelesi, Sosyalist devrim" vb söylemlerle bu gelişmelerin karşısında ötekileştirici tutumlarla durmak değil, tersine orta yerinde yer alınması gereklidir.

34 PKK’lının dönüşün elbette ki devletin verili statülerini değiştirmeyecektir. 34 kişi değil 34 bin kişi de dönse bu statüler değişmeyecektir. Bu girişimler bir eğilim belirtisidir, bir mesajdır. Değişim yönündeki birikimlere katkıdır, bin milin ilk adımıdır.
Bu adımların birikimi, bu günkü demokratik açılımı yeniden üretebiliyorsa, mantıki sonuçlarına kadar derinleşmesini de sağlayacak demektir. Bunu hakim sınıflara terk edemeyeceğimiz de çok açıktır.

Demokrasi mücadelesi tüm mücadeleleri kapsayan en sağlıklı tarihsel bir ilerici duruş anlamına geliyor. Buna katılmak, buna destek olmak için üzerimize düşen görevleri ihmal etmemeliyiz.

18 Ekim 2009 Pazar

ÖĞRETİCİ SÜREÇ

Zeki BAYTERİN

18 Ekim 2009


Aradan otuzsekiz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, hele ki bu otuzsekiz yıl çetin mücadelelerle ve yükseliş inişlerle doluysa, bir yanılsama yaşanabiliyor. 1971 ve o günlerin olayları unsurları birçok insana sanki çok uzakta duran şeylermiş gibi gelebiliyor.
Hatta belki çok düz bir bakışla, sonuçta 71'in de Türkiye'nin mücadele süreçleri içinde bir halka olduğu, daha tam bir deyişle halkalardan biri olduğu söylenebilir. Dönemin insanlarının da, olayların da, daha sonra yaşayanlardan ve yaşananlardan nitel bir farkının olmadığı düşünülebilir.

Şüphesiz kıyaslamalar iyi değildir, doğru değildir. Ama şunu söylemek gerekiyor, 1971 bir başlangıçtır, gerçekten iktidar perspektifine sahip bir devrimci sürecin miladıdır. Her ülkenin tarihinde böyle başlangıçlar vardır. Orada hep zengin deneyler, dönüp alınacak dersler durur.
Önceden olmuşlarla sonradan olanlar bir yerdedir. O miladın olguları, insanları farklı bir yerde. Kesin ve belirleyici olan ayrım noktası budur çünkü o gün yapılan şey, sadece bir politik çizginin ortaya konuluşu, ilk pratik adımın atılışı da değildir. 71 aynı zamanda bir tavrın, yeni bir ekolün, yeni devrimci kişilik formlarının ortaya konuluşudur.

Ve zaten hem genel olarak 68 72 süreci, hem de o sürecin odak noktası olan P-C yalnızca bir politik çizgi değildir. O süreç ve P-C, yeni bir insan ve ilişki biçimlenişidir. Bugün, oraya dönüşlerin yararlı olduğu kesindir. Çünkü oraya dönüş gerçekte bir geriye dönüş değildir. 71 aşılamamışlığı anlamında hâlâ bizim ilerimizdedir ve tam orada duran olgu, geçmişimiz olduğu kadar, çıkarılacak dersler anlamında geleceğimizdir. Orada, süreç içerisinde zaman zaman yitirilen bir kalite vardır her şeyden önce. Yalnızca insan kalitesi değil, insan ilişkileri ve bir bütün olarak devrime karşı tutum anlamında ciddi bir nitel düzey vardır. İlkeleriyle yaşayan, ilkelerini yaşayan insanlar ve onların tanımlara sığmaz pratik örgüt bilinçleri vardır.
Orada, sağlıklı bir eylem çizgisinin, rastgeleliğe prim vermeyen ilkeli bir hedef seçiciliğinin ipuçları vardır. Halka saygı duyan, halk düşmanlarından başka kimseye en küçük bir zarar vermemeyi ilke edinen bir anlayışın kökleri vardır.

Ve orada, sağlıklı bir önderlik anlayışının, önderliği hakedilmiş bir manevi otorite, bir sevgi olarak algılayan doğru bir bakışın temelleri bulunabilir. Onlarca insanı uzak diyarlardan yönettikten sonra, siyasi serüvenini havaalanlarında noktalayan o karanlık tipolojinin çok dışında, ona çok yabancı bir anlayıştır bu. 71'e dönülebilinir.
Bu konuda bir şanssızlığımız olduğu doğrudur. Aynı kuşaktan gelen insanların hemen hemen tümünün doğru ve güvenilir tanıklık noktasından politik olarak kaymış olmaları gerçekten bir talihsizliktir. Ama yine de, 71'e dönmek, oradan doğru gelenekleri, sağlıklı alışkanlıkları edinmek mümkündür.

Mümkündür ve gereklidir !!!

Hem genel bir çerçeve olarak, hem de tek tek objeler olarak.
Ulaş BARDAKÇI'nın örgüt olanaklarını yoktan vareden o yaratıcılığı, o tek başına bir teşkilat gibi yürüttüğü çalışma tarzı, günümüz insanı için ne kadar öğreticidir.
Mahir'in o ilkeli ve kararlı kesip atmaları, köşe bucak saklanırken yürüttüğü ideolojik çalışmaları ve güvene dayalı hakimiyeti.
Ya Hüdai Ankara'nın faşistlerine nam salmışlığı.
ATASOY’ların Nihat Yılmaz'ların bölge çalışması başarıları.
Ve diğerleri.
İyi gelenekler orada duruyor.
30 Mart, 19 Şubat, Eylüller, Haziranlar artık sadece anma günleri değildirler.
Kendi tarihimizi kavramak açısından, hücrelerimizdeki genleri farketmek açısından anlamlıdırlar.
Geçmişten öğrendikçe, bugünü anladıkça, geleceğimiz aydınlık olacaktır.

17 Ekim 2009 Cumartesi

ŞARKI DİNLEMEYEN ASLA ŞARKI SÖYLEYEMEZ!

Öner ödemiş
17 Ekim 2009


“Doğruları söylemekten kaçınan insan devrimci olmaz. Doğruları bilen ama susan da devrimci olmaz”

Ne beylik laflar.
Ve kim söylüyor bu lafları Erkan Ulaşan…
30 Yıl sonra devrimciliği aklına gelen bir yalancı…
Laf söylemede kimse sıkıntı yaşamaz hele de yalan doğru diye bir derdi olmayan, söylediği lafların neye ve kime hizmet olduğunu bilmeyenler, hiç sıkıntı yaşamazlar.

Türkiye’nin faşizm koşulların da 30 yıl devlet memuru olacaksın, devrimciler işkence hanelerde, idam sehpalarında can verirken veya ölümle yaşam arasında bıçak sırtı gibi yaşarken, sen memuru olduğun devlete sığınacaksın, 1402 kapsamına bile girmeyeceksin, mimlenmeyeceksin, fişlenmeyeceksin ve emekliliğini bekler duruma geleceksin. Sonra, 30 yıl sonra yazı yazacaksın ve devrimci dersler vermeye çalışacaksın.. Kendi el yazısı ile “ ben MİT ajanıyım” birine sadakat göstereceksin birde ben devrimciyim diyeceksin. Ölüleri konuşturup, yalanı meslek edineceksin ve onurlu devrimcilere saldıracaksın, sonrada, ben devrimciyim diyeceksin. Buna kargalar bile güler…Hadi oradan soytarı derler adama… Otur oturduğun yerde derler… Kendi çöpünde ve çamurunda oyna derler.

Evet doğruları söylemekten kaçınan ve doğruların yanında tavır almaktan imtina edenler devrimci olamazla. Bu çok doğru bir şey. Ya 30 yıldır bu ülkede devrimci tavır almayı gerektirecek bir durum yoktu da arkadaş sindiği köşesinde yaşayıp bekledi, yada yalan söylemeye devam ediyor demektir.

Devrimci mücadelede ayrıştırma dönemleri bu türden döküntülerin, bir tarafta öbekleşip saflaşması açısından önemlidir. Özellikte baskı ve işkence dönemleri, yoğunlaşan eylemlilik dönemleri bu açıdan tam bir saflaştırıcı işlevi görür. Acil hareketinin eylemlilik döneminde olmayacaksın, veya böylesi bir dönemde kaybolacaksın, ülke faşizmin yoğun saldırılarında olduğu dönemde devrimci saflarda olmayacaksın, hatta demokrasi mücadelesinin yasal boyutunda bile adın bilinir şekilde olmayacaksın, emekliliği garantilediğin kısmen demokrasinin -bu mücadeleler sonucunda- kazanıldığı dönemlerde ortaya çıkacaksın ve nutuk atacaksın. Bu ülkede en zor dönemler de İnsan Hakları Dernekleri sokaklardaydı; Mahkum Aileleri dayanışma dernekleri, Dergiler ve değişik dernekler,ölüm oruçları, cezaevleri, infazlar, yasal sol partiler vb. 80 sonrasında yasal zeminde de çok şeyler yaşandı ve yapıldı. Buralarda da olmayacaksın. Devrimci laflar edeceksin. Birde hızını alamayıp “ Ben şarkı dinlemem, şarkı söylerim” diyeceksin.

Şarkı dinlemeyen şarkı söyleyemez. Devrimci mücadelenin içinde olmayanlar devrimci laflar edemezler. Ettikleri laf hangi formatta olursa olsun, asla ve asla doğruyu ifade etmez.
“Sus” denildiğinde susmasını bile becermek bile yalancı düzenbaz olmaktan çok daha yeğdir.
Ha bu ara bu tür insanlar, sıkıştıklarında illegaliteye sarılırlar, ve neler yaptıklarını bu eksende açıklamak istemediklerini söylerler… Bu daha komik bir durum oluşturur. Yani on binlerce insan illagalite de mücadele içerisinde beceriksiz davranmışlar ve bir şekilde açığa çıkmışlardır, ama arkadaş o kadar beceriklidir ki, hem yeraltında mücadele etmiştir hem de, on binlerden çok çok akıllı olduğu için, asla ve asla açığa çıkmamıştır.

Bu devrim ve mücadele kaçkınlarının değil devrimci nutuklar atmak, devrimci bir havayı daha solumaya hakları yok. Devrimci mücadele içerisinde bariz hata yapan unsurlar bile onlardan çok daha onurludur. Yiğitlik kendi koşullarında açığa çıkar. Cesaret kendi koşullarında açığa çıkar. Çatışmanın orta yerinde mevziden kafayı çıkartabilmektir cesaret. Binlerce kilometre uzaktan salvo atışlar yapmak değildir.

Şarkı dinlemesini bilmeyenlere öğretmek gerek. Şarkı dinlemesini bilmeyenlerin, şarkı repertuarı, bilgisi, bilinci, tarzı,duruşu ahlakı olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Hiçbir şey bilmeden, yapılamaz. Bilmeyenlere öğreteceğiz. Bu bizim devrimci görevimiz.

Yoldaşlar ne günlere kaldık…Hainlerin çenesi düştü!

16 Ekim 2009 Cuma

Arapça Dilini Tiyatro ile yaşatmaya çalışıyorlar

AYRI VARLIK
16 eKİM 2009


2008 yılında Antakya’da Özgün Tiyatro Grubu olarak çalışmalarına başlayan ve daha sonra yolcuklarına “Mesreh El Emel” ( Umut Tiyatrosu) olarak sürdüren ve Arap halkının yaşadığı sıkıntıları ile ülkemizde yaşanan toplumsal olayları arapçayla dile getiren “Mesreh El Emel” hedeflerinin Antakya’da kaybolan bir kültürü yeniden diriltmek olduğunu ifade etti.

“Unutulan Arapça’yı yeniden dirilmek istiyoruz”

Mesreh El Emel adlı Arapça tiyatro Grubunun Yönetmeni Hasan Özgün, Temel hedeflerinin Unutulan arapçayı yeniden dirilmek ve ayakta tutmak olduğunu belirterek, Ortak dili yaşatmak istediklerini ve bu nedenle Arapça oyunlar sahnelediklerini söyledi.

Özgün, “Biz ilk olarak ilerleyeceğimiz yolda kendimize 3 dayanak belirledik. Birincisi Arapça Tiyatro yapmak, ikincisi Toplumsal sorunlara değinmek ve üçüncüsü Oyunlarımızı kadın bakış açısıyla oluşturmak. Arapça tiyatro yapıyoruz. Çünkü yerelin özgün dili arapçadır. Ayrıca yöre halkının anlayabileceği, günlük yaşamdaki dili kullanmak istedik. Bunu yaparken de unutulmakta olan değişlerimizi, sözlerimizi yani anadilimizi canlı tutmaya özen gösteriyoruz. Toplumsal sorunları ele alarak gün yüzüne çıkartmak, tartışmak ve tartıştırmak dayanağımızdandır. Bu sorunları ele alırken her zaman ezilenlerden taraf olduk ve taraf olmaya devam edeceğiz. Oyunlarımızı hazırlarken dilimizi eril ifadelerden arındırmaya ve oyunlarımızı kadın bakış açısıyla sergilemeye çalışıyoruz” şeklinde konuştu.

“Kadınların sorunlarını 3 oyunumuzdada sergiledi”

Özgün, 2008 yılında çalışmalarımıza başladık şuana kadar 3 salon ve 2 sokak tiyatrosu sergiledik. İlk oyunumuz olan Serha ( çığlık) 2008 yılının 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde sergiledik. Gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek kadına yüklenen bekaret sorununu anlattık. İkinci oyunumuzu yine 2009 yılında sergiledik Oyunumuz “ Memnu”il Hene adlı bir oyundu. Bu oyunumuzda Arabistan çöllerine çalışmak için giden gençlerin arkalarında bıraktığım eşlerinin çektiği sıkıntıları gördüğü toplumsal baskıları yansıtmaya çalıştık. Daha sonra 25 Kadın Kadına Yönelik Şiddetle Mücdele Günü dolayısıyla “ Kendi Küllerinden Dirilmek” adlı oyunumuzu sergiledik. Bu oyunumuzda ise Tecavüzcüsüyle evlendirilmek istenen kadınların dramını anlattık. Son olarak El ğayeb Müğo adlı oyunumuzu sergiledi. Bu oyunumuzda ise Savaşın herkesi derinden yaraladığını ama en çok ta kadınların etkilendiğini anlattık” dedi.

Yönetmen Hasan Özgün, “Biz daha önceki bir birikimin devamıyız. 1994 yıllarında Çağdaş Sanat Atolyesi bünyesinde çalışmalarımıza başladık ve Hatay’da ilk arapça oyununu o yıllarda sahneledik. Tabi ki o yıllarda çok ağır bedeller ödedik. Her oyunumuz sonrasında gözaltına alınıyorduk. Şimdi ise var olan mücadelenin kazımları sonucunda oyunlarımızı kolayca sahneleyebililiyoruz. Keşke o yıllarda bedelleri ödemedende sahneleyebilseydik” dedi.

“Halkların kardeşliğinde Arapların zinciri eksik”

Yönetmen Hasan Özgün, “Mesreh El Emel tüm toplumsal olayları sahneliyoruz, hepsi bizim gündemimizdedir. Biz daha çok ezilenlerin , emekçilerin cephesinden bakıyoruz hayat, bu yoldan çıkarak sanatımızı yapıyoruz. Bizler halkların kardeşliğine inanıyoruz. Ama halkların kardeşliğindeki arapça zincininin eksik olduğunu ve bunu tamamlamaya çalışıyoruz. Farklılıkların zenginliğini kendi yaşam biçimimiz olarak algılıyoruz. Hatay’da yaşayan halkın kendi dokusunu kendi kültürü her zaman çalışmalarımız içinde yer alacak, toplumsal ve evrensel sorunları sahnelemeye devam edeceğiz” dedi.

“Asimilasyona uğramış arapça dilini yaşatacağız”

Mesreh El Emel Grubunun oyuncularından Selda Özgür’de Hedeflerinin kurumsallaşmak olduğunu belirterek, “ İlk hedef kurumsallaşmaktır. Daha sonraki hedefimiz sürekli arapça tiyatro yapmak. Arapça dilini yaşatmak ve unutulan deyişleri ve sözleri tekrar gün yüzüne çıkartmak” dedi. Grubun oyuncularından Melek Aslan’da Arapça sokak tiyatrosu yapacaklarını ve bunu geniş kitlelere yaymak istediklerini belirterek Asimilasyona uğramış olan Arapça dilini kurtarmak istediklerini ifade etti.

Mesreh El Emel adlı tiyatro grubu Yönetmeni Hasan Özgün, Işık Mahmut Fahlioğlu, oyuncuları ise, Ali Cabir, Gülizar Işık Çay, Gülhan Gümüşel, Filiz Müniroğlu, Uğur Kartal, Erman ışık, Selda Özgür, Zühran Yazıcı, Musa Mengüllüoğlu, Melek Aslan, Sevgi Bekçi ve Zeynep Gültekin’den oluşuyor.

15 Ekim 2009 Perşembe

Bir Profesörün Evhamları

Faiz Cebiroğlu

16 Ekim 2009

faizce@hotmail.com

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, Kürt dili üzerine yapmış olduğu açıklamayı okuyunca, Türkiye’de verilen “profesörlük” unvanı adına utandığımı yazmak zorundayım.İnsan sormadan edemiyor: Bir profesör, daha önceleri, ODTÖ’de sosyoloji dersleri veren bir profesör, bu kadar “evhamı” nasıl yapabiliyor?

Nasıl oluyor da, Ankara Üniversitesi’nden mezun olan, yüksek lisansını ve doktorasını “Chicago Üniversitesi”inde tamamlayan bir profesör; “Kürtçe ödünç bir dildir. Yüzde 60 – 70’şi Farsça, Arapça ve Türkçe’den oluşmuş” deyip, Kürtçe’yi, sözüm ona, küçümseyebiliyor?

Peki, bir profesör bu “evhamları nereden buluyor?

Sömürgeci Türkiye tekeller ülkesinde sorulması ve yanıtlanması gerek sorular bunlardır.

Tesadüf değildir; dil üzerinde hiç bilgisi olmayan bu cahil pröfesör, Türkçe hakkında da bilgisi yok.

Tesadüf değildir; Kürtçe dilini ”küçümseyen” bu cahil profesör, Türkçe’nin ”ecnebi” kelimelerden oluştuğunu da hiç bilmiyor!

Burada, kısaca, insanları Kürtçe dili konusunda yanıltmaya yönelik ”evhamlarda” bulunan bu cahil profesöre, notlar halinde, bir kaç ders vermem gerekiyor.

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, öğren:

Bir: Türkçe’nin yüzde 90’nı “ecnebi” denilen kelimelerden oluşuyor.

İki: Türkçe’de, C, F, H, I, J, L, M, N, P, R, Ş, V, Z harfleriyle başlayan hiç bir Türkçe kelime yoktur!

Üç: Türkiye’de hiç bir yöre veya yerleşme yerinin adı Türkçe değildir. Buna bağlı olarak;

Türkçe’deki hafta günleri, Farsça ve Arapça’dan oluşuyor. Ay adları; Şubat, Mart, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül...Türkçe değildir (Burada sayfalar dolusu örnek vermek mümkün, ama sizin gibilere faydası olmaz, biliyorum).

Dört: Türkçe dili; yüzde 10 kadar Türkçe kelimelerden oluşuyor ve sana göre bir dil oluyor!

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan!

Herkes dilini sevmelidir, ama dil sevgisi başka, dil abartmacılığı ve uydurmacılığı başkadır. Bu evhamlar senin gibi profesör ünvanını alan birisi tarafından yapılıyorsa, korkunçtur.

Korkunçtur; zira yüzde 90’nı “ecnebi” kelimelerden oluşan bir Türkçe’yi “yükseklerde” tutup, Kürtçe gibi, dört ülke tarafından sömürgeleştirilen, Kürt insanı ve dilini tarihten silmek isteyen zalim iktidarlara karşı hâle varlığını koruması ve buna rağmen, Türkçe’den çok daha zengin olmasını görmemek ve küçümsemek, korkunçtur!

Gerçekten, insan sormadan edemiyor: Sömürgeci tekeller Türkiye’sinde profesörler ne yapar?

Cevabı açıktır: İnsanları yanıltmak içindir!

Ne yazık ki, tekeller Türkiye’sinde Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan gibiler, ”evham” yapmak ve insanları yanıltmak için varlar. Artık bu düzende, sıkılma ve utanma kalmamış. Olmaz. Bu tekeller düzeninde, ne yazık ki, ”cehalet” ile ”cüret”, çoğu zaman, birbirinin yerini alıyor ve ne yazık ki, Yusuf Ziya Özcan gibi cahil profesörler de çıkıyor. Tiksinti veriyor!

Tiksinti veriyor.

Engels’te yıllar öncesinde, sanki,Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlere söylemiş: ”Cehalet, tiksintiricidir!” diyor.

Gerçekten budur.

Not derslerim bitiyor ama sonuçlar var ve açıktır: Bundan böyle, sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlerin ”evhamlarına” cevap vermek ve bunlara karşı mücadele etmek, biz, aydınlara düşen en önemli görev oluyor.

Sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, bundan böyle, ”cehaletle” ”cüreti” birbirine karıştıran, Yusuf Ziya Özcan gibi, profesörlere ”sevecenlikle” bakamayacağımızı artık bilmeleri gerekiyor.

---------------

web adres:

www.eylemselyetke2.blogspot.com

14 Ekim 2009 Çarşamba

YİĞİT MİLİTAN MÜNTECEP KESİCİ ANIN MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR. (13 Ekim 1982)

Mihrac Ural

14 Ekim 2009


THKP-C(Acilcilere), 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarıyla, polis işbirlikçisi bir itirafçı olan Engin Erkiner tarafından, bilinen ve tahmin edilebilen her şeyiyle polise teslim edildi. Hepimiz aranır duruma düştük.

Firari koşullarında, örgütümüzü yeniden ayağa kaldırdık. Bir itirafçının tahribatlarını aranırken silmek ve bir örgütü olduğundan on kat daha ileriye götürmek büyük emekler gerektiriyordu. Bu emekleri özveriyle sunan Acilciler, ortak ülkemizin anılarında hala tazeliğini koruyan ACİLCİLER imajını yaratmıştır. Bu bir markadır. Bunun yaratıcıları 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarının ardından örgütü yükselten yönetici ve militanlardır kadrolardır. Acilcilik, bu onurlu insanların işkencede ser verip sır vermeyen ifadelerinde, haklı ve isabetli eylemlerinde, Mamak zindanında ilk direnişi yapan dik duruşlarında, yayın faaliyetlerinde, kitle örgütlenmelerinde ve bil cümle devrimci çabalarıdır.

Acilcilik bir örgütlü duruştur. Bir varlıktır ve ayrı varlıktır; yani bağımsız bir siyasal çizgidir. Acilci’ligi marka yapan ve Acilci’liği birçok olay ve etkinlikte isim olarak kullanma tercihi de buradan gelir. Bunu içine sindiremeyenlerin, akıl almaz çirkinliklerle örülü karalamalarında örgütümüzü “Polis Akademisi” ilan etmeleri “Muhabaratın kuklası” olarak lanse etmeye çalışmaları, bir özel harp dairesi işi olarak belirdi. Bunu açığa çıkardık.

Bu gün çok farklı kulvarlarda olsa da tüm Acilciler bu farelere karşı tepki koydu. THKP-C(Acilciler) örgütünün onurlu geçmişine sahip çıktı. Acil hareketinin bu gününü sürdürenler onun kararlı savunucuları olduğunu gösterdi.

Sonuç ne oldu ?

Polis işbirlikçisi itirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim Yalçın bile, ret ettikleri, küçümsedikleri, hiç olduğunu iddia ettikleri örgütümüzün aşılması mümkün olmayan bir isim olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar. Bununla da kalmadılar, 1 kongremizin onurlu tarihi duruşunun gölgesine sığınmak için kendilerini “kongrenin seçtiği kişiler” olarak göstermeye çalıştılar. Bu yaman çelişkiyi okura nasıl anlatırlar bilinmez ama, polis kuklaları görevlerini yaparken tek amaçları bulanıklık ve şaibe yaratmak olduğu için okur kaygısı taşımayacaklarını belirlemek yanlış olmayacaktır.

Bu noktadan olayları algıladığımızda Acilcilik üzerine söylenecek önemli belirlemeler olduğu görülecektir.

Acilcilik, öncelikle işkencede direnmektir örgütü satmamaktır, Bunlar sattı. Acilcilik her hal ve koşulda devletin, MİT’in, Polisin vereceği hiçbir şeye tenezzül etmemektir bunlar para için örgütü sattı. Bunlar buraya kadar. Ötesi kimsenin işine yaramaz teferruattır.

Diğer yandan ise,

Acilcilik bir varlıktır, ayrı varlıktır; yani bağımsız bir siyasal çizgidir. Bu çirkin insanlar “Acilcilik yoktur” diyor, “o geçmişte kalan bir isimdi” diyor. Yani Acilcilik ölmüştür diyorlar. İşte özel Harp Dairesinin varmak istediği de tas tamam budur; “en iyi Acilcilik ölü Acilciliktir”. Bu cemaat bunu istiyor. Bu olmayacak.

Acilcilik örgütlü bir mücadele olarak sürecektir, Burjuvaziye ve devletine karşı demokrasi için mücadelemiz ve direnişimizle yolumuza devam edeceğiz: Acilcilikte tas tamam budur.

Münteceb Kesici (Şeyh- Kemal Abbud) yoldaşın Acilci’liği de budur. Onun anısına mücadelemiz dünden bu güne ve bu günden yarına devam edecektir.

Münteceb Kesici, Antakya devrimci mücadelesinin önemli militanlarından biridir. Bu alandaki mücadelenin devamla süren üçüncü kuşak militanlarındandır. 12 Eylül baskıları sonucu yurt dışına çıkmıştır. Devrimcilerin dünyanın her alanında ihtiyaç duydukları güvenli evrak edinimi çerçevesinde bulunduğu ülkenin vatandaşlığını alan ilk 5 kişi arasındadır. “Kemal Abbud” adı bulunduğu ülkenin resmi vatandaş adıdır. Bu olanağı Kemal gibi MK üyesi üç kişi daha elde etmiştir. Bu olanakla, örgütümüzün uzun yıllar sürecek imkanları yaratılmış, yoldaşların sorunları, eğitim, gidiş-geliş engelleri aşılmıştır. Bunu bir değer ve olanak olarak görmeyenlerin, Münteceb Kesici yoldaşı, resmi vatandaş kimliği taşımasından dolayı bulunduğu ülkenin “Mahabaratıyla ilişkili” ilan etmeleri, gittikleri hiç bir yerde hiçbir olanak yaratamama, yoldaşlarını kapsayan bir olumlu değer üretememe acizlerini yansıtır. Bu olanakları ihbar etmekle yaptıkları ise Özel Harp Dairesi kuklalığıdır. Bunların gerçek işlevi de burada kendini ele vermektedir.

Yeteneksizler, her zaman üretenlere karşı karalama yapar. Meyve veren ağacın taşlanması esprisidir bu. Örgüt tarihinde sadece, 1.5 yıl yönetici olmuş ve bunu polis işbirlikçisi itirafçılıkla noktalamış Engin Erkiner (bkz. Polis ifadesi) ve MİT’ten 150 000 TL alarak 1 Kongremizi ihbara gelmiş İbrahim Yalçın (Bkz. El yazısı itirafnamesi s:9) gibi örgüt düşmanları, yaptıkları karalamalarla böylesi bir görevi yerine getirmektedirler. Bu nedenle bu kirli insanlar, önce saldırıp küçümsedikleri, yok sayıp lekelemeye, şaibeli göstermeye çalıştıkları örgütümüzün gölgesine sığınma ihtiyacı hissetmeye başlamıştır. Acilcilik bir onurdur, ona saldıran on yılların binlerce militanının emeklerine saldırıyor demektir. Bunu göze alamayacaklarını gördüler, bu tartışmalarda bunu öğrendiler. Şimdi Acilcilere ait çınarların gölgesini arıyorlar. Buna mahkumlar. Dört kez tasfiye etmeye çalıştıkları bu çınar, bu kirli insanlara karşı hep direnmiştir. Bu noktadan bakınca Münteceb Kesici üzerinde yaratılmak istenen şaibeler daha açık anlaşılır.

MÜNTECEB’İN ÖLÜMÜ

Münteceb Kesici yoldaşın ölümüne yol açan bir provokasyondu. Polis işbirlikçisi itirafçı Engin Erkiner’in de içinde olduğu TKEP sığınmacıları, bu provokasyonun üreticileridir. Münteceb’i, kışkırtarak öne sürüp, örgüt kampına yönelten bunlardı.


Münteceb’in geride bıraktığı iki mektup (MK’ya ve Mihrac Ural’a) örgüte ve sorumlularına ne ölçüde bağlı olduğunun bir göstergesidir (Bkz. CEPHE sayı 14-15). Genç, tecrübesiz ve atak davranışlarıyla provokasyona getirilerek örgüt kampındaki yoldaşlarla tartışmaya yönlendirilen Şeyh, bir kaza kurşunuyla vefat etmiştir. Tüm çabalara rağmen kurtarılamayan yoldaşımız için örgüt olarak üzerimize düşün her şey yerine getirilerek defnedilmiştir. Cenazesi yapılmış, halkın etkin katılımı sağlanmış ancak tüm çağrılarımıza rağmen kaçkınlar bu çabalara katılmamıştır.

Münteceb’i kucağında taşıyıp hastaneye götürmeye çalışan Ahmet Çankaya yoldaş, o günü hepimiz adına şöyle bitilmemektedir;

Şeyh adını önce belirteyim, Münteceb çok iyi kuran okurdu. Çevrede cenazelere ve mezarlarda kuran okutmak için sesinin güzelliği nedeniyle sürekli çağırılırdı. Şeyh sıfatı oradan gelir. Ben ve Münteceb ve bir arkadaşımız daha anadilimiz Arapçayı öğrenmek için dersler aldık. Üçümüzde çok iyi okumaya başlamıştık. Arapça dilinin en iyi ve en kurallı halli Kuran’da olduğu için Kuran okumalarına önem verirdik. Bu aynı zamanda örgütsel kitle çalışmamızın da bir parçasıydı.

Münteceb’in ölümüne yol açan kazaya gelince,

Münteceb, örgütün merkezi kampına ön yargılarla dolu gelmişti. Dağdaki evlere yöneldi, sağa sola gitti kızgındı ve davranışlarıyla yoldaşları da kızdırıyordu. Sonuçta burası bir yolgeçen hanı da değildi. Örgüt kampıydı ve bu kampın güvenliğinden düzeninden sorumlu olanlar vardı. Kim olursa olsun bu alanda davranışları kontrollü olmalıydı.

Buna rağmen yoldaşlar olumsuz bir olay olmaması için çaba sarf ettiler. Münteceb tepkilerinin dozunu artırarak sürdürdü. Bunu, bineceği dolmuşun önünde halkın arasında da yapıyordu. Yanında getirdiği Hüseyin adlı biri, bir köşede elinde silah kışkırtmaların had safhaya varmasına yol açıyordu. Bu görüntü bir salahlı baskın biçimini alıyordu. Arkadaşlarımız, provokasyonun böylesine bir çerçeve içinde olduğunu görmeleriyle kızgınlık daha da arttı. Bu esnada sınırı çok aşmış bağrışmalara karşı tepki gösteren yoldaşlar, dolmuş kapısı önünde yoğunlaşmaya başladı. Ortalıkta yoğun bir itiş kalkış oldu. K. Bacı, Şeyhin yakasına yapışmış “böyle davranman hiç uygun bir şey değildir” diyordu. Köşede saklanan Hüseyin adlı kişinin silah göstermesi kızgınlığı artıran önemli bir etmendi. Düne kadar can yoldaşı olan insanları provokasyona düşürmüşlerdi. Yöneticilerden de kimse yoktu. Ortalığı bir kelimeyle sakinleştirme durumunda olabilecek üst yöneticilerin tümü Lazkiye’deydi.

Ortalıkta, hiç kimsenin hiçbir şekilde kötü bir amacı ve niyeti yoktu, sadece tepki vardı, şeyhin gittikçe artan bağrışmalarına karşı bir tepki vardı. İtiş kalkışın yoğunlaştığı bir anda, bir el silah duyuldu. Aniden çözülen ve sessizliğe bürünen ortalıkta, Şeyh beli belirsiz bir kan sızıntısıyla yere düşüyordu. Onu tutmaya çalıştım, ağırdı, kucağıma alamadan yere düştü. Tam bu esnada Suriye polisi klaşinkoflarla beni sarmıştı. Onlara “bakın şu kişi (Hüseyin) elinde silah bizi tehdit ediyor birbirimize düşürmek için ortalığı kızıştırıyor, ona gidin ben yoldaşımı hastaneye götüreceğim” dedim. Ve o an, şeyhi süratle, oradan kaldırıp dolmuşla taşıyarak kurtarmaya çalıştık. Hastaneye yetiştiremedik hepimiz üzgündük.

Mihrac Yoldaş, Kemal Bayram, Ali Sönmez, Mustafa Burgaz ve diğer yöneticilerle Lazkiye’deydi, haber verdik. Büyük bir üzüntü oldu, Sonra tahkikat süreci başladı. Örgütün yaptığı araştırma sonuçlanınca, yoldaşın cenazesi için kolları sıvadık.

Cenazede taşınan Münteceb Kesici‘nin bez üzerine yapılı resmini ben, elimle çizdim, pankartları elimle yazdım. Provokatörler bizi birbirimize düşürmüştü, bir yoldaşımızı kaybetmiştik.

Şeyhi kullananlar, şeyhin ölümüyle görevlerini bitirmişti. Provokatörler, şeyhi öne sürdüler. Bunlar tek tek biliniyor. Bu gün onu anarken on yıllardır onu unutanların timsah göz yaşlarını görünce insanın dehşete düşmemesi imkansızdır. Biz şeyhi unutmadık, provokatör katilleri de hiç unutmayacağız.”
(14 Ekim 2009. saat:12.05)

Müntaceb Kesici yoldaş, sen bu toprakların kökü derinde olan halkının bir parçasısın. Sen bizim ve mücadelemizin bir örneğisin. Seni asla unutmayacağız.

13 Ekim 2009 Salı

KOLLEKTİF YALAN…

Öner Ödemiş
13 Ekim 2009



Engin Erkiner 31 Ağustos 2008 de adına açtığı sitede küfretmeye başladı. Bu güne kadar tam 149 yazı yazdı ve bir o kadarda küfür ve yalan. 125 yazı da şürekaları yazmış… Yine küfür yine yalan… Bu yazıların hemen hepsi Mihraç Ural ve arkadaşlarıyla ilgili… Neredeyse her güne bir yazı… Performans açısından baktığımızda fena sayılmaz.. Ancak içerik olarak berbat.. Yerel bir deyim vardır, yalanı tükettiğinde ve zorda kaldığında ancak doğruyu söyler diye… Yapılan tam anlamıyla bu… Şimdi yazının başına “kolektif” kavramını koyunca, küfür ve yalanların daha etkili olacağını sanarak, kolektifleştirdiler.. Kim bunlar…. Bir itirafçı, bir polis ajanı ve birde de TKP-B’li artığı…… Kolektivizm kavramı tarihinde hiç bu kadar düşkünce kullanılmamıştır, hiç bu kadar eziyetli hissetmemiştir kendini…

Neler yazdılar peki?
Bakalım….

Bir Mihrac Ural var, bu adam, Süpermen, kıyıcı, her taşın altından çıkan, aynı anda her yerde olan, diktatör…Acil örgütünü yüzlerce militanıyla tek başına yönetmiş,Merkez Komite denen şey uydurukmuş, bu adam ne derse o olurmuş, herkes ondan korkarmış, (iltica ettiği ülkenin istihbaratıyla ilgilidir, onları sırt edinmiş, onların kılıcıyla savaşıyor ama bu konuda da net değiller, şaibeleri arasında öyle çelişkiler var ki bir araya nasıl getirilir bunu anlamak güç, üstelik acilci olmadan, çocuk denecek yaşta biberonla besletilerek Acil örgütünü çökertmek için özel olarak ileri sürülmüş, mübarekler bir teknik parça üretiminden bahsediyor gibiler…Kafaları karışık bu noktada. Acil örgütü ile M.Ural ilişkiye geçtiğinde E.Erkiner örgütte yönetici. M. Ural güney bölgesin de çalışan bir unsur ve daha 20-21 yaşında. Ancak TEK YOL DEVRİM dergisini çıkarmış, 10 000 kişinin katıldığı iki büyük ve örgüt tarihinde ilk ve son olan halk mitingleri düzenlemiş, sayısız askeri eylem yapmış, örgütün bu güne kadar ayakta kalan kadro ve militan ihtiyacını karşılayacak kadar insan örgütlemiş. Yıl 1975-76. Engin Erkiner 1977 Ağustos’un da yakalandığında ve örgütü bir bütün olarak şu cümleyle; “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) çökerttiğinde, M.Ural 22 yaşında firar durumdaydı, güney bölgesi sorumlusu olarak aranıyordu ve tüm Türkiye yi dolaşıp örgütü yeniden toparlamaya koyuluyor. Yöneticilerini kaybetmiş bir yapıyı il il dolaşarak yeniden oluşturuyor… Sonrasında yakalandığında 24 yaşında ve artık ismi Acil hareketi ile bütünleşmiş birisi olarak karşımıza çıkıyor.. 78 Acil HDÖ ayrılığında Acilin temel siyasal yönelimlerini belirliyor öncü savaşı ve halk savaşı üzerine Acilin 1. kongrede onaylanın görüşlerini belirliyor. Engin Erkiner silik kişiliğiyle M. Ural’dan yana tavır belirleyip kırk yıllık dostu Rıza salmandan kopuyor. Engin silik kişiliğiyle yedek bir unsur olarak devam ediyor. Engin Erkiner ile aynı zindanda olduğu zamanda da tek adres M.Ural oluyordu. 1980 Temmuz ayında Adana cezaevinden kaçarak yurtdışına çıkıyor.. 26 yaşında artık Acil örgütünün genel sekreteridir…

Tüm bu süreç yaşanırken İsminin çok tanındığını söyleyen Engin Erkiner, örgütü polise teslim etmenin psikolojik çöküntüsüyle ve itirafçılığının cezasız kalmasının gölgesi altında 1982 yılına kadar M. Ural’ın yanında yer alıyor. Suriye de 5 ay kalıyor, gözü hep Avrupa da, bir an önce kapağı Avrupa’ya atma telaşıyla her türlü taklayı atıyor. Avrupa’ya gider gitmez de hemen örgütten ayrılıp, provokasyonlara başlıyor. Bu arada Suriye de kalan Acil militanları İsrail’in Beyrut işgaline karşı direnişte yer alıyorlar ve hiçbir kayıp vermeden ablukadan kurtulup, Suriye ye dönüyorlar. Tüm bunlar yaşanırken, Orta-Doğu da ölümle yaşam sırt sırta giderken, o Avrupa da iltihak ettiği TKEP saflarından, örgüt içine parmak atmaya çalışmaktadır.

“1982 Ağustosunda THKP-C (Acilciler)’in kurucuları arasında bulunduğum 7 yıl önceki örgütten artık çok uzaklaştığını düşünerek bu yapıdan ayrıldım. Bu örgütte bulunduğum süre içinde (1975-1982) Genel Komite daha sonra Politbüro üyesi oldum. Fazlasıyla tanındığım için örgütün temsilcisi gibiydim.”(E.Erkiner)

Bu günde 27 yıl sonra Yapmaya çalıştığı şey budur. Hiçbir siyasi ve örgütsel ilişkisinin kalmadığı, aktif yönetici olarak ancak 1-1,5 yıl yer aldığı (1976 da örgüt kurulmuş, 1977 Ağustos ayında E.Erkiner yakalanmıştır.) Acil örgütüne ilişkin, 27 yıl sonraki bu saldırılarının başkaca bir anlamı olabilir mi?
Sıkıntıya giren esnaf, eski defterleri karıştırırmış. Bu zad 60 girdiğinde bu günü tüketince, yaşamında beklide tek doğru kararına Acil örgütünün geçmişine yöneldi. Kendini var eden ancak taşıyamadığı, altında ezilip polise pazarladığı Acil örgütüne yeniden yalan ve küfürlerle saldırarak bu güne ilişkin medet ummaktadır.(Engin Erkiner’in Polis ifadesi için bkz. www.tarihselhainler.blogspot.com)
Yalanlarını tek tek ortaya koyduk. Küfürlerini kendisine iade ettik. Ancak büyük bir yüzsüzlük ve arsızlıkla yaşadıklarından ders almadan yalan ve iftiralarına büyük bir hırsla devam etti. Yanına bir döküntüyü de yedekleyip, yalanlarını kolektifleştirmeye çalıştı.

Hanna Yoldaşın ölümüne “sabotaj” dendi. Açıkladık ve canlı tanıklarını verdik. Frenleriyle oynanmış bir aracın 300 km yolu nasıl gittiğini açıklamasını istedik. İddiaya göre, Hanna hoca Trablus kentinden çıkacağı gece, Semir –Murat Sahillioğlu- aldığı talimatla, bineceği aracın frenleriyle oynamış ve trafik kazası bu nedenle olmuş ve Hanna Maptunoğlu yoldaş böylelikle öldürülmüştür. Hanna Yoldaşın yaşamını kaybettiği kaza Lazkiye girişinde olmuştur. Ve kaza olduğunda arabada 4 kişi vardır ve tek yaşamını kaybeden kişi Hanna Yoldaş olmuştur. Üstelik yol arasında oturduğu değiştirmiştir ve arabaya Lazkiye girişinde bir muhabarat elemanı binmiştir ve güzergah Lazkiye Emniyet Müdürlüğüdür. CİA bile böylesi saçma bir sabotajı sanırım yapamaz. Yalan sınır tanımaz ise düşüleceği nokta burasıdır. Bir kez daha soruyoruz, böylesi bir sabotaj nasıl yapılabilir? Frenleriyle oynanmış bir araç yaklaşık 300 km nasıl gider? İki kişi tarafından adeta zorla Suriye ye götürüldüğü söyleniyor, Lübnan dan hareket edildiğinden, arabayı kullanan Şerif yoldaş ve Emire dışında başka arabada kimse yoktur. Emire Oflazoğlu Avrupa da yaşamaktadır ve aynı kazada yaralanmıştır. Olaydan kısa bir süre sonrada örgüt dışında kalmıştır. Yaşananların canlı tanıdığıdır. Bu yalan tutmamıştır. İnsanların kafası karıştırmak ve örgüt içinde farlı düşünenler yok edilmiştir yalanı yalanını destelemek için uydurdukları bu olay bile, tek başına bu döküntülerin gerçek yüzlerini sergilemeye yeterlidir.(Bu konuda geniş bilgi için Bk. Tarihselhainler.blogspot.com)

Ahmet Çolak Suriye’den Türkiye’ye girerken ihbar edilerek pusuya düşürülmüş ve ölümüne sebebiyet verilmiştir yalanı söylendi… Oysa gerçek tam tersiydi. Bunu da açıkladık. Bu olayında canlı tanıkları yaşamaktadır. İsimlerini verdik. Temel bir yalanı ortaya koyduk. Ahmet Çolak Türkiye’ye giderken değil, Suriye’ye giderken yaşamını kaybetti. Ve Suriye ye gittiği ilişki tamamen Acil örgütünün dışında kurulmuş bir ilişki olduğu yine canlı tanıklar tarafından ifade edildi. Detay bilgiler ilgili yazıda açık açık ortaya kondu. Bir yalanı daha ortaya çıkarılarak elinden alınmıştı.
Durmadı, durmadığı gibi yazdıklarımıza, belgelediğimiz yalanlara tek bir yanıt veremedi. Onun için önemli olan çamur at izi kalsın mantığıydı. Çamuru atıp ortadan kaybolacağını zannetti. Peşini bırakmadık, bırakmayacağız. Israrla yalanlarını önüne koyacağız….

Sonra Nebil Rahuma yalanını ortaya attı. Bunu Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi ile ilişkilendirerek aylarca ve sayfalarca yazdı, yazdırdı. Nebil Rahuma ve Ali Çakmaklı olaylarının detaylarını açıkladık…
Nebil’in Ali Çakmaklı öldürüldüğünde Adana da olduğunu, aynı gün görüştüklerini, ve ali çakmaklının öldürülmesinin ardında 6 gün sonra arkadaşları tarafından öldürüldüğünü yazdık. Canlı tanıklarıyla konuştuk. Ali Çakmaklı’nın kendi örgütüyle sorunlar yaşadığını ve bu sorundan kaynaklı olarak HDÖ’ nün ölümünden sonra tek bir defa bile onu şehitleri arasında görmediğini ve anmadığını ortaya koyduk. Bir örgütün Adana gibi bir ilde sorumlu olarak görev yapan bir yoldaşını, ölümünden sonra bir kez anmamasına dikkat çekip, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin Acil örgütü ile hiçbir ilgisi olmadığını ortaya koyduk. Ayrıca Nebil Rahoma’nın öldürülmesi ile de Acil örgütünün hiçbir alakası olmadığını, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesine misilleme olarak öldürülmüş olduğu yalanını belgeleriyle ortaya koyduk. Dedik ki, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesine misilleme yapmış ise eğer, ölümünden sonra onu, neden tek bir gün anmamıştır. Yayınlarında bile tek bir kelime ile “şehit yoldaşımız” diye adından bahsetmemiştir. Ali Çakmaklı ile örgütü ölümünden önce ciddi sorunlar yaşamıştır dedik… Hiçbir yanıt alamadık… Bu döküntüler yanıt verip tartışmak dışında her şeyi yaptılar… Ama asla yalanlarını ortaya çıkardığımızda tek bir kelime yanıt vermediler. Dertleri de bu değil zaten.
Devam edelim.
Müntecep Kesici, Gökhan Sacın ve Zihni Alan ile ilgili iddialarda bulundular. Ya tutarsa diye yalanlarla bezediler. Ama diğer tüm yalanları, iftiraları gibi bunlarda uyduruk şeylerdi.
Müntecep Kesici olayı yaşandığın da, olay mahallinde yaklaşık 30 kişi vardı. Olayın yaşandığı anda ise 6-7 kişi yan yana bulunuyordu. Kaza ile patlayan silahı taşıyan kişide hala yaşıyor ve bu konuya ilişkin pek çok kişi ile defalarca konuştuğu bilinmektedir. Cezaevi yattığı süreçte H.M ile yatanlar bunu bilirler. H.M. de uzunca yıllar iradesi dışı patlayan silah sonrası yaşamını kaybeden Müntecep Kesici’nin vicdanı yükünü taşımış ve her fırsatta da bunu ifade etmiştir. Kaldı ki yine yalan söylendiği gibi Müntecep Kesici’nin mezarı Basid de, şehitlikte değil, bir başka yerde bulunmaktadır. Basid de ki şehitlikte 5 yoldaşın mezarı bulunmaktadır. Cevdet Kılıç,(kalp krizinde kaybettik) Vedat Erdal, Süleyman Kılıç, Selahattin Kaya ve Hanna Maptunoğlu.

Gökhan Sacın (Sami) olayına ilişinde yalanlar devam etmiş, Sami’nin uzun işkenceler sonucunda öldürülerek Basid sahiline atıldığı söylenmiştir. Öldürülme gerekçesi ise muhalefet yapması ve örgüte Libya dan gelen paraların hesabını sorması olarak iddia edilmiştir. Bu konuya ilişkin Sami’nin kendi el yazısı ile yazdığı bir metni yayınladık. Bu metinde Sami, kimi olumsuz davranışlarından dolayı özür dilemekte ve Yusuf ile ilişkisinden dolayı olumsuz kimi davranışlara girdiğin, Avrupa da yaşamak istediğini belirtiyor. Sonrasında da bu metni yazarken yanında olan ve değişik gruptaki unsurların yanında serbest bırakılıyor. Sonrasında bir daha Sami den haber alınamıyor. Bulgaristan’a gitme ihtimalinden ve burada ki ilişkilerinden bahsederek yine tarihsel hainle bloğunda bu bilgileri yayınladık.(Belgeler ve orijinal metinler için tarihselhainler.blogspot.com sitesine bakılabilir.)
Suriye kendi hukuku olan bir devlet. Kendi yasası kuralları ve cezai yaptırımları olan, mahkemesi, yargıçları savcıları olan bir ülke. Dağ yasaları geçerli değil. Ve halkının hemen hepsinin milis olduğu denetimin yoğun olduğu, yönetimin hemen her şeyden bir biçimde haberdar olduğu bir ülke. Böyle bir ülkede, sahile bir ceset atacaksınız, bunu bu bölgede yaşayan halk görmeyecek veya görecek ama aldırış etmeyecek, kim yaptı diye sormayacak, sorgulamayacak. Kaldı ki Sami bu kasaba da uzunca yıllar kaldığı için hemen herkes Sami’yi tanır, Acil örgütü ile bağını ilişkisini bilir. Hanna yoldaşın trafik kazasında ölümünde bile arabayı kullanan, yaralı olan şoför arkadaşı gözaltına alan bir devlet yönetimi, bu kadar bariz bir ölüm olayında kesinlikle orada yaşayan arkadaşları gözaltına alır ve yargılardı. Diğer bir örnek ise Müntecep Kesici olayında yaşanmıştı. Olaydan sonra Suriye polisi tarafından Ali Sönmez göz altına alınmış, üç gün sorgulanmış, olayın kaza olduğuna kanaat getirilince serbest bırakılmıştır.
Polisle işbirliği yaptığını resmen açıklamış, el yazması ile bunu belgelemiş, Kongreye polis tarafından görevli olarak gönderildiğini ve bunun için 150 000 TL para aldığını itiraf eden İbrahim Yalçın’ı bile ölümle cezalandırmayan örgüt, Sami için neden böyle bir cezalandırma yöntemini seçsin. Kaldı ki Sami için polislik gibi bir iddiasının olmadığı da açıktır. Diğer bir önemli nokta ise Sami Libya dan Suriye ye 1983 yılını başlarında dönmüştür. Örgütten ayrıldığı ve kendisinden haber alınamadığı yıl ise 1991 yılıdır. Yani Libya dan getirdiği iddia edilen paranın üzerinden 8 yıl geçmiştir. Kaldı ki Libya’dan gelen para Libya biriminin Orta Doğu birimine gönderdiği bir paradır ve sorumluluğu tamamen M.K aittir. Bu paranın hesabını 8 yıl sonra sorma gibi bir neden ile Sami’nin öldürüldüğü yalanını söylemek, aklın sınırlarını kin ile zorlamaktan başka bir şey değildir.

Zihni Alan örgütsel bir karar ile öldürülmemiştir. Yaşanan olaylar zincirinin bir halkasında, Cemil Esat’ın evinin yakınında karşılaşılmış ve karşılaşan kişiler arasında daha önceden yaşanan sert tartışmalar sonucunda kişisel bir refleksle, silah kullanılarak öldürülmüştür. Öldürüldükten sonra olay, detayları anlatılarak, üstlenilmiştir. Öldürülme gerekçesinde iddia Zihni Alan’nın Mihraç Ural’a ilişkin pek çok kirli işi bildiği şeklindedir. Yani Mihraç Ural sözüm ona kirli işlerini Zihni Alan’a yaptırmış, Zihni Alan da yapmış ancak sonradan M.Ural çok şey biliyor diye onu öldürtmüş.
Zihni Alan yurtdışına 1981 yılında çıkmıştır. 10 yılı aşkın bir süre yurtdışında ve Acil örgütü ilişkisinde kalmıştır. Değişik görev ve sorumluluklar üstlenmiştir. En son verilen görev, Suriye de bulunan Bedri Yağan ekibinin Suriye de ve Lübnan da kalışlarına olanak sağlamak, onlara tercümanlık yapmak ve diğer ilişkilerinde yardımcı olmaktır. Bu görevi sırasında B.Yağan ekibi ile görevi dışı ilişkiler kurmak ve bu ilişkiler içerisinden para sağlamak suçlamasıyla örgüt tarafından ilişkisi kesilmiş ve kimi uyarılarda bulunularak bölgede barınmasına izin verilmiştir. Zihni Alan bununla da durmamış, örgütten ayrıldıktan sonrada çevresinde bulunan bir kişiyi (Habip) Türkiye’ye örgütlenmek ve kongreyi toplanmak üzere görevlendirerek, göndermiştir. Zihni Alan arkasına aldığı güç ile pervasız davranmış ve ortamın gerilmesine zemin yaratmıştır. Uzunca süren bu gerginlik ve sonrasında yaşanan olaylar zinciri ölüm ile sonuçlanmıştır.

Engin Erkiner ve döküntülerinin bir yılı aşkın bir süredir küfürler ekleyerek yazdıkları olayların tamamı budur. Bu konular, defalarca gerçek belgeleriyle açıklanmıştır. Canlı tanık isimleri verilmiş ve olaylar bu tanıklar tarafından tekrar tekrar anlatılmıştır, yazılmıştır,çizilmiştir.

Bir çok arkadaşın, “bu işbirlikçilere” açıklama yapılmaması konusunda tepkisel davranmasına rağmen, devrimci kamuoyunun bilgilendirilmesi amacıyla tüm bu açıklamalar yapılmıştır.

Şimdi 30 yıl sonra bu döküntüler 1. kongre delegelerini göreve çağırıyor.
Kim Çağırıyor; İtirafçı ve Polis ajanı..
Bu tam bir komedi.
Bitiş.. Tükeniş… Çaresizlik…

Acil örgütü onurlu bir geçmişe sahiptir. Devrimci mücadele de şehitler vermiş, direnişlerde bayraklaşmış, eylemleriyle örnek yaratmış bir örgüttür. İtirafçı-polis ajanı birkaç döküntünün, yalan ve iftiralarıyla bu onurlu geçmişi kirletmesine asla izin vermeyeceğiz.
Birinde 27 yıl diğerinde 23 yıl sonra depreşen Acil sevdasının samimi ve içten olduğunu, niyetlerinin gerçekten örgütü korumak ve savunmak olduğuna inanan tek bir kişi bile bulamayacaklardır. Engin Erkiner 27 yıl önce Acilden ayrılarak TKEP’li oldu. Acilciliği 7 yıl iken (aktif olarak 1,5 yıl) TKEP’liliği, bu sürenin iki katından fazladır. Ama gel gör ki takıntısı Acil olmuştur. 60 yaşın bunama refleksi, sıkıntının asıl nedenidir. 2/60 yan yana gelmiş bunaklık günlerini Acile saldırarak geçirmekteler. Bunu yaparken de ahlaksızca, ilkesizce ve pervasızca yapmaktadırlar.

Tüm bu saldırılar, Acil örgütünün siyasal sürecinden gelen insanların bu güne ve geleceğe ilişkin kaygılarının yarattığı telaşın sonucudur. Süreç yeniden yapılanma ve demokrasi mücadelesi içerisinde mevzilenme sürecidir. Bu süreç içerisinde, her adımda yan yana gelen ve demokrasi mücadelesine bir noktasından ivme katma çabası içerinde olan insanların, önünü almaya dönük nafile bir sıkıntıdır. Dününü ve bu gününü kaybeden bir avuç insanın harisçe saldırısıdır. Vız gelir…