HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Haziran 2008 Pazar

SEVR Mİ? LOZAN MI? TARTIŞMASI YERİNE SİZ ÖNCE LOZAN'I İKİRCİMSİZCE UYGULAYIN..."




SEVR Mİ? LOZAN MI? TARTIŞMASI YERİNE



SİZ ÖNCE LOZAN’I İKİRCİMSİZCE UYGULAYIN..!



Bu ülkenin en üstün demagogu ortaya bir söz attı, kırk akıllı esasını bulamadı. Alışılageldiği gibi, iç sorunlar içinde boğulan ülke yönetimi, dikkatleri dış ortamlara atmak üzere yenden, Sevr öncüsüyle akılları karıştırmaya başladı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Batının Sevr’i tezgahlamakta olduğunu” beyan etti. Özel röportajlarda da Avrupa Parlamentosundan gelen demokratikleşme istekleriyle ilgili yazışmaları bu yönde yorumladığını ifade etti. Böylece Sevr rüzgarları yeniden esmeye ve yorumlar birbirini takip etmeye başladı. Siyasi gündem, hala bunun izlerini taşımaktadır.



Sevr anlaşması, yöneticilerinin iradesiyle girilen 1. Dünya savaşında yenilmiş olan Osmanlının, tarihler boyunca gasp ettiği, başka uluslara ve halklara ait topraklarından çekilişini tespit eden bir anlaşmadır. Bu noktada Sevr’in Türkiye’yi bölmesi ya da bölmemesi diye hiçbir sorun yoktur. Böyle bir şey de işlememiştir, işlenemezdi de. Zira Türkiye diye bir olgu henüz ortada yoktu. T.C kurulup yapılandırılırken Osmanlıdan arta ne kalabilirse, başka halk ve ulusların topraklarından neler koparılabilirse onu kapabilmek için, Sevr’e tepki geliştirildi. Bu gerçeği anlamak için Lozan ile Sevr’i karşılaştırmak yeterlidir. Lozan anlaşması ki, T.C yöneticileri tarafından göklere çıkarılan bir anlaşmadır, Osmanlının tüm mirasını T.C’ye devretmemiştir. Tersine o da Sevr gibi, Osmanlının gasplarını sahiplerine vermeyi onaylamıştır. Lozan anlaşmasıyla da Osmanlının, sahiplerinden gasp ettiği yüz binlerce km’lik topraklar bırakılmak zorunda kalınmıştır. Trakya, Musul, Kerkük, Adalar, Libya üzerindeki haklar, Tunus, Cezayir ve Mısır üzerindeki haklar, Hicaz (şimdiki Suudi Arabistan), Irak ve Suriye, Kıbrıs topyekûn terk edilmiştir. Bu yerlerin terki Sevr’de de, Lozan’da da onaylanmıştır. Bu anlamda Lozan anlaşması, Sevr’den hiçbir surette temel farklılıklara sahip değildir. Sevr’in onlarca temel maddesi olduğu gibi Lozan’da korunmuştur. Bu anlamda Lozan ile Sevr arasında özce değil, sadece nicelikte bir fark vardır. İşte bu fark Türkiye’de süre giden siyasi istikrarsızlığın temel kaynağıdır. Bu anlamda Sevr anlaşmasının öcü haline sokulması, gerçekçi bir tutum sayılamaz. Her iki anlaşmada yenilmiş, yıkılmış ve dağılmış, başka ulus ve halkların topraklarını terk etmek zorunda kalmış Osmanlının gasplarını, sahiplerine dağıtma olayıdır; bu her ne kadar Sevr’de tamamlanmış, Lozan’da eksik bırakılmış olsa da.



Bilinmeli ki Sevr anlaşması, hayali bir anlaşma değildir. Temel soyut varlıkların bir anlaşma metnine dökülmesi hiç değildir. Belli gerçekler ve dayanaklar üzerinde oluşmuş bir anlaşmadır; böyle bir anlaşmada neden Anadolu’da Çin devletinin kurulması istenmedi de, Kürdistan’ın kurulması öngörüldü. Ya da, neden Hatay’ın Suriye’ye bırakılması öngörüldü de, Sirilanka’ya verilmedi? Bütün bunlar ulusal, coğrafi, kültürel ve önemli bir ölçüde de galip devletlerin temel çıkarları gözetilerek belirlenmiştir. Zaman bu önermelerin sık sık gündeme çıkmasıyla da, hayalle değil gerçeklerle ilgili olduğunu, belli dayanaklar üzerinde yükseldiğini göstermiştir. Türkiye’nin üstünde oturduğu Anadolu topraklarındaki mozaik yapı var oldukça, bu yapının temel öğeleri, kendi bağımsız kimlikleri uğruna kararlı tutumlar ve demokratik arayışlar geliştirdikçe, Sevr’in gerçeklik boyutlarıyla sürekli yüz yüze gelinecektir. Türkiye’nin gerçek dengesi ve siyasi istikrarı da bu sorunların çözümüne dolaysızca bağlıdır.



Bütün bunlar bir yana, T.C her konuda olduğu gibi, uluslararası anlaşmalarda da ilkesizdir. Bu ilkesizliği, göklere çıkardıkları Lozan anlaşmasının uygulanmasında gösteriyorlar; onlar Sevr anlaşmasını öcü olarak gösterebilirler, düşünce yasaklarını Sevr heyulasıyla vatandaşlara dayatabilirler, ancak Lozan’larıyla ne kadar tutarlı oldukları tartışma konusu olursa, yalanlarını gizleme şansları hiç kalmaz. İşte bugün siyasal gündemde görülmesi gereken önemli gerçeklerden biri de budur.



Lozan anlaşmasının 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir ve tamamı şöyledir:



Madde 37 - Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanımasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder.



Buna göre T.C’nin hiçbir kanuni hükmü, yönetmeliği ya da resmi işleminin bu 7 maddeye aykırı olamayacağı kesin hükme bağlanıyor. Bu 7 maddeden 39. maddenin 4. paragrafı şöyle demektedir;



Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.



Burada beyan edilen hususlar tartışmaya yer vermeyecek bir açıklıkla, ayrımsız tüm Türkiye vatandaşlarına, hukuki olarak Türkiye vatandaşı olan herkese, demokratik bir hak olarak dil özgürlüğünü ve bunu basın-yayın, toplantı ya da ticari amaçlarla özel olarak kullanma hürriyeti vermektedir. Burada verilen özgürlük, tamamıyla Türkiye mozaiği gerçeğinden kaynaklanıyor. Türkiye’de farklı ulusların, halkların, kültürlerin ve dillerin olduğunu tespit ediyor. Bu gerçeğin herhangi bir nedenle, herhangi bir zamanda baskı altına alınmaması, yasaklanmaması amacıyla, demokratik bir ilke anlamında mutlak bir kayıt ve taahhütle Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna ve yapılanmasına Lozan anlaşması aracılığıyla yerleştiriliyor. Buradaki mantık, Sevr mantığından farklı değildir, aynıdır. Sevr’de bu sorunun boyutları Anadolu’da kalan toprakları da kapsamışken, Lozan’da aynı yöntemle, Anadolu’da dil özgürlüğüyle yetinilmiştir. Sevr ve Lozan yalnız Anadolu sahasında farklı yanlar taşıdı ancak, azınlıklara ve tüm vatandaşlara tanıdığı dil özgürlüğüyle aynılaştı.



Ancak Lozan’ı göklere çıkartanlar, bu mutlak hükümlere bugüne kadar uymama ısrarları uluslararası anlaşmaları ikiyüzlüce, ikircimlice ele almayı biricik yol seçmelerindendir. Bugün tartışma konusu yapılan “Anti Terör Yasası”yla ilgili 8. Madde sorunu da, Lozan’la düşülen çelişkili tutumla ilgilidir; T.C yöneticilerinin 70 yıl önce mutlak hükümlere bağlayıp kabul ettikleri, Türkiye vatandaşlarının her türlü dille basın-yayın ve toplantı yapma hürriyetlerini uygulamamaktan başka bir şey değildir. Uluslararası hukuka göre “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesi, Lozan anlaşmasının 39. maddesinin 4. paragrafında zikrolunan hükmün lafzına ve özüne karşıdır. Lozan anlaşmasında herkese istediği dille siyasal ve sosyal ilişkilerini düzenleme özgürlüğü tanınıyor; “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesiyle de bu özgürlüğe “bölücülük” damgası vurularak yasak getiriliyor. İşte ikircimlilik budur ve bu tutum T.C’nin mayasında, anayasa ve teşkilatlarında egemen bir varoluş içindedir.



Sevr mi? Lozan mı? tartışması bu noktada anlamsızdır. Lozan’ı göklere çıkartanlar önce şereflice ve adam gibi, uluslararası ilişki kurallarına uygun olarak anlaşmayı hayata geçirmeleri gerekmektedir. Bu noktada Lozan’larını çiğneyenlerin, Sevr’i halka bir öcü olarak tanıtmalarının hiçbir inandırıcı yanı olamaz.



Demagojiyi medrese yapanların, ekol haline getirenlerin devletinde, ilkesizlik her şeyin tek ilkesidir; bunun adı da Türkiye Cumhuriyeti’dir. Lozan’daki demokratik maddelere dahi sırt çevirenlerin Sevr’i kavramış olmaları, iyi ya da kötü olup olmadığı hususunda karar vermelerinin güvenirliliği olamaz. Bu meyanda ilgili herkesi iki anlaşmayı da karşılaştırmalı okuyup, kavramaya davet ediyoruz. Ve iddia ediyoruz ki, Sevr ve Lozan’ın özü birdir! Lozan, Sevr’den kısmi olarak eksiktir. Türkiye’nin siyasal istikrarında bu eksiklik yatmaktadır. Kaldı ki T.C’nin yasakçı, militarist yöneticileri Lozan anlaşmasına bile sadık değillerdir. Türkiye kamuoyunun bilgisine sunulur.



19 Mayıs 1995



THKP-C (ACİLCİLER)


MERKEZ KOMİTESİ.



Festivalimizin adı Evvel Temmuz!


MEVLÜD ORUÇ


06/07/2008


Temmuz’un ikinci haftasını boşaltın. 10-14 Temmuz tarihlerinde Samandağ’a, ‘Evvel Temmuz Festivali’ne davetlisiniz!


Bu yıl herkesi Samandağ “9. Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali”NE bekliyoruz. Her yıl Temmuz ayının ikinci haftasında, 14 Temmuz’u DA içine alacak şekilde beş günlük festivalimiz var. 14 Temmuz Rumi takvimde Temmuz ayının birinci günüdür. Zaten Arapça’da “evvel” başlangıç, ilk anlamında kullanılır. Gelenek, töre ve bayramlarımızı çoğunlukla doğu takvimi olarak bilinen Rumi takvime göre kutlarız. Evvel Temmuz bayramımızın inancımızdaki adı “iyd el-Havariyün” bayramıdır.


Festivalimiz dokuz yaşında olmasına rağmen Evvel Temmuz bayramımızın geçmişi 5000 yıllıktır. Sümerlerin Dumuzi’sinin Samilerdeki adı Temmuz’dur. Suriye ve Anadolu’da Attis’e ve Adonis’e, Yunanlılarda Uranüs, Avrupa’da Ostar’a dönüşen, bitkilerin ölen ve yeniden dirilen tanrılarıdır. Hasat, bolluk, bereket bayramı. Hıristiyanlık sonrası Ester’e (Paskalya) dönüşür. Bu tanrının karısı DA var. Sümerlerde İnanna, Samilerde İştar, Mısır’da İsis, Hitit’te Hepat, Yunan’da Artemis, Demeter ya DA Afrodit, Roma’da Venüs, Anadolu’da Kibele, Kürtlerde Star adını taşıyarak, yüzyıllar boyu çeşitli toplumların efsanesinde yaşadı. Bu öykülerde Habil ile Kabil’i, Leyla ile Mecnun’u DA görebilirsiniz. Musevilerde Astarte, Hıristiyanlarda İsa’nın yeniden dirilişi, Kuran’da birçok ayette izleri olduğu iddia edilen öykü, Samandağ’da Evvel Temmuz bayramı olarak yeryüzüne çıkıyor.


Bayramımızın yoğun kutlanma yeri Samandağ sahili, Hz. Hıdır makamı ve diğer ziyaretlerimizdir. Yeni elbise almanın ve deniz sahiline gitmenin önemli olduğu ve nadir yaşandığı çocukluğumuzda, en yeni elbiselerimizle yılda bir defa Evvel Temmuz bayramında deniz sahiline gitmeyi dört gözle beklerdik. “İyi sıhhatte olsunlar” 1980’lerde bayramlardan, inançlardan hatta neşe ve mutluluklardan korku duyanlar oldu. Evvel Temmuz bayramını kutlamak yasaktır fermanı yayınlandı. Hz. Hıdır makamına ve deniz sahiline giden yollar geçişlere yasaklandı. Ama, halk inancından, bayramından ve geleneğinden vazgeçmedi. “Ferman padişahın, deniz sahili bizimdir” diyerek bayramını kutlamak için Hz. Hıdır ziyaretine ve deniz sahiline yine ulaştı. 2000 yılından itibaren halkımızın geleneksel bayram kutlama biçimine bir zenginlik, bir organizasyon katabilir miyiz, sorusuyla yola çıkarak çeşitli etkinlikler yapmaya başladık. Bir günlük olarak başlayan etkinlikler, yıldan yıla artarak ve olgunlaşarak, bu yıl beş günlük festival haline geldi. İlk yıllarda “eski köye yeni adet getirmenin” sonucu olarak büyük köstek de gördük, destek de. Sümerlerden bu yana bütün uygarlıkların içinden geçen, onların izlerini, emeğini taşıyan, tarihi eser niteliğindeki arkeolojik damarı işlememek, ülkemize ve bütün dünyaya tanıtmamak olmazdı. Geçmişin bize armağanını, gücümüz ve ufkumuz yettiğince üstüne artı koyarak geleceğe aktarmak istedik. Belediye dahil, hiçbir resmi kurumun desteği olmadan, tamamen sivil toplum kuruluşlarının desteği ve organizasyonu ile yapılan festivalimizin, sivil niteliğine ve geleneksel kutlama şekline aykırılık yapmamaya çalışıyoruz



Hey heyet ve it li li


Bu yılki etkinliklerimiz 10 Temmuz’da, davul zurna ve debke (halay) eşliğinde yapılacak olan festival açılış yürüyüşü ile başlayacak. Programımızda bulunan etkinliklerden bazıları ise şu şekilde: Çocuklara uçurtma dağıtımı ve uçurtma şenliği, yöremizde doğa ve tarih yürüyüşü, Samandağ kâğıt oyunu binaki turnuvası, Hey heyet ve it li li yarışması ve satranç turnuvasın DA yarışacağız. Geleneksel Hrisi yemeğimizi yiyeceğiz.


Kumsalda ücretsiz izlenebilecek etkinliklerden bazıları ise Nurettin Rençber, Suriyeli sanatçı İbrahim Sakır, Ezginin Günlüğü, Nihat Çay, Hayat Aşkar, Grup Akdeniz ve Vakıflı Köyü Korosu. Etkinliğe katılan grup ve sanatçılar Türkçe, Arapça ve Ermenice türküler ve şarkılar söyleyecek. Birarada kardeşçe yaşamın başkenti Antakya yöresinde hoşgörü, barış ve kültürel zenginlik konusunda, Hıristiyan cemaatinden Basil Çapar ve Alevi şıh Galip Hocaoğulları ile söyleşi yapılacak. İlimize gelecek konuklar aarsında Mithat Sencer, Ömer Laçiner, Oya Baydar, Aydın Engin, İnci Hekimoğlu, Volkan Yaraşır, Ahmet Telli de bulunuyor. Geçim kaynaklarımızdan seracılıkla ilgili de bir panelimiz var. Halk sağlığı ile ilgili panel ise Tabipler Odası’nın desteğiyle Uzunbağ beldesinde yapılıyor.


Festivalin bütün etkinlikleri ücretsiz. Dünyanın ikinci uzun (14 km) kumsalında yapılan etkinlikleri izlemekle birlikte, Çevlik ören yeri, Seleukia ad Piera antik kenti, mühendislik harikası, dünyanın ilk tüneli olan Tutis ve Vespesianus tünelini, kentin akropolünü, Beşikli mağaralarını, St. Simone’un bir sütun üzerinde 40 yıl yaşadığı yer olarak bilinen St. Simone stilist manastırını, Hıdır Bey köyünde daha önce içinde dükkan işletilen Musa ağacını, Asi nehrinin denize kavuştuğu boğazı DA görme olanağına sahipsiniz. Türklerin, Ermenilerin, Arap Alevilerinin, Arap Hıristiyanların, Arap Sünnilerin saygıyı, hoşgörüyü, kardeşliği yaşam tarzı haline getirdiklerine tanık olacaksınız. Sahilde dizili restoranlarda balığımız eşliğinde boğma rakımızı tadabilirsiniz. Rakı içmem diyorsanız, el yapımı ‘imbit’i (şarap) tercih edebilirsiniz. Gar (defne) sabununun temizliğini ve eşsiz kokusunu tanıdıktan sonra Samandağ ipeğinden giyinmenizi tavsiye ederiz. Roma İmparatorluğu’nun üç büyük kentinden biri ve doğu başkenti, yakın çağımızın en küçük ve en kısa süreli devletinin merkezi, 20 km yanımızdaki Antakya’da mozaik müzesini (dünyanın ikinci önemlisi), Hıristiyanlığın ilk kilisesini, çan, ezan, hazan ve hıdır kültürünü, Harbiye (defne) şelalesini görebilirsiniz. ‘Akdeniz akşamları bir başka oluyor/Hele bir de aylardan Temmuz ise bambaşka/Sahilde insanlar kol kola sımsıcak...’ Bu şarkıyı birlikte söyleyebilmek için, Temmuz’un ikinci haftasını boşaltın. 10-14 Temmuz tarihlerinde Samandağ’ına bekleriz.


NOT: Antakya Havaalanı’ndan her gün Ankara ve İstanbul seferleri var.


MEVLÜD ORUÇ: Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği YK. üyesi, Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali Tertip Komitesi Üyesi


24 Haziran 2008 Salı

23 Haziran 2008 Pazartesi

HALK NEREDE?




Yener ORKUNOĞLU



Geçen haftaki yazıma yönelik bir kaç ileti aldım. Bir dostum, ‘Aydınlar nerede diye soruyorsun. Güzel de, bir de ‘halk nerede’ diye sorsan nasıl olur’ dedi.


Dostumun bu sorusunu başka bir okurun söyledikleri ile ilişki içinde almam gerekir. Şöyle yazmış bu okurum: ‘Aziz Nesin, Türklerin %60, Kürtlerin %90’inin geri zekalı olduğunu da söylemişti. Bu konuda da onunla aynı fikirde misiniz?


Aziz Nesin’in Türkler için ‘geri zekalı’ sözünü kullandığını biliyorum, ama Kürtler için bu lafı ettiğini bilmiyorum.



Keşke biri zamanında Aziz Nesin’e şöyle cevap verseydi: ‘Hadi varsayalım dediğiniz doğru ve halkın %60’ı geri zekalı(!) . Peki ama halkın geri kalan %40’ını neden harekete geçiremediniz?’


Bu gerçekten siyasal örgütlerin cevap vermesi gereken önemli bir sorudur.


Ayrıca düşünürlerin ve yazarların, kendi halkına karşı eleştirel yaklaşım göstermeleri normaldir. Hatırladığım kadarıyla ünlü Rus yazarı Tolstoy da ‘sefil Rus halkı’ sözcüğünü kullanmıştı. Ama bu sözü Rus halkını küçük göstermek için değil, Çarlık tarafından sefil bir duruma düşürülen Rus halkının durumunu belirtmek için kullanıyordu. Nihayet Lenin de,’Çar cellatlarının, asilzadelerin ve kapitalistlerin halkı nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ızdırab verir’ diyordu.


Aziz nesin, sefil hale düşürülmüş Türk halkının durumuna dikkat çekmek için acı bir sözü tercih etmiştir.


Bugün Türk haklı sefil bir duruma düşürülmüştür. ‘Halk kuyrukçuluğu’nu bırakıp, Türk halkının sefil durumunu görmek gerekir. Ama halkın sefil durumundan hareket ederek, halkı küçük görmek veya halka olan güveni yitirmek çıkış yolu değildir. Zaten devrimcilik, gerici bir halkı ilerici yapmak demek değil midir?


Bir başka tanıdık ise geçen haftaki yazıma değinerek entelektüel sözcüğü ile aydın sözcüğünün aynı anlama geldiğini ileri sürüyor, entelektüel sözcüğünün yabancı kökenli olduğunu, sözlükteki karşılığının ‘aydın’ olduğunu belirtiyordu. Entelektüelin sözlükteki anlamını da sorgulamak gerekir. ‘Entelektüel’ ve ‘aydın’ sözcüklerinin farklı anlamda kullanılması gerektiğini savunuyorum. Bu konuda gerekçelerim var.


Bilindiği gibi Marx egemen ideoloji konusunda şunları yazıyordu: Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, entelektüel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirlerinin içine girmişlerdir ki, kendilerine entelektüel üretim araçları verilemeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildirler…”


Burjuvazi hayatın her alanını denetim ve kontrol altında tutmaya çalışır. Kültür ve ideolojik alanı denetleyerek kitleleri yönlendirir. İletişim ve kültür aygıtları - okullar, üniversiteler, televizyon, gazete, sinema, tiyatro- üzerinden kitlelerin bilincini kontrol altında tutar. Peki ama entelektüel üretim araçlarını kim kullanır? Entelektüeller. Bu nedenle ben burjuva ideolojisini üretenlere entelektüel derken, burjuva ideolojine karşı olanlara aydın demeyi tercih ediyorum.


Entelektüeller, ‘kapitalizmin ölümsüzlüğünü’ kanıtlamaya çalışır. Oysa aydın, kapitalizmin sömürü üzerine kurulu bir düzen olduğunu ortaya koymaya çalışır. Kapitalizmin bir toplumsal düzen olarak aşılması gerektiğini savunur.


Türkiye’nin içinde bulunduğu durum metaforik olarak şöyle tasvir edilebilir. Halkı toprağa, aydını da tohuma benzetirsek, önümüze şöyle bir manzara çıkıyor: Geniş çorak topraklarda, az sayıda tohum. Eğer topraktan verim almak istiyorsak, tohumun azlığına ve toprağın çoraklığına karşı bir çözüm bulmak zorundayız.


Görüldüğü gibi, kolay umutlara ihtiyacımız yok. Sosyalist olarak çok zor bir görevle karşı karşıyayız. Bu halk nerede şeklinde soracağımıza, bu halk devrimci bir dönüşümü nasıl başarabilir diye sormak gerekmez mi?


22 Haziran 2008 Pazar

Vatandaşlığa davet

Etyen Mahçupyan

Türkiye’de solun kendisiyle yüzleşme noktasına gelmesi hiç de kolay olmadı. Entelektüel hayatı kuşatan yüzeysellik onları da avucunun içine almış, kendilerine verdikleri tanımın gerçekten de siyasi kimlikleri olduğunu sanmışlardı. Ne var ki daha 68’de bile bu heyecanlı, çoğu naif ve idealist gençlik gruplarının evrensel anlamda solla pek bir ilişkileri yoktu. Kavruk bir milliyetçiliğin ürettiği bağımsızlıkçılıkla, çaresiz bir otoriter zihnî geleneğin uzantısı olan devletçi siyaseti birleştirmenin ‘sol’ olduğunu sandılar. Oysa bizdeki 68 hareketi, sosyalist jargon üzerinden yapay bir evrenselliği terennüm ederken, işin aslında kemalizm üzerinden içe kapanma refleksi vermekteydi. Bu insanların iyi niyetinden kuşku duymak için hiçbir nedenimiz yok... O zaman da yoktu. Ama ideolojinin onları sıkıştırdığı mağdur ve ezik ruh halinin ‘akıllı’ bir siyaset üretemediği, söz konusu ideolojinin epeyce şizofrenik bir algılamaya dayandığı da epeyce açıktı. Ne yazık ki işin içinde olanlar henüz bu gerçeği fark edemeden, kendilerinden daha ‘ilerde’ olan devletçi abileri tarafından ölüme kadar sürüklendiler...


Her ideoloji akıl yürütmeyi etkiler ve bu nedenle de farklı akıl düzlemlerinin oluşmasına katkıda bulunur. 68 döneminin ideolojisi maalesef akıl düzeyi düşük bir siyaseti ve entelektüel ortamı ifade etti. Kendilerine solcu diyenler işin temeline inildiğinde siyaseten kemalist, kimlik olarak ise laik birer modernist olduklarının farkında değillerdi. Solculuğun her şeyden önce bir itiraz olduğunu ve söz konusu itirazın doğal olarak egemen güce karşı seslendirilmesi gereğini ideolojik olarak çarpıttılar. Egemen güç olarak emperyalizmi öne sürerken, Türkiye’ye de bir koloni muamelesi yaptılar. Ne var ki bu topraklarda emperyalizmin egemen güç olması için bile devletle uzlaşması gerekiyordu. Diğer bir deyişle bu topraklarda devleti karşına almadan emperyalizmle de mücadele edilemezdi. Nitekim 68’liler de sık sık NATO lafları ediyorlardı ama sanki Batı dünyası kendi arzularını Türkiye’ye zorla kabul ettiriyormuş gibi devleti de mağdur kategorisine sokuyorlardı. Devletin mağdur olarak algılanması ise iki vahim sonuç yaratmıştı: Topluma gözlerini kapayarak devletin karşısındaki insanı algılamama ve çözümü devlette arama...


Dönem nihayette ‘modern’ dönemdi ve o zamanlar bizdekine benzer ‘solculuklar’ da yok değildi. Dolayısıyla 68’lilere sempati duyduk, onlara üzüldük ve bu hayatların esas olarak ideoloji tarafından heder edilmiş olduğunu söylemek istemedik. Bugün farklı bir dönemdeyiz... Modernliğin ‘akıllı’ kısmının bile işe yaramadığı; solculuğun felsefi olarak modernliğe, siyasi olarak ise yerel hegemonyaya bir itiraz oluşturduğu bir dönem. Bugünün solculuğu evrensel düzlemde pozitivizme, güç siyasetine, tahakkümü doğallaştıran düzenleme mekanizmalarına karşı çıkmak... Aynı şekilde kendi ülkemize baktığımızda da darbelere, bürokratik vesayete, insanları klişeleştiren resmî ideolojiye karşı çıkmak. Laikliği bir kimlik sayarak, kemalizme yaslanarak solcu olmak zaten mümkün değildi, ama bugün kendimizi aldatmak artık olanaksız.


Ancak Türkiye dünyadan hiçbir zaman kopmadı ve günümüzün solu da bugün ‘Genç Siviller’ gibi grupların dilinden bizlere yansıyor. İtirazlarını mizahla yoğurarak eyleme döken bu grubun bizleri davet ettiği zekâ düzeyi, kendimizi kandırmamıza imkân tanımıyor. Yaşanan darbe girişimini deşifre ederken, bizzat darbecilerin sıradan vatandaşa kıyasla daha ‘az akıllı’ olduğunu da gösteriyorlar. Yarın saat 17’de Tünel’den Taksim’e yapılacak yürüyüşle ilgili çağrılarında şöyle diyorlar: “50 yıldır cesaret edemediğimiz, hep geç kaldığımız bir şeyi yapmak için toplanacağız. Demokrasiden, adaletten, özgürlükten yana ve darbeye karşı bir ses çıkartmak için... Yılın en uzun ve en güzel günü şehrin orta yerinde sessizlik yeminlerimizi demokrasiden, vicdandan, adaletten yana derinlerden gelen bir uğultu sesiyle bozuyoruz. Kepenkleri indiriyoruz, televizyonu kapatıyoruz, yemeğin altını söndürüyoruz, işimizden izin alıyoruz, birlikte İstiklal Caddesi boyunca bir akşamüstü yürüyüşüne çıkıyoruz. Tek renk, tek slogan, tek pankartla... Beyazlar içinde. Bir daha karanlıklar üzerimize çökmesin diye.


‘Genç Siviller’ her kesimden paydaşları ile birlikte bugün bizleri solculuğa, işin özünde vatandaşlığa davet ediyorlar. Nihayet insanı gören, ona dokunan, onunla konuşan; devletçi baskıya ve riyakârlığa karşı çıkan demokrat bir duruşla...

19 Haziran 2008 Perşembe

Akılsız Aklın Serüvenleri: Yüzyıllık İktidar Savaşları

Nadir Nadi Çelik

Ya İktidar, Ya İktidar!



Nisan muhtırası, 367 engeli, yargıtayın kapatma davası ve akabinde Anayasa Mahkemesinin Akp hükümetinin üniversitelerde türban serbestisi kararını iptal etmesi İttihatçılarla Akp arasında süren iktidar savaşının yoğunlaşarak devam edeceğine dair işaretler veriyor. Anlaşılıyor ki, ittihatçılar ellerinde bulunan bütün araç ve gereçlerle kuşatma ve kuşatmayı perçinleştirerek savaşı sürdürecekler.



Genelkurmay başkanının ‘’Güçlü konumdaysan sürekli saldırı pozisyonunda olmalısın’’ politikasının gerekleri yerine getiriliyor. Saldırı ve kuşatma altındaki ’düşman’ teslim olmazsa bile yeni hamleler yapma gücü ve moralini kendisinde bulmayacaktır ki, böyle bir durumu bile ittihatçıların, kazanım olarak gördükleri anlaşılıyor. Şu anda yaşanılan iktidar savaşını daha önceki iktidar savaşlarından ayıran dikkate değer özellik kullanılan yöntem ve taktiklerdeki zenginliktir. Muhtıra ve askeri darbe gibi klasik yöntemlerin yegâne yöntemler olmadığı ayrıca bu yöntemlerle artık iktidarı elde tutmanın yetersiz olduğunu ve uluslararası mevcut durumunda buna uygun olmadığını anlamış görünüyorlar. İki bininin ilk yıllarından itibaren AKP’ye karşı sürdürülen savaş, ittihatçılar için bir yüzyıldır süregelen iktidar savaşları zincirine eklenmiş yeni bir halkadan başka bir şey değildir. Bugüne kadar girdikleri bir dizi iktidar savaşında ufak tefek sıyrıklar sayılmazsa zaferle çıktıkları rahatlıkla söylenebilir.


İttihatçılar, demokratik yollarla elde etmedikleri iktidarı yine demokratik olmayan yöntemlerle elinde tutmaya çalışmaları anlaşılması zor olan bir durum değildir. Her şey bir darbeyle başlamıştı ve bir yüzyıldır darbelerle devam ediyordu. 1913’te Enver paşanın tetikçi Yakup Cemil ile birlikte gerçekleştirdiği Bab-ı Ali baskınıyla ya da darbesiyle kendilerini padişahlarının altı yüzyıllık iktidarına ortak koşmayı başarabilmişlerdi. Bu başarıda Alman Şansölyesinin büyük payını hatırlamakta yarar var. Birinci dünya savaşındaki yenilgiyle birlikte Enver ve Talat kliği alman efendileri ile birlikte sahneden çekilince bu kez de savaştan galip çıkan İngiliz ve Fransızlarla onların İttihat Terakki içindeki uzantıları (veya uzantı olmak için yanıp tutuşanları) sahneye çıkmış oldu. Galip devletler, Almanya’dan farklı olarak uzantılarını padişaha ortak koşmak yerine padişahı tasfiye edip, iktidarı uzantılarına emanet etmeyi tercih edince böylece İttihat Terakki fırkası ile saltanat arasında öteden beri bazen açık bazen kapalı süregelen iktidar savaşı da İttihatçıların lehine noktalanmış oluyordu. Ancak her nokta aynı zamanda yeni bir başlangıcın işaretiyse, saltanatla ittihatçılar arasındaki iktidar savaşının noktalanması da bu kez yeni bir iktidar savaşının yani İttihatçı hizipler arasındaki savaşının işareti oldu. 1920’lerin sonlarına doğru gelindiğinde İttihatçıların kendi aralarındaki iktidar savaşıda geride birçok suikastlar, idamlar ve sürgünler bırakarak kendisini noktalamıştı. Artık iktidarın gerçek sahiplerinin hangi ittihatçı klik olduğuda netleşmişti.



İttihatçı Keyfi

Kıta avrupası, ikinci dünya savaşının ortasında kendisini bulduğunda savaşın uzağında durmayı tercih eden İttihatçı klik, hem sistem dışı hem de sistem içi muhalif odakları temizlemiş olmanın keyfiyle anadoluyu türkleştirme projesine dört elle sarılmış durumdaydı. Hatta eski müttefik Almanya’yı kasıp kavuran, Hitler öncülüğündeki ırkçı akımdan aldıkları ilham ve moralle bir taraftan türkçülük politikasının ibresini daha yukarılara doğru çekerken diğer taraftan Hitler tipi bıyık ve saç modelini sessiz sedasız kopya edip keyif çıkarmaya başlamışlardı. Kendince bu keyfide hak ediyorlardı. Yaklaşık olarak, tek millet, tek dil, tek devlet (üstelikte cumhuriyet) projesinin önündeki engeller ya da engel olarak görülenler ya imha edilmiş ya göçertilmişlerdi geride kalanlar ise yaşadıkları vahşetten zaten dilleri tutulmuştu.


Despotik iktidarlarını batılılaşma gibi bir söylemle meşru kılmaya çalışıyorlardı. Batı’nın özelliklede Fransa’nın cumhuriyet sistemi model alınmıştı. Batı sisteminde mevcut bulunan organlara tekabül edecek organlar yaratılmıştı. Doğrusu yok yoktu. Ordu vardı, polis vardı ve üstelik bekçiler vardı. Ancak bu organlar her devlet modelinde vardı.


Demokratik devlet modelinde bir takım ekstralar gerekliydi. Ki, o ekstralarda vardı; yasama, yürütme ve yargı organları ve bunlar kuvvetler ayrılığı prensibine teorik olarak uygundu. Aslında batı demokratik devlet sisteminden eksik bir yanı yoktu. Tekmili birden demokratik devlet sisteminde olması gereken çıngıraklar ve süslerin benzerleri yaratılmış ve yerli yerince konulmuştu. Bir meclis vardı ki bu demokratik sistemin olmazsa olmazları arasında yer alıyordu. Ancak meclisin olması yetmezdi. Orada toplanacak ve yasaları çıkartacak insanların olması gerekiyordu. Ve üstelik bu insanların da halk tarafından seçilmiş olmaları gerekiyordu ki, halkın hür iradesi böylece meclise yansımış olsun. Bu sorunun çözümü de İttihatçılar için pek zor olmadı. Herhalde mebus olacakları ’’baldırı çıplak’’, ’’donlular’’ olarak ifadelendirdikleri anadolu halkının hür iradesiyle tespit etmelerini bekleyemezlerdi. Kendi aralarında seçtikleri arkadaşlarını çok kez hiç görmediği kentten mebus yapıp meclise gönderiyorlardı. Meclis adeta asker ya da sivil kökenli emekli ittihatçılarla dolup taşmıştı. Bir nevi emekli ittihatçılar kulübüydü demek daha uygun olacaktır. Askeriye tarafından sunulan taslaklar emekli meslektaşları tarafından mecliste kanun haline geliyordu. Yani hiç bir sorun yoktu. Temel politikalar meclis dışında belirleniyor ve daha sonrada mebuslar tarafından mühür vurularak resmileştiriliyordu. Böylece temel politikalar belirleme gibi ağır ve bunaltıcı yükten muaf tutulunca mühürdar duruma düşen mebuslara da kurdele kesmek ve nutuklar atmak kalıyordu.


Yine demokratik sistemlerin vazgeçilmez organlarından olan hükümet vardı yani yürütme organı. Onun birinci vazifesi meclise rağmen meclis dışında alınan kararları uygulamaktı. Bir de yargı organı vardı. Üstelik bağımsızdı! İsimleri konulmuştu ’’İstiklal mahkemeleri’’. Seyyardılar. Nerede muhalefet varsa anında cüppelerini alıp oraya gidiyor alelacele yargılayıp genellikle sonu idam olan kararları alıp yine aynı hızla Ankara’ya geri dönüyorlardı. Yukarıda aktardığım gibi batı tipi bir demokrasinin belkemiğini oluşturan ana organların hepsi mevcuttu.. Bir eksiklik yoktu. Mutlaka bir eksiklikten bahsedilecekse o da Demokrasinin olmayışıydı.


İttihatçılar için aslında bu bir eksiklik bile değildi.. Uluslarası şefleri olan İngiltere ve Fransa için ise bu zamanla giderilecek bir eksiklikti. Demokratik organlar olduğuna göre günü gelince demokraside olacaktı. Kaldı ki ‘barbar asya toplumları’nda demokrasiyi tesis etmek dünden bugüne gerçekleşebilecek bir olayda değildi. Her şeyden önce medenileştirme süreci İttihatçılar eliyle başlatılmıştı. Ve bu süreç devam edecekti. Kim, İngiliz ve Fransızların üstlendikleri ‘’barbar toplumları medenileştirme misyonu’’nun aslında emperyal politikalarını gizlemekte bir araç olduğunu iddia edebilirdi ki?. İşte Fransız ve İngilterenin mucizesi; Bütün ’’Barbar Asya’ya’’ örnek teşkil edecek bir model! İşte türkiye örneği!


Bu yıllar gerek Fransa gerekse İngiltere’de ’’ The Modern Turkey’’ başlıklı kitap ve makalelerin bolca yayınlandığı dönemdir. İttihatçılarla galip devletlerarasında öylesine bir mutlu ilişki kurulmuştu ki, bir ara Fransa kendisini tutamayarak, kaşla gözarasında, Liva İskenderun’u Suriye’lilerin çaresiz bakışları altında İttihatçılara vererek bu mutluluğu daha da pekiştirmişti. Doğrusu bugünler ittihatçıların en keyifli günleriydi.


Hiçbir keyif sonsuza kadar değildir


İkinci dünya savaşı sona erip, soğuk savaş başladığında kapitalist dünyanın yeni efendisi Amerika daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere demokratik bir dünya düzeni kurma misyonu üstlendiğinden, bu misyona uygun olarak Türkiye’de de bir takım değişikliklere gitmek zorundaydı ki bu değişiklikler şu satırların kaleme alındığı ana kadar sürecek olan yeni iktidar savaşlarına yol açacaktı. Tek partili ‘’modern sistem’ Amerika’nın ayak bastığı topraklarda yakışık olmazdı. Cumhuriyetçi partinin karşısına bir parti daha koymak gerekiyordu ve konuldu ve adı Demokrat Parti oldu. Nitekim Amerika’da da Cumhuriyetçi partinin yanı sıra bir de Demokrat parti vardı. Böylece yukarıda işaret ettiğim demokrasi eksikliğini gidermek de dünyanın yeni efendisine nasip olmuştu. Böylece temel hiç bir eksiklik kalmamış ve hem modern hem de demokratik bir Türkiye yaratılmıştı. Ancak çok partili sisteme geçiş her şeyden önce İttihatçıların iradesi dışında ve kontrol edemeyecekleri gelişmelerin ortaya çıkması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. Şöyle ki, ‘baldırı çıplak’ları arkasına alarak meclise girip oradan da iktidar yada iktidara kendisini ortak koşmaya kalkışanlar olabilirdi. Bu ise ittihatçıların asla ve asla tahammül edemeyecekleri bir durumdu.


Nitekim ittihatçıların aklına gelen başına gelmiş oldu. Demokrat Parti, ’’şu ya da bu söylemle ittihatçıların despotik yönetiminden bezmiş, başta din adamları, kürd beyleri, ve bir kısım aydın olmak üzere büyük bir kitlenin desteğini alarak meclisin kapısından içeriye kısmen ürkekte olsa girmeyi başardı. Ancak, meclisin bu yeni misafirleri çoğunluk durumda olmaktan yola çıkarak ciddi ciddi iktidar olduklarını sanıp işe koyuldular. Kanunlar çıkartmaya, ikili ve uluslarası antlaşmalar yapmaya, temel politikalar belirlemeye başladılar. Üstelik İttihatçılara danışmadan!. İşleyiş, teorik olarak adabına uygundu. Aslında sıradan demokratik rejimlerde olması gerekenler oluyordu.


Ancak İttihatçılarda bunlara ’’Aziz misafirler, ‘baldırı çıplakların temsilcileri olan aziz mebuslar, siz şimdi ciddi ciddi iktidar olduğunuzu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. O meclisi biz dostlar pazarda görsün misali kurduk. Batı ya sizdeki o meclis denilen şey bizde de var demek için kurduk. Mecliste çoğunluğu elde etmeniz iktidar olduğunuz ya da olacağınız anlamına gelmez. Meclisi ele geçirebilirsiniz ama İktidarı asla” diyemiyorlardı. Bunun yerine yer yer ‘’Bu memleket sahipsiz değildir’’ gibi gizemli uyarıcı, uyarıcı olduğu kadarda aba altından sopa gösteren ifadeler kullanıyorlardı ki, bunu da demokrat parti mebusları ya anlayamıyor ya da kedi numarasına yatıp üstüne almıyorlardı. Doğrusu bir komünikasyon sorunu yaşanıyordu ve sonuçta bu sorun ittihatçıların askeriye kanadının devreye girerek yasama ve yürütmeyi yassı adaya taşıyıp, hemen akabinde darağaçlarını kurmasıyla çözülmüştü. Böylece on yıl kadar bazen açık bazen gizli süren bir iktidar savaşı daha başarıyla sonuçlanmış, dersini alması gerekenler almıştı ya da almış görünmüşlerdi. Ancak bu zafer iktidar savaşlarının bittiği anlamına gelmiyordu. İktidar savaşları devam edecek ve İttihatçılar her seferinde de zaferler zincirine birer halka daha ekleyeceklerdi; 60 darbesini, 12 mart 71 muhtırası, 71 muhtırasını, 12 eylül 80 darbesi ve 12 eylül darbesini 28 şubat 97 zırhlı birlikler yürüyüşü izleyecek, partiler kapatılacak, kapatılan partilerin kadroları siyasa dışı bırakılacak, mebuslar tutuklanacak, tutuklanan mebusların bir kısmı idam edilecekti. Ve nihayet 2000’li yıllara varılacaktı. Bundan sonrada, bir yüzyılı pek yakında tamamlamak üzere olan akılsız aklın iktidar savaşlarının nasıl bir seyir izleyeceğini hep beraber seyretmeye devam edeceğiz.


18 Haziran 2008 Çarşamba

Haziran Sıcaklığı...


Murat Altunöz


“Özgürlüğün Geldiği Gün, o Gün Ölmek Yasak” demişti Cemal Süreya, Özgürlüğü beklemek güzeldir, Nazım’ın Mapus’ta özgürlüğü beklediği gibi, ama özgürlük Haziran sıcaklığında sevdalarımıza, umutlarımıza yansıyor, ölümlü bir sabah oluyor bazen.


Bir lokma ekmek için, tersanelerde ölen işçileri günlerdir izliyoruz. Ama sadece biz izliyoruz. ben merak ediyorum, Başbakan’da izlemiyor mu İşçi ölümlerini.


Sanırım Başbakan, Evlerine bir lokma ekmek götürmek için, her gün ölüme giden işçileri bilmiyor, zaten de bilse onları görmezden gelir diye düşünüyorum.


Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgide, çocuklarının geleceğini ören işçileri bir kez de, biz acaba dinleyebildik mi ?


Sorunlarını, açlıklarını, sevdalarını neden ölüme yattıklarını bir kez olsa dinledik mi.


Ne için ölüyor bu insanlar,


Acaba onlar ölürken bizler tersane önlerinde neden halaylar çekiyor, “ölümleri durdurun” sloganları atarken, işçi sınıfının öncüleri acaba, içlerinde bu ölümleri durdurmak için neler yapıyor ?


Sadece ülkemizde birkaç aile daha iyi zıkkımlanması diye, milyonlarca insan, saatlerce gece gündüz çalışmak zorunda kaldığını biliyor muyuz ?


Haziran sıcaktır, Umutlarımız gibi, ama biz her zaman olduğu gibi yine geç refleksimizi gösteriyoruz. Aydınlarımız her zaman olduğu gibi ölümlerde sonra ortaya çıkıp birkaç açıklama yapma onurunda bulunuyorlar. Hep öyle olamaz mı zaten.


Güzelim gencecik çocuklar açlığa bedenlerini mahpusta yatırırken ve her gün yüreğimizi kanatarak gözlerimizi yumarken hayata, aydınlarımız yine susmadı mı, İnsanlar susmadı mı, Onlar açlık içinde inançlarını törpülerken, biz akşamları evimize gidip, kim kiminle evleniyor, kim kaç milyon kazanacak, kimin eli kimin cebinde programını izlemedik mi ?


Ayda 400 YTL için kendini ölüme atan tersane işçilerini şimdi biraz daha dinlemeliyiz, ama sesiz dinlemeliyiz.


Onların gülüşlerini kanatan haziran sıcağına, fırından yeni çıkan samun ekmek kokusunu iyi hissetmeliyiz.


Yani biraz vicdanlı olmalıyız.


Özgürlüğün Geldiği Gün, o Gün Ölmek Yasak” demişti Cemal Süreya


Evet o gün ölmek yasaktı. Tersanelerde ölen gençlerin uğultusuna yüreğimizin sancısı karıştı, Mezarlarımızdaki gençlerin uğultusu umutlarımıza süzüldü. Hangi ölüme üzülmeliyiz şimdi,ne çok ölümüz var Haziran’da ne çok.


Ve son bir söz söylemek için


Ömür Umuttan tan önce Tükenmeli demişti Erdal,


Ama yüreğimiz dalgalara bir kez daha yenik düştü. Avuçlarımızdaki ter annemizin ağıtlarıyla bir kez daha kurudu.


Artık ömür saçlarımızın aklarına yeni dizeler buluyor kendine


Şimdi umut Erdal,


Şimdi Umut Dalgalardan çıkıp gelme zamanı


Şimdi Haziran sıcaklığında


Tersaneden mezarlarımıza kucaklaşma zamanı…


Şimdi Vicdanımıza bir kez daha dokunma zamanı…


18.06.2008 Halep-Suriye

16 Haziran 2008 Pazartesi

Entelektüel mi Aydın mı?

Yener ORKUNOĞLU


Aziz Nesin, Türk aydınları hakkında şöyle yazmıştı :


"Tastaman elli beş yıl oldu ben o karikatürü göreli, unutamıyorum. Bir geminin burnu karaya iyice girip saplanmış; o denli ki, bir ağacın dalları, geminin burnunda gözcülük yapan denizcinin kafasına çarptıktan sonra gözcü haykırıyor: - Karaaaa !


Bu öyle bir aptalca haykırış ki, ben o karikatürdeki gözcünün boğuk, korkak, kısık sesini elli beş yıldan beri hala duymaktayım. Unutamadım, çünkü aydınlarımızın ancak iş işten, atı alan Üsküdar'ı geçtikten, Üsküdar'da sabah olduktan, kafasına dank dedikten sonra gerçeği görüp haykıran o aptal ve korkak sesleri, hep sürüyor.


Günün verilerine dayanarak geleceği sezmek yada bulgulamak, sonra da bunu duyurup halkı uyandırmak aslında aydının göreviyken, ne 27 Mayıs'ı, ne 12 Mart'ı ne de 12 Eylül'ü önceden görüp halka duyurabildik."


***


Aziz Nesin, çok önemli bir şeye dikkat çekmişti. 'Aydınlar' geleceği sezememişlerdi. Burada, 'aydın'ın ne olduğu sorusu gündeme gelmektedir. Aydın nedir, sorusuna çok çeşitli tanımlar getirilmektedir: 'Aydın, kafası ile mücadele eden insandır', 'Aydın, soran ve sorgulayan insandır', 'Aydın, çağına karşı sorumluluk duyandır', 'Aydın, toplumu aydınlatandır', 'Aydın, toplumu dönüştürmeye çalışan insandır.' vb.


Türkiye toplumunda insanların yüzde 99 bu görüşleri paylaşır. Bu görüşlerin ortak yanı şudur: Aydın kavramına tek yanlı ve olumlu bir anlam yüklemek.


Ne varki, bu tanımlar bilimsel temelden yoksun, öznel tanımlardır ve aydın tanımına bilimselliğin dışında olumlu bir değer yüklenmektedirler.


Uzun zamandan beri 'aydın' ve 'entelektüel' kavramlarının birbirinden ayrı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. 'Entelektüel' insan, bilgi ve ideoloji üretimi ile ilgilenen insan demektir. Asıl soru üretilen bilginin niteliği ile ilgilidir. Üretilen bilgi ve ideoloji toplumu aydınlatıyor mu, yoksa gerçekleri gizliyor mu?


Entelektüellerin konumunu belirleyen; maddi üretim süreçi içindeki yerleri değil, idelojik tutumlarıdır. Entelektüel hangi ideolojiyi savunursa savunsun, bilinçli bir seçim yapar. İdeolojik tercihi bilinçlidir, hangi sınıf için ideolojik üretimde bulunuyorsa, o sınıfa hizmet eder.


Akademisyen ve mühendis esas olarak bilgi ve ideoloji üretiminde bulunmaz. Bu nedenle, akademisyen veya mühendis entelektüel veya aydın değildir. Ancak bilgi ile ideoloji üretimi ile ilgilenen akademisyen ve mühendis entelektüel veya aydın kategorisine girer.


Mevcut durumu, kapitalist sistemi savunanlara entelektüel derken, mevcut durumu eleştiren, kapitalizmde sömürü mekanizmalarını açıklayan insanlara aydın demek daha doğru bir yaklaşımdır. Bir başka deyişle, egemen sınıfların çıkarlarını bilgi ve ideoloji alanında temsil edenlere entelektüel denir. Aydın ise, gerçekleri açığa çıkararak egemen sınıfın düzenini sorgulayan, eleştiren insan demektir. Soruna böyle baktığımızda Türkiye 'entelektüel enflasyonu' yaşayan, ama 'aydın kıtlığı' ile karşı karşıya olan bir ülkedir.


Önemli sorunlarımızdan biri, aydın kıtlığı yaşamamızdır. Türkiye'de entelektüellere bakın, çoğunluğu kim güçlü ise ondan yanadır. Entelektüeller tercihlerine göre AKP'ye veya Genel Kurmay'a yağcılık yapmakta birbirileriyle yarışmaktadırlar.


Bir toplumda demokratik dönüşüm, kafaların değişmesini gerektirir. Kafaların değişmesine yol açan olgu ise toplumsal taleplerdir. Toplumsal talepler de genelde o toplumun doğal liderleri veya aydınları tarafından dile getirilir.


Burjuva aydınlanmasının kazanımlarına sahip çıkan, ama bu kazanımları emekçi aydınlanması ile donatan yeni tipte aydınlara ihtiyaç var. O halde demokratik dönüşüm önce aydınların kafasında değişikliği gerektirir. Önce aydın demokratik düşünecek ki, toplumun demokratik ve devrimci dönüşümünde rol oynayabilsin. Demokrasiyi özümleyemeyen bir aydın nasıl demokratik dönüşüme katkıda bulunabilir mi?


Türkiye oligarşik cumhuriyeti savunun entelektüellerin bol olduğu bir ülke. Cumhuriyetin demokratikleşmesine karşı çıkanlar çok. Genel Kurmay'ın izin verdiği oranda düşünebilen insandan demokrat aydın olur mu?

10 Haziran 2008 Salı

HAYDİ HEP BİRLİKTE:KÜRTÇE'YE ÖZGÜRLÜK

AYŞE HÜR

ASİMİLASYON İNSAN SUÇUDUR • Ardından AKP İstişare Toplantısı’nda Mardin Milletvekili Mehmet Halit Demir, anadilde eğitime izin verilmesi, bu çerçevede Kürtçe eğitimin önünün açılmasını talep ettiğinde Başbakan Erdoğan, “Kürtçe eğitime izin veremeyiz. Bunlar hassas konular. Bu konularda çok dikkatli olmalıyız. Bunlar ülkeyi bölünmeye götürecek konulardır” diyerek Demir’i azarladı. Halbuki, Türkiye’nin ancak 2000 yılında imzaladığı 1966 tarihli BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler gurubun diğer üyeleriyle birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez” diyordu.
Almanya’daki ‘Türk’ asıllılar söz konusu olduğunda ‘“asimilasyon insanlık suçudur’ diyen Başbakana göre, ‘Kürtçe asimile edilmiyordu, bunu söyleyen sanal bir şey söylüyordu, çünkü isteyen kurslara gidip Kürtçe’yi öğrenebiliyordu, Kürtler Almanya’daki Türklerden farklıydı, çünkü Türkiye’de asli unsurlardı’. Peki, Tayyip Erdoğan’ın tespiti doğru muydu? Ulus-devletin inşası sürecinde çok önemli işlevi olan dil politikalarını inceleyerek, ideolojik ve politik tartışmalarda açıkça dile getirilmeyen pek çok hususun, örneğin ulus-devleti kuranların kimleri ‘aslî’, kimleri ‘sözde’ unsur saydığını veya ‘biz’ ile ‘öteki’nin kimler olduğunu anlayabiliriz. Biz de bu gerçekten yola çıkarak bu hafta dil milliyetçiliğinin ve Kürtçe’ye karşı amansız savaşın tarihçesine göz atacağız ve ‘asli’ ve ‘tali’ unsur konularına ilişkin bir fikir edinmeye çalışacağız.

DİLLERE SAYGI! • Tanzimat’tan beri Osmanlı aydınlarının temel sorunu imparatorluğu hızla parçalanmaya doğru götüren süreci durdurmaktı. Dolayısıyla Jön Türklerin ilk işlerinden biri, değişik kökenli tebaayı Osmanlı şemsiyesi altında tutabilmek için ortak bir ‘Osmanlı kültürü’ oluşturmaya girişmek olmuştu. Türkçe’nin yaygınlaştırılması bu girişimin omurgasını oluşturdu, çünkü Balkanlar’daki ve Arap yarımadasındaki gelişmeleri izleyen Osmanlı aydınları dilin ulusal kimlik yapımında hayati rolünü fark etmişlerdi.

Türkçe’nin diğer diller arasındaki statüsü belirlenmesi bakımından atılan en önemli adım Kanun-i Esasi’de resmî dilin ‘Türkçe’ olduğunun belirtilmesi oldu. Aslında Bunun mantıklı bir temeli vardı çünkü 1876’daki ilk meclisin 115 üyesinden 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim olup, Türk, Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Boşnak, Arnavut üyeler vardı. Seçilmek için Türkçe bilme şartı konmuştu ama bunun asıl tespit edileceği belirtilmediği için, Türkçe bilmeyen pek çok üye meclise girmişti. Bu kişiler, konuşmaları anlamak ve tartışmalara katılmakta zorluk çekiyorlar, kimi Türkçe bilenlerin yanına oturarak, kimi tercüman tutarak sorunu aşmaya çalışıyordu. Ancak ‘resmi dil’ şartı gayri Türk unsurların hoşuna gitmemişti.
Meclis-iMebusan’ın açış konuşmasını yapan II. Abdülhamid’e, ‘dillere saygı’ konusunda özel ricada bulunan Rum milletvekili Vasiliki Efendi, Lehçe-i Osmanî adlı sözlüğün yazarı Ahmet Vefik Paşa tarafından ‘bir ülkede yalnızca bir ve aynı dilin olabileceğini, bunun da Kanun-i
Esasi’de açıkça belirtildiği’ söylenerek azarlanmıştı. Olay, 9 Nisan 1877 tarihli The Times gazetesine yansımış, muhabir ‘milli dil’ diretmesini anlamakla birlikte Ahmet Vefik Paşa’nın yaptığı gibi Türkçe’nin azınlıkların ‘gırtlaklarına zorla sokulmak’ istenmesini eleştirmişti. Nitekim Abdülhamit döneminde daha sert adımlar atılmadı.


MİLLİ KAYNAKLAR • Ancak, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihatçıların etkisiyle ‘edebiyatta millî kaynaklara dönme’ yani, Türkçe’yi eğitim dili yapma, dilde sadeleşme, aruz vezni yerine hece veznini kullanma, eserlerde yerli hayatı yansıtma meselelerine ağırlık
verilmeye başlandı. Bu hedefe uygun olarak 1908’de kurulan Türk Derneği, başlangıçta Türk olmayan unsurları ürkütmemek için, gayet şefkatli bir dil kullanıyordu. Nitekim derneğin üyeleri arasında Ahmet Mithat Efendi, Necib Âsım ve Rıza Tevfik gibi Osmanlı aydınları, Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail Bey, Ahmed Ağaoğlu gibi Tatar ve Kazan kökenli Türkçüler ile Anton Tıngır ve Agop Boyacıyan gibi Ermeni mebuslar vardı.

SADECE TÜRKLER • Ancak 1911 nisanında Selanik’te Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp tarafından çıkarılan Genç Kalemler dergisi çevresinde örgütlenen ‘Yeni Lisan’ hareketi ile ‘dil milliyetçiliği’ kültürel olmaktan çıkıp, siyasal bir içerik kazanmaya başladı. Çünkü Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra yaşanan büyük toprak kayıpları, gayri Türk unsurlara güvensizliği iyice arttırırken, Arnavutlar gibi sadık Müslüman unsurların bile ayrılıkçı politikalar gütmesi, İslamcı bütünleşmeden medet umanları zor durumda bırakmıştı. Üstelik bu yıllarda Anadolu’ya akın eden göçmenler, Türk nüfusu arttırmış ve ‘sadece Türklerden oluşan bir devlet fikri’ akıllara daha çok yatmaya başlamıştı.

TEVHİD-İ TEDRİSAT •Cumhuriyet döneminde ‘tek ulusa dayalı devleti’ oluşturma işinde dil politikaları çok önemli işlevler gördü. Bu konuda ilk adım, 1923’teMaarif Vekâleti’nin bütün
azınlık okullarında, haftada en az beş saat Türkçe dil dersleri olmasını zorunlu koşulması ile atılmıştı. Türkçe dersleri Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmenler tarafından okutulacak, ancak
öğretmenlerin maaşları okullar tarafından ödenecekti. Bakanlık tarafından belirlenen maaşlar zamanın diğer öğretmenlerinin maaşlarının üç kat fazlasıydı. Bu ağır mali yüke ek olarak, tüm azınlık okulları Tedrisat Vergisi ödemek zorunda bırakılmıştı. 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ardından bütün okullarda Türkçe derslerinin saati arttırıldı.



CEZAVERELİM• 1925’de patlak veren Şeyh Said İsyanı Müslüman olduğu halde
Türkçe konuşmayan unsurlara güvensizlik duyulmasının dönüm noktası oldu. 1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en büyük tartışmalar Kürtçe’nin yasaklanması üzerine yapıldı. Kürtlerin Türkleştirilmesi fikrini Ege’deki diğer azınlıkların da Türkleştirilmesi talepleri izledi. Çerkezlerin, Arnavutların ve diğer cemaatlerin dağıtılmasını,milli elbiselerinin giyilmesinin önlenmesini önerecek kadar ileri giden milletvekilleri oldu. Hatta, Balıkesir Belediyesi’nin Türkçe konuşmayanlara para cezası kesmesinden esinlenerek tüm belediyelerin bu yolu izlemesi önerildi. Bunlar neyse ki gerçekleşmedi, devletin sopası her daim Türkçe konuşmayanların
ensesinde oldu.
DİL SEFERBERLİĞİ • 20 Şubat 1928’de liderin gözüne girmek isteyen İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ yazılı pankartlarını asmasıyla işler çığırından çıktı. 1929’da okullarda Arapça ve Farsça eğitimi
kaldırıldı ve CHP teşkilatları ve Türk Ocakları el birliği ile ‘Türk dilinin
sözlüğünü oluşturma’ işine giriştiler. Mustafa Kemal, 1931’de Adana Türk Ocağı’nda “Türk milletindenim diyen insanlar, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe
konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse bunan inanmak doğru olmaz” dediğinde, ‘tek dil-tek ulus’ söylemine ters düşmenin başına gelecekler konusunda herkesin bir fikri olmuştu.



1932’de ‘dil planlaması’ kurumsallaştırıldı ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Ancak aynı yıl Eylül ayında toplanan I. Dil Kurultayı’nda ‘dilin tabii tekâmüle’ bırakılmasını öneren Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in topladığı ilgi Mustafa Kemal’i öyle rahatsız etmişti ki, kendi tezini savunmak için Cemiyet Başkanı Samih Rıfat Bey’i hasta yatağından kaldırıp kürsüye çıkarmıştı.
Türkçe’ye diğer dillere karşı üstün bir statü sağlamak için dil kongreleri ve Türk
Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla şekillenen sürecin ‘saçmalık’ zirvesini ise dünya yüzündeki tüm kültür dillerinin kök dil olarak Türkçe’den türemiş olduğunu iddia eden Güneş-Dil Teorisi oluşturacaktı.

“Baysak, önürme, uygunluk kıldacıları”

Atatürk ve İnönü, Dolmabahçe Sarayı’ndaki III. Dil Kurultayı’nda (24 Ağustos 1936) 3 Ekim 1934’te İsveç Veliahtı Güstav Adolf şerefine verilen bir yemekte Mustafa Kemal şöyle konuşmuştu: “Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duyduğum tükel özgü bir kıvançtır (...) Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 320-321)

Dilde arılaşmanın çok moda olduğu günlerde yapılan bu konuşmayı, salonda bulunanların şaşkınlıkla dinlediğini tahmin etmek zor değil. Ancak, bir yıl sonra Viyanalı dilbilimci Phil H. F. Kvergic tarafından Mustafa Kemal’e gönderilen La Psychologie de queques elements des Langues Turkques (Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi) adlı eserin başımıza neler açacağını henüz bilmiyorduk. Bu eserden esinlenerek oluşturulan Güneş Dil Teorisi, aslında son derece basit bir mantığa dayanıyordu. Teoriye göre ilk insanı, çevresindekileri anlamaya ve anlamlandırmaya sevk eden hayat kaynağı güneşti. İnsanı konuşmaya yönelten de güneşe duyduğu sevgi, hayret, korku, merak vb. duygulardı. İnsanın doğal olarak çıkarabileceği ilk ses de ‘a’ sesi idi. Eski Türk lehçelerindeki ‘ağ’ kelimesinin ‘güneş’, ‘ateş’, ‘ışık’, ‘gök’, ‘zekâ’ gibi değişik anlamlara gelmesi, büyük teorisyenlerin kafasında şimşek çakmasına neden olmuştu: Madem Türkçe ‘ağ’ kelimesi bu kadar önemli kavramları ifade ediyordu, o halde dünyadaki ilk dili Türkler yaratmıştı! Ne dersiniz, dünyada bundan daha inandırıcı bir teori
olabilir mi? Bence hayır!..




KÜRÇE’YE PARA CEZASI. Kozluklu Mele Abdullah anlatıyor: 1940’lı yıllar. Diyarbakır’a gitmiş. Çarşıda Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda kolunu tutuyor ve “Gel, belediyeden seni çağırıyorlar” diyor. Hoca, “Tû kîyî?” (Sen kimsin?) diye soruyor. Şahıs, “Ben belediye zabıtasıyım” diyor. Hoca, “Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın” dese de zorla Reis’in huzuruna çıkarılıyor. Reis, “Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin” diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak, “Al sana para” diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: “Paralar sizde kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim.” (Bakış, 30 Haziran 1999.)

“KA NANE KÎ Bİ TİRKÎ BİDE” • Yine Kürtçe konuşmanın yasak olduğu yıllar. Etraftan duyulacak tonla seslendirilecek her Kürtçe kelime için vatandaş ceza ödemek zorunda. İspiyoncular çarşıda pazarda cirit atıyor. Adamın evinde çocuklar aç. Fırına gidip ekmek almak lazım. Ama ekmeği istemek için de birkaç kelime Türkçe sözcük bilmek gerek. Adam çaresiz. Fırıncının karşısında ve “Ka nane kî bi Tirkî bide” diyor. Fırıncı arif adam, halden bilen biri. “Ha ji tere nane kî bi Tirkî” diye cevap veriyor. Konuşmanın tercümesi şu: “Bana Türkçe bir ekmek ver.” “Al sana Türkçe bir ekmek.” (Şeyhmus Diken, “Pardon Türkçe Konuşabilir miyim?”, Bianet, 27 Ekim 2007)



KÜRTÇE YASAĞI • Peki, Kürtçe konuşmak sadece ‘Tek Parti’ döneminde mi yasaktı? Hayır, 1950’li yıllar hariç Cumhuriyet’in her döneminde Kürtçe’ye (diğer azınlık dillerine) alerji vardı ama en sert tavır 1980 darbesinden sonra takınıldı. 1981’de CHP Milletvekili Şerafettin Elçi bir söyleşide “Türkiye’de Kürtler vardır. Ben bir Kürdüm” dediği için askerî mahkemede 28 ay hapse mahkûm olmuştu. 1982 darbecileri bu tür olaylara karşı tedbirini almakta gecikmemiş ve kendi elleriyle hazırladıkları Anayasa’daki ‘Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz’ ifadesini, 1983’te çıkarılan Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlemişlerdi. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’ydi ve Türkçe’den başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı. Kanun yapıcı, büyük bir maharetle ‘anadil’, ‘anadili’ ve ‘resmî dil’ kavramlarını birbirine karıştırmıştı!

ÖZAL VE DYP-SHP • Darbe sonrasının ilk sivil yöneticisi Turgut Özal’ın ölümünden önce Kürtçe radyo yayınına geçmeyi ve Kürtçe’nin okullarda ikinci dil olarak okutulmasını düşündüğü biliniyor. 1991’de DYP ve SHP’nin kurduğu koalisyon hükümeti, SHP bünyelerindeki HEP’lilerin etkisiyle, Kürt adına doğrudan değinmeden ‘Türkiye’de kendi kültürel
kimliklerini ifade etme ve geliştirme durumunda olması gereken farklı etnik grupların’ varlığından söz ediyordu. Nitekim, 12 Nisan 1991’de Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak
Yayınlar Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılırken, Anayasa’nın 26. ve 28. maddeleri 3 Ekim 2001’de anadille ilgili yasaklamalardan arındırılarak değiştirildi. Ancak 6 Kasım 1991’de, milletvekillerinin yemin töreni sırasında yaşananlar yedisi DEP’li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı.




PARTİLERİN CESARETSİZLİĞİ • 1993’de DYP lideri Tansu Çiller, Kürtçe yayın ve eğitim konusunda olumlu düşündüğünü açıkladı. Ancak partisindeki ve ordudaki sertlik yanlılarının muhalefeti yüzünden bundan çabucak vazgeçti. MHP Başkanı Alparslan Türkeş zaten Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türk soyundan olduğunu söylüyordu. Korucu sistemine büyük destek veren Kürt aşiretleri de bu politikaya büyük uyum göstermişlerdi. Öyle ki, 1994’de Alan aşireti reisi Hamo Meral, MHP’ye katılma töreninde Kürtçe olarak “Biz saf Oğuz Türkleriyiz” demişti. SHP ve CHP’nin tavrı ise Kürtlerin kültürel haklarını desteklemekle birlikte Türkçe’nin resmî dil ve bütün ülkede ortak eğitim dili kalması yönündeydi. Kürtçe eğitime en sıcak tepkiyi RP vermişti, çünkü onlara göre Kürtler İslam ümmetinin bir parçasıydılar. Ama 9. Cumhurbaşkanı Demirel, “Terör halledilmedikçe kültürel konular tartışılmaz“ diye noktayı koyduğundan beri, iki adım ileri bir adım geri gidiyoruz. Avrupa Birliği’nin zorlamasıyla bazı olumlu adımlar atıldı ama, hala Kürtçe başta olmak üzere bir çok ‘anadil’ üzerindeki yasak kalkmadı. RTÜK Kanunu’nda bazı Değişiklikler yapılarak Kürtçe’ye (yanı sıra Arapça ve Farsça’ya) biraz daha özgürlük verilmesi gerçekten olumlu bir adım olacak, ancak ne yazık ki o nokta hâlâ yerinde duruyor.

HİÇ BİTMEYEN 1995’te yapılan bir araştırmaya göre anadili Kürtçe olanların oranı yüzde 6,2, ikinci dili Kürtçe olanların oranı ise 4,5 (toplam yüzde 10,7) idi. Bu büyük nüfusa rağmen, Türkiye ‘anadil’ konusunda pek çok uluslararası anlaşmayı ya imzalamadı, ya da çekince koyarak imzaladı. Örneğin, azınlıklara dernek kurma ve sınırlar ötesi ilişki kurma, kimliğini ifade etme, kendi dilini öğrenme ve o dilde eğitim görme gibi haklar tanıyan ancak bir bildirgesi olduğu için herhangi bir bağlayıcılığı olmayan BM Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’ne (1992) konsensüs yoluyla katıldı ama bir ‘yorum beyanı’ ekledi. Aynı şekilde 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı (1992) imzalamadı. Ulusal azınlıklara mensup bireylerin kendi dillerini öğrenme, bu dilde bilgi
edinme, yayın yapma, eğitim kurumları açma, ad ve soyadı kullanma, gerçek ihtiyaç halinde yerel idari makamlarla ilişkilerini azınlık dilinde yürütme, bu dilde sokak adları kullanma, vb. haklar tanıyan Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni de (1995) imzalamadı. Uluslararası toplumun saygın bir üyesi olmamız için, ‘dil politikaları’ açısından uluslar arası normlara uygun bir düzenleme yapmamız gerektiği açık. Bu konuda iktidar partisine çok iş düşüyor ancak, Diyarbakır’da ‘etnik kimlik şereftir’ diyerek yeni bir dönemece girdiği izlenimini vermeye çalışan CHP’nin işe, daha demokratik, daha çoğulcu, daha kapsayıcı dil politikalarını teşvik etmekle başlaması inandırıcılık açısından faydalı olacaktır...

ÖZET KAYNAKÇA:Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003; Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihi Akışı
İçinde Atatürk veDil Devrimi, AÜDTCF Yayınları, 1963;Ayten Sezer, Atatürk ve Yabancı Okullar (1923-1938), TTK Yayınları, 1999; Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni, Gelişimi, Tarih Vakfı Yayınları, 1997.