HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

26 Mayıs 2008 Pazartesi

TKEP’li Engin ErkinerTHKP-C (Acilciler)den ne istiyor?!



Türkiye soluna musallat olan Doğu Perinçek bir trajediydi.



Engin Erkiner’in Doğu Perinçek’e özentisi nedir ?.






Mihrac Ural


25 Mayıs 2008





THKP-C (Acilciler) örgütü, siyasal doğruları uğruna ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılan, şehitleri, işkenceden ve zindanlardan geçen militan ve kadrolarıyla, tehcir edilen mültecileriyle, siyasal literatürü, kültürel ve eylemsel faaliyetleriyle ülkede, Ortadoğu ve Avrupa’da, devrimci mücadele sürdürmüş bir siyasal örgüttür. Kongresinin seçtiği, illegal örgütler arasında seçimle yönetimi işbaşına gelmiş ender örgütlerden, kurum ve kurallı işleyişiyle, belgeleri ve arşiviyle bu gerçeğin somut ifadesi olan bir devrimci örgüttür.



Hatalarıyla, sevaplarıyla, kendine özgü kimliğiyle mücadelesini sürdüren THKP-C (Acilciler) örgütüne, 26 yıldır bu örgütle ilgisi olmayan bir TKEP’li tarafından suçlamalar yöneltilmiştir. Anlam ve mahiyeti belli olmayan bu suçlamaların hizmet edeceği yerin, halkın yüksek çıkarları olmayacağı açıktır. Devrimci hareketlerin en güçsüz ve en dağınık olduğu bu kesitte, en küçük bir örgütsel duruşun bile çok önemli olduğu bu süreçte, örgütümüze yapılmak istenen bu gayri ahlakı saldırıyı, bu örgüte bir biçimde emeği geçmiş hiçbir insanın sindirmesi mümkün değildir.



Doğu Perinçekvari ithamlarla yapılan bu saldırıları kınadığımızı, bu tür yöntemlerin kimseye hiçbir yararı olmadığını, onurlu ve erdem sahibi devrimcilerin belgelere, şahitlere dayanarak dile getirmesi gereken gerçekçi söylemlerle de uzak yakın bir ilişkisi olmadığını belirtiriz.





26 yıldır bitmeyen bu kinin anlamı nedir?




TKEP’li Engin Erkiner tarafından, 26 yıldır ilişkisi kesilmiş örgütümüze yöneltilen karalamaların bu gün için anlamı nedir? 26 yıldır içinde yer aldığı örgütü TKEP’i tanımlamak akla çok daha yatkınken, 26 yıldır ilişkisini kesmiş olduğu bir örgütü tanımlamak, kimseye faydası olmayacak iddialarda bulunmak, insanları haksız suçlamalarla karşı karşıya bırakmak devrimci bir tutum olabilir mi? Binlerce insanın emek verdiği, kitle mitinglerinde gönüllüce yer aldığı bir devrimci örgütü suçlamanın kıymeti itibarı nedir? Kime hizmet eder? Özgürlük ve demokrasi mücadelesine nasıl bir katkı sağlar? Bunu anlamak mümkün değildir. Bu ihalenin amacı devrimci ve ahlaklı olabilir mi? Bu yanlışların kime, ne sağlayacağı, şahsi bir kin ardından böylesine sürüklenişler, solun hallerini anlatması açısından bir utanç belgesi olsa da, bundan hepimizin zarar göreceği açıktır. Yazık, hasbelkader paylaşılmış emekler adına büyük bir ayıp işlenmiştir. Bunun hesabını okuyucuya ve zamana bırakacağız.



Şahsi sorunları doğrudan ilgilisine yöneltmek varken, binlerce insanın emekleriyle özverileriyle oluşan devrimci bir örgütü; içinde emellerine ulaşamadığı için karalamaya çalışmak, içinde bir başarı gösteremediği, zindandaki yoldaşlar adına, şehitler adına içinde kalıp doğrularının mücadelesini vermek yerine kaçmayı, başka örgüte sığınmayı ve örgütü tahrip etmek için elinden gelen her şeyi yapmayı seçmek, bununla da yetinmeyip 26 yıl sonra dönüp bir daha kin kusmak, aklın alacağı bir inat türü olamaz. Bu bile bir kez daha bu süreçte Engin Erkiner’in içine düştüğü onanmaz hataya bir veri olarak belirmektedir.



THKP-C (Acilciler) örgütü, beğensek de beğenmesek de ülkemiz siyasal tarihinin önemli bir kesitinde, bir biçimde kendi düzlem ve doğrularıyla rol almış devrimci bir örgüttür. Bu örgüte ait söylemlerin gerçek anlamda bir değer taşıması için, akademik araştırmalara mazhar olması gerekmektedir. Bu iş tarihçilerin ve bilim insanlarının işidir. Bu satırların yazarı bile bu konuya taraflı yaklaşacağından, örgütün siyasal ve sosyal yerini belirlemede köklü bir tarih araştırmasına muhatap olmalıdır. Bu amaçla 1977 Ağustos “Bombacı Leyla” darbesinden bu yana, örgütün genel sekreterliğini yapan bu satırların yazarı, bundan önce de açıkladığı gibi tekrarla; ilgilenmek isteyen tarihçi, akademisyen, bilim insanı ve demokrat yazarlara örgütün arşivini açmaya hazır olduğunu bir kez daha ilan eder.



THKP-C (Acilciler) örgütünü tüm yönleriyle bilmek ve bunu kamuya açıklamak isteyenlere, aşağıdaki örgüt arşivi açılacaktır:




  1. Kongre tutanaklarını, kongre adayları ve misafirlerin ses bantlarını ve ilgili resimleri.

  2. MK tutanakları ve tüm yazışmaları (örgüt birimleriyle, devletlerle, başka örgütlerle, özgün şahsiyetlerle, bila istisna yazışmalar).

  3. Örgüt birimlerinin, yoldaşlardan, zindanlardan MK’ya raporları (Siyasi, sosyal, kültürel, mali, özel eylem raporları).

  4. Örgüte gelen tüm mesajlar ve cevapları (Başka örgütlerden, zindanlardan, şahıslardan devlet ve özgün kesimlerden).

  5. Ortadoğu, Avrupa, Kuzey Afrika birimlerinden gelen tüm raporlar, ilişkiler, yazışmalar, resimler, eylemler, izlenimler ve diğer belgeler.

  6. Genel Sekreterliğe iletilen mesajlar, şikayetler, bilgiler, davetler, mali raporlar, eylem onay ve retleri ve diğerleri bile istisna tüm belgeler, resimler, ses bantları.

  7. Diğer yazılı, sesli, fotoğraflı tüm belgeler.


Bu çalışmayı yürüteceklere arşivin açılacağını örgütüm adına ilan ediyorum. Bunun için bilinen mail adresleri vasıtasıyla da yararlanmak isteyenlere bu hizmet sunulacaktır.



Türkiye’nin illegal mücadele sürecinde bu ayrıntılarıyla arşivini koruyan tek değilse, devrimci örgütlerden biri olan örgütümüzü halkımızın yargısına açıyorum. Gururla, onurla şehit yoldaşlarımın, zindan yatan, işkence gören eski yeni tüm yoldaşlarımın emekleri adına bunu yapmaya hazır olduğumu bir kez daha ilan ediyorum.



Eski yeni tüm yoldaşlarımın alnı aktır ve ak olduğunu ispatlamak için bu görevi yerine getirmeye hazır olduğumu ilan ediyorum. İyi niyetli diyaloğu kesmeden ilerletmeyi erdemli bir devrimci ilke kabul edenlerin, soracakları her soruya belgelerle cevap vermeye hazır olduğumu belirtiyorum.



Bu örgüte emek vermiş her insanı temin ediyorum ki, adına emanet aldığım bu örgüt; özgürlük ve demokrasi için ülke halklarımızın yüksek çıkarları için en acımasız koşullardan geçmesine rağmen, hiçbir yanlışa düşmemiştir. Biz şahıslar yanlış yapmış olsak da, hepimizin emekleriyle oluşan bu özverili insanların örgütü, ortak karar bağlanmış doğruları yönünde yanlış yapmamıştır. Hiçbir etki altında siyasal doğrularından taviz vermemiş, doğrultusunu değiştirmemiştir.



Engin Erkiner’in, 26 yıldır kopmuş olduğu örgütümüze, üstelik bu örgüte emek vermiş insanların da yazdığı bir sitede böylesine akıl almaz, işlevsiz söylemlerle karalama yapmasının saiklerini anlamak güçtür. Devrimcilerin birbirlerini böylesine karalamalarının kimlerin çıkarına olduğu ise malumdur.



TKEP’li Engin Erkiner, bu girişimiyle kendini daha iyi tanıtmıştır. Uzaktan davulun sesini hoş duyanlara, bu adamı yakından görme fırsatı doğmuştur. Eski yeni yoldaşlar işte biz bu kin yumaklarıyla dalaştık uzun süreç boyunca, bunu bilin. Bu insanlar örgütümüz içinde kinle, memnuniyetsizliklerle, somurtmalarla, her şeye muhalif olmakla yer aldılar. Buna rağmen yıllarca bu türleri taşımak zorunda kaldık. Bunlar kesintisiz bir biçimde örgüt içinde gelişmenin, ilerlemenin karşısında durdular, bu konumlarına karşı önlemleri, şahsi ulviyetlerine yöneltilmiş özel bir çaba olarak gördüler. Böylece kendilerini başka örgütün sığınağına attılar, örgütümüzün dışında kaldılar. 26 yıl sonra akıllarına gelen tek şeyin çamur atmak olmasının altında da bu gerçek yatmaktadır.



Bu satırlarda THKP-C (Acilciler) örgütünün TKEP’li birini muhatap almayacağı açıktır. Ancak dile gelen olayları sıcağı sıcağına yaşayanlardan biri olarak, okuyucunun karşılaştırma yapmasını sağlayacak bilgiler için söylenmesi gerekenler vardır. Bu açıdan dile getireceklerim, örgütümüzün siyasal, sosyal, kültürel yerini izah etmekten çok; tanıkları hala yaşayan, şehitleriyle, zindan ve işkenceden geçmiş kadro ve militanlarıyla eski yeni tüm yoldaşlar adına bir kara çalma olan yalanlara, konusu geçen olay ve şahıslara ilişkin cevapla sınırlı kalacaktır.





26 yıllık bir TKEP’li




benim için ortak örgütsel tarih 1982 yılında bitmişti.” diye sonlandırıyor makalesini ve sonraki makalesinde devamla “Barışçı yolun reddedilmesi ve şiddete dayanan devrim, Sovyet yanlısı olmak, dışa bağımlı kapitalist ülke, kapitalizmi hedef alan yanı ağır basan demokratik halk devrimi, yasadışı örgütlenme... Silahlı propagandayı çıkardığınız zaman geriye esas olarak bunlar kalıyor. Bunlar da 1979’da Selimiye Cezaevinde aynı koğuşta yattığımız ve bütün yayınlarını okuduğum Emeğin Birliği (sonraki adıyla TKEP) ile oldukça yakın görüşlerdi.”



“Fransa’ya gelen ‘pavyoncu’ ve Genel Sekreter Yardımcısı Salih ile hemen yolları ayırdık. (Ayrıntılar yukarda adı geçen kitaptadır.) Paris ve Almanya’daki arkadaşlarla ayrı bir örgüt olmayıp TKEP’e geçme kararımıza hayli şaşırdılar. Suriye’de ayrılan arkadaşlardan birisine telefonla ulaştım. Birlikte hareket etmeyi baştan beri istiyorlarmış ama TKEP konusu sürpriz oldu. ‘kararınızı kendiniz verin ama biz böyle yapıyoruz’ dedim.” ( Engin Erkiner, 1982 adlı makalesi.)



Engin Erkiner’in bu sözleri, farkında olmadan örgüt seçiminde şans oyunu oynar gibi, sürprizlerle yaptığı seçim ve bunu ayrılıkçılara dayatması ve ayrılıkçıların buna onay vermesi olayı bu çevrenin düşünce ve tercih eğilimlerinde nelerin rol oynadığını göstermesi açısından önemli bir itiraftır. Oysa THKP-C (Acilciler) aynı dönemde, militan ve kadrolarıyla ülkemizin ve bölgemizin devrimci sürecinde tüm gücüyle yer alma mücadelesi vermekteydi. 80-90 yıllarının belge ve dökümanları, tüm katılımcılarıyla bu gerçeğin mutlak kanıtıdır. Filistin günlükleri, anılarını yazanlar bu sürecin sadece başlangıç kısmında yer almış olmalarına rağmen, dile getirecekleri anılar da bu gerçeğin canlı tanıkları arasında olacaktır.



Ülkemizin en çetrefilli döneminde, 12 Eylül faşizminin en ağır koşullarında, zindanda yatanlarımızın acıları ve çektikleri cefa koşulunda, Filistin davası uğruna savaşanların ve şehit olanların ortamında Engin Erkiner siyasi olarak görüşlerine yakın olan TKEP’ e katıldı. O gün şahsi eleştiriler dışında dile getirdiği hiçbir siyasi eleştiri olmadı. Gerçekte siyasal yönelimlerde derinliğine var olan ayrılığa rağmen, bu konuda dürüstçe davranıp bunu ilan etmemiştir. Etkileyeceği kanaatinde olduğu kesimleri kazanma adına, ayrılığı doğarken iki yüzlülük taşıyordu.



Engin, içinden çıkıp geldiği, tüm imkanlarını kullandığı örgütünü bırakıp gitmiştir. Kendi doğruları adına tek bir cümlesi yoktur. Kongreye davet edilmiştir, muhalefetini ilan eden başkaları gibi sonsuz konuşma hakkı olmasına rağmen, uğrayacağı hezimet kaygısıyla kongreye gelmemeyi yeğlemiştir. Pasaport sorunu olduğunu söylüyor ve biz bunun doğru olmadığını belirtiyoruz. O noktada ilişki kesiliyor. O gün söylenmesi mümkün olan her şeyin söylenmesi gerekirken, 26 yıl sonra suçlama yapmanın inandırıcılığı ne olur? Her yeni dönemde bu tür çamur atmaları pişirip piyasaya süren Doğu Perinçekleri taklit etmenin haklı olabilecek hiçbir yanı yoktur.



Engin Erkiner’in, kış uykusundan uyanıp Amerika’yı yeniden keşfetme çabası, “erken vuruş” yapma gibi beyhude bir çabayla ilgilidir.



Bu satırların yazarı “Binboğa Tırmanışı” başlığı altında bir anısını yazdı. Bu yazı Frankfurt’ta bir yoldaşımız tarafından Engin’e iletildi. Ardından her zamanki bildik yapısı ve davranışıyla ya bulunduğu yerin etkisi, ya ısmarlamayla, anılarını yeniden kurgulamaya ve bir biçimde özgün doğrularıyla kendini ifade eden eski örgüt yöneticilerine içinde birikmiş insani olmayan doğal tepkilerini haykırmaya yöneldi, anılarını içeren yazı dizisi böylece ortaya çıktı. İyi de oldu. Er ya da geç ilgili her kimse eteğindeki taşlarını dökmeliydi. Bunu tetiklemiş olmakla bir görevi daha yerine getirmiş olduğumuza inanıyorum.



Ancak beklenen, kişilerin yer aldığı ve devam ettikleri kesitler üzerinde bir tanık olarak konuşmalarıydı. 26 yıldır ilgisi olmadığı süreçler üzerinde, tarihsiz, belgesiz, şahitsiz bir kurgu değildi. Ülkemiz siyasal sürecinde bir kıpırdanma, bir iyileşme belirtisi gözleniyor. Bu süreçte THKP-C (Acilciler), oldukları kadarıyla, kararlılıklarından taviz vermeden yeniden kendilerini, ülkemizi ilgilendiren her siyasal konuda ifade etmeye çalışıyor. Bu mütevazi katkıya karşı bir tepki olarak, beyhude bir çaba olarak geçmişi karalama, insafsız ve ahlaksız ithamlarda bulunmaya koşulmaktadır.



Bu şahısla örgütümüzün sorunu yeterince dile gelmese de, gerçekte siyasi bir sorundur. Şahsi hiçbir sorunun, bu ölçekte ısrarla arkasında durulması mümkün değildir. Şahsi diye telakki edilecek sorunlar, gelip dayandığı yerde bir biçimde çözülmüştür. Ayrılmak bile şahsi sorunlara geri dönülmeyecek ölçekte son verir. Örneğin Engin Erkiner’in üç kez örgütün en yetkin yöneticilerinin ısrarlı kararlarıyla tasfiyesi istenmiştir. Bu adamın öylesine hataları oldu ki, (77 Ağustos darbesinde, örgütü toptan isim isim adres ve malzemeleriyle ele vermesi, Isparta Cezaevi isyanında işlediği gayri ahlaki durum ve yurtdışındaki örgüt düşmanlığı faaliyetleri) bunlara rağmen, bu tür hesapsız kararlar, bu satırların yazarı tarafından yetkilerine ve etkilerine dayanarak reddedilmiştir. Örgüt geleneğimizin yükselişinde bu tür kararlara yer olmayacağı, yoldaşını katleden bir işleve asla yer verilmeyeceği belirtilmiştir. Bu sorunlar şahsi hatalardı, örgüte zarar vermesine rağmen, zor da olsa düzeltilmesine çalışılmalıydı. Takip ettiğimiz ilke budur. HDÖ’cülerin yiğit yoldaşımız Nebil Rahoma’yı alçakça katletmeleri hatırlatılarak, Engin’e yönelen tasfiyeci kararlara engel olunmuştur.


Benzer tasfiyeci kararlar, ayrılıklar sırasında kendini göstermiş olsa da kabul görmemiş, reddedilmiştir. Bu açıdan örgütümüz, Türkiye sol örgütleri içinde, örgüt içi şiddeti kayıtsız şartsız reddeden bir örgüt olmuştur.



Polis ifadesi,


Isparta isyanı,


Recep Güregen




Engin Erkiner, tanıyanların da, yanında olanların da bildiği ve açıkladığı gibi zayıf ve her türden etkilenmeye açık biridir. Bu yapısı örgütümüze ilk yakalanmada inanılmaz zararlar vermiştir. Bunu anlamak için ilgililerin polis ifadesine başvurmaları yeterlidir ( bakınız, hz No: 1977/27398, Büro no: 1977/726, İddia No: 1977/247--- İstanbul Cumhuriyet Savcılığı toplu suçlar bürosu---- tutuklu 27.8.1977---- İddianame. toplam 20 sayfa).



Kimse yanlışa yormasın; ancak bu ifade ve herkesin ifadesi zor koşulda bir insanın sınırlarının nereye kadar olduğunu göstermesi açısından önem taşıyor.



Bu zaaflar, kişinin yapısına uygun yerde olmaması halinde ne tür felaketlere yol açacağına bir veridir. Bu kritik dönemeçlerde kişinin ortaya koyduğu duruş, ölene kadar sırtına yapışıp kalacak bir marka gibidir. Öyle olması da çok doğal; ancak bu, kişinin ne tasfiyesi için ne de devrimci bir örgütte yer almaması için gerekçe değildir.



Biz bunu göz önüne aldık. Ve bu adamın örgüt içindeki yerini belirledik. Neleri bilmesi gerekir, neleri bilmemesi gerekir, bunları karara bağladık.



1977 Ağustosu’ndan kendi deyimiyle örgütten ayrıldığı 1982’ye kadar Engin Erkiner’in örgütteki yeri, elimizdeki verilerin oluşturduğu sınırlamalarla belirlenmiş bir yerdi. Kongreye katılmamasına rağmen, o da başka muhalifler gibi MK da yer alması için bu satırların yazarı tarafından önerilmiştir ve örgüte faydaları olacak bir yerde bulunmalarında sakınca görülmemiştir. Örgüt idaresi bunu gerektiriyordu ve birliğin korunması için her soruna uygun çözümlerin üretilmesi, süreçlerin sonuna kadar zorlanması gerekiyordu.



Ben de bunu yaptım. En küçük bir değerin bile örgüt dışına itilmemesi gerektiği bilinciyle çalıştım, kararlarımı bu yönde verdim. Engin, 86 Kasım sonunda bağlanan 1. Kongremize kadar, örgüt içinde yeri böyle sınırlı olan bir kadroydu. Bu günkü yazılarından anlıyoruz ki, örgüt içinde olup, kongreye pasaportu nedeniyle katılmayıp, örgüt merkezinden talimat aldığı 82-86 dönemi boyunca, ikili bir siyasal yönelim içinde olduğudur.



Hangi devrimci ilkeye sığdırdıysa 82 de bitirdiği örgütsel sürecini, 86’ya kadar kıymeti kendinden menkul bir amaç için sürdürdüğü görülmektedir. Bu tür ikili davranışların izahı kolay değildir. Bu duruş açık ve samimi bir duruş değildir. Gerekçesi ne olursa olsun devrimci bir erdem ve onur taşımaz.



Engin Enginer, örgütün tüm birimlerini, istisnasız tüm kadrolarını, adreslerini, işlevlerini ve örgütün tüm kaynaklarını, eldeki malzemeleriyle birlikte polise vermişti. Sırtında böylesi bir kamburu vardı. Örgüt verdiği şehitlerle ve aldığı ağır darbelerde, bu itirafların yaralarını hissetmiştir. Bu satırların yazarı, bunlara rağmen; karar ve eylemlerle ilgili olarak Engin’in uzak tutulması koşuluyla, örgüt içinde varlığının yanlış olmayacağı ve düşmana karşı yanlış bir koz verilmemesi için rıza göstermiştir.



Isparta’da görülen merkezi örgüt davamızda bundan dolayı, mahkemede örgütün tüm eylemsel sorumluluklarını çözülmüş bir kişi olarak üstlenmesi kararlaştırıldı. Örgütsel faaliyetlerini -Engin’in ifadesi yüzünden- polis sorgulamasında kabul edenlerin de aynı karara uymaları istendi. Polis ifadeleri temiz olanların tahliyelerine olanak vermek için, suçlamaları reddetme fırsatı tanındı. Siyasi savunmanın bu şekilde yapılması gerektiği karara bağlandı. Bu toplantıda benimle birlikte Ali Sönmez, İbrahim Yalçın ve Engin de vardı.



Kararımızda ayrıca, mahkeme salonunda bayrak açılacak ve slogan atılacaktı.



Bu görevi, Ali Sönmez yerine getirdi, ama Engin, hakimin bakışları altında ezildi, sessiz kaldı. Bunun üzerine bu satırların yazarı dahil, suçlamaları reddeden diğer arkadaşlar da Ali Sönmez yoldaşı yalnız bırakmayarak, sloganlara katılıp mahkeme salonunda koyulması gereken tutumu koyduk; hakimlerin üzerine yürüdük. Jandarma üzerimize yürüdü. Direnme ring arabasında da devam etti. Engin orada da dik duramadı.



Anı yazılarında bu adam, Recep Güregen’le ilgili de yazmış. Bu yoldaşla ilgili yazdıkları, Engin’in her konuda yaptığı gibi muğlak, kendini işin merkezine sokan, hiç haberi olmasa da bilgisi varmış gibi ifadeler kullanan bir tarzdadır. Bir süre kendisinden haber alamadık. Dışarıda bizi nerede bulacağını biliyordu, buldu da. Mersin’de olduğunu öğrendik.” diyor. Bu satırlardaki muğlaklığa dikkat edin. Recep “bizi nerede bulacağını biliyordu”, ama bir süre sonra “Mersin’de olduğunu öğrendik”.



Engin hep öyledir. Yüzeyseldir, gerçekçi değildir. Kelimelerle oynar, nüans farklılıklarını takip etmeyen okuyucuyu aldatmada kendini yeterli görür. Recep konusunda olduğu gibi tüm yazılarında bu üslubu kullanır.



Recep yoldaşa gelince, kaçış anından Mersin’e geliş anına kadar, örgütün bilgi ve denetimi altındaydı ve Engin’in bilmemesi gereken olaylar kapsamındaydı. Recep yoldaş, o dönem Güney Bölge sorumlusu olan Tacettin Sarı (Necmi) nın arabasıyla Mersin’deki örgüt evine, yeni bir komite kurulup faaliyetlerin yükseltilmesi amacıyla getirilmiştir. Edip Nafile (Metin) ve Yadigar (ikisi o zamanlar nişanlıydılar) yoldaşların kaldığı eve yerleştirilmişti. Ve mücadele sürecine örgütün yiğit bir savaşçısı olarak, şehit olana kadar da devam etti.



Recep yoldaşın örgütümüze katılmasıyla Engin’in uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktu ve Engin’in cezaevindeki tutum ve davranışlarına karşı şiddetli tepkisi olan bir yoldaştı. Engin, onu hor gören, geçmişini yüzüne vuran biriydi. Buna rağmen Recep, bir yoldaş olarak kazanıldı. Örgüt kararlarına sıkıca bağlı olmak üzere de sürece katıldı. İlk tutumunu da, önerimize uyarak, üzerinde taşıdığı son sigara paketini eliyle ezip bir daha hiç sigara içmeme kararı almakla gösterdi.



Recep yoldaşın mahkemeleri İstanbul’daydı. Mahkemesine, yaptığım örgüt bayrağını beline sararak gitti. Geleneğimizde olan açık özeleştiri ve ilan kuralına uyarak, mahkemede örgüt bayrağını açtı, devrimci süreçte yer alacağını, geçmişiyle tüm bağlarını terk ettiğini açıkladı. O bir Acilci yürekti, yiğit ve kahramandı, hepimiz adına şehit oldu. Bu, örgüt tarihinin demokrasi mücadelesine sunduğu bir değerdi. THKP-C (Acilciler) bu kahramanların örgütü olarak var olmuştu. Bu militanların örgütüyle ilgili her ne amaçla olursa olsun, her hangi bir yorum yapmak, bunları dikkate almayı gerektirir.



Bu yoldaşı anarken, geçmişi üzerinde Engin’in yapmaya çalıştığı hatırlatmaları ise olumlu bir davranış olarak görmüyorum. Kişi kırk yıl devrimci olabilir ama öyle bir anda devrimci bir örgüte çamur atmaya, karalamaya yönelerek, devrim düşmanlarına hizmet eder, kinlerini kusar ve artık bu tutumla devrimci ilkeliliğini yitirebilir. Bu açıdan bir kez devrimci süreçlerde yer almış ve şehit olanlar için hatırlatılacak tek şey vardır, halkı için gösterdiği özverinin mücadele yolumuzu aydınlattığıdır. Engin bu değerlere asla sadık olmayan, bunları anlamaktan çok uzak biridir. Onun için, kendi söylemleri için yararı varsa, başkalarının yarattığı değeri kullanmak vardır.



Engin polis ifadesi ve teslimiyetinin ezikliği içinde olan biri olarak, özeleştiri yerine, iç dünyasının yanlışlarına devam etti. Isparta zindanında, idarenin baskısına karşı yükselen isyanda da çok olumsuz bir tutumla karşımıza çıktı. İnsanlar o isyan havasında ölümlerle yüz yüze gelmişken, büyük çabalarla isyanın adli mahkumların çığırından çıkacak davranışlarıyla da ikili mücadele yürütürken bu adam, kadınlar koğuşuyla yaptığı yazışmalarda, değil bir devrimcinin, sıradan bir insanın bile asla aklına getirmeyeceği şeylerle uğraşıyordu.



Yakalanan kitap alış verişinde, isyan ortamının ruhuna sığmayacak fantezi teatilerini, bilinen poligami eğilimlerine uygun olarak sürdürüyordu. Bu davranışları bu günün ortamında dile getirmek hiç hoş değil; ancak okuyucu zaman tünelinden geçerek kendini, bir isyan ortamına taşısın, ölüm kalım vuruşmasının tam ortasında algılamaya çalışsın. Orada, insanlar ölümle yüz yüze geldiklerinde, birlerinin şahsi fantezileriyle meşguliyetine tanık olursa ne yapar? Nasıl davranır? Bu tür uygunsuz davranışlara, hiçbir midenin kaldıramayacağı ilişkilere karşı çok sert tepkiler gösterir. Acımasız kararlar vermekte de tereddüt etmez. Nitekim yoldaşlar da böyle davrandı, Engin’in tasfiyesi için karar aldı, “bu adamı tasfiye etmek boynumuzun borcudur, bu ahlaksızlığa burada bir son vermek gerek” dendi.



Bu karara karşı tek başıma durdum, “öyle şey saflarımızda olmayacaktır” dedim. Onu bir köşeye, isyan ortamı ve yükümlülüklerinden uzağa ittim. Kimsenin bir anlam çıkarmaması için bunu örgütüm adına yapmam gerekiyordu. Isparta mahkumlarından saflarımıza akın akın insan katılımı mümkündü, etkindik ve cezaevinin yönetimi de elimizdeydi. Herkese örnek olmakla yükümlüydük. Elbette ahlak polisliği değildi işimiz. Her insanın özgürce bu duygularını yaşamasından yanaydık. Ancak sorumluluk üstlenenler, bunun halk adına yaptığı iddiasında olanların buna uygun duruşları olmalıydı. İsyan ortamında isyanın kurallarına uyumluluk aranırdı. Engin ise her yerde eğilen, kırılan biriydi orada da dik durmadı.



İsyan bitti. Bolvadin ve sonra Konya’ya sürgün edildik (bu zindanların konusu geniş anılarda dile getirilecektir).




Zafer Gündoğdu,


Kongre


Örgüt dokusu ve ölçüleri




Konya’da siyasi koğuşta Zafer Gündoğdu yoldaşla karşılaştık. Engin bu yoldaşa karşı her nedense ısınamamış ve hiç layık olmayan bir kavramla ona hitap etmiş; “pavyoncu diyorlarmış” diyerek bu kavramı kullanmış. Bu hiç bir ahlaka sığmayan davranıştır. Uzun zindan günlerinin ortak yaşamı, o an dile gelmeyenlerin on yıllar sonra dile getirilmesi, kirli bir amaç dışında yorumlanamaz.



“Pavyoncu” tanımlaması, bu söylemi ilk kez duyan bu satırların yazarı açısından, Engin’in kendi kurgularında üretilmiş bir kavram olduğu yönündedir. Hiçbir yerde kullanılmamış ve duyulmamış bu kelimeyi THKP-C (Acilciler) örgütünü, tarihini, emeklerini kirletmek için kullanmak çok talihsizdir.



Böylesi bir tanımlama, öncelikle hiçbir temel gerçeğe dayanmıyor. Zafer yoldaş siyasi bir tutukluydu. İki kardeşi de aynı anda siyasi tutukluydu. Ailesinden kadınlar da siyasi tutukluydu. Yakın akrabaları da siyasi tutukluydu. Tüm ailesi Osmaniye yöresinde devrimci harekete en çok kadro yetiştiren bir aileydi. Bu gün bir kardeşi, halkın oyuyla belediye başkanıdır. Bu devrimci aileye ve onun en önde gelen şahsına yönelik bu yaklaşımın, devrimci bir tutum olması mümkün değildir.



Zafer yoldaşa gelince, o yoldaş en zor görevlerin, en ağır sorumlulukların yoldaşıdır. Engin’in spam hali nedeniyle, göremediği, bilmediği çok şeyin başında yer alan bir yoldaştı. Örgütümüzü 80-90 dönemindeki tüm parlayışlarında Zafer yoldaşın dolaysız emeği vardır. Zafer yoldaş, bu örgüt tarihinin en çok okuyan kişilerindendir, derin edebi bilgisi gibi siyasal ve felsefi bilgilerini de yansıtan makaleleri vardır. Daha çok eylemlerin yöneticisi olmasıyla, teorik bir karakter gibi görülmemesi, sadece mütevaziliği ve görev bilinciyle açıklanır. Bu yoldaşın, Filistin kamplarındaki süreçte de, Türkiye sürecinde de, Avrupa sürecinde de örgütün kurumsal işleyişi ve ilkelerine sadakati, birçok kaypağın şimşeklerini üzerine çekmesine yol açmıştır. Bu satırların yazarına yönelmesi gereken eleştirilerle, bu yoldaş muhatap olmuştur. Dün ve bu gün şahsıma bir eleştiri yöneltme durumunda olmayanlar, benimle doğruları kesişen ve buna sadık olanlara karşı eleştiri yöneltme korkaklığı içinde olmuştur. Bu da onların devrimcilikten ne kadar nasiplendikleriyle ilgilidir.



Dikkatli okuyucu görecek ki, Engin Erkiner adımı hiçbir yazısında geçirmemeye dikkat eder, reklam olmasın diye (!). Bu yöntemi öyle kullanır ki, Enver Hoca’cı yöntemle resim karelerinden adam silmekle tarihi değiştirdiğine kendini inandırır. İstanbul’da kaçış eyleminde yer alanları anlatırken bu Engin adam, herkesin adını, lümpenlerin de dahil adlarını tek tek sıralar, ama Ali Sönmez’e gelince, adı örgüt marşlarında okunan bu insanın adını anmaz. Öyle birini yok sayar.



Kişinin kendini, hayalindeki bir yerde oturtması çok kolay, buna inanması da. Ancak gerçekler öyle değil, öyle anlatılmaz. Gerçeklerin sahibi vardır ve gelir kapınızı ansızın çalabilir. Engin bunun farkında bile değildir.



Örgütün tüm sorumluluklarını sırtımda taşıyorum, tüm olumsuzlukları da bana aittir. Olumluları ise örgütün özverili kadro ve militanlarına aittir. Bu söylemi her zaman açıklıkla belirttim. Örgütün her alanında ve örgüte ait her şeyde adı olan birinin, reklamı olmasın diye anmamak ne kadar komik bir şey! Ama içler acısı olan durum bu değil. İçler acısı olan, mirassız bir siyasal sürecin her defasında yeniden sıfırlanıp mirassız bırakılmasıdır.



Herkes kendinden önce ve karşıtlarını yok sayarak tarih yazacaksa ( biraz abarttım siz bunu anı diye okuyun) tarih yok olur. Her şey kişiyle başlar kişiyle biter. Ben gibi örgüt tarihi içinde en olumsuzunu üstlenme talebi bile, başka olumsuzluğun sahiplerini dışlayacağı için çok gerçekçi değildir. Ancak olumlunun bulunması için yol açacaksa, tüm olumsuzlukları üstlenmek yararlı olma şansını kazanabilir, ben de bunu deniyorum. Ancak bunu çevremi ve karşıtlarımı yok sayarak yapma yanlışına düşmemeye dikkat ediyorum.




Siyasal süreçte miras hayati bir sorundur. Enver Hoca’cı eğilimlerin bu geleneğini tarihe gömeli uzun zaman oldu. Engin’in bu ucuz yöntemlerdeki ısrarı da artık çok anlamlı değildir. Ancak bilinmesi gereken şey, bu kıssadan (hikaye) çıkartılacak hisse, önümüzde uzun bir siyasal çalışma sürecinin olduğu göz önüne alınarak, bu hastalıklı yaklaşımlardan bir biçimde çıkmanın yollarını bulmak olacaktır. Engin’e nasihatim de bu yönde olacaktır.



Zafer yoldaş mevzusuna devamla diyebilirim ki, bu inkarcı, yok edici mantık, en yakın mücadele yoldaşına bile kulp takmakta bir beis görmez. Zafer yoldaşı eleştirmek haktır, herkes eleştirilebilir, ama bu yoldaş yoluyla örgütü, binlerce insanın emekleriyle oluşmuş bir devrimci örgütü karalamaya çalışmak insafsız ve pervasızca bir davranıştır. THKP-C (Acilciler) örgütü bunu mücadelesinin hiçbir dönemi için hak etmemiştir.



Engin, anılarının temel kurgusunu örgütü küçük düşürme ve küçük gösterme üzerine yapmış gibidir. Ancak sıradan bir okuyucu bile Türkiye, Ortadoğu, Fransa, Almanya, Libya, Yunanistan gibi, bu kadar bir alanda ayrılıklardan, bölünmelerden, toplantılardan, yazışma ve eylemliliklerden bahsedildiği gerçeği karşısında, hiç de küçümsenecek bir örgütsel ağla karşı karşıya olmadığını kolayca anlayacaktır.



Yine sıradan bir okur, bu söylemler içinde, Güney bölgesi, Hatay bölgesi, Antakyalılar, Arapça bilenler, Aleviler diye zalimce küçümsemelerle bir devrimcinin asla diline dolamaması gereken kavramlarla oynayarak örgütü hafife alma ve örgüt içi kayırmacılığına dikkat çekme amacının tutarlı söylemler olmadığını görecektir. Engin bunu kendi anılarındaki aktarımlarla yalanlıyordu.“1988’de Paris’te 50 kadar kişinin katıldığı bir toplantı yaptık. Çoğu Antakyalıydı ve ayrılıyorlardı.” (agm.)



İstemeden de olsa itiraf ediyor, THKP-C (Acilciler) örgütünde hiçbir zaman ayrımcılık olmadı. Bu örgütün tek ölçüsü belirlenmiş ve onaylanmış doğrularıyla halkımızın yüksek çıkarları için özgürlük ve demokrasi yolunda özverili çalışmasıdır. Bu özverileri gösterenler bu örgütün en önünde sorumluluk aldılar. Antakyalı olması, Sünni, Alevi, Hıristiyan olmasının hiçbir önemi yoktu. Engin’in bunu bilmemesi çok normal, ülkemiz gerçeğini halkın içinde yaşayarak algılamamış her insan için bu eksiklik normaldir.



THKP-C (Acilciler), hiçbir bölgenin, hiçbir inancın etkisi altında kalmamış siyasi doğrularını hayata geçirme mücadelesinde olan devrimcilerin örgütüdür. Dün olduğu gibi bu gün de öyledir ve öyle devam edecektir. Bunu anlamak için, bu mozaiğin tüm renkleriyle temsil edildiği Antakya’da örgüt mücadelesinin tarihini yakından bilmek yeterlidir. Tüm mezhep ve din kökenli yoldaşımız bu mücadeleye katılmıştır. Şehit düşmüştür, zindan yatmıştır. Bir tek kişi bu ilkeye aykırı bir tek cümlenin geçtiği, fiilin yapıldığı iddiasında bulunamaz. Zafer yoldaş ve Salih yoldaş Türk’tür ve Sünni kökenli ailelerden gelmiştir, Mihrac Ural, Ali Sönmez, Arap ve Alevi kökenli ailelerden gelmiştir, Hanna Maptunoğlu Hıristiyan bir yoldaştır. Bu dokuyu koruyan ve devam ettiren özel bir seçim değil, tamamen halka dayalı olmanın örgüt yönetimine yansımasıdır.



Engin’in bundan çok olumlu sonuçlar çıkarması gerekirken, Acilcilerin bu dokusunun çok az örgütte olduğunu vurgulaması ve bununla eski bir yoldaş olarak övünmesi gerekirken, küçümseme çabalarını bir yere oturtmak çok güçtür. Örgütümüz doğruları etrafında toplananlarla bir varlık olarak, hedefleri için tüm gücünü sarf edip etmediğinin yargısı ise elbette ki eleştiriye açıktır ve bunun çözümü de kongredir.



1. Kongreye davet edilmiş olmasına rağmen, katılmamış birinin (pasaport nedeniyle), kongre kararlarına uyması ve 2. Kongrede eleştirilerini yapma gibi örgütsel işleyişe sadık biri olduğunu göstermesi gerekirken, yoldaşları ayrılmaya kışkırtmak, kural dışı yazışmalara yönelmek hangi kapsama alınır? Bunu okuyucuya bırakıyoruz. (Arşivde bu yazışmaların ele geçen el yazması belgeleri, ilgili olanlara iletilebilir)




Engin,adına ‘kongre’ denilen toplantıya o sırada pasaportum olmadığı için gidememiştim” diyor. Adam kongreyi hafife alıyor. Bunu öyle dile getiriyor.



25 Kasım – 1 Aralık 1986 Kongre günleri ortamını hatırlayalım. Kasvetli yıllar, devrimci hareket nefes alamıyor, 12 Eylül zulmü tüm ağırlığıyla çökmüş, yüz binlik örgütler yok olmuş, devrimci hareket tarihinin en büyük darbesini yemiş, dağılmıştır. Böylesi bir ortamda, bir devrimci örgütün kongre organize etmesini kim hafife alabilir, hangi mantık bu cürete sahip olabilir? Bu kongrenin tanığı Abdullah Öcalan yoldaştır, onu şahit gösteriyorum.



FHKC bölge temsilcileri şahittir, onları şahit gösteriyorum.


17 ses bandını, binlerce sayfalık tutanağı, resimleri ve bu kongreye katılanları şahit gösteriyorum.



Ve iddia ediyorum, o güne kadar bağlanmış tüm kongrelerin en demokratik olanı ve temsili etkinliğin de en gerçekçi kongresi olduğunu söylüyorum.



Engin bu örgütün insanı değildi, örgüt onun için 1982 de bitmişti, çok doğal olarak bu kongreyi hazmetmesi zordu. Ama çamur atmasını gerektiren bir şey de yoktu. 45 kişinin delege sıfatıyla katıldığı bu kongrede, örgüt ilk kez seçilmiş yöneticilerine kavuşuyordu. Yönetimi de benim önerimle çağrılmıştı.



Bunda ne var? Böylesi bir adımı devrimci olarak, Öcalan yoldaşın yaptığı gibi desteklemek, omuz vermek varken; bu kin, bu çekememezlik neden?



Engin diyor ya “kimin ne yaptığı belli çok açık” evet, işte ortada çok açık.




THKP-C (Acilciler) örgütünü küçümsemek kimsenin haddine düşmemiştir.



Bu örgüt, 12 Eylül öncesi yüz binleri sokaklara bir işaretle döken, kelli felli örgütlerin uğradığı hezimete karşın, olduğu kadarınca 12 Eylül sürecinin tüm kasvetine karşı direnen bir örgüttür. Eylemleriyle, kadrolarıyla, edebiyatıyla sürecin her siyasal girişiminde yer alışıyla dik duran bir örgüttür. FKBDC kurucu üyesi olarak da, bu çalışmaların en üst şekillenmelerinde imzası vardır.



Bu örgütün, “Balyoz hareketi”nin bir tokadıyla yerle bir olan TKP ye, Dev-Yol’a karşın, 12 Eylül dönemi boyunca yaptığı Türkiye çapındaki eylemlerini, kitlesel duruşlarını, yazınsal çabalarını, merkez yayın organı dağıtımını görmemek sadece art niyetli olmak demektir.



Bu örgüt kendini abartmıyor, söylediği tek şey “görevimi yerine getirdim, bunu elimdeki tüm imkanları kullanarak yaptım, halkımın yüksek çıkarları için şehitler verdim, zindanlar yattım, Filistin davası uğruna savaştım, Avrupa meydanlarında her türden siyasal etkinliğe katıldım” demekten ibarettir. Buna tahammülsüzlük neden?



Bu örgüt, tutumlarıyla haklı olarak kendini büyük bir örgüt olarak gördü. Bunun neresi yanlış? Tutumlarında büyük olmayan hangi örgüt, tarihin hangi kesitinde büyük halk kitlelerini örgütleyebildi? Bir örgütü örgüt yapan onun doğru olduğu ve başaracağı iddiası değil mi? Engin bu örgütteyken kadrolara, militanlara yalan mı söylüyordu? Kendi yalanlarının başkalarınca da tekrar edileceği garantisini almışsa, dönsün onları muhatap alsın. TKEP iyi bir adres olabilir.



Siyasi tutumları büyük olmayan örgütlerin, halkı temsil etmeleri dürüst bir tutum değildir. THKP-C (Acilciler) kiminin hayallerini da aşan umutlarla yola çıkmışsa, Kızldere’den sonra Beylerderesi tecellilerin temsilcisiyse, bu onun davasına bağlılığını gösteren bir veridir. Bu verinin gerçekle ne kadar uyumlu olup olmadığı ise zamanın vereceği bir karardır. Bu kararı alanlar sorumluluklarını da üstleneceklerdir. Kişilerin buna saygı göstermesinden başka bir yükümlülükleri yoktur. Eleştiri yapılsa da bu ruha kara çalınamaz. Birey ile örgüt arasındaki fark da buradadır; bu sebeple, poliste teslim olduğu için Engin Erkiner suçlanır, Acilciler örgütü değil. Örgütler siyasal kararlarının isabetli olup olmamasıyla, siyasi doğrultuları yönünde yürüyüp yürümedikleriyle, bu görevleri yerine getirmek için tüm güçleriyle çalışıp çalışmadıklarıyla eleştirilir.



Bu basit kuralları bile laf evirip çevirmeleriyle atlatan Engin, Acilcilerle ilgili kanaatlerinden önce kamuoyuna, sığındığı örgütün 26 yıllık süreçte ne yaptığını ve nerede olduğunu esamisini göstererek açıklamayı becermelidir.



Büyük örgüt, küçük örgüt, abartmalar, ufaltmalar gibi hiçbir siyasal ölçüye dayanmayan söylemlerle bu süreçleri belirleyemeyiz. 12 Eylül sürecinden bu güne, aynı örgüt olarak kalanların, yola devam edenlerin hiç denecek kadar az olduğu mirassız bir siyasal hareket ortamında, Acilciler ‘biz mirasımıza da, örgütümüze de yeni koşullardaki değişimlerimize de sahip çıkarak yolumuza devam ediyoruz’ demesinin kime ne zararı var?



Devamlılık güçtür, bunu kaç örgüt başarabilmiştir. Sovyet desteğine rağmen, büyük kesintilerle bu süreci TKP götürememiştir. Böylesi süreçleri, böylesi devamlılıkları sürdürmek için halka dayanmak gerek. Acilciler bu iddiadadır. Bu gün var olduklarını dile getiriyorlarsa, bunun tek nedeni dayandıkları ve kimlik haklarını savunma kararlılığında oldukları kitleyle doğrudan bağlarıdır. Onların destek ve varlıklarıdır.



Bunu anlamak zor mu? Hayatında çoğunluk desteği almamış, halkla ilişkisi olmamış, bir halkın davası için önermelerde bulunmamış olanların bunu anlaması mümkün değildir: Engin’i bu açıdan mazur görebiliriz. Ama bu iddiada olanları karalamasını asla mazur göremeyiz. Tarihiyle bağlantısı olmayanların, söz hakkı muteber değildir.



Engin gibi, örgütsüz düşenlerin, örgütten örgüte savrulanların hesap vermesi gereken bir ortamda, ‘olduğu kadarıyla yoluma devam diyorum, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde varım’ diyenlere saldırmak, devrimci mücadeledeki yeniden kıpırdanışların önünü kesme gibi bir beyhude çabadır.



THKP-C(Acilcilerin) bu günü de, halkı için geçmişinin onurlu mücadelesinin, hatalarını ve sevaplarını sırtında taşıyarak yola devam etmektedir. İddialıdır, doğruları açıktır ve kamuoyuyla paylaşılmaktadır. Siyasal adresi de bellidir. www.atakdergisi.org ve http://mirural.blogspot.com/





Bu bölümü şöyle bağlamak istiyorum:



Engin’in diline doladığı kesit açısından bu örgüt, en iyi dönemini yaşamıştı.



Beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz, ama o döneme emekleriyle katılmış insanlara çamur atamasınız.



Tüm eleştiriler bu örgütün başında olan bana yönelmelidir, benden hesap sorulmalıdır.



Siyasi belirlemelerde ve bunun gerekleri olan eylemlerde yer alıp alınmadığı, yeterli siyasal görüş üretilip üretilmediği, ülkemizi ilgilendiren siyasal oluşumlarda etkin olunup olunmadığı, birimlerin düzenli toplanıp toplanılmadığı, rapor alış verişlerinin aksatılıp aksatılmadığı, ani gelişmeler karşısında siyasi tutum takınılıp takınılmadığı sorgulanabilir. Ama bunu yapmak yerine karalama gibi ucuz yöntemlere yönelmek, şuna-buna kulp takmak, şu ya da bu olayı genelleştirip karalamak!? İşte Engin adamın yaptığı da bu olmuştur.





Yurtdışında merkez




Engin’le sorunlarımız hiçbir zaman şahsi olmadı. Böyle olsaydı çözümü de şahsi olurdu ve bu konuyu, bu gün tartışıyor olmazdık.



Aramızdaki sorunlar derinlikte kesinlikle siyasiydi.



İlk siyasi sorun Isparta’da ve Konya’da çözüldü. Engin bizimle birlikte olma kararı verdi. Öncü savaşının askeri değil, politik savaşı vardı bizim için. Gerilla savaşı, halk savaşı ve benzeri bilinen örgütsel açılımlarımıza katıldığı oranda, bu süreçte örgütle olan siyasal sorunlarını çözdü.



HDÖ ile siyasi bağını gerileterek, zaman içinde öne sürdüğümüz görüşleri kabul etti. Bu ara Rıza Salman’la süren yazışmalarını ve kararsızlıklarını netleştirdi. Bilinen özelliğiyle, bulunduğu yere uyumlu olmak üzere bizim görüşlerimizi tercih etti.



Yurt dışında ise olay farklı bir boyut aldı.



Kimse teorik sorunlarla tartışmıyordu, şaşkınlık ve dağılma vardı. Bu süreçten en az etkilenenler, PKK ve Acilciler’di. Eylem yapabilecek güçteydi, kadroları vardı, militanları vardı ve dik durup çalışmalarını aksatmadan sürdürmekteydiler.



FKBDC tutanakları elimde, oradan da izlemek mümkün, 14 sol örgüt içinde eylem yapabilecek kadroya sahip iki örgüt vardı; biri PKK biri Acilciler’di. Tartışmalarda önerilen eylemlere cevap verenler yalnızca bu iki örgüt oldu. Zaten diğerlerinin 12 Eylül faşizmine karşı savaşmaktan çok, hitabet sanatlarını geliştirme diye bir meşguliyetleri vardı.



Örgütümüz bu tutumu nasıl aldı, olmayan kadrolarla mı bu adımlar atıldı? Nitekim dönem dönem yapılan ve ülke çapında etkili olan ve aynı anda tüm ülke sathında en önemli illerde organize edilen askeri eylemler ve siyasal çalışmalar, bunun bir göstergesiydi. Basına Bedreddin Mahir’in açıklamalarıyla geçen “büyük balık operasyonu” (ANAP eylemleri), örgütün o günkü eylem etkinliğine bir işaretti. Hatalar vardı, yakalanmalar vardı, çözülmeler vardı, eksiklikler vardı, bu doğru. Ancak buna karşın, daha iyisini başarma kararlılığı durmadan yenilenen azimlerle birlikte vardı.



Bu yönelim, yurt dışına çıkışımızla birlikte çalışma alanı olarak Ortadoğu’yu, ülkemize en yakın alan olması itibariyle temel çalışma alanı olarak seçmemizi gerektiriyordu. Ancak birileri farklı düşünüyordu. “Avrupa temel çalışma alanı” olmalıdır diyordu.



Bu tercihle örgütümüz, öncelikle ülkemiz ve ülke devrimci hareketlerine yapabileceği azami katkıyı yapmıştır. Filistin davasına şehitler vermiş, saflarında savaşmıştır. PKK başta olmak üzere tüm örgütlere lojistik destek sağlamış, evlerini, sofralarını açmıştır. Her siyasal sol örgütten devrimciye, ülkeye gidiş geliş, askeri-siyasi malzeme nakli dahil olmak üzere kesintisiz yardım sunma durumunda olmuştur. Örgütümüz, bin bir emekle kazandığı olanakları, ayrımsız bir şekilde ülkemizin devrimci mücadelesine katkı sunma iddiasında olan tüm örgütlere açmıştır. Kadrolarını, örgütsel bağlantılarını, kitle ilişkilerini bu dayanışma doğrultusunda kullanmıştır. Birçok devrimci örgütün kadrolarını ülkeden yurt dışına, yurt dışından ülkeye taşımıştır. Askeri ve siyasi malzemeyi nakletmiştir. Bunu yaparken birçok riskler göze alınmış ve bedeller ödenmiştir. Bu devrimci tutum bugüne kadar (Engin ve Engin gibiler şaşırabilir; evet bugüne kadar) devam etmektedir. Bu fedakarca dayanışma eylemlerine emeği geçen yoldaşlarımız ve dayanışma içinde olduğumuz örgütlerin ilgili sorumluları bunların tanıklarıdır. Bunları yaparken zindandaki yoldaşlarımız ve şehitlerimizin onurlu mücadelelerine dayanıyorduk, başlarının dik olması için çaba sarf ediyorduk. Bu çabaları Engin gibi birinin hafife alma çabasını, TEKP’liliğine vermekle yetineceğim.



Basit bir tartışma gibi gelebilir. Ancak bu tartışma ülkesine bir an önce dönmeyi, 12 Eylül faşizmine karşı fiili olarak savaşmayı kararlaştırmış bir örgüt için ( şahıslar bir yana) Avrupa’yı seçmek saçmalıktı. PKK’yi yükselten önemli etmenlerin başında bu kararlı tutumu gelmiştir. Binlerce militanını Avrupa’dan Ortadoğu’ya taşımada kararlı davranmış, özgürlük mücadelesine kaynak, kadro ve etkinlik yaratmıştır.



Bizler de kararlıydık.



Nitekim birçok kadro transferine Avrupa’dan Ortadoğu’ya dönük olarak yaşama geçirmeye başlamıştık. Siyasi eğitim çalışmaları için imkanları, askeri çalışma için kampları kurmuştuk. 1982 İsrail’in Beyrut’a kadar süren Lübnan işgalindeki savaşta da etkin olarak yerimizi almıştık. Filistin halkının savaşçı devrimci örgütleriyle devrimci dayanışma içerisindeydik. Onlar bize ve ülkemiz devrimci mücadelesine olanaklarını sunmuşlardı Biz bu olanakları ve dayanışmayı ülkemiz devrimi için değerlendiriyorduk. Aynı zamanda militanlarımız, bu dost güçlerle beraber Filistin mücadelesi için dayanışma içerisinde bulunuyorlardı. Bu doğrultuda 1982’de İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve Beyrut’a kadar varan işgali sırasında, Lübnan sahasında olan yoldaşlarımız fiili olarak savaşın içinde bulundular. Birçok insan, savaşın başlamasıyla beraber Lübnan’ı terk ederken örgütümüz orayı terk etmeyi gayri ahlaki bir durum olarak değerlendirdi. Olanaklarından yararlanılan bir halk, işgale uğrayınca onu terk edip gitmek hiç devrimci bir tutum olmazdı. Bu tutumu seçen birçok örgüte ve kişilere karşın örgütümüz orada kalma ve savaşa fiili olarak katılma kararı aldı. 3 ay süren savaşta İsrail’e karşı Filistin halkının yanında örnek bir direngenlik ve disiplin göstererek savaşın başından sonuna kadar yer aldı. Aynı tutumu PKK’li arkadaşlar da gösterdi. Örgütümüz Filistin mücadelesindeki bu gerçekliği mütevazilik yaparak çok ön plana çıkarmamıştır. Ancak bundan sonra layıkıyla işlenmek üzere gündemine alacaktır. Örgütümüz tüm cephelerde hakkıyla, gücü oranında ve tüm etkinlikleriyle yer almıştı.



80-90 kesitinde ülkenin temel bir çok bölgesinde, Ortadoğu’da, Lübnan’da savaşta, Libya’da, Yunanistan’da, Almanya’da, Fransa ve Hollanda’da THKP-C(Acilciler) örgütünün bir birimi harıl harıl siyasi çalışmaların merkezinde yer alıyordu. Buna ait tüm etkinlikler, belgeleriyle, fotoğraflarıyla, raporlarıyla örgüt arşivindedir. Hiçbir siyasal görev ihmal edilmemekteydi. Ta ki, kışkırtmaların hayasız tetiklemeleriyle, “Avrupa daha rahat, iltica hakkı var, aylık destek alınıyor, yaşam iyi, devrimcilikte yapılır; hepsi bir arada, o ilkel Ortadoğu’dan çıkın gelin” baskıları ve bunun TKEP gibi destekçileri gelip kendini dayatana kadar. Burada bizlerin de ciddi hataları vardır, örgütümüzün de… Ancak bu mekanizma bir dış zorlamayla kırılmak istendi ve bu yapıldı.



Ortadoğu siyasi faaliyetlerimizin yurt dışı merkezidir dememiz, hiçbir şekilde Avrupa çalışmalarını ihmal etmemiz anlamına gelmiyordu.



Örgütümüz Avrupa çalışmasını, Ortadoğu’ya önem vererek ihmal etmemiştir. Avrupa’nın tüm kentlerinde etkin bir örgüt olması için yaptığı seri seminer çalışmaları, oturumlar, açıklamalar, yazım ve etkinliklerle, 80’li yıllarda örgütü Avrupa’nın en iyi örgütlenmiş, geniş ilişkileriyle yükselen, aktif bir örgüt haline getirmişti. Almanya’da MK üyesi Hanna Maptunoğlu yoldaş, Fransa’da Salih ve Zafer yoldaşlarla bu süreç en iyi şekilde yükseltilmiştir. O günün tüm siyasal etkinliklerinde yer alınmıştı. (Buna tanıklık eden fotoğrafları ekte sunacağım.).



Engin’le sorunumuz; ‘ülkemiz için mücadeleye davam etmek mi? Yoksa Avrupa’nın laçkalıkları içinde batmak mı?’ sorunuydu. Çalışma azami güçle her iki alanda yapılacaktı; ancak hangi alan ülkeye doğru çıkış merkezi olacaktı? Esasında bu tartışma bile abesti, doğaya bile aykırıydı. Ülkemize yaya yürüme mesafemiz 4 saatti. Hiçbir takılmaya uğramadan, binlerce kez sınırı geçip gelme olanağımız vardı. Diğer devrimci örgütlere de katkımız oluyordu. Deniz yolunu sonuna kadar en iyi şekilde değerlendirdiğimiz ise çok iyi biliniyordu. Bütün bunlara rağmen, Avrupa merkezli çalışma ısrarı, gerçekte Avrupa’da çalışmaktan çok, Avrupalı örgütlerde bireysel kurtuluşu sağlayacak sığınaklar aramaydı. Nitekim Engin bunu becerenlerden biri oldu. Ya diğerlerine ne oldu? Kaçta kaçı TKEP saflarında kaldı, kaçta kaçı bireysel olarak bile olsa devrimci bir çizgide kendini koyabildi.



Sonuçlara tam buradan bakmak gerek. Bir iddia ise; Engin bu iddiayı kaybedeli yıllar oldu. Biz mi ne kazandık? Kimlik haklarımız uğruna örgütsel mücadeleyi sürdürme gibi bir açılımla, halkımıza daha yakın olduk; örgütsel birliğimizi koruduk ve olası her siyasal gelişmeye karşı tutum belirleyecek, olduğu kadarınca ortak hareket edecek bir varlık olmayı sürdürdük. Bunun belirgin etkileri arttıkça, TKEP’li Engin’in, Acilciler’e çamur atması da çok anlaşılır olmaktadır.



Engin, istediğini tercih etti. Bu yüzden de hiç bir zaman örgütlü bir süreç içinde tutarlı olamadı. TKEP ilişkisi bile ciddiyetsizdi. Nitekim TKEP MK üyesi ve basın yayın işlerini yürüten Ali Garip kod adlı arkadaş, bundan bir yıl önce ziyaretimize geldiğinde bize samimice şunları söyledi: “Enginlerin TKEP katılışı ahlaksız bir örtüyle gerçekleşmişti, bunun olumsuzluğunu çok hissettik”.



Bir kez daha söylüyorum, Engin’le ayrılığımızın derin nedeni kesinlikle siyasidir. Onun tüm kişisel suçlamalarla işi geçiştirmesine karşın gerçek budur. Bu en azından benim için öyleydi. Yurt dışında merkezi alanın ne olacağı tartışmalarında Avrupa ısrarı için, “bu alan, Türkiye devrimci hareketi için yurtdışında geleceği olan alandı (Engin Erkiner 1982 makalesi) belirlemesi bu ayrılığın çok önemli siyasi boyutunu gösteriyordu.



Sorun da burada başlamıştı. Belki bu siyasal tartışma bir iç dünya yansıması olarak gündeme gelmiştir; ancak sonuçta örgütsel tüm yönelimlerimizi etkileyecek bir karardı. Biz, Ortadoğu’nun temel alan olmasını belirledik; bunu için verilerimiz ve gerekçelerimizi koyduk. Bunun için hala örgütlüyüz ve örgütümüzün boyutları ne olursa olsun yola devam kararındayız. Bizim için on yıllar önce alınmış karar, ülkemiz özgürlük ve demokrasi mücadelesine bir katkı olarak yükselteceğimiz kimlik haklarımız uğruna mücadele için de bir şanstı. Ancak bu, Engin’i ilgilendiren bir sorun değildi. O şimdi Sosyal-Demokrat partide, farklı renkleriyle Almanyalılar (Alman, Türk, Arap, Sırp, vd) için, birazcık da enternasyonalist aromalı mücadele ettiği kanısındadır. Hayırlı olsun. Biz ülkemize döneceğiz, orda yapacak işlerimiz var. İlk dönen de lakaplarla küçümsemeye çalıştığı insandır. Bunun için on yıllar önceki yurt dışı merkez tartışmamızın bu güne, kime, ne kazandırdığı konusunda kimseyle tartışacak bir şeyimiz kalmamıştır diyerek noktalayacağım.





Cemil Esad


Suriye




Engin Erkiner, anılarında Cemil Esad konusundan nemalanmak amacıyla onu diline dolamıştır. Adamı bölgenin valisi yapmış ve örgütümüze bakan kişi konumuna yükseltmiştir.



Cemil Esad’ın örgütümüzle ilişkisi, bu süreci bilmeyen Engin gibi birini birkaç gömlek aşan bir konudur. Gerçekte Cemil Esad olayı, örgütümüzün bölgedeki ilişkilerinin ikinci dönemi denilebilecek bir sürecine tekabül eder.



Zira Suriye’ye örgüt adına ilk ayak basan bu satırların yazarı, ilk ilişkisini, George Habbaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’yle (FHKC) kurar. Bu örgüt, Türkiye’de İsrail’e karşı Yeşilköy havalimanında eylem koyan Mehdi Muhammed ve Muhammed Reşit adlı militanlarını Sağmalcılar’dan kaçırıp yerlerine sağ salim ulaştıran örgütümüzdü. Ve Nebil Rahoma yoldaş bu alanlara gidip gelerek, orada çok olumlu izlenimler bırakmıştı; İsrail içlerine girerek eylemlerde bulunmuştu. Filistin kampları ve eğitim çalışmalarını bu ilişkiyle başlattık. Bundan sonra 12 Eylül baskılarında örgütümüzden ve diğer devrimci örgütlerden gelenlerin akın akın buralarda yer edinme olanaklarını sunma dönemi gelmiştir: Örgütümüz buna tüm gücüyle katkı yapan bir örgüttü.



Bu adımla birlikte, Ortadoğu sürecinde örgütümüzün dayanışmacı çizgisi hiç değişmeden sürmüştür. Bu dönemin ne başlıklarıyla ne de ayrıntılarıyla, Engin adamın bilgisi ve etkisi olmamıştır, ilgilenmemiştir de. Kendisinin de dediği gibi, bir an önce Avrupa’ya kapağı atma uğraşısıyla meşgul olmuştur.



Bu ilk dönemde, Şam merkezinde evlerimiz ve siyasal çalışmalarımız uygun bir düzlemde yürüyordu. Komiteler kurulmuş, düzenli bir örgütsel kurum çalışması başlamıştır. Şam üniversitesi öğrenci birliği kurulmuş, verili olanakların örgütsel çalışmaya katkısı yönlendirilmiştir Basit kasabası (şehit yoldaşların mezarlarının da olduğu bu kasaba), ülkemize sınır bir yerde, ilk ayak bastığım yerdi. Bu alanda da kiraladığımız evlerde ilk toplanma ve siyasal çalışma süreçleri yükselmişti.



Bu dönemin ikinci safhasında Cemil Esad figürü, adamlarının evlerimize yaptıkları baskınlarla gündeme geldi. İlk iletişimimiz, böyle bir sürtüşmeyle başladı.



Müslüman kardeşler hareketinin ilerici yönetimin temel kadrolarına karşı suikastlar, bilim adamları, din adamları tasfiyeleri ülkeyi ağır bir sürece sürüklemişti. Cemil Esad’ın adamlarıyla ilk buluşmada başlayan sürtüşme, aradaki ilişkinin temel karakteri olmuştu.




Bu şahısla med-cezirlerle süren sürtüşme, ayrılıkçıların Engin ve TKEP’li olacak tayfanın ihbarlarıyla, üstümüze ölümcül saldırılarla yürüyene kadar devam etti.



Cemil Esad, bizi hiçbir zaman hazmedemedi. Aramızda dil bilmeyenlere zarar vermek için, bizleri sorgulaması, Alevicilik dayatmaları, ülkesine bir an önce dönme amacı taşıyan örgütümüzün çok dikkatli bir denge içinde davranmasını gündeme getirdi. Bunun kararını, MK’nin temel çizgileriyle belirleyerek, süreci çatışmasız geçirme politikası izledi. Cemil Esad’ın bu yaklaşımlarına katı bir direnmeyle, yoldaşlarımıza zarar gelmemesi koşuluyla sürdürdük.



Murtada hareketi olarak örgütlenen ve devlet dışı bir politikayı sürdüren bu şahsın bir gösteri davetinde, “Hey Devrimci” marşını Türkçe okuyarak ayağa kalkmamızı bile sert bir tepkiyle karşılamış, Engin ve şürekalarının hissetmedikleri ağır baskılara maruz kalmıştık. Bizleri Kilikya Ordusu güçleri olarak örgütlemek istemelerini, askeri eğitim için bir araç olarak değerlendirdiğimizde de sorunlar çıkmış, amaçlarımız bir biriyle çatışması sonucu yeni baskılarla karşı karşıya kalmıştık. Kilikya Ordusu çavuşlarından biri de Engin Erkiner’di.



Üstümüzdeki bitip tükenmeyen baskılara göğüs germek, 12 Eylül baskılarından çıkıp gelmiş yoldaşlara sağlıklı bir eğitim vermek için elimizden gelen her şeyi yapmaktaydık. Bunlar arasında dil bilmeyen yoldaşların nasıl davranmaları gerektiğini izah ederek, bilmediklerini öğrettik ve süreçleri aşma tutumlarında geri bir adım atmadık (bu satırların ne anlama geldiğini bilenler, bu sorunu aşmak için ne türden bir fedakarlıklarda bulunduğumuzu iyi bilirler).



Çok hızlı ve karmaşık bir süreçti, bizleri dizginlemek isteyenler vardı, Cemil Esad bunların başındaydı ve bizlere her koşulda baskı yapıyordu. Avrupa’dan gelen çadırlarımıza, eski elbiselerimize bile el koyup bizlerden nemalanmaya çalışıyordu. Gerçekte Engin’in dile getirdiği ve tamamı yalan olan, bizlerin Cemil Esad’tan yararlandığımız söylemi tersten işliyordu. Adam, devlet tarafından da çekilmeyen bir tipti, abisinin bile gazabını çeken biriydi. Devlet adına hiçbir sorumluluğu da yoktu.



Cemil Esad’la ilişki, bu ülkeye ayak basan tüm mültecilerin sıraya geçtiği bir ilişkiydi, Celal Talabani’den, FHKC Kıyadi El Ammi Lideri Ahmet Cibril’e kadar, Lazkiye’ye gelen herkesin uğrak yeriydi. Bu ilişkiyi son ana kadar değerli dostum Abdullah Öcalan başarıyla sürdürmüştür. Bu şahısla FKBDC yürütme komitesi de yakın bir bağ kurmak istemiş ve APO, Teslim Töre, Taner Akçam’ın ve benim de içinde bulunduğu heyet görüşmüş ve görüşmelerin devamında karar kılınmıştır.



Bu düzlem çok normal bir düzlemdir. Bu saçma mantığa göre, bu gün Avrupa’nın sosyal demokrat partilerinde, süprüntü görevlere göbek atarak katlananların yaptığı daha vahim değil mi? Ya da devrimcilik adına “tokatçılık” yapma işi daha korkunç bir ahlaki çürüme değil mi? İbrahim Yıldırım adlı bir Antepli devrimci adına kurdurulan Texmondial şirketiyle piyasaları “tokatlamak”, 300 000 marklık anlaşma yerine, Engin’in eliyle, İbrahim zavalısının cebine sokuşturulan birkaç bin markla geçiştirilen, Şirket çekleriyle, Fransa’nın Renes kentine “Ayı İbrahim”le (İbrahim Yalçın) inşaat malzemeleri tokatlamak, bilgisayarlar, kıymetli ev eşyaları ve Avrupa sefa turları düzenleyip eğlenmek mi devrimcilik? Hadi canım oradan sen de! Temel çalışma alanı buymuş değil mi!!



Acaba Alman istihbaratı gibi dünyanın en komplike istihbaratının, Engin Erkiner’i bir biçimde, kendi söylemi ve mantığı gereği “ hiçbir devletin karşılıksız bir sunum yapmayacağına göre” kullanıldığından bahsetmek yanlış olur mu? Neden Suriye için geçerli bir kuşku çok daha ince eleyip sık dokuyan Almanya için geçerli olmasın? Yoksa Engin’de bir şeytan tüyü var da biz mi bilmiyoruz? Bu akılla birilerini karalamak, hele örgütlere saldırmak artık tarihini doldurmuş, küflü bir mantık olmuştur.



Bilinmeli ki, Cemil Esad hiçbir zaman gerçek bir dostumuz olmadı. Ama bulunduğumuz alan, Türkiye’ye yakın olan bu alanda mahalli gücü olan bu adamla savaşa girişmek, baştan kaybedilmiş ve anlamsız bir kavga olacaktı ki, misafir olduğumuz ve her an ülkemize dönme coşkusu yaşadığımız bir ortamda buna yönelmenin bir anlamı yoktu. Cemil Esad sadece, muhaliflerin bize yönelttiği, yıkıcı girişimlerde onları yanında saf belirlemiş, silahlı adamlarıyla üzerimize yürüyen bir örgüt düşmanı olmuştur.



Cemil Esad, Engin’in yıkıcı amaçlarla, ne devrimci mücadeleye ne de örgütlü mücadele türlerinden birine hizmet etmeyen kışkırtıcı, bölücü çabalarının bir ortağıydı, dostuydu.



1.Kongremizin ikili bir kongre olduğunu, gerçek kongrenin gizlice Bassit’de yapıldığını ve komünist bir kongre olduğunu, sosyalist ülke gezilerimizin bu amaçlarla gizlendiğinin ihbarını Cemil Esad’a yapanlar ve bunun sonucu silahlı baskınlarla oturduğumuz ikinci kattaki evlerimizden çoluk çocuklarımızla atıldığımız, sürüldüğümüz bu baskınların muhbiri Yusuf ve muhalifleri kışkırtan kin insanı Engin Erkiner’dir (bu baskınlarda, ölümle yüz yüze kalıp üçüncü kattan atlamak zorunda kalan bu satırların yazarı, eli kırılarak kurtulmuştur, aylar sonra 20 silahlı kişinin kuşatması altında direnerek, ağır yaralarla tutsak edilmiştir).



Bu gerçekleri bilmeyenler, kestirmeden “bunlar Arapça biliyor, birde Alevilikleri var iyi dost olabilirler” diye, aleyhimize yapılan karalamalara daha yatkın bir algı içinde olabilirler: Bir kez daha iddiayla dile getiriyorum ki, Cemil Esad’ın sadık dostu Engin ve ayrılıkçılardır. Cemil Esat’tan bize kalan ölüm, kovalamaca, baskı ve işkencedir.



Aylarca bir dizi yoldaş en ağır işkencelere Cemil Esad’ın villasında maruz kaldılar. Bu işkenceciler arasında Alaittin Özden’le direk bağlantı halinde olanlarla, Yusuf’un akrabaları da yer almıştır. Engin ve bu işkenceciler, Almanya’dan, Paris’ten üzerimize ölüm yağdıranları kışkırtmakla, hakkımızdaki en gizli bilgileri, sığınaklarımızı, malzeme depolarımızı, arşivlerimizi ele vermekle meşguldüler. Arşivimizin önemli bir kısmı bu süreçte ele geçirilip heder olmuştur. Bu acıya çocukların çektiğini ekleyip kimseyi sarsmayacağım. Sadece, bunların yaptığının ne yoldaşlığa, ne devrimciliğe, ne de insanlığa sığmadığını belirtip onları okuyucunun hükmüne bırakacağım.



Burada, Cemil Esad 20 kişilik silahlı adamları tarafından kaçırılmamı, ağır işkencelerle baygınlıklar, ölüm-kalım süreçlerinden geçmemi anlatmayacağım. Hedef bendim, katledilmem istenmiştir; bunun arkasında, yoldaşı yoldaşa kışkırtan Engin’in kirli, sinsi amaçları vardı.



Cemil Esad öldü. Mülklerimizi gasp eden, bize acı çektiren, tenkil ve tehcir eden bu adamın cenazesine gittim. Orada benim gibi büyük acılara maruz olanların çoğunlukta olduğunu gördüm. Ölüme saygılı bir aile terbiyesinden gelmiş olmanın sessiz ve sitemsiz duruşuyla, ‘Allah taksiratını afetsin’ diyerek yoldaşlarımla o mekandan ayrıldım.



Cemil Esad öldü ama kin ve kışkırtma tellalları hala işlerine devam ediyordu. TKEP’li Engin Erkiner’in, örgütümüze yönelik kinlerini, vefat eden benzerlerinin yerine ifa etmeye devam etmesi, bu dünyada şer ve hayır güçlerinin kavgasının sonsuz bir süreç olduğu felsefi görüşünün, ne kadar isabetli olduğunu hatırlatır gibidir, diye düşündüm.



Buradan çıkarılması gereken dersler vardır. Benim açımdan da, çektiklerimizden daha değerli olan buydu. Tekrar etmemesi gereken bir durumdu, birlikte ölüme giden insanların, kışkırtmalarla birbirinin kanına girmesine yol açacak bir ortamın oluşmaması gerekliydi. Bizler örgüt olarak bunun dersini yeterince aldık. Ancak 26 yıl sonra bu kinle birilerinin hala ders almadığını görmek çok acıdır.



Devrimciler zor koşullarda çok daha donanımlı olmalıdır. Bu tarzda küçük düşürücü sürüklenişlere yönelmemek için de siyasi olmayan ayak oyunlarına kapılmamaları gerektiğini önermek, hepimizin görevi olmalıdır.



TKEP’nin köylü kurnazlığıyla, eski yoldaşlarımız üzerinde oynadığı rolü burada lanetleyerek bu bölümün ilk kısmını kapatmayı uygun görüyorum.





Suriye konusu bu bölümün ikinci kısmında, sadece bizim örgütümüz için değil, Türkiye devrimci hareketlerinin tümü için bir ikinci adresti.



Bu ülke için bu satırların yazarı birçok makale kaleme aldı. Özetle bu ülke bölgenin tek ilerici laik yönetimi olarak, emperyalizme ve İsrail Siyonizmi’ne karşı direnen bir ülkedir. Bu konumunu da şu ana kadar korumaktadır.



Türkiye ile ilişkilerinin iyileşmesiyle ortaya çıkan açılım, iki ülke halkı için çok olumlu etkileri olmuş ve özellikle Türkiye’deki Arap halkının yeni dinamiklerle kendini ifade etmesine olanak sağlamıştır.



Bu ülke 12 Eylül zulmünde istisnasız, her devrimci güce ve şahsiyete ev sahipliği yapmış, kolaylık sağlamıştır.



PKK bu süreci en iyi değerlendiren ve ulusal özgürlük hareketinin yükselmesine dinamik katabilen olmuştur. Saddam yönetimine muhalif tüm Kürt örgütleri dahil olmak üzere, bölge devrimci hareketlerinin ana yurdu olan bu ülke, bu ifayı kimseden hiçbir karşılık beklemeden yapmıştır.



Aklı kullanma, satın alma, ilkesiz olma mihverinde olan Engin’in bu gerçekleri kavraması ondan beklenen bir şey değildir. Kılavuzu kin olanların saplanacakları yer, siyaseti yüksek performanslarla yürütenlerin yeri değildir.



Bunun aksini iddia etmek bölgemizdeki tüm Kürt özgürlük hareketlerine saygısızlıktır. Aynıyla geçerli olmak üzere Suriye bize ikinci adres olmakla bunun karşılığında hiçbir şey talep etmediği gibi, Türkiye’ye karşı özel bir kışkırtma tutumuna asla girmemiştir. Bunu bizden isteyecek yeryüzünde hiçbir güç yoktu. Almanların birilerinden böyle şeyler isteyip istemediğini ise, ben bilmiyorum; Almanya’daki seri seminer çalışmaları sırasında polisin durdurmasıyla yakalanmış, ikametsiz olduğumdan dolayı zindana atılmış ve sınır dışı edilmiştim.



Fransa’da ise bir ihbar mektubuna istinaden Fransız gizli polisinin (DTS) seri ev baskınlarında tutuklanmış, ellerim ayaklarım kelepçeli olarak, Şerif ve Zafer yoldaşla, Avrupa’nın en büyük tek kişilik hücre sistemiyle mücehhez Le Fleury-Merogis zindanında yatmıştım. Her hafta Juvisy karakolunda imza atarak kendimi göstermek zorundaydım. Uygun bir fırsatta da, Şerif yoldaşımla birlikte bu ülkeden firar etmiştim.



Bu süreçte gözlemlediğim, on binlerce devrimciye ev sahipliği yapan Suriye’nin, binlerce mülteciye ev sahipliği yapan Avrupa ülkelerinden çok daha adil davrandığıdır. Hiçbir devrimciye, ne dil ne kültür açısından entegre olma yönünde Avrupa ülkelerinin, bin bir araçla, baskının bin bir yoluyla yaptığı asimilasyona yönelmemiş, misafirini ülkesine dönecek geçici bir figür olarak algılamıştır. Bunu da üniversitelerinde eğitim olanaklarını kısmadan yapmıştır.



Bu yanıyla örgüt yönetiminin en başında olan bir insan olarak, sorumsuzca, örgütsüz birinin şahsi çıkar güdüleriyle davrandığı gibi davranmamı kimsenin beklememesi gerekirdi. Örgüt yönetimi bir devlet yönetimi gibidir. Sorumluluk ister, yaşamını kararlarına bağlamış yoldaşlarının zarar görmemesi büyük özveriler ve genişlik ister. Bu zaman zaman bireylerin çıkarları ve fantezileriyle çatışma durumunda olabilir; ancak sorumlu olmak ayrı bir olaydır ve bunun pazarlığı yapılamazdı. Bu açıdan Suriye ile ilişkimiz de çok hassas bir düzlemde sürdü, kayıtsız şartsız hiçbir yoldaşın burnu kanamadan bu süreç aşılmıştır, buna sınırlardan geliş gidişler de, denizleri aşıp gelmeler de dahildir (sınır geçişinde Türk jandarmaları tarafından şehit edilen Ahmet Çolak yoldaş ve Ahmet Rende yoldaşın sırtındayken karda, soğuktan donarak ölen Semih Özbay Yoldaş’ın elim hadiselerinin ayrıntıları, Ahmet Rende yoldaşla ülkeye dönen, bu gün hala Harbiye’de yaşamını sürdüren kılavuzu Aziz Kaddur’u benim talimatımla Ahmet Yiğenler sorguya çekerek konuyu aydınlatmıştır).



Engin’in sık sık, Suriye’ye yönelik suçlayıcı, kuşkucu yaklaşımlarına ise verecek bir cevabım olmayacaktır. Sorumsuz olmak ile sorumlu olmak arasındaki fark buna verilecek en iyi cevaptır.



Suriye’nin iç işleri konumuz değildir; bu ülkenin halkı kendi yönetimleriyle ilişkilerini belirlemekle yükümlüdür, bizim misafir olarak bu süreçte müdahale etmemiz abesle iştigal olur.



Bu ülkenin misafirleri olarak biz, bu ülkenin emperyalist-Siyonist baskılar karşısındaki tutumunun yanında olduğumuzu her zaman belirttik, bu tutumumuzda da kararlı olduğumuzu bir kez daha teyit ederiz. Bu ülkeye karşı dil uzatmayı, bilgisizce siyasi tutumlar almayı reddederiz. Bu açıdan Engin Erkiner’le köklü bir siyasal duruş farkımızın olması çok doğaldır.



Suriye devletiyle ilişkilerde hatırlatılması gereken şey, bu ilişki tüm sol örgütlerin gelip gittiği Dış İlişkiler bürosunda cereyan ettiğidir. Burayla ilişkiler son ana kadar, örgüte muhalefet eden Yusuf’un sorumluluğundaydı. Tüm itirazlarımıza rağmen bu büro iyi bir ihbar kaynağı gördüğü Yusuf’la (Zihni Alan) ilişkisini koparmamıştır.



Engin’in bilmediği ve yalanlarla geçiştirdiği bu nokta da çok önemlidir; bu satırların yazarının, adını 90’lı yıllara kadar Suriye devletinden gizlemiş olmasına karşın, Yusuf ilk elden veren kişi olmuştur. Suriye Dış İlişkiler bürosundaki yetkili (Ebu İmad), “bizden yıllarca adını sakladın, bu ne güvensizlik” diye bu konuyu yüzüme vurduğunda, “bir devrimcinin yapması gerekeni yaptım” diye cevap vermiştim. Bu olayın tanıkları bilinmektedir.



Yusuf, ustası Engin Erkiner gibi ucuz bir itirafçıydı (unutulmamalı, Engin’in örgütteki ayrımcılık için söylediği her şeyin yalan ve abartma olduğu, muhalif Yusuf’un Arap ve Alevi kökenden gelmesiyle de belirgindir).



Bu satırların yazarı, 6 kez Suriye zindanlarında tutuklu kalmıştır. Yoldaşlarıyla toplu olarak aylarca tutuklu kaldığı dönemler yanı sıra, son olarak 1 yıl boyunca tek kişilik hücrede güneş yüzü görmeden (90x190cmlik hücrede, WC içinde) tutuklu kalmıştır. Öcalan davası ardından 1999 Ekim ayında Türkiye’nin talebiyle, baskısı ve ısrarıyla tutuklanmış, bir yıl sonra 2000 yılı kasım ayında serbest bırakılmıştır. Çıkışımda ilk kutlayan merhum Ahmet Kaya yoldaşa, “tepkimin büyük olduğunu, ancak siyasi duruşumun hiç değişmediğini” sorusu üzerine belirtmiştim. Hiçbir surette devlet kurumlarıyla ilişkiye girmediğim gibi bundan bin bir yolla kaçındım, siyasal kültürüm hiçbir devletle barışık olmama el vermiyor; gerçek adımı son ana kadar gizledim, kendimi hep sıradan bir militan olarak tanıtıp örgütümün değerlerinin korunması için önlem aldım.Bu yaptığım övünülecek bir şey de değildir, görevimdi, temsil ettiğim örgütümü ve örgütsel değerlerimi korumak bana Kongrede verilmiş oylarla, seçimle geldiğim görevimin onurlu bir yükümlülüğüydü.



Bu da, her zaman örgütüm adına takınmam gereken en doğru tavır olarak gündeme gelmiştir.



Müntecep Kesici



Binlerce sorun ve karmaşa içinde geçen zorlu bir süreçte, örgütün birbirini hiç tanımamış ayrı kültür ve alanlarından gelen yoldaşlar yurt dışında bir ortamda yüz yüze kaldılar. Bir araya gelen insanlar, geldikleri yerde kişilik, sosyal ilişki, etkinlik ve örgüt içindeki konumları itibariyle farklı konumdaydılar. Marmara bölgesinden, Ege bölgesinden, Akdeniz ve Anadolu bölgelerinden birbirini tanımayan insanlar bir anda kendilerini, küçücük bir alanda nefes nefese buldular.



İlk dönemde iki küçük kiralık ev içinde 100’ü aşkın yoldaş bir aradaydık. Yazın dışarıda bir ağaç altında yatılabilirdi ama kışın, üst üste yatmak zorundaydık. Filistin kamplarına gidenler, Şam’a gidenler nispeten geniş bir alandaydılar ancak oranın da sorunları farklıydı.



Bassit, merkezi toplanma alanımızdı. Bu alanda daha çok Arapça bilen arkadaşların kalması uygundu, küçük bir deniz köyüydü ve dikkat çeken bir yığılma halindeydik. Yabancı insanlar olarak devletin de, halkın da olumlu olumsuz tepkilerini çekiyorduk. Bu köy ortamında görülmemizin uygun olmamasını, daha çok ev içinde yada sonradan taşındığımız dağ evi çevresinde zaman geçirmemizi gerektiriyordu.



Yığılmanın en önemli yanı; aynı yöreden üç yönetici kuşağının üst üste gelmesiydi. Benim dönemim, Tacettin Sarı dönemi ve Şeyh (Müntecep Kesici) dönemi. Ben çok hareketliydim. Sık sık benden sonra gelen kuşağın başında kalmam söz konusu olmamaktaydı.



Her yönetici kuşak kısmen alt militanlarından belli bir sayıda insanı da birlikte yer alıyordu. Bu insanlar arasında kendi yöneticisine ve talimatlarına daha yakın olma gibi, tercihler Basit kampından uzak olduğum her kesitte sorunların çıkmasına yol açıyordu. Öyle ki, sportif faaliyetlerde bile takımlar buna göre şekilleniyor ve basit bir voleybol oyunu sert bir rekabete ve ardından karşılıklı sürtüşmelere uzandığı bilgisi alıyordum.



İlk olumsuz sürtüşmeler, Ali Sönmez yoldaşa karşı bu ikinci ve üçüncü dönem yöneticilerin tavrıyla başladı. En küçük bir mesele o dar alanda çok sert tartışmalara kadar yükseldiği izlenimleri gelmeye başlamıştı. Kampa geldiğim zaman hiç sorun yokmuş gibi birbiriyle uyumlu olanlar gerçekte birbirine şahıs olarak diş beler hale geldiği kesitler yaşanıyordu.



Şeyh çok aktif, yiğit ve sosyal bir kadroydu. Ali Sönmez Yoldaş içine kapalı, inatçı ve sert bir eylem adamıydı. Ali sönmez yoldaş, uzun süre Engin’nin bulunduğu gün yüzü görmemiş kadro çalışmaları içinden ve zindan sürecinden geliyordu. Şeyh ise kitlelerin içinden Antakya’nın geniş halk ilişkileri içinden geliyordu. Yeni militan ve kadroların da kampta olması Şeyhin Ali Sönmez’le sürtüşmelerini guruplaşmalara kadar uzatıyordu. Ancak ortalıkta siyasi bir sorun yoktu. Tablo bu çerçevede cereyan ediyordu. Şeyh üstünde Ali Sönmez gibi nispeten kapalı, bir ölçüye kadar sert bir yöneticiyi görmekten çok sıkıntılıydı.



Bu dönem içinde, Filistin kamplarında sıkıntılı olan, Avrupa’ya gitmek isteyen, Yunanistan’a gönderilen yoldaşların sorunlarını çözme gibi, bu günün gözüyle zorlukları algılanamayacak uğraşılar içindeydik (bir tek pasaportu, tek kağıtlı pasaportlar haline çevirip, soğanla mühürler yaparak yoldaşları başka alanlara taşıyorduk) . Ancak sorunu şahsi olanların bekleyecek halleri yoktu.



Kamplardan çıkardığımız yoldaşlar Şam’a taşınmıştı. Ancak orada da sorunlar ve tepkilerini sürdürme ve bu arada örgüt içinde başka örgütle dirsek temasları başlamıştı. TKEP ile kurduğumuz ittifak,dayanışma ve dostluk, örgüt içinde basit bir biçimde çözülecek ve bu güne dek hiçbir siyasal izi olmayan konular pervasız bir kaynamaya yükseltiliyordu. Oysa bu satırların yazarı, birlik dayanışma ve ittifak adına, örgütümüzün tüm imkanlarını seferber ederek TKEP’in dağınık, birbirini tanımayan ilişkilerini toparlamaya, onları kendi örgütsel çatıları altında bir olup bizimle ilişkilerini öyle sürdürmeye çalışıyordu. Bu yapılması gereken bir devrimci davranıştı. Ancak köylü kurnazları için durum farklıdır. Dost ve ittifak örgütü içinde bir sorun vardı ve bundan nemalanmak, ne işe yaradıysa, her şeyi yıkarak, ahlaksızca birkaç kişi daha kazanmak için fırsat olarak kollanıyordu.



Bu ‘ülkeye dönüş, örgütsel çalışmaları yükseltme’ diye hiçbir sorunu olmayan arkadaşlar üzerinde öylesi olumsuz etkiler yarattı ki, basitse kendi deyimleriyle “bir darbeyle örgütün bu biriminde her şeye el koyma” noktasına getiriyordu.



Tam bu kesitte Müntecep kesici, bu çevrelerle çok yakın bağı olmasa da onlardan destekle kampta Ali sönmez ve yoldaşlara karşı tepkilerini kontrol edemez hale getiriyordu. Müntecep bu süreçte uzaklaşmayı tercih etti ve biri MK’ya diğeri bana olmak üzere iki mektup iletti.



Müntecep’in MK’ya mektubu “Yoldaşlar,…ayrı kalacağım dönemde yapacağım tek şey kendimi yeniden kanıtlamak ve en sağlıklı biçimde örgütüme katılmaya çalışmak olacaktır. Gelişmeler belkide istemediğimiz yönde gelişebilir. Ancak hedeflediğim tek şey bu olacaktır. Daha sağlıklı bir biçimde örgüte yararlı olmak ve yeniden örgüte katılmaktır. Yeniden bir araya gelmek umuduyla mücadelenizde başarılar dilerim. Not: Bu mektubun tüm yoldaşlar önünde okunmasını istiyorum. Şeyh (Müntecep Kesici. Bn)” (Arşiv, El yazılı mektup)



Bana yazdığı mektupta ise “ Yoldaş, Ayrı kalacağım dönemde yapacağım çalışma MK’ya mektupta da açıkladığım gibi örgütüme yeniden katılmanın çalışması olacaktır. Seninde çoğu kez belirttiğin gibi “ yaşam bizi buraya getirebilir” ancak seninle kesinlikle karşı karşıya gelmeyeceğim, böyle bir tavra giren insanlar ilk önce beni karşılarında bulacaktır. Çünkü sen ne dersen de, başkası ne derse desin, bizim aramızdaki bağ, belkide hiç kimsede olmayan bir dostluk, kardeşlik,yoldaşlık bağıdır. Bu bağın çözülmesi mümkün değildir…. Şeyh” (Arşiv, El yazılı mektup)



Şeyh yiğit ve onurlu bir yoldaştı, koşulları kaldıramaması onu bu mektupları yazarak ayrılmaya götürdü. Ancak kirli eller durmadı, TKEP, Engin ve Filistin kampları kaçkınları bir hemşeriler gurubu oluşturarak Bassit’te örgütün kimi çalışma alanlarına el koyduklarını açıklayıp Şeyhi ortak hareket etmeye zorluyorlardı. Örgüt ise son kararını vermişti; bu sorun ayrılmak isteyen arkadaşlarla bağların tamamen koparılmasıyla bitecekti.



Yanımda Mustafa Burgaz ve bir dizi yoldaşla Lazkiye’ye inip, artık serserilikleri, örgüt olanaklarına el koyma gibi saçmalıkları azılı hale gelenlere son bir uyarı yapmaya yönelmiştik.



Lazkiye’de bu insanlarla aramızda sert bir tartışma geçti, kahvehane köşelerine dağılmış bu çevreye tutumumuzun ciddi olduğu bildirildi. Aynı anda Şeyh Bassit’te parti okuluna gidip arkadaşlarla tartışmış ve bazı sıkıntılı durumlar yaratmıştı. Olaylar sonrası bana iletilen raporlarda, Lazkiye’de, sürtüşmenin yaşandığı bir anda, Şeyh yanında Kürt Hüseyin olmak üzere, Bassit’e, parti okuluna girmek ve bazı eşyaları almak istemiştir. Arkadaşlar Şeyhi iyi karşılamış ve bir sorun olmamsı için geniş davranmış ancak hiçbir eşyanın yöneticilerin haberi olmadan parti okulundan çıkartılamayacağını belirtmişlerdir. Birbirini tanıyan, aynı yörenin, hatta akrabalık ilişkisi olan bu insanlar Şeyhin davranışını çok önemli bir sorun olarak görmeden, ikna ederek bu sorunu çözmeye yönelmişlerdir. MM yoldaş ve hanımı ve Kevser yoldaş parti Okulu sorumluları olarak diğer arkadaşlarla Şeyhi ikna etme çabasını sürdürmüş, sonuç alamamışlardır. Bu durum Şeyh’in Bassit - Lazkiye hattında çalışan dolmuşun kapısına kadar devam etmiştir. Dolmuş kapısında bu durum daha sert bir hal ve tartışmaya yönelmiştir. Şeyh’in kapıdan içeri girmemesi için çabalayan yoldaşlara karşı Şeyh aşırı direnç göstermiş. Şeyh’le gelen Kürt Hüseyin bir köşede elinde 14’lü ile köşe tutmuş beklediği ve olaya karışmadığı bildiriliyor. O sürtüşme esnasında Zeki kod (HM) adlı yoldaşın elindeki tabanca patlıyor. Kevser (SS) yoldaşta bu arbedenin merkezinde bulunuyordu. Şeyh yaralı olarak yere düşünce bir dağılma ve ardından bir karışıklık geliyor. Yoldaşlar Şeyhi derhal hastaneye yetiştirmek için taşıyarak Lazkiye’ye getirilmişler. Tarih 13 Ekim 1982.



Şeyh Lazkiye devlet hastanesinde vefat etti. Ölüm, kurşunun yarattığı iç kanama sonucu olmuş.



Olay anında Lazkiye’de bulunan bu satırların yazarı bu vahim olay karşısında büyük acı duymuştur. Müntecep, Sami Kesici dayımın oğludur ve geniş aile çevresinde Müntecep bana emanet edilmişti, kardeşim durumunda. Bunun bana aile içinde şu ana kadar yarattığı sıkıntı kolay geçecek gibi değildir. Şeyhi gergin bir ortamda parti okuluna gitmeye kışkırtan ve ölüm olayını bana ve örgütüme karşı timsah gözyaşlarıyla bu güne kadar kullanmaya devam eden sahtekarlar Şeyhin cenazesine katılmak bir yana, aniden sihirli bir değnek değmiş gibi kendilerini TKEP taraftarı ilanları, traji-komik bir durum olarak belirmişti.



Bu benim de üzerimde çok zorlu bir etki yaptı, kardeşim durumunda olan bir yoldaşım bir başka yoldaşımın kaza kurşunuyla ölmüştü. Örgüt bu konuyu tüm detaylarıyla yoldaşları da sorgulayarak bir rapora bağladı. Ölüm kesinlikle istenmeden, bir kaza sonucu gerçekleşmişti. Bu olayın öncesi ve anında hiçbir üst yöneticinin ne bir bilgisi nede bir tutumu bulunmamaktaydı.



Kızgındım ve çok katı bir tutumla bu soruna son verme gerginliği içindeydim. En yakın yoldaşlarım bu kişilere gereğinden çok fazla tolerans tanıdığımı düşünmeye başlamıştı. Bu gergin ortamda, iki yıla yakındır sancısını çektiğimiz insanlarla aramızda net bir sınır çizilmesi gerektiği kararını aldık. Örgüt birimlerine el koyduğu iddiasında olan, örgüt içinde görünüp aleyhte faaliyet sürdürenlerin tutuklanması kararını aldık. Ve bunun için gerekli adımların atılmasına giriştik.



Tutuklananların başında Adem (Adil Okay) ve Hasan ( Ahmet Yiğenler) vardı. Bu arkadaşlar haklı olarak öldürüleceklerini sanıyorlardı. Oysa bu adımı atmamızın tek nedeni, artık bu çirkinliklere son verme amacı taşıyordu. Nitekim tutuklanan arkadaşlarla da konuştum. Onlar benim öğrencilerimdi, zindan yoldaşlarım, birlikte firar ettiğim insanlardı. Değil onlara, kimseye bir kötülük yapacak yaradılışım da yoktu. Ancak bu sürece bir son vermek gerekti. Geç kalınmıştı. Bir yoldaşımız ölmüştü ve kışkırtıcıların Avrupa’dan, Şam’dan uzaktan kumandalarla yaptığının zararını bizler, bu örgütü emekleriyle yaratan, yükseltenler çekiyordu.



Adem’in (Adil Okay) sunduğu 12 sayfalık el yazısı raporunda uzun uzun gerçekleri anlatıp kışkırtmaları, düştükleri hataları dile getirerek, son satırlarında şunu diyordu “ Buraya hakkımda düşündüklerinizi, hatalarımı bilerek geldim. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Ali Kasım yoldaşın (Mihrac Ural bn), güvencesi benim için yetti.”



Adem 4 sayfalık son yazısında, ki bu yazı TKEP’li bir yetkilinin şahitliği önünde yazılmıştır şunları söylüyordu,”Yaptığım hatalara ilişkin herkesin önünde öz eleştiri veriyorum.



Bu tutanağı kaleme alan yoldaş, TKEP’li yoldaş Vedat’ın, Acil üyesi Mehmet yoldaşın (Mehmet Koç bn) huzurlarında hiçbir baskı olmadan beyan ederim. Hüseyin Adem (Adil Okay), imza, Vadat imza M. Koç (Mehmet Koç bn) imza.



Not:Dört sahifedir, imza” (Adil Okay’ın el yazması tutanağı)



Bu arada MK adına yayınlanan bildiriye Adil Okay ve Ahmet Yiğenler iyi niyet gösterisi olarak imza atmak istediklerini dile getirdiler ve bu istekleri kabul edilerek, Örgüt bildirisinin altına imzaları alındı özetle; “13 Ekim 1982 tarihinde meydana gelen,olmasını kesinlikle istemediğimiz olaylar.. yanlış bilgilenmenin, kendiliğinden doğan bir provakasyon ortamının sonucu devrimci bir arkadaşımızı, bir kaza sonucu yitirdik. 15 Ekim 1982



(İmza) THKP-C(Acilciler) Merkez Komitesi, Hasan Muhammet (Ahmet Yiğenler, bn), Hüseyin Adem (Adil Okay, bn)”



Müntecep yoldaşın cenazesi yaklaşık bir hafta sonra kaldırılacaktı. Bu arkadaşları cenaze törenine davet ettik. ‘Hepimizin yoldaşıydı mesajımız birlik olsun buyurun katılın’ denildi. Cenazeye tek bir kişileri bile gelip katılmadı. Bu kışkırtmalarda etkin yer alan köylü kurnazı Teslim Töre tüm gelişmeleri adım adım izlemesine karşın, devrimci bir dayanışma adına bile bir taziyede bulunmadı. Öcalan Yoldaşın taziyesi ve diğer devrimci örgütlerden gelen taziyelerle Müntecep yoldaşı, tüm yoldaşların katılımıyla, pankartlı bir yürüyüş koluyla toprağa verdik.



Müntecep Kesici yoldaşın hadisesi budur.



Timsah gözyaşları döken provokatörler, artık yoldaşı mezarında rahat bırakın! Yaptığınız karalamaların kimseye faydası olmayacaktır, diyerek bu bölümü noktalıyorum.



Filistin Kamplarında süreç




Haber alıyorum, eski yoldaşlar 12 Eylül ve Filistin Günlüklerini yazmışlar. Okumadım. Bu yazım faaliyetleri çok olumludur. Umarız ki, dürüstçe yazarlar.



Filistin kampları sürecini, yurtdışı süreci bütününün bir parçası olarak kavramış bir anlatımın yararı çoktur. Birilerinin birkaç ay kaldığı, savaş ortamının da olmadığı bir koşuldaki günlüklerin itibarı; ancak birilerinin karalanması için değil, bir dönemin siyasal duruşunun açıklanması için ele alınırsa anlamlı olur. Kendini Che Guevera olarak yansıtıp, örgütü emeklerinin hazırladığı zemini, bağları, bağlantıları görmemezlikten gelerek, ben merkezli anlatımın kıymeti, ancak kendinden menkul kalır.



Kimse unutmasın, o gün örgüt bu olanakları sundu ve örgütün talimatıyla, kim nerede olduysa oldu, örgütün kararı dışında hiçbir kişinin, bir şahsi kararla yaptığı bir şey olduğunu iddia etmesinin ciddiyeti olamaz.




Bunun için, bu satırları Lübnan’daki genel kamplar sorumlusu Levent yoldaşla birlikte hatırlayarak yazmayı uygun gördüm. Zira bu süreçte Engin’in kirli elleri ortalığı bulandırmak, insanları ‘savaş olur’ diye korkutarak, Avrupa’daki bolluk olanaklarına davet etmek üzere yapılanları, örgütümüz belgeleriyle açıklamakta gecikmeyecektir. (Engin Erkiner’in el yazlı kışkırtma mektupları ve cevabi yazıları arşivde bulunmaktadır.)




Kamplar sürecinin özet anlatımı şudur.



FHKC ile kurduğumuz ilişkiler üzerine, MK kararıyla aralarında Adil Okay’ın bulunduğu yoldaş gurubunu eğitim amacıyla kamplara göndermiştik. İlk gidilen yer Sur kenti Reşadiyye kampıdır.



Bu kampta yoldaşların sıkıntılı bir dönem geçirmekte olduğu şikayetleri aldım. Kemal Bayram yoldaşımla denetim amacıyla kamplara gittik. Orda yoldaşlarla görüştük. Sıkıntılarını anlattılar ve çözüm için yetkililerle konuşacağımızı bildirdik. Sahile yakın yerdeki kampta atış talimleri yaparak, yoldaşlardan ayrıldık. Beyrut’ta FHKC yetkilileriyle yaptığım görüşmelerde yoldaşların daha uygun yerlerde ve koşullarda kalması için bilgi verdim. FHKC temsilcisi ve MK üyesi Fuat Remzi, yoldaşların toplu olarak bir kampta kalmalarının tehlikesine dikkat çekerek üç ayrı kampta eğitim görmeleri için yeniden organize edileceklerini ifade etti.



Bayada, Aytit ve Mazrait Mişrif kamplarında yeni düzenlemelere gidildi. Bu üç kamp Sur bölgesi, BM kuvvetleri denetim bölgesi içinde, ancak BM kuvvetlerinin ilgisiz kaldığı alanlardaydı. Yaz aylarına doğru ilerleyen bir zaman kesiti içindeydik.



Bu dönemde, yaz sıcaklarını aratmayan sınır boyunda kısa çatışmalar yaşanmaktaydı. Filistin gerillaları bu alanlardan İsrail içlerine doğru akınlar düzenleyip eylemlerini sıklaştırmışlardı. İsrail’in sert tepkisi her an beklenmekteydi. Tedirginlik bu sınır ve cephenin en ön saftaki bu kampta bulunan arkadaşları da sarmış gibiydi.



Sorunlu yoldaşların artan şikayet ve tahammülsüzlükleri, kamptan ayrılıp “halkla ilişkiler” adı altında Beyrut’a gidiş gelişlerini artırmıştı. Merkeze iletilen raporlarda bu konular rahatsız edici bir boyut almıştı. Mezra kampında diğer yoldaşlardan tecrit edilmeye çalışılan Ahmet Rende’nin aktardığı bilgiler bu sorunların kaynağında çok uzaklardan gelmekte olan mesajların olduğunu gösteriyordu.



Beyrut’ta örgüt adına alınan posta kutusu kanalıyla Engin’in yaptığı inanılmaz kışkırtmalar ve sunuları içeren mektupların ele geçmesiyle olayın boyutu, kampların normal sorunlarının boyutunu aşan içerikte olduğunu göstermişti. Beyrut gidiş gelişleri, yaklaşan İsrail saldırısından korku ve Avrupa’ya bir biçimde kapağı atmanın çabası olarak belirmeye başlamıştı. Bu kişilerin adları ve yaptıkları bu satırların amaç ve konusu dışındadır.



Bu süreçte Adil Okay, görevden alınarak Levent Sultan yoldaş tüm ilişkilerin tek sorumlusu olarak tayin edildi. Zafer Gündoğdu yoldaşın da MK üyesi olarak sık sık Beyrut’a denetim için gönderilme kararı alınarak sürecin denetlemesine dikkat edildi. Şahısların amaçları ile örgütün amaçları arasında burada da bir farklılaşma ve yarıklar oluşmaya başlamıştı.



THKP-C (Acilciler) örgütü bir yandan askeri ve siyasi eğitim diğer bir yandan tüm Türkiye devrimcileri ve halkları adına Filistin davasının kararlı savunucuları olma adına kamplarda yer alırken, bazı kişilerin nispeten farklı niyetleri olabilirdi.



İsrail 1982 Haziran başında saldırıya geçti. Daha sonra ayrılıkçı olacak bu gurup ise 1981 yaz aylarında bu kamplarda bulunuyorlardı. Ne savaş, ne iç savaş tırmanışı vardı (iç savaş sürmesine rağmen bu yörelerde bir çatışma bulunmuyordu, Arap Barış Güçlerinin müdahalesiyle iç savaş nispi bir dinginlik içindeydi.)



Bu dönem Levent Sultan yoldaş denetiminde, siyasi ve askeri çalışmalar ve o zaman (tam 12 Eylül yıl dönümünde, 1981) TC. Büyük Elçilik Binası duvarlarına yapılan yazılamalar, askeri eylem gündeme gelmişti. Bu dönem her siyasal olayda açıklamalarımız, toplantılarda etkin yer alışımız, Filistin örgütleriyle artan bağlarımız ilerlemekteydi.



Enver Sedat’ın Ekim savaşı kutlamaları sırasında, katledilişinin ardından büyük kaygıya kapılan bazı arkadaşların sınır kamplarından Beyrut içlerine taşınması kararlaştırıldı. Filistinli göçmenlerin yerleşim alanlarından biri olan Burj El Berajina’da kiralanan bir evde ve Beyrut içindeki mevzilerde yoldaşların yerleştirilmesi sağlandı.



81 yılı sonlarında İsrail’in hazırlıkları gözle görülür bir hal almıştı. Savaş uçakları Lübnan semalarını boş bırakmıyordu. Gözlemler yoklamalar ardı arkası kesilmeden sürüyordu. Engin’in kışkırtmaları da, Avrupa tatlı rüyasını pazarlaması da aynı süreçle birlikte tırmanıyordu. Bu sorunlu süreç, 82 yılı baharına doğru korkaklıkta, çekincede, bireysel kurtuluş arayışında öncü olan bu arkadaşların kamptan çekilmesiyle sonuçlanmıştır.



Bunu Engin’e gönderilen şu mektupta açıkça görmek mümkündür. “Yoldaş, özgeçmişimi yollasam Arapçaya ve İngilizceye çevirip orada ilticam kabul edilir mi. Benim iltica için bir takım avantajlarım var. İşkence gördüğümün belgelenmesi, gazetelerde çıkması,polisin 6. kattan atması,ceza evi firarisi olmam vs. Yunanistan iyi bir imkan…



“ Yoldaş (Engin, bn),senin hemen örgütten ayrılmadığına dair bir tekzip yazman gerekli. Bu çok önemli. Ayrıca spekülasyon ve dedikodulara cevap vermelisin. Biz yazacağın tekzibi burada dağıtır ve ülkeye yollarız. Senin için sağ pasifist, bizim için sol pasifist deniyor. Ali Keyyal şimdi önsözü dahi savunmuyor. Ülkeden ÖS (Öncü Savaşı bn) ve SP (Silahlı Propaganda) konusunda gelecek tepkileri karşılamak zor olacak. Bu yüzden SP ya tapan yoldaşlara esnek yaklaşmak gereklidir diyoruz. Adem (Adil Okay’ın kod adı)(Engine gönderdiği el yazılı mektubundan)



Bu gibi onlarca el yazılı belge uygun zamanda okuyucunun ve ilgili olanların karşısına çıkacaktır. Bilinmesini istediğimiz tek şey 80-90 döneminde yaşanan sorunlar, çirkin şahsi çıkar için çabalayanlara karşı bir örgüt savunusuydu.



Bu yazının konusu olmayan bu bölümü son anda ihtiyat amacıyla ekledim. Şimdi de uyarıyorum. Kişi kendini büyük kahraman, Filistin günlüklerinin piri olarak gösterebilir, buna diyecek hiçbir şeyimiz olmayacaktır. Bunlar kendilerini buna de inandırmış olabilirler. Bunun önemi de yoktur. Ancak, örgüte kara çalma, yoldaşların şahıslarına saldırma gibi hatalar içerecek olursa bunlara bu satırların söyleyecek çok şeyi olacaktır.



Bu dönemin ikinci boyutu, kamplara kahraman mücadeleci yoldaşların akın akın gelmesiyle başlayan döneme tekabül eder. Bunlar İsrail’e karşı, Levent Sultan yoldaşın başında olduğu direnmeyi yükseltenlerdir. Savaşa atılan bu yoldaşlar, örgütümüzün doğrularını canları pahasına teslim ettiler. Örgütün enternasyonalist dayanışmasını, halkları adına Filistin halkının haklı davası uğruna, dünyanın farklı bölgelerinden gelmiş olan direnişçilerle birlikte omuz omuza savundular. Bireysellik yapmadılar, savaştan korkmadılar, ayrılıkçıların Engin kışkırtmalarıyla yoldaşlarını terk edenlerin karşısına gerçek bir Acilci olarak çıkıp mücadeleye atıldılar.



Bu süreçte Lübnan’da Filistin devrimci güçleriyle birlikte bulunan ve tüm tutumları örgüt hiyerarşik disiplini altında olan yoldaşlar, emperyalizme ve siyonizme karşı bulundukları her alanda mücadele etme azmi ve kararlılığı içerisindeydiler. 1982 Haziran’ındaki İsrail saldırısı öncesi, askeri ve siyasi eğitimin tüm gereklerini yerine getiriyorlardı. Bu kapsamda İsrail’in içlerine operasyonlar ve keşifler dahil, askeri tatbikatlarda çekinmeden yer alıyorlardı. Cephenin en uç noktalarında, İsrail sınırında aylarca mevzi tutarak hem askeri eğitimi pratiğin içinde pişerek alıyor, hem de olanaklarından yararlandığı Filistin ve Lübnan halklarının mücadelesine fiili katkılarını sunuyorlardı.



4 Haziran 1982’de İsrail uçakları Lübnan’ı ve özellikle Beyrut’u bombardımana tabi tutarak savaşı başlattıklarında yoldaşlarımız savaş koşullarının gerektirdiği düzene ve hiyerarşiye hemen girdiler. İnsanlığın 20. yüzyılda yaşadığı en trajik koşullarından biri yaşanıyordu.



Ülkemizden bu ülkeye gelen yüzlerce kişi, savaş koşullarını görünce şaşılacak bir hızla ülkeyi terk ettiler. Ancak yoldaşlarımız, devrimci dayanışmanın ahlaki kuralları gereği asla tereddüt yaşamadılar. Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadelenin sınırları yoktu. Ortak düşmana karşı her yer bir cephe idi. Başka zamanlarda olanaklarından yararlandığın bir halkı, ortak düşmanın saldırısına uğradığında yalnız bırakıp kaçmak devrimcilik olamazdı. Orada bulunan bütün yoldaşlarımız bu kararlılıkta, bu bilinçte ve bu ruh halindeydi.Bu nedenle kaçış yolları arayanlara karşın onlar örgütün kararıyla ve kendi gönüllü kabullenmeleriyle ortak düşmana karşı Filistin ve Lübnan halklarının yanında savaş mevzisine girdiler.



Ve insanlığın gözleri önünde yaşanan insanlığın en trajik savaşında destanlar yazan direnişlerin içinde yer aldılar. Bunu da halklarımız adına, THKP-C (Acilciler) örgütü olarak yaptılar. Bu savaşta Levent Sultan yoldaşın yeteneği, sabrı, yönetme-kumanda etme ve manevra yetenekleri sayesinde yoldaşlarımız başarılara imza atmıştır.



82 Haziranı çok kanlı geçti. Beyrut kuşatıldı. Yoldaşlarımız kuşatma altında kaldı. Direnmeye Beyrut halkıyla birlikte devam edildi. Bu bir örgüt tutumuydu. Özel ve şahsi tutumların üstünde bir kolektif tutumdu. Ayrılıkçılar ise TKEP sığıntısı olarak Avrupaların yollarını bulana kadar örgütü tahrip etmek üzere, özellikle Bassit’te kirli işlere girişerek yoldaşın yoldaşı katledeceği ortamları hazırlamakla meşguldüler.



Bu bölümde de, Acilciler safında ilk kez bir araya yurt dışında gelenlerin birbirini sınadığı bir süreç yaşandığını belirteceğim. Bu süreçte, bireysel zaaflarına teslim olanlarla, örgütsel tutumda ısrarla ülkesindeki özgürlük ve demokrasi mücadelesine atılmak isteyenler arasındaki ayrımı açığa çıkmıştır, diyerek sonuca bağlayacağım.






Sonuç:




Engin Erkiner bu söylemlerle nereye varmak istiyor, bunun altında yatan siyasal duruşu nedir? Bu örgütümüz açısından hesaba hiç katılmayacak bir durumdur.



Anıları kin üzerine yoğunlaşmış birinin siyasal bir zeminde kavramak oldukça güçtü. Şahıs olarak ona cevap versem de örgütümüzün siyasal olmayan yaklaşımlara vereceği hiçbir cevap olmayacaktır. Kişi kendine bunu siyasal bir tercih yapmışsa, tekrar olması nedeniyle, Doğu Perinçek gibi trajedi bile olamayacaktır.



Evet, ağır bedeller ödedik, yoldaşlarımızı bize karşı muhbirlik yapmaya kadar sürüklediler. Engin bunun tek kışkırtıcısıydı. Avrupa üzerinden ayrılıkçılığı, yoldaşın yoldaşı katletmesini durmadan körükleyendi. Sorunlarımız önemli ölçüde siyasi değildi, bir araya sakince gelip anlaşmamamız için hiçbir neden yoktu. Ancak Engin gibi TKEP’lilerin de katkısıyla, ölümüne birlikte yürümüş, zindan yatmış, aynı mahallenin, aynı bölgenin, aynı ülkenin ve örgütün yoldaşları birbirini kırmak üzere insafsızca kışkırtılmıştı.



THKP-C(Acilciler) örgütü 80-90 yıllarını bu ağır iç ve dış baskılar altında geçirdi.



Muhbirlerle savaş, düşmanla savaştan çok zordu. Ancak bu da aşıldı. Ülkemize yakın bir alandaydık, mücadele kararlılığımızı terk etmeden buralarda var olduk, buna hala devam ediyoruz da. Onlar ise, istedikleri yere bir biçimde ulaştılar, aralarında dik duranlar olsa da, inanılmaz bir çirkefe bulananlar çoğunlukta oldu. Ancak doğruları kesişen ve örgüt saflarında kalanlar hiçbir dağılmaya, çözülmeye girmeden, dün olduğu gibi, olduğunca özgürlük ve demokrasi mücadelesine omuz vermeyi, örgütlerinin çatısı altında savunmaya devam etti.



Aramızdaki fark bu yazının konusu değildir. Bizler, eski yoldaşlar arasında hala dik duranları saygıyla karşılamaya devam ediyoruz. Ancak hiçbirine bu örgütün şehitleri adına, zindana düşenleri, işkenceden geçenleri ve kararlıca bu yolda yürüyenler adına örgütümüze kara çalınmasına izin vermeyeceğimizin bilinmesini isteyerek bu satırları noktalıyorum.